ÇAĞDAŞ KONUMUMUZ MUHAMMED KUTUB
ÖNSÖZ
Günümüzde İslâm dünyası en kötü, en acıklı dönemlerinden birini geçiriyor. Bu d...
136 downloads
1140 Views
2MB Size
Report
This content was uploaded by our users and we assume good faith they have the permission to share this book. If you own the copyright to this book and it is wrongfully on our website, we offer a simple DMCA procedure to remove your content from our site. Start by pressing the button below!
Report copyright / DMCA form
ÇAĞDAŞ KONUMUMUZ MUHAMMED KUTUB
ÖNSÖZ
Günümüzde İslâm dünyası en kötü, en acıklı dönemlerinden birini geçiriyor. Bu döneme "şaşkınlık dönemi" diyebiliriz. İslâm dünyası daha önce bir çok krizli, hatta felâketli dönemlerden geçti. Bu acı dönemlerde müslümanlar kimi zaman yeryüzündeki egemenliklerini, kimi zaman güvenlik ve dirliklerini, kimi zaman da topraklarını ve servetlerini kaybetmişlerdi. Böyle olmasına rağmen müslümanlar, bütün tarihleri boyunca günümüzdeki kadar karanlık ve acı bir dönem hiç yaşamamışlardı. Meselâ Peygamberimizin (s.a.v) ölümünden hemen sonra başgösteren dinden dönme (riddet) krizi, hiç kuşkusuz, ciddi bir krizdi. Yeni doğan İslâm devletini daha emekle-me çağında neredeyse yokolmakla tehdit eden, hareketten alıkoyan bir kriz. Fakat olaylara evrensel ilâhî geleneğin (sünen-i rabbani) gözlüğü ile bakabilenler, bu kargaşalıklardan Arap yarımadasının orasında -burasında başkaldır-mış olan döneklerin (mürtedlerin) değil, İslâm devletinin muzaffer olarak çıkacağım kuşkusuz görüyorlardı. Sebebine gelince müslümanların bağırlarına basmış oldukları hakka olan imanları, Rabb'lerine bağlılıkları ve dinlerine karşı samimiyetleri, döneklerin (mürtedlerin) uğrunda savaştıkları uydurma batıllarına karşı besledikleri tutkunluktan katkat fazla idi. Üstelik bu çıkışları arzu ve ihtiraslarından başka herhangi bir "ideal" değere dayanmıyordu. Gerçi sahabiler bu kargaşalıklar karşısında önceleri heyecana kapılmışlar ve halife Ebu Bekir'e -Allah ondan razı olsun- döneklerle hemen savaşa girişilmemesi yolunda gö-rüş bildirmişlerdi. Fakat onların bu görüşleri, yüce Allah'ın dinini zafere ulaştıracağından kuşku duyduklarından ileri gelmiyordu. Girişilecek savaşı başarıya ulaştıracak güçte bir ordu meydana getirilmesi için zaman kazanılsın diye böyle düşünmüşlerdi. Fakat Hz. Ebu Bekir'in köklü imanı, yüce Allah'ın bu dini yeryüzüne egemen kılacağını belirten vaadine karsı beslediği derin güven ve dönekleri Allah'ın iradesi ile başbaşa bırakma yerine onları Allah'ın buyurduğu cezaya bir an önce çarptırmaya girişmek hususundaki bilenmiş du-yarlılığı, sahabilerin vicdanlarını tutuşturan birer kıvılcım olmuş ve Ebu Bekir'in arkasında tek saf halinde yeralmalarını sağlamış, sonunda yüce Allah (c.c.) vaadi uyarınca dinini zafere ulaştırmıştır. Hz. Osman'ın (r.a.) öldürülüşü ile bu fitneyi izleyen Hz. Ali ile Muaviye -Allah onlardan razı olsun- arasındaki savaşlar da gelişme çağının ilk aşamasını yaşayan ve dışar-dan topraklarına göz dikilen İslâm devleti için büyük bir kriz idi. Fakat o günün olaylara dışardan bakabilen objektif gözlemcileri bu krizin nihaî çözüm noktasına şüpheli gözlerle bakmıyorlardı.
Çünkü söz konusu çatışma -bütün derinliğine ve müs-lümanları ayrılığa sürükleyen bütün acı sonuçlarına rağmen- İslâmiyeti yeryüzünde egemen kılmak üzere kimin iktidara geleceği üzerinde idi, yoksa İslâmın "özü" ile ilgili değildi. Yani o günkü tartışmaların konusu "Acaba müslü-manlarm yaşama düzenlerinin temeli İslâm mı, yoksa bunun yerine başka bir sosyal düzen mi olmalıdır?" değildi. Ayrıca o günün müslümanlan karşısında inanç sisteminde gerçek payı bulunduran ya da yaşadıkları hayat tarzına, müslümanların inançlarına ve hayat tarzlarına bağlılık-larından daha çok bağlı olan bir dış güç yoktu. Çünkü evrensel ilâhî geleneğe (sünnetullah'a) göre aslında Allah'ın takdiri olan zafere ya da bozguna götüren temel faktörler bunlardır. Asker sayısı, silâh üstünlüğü ve savaş planlan bu faktörlerden sonra gelir. Gerçi bu saydıklarımızın da ikinci dereceden faktörler olarak son çözümde hesaba alınması gereken önemli ağırlıkları vardır. Çünkü bunlar yüce Allah'ın edinilmelerini emrettiği ve evrensel yasasının bir parçası saydığı "sebeplerdendirler. Fakat maddî sebepler; tek başlarına bu işi bitiremez, sonuca ulaştıramaz. Uzun süreli haçlı savaşları ile Moğol saldırıları da İslâm tarihinin önemli kriz dönemleri oldu. Hatta bu krizler -kısa bir süre için de olsa- İslâmiyetin yeryüzündeki egemenliğine tümü ile son verebilecek ve müslümanların kökünü kazıyabilecek gibi göründüler. Fakat sonuç öyle olmadı. Nihaî zafer yüce Allah'ın takdiri ile müslümanların oldu. Bu kriz dönemlerinin gerek başlannda gelen bozgun ve gerekse sonlannda ulaşılan zafer - bu sonuçların her ikisi de -evrensel ilâhî geleneğin- Kâinattaki hiç bir şeyin ilke-lerine ters düşemeyeceği o temel yasa sisteminin- ilkelerine uygundu. Sebebine gelince o dönemlerde müslümanların durumu kötü idi; günahkârlıklarla, bidatlerle, sapık akımlarla, bölünmeler ve guruplaşmalarla dolu idi. Bütün bu terslikler onları yüce Allah'ın dinini destekleyip yeryüzünde egemen kılma görevinden alıkoyuyordu. Bu yüzden düşman orduları müslümanların yurtlarını işgal ederek geçici bir süre için egemenliklerine son verebilmişlerdi. Fakat vicdanlardaki inanç koru henüz sönmemişti; sadece umursamazlığın, ters akımların ya da maddeye dönük ihtirasların külleri üzerini örtmüştü. Bundan dolayı kalabalıkları tekrar İslâmın özüne çağıran önderler ortaya çıkıp sıcak nefesli seslerini duyurur-duyurmaz o kor, üzerini örten küllerden arınarak yeniden tutuşmaya koyuldu. Bunun arkasından da hemen zafer geliverdi. Başka türlü söylersek Selâhaddin-i Eyyûbî ortaya çıkıp insanlara "Allah'ın yolundan uzaklaştığınız için bozguna uğradınız. Buna göre tekrar bu yola sarılmadıkça zafere ulaşamayacaksınız" diye haykırınca, İbni Teymiyye ortaya çıkarak İslâm inancım kelâmcılann bulanıklık ve sapıklıklarından arındırınca ve Bahreyn hükümdarı Kuduz "Eyvah, İslâm elden gidiyor!" feryadı ile kılıç kuşanarak ortaya atılınca ve müslüman halk kalabalıkları bu öndere uyup hem inanç hem de davranış plânında yüce Allah'a iman tazeleyince müslümanlar kendilerinden kat kat güçlü kâfir ve müşrik ordularım tepeleyerek çabucak zafere ulaşıverdiler.
Öte yandan Endülüs felâketi, müslümanların bölünmelerine, parçalanmalarına, biribirlerine karşı hristiyan düşmanları ile işbirliği yapmalanna ve savaşa girişmelerine böylece yüce Allah'ın buyruğunun tam tersine "müminleri bırakıp müslümanlara karşı yapabilecekleri hiç bir kötülüğü ardlarında bırakmayan kâfirleri dost edinmelerine" karşı ilâhî bir ceza olarak başımıza geldi. Mubah olan ve olmayan ihtirasların yolaçtığı fitneler de işin cabası. Gerçi Endülüs bir daha müslüman olmadı ama İslâmiyetin gelişme gücü, büyüme enerjisi genelde tükenmis değildi. Nitekim aşağı-yukan İslâm güneşinin Endülüs semalanndan çekildiği günlerde yeryüzüne egemen olmaya aday genç bir İslâm devleti tarih sahnesine çıkmıştı. Bu devlet tam dört yüzyıl boyunca İslâmın varlığını korumayı başarmış, sınırlarını hristiyan dünyasının içerlerine kadar genişleterek bir taraftan "Viyana"ya ve öbür yandan "Petersburg'a kadar dayandırabilmiş, gerek Avrupa'da ve gerekse Asya'da milyonlarca insanın müslüman olmasına aracılık etmiştir. Fakat müslümanlann günümüzde yaşadıkları kriz, geçmişteki bütün benzerlerinden daha karanlık ve daha acıdır. Böyle olmasına rağmen hiç kuşkum yok ki bu kriz de, diğerleri gibi geçip gidecek ve yüce Allah (c.c.) tekrar dinini yeryüzünde egemen kılacaktır. Fakat bu son krizin taşıdığı özelliği iyi tanımalıyız. İyi tanımalıyız ki; onun geçmiş benzerlerine göre neden daha uzun sürdüğünü ve öte yandan yüce Allah'ın (c.c.) izni ile ondan nasıl kurtulacağımızı anlayabilelim ve yine yüce Allah'ın izni ile kurtuluşa ulaştıracak sebeplere sarılalım. Birinci Haçlı savaşlan iki yüzyıl kadar (M. 1091-1291) sürmüştü. Bu savaşlar sırasında ve hemen arkasından da Moğol saldırılan geldi. Gerçi bu felâketli dönemin müslü-manlan bidatlere, hurafelere ve günahlara dalarak, umursamazlığa, ihmalkârlığa ve sebeplere sarılmaktan geri kalmaya kapılarak gerçek İslâmın uzağına düşmüşlerdi. Fakat İslâmın özü, ne inanç sistemi, ne rejim ve ne de sosyal hayat tarzı olarak hiç bir zaman vicdanlarında tartışma konusu olmamıştı. Hatta Haçlılar ve Moğollar önünde bozguna uğra-dıklarında bu bozgunun vicdanlarına yansıması, inanç sistemi, siyasî rejim ve pratik hayat tarzı olarak İslâm'ın özünden kuşkuya düşme veya düşmanlarının inançlanna, düşün-celerine, duygularına, siyasî rejimlerine ve davranış tarzlarına göz dikme ya da düşmanlarının hayat tarzlarına dayanak oluşturan herhangi bir "gerçek kırıntısına" sahip olduklarına -Bir an için bile olsa- ihtimal verme yahut inanç, siyasî rejim ve sosyal hayat tarzı olarak İslâm'dan başka bir "hak" sistemin varolabileceğim sanma şeklinde olmamıştır. Başka bir deyişle onlar hiç bir zaman yüce Allah'ın (c.c.) indirdikleri ile hükmetme ilkesini kuşku ve tartışma konusu yapmamışlardı. Çünkü bu ilke, onların müslümanlıklarının, İslâm'ı anlayışlarının ayrılmaz bir parçasıydı. Hatta bu ilke, onlann İslâm anlayışlarına göre -ki aslında da öyledir- müslüman oluşlarının dolaysız bir gereğiydi.
Bundan dolayıdır ki; düşmanları önünde kısa olmayan bozgun dönemlerinde bile azimlerini yitirmemişler, düşmanları karşısında aşağılık duygusuna kapılmamışlar, tam ter-sine yüce Allah'ın (c.c.) şu buyruğunun canlı sembolleri olmuşlardır: "Gevşemeyiniz, hayal kırıklığına düşmeyiniz. Çünkü eğer gerçekten mümin iseniz siz üstün geleceksiniz." (Ali-îmran/139) Çünkü onlar "mümin'diler! Hatta bu bozgun dönemlerini yaşarken bile düşmanlarını alabildiğince küçümsüyor, hor görüyorlardı. Çünkü düşmanlarının inançları ve düşünceleri, doğru inanç sistemi ve "Hak" düşünce ile bağdaşmıyordu. Çünkü ahlâk anlayışları ve davranış tarzları İslâm ahlâkı ve davranış tarzı ile uyuşmuyordu. Müslümanların görüşlerine göre Moğollar, ne dinleri ve ne de uygarlıkları olmayan bir "barbar" sürüsü idiler. Haçlılar da "Haç"a tapan bir müşrik topluluğu idi. Üstelik her ikisi de ırz kıskançlığı ve namus duygusundan yoksun, ahlâksız birer toplum idiler. Fakat son "Haçlı Savaşlan"ndaki durum daha öncekine göre çok farklı oldu. Bu dönemde müslümanlar "İslâm'ın özü"nden büyük oranda saptılar. Bu sapma sadece davra-nışlarla sınırlı kalmadı, düşünce tarzını da etkisi altına aldı. İslâm bütününün temeli ve ana kolanlarının en büyüğü olan "Lailâheillellah (Allah'dan başka ilâh yoktur)" kavramı gerçek anlamı ile ilgisiz, müslümamn pratik hayatında günde bir kaç kez dille tekrarlanmanın ötesinde hiç bir etkisi olmayan kof bir söze dönüştü. Üstelik inanç sistemini hurafeler bürümüş ve sırf Allah'ın dergâhına yönelmesi gereken aracısız ve saf ibadetin yerini türbelere, velilere ve şeyhlere yöneltilen ibadet almıştı. Geniş ve yaygın anlamlı ibadet kavramı,sayılı ibadet davranışlarının dar sınırları arasına hapsedildi. Bu sayılı ibadeteri yapanlar bütün ibadet görevlerim yerine getirmiş sayıldı, hiç kimse kendilerine Allah'ın karşısında yerine getirmeleri gereken başka yükümlülükleri olduğunu hatırlatmadı. Üstelik bilinen ibadet davranışlarım da dünya hayatı üzerinde hiç bir fonksiyonu, hiç bir etkisi sözko-nusu değilmiş gibi, pratik hayattan tamamen kopuk hale getirildiler! Doğru yorumlandıklarında birer itici ve ileriye götürücü güç kaynağı olan kaza ve kader kavramları olumsuz yorumlan ile geri bırakıcı, çalışmaktan, gelişmekten, hare-ketten ve sebeplere yapışmaktan alıkoyucu birer miskinlik gerekçesi haline getirildi. Bunun yanında üstelik büyücülük ve cincilik gibi gizli güçlerden medet umulmaya kalkışıldı. Böylece müslümanlar, yüce Allah'ın (c.c.) olağan-dışı kanunlarının peşine düştüler. Oysa yüce Allah kendilerine olağan kanun ve gelenekleri ile uyum sağlayarak gerçek anlamda kendisine dayanmak şartı ile bu kanunlann normal akışını sağlayacak sebeplere sarılmalarını emretmişti. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Ey müminler, eğer siz Allah'ın dinini desteklerseniz, o da size yardım eder ve ayaklarınızı yere sağlam basmanızı sağlar." (Muhammed/7)
Peygamber Efendimiz (s.a.v) de bu konuda şöyle buyuruyor: "Ey Allah'ın kulları, tedavi olunuz. Çünkü Allah verdiği her hastalığın mutlaka devasını da vermiştir." (Buhari) Dünya ile Ahireti biribirine bağlayan ve Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- ifadesi ile dünyayı Ahiretin "tarlası" sayan dünya-Ahiret kavramı, yerini; dünya ile Ahiret arasına kesin bir ara kesit koyan, bu iki alemi biribirine karşı kutuplaştıran ve zıtlaştıran bir anlayışa bıraktı. Öyle oldu ki, dünyayı isteyenler Ahireti ter-kettiler, Ahireti isteyenler de dünyayı terkederek "bir lokma bir hırka" ile yetinmeyi benimsediler. Bu arada dünya kalkınma ve gelişmesi, Ahiret uğruna dünyanın ihmal edilişine paralel olarak ihmale uğradı. Bu ihmalin sonucu olarak fakirlik, cahillik, hastalık ve uygarlık, teknoloji, ilim ve düşünce alanlarında geri kalmışlık birer kara bulut gibi insanlarımız üzerine çörekleniverdi. Üstelik müslümanlar bütün bu felâketleri, karşısında katlanmaktan ve boyun eğmekten başka hiç bir çıkar yollan bulunmayan bir "ilâhî kader" sanmaya kalkıştılar.[1] Bütün bu tersliklere ek olarak insan hayatı ruhtan soyutlanmış ve tümü ile hayat denen realite, gündelik yaşama yön veren canlı bir yöntemin parçası oldukları için değil, sırf "gelenek" oldukları için korunan ata mirası geleneklere dönüştürüldü. Bu anlayışa göre ibadetler, gündelik davranışlar, kadının örtünmesi, ırz-namus titizliği Allah'a yöneltilmiş şuurlu birer ibadet ya da pratik hayatı yönlendiren ana sistemin birer parçası olmaktan çok; sadece bir "gelenekliler. İşte müslümanları bu acıklı durumda yakalayan yeni dönem "Haçlı savaşları" koptuğu zaman beliren en güçlü ihtimal, onlann bu saldırılar karşısında çöküntüye uğrayarak yokoluşun karanlığa gömülmeleri idi! *** Gerçi tarih milâlî onyedinci yüzyılı ile ondokuzuncu yüzyıl arasındaki dönemde müslümanların, istilâcı hristi-yan ordularına karşı giriştikleri başarılı direnişlere ve kahramanca cihadlara şahid oldu. Bu yiğitlik destanları Kuzey Afrika'da, Orta Afrika'da, Nil vadisinde (Mısır ve Sudan'da), Hindistan'da, Malaya'ya, Endonezya'da, Filipinler'de ve sonradan faşist ve hristiyan Rus saldırganları tarafindan yutulan Ortaasya'da yazıldı. Fakat bu kahramanlıklar, teslim olmadan önceki son darbelerini vuran bozguna uğramış, dağılmış kuvvetlerin son çırpınışları idi. İslâm inancı, bulutların arkasına çe-kilmişti. Bu yüzden bu insanlar için bozguna uğramak ve düşmana teslim olmak haklı bir akıbet olarak belirmişti. Müslümanların uygarlık gerilemesine uğradıkları dönemde karşılaştıkları gürbüz Batı uygarlığı hakkında çok şey söylenebilir. Bilindiği gibi bu karşılısına, müslümanları ruhî bozguna uğratmış, onları Batılıların düşünceleri, politik rejimleri önünde aşağılık
duygusuna düşürerek sürüklenmişti.
dinlerinden,
ahlâklarından
ve
geleneklerinden
kopmaya
Karşılaşan iki uygarlık arasındaki farklılık hakkında söylenenler aslında doğrudur. Fakat müslümanların uğradıkları ruhî bozgunun ve Batı dünyası karşısında kapıldıkları aşağılık duygusunun, iki uygarlık arasındaki farktan kaynaklandığım sanmak, sadece gerçeğin uzağına düşürücü değil, aynı zamanda ileri derecede şaşırtıcı bir görüştür. Çünkü bu görüş, bozgunun gerçek sebeplerini ve buna bağlı olarak bu çıkmazdan kurtuluşumuzun yollarını görememize yolaçmaktadır. Müslümanlar, tarih sahnesine çıktıkları ilk yıllarda bedevilik dönemlerini yaşıyorlardı. Çevrelerinde yaşayan "uygar milletler"in gerek maddî uygarlık ve gerekse bilim alanlarındaki birikimlerinden tümü ile yoksundular. Bundan dolayı gerek maddî uygarlık ve gerekse bilim alanlarında ilerleyebilmek için bu alanlardaki eksikliklerini doğu ve kuzeylerindeki "ilerlemiş" devletten, yani Farslar ile Bizanslılardan karşılamak zorunda idiler. Gerçekten de böyle yaptılar. Fakat böyle yaparken asla bu milletler önünde boyun eğmediler, onlar karşısında aşağılık duygusuna kapılmadılar. Sebebine gelince "üstün" olanlar onlardı, çünkü "mümin" diler! O dönemin müslümanları, çevrelerinde yaşayan kâfirlerin ve putperestlerin ilimlerini öğrenmeye şiddetle muhtaçtılar. Fakat bu ağır ihtiyaçlı durumları, onları kâfirler ile putperestler önünde kendilerini küçük görmeye ve aşağılık duygusuna kapılmaya sürüklemedi. Tersine biliyorlar ve iliklerine kadar hissediyorlardı ki, "üstün" olanlar kendileri idi. Çünkü "üstünlük" Allah'a, Peygamberine ve müminlere özgü idi, kâfirler ile putperestlere ait değildi. Bu kâfirler ve putperestler dünyanın bütün bilgilerine ve yeryüzünün tüm hazinelerine sahip olsalar bile farketmez, durum değişmezdi! Müslümanlar çevrelerindeki milletlerden ilim alırken imanlanndan kaynaklanan bu karşılanndakine yüksekten bakan tutumları, gayet açıktır. Bu onurlu yaklaşımın en belir-gin özelliklerini şu iki noktada görürüz: 1- Müslümanlar, düşmanlarından ilim almak zorunda kalmanın baskısı ile asla onlar karşısında ruhî bozguna uğramamışlardır. 2- Müslümanlar, düşmanlarında bulunan her türlü bilgiyi yurtlarına aktarmaya kalkışmamamışlardır. Tersine aldıkları her bilgiyi şuurlarının süzgecinden geçirerek aldılar. Bunun sonucu olarak sadece ihtiyaç duyduklan bilgileri aldılar. Üstelik bu bilgilerin inançları ile müslümanlıkları ile çatışmamasını şart koştular. Buna karşılık kendilerine yararlı olmayacağını düşündükleri veya inançları ve müslümanlıklan ile çatışan bilgilere asla el sürmediler. Bu şahsiyetli tutumun en bariz örneği eski Yunan ilimlerinin çoğunu bünyelerine aktaran müslümanlarm çok yaygın üne sahip olmalarına rağmen klâsik Grek masallarını (mitolojilerini) almamış olmalarıdır. Çünkü müslü-manlar bu masalları, taraflarına dönüp
bakmaya değmeyen, daha doğrusu aşağılar ve umursamaz bakışlarla görülmesi gereken, sapıklığa batmış birer putperestlik ürünü saydılar. Buna karşılık son ilim ve uygarlık iktibası, aktarma eylemi sırasında takınılan tutum, bundan çok farklı oldu! Bu farklılık yüzeysel bakışların ilk plânda sandıkları gibi alıcı ve verici uygarlıkların arasındaki hacim farkından değil, ilk ve ikinci uygarlık iktibaslan arasındaki "tutum" farkından kaynaklanıyor. İlk uygarlık alış-verişi sırasında müslümanlar "alıcı" taraf olmalarına rağmen üstün olan tarafı temsil ediyorlardı. Çünkü imanlanndan kaynaklanan üstünlük duygusu hayatlarını karakterize ediyor ve tutumlarını belirliyordu. Buna karşılık ikinci uygarlık alış-verişi sırasında inanç gerilemiş ve bulutların arkasına saklanmıştı. Bu yüzden artık onur ve üstünlük duygusu sözkonusu değildi. Sözko-nusu olan psikolojik bozgun, aşağılık duygusu, faydalı-za-rarlı islâmiyetle bağdaşır-çatışır ayırımı yapmaksızın Batıda bulunan her şeyi hiç bir şuur süzgecinden geçirmeden aktarmak, kopya etmekti. Çünkü "Çağdaş Müslüman"ın (!) dayanma merkezi artık İslâmiyet olmadığı gibi karakteristik özelliği, doğru inançtan ve ilâhî metodu uygulamaktan kay-naklanmıyordu. Bu gün devran dönüyor ve bu devranın son yüzyıllarda-ki müslümanlara dönük karanlık yüzü batmaya ve buna karşılık İslâm yurdunda yeni bir sabahın şafağı sökmeye başlıyor. Başta okumuş gençlik olmak üzere insanlarımız tekrar İslâm'a dönmeye başladılar. İslâm'ın bu uyanık arayıcıları onun, ilk indirildiği dönemde olduğu gibi saf, berrak şekli-ni arıyor, bulut katmanlarmm ardında ve toz tabakalarının altında belirsiz hale gelen görüntüsü ile yetinmek istemiyorlar. İslâmiyetin bir zamanlar egemen olduğu bütün yeryüzü parçalarında bu gün, İslamcı diriliş akımları, insanlan İslâm'a çağıran dâvetçiler, İslâmiyetin fiilen uygulanacağı günü, müslümanlarm gerçek ve orijinal kimlikleri ile yeryüzünde egemenlik kuracaklan günü sabırsızlıkla bekleyen bir gençlik vardır. Sözünü ettiğimiz idealist gençliğin bu beklentisi yüce Allah'ın (c.c.) şu ayette dile gelen vaadinden kaynaklanıyor: "Allah, içinizden iman ederek salih ameller işleyenlere vadetti ki; kendilerinden öncekiler gibi onları da yeryüzünde egemen kılacak ve kendilerinin seçip beğendiği dinlerini kökleştirecek ve korku dönemlerinin ardından onları tam bir güvene erdirecektir." (Nur 155) Bu yol üzerinde yürümeyi zorlaştıran bir çok engel vardır, fakat bu engeller ilerlemeyi durduracak nitelikte değildir.
Bu engeller arasında bir yanda halkın İslâm'ın gerçek mahiyetini bilmemesi, gerek düşünce ve gerekse davranış plânında bu gerçekten büyük oranda uzak düşmesi vardır. Diğer yanda genç kuşaklar başta olmak üzere bütün müslüman halkı İslâmiyetten tamamı ile kopmaya, Doğu ve Batı kanatlan ile Batıya bağlanmaya ve bütün ahlâk bağla-rından sıyrılmaya özendiren yoğun bir ideolojik savaşla karşı karşıyayız. Bunlar yanında dünyanın her yanında İslâm'a karşı pusu kurmuş, onun davetçilerine ağız açtırmayan ve bu davetin karşısına ellerinden gelen her engeli çıkaran düşmanlar vardır. Fakat bu zorlukların karşı tarafında bir takım sevindirici müjdeler de vardır. Bana göre bu müjdeler, yolumuzu kesen engellerden daha önemlidir. Sebebine gelince bu gün İslâm dünyasının her köşe ve bucağında görülen İslâmî uyanışı, çeşitli kanıtların desteklediği tarihî bir olaydır. Çünkü bu uyanış bir yandan Haçlılar ile Siyonistlerin iki yüz yıla yakın süren müslümanlan İslâm'dan koparma çabalarının ardından geliyor. Bir yandan da insanlık tarihinin önemli bir dönüm noktasını yaşarken maddeci ve kof uygarlığından ümit kesmeye ve yeni bir kurtarıcının yolunu gözlemeye başlamışken karşımıza çıkıyor. Yalnız şunu bilmek gerekir ki; müslümanlar eğer pençesinde kıvrandıkları bunalımdan çıkabilmek, altında ezildikleri ağır baskılarla adım atmalannı engelleyen pranga-lardan kurtulmak istiyorlarsa kendilerine yüce Allah'ın bağışladığı, armağan ettiği dinlerine samimi ve özüne uygun bir dönüş yapmak zorundadırlar. Tıpkı bunun gibi eğer insanlık, yaşadığı ağır krizi atlatmak ve çağdaş sapıklığından (cahiliyetinden) kaynaklanan problemlerini çözüme kavuşturmak istiyorsa "insanlar ara-sında adaleti gerçekleştirsin ve müminlere şifa ve rahmet olsun diye yüce Allah tarafından yeryüzüne indirilen" ilâhî metoda sarılmak zorundadır. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Gerçekten biz Peygamberimizi açık deliller ile gönderdik ve onlarla beraber Kitab'ı ve ölçüyü indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler." (Hadid/25) "İndirdiğimiz Kur'anın bazı ayetleri müminler için şifa ve rahmettir." (İsra /82) Fakat yapılacak iş, üzerine halı döşenmiş asfalt bir yolda gezinti yapmak değildir. Tersine önümüzdeki iş, dikenlerle, gözyaşları ile, kanlarla ve işkencelerle dolu bir yolda katlanılacak meşakkatli bir yolculuktur. Bu dinin müminleri, İslâm'ı kuşatan bütün düşmanlıklara ve her adım başında pusu kurmuş engellere rağmen, bu din yeniden yeryüzünde egemen olsun ve Peygamberi-mizin (s.a.v.) aşağıdaki hadisinde haber verdiği "İkinci Gariplik Dönemi" son bulsun diye bu meşakkatli yolculuğa düğün evine girer gibi atılıyorlar:
"İslâm garip olarak yayılmaya başladı ve ilerde de tekrar, ilk döneminde olduğu gibi garip hale gelecektir. Müjdeler olsun o gariblere!" (Müslim) Tirmizi'nin rivayetine göre bu hadisin son cümlesi "Halk tarafindan bozulmuş olan sünnetlerini tekrar doğru biçimde ihya eden gariplere müjdeler olsun" şeklindedir. Elinizdeki kitab, İslâm ümmetinin; Peygamberimiz zamanında bulunduğu zirve noktasından yuvarlana yuvarla-na yine Peygamberimizin daha o zaman haber verdiği "sel köpüğü"ne dönüşmesine kadar başından neler geçtiğini ortaya koymaya çalışıyor. Bir gün Peygamberimiz (s.a.v.) "Gün gelecek diğer ümmetler neredeyse yemek çanağına üşüşen açlar gibi üzerinize üşüşecekler" buyurdu. Orada bulunan sahabiler 'Ya Resulullah, yoksa o zaman sayımız az olacak da ondan mı? diye soruncaPeygamberimiz bu soruya 'Hayır, tersine o gün sayıca çok olacak, fakat sel köpüğü gibi olacaksınız'diye cevap verdi. (Ahmed, Ebu Davud) İkinci adım olarak yine bu ümmetin yüzyıllar boyunca süren maceralı tarih yolculuğundan sonra günümüzde geldiği noktayı, şimdi içinde bulunduğu durumu incelemeye çalıştık. Son olarak yaşadığımız İslâmî uyanışı, bu uyanışın tarihî anlamını, İslâm ümmetinin pençesinde kıvrandığı bunalımı aşmak için neler başardığını ve yüce Allah'ın izni ile müminlere vaad edilmiş olan egemenlik kurma amacına ulaşabilmek için daha neler başarması gerektiğim irdelemeyi denedik. Bu irdeleme sırasında İslâm'ın pratik hayatta uygulanacağı günleri sabırsızlıkla bekleyen gençliğin şu sorularına cevap vermeye çalıştım: Yaşadığımız bunalım dönemi niye bu kadar uzun sürdü? Yeniden egemenlik kurma dönemi niye bu kadar gecikti? İslâm'a çağırmanın metodu nedir? Yüce Allah (c.c.) Şuayb Peygamberin dilinden şöyle buyuruyor: "Sadece gücümün yettiği kadar durumunuzu düzeltmek istiyorum. Bunu başarabilmem, Allah'ın yardımına bağlıdır." (Hud 188) Bu denemenin başarılı kısımları, yüce Allah'dandır. Kusurlu taraflarına gelince onların doğru ve iyi olmaları için elimden gelen gayreti gösterdiğimi sanıyorum. "Kulları doğru yola yöneltmek Allah'a aittir." *** Son olarak bu kitabın ilk baskısı ile ilgili olan şu açıklamayı yapmak istiyorum. Uzun yıllardan beri yeri gelince delil olarak kullanırım diye gazetelerden kestiğim çeşitli yazılar, bazı belgeler ve zaman zaman verilmiş delil nitelikli bir takım beyanatlar saklıyordum. 1965 yılında askerî hapishaneye atıldığım sırada bu belgeler elimden alındı ve bir daha bana geri verilmedi.
Bu kitabı hazırlarken sözünü ettiğim belge ve açıklamaların bazılarını kullanmak ihtiyacım duydum. Fakat elinizdeki bu ilk baskıda bu belgeleri bulunabilecekleri yerlerde araştırmaya ne vakit ve ne de imkân bulamadım. Bundan dolayı ezbere bilebildiğim belgelere yer vermekle yetindim. Fakat gelecek baskıların birinde Allah'ın izni ile bu belgelerin tümünü bulup kaynakları ile birlikte sayfalara aktarabilmeyi diliyorum. Muhammed KUTUB EŞSİZ KUŞAĞA BAKIŞ
Sözünü edeceğimiz kuşak, Peygamberimizin (s.a.v) haklannda "En iyileriniz benim dönemimde yaşayanlarınızdır"[1] diye buyurduğu ve yüce Allah'ın (c.c.) "Sizler insanlara örnek olarak ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah'a inanırsınız[2] şeklindeki övgüsünü tam anlamı ile hakkeden (ilk müslümanlar) kuşağıdır. Bu kuşak "ideal" ile "realite" yi şahsında birleştirerek İslâm'ın ideallerini realiteye, pratiğe dönüştüren ve insan realitesini ideal derecesine yükselten bir kuşaktır. Zaten "gerçekçi idealizm" veya "idealist gerçekçilik" bu dinin en bariz özelliklerinden biridir. Sebebine gelince İslâmiyet; Budizm'in, Hinduizmin ve hristiyan mistizminin yaptığı gibi, insanın savsaklanması imkânsız maddî realitesini ihmal ederek onu göklerin yüce-liklerine sürekli tırmanmaya zorlayan, uygulama yeteneği olmayan ruhanî idealler ortaya atmaz. Bunun yanında insan organizması ile madde dünyasının gereklerine yöneldiği zaman da insanı, bu kaçınılmaz ihtiyaçların dar çerçevesine hapsederek onu idealleri gerçekleştirme alanı olan yüce ufuklara doğru süzülmekten de alıkoymaz. Tersine insanın bu iki yönünü aynı anda, denge ve uyum içinde gözönüne alır. Bundan dolayı bu dinde realiteyi ihmal etmeyen idealizm, ideali ihmal etmeyen realizm (gerçekçilik) ile buluşur. İşte sözünü etmek istediğimiz, tarihte eşi bulunmayan kuşak; bu buluşmanın en yüksek düzeyli sentezidir. Biz bu eşsiz nesli yakından tanımaya şiddetle muhtacız. Böylece hem çağdaş realitemiz içinde bize örnek olacak konumunu tanıyacak ve hem de onun ışığı altında İslâm'ın özü ile aramızdaki yakınlık yada uzaklık derecesini belirleyeceğiz. Bu eşsiz kuşağın kendine özgü karakterlerini dile getirmeden önce onun oluşumunu etkileyerek kendisim tarihin hafızasından silinmeyen o yüce doruklara yükselten faktör-leri tanımak istiyoruz.
İslâm'dan önceki dönemde araplar bir türlü biraraya gelemeyen, dağınık, paramparça bir kavimdi. Oysa yeryüzü mantığına göre birlik meydana getirici sayılan bütün önemli faktörlere, yani dilbirliğine, kültür birliğine, tarih birliğine, menfaat birliğine sahipti. Cahiliye sosyolojinin dediklerine göre "millet"i meydana getiren faktörler bunlardı. Fakat bölünmüşlüğün ve dağınıklığın uzun yıllar sürmesine rağmen gerekli sayılan faktörlere sahip oldukları halde "millet" meydana gelmedi. Bunun yerine savaşlara, iç kargaşalıklara ve her şeyden önce ilâhî hidayetten yoksun olarak yaşadığı sapıklığa (cahiliyete) yem olan düşman kabileler halinde birbirleri ile didişiyorlardı. İşte İslâmiyet, arapları bu durumda tutup yükseltti. Fert ya da kabileler halinde değil, "ümmet" halinde. Hem de tarihin tanıdığı en yüce ümmet sıfatı ile. Buna bizzat yüce Allah (c.c.), yani bu ümmetin tarih sahnesine çıkarıcısı, şu ayetle kanıtlıyor: "Sizler, insanlara örnek olarak ortaya çıkarılmış, en hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah'a inanırsınız." (Al-i İmran/110) Eşsiz neslin oluşumunu etkileyen faktörler Bu eşsiz ümmet nereden meydana çıktı? Oluşumunu ve gelişmesini sağlayan faktörler, acaba nelerdir? Hiç şüphesiz bu ümmetin ipliği, yani hammaddesi, bu şaşırtıcı olaydan yüzyıllarca yıl öncesinden beri yeryüzünde varolan ipliğin, hammaddenin aynısı idi. Fakat işin içine bir şey girmiş ve büyü gibi etki göstererek söz konusu ham iplikten ne daha önce görülmüş ve ne de daha sonra eşine rastlanacak orijinal bir dokuma, bir kumaş meydana getir-mişti. Acaba uzun yüzyıllar boyunca işlenmemiş, ihmal edilmiş kalan söz konusu ham iplikten bu eşsiz dokumayı ortaya çıkaran şaşırtıcı etkili faktör neydi? a- KUR'AN Hiç kuşkusuz bu faktör, diğer her şeyden önce, Kur'an'dır; insanlığı ilâhî vahyin hidayeti uyannca yeniden yapılandırmak için indirilen o yüce Kitab'dır. Yüce Allah (c.c.) bize bu Kitabı şöyle tanıtıyor: "Gerçekten bu Kur'an, insanı en doğru yola iletir." (İs-ra/9) "O nezdimizde bulunan ana Kitab'dadır; o şanı yüce ve hikmetle doludur." (Zuhruf/4) Kur'an'ın insan vicdanları üzerindeki etkisi nedir? Acaba O, insanın hammaddesini değiştirip onu insanlıktan çıkaracak insan-üstü başka bir varlık haline mi getiriyor? Asla! Çünkü Kur'an'ın iniş gerekçesi insanlann fıtrî yapılarını değiştirmek değil, tam tersine onları, yüce Allah'ın "En güzel biçimde" oluşturulan fıtrî yapının ilk günkü orijinalliğine ve tabiiliğine yeniden döndürmektir. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Sen dosdoğru dine, Allah'ın insanları kendisi uyarınca yaratmış olduğu tabii yasa sistemine yönel. Allah'ın tabii yasa sistemi değişmez. Fakat insanların çoğu bunu bil-mez." (Rumi 30) Meselâ bir demir parçası üzerinden bir parça mıknatısı geçirdiğimizi düşünelim. Bu mıknatıs parçası demirin özelliğini değiştirir mi? Hayır. Fakat demirin molekül düzenini değiştirerek parçacıklarım yeni bir dizime kavuşturur. Bu değişikliğin sonucu olarak o demir parçasında daha önce sahip olmadığı bir çekicilik enerjisi meydana gelir. İşte yüce Allah'ın, Kitabı aracılığı ile insanlığa sunulan bu dini de fertlerin vicdanlarında buna benzer bir etki meydana getirir. O insanlann vicdanlarına işleyerek bu vicdanların moleküllerini yeni bir düzene koyar, bu yeni düzenleme sonunda daha önce başıboş ve dağınık olan bu moleküller birer güç ve enerji kaynağı haline gelirler. Peki bu kitabın hangi özelliği dağınık ham elementleri enerji birimlerine dönüştürme sırrına kaynaklık ediyor? Acaba mucizevî söz uyumu mu? Acaba anlatım gücü mü? Acaba anlamlarının belirginliği mi.? Acaba Ahiret gününü anlatırken gözönüne serdiği sahnelerin kalb tellerini titreten canlılığı mı? Acaba onda yeralan hukuk ilkeleri, yönlendirme prensipleri, düzen belirleyici ölçüler, hikâyeler, çarpıcı örnekler ve ibret tabloları mı? Yoksa sürekli biçimde Allah'ın (c.c.) yücelik ve ululuğunu, sınırsız kudretini vurgulaması mı? Hiç kuşkusuz bu saydıklarımızın hepsi buna dahildir. Çünkü Kur'an'ın her harfinin bir anlamı ve genel etki yekûnu içinde bir payı vardır. Fakat eğer "Kur'an'da yer alan konuların en genişi 'ilâhlık (uluhiyet)' konusudur, yani 'lailâheillellah' davasıdır" dersek hiç kuşkusuz hatalı bir söz söylemiş olmayız. Başka bir eserimde[3] bu konuda şöyle demiştim: Kur'an-ı Kerim, -başta Mekke'de inen surelerinde olmak üzere- en ağırlıklı şekilde "ilâhlık" konusunu vurgular. Bunun ilk akla gelen sebebi, bu Kitabın ilk seslendiği kesimin, başlangıç muhataplarının müşrikler, yani ortak koşanlar oluşudur. Bundan dolayı bu müşriklerin inançlarını düzeltmek için "lailâheillellah (Allah'tan başka ilâh yoktur)" ilkesini ısrarla vurgulamak amaca uygun bir tercih sayılabilirdi. Fakat kur'an'ın Medine'de inen ayetlerinde de bu konuya öncelik tanımaya devam ettiğini görüyoruz. Hatta sırf müminlere seslenen ayetlerde de bu ilke ağırlıklı ifadelerle bile gelir. Oysa bu müminler, Allah'a inanmışlar, bu inancı vicdanlarına sindirmişler ve bu kararlılıklarının sonucu olarak müslüman bir ümmet, müslüman bir devlet ve tek amacı Allah yolunda savaşmak olan müslüman bir ordu oluşturmuşlardır. Bu durum asıl önemin konunun özünden kaynaklandığını, hatta müslümanlara seslenen ayetlerde de durumun böyle olduğunu açıkça kanıtlar. Başka bir deyişle; Kur'an'ın bu konuyu ısrarla vurgulayışının ilk ve asıl sebebi muhataplarının bu ilkeyi inkâr etmeleri değildir. Asıl ve öncelikli sebep, bu ilkenin insanlann kalblerini iyiliğe açan, bu kalblerde iyiliği filizlendiren, bu kalbleri iyilik ilkeleri uyarınca eğiterek çeşitli
iyilik ürünleri vermelerini sağlayan bir ilke oluşudur. Öyle ki, insanların kalblerini "lailâheillellah" ilkesi kadar etkili biçimde iyiliğe hazırlayan başka bir anahtar düşünülemez. Meselâ kalblerin inançsız, inkarcı oldukları durumlarda gerçeğe ve iyiliğe kapı açsınlar diye onlara bu ilke ile sesleniliyor. Bunun yanında inanmış kalblere de inançlarım de-rinleştirmek ve tazelemek amacı ile bu ilke ile sesleniyor; çünkü bu ilke, başka seçeneği olmayan bir kalb besinidir. Örnek olarak müminlere seslenen şu ayeti okuyalım: "Ey müminler! Allah'a, Peygambere, bu Peygambere indirdiği ve daha önce indirmiş olduğu Kitab'a inanınız." (Nisa 1136) Görüldüğü gibi bu ayette müminlere "inanınız" buyuru-luyor. Oysa bu kimseler inanmaya çağrıldıkları şeylere zaten inanmış bulunuyorlar. Durum böyleyken bu çağrıya muhatap tutulmalarının gerekçesi imanlarını güçlendirmek ve bu imana tutkunluklarının derecesini yükseltmektir. "lailâheilellah (Allah'dan başka ilâh yoktur)" ilkesine inanmak, sözünü ettiğimiz müşriklerin vicdanlarında gereken etkiyi meydana getirerek onlan tıpkı yeniden doğmuş gibi yepyeni bir oluşuma kavuşturduğu gibi iman ettikten sonra da vicdanları üzerindeki etkisini devam ettirerek kendilerini yüce Allah'ın "Sizler insanlara örnek olarak ortaya çıkarılmış, en hayırlı bir ümmetsiniz" şeklindeki övgüsünü tam anlamı ile hakkeden "eşsiz müminler" kuşağı haline getirmiştir. Evet, "lailâheillellah" ilkesi hem insan kalbinin ve hem de doğru yola koyulmuş, yüce Allah'ın hidayet aydınlığını rehber edinmiş kalblerin yolunun anahtandır. Çünkü, daha önceki yazılarımızda da birçok kere belirttiğimiz gibi insanı, doğuştan; yapısının özelliği itiban ile "tapınmaya" yatkın bir varlıktır. Yalnız kendilerine tapılan "mabuf'lar farklı olmaktadır. Ayrıca yaşanan hayat tarzı da tapınmak üzere seçilen mabudun kimliğine bağlıdır. Eğer "mabud" Allah olursa o zaman hayat tarzı belirli haram ve helallerden, güzel ve çirkinlerden, mubah ve yasaklardan oluşan ilâhî hayat tarzı olur. Buna karşılık eğer seçilen "mabud" başka bir şey olursa, o zaman, o "mabud"un dikte ettiği hayat tarzı yaşanır. Bu "mabud" ister doğrudan doğruya, isterse çeşitli slogan ve yaftaların arkasına saklanmış dolaylı nefsî ihtiraslar olsun. Bundan dolayı cahiliye düzenleri, biçim bakımından farklı olmakla birlikte hepsi de ihtiras kaynaklı olmakla birlikte ortaktırlar. Bu düzenlere kaynaklık eden ihtirasları ve isterse toplumu meydana getiren tek tek fertlerin ihtiraslarının toplamı olsun farketmez. Sonuç itiban ile hepsi de ihtirastır. İnsan hayatına ve insan psikolojisine uygun gelen hayat tarzı, ilâhî hayat tarzıdır. Çünkü bu hayat tarzı; yaratmış olduğu insanı, ona neyin uygun ve neyin yararlı olduğunu bilen, her şeyden haberdar olan yüce Allah tarafından indirilmiştir. Bu yüce yaratıcının bilgisi her şeyi kapsar, hiç bir şey O'na gizli kalmaz .Bu arada bugün meydana geldiği
halde sonucu insan ömrünü aşan uzun bir süre sonra ortaya çıkacak olan etkiler de O'nun bilgisi dışında kalmaz. Yine bu yüce Yaratıcının adalet terazisi, ihtirasların baskısı ile dengesini bozmaz, hükümlerini şahsî yararlar ve ihtiyaçlar etkilemez. Üstelik insan hayatının tarzını belirlemeye tek lâyık olan merci O'dur. Çünkü O, hem insanın ve hem de bütün evrenin yaratıcısıdır. Yaratma eyleminin sahibi O olduğuna göre emir verme yetkisi de O'na aittir. Nitekim O, şöyle buyuruyor: "İyi bilesiniz ki, yaratma ve emir verme yetkisi O'na aittir. Alemlerin Rabbi olan Allah ne uludur." (Araf 154) İnsan, içtenlikle ve kesinlikle Allah'dan başka ilâh olmadığını bilmedikçe ilâhî hayat tarzını tam olarak benimseyemez. Ancak bu kesin bilgiden sonra kendini tek ve ortaksız Allah'a teslim edebilir. Başka bir deyimle insan, rızkları verenin, tartışılmaz güç sahibinin, fayda ve zarar verenin, yaşatanın ve öldürenin, bu evrenin tüm olayları ile çekip çevirenin yüce Allah olduğunu, evrende etkili olan tek iradenin O'nun iradesi olduğunu, O'nun dışındakilerin aslında hiç bir şeye malik olmadıklarını, görünüşte malik oldukan şeylerin yüce Allah'ın dileği ve takdiri sonucu olduğunu kesinlikle anladığı takdirde, işte ancak o zaman dizginlerini Allah'a teslim eder, O'nun takdirini ve iradesini kabul eder, O'nun emir ve ya-saklan ile önerdiği hayat tarzını benimser. Bir de şu var ki, bu hayat tarzını yeryüzünde yürürlüğe koymak, sadece insanların bir kesiminin o hayat tarzının uygulanmasını istemeleri ve kendilerini bu hayat tarzına teslim etmeleri ile gerçekleşmez. Çünkü yüce Allah'ın ezeli takdir ve iradesi, bütün insanlann bir tek ümmet oluşturmamalarım kararlaştırmıştır. Nitekim O, bize bu konuda şöyle buyuruyor: "Eğer Rabb'in dileseydi, bütün insanları tek bir ümmet yapardı. Oysa Rabbinin rahmet ettikleri dışında onlar sürekli ihtilâf halindedirler. Zaten Allah onları bunun için yarattı." (Hud/118-119) Buna göre ortada "Lailâheilellah" ilkesine inanmayan, bu ilkeden hoşlanmayan, hatta bu ilkeye ve bağlılarına savaş açan, bu ilkenin biçimlendirdiği hayat tarzına karşı direnen insanlar var demektir. Bundan dolayı bu hayat tarzım yeryüzünde yürürlüğe koyabilmek için sözkonusu "Lailâheilellah" ilkesinin inkarcıları ile bu ilkenin biçimlendirdiği hayat tarzına antipati ile bakanlara karşı mücadele vermek, cihada girişmek gerekir. Öteyandan bu ilâhî yaşama tarzını yeryüzünde egemen kılmak için girişilecek olan cihad, insanı çeşitli sıkıntılarla, ölümle ve türlü dünya nimetlerinden yoksun kalmakla karşı karşıya getirir. Bundan dolayı insanın çeşitli şekilleri olan ve türlü türlü tehlikeler taşıyan cihad velvelesine atılabilmesi için Al-lah'dan başka ilâh olmadığına, yaşatanın ve öldürenin, zarar ve fayda dokunduranın, rızkı verenin ve kesenin yalnız O olduğuna dair kalbinde taşıdığı imanı bir kere daha tazelemesi gerekir. Yoksa bu yolda yürürken bu imanın
sarsıntıya uğrayacağı ilk anda ayakları kayıverir. Yüce Allah'ın (c.c.) bütün kaderleri kendi iradesine hareket ettirdiğini, fayda ile zararı, yaşamak ile ölümü takdir edenin, rızkı verenin ve kesenin sadece O olduğunu anlayan kalbdeki imanın sarsıntıya uğradığı bunalım anını kasdediyoruz. İşte o anda ayaklar biribirine dolanır ve sahiplerini gerisin geri çeviriverir. Yalnız yüce Allah'ın (c.c.) rahmetinin koruması altına alarak ayaklarım yere sağlam bastırdığı ve yeni baştan sağlam adımlarla yürüyüşe geçirdiği kimseler müstesna tabi. İşte bundan dolayı "lailâheillellah (Allah'dan başka ilâh yoktur)" inancı işin başında İslâm'ın anahtarı, yani kalbin Allah'a teslim oluşunun sembolü olduğu gibi aynı zamanda cihada hazırlayıcı baş faktördür. Hatta banşta, rahatlık ve huzur dönemlerinde bile insan kalbi, onu doğru yolda "sebaf'la ilerlemekten alıkoymak isteyen ağır bir baskı altında bulunur. Bu baskı, insana hoş ve alımlı gelen arzu ve ihtiraslann baskısıdır. Yüce Allah, bu gerçeği bize şöyle anlatıyor: "Kadınlarda, evlâtlardan, altın ve gümüş külçelerinden, otlağa salınmış at ve davarlar ile ekinlerden oluşan arzu ve ihtiraslar, insanlara cazip gösterildi." (Al-i İmran/14) İnsan kalbi, kesin bir şekilde Allah'dan başka ilâh olmadığına ve dünya hayatının son durak olmadığına inanmadıkça, alabildiğine ayartıcı ve çekici nitelikli olan bu ağır baskı ile başedemez, ağırlığına dayanamaz. İnsan kalbinde köklü bir biçimde yerleşen Allah inancı, insanda Allah korkusu ve takva duygusu uyandırır. Bu duygu da kalbin Allah'ın emir ve yasaklarına itaat etmesini, dünya hayatının son durak olmadığına, onun ötesinden yeniden dirilme, mahşerde biraraya gelme, hesaba çekilme, ya nimet veya azab biçiminde dünyadaki davranışlarını karşılıklarını görme safhalarının yaşanacağına inanmasını sağlar. İşte hayatın ölçülerini, değerlerim ve hiyerarşilerini değiştiren faktör budur. Bu inanç varken sırf duyu organları ile algılanan nimetler ve zevk kaynakları hayatın gayesi olmaz. Bu nimet ve zevklere dalmak, insanın tek meşgalesini ve sürekli, alternatifsiz amacını oluşturmaz. Oysa cahiliye düzenlerinin duygularım yansıtan kalb-leri böyledir. Çünkü eğer insan hayatın kısa süreli insan ömrü ile sınırlanmış bir fırsattan ibaret olduğuna, geçen günün bir daha geri gelmeyeceğine inanınca, o zaman bu kısa görüşlü yargının sözde "gerçekçi" sonucu şu olur; "bu sınırlı dünya ömrü bir daha geri gelmemek üzere geçip git-meden önce mümkün olduğu kadar çok dünya hazzı tatmak gerekir." Tabii ki, bu düşünceye göre helâlin ve haramın hiç bir anlamı yoktur. İnsanları peşinden koşturan tek amaç ele geçecek firsatlan son kertesine kadar kullanmaktır. Bu fırsat sarhoşlan önlerine çıkacak her dünya nimetine balıklama dalacaklar ve tıpkı
hayvanlar gibi durmadan ye-yip içeceklerdir. Nitekim yüce Allah (c.c.) bize böylelerini şöyle tanıtı-yor: "Kâfirler ise dünyanın kazlarına dalarlar, hayvanlar gibi yerler, sonunda barınakları cehennem olacaktır." (Muhammed 112) Buna karşılık eğer insan yeniden dirilmeye, cezaya, cennetin kalıcı nimetleri ile cehennemin korkunç azabına inanırsa acaba nasıl bir tutum takınması beklenir? Yeri gel-mişken yüce Allah'ın (c.c.) cehennem azabı ile cennet mükâfatını yanyana tasvir eden ayetlerinden birini birlikte okuyalım: "Ayetlerimizi inkâr eden kâfirleri ilerde cehenneme atacağız. Orada hakettikleri azabı tam olarak tatsınlar diye ateşten yanıp eriyen derilerini başka deriler ile yenileriz. Hiç kuşkusuz Allah aziz ve hakimdir. İman edip iyi ameller işleyenlere gelince onları da içinde ebedi olarak kalmak üzere altlarından türlü nehirler akan cennetlere koyacağız. Orada hiç eldeğmemiş eşleri olacak, ayrıca kendilerini hiç güneş sızdırmayan gölgelerin altına alacağız." (Nisa 156-57) Böyle bir inanca sahip olan kimse yoksunluk (mahrumiyet) duygusuna kapılmaksızın kolaylıkla yüce Allah'ın (c.c.) çizmiş olduğu sınırların içinde kalabilir. Çünkü iyi bilir ki, dünya hayatında canının çektiği ve fakat yüce Allah'ın emrine uyarak tatmaktan uzak durduğu hiç bir haz, "kaçırılmış bir fırsat" ve bir daha ele geçmeyecek bir ganimet değil, yüce Allah'ın huzurundaki terazide hesaba katılacak bir "ibadef'tir, karşılığım cennette sürekli nimet cinsinden alacaktır. Böyle düşününce kazançlı olduğunu anlar ve Allah'ın emirlerine uyarak terketmiş olduğu haz-lara karşı hayıflanma duygusuna kapılmaz. Öteyandan nefsinin aşın arzularına kapılarak yüce Allah'ın emirlerine aykın davrandığı takdirde ilerde uğrayacağı acı azabı düşününce bir kere daha görür ki, asıl kazançlı tercih, yüce Allah'ın yasağından uzak durmaktır, yoksa hayvanların yaptıkları gibi denetimsiz bir şekilde nefsin aşırı arzularına balıklama dalmak değildir. Böylece Allah'a inan-mışlığın kalbde uyandıracağı takva ve Allah korkusu gitgide güçlenmiş, perçinlenmiş olur. Bundan dolayıdır ki, insanların dünyadaki hayat tarzlarının ana hatlarını çizen bu yüce Kitap, Allah ve Ahiret günü inancım, ağırlık noktası seçmiştir. Bu Kitab'ta yera-lan bütün yönlendirici ilkeler, hukuk prensipleri ve düzenleyici temeller hep bu iki ana eksenle, yani Allah ve Ahiret inancı ile ilişkilidir. Burası bu Kitab'da yeralan konuları ayrıntılı biçimde anlatmanın ve bu konuların insan vicdanım oluşturmadaki etkisini incelemenin yeri değildir. Bu konu hakkında başka bir kitabımızda etraflı biçimde konuşmuştuk.[4] Burada söz konusu olan eşsiz kuşağn oluşumunu sağlayan faktörlere kısaca değindik sadece . Maksadımız Kur'an'ın içerdiği işaretler, yönlendirici ilkeler, düzenleyici prensipler ve hukuk normları ile tarihin bu eşsiz kuşağının vicdanlarını oluşturan en büyük ve en önemli faktör olduğunu belirtmektir.
b- SÜNNET ve PEYGAMBER (SJLV.)'İN KİŞİLİĞİ Kur'an'dan sözedilince, hiç kuşkusuz, aklımıza sünnet de gelecektir. Sünnet, bu gök kaynaklı kitabın tamamlayıcısı ve açıklayıcısıdır. Bizzat yüce Allah (c.c.) bize sünnetin bu açıklayıcı ve ayrıntılı bilgi verici niteliğim şöyle bildiriyor: "Sana bu hatırlatıcı Kitabı indirdik ki, inşalara kendilerine indirilen bilgileri açıklayasın." (Nahl/44) Sünnetin konulan, Kur'an'm konularının aynısıdır. Fakat aralarında oran farkı vardır. Şöyle ki; Kur'an, "ilâhlık" ilkesini bütün yönleri ve boyutlan ile geniş biçimde açıklar; sevgi, nefret, ümit, maddilik, maneviyat, somut nesnelere inanmak ve görünmeze (gaybe) inanmak gibi bütün yollardan sızarak onu insanlığın vicdanlarına yerleştirir; bu yolda insan vicdanlarına gelişme, gerileme, özendirme, ürkütme, yükselme, düşüş, durgunluk, hareketlilik, güven, endişe, rahatlık, sıkıntı, yalnızlık ve topluluk gibi bütün değişik durumlannda seslenir. Kur'an bu konuyu, yani "ilâhlık" konusunu ne oranda ayrıntılı açıklamaya tabi tutuyorsa sünnet onu o oranda kısa tutar. Böyle olmakla birlikte sünnette de mutlaka bi-linmesi gereken imanla ilgili bazı kavramlar belirlenmekte, insanlar dünya hayatı içinde bu kavramlann ölçülerine göre biribirinden ayırt edilmekte, sınıflandırılmakta ve İslâm top-lumunda bu duruma ilişkin hükümler ortaya konmaktadır. Bunun yanında Kur'an'ın kısaca değindiği çoğu hukukî (teşnî) konulan, sünnetin ayrıntılı biçimde açıkladığını görürüz. Öyle ki, bu ayrıntılı açıklayıcılık kimi meselelerde in-sanlara helâlin ve haramın ne olduğunu kesin bir dille söyleme derecesine kadar varabilmektedir. Yine Kur'an'da Ahiret gününü çarpıcı tablolar sunarak geniş bir biçimde anlatırken buna karşılık sünnetin özendirici ve uyarıcı direktiflere, yani insanı cennete yaklaştıracak amellere özendirici ve cehenneme sürükleyecek davranışlardan sakındırıcı açıklamalar geniş bir şekilde yer ayırdığı görülür. Kısacası sözümüzün konusu olan bu eşsiz neslin oluşumunda Kur'an'm etkisinden sözederken aynı zamanda bu oluşum üzerinde sünnetin etkisinden de sözetmiş oluruz. Fakat sözlerimizin bu noktasında sözkonusu kuşağın fertlerinin vicdanlarını yeteneklerinin son noktasına çıkararak yücelmiş oldukları doruklara tırmandırmada olağanüstü derecede etkili olan başka bir unsurdan, özel bir faktörden sözetmek istiyoruz. Bu faktör, o kuşağın Peygamberimiz -salât ile selâm üzerine olsun- ile bir arada yaşaması, O'nu önlerinde bulmalarıdır. Hiç kuşkusuz Peygamberimizin bu dolaysız varlığının hem çevresindekiler arasındaki yüksek örnek oluşturan şahsiyetlerin sayıca çok olmasında ve hem de bu yüksek örneklerin ulaşmış oldukları dorukların tarihte başka bir kuşağa nasip olmamış yücelikte olmasında büyük oranda etkisi olmuştur. Başka bir deyimle
Peygamberimizin kişiliğinin dolaysız etkisi, O'nun çevresinde halkalanan, O'nu seven, O'nun gözü önünde yetişen, O'nun feyizli pınarından su içen ve O'nu konuşarak, görerek, işiterek örnek edinen insanların vicdanlarının oluşumunda çarpıcı olmuştur. Tarih boyunca her öğretmeni, her rehberin çevresideki-leri şu ya da bu oranda etkilediği görülür. Fakat Peygamberimizin şahsiyetinin, bağlılarının ve sevenlerinin vicdanla-rında meydana getirdiği etki, tarihte eşi tekrarlanamamış bir etkidir. Bunda şaşılacak bir şey yok. Çünkü Peygamberimizin şahsiyeti de tarihte tekrarlanamamış bir şahsiyettir. Bu şahsiyet, insan soyunun tarihin başlangıcından sonuna kadar şahid olduğu ve olacağı en büyük ve en yüce şahsiyettir. Her türlü ölçüyü aşan bu yüceliği burada ayrıntıları ie tanıtmamıza imkân olmadığım hemen belirtmeliyiz. Bu şahsiyet, içinde birçok şahsiyetler ve bu yücelik, içinde birçok yücelikler içerir. Öyle ki, eğer herhangi bir kimsede bu şahsiyet ve yüceliklerden bir tanesi bulunsa o kimse tarihin büyükleri arasına girer. Durum böyleyken bütün bu şahsiyet ve yüceliklerin, düşünülebilcek en yetkin örnekleri ile Peygamberimizin kişiliğinde birleşmelerinin çarpıcı anlamını varın siz düşünün. Meselâ O'nun eğitici şahsiyeti, siyasî liderlik şahsi-yeti, askerî komutanlık şahsiyeti, ibadet tutkunu şahsiyeti, kocalık şahsiyeti, babalık şahsiyeti, arkadaş şahsiyeti, dâvasını tanıtıcı, karşısındakini ikna edici şahsiyeti. Bütün bunlara bir de bu şahsiyetlerin biribirini ezmeyen, bir denge içinde ve hiçbirinin diğerinden kopukluğuna meydan vermeyen bir dengeleyici içinde bütünleştiğini ekleyiniz. Kısacası tarihin emsalsiz yüceliği ile bu emsalsiz yüceliğin yine emsalsiz etkinliği ile karşı karşıyayız. Ebu Süfyan, henüz müslüman olmadığı dönemde, gerek bu yüceliğin ve gerekse bu yüceliğin insanlar üzerindeki derin etkisinin bir nebzesini şu sözlerle dile getirmek istemişti; "Başka hiç bir kimsenin, Muhammed'in arkadaşları tarafından sevildiği kadar insanlarca sevildiğini görmüş değilim". Ebu Süfyan'ın bu tanımı doğru ve belirleyicidir. Gerçekten Peygamberimizin kişiliği, sevenlerim sevgilerinin son kertesine kadar sürükleyen çarpıcı bir kişilikti. Basiret yok-sunu düşmanları için de aynı kural ters orantılı olarak geçerlidir. Yani ondan nefret edenler de bu nefretlerini önünde durduracakları bir sınır belirleyemezlerdi. Hiç kuşkusuz O'nun sevenleri, bağlıları ve yanından ayrılmayanları; ondan en derin şekilde etkilenmişler ve bunun sonucu olarak Kur'an pınarından kana kana su içebilmişler ve doruklara tırmanmaları daha kolay olmuştur. Çünkü Kur'an gürül gürül akan coşkun bir pınardır. Fakat herkes bu pınardan su dolduracağı kabın genişliği, kapasitesi oranında su alabilir. Buna göre bu yüce ruhla beraberlik kurmuş olmaları sonucunda genişleyen kalbler ile enginleşen ruhların Kur'an ruhunu özümleme kapasiteleri daha büyük ve onu kavrayıp uygulama yetenekleri daha yüksek olacaktır.
Nitekim Peygamberimizin (s.a.v) sahabilerinden biri olan Hanzele, bir keresinde Onun yanandayken, işlerine-güçlerine ve normal hayatlarına döndükleri zamanlardan farklı durumda olduklarını belirtti ve Peygamberimizden şu cevabı aldı: "Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederek söylüyorum ki, eğer benim yanımdayken ve zikrederkenki durumunuzu dışarda da devam ettirmiş olsanız, melekler yataklarınızda yatarken ve yollarda yürürken ellerinizi sıkarlardı. Fakat, ya Hanzele, bazan öyle ve bazan böylesi-niz." (Müslim) Bu demek değildir ki, sahabiler Peygamberimizin yanından ayrılınca O'nun üzerlerindeki etkisi kayboluyordu. Böyle bir etkinin kaybolması düşünülemez. Buna göre sa-habilerin bu yoldaki açıklamaları, Peygamberimizin aracısız sohbetinin vicdanlarında meydana getirdiği etkinin derinliğini kanıtlar. Öyle ki; onlar, alışageldiklerinden farklı varlıklar haline geldikleri duygusuna kapılıyorlardı. Gerçekten bir ışığın kaynağı olan bu yüce ruhtan almış oldukları ışınlar, onların ruhlarını şeffaftan parıltılı ve uçan hale getiriyordu. Tıpkı suda yüzen bir yüzücünün su tarafından kaldırılan gövdesini hafiflemiş hissetmesi gibi. Buna karşılık dışardaki gündelik hayata döndüklerinde ruhlarını ısıtan ışın akımı zayıfladığı için Peygamberimizin yanındaki halleri ile normal hayatlarının akışı sırasındaki halleri arasında bulunan farkı hissediyorlar. Fakat tarihin realitesi bize diyor ki, onların ruhlarını ısıtmış olan ışın birikimi hiç bir zaman kaybolmadı. Durum böyleyken Peygamberimizin yanından ayrıldıklarında kendile-rinde değişik hissetmeleri, sadece daha yüksek enginlere doğru kanat çırpabilme özlemlerini yansıtıyordu, yoksa bu durum uçma yeteneklerini tamamen yitirdikleri anlamına gelmiyordu. Çünkü onlar hayatları boyunca daha önce hiç bir insan neslinin hayal edemediği engin ufuk-lardaki rekorlarını sürekli biçimde yenileyerek uçmalarını hep devam ettirmişlerdir. Bununla birlikte İslâmiyetin yeryüzünde yürürlükte olabilmesi için Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bizzat varolmasının, hayatta bulunmasının şart olduğunu söylemek istemiyoruz. Çünkü eğer yüce Allah (c.c.) bunun şart olduğunu, bu olmadan İslâmiyetin yeryüzünde egemen olamayacağını bilseydi, Peygamberimizden sonra insanlara İslâmiyeti yürürlüğe koyma görevini yük-lemezdi. Çünkü O, hiç kimseye gücünün dışında görev yüklemez. Tersine diyoruz ki, Peygamberimiz (s.a.v) ölümünden sonra da İslâmiyetin yeryüzünde eksiksiz biçimde uygulamasına rehberlik edecek yeterlikte sünneti ve uygulamaları ile müslümanların arasındadır. Biz yukardaki sözlerimizle sadece gerçekten yaşamış bir tarih realitesini açıklamak istedik. Bu tarihî realite şudur: Peygamberimizin çevresinde halkalanan müslümanlar arasındaki seçkin örneklerin sayısı, daha önceki hiç bir dönemde görülmemiş oranda çoktur. Şunu da hemen belirtelim ki, bu seçkin örneklere, yıllara ve yüzyıllara dağılmış biçimde günümüze kadarki bütün İslâm tarihi boyunca hep rastlanagelmiştir
c- YENİ BİR OLUŞUM Sözünü ettiğimiz eşsiz kuşağın oluşumunu sağlayan ve asla gözden kaçırılmaması gereken bir üçüncü faktör de bu kuşağın tarih sahnesine yeni çıkmış olmasıdır. Her yenilikçi kuşak, eski kuşaklara göre daha canlı, daha hareketli ve daha genişlemeye yetenekli olur. Bu realite insan doğasında olduğu gibi maddî evrenin yasalarında da geçerlidir. Meselâ laboratuvarda üretilen taze oksijeni düşünelim. Bu oksijen havada bulunan normal oksijenden daha faal, yani tutuşma yeteneği daha yüksektir. Oysa bu iki oksijen türü yapı bakımından aynıdır. İşte tıpkı bunun gibi tarihte yeni bir çığır açan, yeni bir akım başlatan vicdanlar, diğer normal insanların vicdanlarından daha canlı, daha atılımcı olurlar. Bu durumu şu iki sebeple açıklayabiliriz: 1 - Yeni sosyal akım - özellikle İslâmiyetin geliştirdiği gibi yeni bir sosyal akıminsan vicdanlarım yeni bir senteze kavuşturarak onlan gerçekten yeni bir yapıya, bol enerjili ve kafalarına sığmaz derecede atılımlı bir hareketliliğe dönüştürür. Tıpkı lâboratuvar potalarında elde edilen taze oksijen gazı gibi. 2 - Yeni sosyal akımı temsil eden kuşak, her zaman çetin, sıkıntılı ve katlanılması çok zor direnmeler ve meydan okumalarla karşılanır. Oysa bu sert direnmeler ile çetin meydan okumalar her zaman için canlı vicdanları daha bilenmiş hale getirerek olanca enerji ve yeteneklerini son damlalarına kadar ortaya koymalarını sağlar. Eğer yeni bir sosyal harekette bu iki faktör, yani vicdanların yeni yapısı ile karşıdan gelen saldırıların aman-sızlığı faktörleri biraraya gelirse o kuşağı oluşturan insanların vicdanlarında oluşacak olan korkunç dereceli atılımı kolayca tasavvur edebiliriz. Bu korkunç atılım, elbette ki, pratikte kendini gösterecektir. Bunun yanında yeni sosyal akımın taraftarlan, temsilcisi oldukları yeniden doğuşun değerim en iyi şekilde bilen kimselerdi. Çünkü onlar, daha önceki cahiliye dönemini yaşadıktan sonra İslâm'a geçtikleri için cahiliye ortamından İslâm'a geçişlerini sağlayan sosyal devrimin olağanüstü önemini fiilî tecrübeleri ile bizzat yaşayarak kavramışlardı. Nitekim Hz. Ömer -Allah ondan razı olsun- "Cahiliye dönemini bilmeyen İslâmiyeti bilemez" derken bu gerçeği dile getiriyordu. Yani İslâmiyetin değerim, ancak onunla cahiliye dönemi arasındaki farkı iyi kavrayanlar takdir edebilirler. Ayrıca bu eşsiz kuşağın müslümanları, ortaya çıkan bu yeni yapıyı korumaya en düşkün, onu her türlü kemlikten uzak tutmakta en titiz insanlardı. Çünkü bu yapının duvarla-rını kerpiç kerpiç örenler, kuruluş yorgunluğunu çekenler, o uğurda türlü türlü sıkıntılara katlananlar, gün be gün yükselişim özlemle gözleyerek sonunda en güzel şekilde tamam-landığı güne kavuşanlar onlardı. Bundan dolayı onlar, bu yapı üzerinde birinin oynamasını ya da bir takım hoyrat ellerin orasım-burasmı tırtıklamasını görmeye
dayanamazlardı. Çünkü bu yapı duygularının derinliklerinde kök salmış, onlar onun ve o da onların ayrılmaz bir parçası haline gelerek varlıkları onun varlığı ile eşleşmişti. İşte sözkonusu eşsiz kuşak İslâm'a böylesine düşkün, Peygamberimizin (s.a.v.) rehberliği altında kurdukları bu yapının sağlam ve bakımlı kalması hususunda böyle titizdi. Bununla birlikte bu faktörün de İslâmiyetin yeryüzünde yürürlüğe konması için şart olduğunu söylemek istemiyoruz. Çünkü eğer yüce Allah (c.c.) devrimci bir kuşağın varlığının şart olduğunu bilseydi, bu devrimci kuşaktan sonra gelecek kuşaklara İslâmiyeti uygulama görevi vermezdi. Biz bu sözlerimizle sadece benzeri bir daha yaşanmamış olan bir tarihî realiteyi yorumlamaya çalıştık. Sözlerimizin burasında önümüze kesin bir şekilde cevaplandırmamız gereken bir soru çıkıyor. Çünkü bazı kimseler bir kere o eşsiz kuşağa ve bir de ondan sonra gelen müslüman kuşaklara baktıkları zaman içlerinde uyanan kuşkunun dürtüsü ile şöyle diyebilirler: "İslâmiyet, sadece kısa bir dönem yaşadı. Bu kısa dönem Peygamberimizin zamanı ile raşid halifeler devridir. Bundan sonra İslâmiyet tarihe karıştı". Günümüzün fikir dünyasında cirit atan Batı şarkiyatçıları (oryantalistleri) ile onların İslâm alemindeki çömezleri binbir dereden su getirerek bu kuşkuyu beslemeye, haklı göstermeye çalışırlar. Tek istedikleri şey; insanların, İslâm'ın bir zamanlar olduğu gibi yeniden gündelik hayata egemen olabileceğinden ümit kesmeleridir! Eşsiz neslin İslâm'a ve Müslümanlara İlişkin rolü? Bu eşsiz kuşak benzeri tekrarlanmaz -yada en azından şu ana kadar tekrarlanamamış- olduğuna göre değeri nedir? İslâm'a ve müslümanlara ilişkin rolü nedir? Acaba sadece geri dönüşü mümkün olmayan bir tarihî hatıradan mı ibarettir. Ortada bu kuşağın doğuşunu sağlayan ve tekrarlanması mümkün olmayan özel şartlar olduğuna ve Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bizzat önlerinde olma-sı ve devrim ortamının vicdanlarında canlılık uyandırması gibi özel şartların bu kuşağın doğuşunu derinden etkilediğine göre İslâmiyetin o günlerdeki çarpıcı biçimi ile yeni bir pratik gerçeklik kazanması nasıl Bu soruya belli sınırlamalı, kesin bir cevap vermek gerekir. Acaba bu eşsiz kuşağın tekrarlanması mümkün olmayan, ya da en azından şu ana kadar tekrar edilememiş olan tarafı nedir? Acaba İslâmiyetin pratik hayatta uygu-lanmasını gerçekleştiren temel özellikler mi, yoksa bu temel özelliklerin gündelik hayata geçirilmesi hususunda sözkonusu kuşağın ulaştığı erişilmez yüksek derece mi? Ayrıca acaba bu kuşağın oluşumunu hazırlayan ve tekrarlanmasının imkânsız olduğunu söylediğimiz özel şartların kesin fonksiyonu nedir? Acaba bu özel şartların etki alam, İslâmiyetin pratiğe geçirilmesini sağlayan temel özellikleri oluşturmak mıdır, yoksa
bu özel şartların etkisi, o eşsiz kuşağın İslâmiyetin gündelik hayata uygulanması hususunda ulaştığı derecenin yüksekliğinde mi görülmektedir? Öyle sanıyorum ki, mesele şimdi daha belirli bir nitelik kazandı. İslâmiyetin gündelik hayata geçirilmesini gerçekleştiren temel özellikler tümü ile Kur'an ve sünnetten, yani müslümanlann hayatında varlıkları sürekli olan, yüce Allah'ın (c.c.) iradesi ve dileği ile korunmuş olan iki unsurdan kaynaklanır. Bilindiği gibi daha öceki ilâhî kitaplar kaybolduğu, yada büyük çapta değiştirildikleri (tahrif edildikleri) halde yüce Allah (c.c.) Kur'an'ı koruyacağını şu sözleri ile üstlenmiştir: "Kur'anı biz indirdik ve onu koruyacak olan biziz." (Hicri 9) Yüce Allah (c.c.) Peygamberinin sünnetini korumayı da garanti etti. Oysa eski peygamberlerin sünnetlerinden Kur'an'da bize aktarılanlar ile Peygamberimizin o dönemler hakkında verdiği bilgiler dışında günümüze hiç bir şey kalmamıştır. Hemen belirtelim ki, bu iki kaynakta, yani Kur'an ve sünnette, müslüman ferdi, müslüman toplumu, müslüman ümmeti ve müslüman devleti meydana getirmek için gerekli olan bütün ana "maddeler" vardır. Tarihin hangi yüzyılı yaşanıyorsa yaşansın farketmez. Bunun için gerekli olan tek şey, müslümanlann bu sosyal yapıyı kurmaları istemeleri ve bu uğurda gereken çabayı harcamayı azmetmeleridir. Sözkonusu özel şartların sağladığı sonuç, İslâmiyete pratik varlık kazandıran ve hepsi de Kur'an ile sünnetten kaynaklanan temel özelliklerin gerçekleştirilmesi hususunda ulaşılan o erişilmez derecedir. İşte tarihte bir daha tekrarlanamayan şey o yüksek derecedir, yoksa sözkonusu temel özellikler değildir. Şimdi de yukardaki sorunun ikinci şıkkını cevaplandırmaya sıra geldi. Sorunun ikinci şıkkı şudur: İslâmiyetin ilk döneminde fiilen gerçekleştirilen o yüksek uygulama derecesi, tekrarlanmaları mümkün olmayan özel şartların ürünü olduğundan dolayı bir daha gerçekleştirilemez olduğuna göre bu derecenin İslâmın ve müslümanlann hayatındaki değeri nedir? Acaba o, insanların sadece hatıra zevkini tatmin etmek için başvurabilecekleri tatlı bir düşten mi ibarettir? Asla! Yine Allah'ın (c.c.) iradesi ile ulaşılan bu yüksek derece müslümanlann her dönemde gerçekleştirmeye girişecekleri sürükleyici bir örnek olsun diye varolmuştur. Müslümanlar o noktaya ulaşma çabası içinde olduklan sürece toplum olarak o dereceye ulaşamasalar bile, aslında hedefe doğru ilerlemiş olurlar. Üstelik tarih şahiddir ki, her kuşağın bazı seçkin fertleri; o yüksek uygulama düzeyine ulaşmayı her dönemde başarabilmişlerdir. Bu kimselerin kalbleri İslâm nuru ile panldar. Onlar sahabilerin Peygamberimiz salât ve selâm üzerine olsun- ile birarada yaşayarak yapmış oldukları alıntıların
(ikti-basların) tıpkısını O'nun şahsiyetini ve yaşadığı olayları inceleyerek sağlayabilen kimselerdir. İlk müslüman kuşağın yaşayarak hissettiği devrim heyecanının aynısını vicdanlarının derinliklerinde duyarlar. Kur'an ve sünnet pınarlarından sahabiler gibi kana kana su içme hünerini gösterirler ve bütün bunlann sonucu olarak vicdanlarında sahabilerin gerçekleştirdikleri yapı değişikliğinin benzerini gerçekleştirirler. Bu seçkinler her nesilde küçük bir azınlık halindedirler. Evet, oysa Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- çevresinde halkalanan müslümanlar arasında göze batacak derecede çoğunluk oluşturuyorlardı. Fakat müslümanlar, bir bütün halinde sahabilere özen-meye girişince, o yüksek düzeye ulaşamasalar da, doruk noktası ile aralarındaki mesafeyi önemli oranda kısaltırlar. Çünkü bu zıplama girişiminin sadece kendisi ile insanı yükseğe doğru yöneltir. Oysa yerinde oturup kalmak, insanı sürekli biçimde daha alt düzeye indirir. Çünkü karşı konulmaz yerçekimi kuvveti, yükselme gayreti göstermeyen her şeyi aşağı doğru çeker. Aşağıdaki ayetleri bu açıdan yorumlayarak okuyalım: "Asr'a yemin olsun ki, tüm insanlar hüsrandadırlar. Sadece iman edip iyi ameller işleyenler ile biribirlerine hakkı ve sabretmeyi tavsiye edenler müstesna." (Asr Sures 1-3) İşte sözkonusu eşsiz kuşağın, İslâmiyetin ve müslü-manlann hayatında oynayacağı rol buradan kaynaklanır. Yani bu benzersiz örneğini, düş, hayal ve slogan olarak değil de pratikte gerçekleşmiş somut bir realite olarak varolması, İslâm'a gerçekçilik kazandırmak isteyenler için arzularını pratik hale getirmek yolunda ve bu uğurda ellerinden gelen gayretlerini harcamalan hususunda kamçılayıcı bir faktör olur. Müslümanlar İslâmiyetin temel özelliklerini pratik hayata aktarmayı başarınca, eğer arkasından ilk kuşağın ulaştığı yüksek dereceye erememişler ise kaybettikleri bir şey olmaz. Çünkü en alt düzeyde bile olsa, İslâmiyetin ana özelliklerine gerçekçilik kazandırmak, çağımızın cahiliyeti dahil -hatta çağımızın cahiliyeti başta- olmak üzere tarihin bütün cahiliye dönemlerine göre olağanüstü bir atılım, gözalıcı bir yüksek atlama rekorudur. Bu durumda diğer yüksek dereceler fazilet yansı ve imrenilecek nafile alanları olarak kalırlar. Hiç kimseye gücünü aşacak ağırlıkta yük yüklenmez. Bu alanda herkes gücünün yettiği oranda ileri giderken çok küçük bir azınlık ilk kuşağın düzeyine ulaşır, geride kalan halk da bu hedefe birkaç adım yaklaşmış olur. Evet, bu eşsiz kuşağın bir tarih realitesi olarak önümüzde duruşunun ilâhî takdirdeki gerekçesi, hikmeti, ılık esintileri ile kalbi bir süre ısıttıktan sonra dağılıp kaybolacak tatlı bir hatıra olmak değil, tersine yenilenecek bir realite olmaktır. Çünkü yüce Allah(c.c.) Kur'an'da müslümanları Kıyamet gününe kadar Peygamberimizi rehber edinmeye ve o eşsiz kuşağın izinden giderek onlarla bütünleşmeye çağı-rarak şöyle buyuruyor: "Gerçekten Allah'a ve Ahiret gününe kavuşmayı arzu edenler ile Allah'ı sık sık ananlar için Peygamber, güzel bir örnektir." (Ahzab/21)
"Kendilerinden önce iman edip Medine'ye göçenler sonradan göçedip yanlarına gelenleri severler, onlara verilen ganimetlerden dolayı ihtiyaç duygusuna kapılmayarak sı-kıntıda bile olsalar karşılarındakini kedilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte felaha erenler onlardır. Onlardan sonra Medine'ye gelen göçmenler de şöyle derler; 'Ey Rabbimiz bizi ve bizden daha önce iman etmiş kardeşlerimizi affeyle, kalblerimizde müminlere karşı kin oluşmasına fırsat verme. Hiç şüphessiz, Sen şefkatli ve merhametlisin." (Haşr/9-10) Şimdi bundan daha fazlasını söylemek istiyor ve diyoruz ki; çağımızın İslâmî uyanışı o eşsiz kuşağın özelliklerini en güçlü biçimde temsil eden bir akımdır, bu akım; o dö-nem oranında kökleşmiş ve bol taraftar toplamış değilse de asla o eşsiz örneğin çok uzağında da değildir. Sebebine gelince İslâmiyet, günümüzde Peygamberimizin (s.a.v): "İslâm garip olarak yayılmaya başladı ve ilerde de tekrar ilk döneminde olduğu gibi garip hale gelecektir. Müjdeler olsun o gariplere!" (Müslim) diye buyururken geleceğini haber verdiği "İkinci gariplik dönemi"ni yaşıyor. Bu ikinci gariplik dönemi her ne kadar "İlk gariplik dö-nemi"nin her yönden aynısı değilse de birçok temel özelliklerde onunla arasında benzerlik bulunduğu kesindir. İki dönemin bu ortak özelliklerinin en önemlisi, insanların hayat tarzlarını ilâhî metoda göre düzenlemeleridir.
Diğer bir ortak nokta da bu gün de insanlan yeni baştan İslâm'a çağırmak zorunluğu ile karşı karşıya oluşumuz-dur. Bu zorunluğun gerekçesi günümüz insanlarının, ilk gariplik döneminin insanlan gibi, dilleri ile "lailâheillellah Muhammedün Resulullah (Allah'tan başka ilâh yoktur. Muhammed Allah'ın Peygamberidir)" demeye yanaşmamaları değildir. Sözünü ettiğimiz zorunluğun gerekçesi, günümüz insanlarının bu defa "Lailâheillellah" cümleciğinin temel gereği olan Allah'ın hükmünü egemen kılmaya ve ilâhî yaşama tarzını benimsemeye yanaşmamalandır. Oysa Atlas Oksanusu'nun batı sahillerinden Büyük Ok-yanus'un doğu sahillerine kadar uzanan bölgelerde yaşayan bir milyar küsur insan her gün "lailâheillellah" diyorlar. İşte üstüste yeni baskılar yapan milyonlarca mushafa, Kur'an okuyan ve meraklı dinleyicilerine açıklamalı hadis ve fıkıh dersleri veren yüzlerce televizyon ve radyo istas-yonuna rağmen İslâmiyetin günümüz dünyasında ızdıra-bını yaşadığı "garip"liğin içyüzü budur!
Gariplik dönemlerinde insanların vicdanlarında yaşayan kültür birikiminin aksayan taraflarım düzelterek devam ettirme eğiliminden daha çok, köklü değişikliklere yönelen "yemden yapma" gayretleri görülür. Günümüzün müslüman milyonları vaktiyle Peygamber Efendimizin (s.a.v.) işaret buyurduğu "sel köpüğü" dönemini yaşıyorlar. Hani bir gün Peygamberimiz "Gün gelecek, diğer ümmetler neredeyse yemek çanağına üşüşen açlar gibi üzerinize üşüşecekler" buyurmuş ve orada bulunan sahabilerin "Ya Resulallah, yoksa o zaman sayımız az da olacak da ondan mı? " diye sormaları üzerine de sözlerini frHayır, tersine o gün sayıca kalabalık olacak, fakat sel köpüğü gibi olacaksınız" diye bağlamıştır. (Ahmed Ebu Davud). Bu "sel köpüğü" yığınların muhtaç olduğu şey vaaz, ir-şad ya da mescidlerde, radyo-televizyon stüdyolarında, kitaplarda, konferans salonlarında verilecek dersler yolu ile kendilerine İslâmiyetin gerçeklerini sunmak değildir. Onların muhtaç olduğu şey, varlıklarını çepeçevre kuşatan ve vicdanları üzerine baskı kuran cahiliye uyuşukluğundan kararlı bir "olup-bitti" operasyonu ile kendilerini çekip çıkararak İslâm'ın gerçekleri ile yeniden bütünleşip kaynaşmalarım sağlamaktır. Bu yeni atılımın amacı kitlelere İslâmiyeti doğrudan doğruya "yaşatmak" olmalıdır, yoksa İslâmiyetin gerçekleştirilmesi uğrunda kıllarım bile oy-natmaksızın oturduklan yerlerden İslâmiyeti "konuşmaları", "düşünmeleri", "ona hayran olmaları" veya onun gelmesini "temenni etmeleri" ile oyalanmamalıdır. Günümüz İslâmi uyanış akımının omuzladığı ana görev aslında budur. Bu akım gariplik dönemi ortasında beliren yeni bir uyanıştır. Bundan dolayı bu akım, ilk İslâm kuşa-ğının oluşumunda katkısı olan ve bin üçyüz yıl boyunca bir daha tekrarlanamamış olan iki faktörden birine, yani köklü yaşayanlann vicdanlarında tam anlamı ile etkilidir. Bunun sonucu olarak bu akımın bağlıları, olanca gayretleri ile İslâmiyetin sözkonusu ikinci gariplik dönemini sona erdirmeye çalışıyorlar, tıpkı birinci garip dönemini sona erdirmek için elinden gelen her şeyi yapmış olan ilk İslâm cemaatı gibi. Diğer faktör, Peygamberimizin (s.a.v) bizzat o günün müslümanları arasında bulunmasıdır. Bu faktör, doğal olarak Kıyamet gününe kadar tekrarlanmayacaktır. Fakat günümüzün "yeniden doğuş" hareketi gerçek derinliği ile vicdanlarına sindiren, İslâmiyetin ayrıntılarına katılıp özünü gözden kaçırma yanılgısına düşmeyen, bu dini yeniden hayata egemen kılıp kökleştirmek için yeryüzünde vermek durumunda oldukları çetin mücadelenin karakterini iyi kavramış olan "çağdaş garipler"in Peygamberimizin hayat hikayesi ile sünnetinden derleyecekleri gerçekleri O'nunla birarada yaşamışçasına algılayıp benliklerine mal etmelerini bekleyebiliriz. O zaman bu çağdaş gariplerin Peygamberimizin hayat hikâyesi ve sünneti aracılığı ile gerçekleştirecekleri "uzaktan birlikte yaşama" süreci, ilk müslüman kuşağın daha az emekle ulaşabildikleri erişilmez doruklara yaklaşmalarını garanti edecektir. Çünkü ilk kuşağın müslümanları kendilerini doruklara tırmandıran yükselme enerjisini Peygamberimizin şahsiyetinden dolaysız olarak almışlardı.
Kısacası, az önce değindimiz gibi, çağdaş İslâmî uyanış akımı, sözümüzün konusu olan eşsiz kuşağın özelliklerim en güçlü şekilde temsil eden islâmî harekettir. Gerçi günü-müzdeki uyanışın örnek fertleri o günkü kadar çok sayıda değildir ve sağlanan yükselmenin derecesi o günkü yükselme derecesinin altındadır, ama iki örnek arasındaki mesafe çok uzak değildir. Çünkü günümüzün uyanış akımı, topluma ilk kuşağın düzeyine yükselmiş örnekler sunabilmekte ve bu yönü ile bize, o ilk saadet dönemim hatırlatabilmektedir. Günümüz uyanışının örnek fertleri, tıpkı sahabiler gibi varlıklarım yüce Allah'a (c.c.) adamakta, olanca içtenlikleri ile Allah yolunda cihada sarılmakta, gönül hoşnutluğu ile bütün dünya nimetlerini hiçe saymış olarak şehitliğin kucağına atılmakta, sadece yüce Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaya önem vermekte, bu yolda sıradan vücudlann ve ruhların kazanamayacakları çeşitli işkencelere inanılması güç bir dirençle karşı koymaktadırlar. Özetle vurgulamak istediğimiz ikinci husus da şudur: "İslâmiyetin realitesi ile idealizmini birlikte temsil eden o eşsiz kuşak, sırf bir tatlı hatıra olsun diye varolmamıştır. Tersine o günden sonraki bütün müslüman kuşaklan kendi düzeyine yükselme girişiminde bulunmaya özendirmek için ortaya çıkmıştır. Müslümanlar bu yükselmeye giriştikleri takdirde, ister bir bütün halinde o yüce düzeye ulaşsın ve isterse ulaşamamış olsunlar, daha aşağılara düşmekten kurtulup gayretleri oranında yükselmiş olurlar. Yine özetle değineceğimiz üçüncü nokta da şudur ki, sözkonusu örnek kuşağı benzersiz saydıran hususlar, İslâmiyetin temel özellikleri değildir. Çünkü bu temel özellikler, her nesilde aranan, her kuşak tarafından gerçekleştirilmesi mümkün olan ve İslâmiyetin yeryüzünde doğru biçimde uygulanabilmesi için mutlaka gerekli olan özelliklerdir. İnsanlar, müslümanlar eğer bu temel özelliklerin gereğine uymazlarsa hesaba çekilecekler, bu alandaki ihmalkârlıkları yüzünden hem yüce Allah'a ve hem de kendilerine karşı sorumlu sayılacaklardır. Başka bir deyimle yeryüzünde varlıklarım kamtlayabilmeleri ve başkalarının gözünde ağırlıklı bir haysiyete sahip olabilmeleri, bu temel özellikleri gerçek anlamda taşımalarına bağlıdır. İlk müslüman kuşağı benzersiz saydıran şey bu temel özellikleri gerçek nitelikleri ile benliklerine mal ettikten sonra, onları, pratik hayata uygulamada ulaştıkları şaşırtıcı derece yüksekliğidir. İşte bu yüksek dereceye yükselmeyi yüce Allah (c.c.) herkese farz kılmadı. Herkese farz olan şey, bu alanda islâmî hayatın vazgeçilmez şartı olan asgarî düzeyin üzerinde bulunmaktır. Daha yukan dereceler övülecek nafile alanları sayılmıştır. İnsanlar doğru bir islâm eğitimi ile yetiştikleri, hak nuru ile aydınlanabildikleri, yüce Allah'ı (c.c) görüyormuş gibi O'na ibadet etme bilinci kazandıkları ve sanki Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ile birarada yaşıyor gibi O'na uyabildikleri takdirde bu derecelerin basamaklarını tırmanmayı başarabilirler. İnsanlar bu dinin temel gereklerini asgarî düzeyde gerçekleştirdikleri zaman, başta günümüz cahiliye akımı olmak üzere tarihin bütün cahiliye akımlarının yapamadığı oranda hayatı yaşanabilir hale getirirler. Fakat bu alanda daha yüksek bir gerçekleştirme yüzdesi tutturulabilirse ortaya bir "yeryüzü cenneti" manzarası çıkar. Sözümüzün konusu eşsiz kuşağın eli ile bir zamanlar gerçekleşen ve müslümanların gelecek herhangi bir
yüzyılda mutlaka gerçekleştirmeye girişecekleri tatlı bir özlem olarak vicdanları dalgalandıran bir "yeryüzü cenneti!" İslâm Ümmetinin Belirgin Özellikleri: Şimdi de islâm ümmetinin doruğa ulaştığı dönemdeki en belirgin karakteristiklerini vurgulamak istiyoruz. Yüce Allah'ın (c.c.) Kur'an'daki "Sizler, insanlara örnek olsun diye ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz". öyvüsünü tam anlamı ile gerçekleştirmiş doruk dönemindeki temel özelliklerini yani. Yalnız hiç aklımızdan çıkarmamalıyız ki, bu kısa sunuş sırasında aslında bütün müslüman kuşaklar için gerekli olan temel islâmî özellikleri, sözünü ettiğimiz eşsiz kuşağın gerçekleştirdiği örnek şekilleri ile ele alacağız. Yine hiç aklımızdan çıkarmamalıyız ki, bu kısa gözden geçirmemiz sırasında söylediğimiz noktaların her ikisi de önemli olmakla birlikte asıl ağırlıklı nokta temel islâmî özelliklerdir. Çünkü islâmın doğru biçimi ile varolabilmesi, bu temel özelliklere dayanır. Nitekim müslümanlar adım adım bu temel özelliklerden saptıkça geçen zaman içinde bugün içinde bulundukları ve ilerde yeri gelince özel olarak anlatacağımız duruma düştüler. Burada hiç kimse bizden islâm ümmetinin bütün temel özelliklerini ayrıntılı biçimde anlatmamızı beklememelidir. Çünkü bu kısa bakış, ne bir islâm ümmeti tarihi ve ne de bu ümmetin özellikleri hakkında özel bir araştırmadır. Bizim burada yapmak istediğimiz şey, bu özelliklerin en bariz olanlarım seçerek onları bu kitabın içeriğine uygun düşecek şekilde kısaca ve öz olarak okuyucuya sunmaktır. Dikkatleri çekmek istediğimiz şey, bu özelliklerin en bariz olanlarını seçerek onları bu kitabın içeriğine uygun düşecek şekilde kısa ve öz olarak okuyucuya sunmaktır. Dikkatleri çekmek istediğimiz özellikler şunlardır: 1- Samimi inanç, Kur'an ve sünnete titizlikle bağlanmak, Allah yolunda cihad etmeye sadakatle sarılmak 2- "Ümmet" kavramını gerçek anlamı ile pratiğe aktarmak 3- Yeryüzünde ilâhî adaleti gerçekleştirmek 4- "Lailâheillellah (Allah'dan başka ilâh yoktur)"ı ahlâk ilkesi edinmek 5- Verilmiş sözlere (yapılan antlaşmalara) bağlı kalmak Bu temel özellikleri gözden geçirdikten sonra yine bu ümmetin ana karakteristikleri arasında yeralan iki özel54
likten sözedeceğiz. Gerçi bu son iki karakteristik, özel niteliklerine bağlı olarak ilk müslüman kuşağın döneminde değil, daha sonraki dönemlerde gerçekleşmişlerdir. Çünkü bu karakteristikler, özel nitelikleri itiban ile siyasî egemenliğin üzerinden uzun bir sürenin geçmesini gerektirirler. Sözünü etmek istediğimiz iki karakteristik özellik ise islâm ilimleri hareketi ile islâm uygarlığı hareketidir. Bu iki hareket, gerçi islâmiyetin ileri dönemlerinde gerçekleşti, ama hiç kuşkusuz, aslında islâm tarihinin yazan olan o kuşak döneminde temelleri atıldı. Çünkü daha sonraki bütün islâm kuşakları, bu ilk neslin çarpıcı atılımından etkilenmişti. Aslında bu etkinin izlerini sadece islâm dünyasında değil, yeryüzünün her köşe bucağında görebiliyoruz.
I: SAMİMİ İNANÇ
KUR'ÂN VE SÜNNETE BAĞLILIK VE KARARLI CİHAD Bu başlığı oluşturan özellikler, bu ümmetin temel karakteridir. Yüce Allah'ın (c.c.) aşağıdaki ayetinde dile getirilen bu ümmetin "en hayırlı ümmet olma" özelliği bu ka-rakteristiklerden kaynaklanır: "Sizler, insanlara örnek olsun diye ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah'a inanırsınız." (Al-i İmran1110) Yalnız ilk müslüman kuşağın imrendiğimiz, gözlerimizi kamaştıran tarafı sadece bu karakteristikleri yapısında taşıması değildir. Çünkü bunlar Kur'an'm ortaya çıkardığı ve yaşama biçimi Peygamberimizin (s.a.v.) sünneti tarafından belirlenen bir ümmetin her kuşağında bulunması gereken özelliklerdir. İlk müslüman kuşağın bu konuda gözlerimizi kamaştıran, imrenme duygumuzu uyandıran tarafı, bu özellikleri vicdanına sindirir ve pratik hayatında uygularken ulaştığı şaşırtıcı başarı düzeyidir. Yoksa bilindiği gibi Kur'an çağrısının en ağırlıklı mesajlarından biri dinde ihlâs, yani dini sırf Allah'a yöneltme ilkesidir. Nitekim O, bize çeşitli ayetlerde şöyle buyuruyor: "İyi bil ki, halis din sırf Allah içindir-." (Zümer/3) "De ki; "Dini yalnız Allah'a yönelterek O'na kulluk etmem emredildi." (Zümer/11) "Dini sırf kendisine has sayarak Allah 'a yalvarınız." (A'raf/29) "Oysa onlara dini sırf kendisine has sayan tek ilâha bağlılar olarak Allah'a kulluk etmeleri emredilmişti." (Beyyine/5)
Yüce Allah'ın (c.c.) emrettiği ihlâs, sadece insan kalbini süsleyen bir duygu olmadığı gibi sadece insanın kalbindeki inancı yansıtarak Allah'ın tek ve ortaksız olduğunu ilân eden ikrarından ibaret değildir. Yüce Allah'ın "Oysa onlara, dini sırf kendisine has sayan tek ilâha bağlılar olarak Allah'a kulluk etmeleri emredildi." ayetinde bize bildirdiği kesin emri ile kullarından istediği şey sadece bununla yerine gelmez -ki bu ayetteki emir, ne özendirme ne sevdirme anlamında değil, kesin emir anlamındadır- Bunun yerine yüce Allah'ın ihlâsı emreden bütün ayetlerini tek tek inceleyen kimse bu emrin Allah'a ortak koşmaksızın ibadeti sırf kendisine yöneltmeyi ifade ettiğini görür. O halde bu emir sadece inançla ilgili değildir, inanca bağlı belirli bir davranışı da içerir. Buna göre ibadet, açıkça ortaya çıktığı gibi sırf duygu ya da inanç değil, pratik bir davranıştır. Duyguya dayanan ve inançtan kaynaklanan bir davranış yani. İbadette aranan ihlâs, bu ibadetin Allah'a ortak koşmaktan arınmış olmasıdır. Tevhid ilkesinin özü budur. Kemal basamaklarında yükselebilmek, hatta her şeyden önce imanın varolabilmesi için bu husus asgari şarttır. Bundan sonra gelen kemal basamaklarında yükselmeye gelince, bunun için başka alanlar başka aşamalar vardır. Bu aşama ve alanların bazılarından sözkonusu ilk müslü-man kuşağın hayatını anlatırken sözedeceğiz. İşte kesin emir ve gereklilik konusu değil de özendirme ve sevdirme konusu olan hususlar bunlardır. Peki kullardan istenen ibadet nedir ve Allah'a ortak koşmaktan arınma nasıl olur? Yüce Allah'ın (c.c.) Kur'an'da açıkladığı şekli ile ibadet şu üç unsuru içerir: 1) Yüce Allah'ın (c.c.) zatı, isimleri ve sıfatlan bakımından tek olduğuna kesinlikle inanmak 2) Allah'ın kullarına farz kıldığı ibadet nitelikli davranışları sırf O'na yöneltmek 3) Yüce Allah tarafından bildirilmiş olan helâlleri, haramları, iyilikleri, kötülükleri, mubahlan ve yasakları benimseyip onaylamak Bu üç ilkeden herhangi birine ters düşen duygu, davranış ve tutumlar tevhid ilkesi ile çelişen ve insanı islâm'dan çıkarıcı olan şirke düşürücü hallerdir. Yalnız bu konuda şu önemli noktayı gözözünden çakırmamalıyız. Helâl sayılmaksızın işlenen günah, Allah'ın emir ve yasaklarım benimseme ilkesi ile çelişme ve bu niteliği ile sahibim islâmdan çıkarmaz. İnsanlar yüce Allah'ın emirlerini onayladıkları, Allah'ın emrine karşı çıkmayı, O'nun hükmüne eş veya O'nun hükmünün yerine geçen bir uygulama haline getirmedikleri sürece bu böyledir. Başka bir deyişle insanı dinden çıkaran şey, yüce Allah'ın emirlerine uymamak değil, O'nun indirdiklerine aykırı davranışları yasallaştırmaktır. Aşağıdaki ayetlerin anlamı da budur:
"Kim Allah'ın indirdikleri ile hükmetmez ise işte kâfirler onlardır." (Maide/44) "Kim Allah'ın indirdikleri ile hükmetmez ise işte zalimler onlardır." (Maide/45) "Kim Allah'ın indirdikleri ile hükmetmez ise işte f asıklar onlardır." (Maide/47) Bu tutumun İslâm'dan çıkancı şirkin kendisi olduğu şu ayetlerde açıkça belirtilmektedir: "Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği, dini yasalar koyan ortakları mı var?" (Şura/21) "Ey insanlar, Rabbinizden size indirilene uyunuz ve O'nu bırakıp başka önderlerin peşinden gitmeyiniz." (A'raf/3) Gerek ilk ayetteki "dini yasalar" ve gerekse ikinci ayetteki "Allah'ın indirdiklerine uymak" deyimleri ne sırf inançla ve ne de sadece ibadet nitelikli davranışlarla ilgilidir, bu deyimler bu ikisi yanında helâl ve haram sayma ilkesini de içerirler. Bu üç unsurdan yani inanç, ibadet nitelikli davranışlar ile yasalar sisteminden- herhangi birini yüce Allah dışında bir kaynağa dayandırmak "şirk" ve "başka önderlerin peşinden gitmek" sayılır. Aşağıdaki ayet bunun delillerinden biridir. Bu ayet bizzat müşriklerin dilinden onların şirk nitelikli davranışlarını belirliyor: "Allah'a ortak koşanlar (İslâmiyetin kader inancı ile alay etmek için) 'Eğer Allah dileseydi ne biz ve ne de atalarımız O'ndan başka hiç bir şeye tapmaz ve O'nun haram kıldıkları dışında hiç bir şeyi haram saymazdık' dediler." (Nahll35) Münafıklarla ilgili olan aşağıdaki ayetlerde bir yandan iman iddiasının aslı olup olmadığını belirleyecek kriterin, miheng taşının ne olduğunu belirtirlerken öbür yandan da yukardaki sözlerimize delil oluşturmaktadırlar: "Şu münafıkları görmüyor musun ki, gerek sana ve gerekse senden önce indirilenlere inandıklarını iddia ettikleri halde Tağut'un hakemliğine başvurmak istiyorlar. Oysa kendilerine ona karşı çıkmaları emredildi. Şeytan onları iyice saptırmak istiyor. Onlara 'Allah'ın indirdiklerine ve Peygambere geliniz' denince o münafıkların senden tamamiyle yüz çevirdiklerini görürsün. Peki nasıl oluyor da kendi elleri ile işledikleri kötülükler yüzünden başlarına bir musibet gelince sana koşarak 'Biz sadece iyilik ve başarı istedik' diye Allah 'a yemin ettiler. Allah onların kalblerindeki duyguları biliyor. Onların dediklerine bakma, kendilerine öğüt ver, kalblerini etkileyecek tatlı sözler söyle. Biz hiç bir peygamberi Allah'ın izni ile itaat edilmekten başka bir amaçla göndermedik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana koşarak Allah'dan
günahlarını bağışlamasını isteseler ve Peygamber de onların bağışlanmasını dileseydi, Allah'ın merhametli ve affedici olduğunu görürlerdi. Hayır! Rabbin hakkı için, onlar aralarında çıkan çatışmalarda senin hakemliğine başvurmadıkça ve sonra vereceğin hükme hiç bir iç burukluğu duymaksızın teslim ol-madıkça mü'min olamazlar." (Nisa/60-65) Kur'an'da daha bir çok benzerleri bulunan bu ayetlerden açıkça ortaya çıkan şudur: Kullardan istenen ibadet, yüce Allah'ı İlâh ve Rabb olarak bir bilmektir. Bu ilke hem Allah'ı, özü, isimleri ve sıfatlan ile bir bilmeyi hem ibadet nitelikli davranışları sırf O'na yöneltmeyi hem ibadet nitelikli davranışları sırf O'na yöneltmeyi ve hem de indirdiği prensiplere bağlanarak bu prensipler dışında hiç bir kaynağı kanun ve nizam dayanağı edinmemeyi içerir. Bu kanun ve nizam dayanağı edinme işi yabancı bir kaynağı yüce Allah'ın hükmüne denk tutmak biçiminde olabilir. Tıpkı Moğolların müslüman olmadan önce yaptıkları gibi. Onlar o dönemlerinde "yasa" adı ile andıkları kısmen Kur'an'dan ve kısmen de başka kaynaklardan devşirilen ilkeleri benimsiyorlardı. Ya da doğrudan doğruya Allah'ın hükümlerini yürürlükten kaldırıp yerine başka bir kanun ve nizam sistemi koydular. Her iki tutum da öz itiban ile birdir. İşte insanları müşriklikten uzaklaştırıp müslüman yapan ibadet, bu türlü olan ibadettir. İhlasın asgarî derecelisi de budur. Yüce Allah, insanların bundan daha düşük dereceli ihlâsı kabul etmeyeceği gibi bundan daha düşük dereceli bir ihlâsla ne vicdanlarda ve ne de pratik hayatta İslâm'ın özü gerçekleşemez. Bu alanda daha yüksek derecelere ulaşmaya gelince bu, kulların yüce Allah'a sunacakları ibadetlerin miktan ile kalblerin ve dillerin onayladıkları ilkelere beslenen bağlılığın oranına bağlıdır. Buna karşılık yaratmada, olayların akışını düzenlemede, rızık vermede, yaşamada, öldürmede, fayda ve zarar dokundurmada yüce Allah'ın ortakları olduğuna inanmaya veya ibadet nitelikli davranışları Allah'dan başkasına sunmaya ya da yüce Allah'ın indirdiği ilkelerden başka kaynaklı yasalar koymaya yahut yüce Allah'ın indirdiği dışındaki sistemlere rıza göstermeye, sempati duymaya gelince böyle bir tutum insanları islâm'dan uzak düşüren bir şirk halidir. İhlâs, saydığımız üç unsuru içeren bir ilke olduğuna göre Kur'an'a ve sünnete bağlılık titizliği, islâm ümmetinin kesin ve tartışma götürmez dayanaklarından biri olarak karşımıza çıkar, onsuz bu ümmetin varolması düşünülemez. Yüce Allah'ın indirdiklerine sıkısıkıya bağlılık, islâm inancının ana dayanaklarından biri olduğuna, bunsuz islâm inancının varolması düşünülemeyeceğine göre Kur'an'a ve sünnete titizlikle bağlı olma ilkesi, islâm'ın dolaysız bir gereğidir. Yalnız insanın gerek kendisi ve gerekse başkaları için kanun koyma aşamasına varmayan günahkârlığının bu ilke ile çelişmediği unutulmamalıdır. Buna göre sosyal hayatın her anında "ortaya çıkan" ve mutlaka bir "hükme" bağlanması gereken çeşitli olay ve gelişmeler hakkındaki hükümler nereden kaynaklanacaktır?[5]
Sözkonusu hükümlerin dayandırılabileceği kaynaklar iki tanedir. Ya Allah'ın hükümleri esas alınacak ya da ca-hiliye hükümlerine bağlı kalınacaktır. Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor: "Yoksa onlar cahiliye hükmünü mü istiyorlar? Kesin imanlı kimseler için Allah'ın kümünden daha güzeli olabilir mi?" (Maide150) Buna göre eğer insanlar hükümlerini yüce Allah'a da-yandırmazlarsa yani Kur'an'a, sünnete ve bu iki kaynağa dayanan fıkıh içtihadlarına dayanarak hüküm vermezlerse hükümlerini cahiliye kaynağına dayandırmış ve bunun sonucu olarak İslâm'ın dışına çıkmış olurlar. Sözün kısası, Kur'an'a ve sünnete bağlı olma titizliği, islâm ümmetinin bir varoluş gereği ve bu ümmetin ayrılmaz bir özelliğidir. Buna göre ilk müslüman kuşağın göz-lerimizi kamaştıran yönü, bu özelliğe sahip olması değildir. Bu kuşağın bu alanda gözlerimizi kamaştıran yönü, bu bağlılığın günah işlemeyi hayatın ender rastlanan bir istisnası haline getiren yüksek dereceli uygulama başarısıdır. Az sonra bu durumu kanıtlayan bazı örnekler sunacağız. Allah yolunda cihad etme ilkesi de böyle. O da bu ümmetin köklü bir karakteristiğidir. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Ey müminler, size acı azaptan kurtulmanızı sağlayacak olan ticaretin ne olduğunu söyleyeyim mi? Allah'a ve Peygamberine inanırsınız, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilseniz, bu sizin için en hayırlı yoldur." (Saf/ 10-11) Bu ümmet "lailâheilellah" sancağım taşıdığı ve sorumluluğunu yüklendiği sürece cihad etmek, varoluşun kaçınılmaz bir gereği haline gelir. Çünkü insanlık, tümü ile, yüce Allah'ın önerdiği yaşama metoduna uymaz, yüce Allah'ın dininin yeryüzünün her yöresine kesin olarak egemen olmasına razı olmaz ise, bunun sonucu olarak müslümanlann saldırıdan uzak bir güvenlik içinde dinlerini uygulamalarına meydan verilmez. Bu yüzden yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Müşrikler size karşı nasıl topyekün savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşınız." (Tevbe/36) "Kâfirler, ellerinden gelse, sizi dininizden döndürünce-ye kadar savaşmaya devam ederler." (Bakara /217) "Fitnenin kötü kazınıp Allah'ın dini kesinlikle egemen oluncaya kadar kâfirlerle savaşınız." (Enfal/39) "Sen yahudilerin ve hristiyanların dinlerine girmedikçe onlar senden hiç bir zaman hoşnut olmazlar." (Bakara/ 120)
"Kendilerine kitap verilenlerden (yahudi ve hristiyan-lardan) Allah'a ve Ahiret gününe inanmayan, Allah'ın haram kıldığı şeyleri haram saymayan ve hak dini benim-semeyenler ile bu kimseler size boyun eğerek kendi elleri ile cizye verinceye kadar savaşınız." (Tevbe/29) Hemen belirtelim ki, günümüzün bazı yufka yürekli müslümanlarından cihad konusunda şöyle bir itiraz yükseliyor. Bunlar diyorlar ki; islâmdaki cihad sadece savunma amaçlıdır. Yani müslümanlar ancak düşmanlarının saldırısına uğrayınca savaşa başvururlar. Onlar bu görüşlerini yüce Allah'ın: "Size savaş açanlara karşı siz de Allah yolunda savaşınız. Fakat saldırgan olmayınız. Çünkü Allah saldırganları sevmez. "(Bakara /190) ayetinde dile getirdiği geçici savaş hükümlerine dayandırırlar. Bu arada az önce okuduğumuz ayetleri ya hiç hesaba katmazlar veya geçici hükümlerin ışığı altında yo-rumlamaya kalkışırlar. Bu itirazı bir yana bırakarak eğer müslümanların islâm sancağı altında savaşmayı, cihad etmeyi bıraktıktan sonra içine düştükleri acı durumu iyi değerlendirirsek gü-nümüzde yaşadığımız bu acıklı durumun kıyamet gününe kadar cihad etmenin gerekliliğini kanıtlayan en kesin delil olduğu sonucuna vannz. Kısacası savunma amaçlı olsun, saldırı nitelikli olsun, İslâm ümmeti için yüce Allah'ın (c.c.) deyimi ile: "Fitnenin kökü kazınıncaya ve Allah'ın dini kesinlikle egemen oluncaya kadar Cihad etmek," kaçınılmaz ve savsaklanmaz bir görevdir. Üçüncü bir kez daha tekrarlayalım ki, ilk müslüman kuşağın gözlerimizi kamaştıran yönü, her müslüman kuşağın vazgeçilmez vasfı olması gereken Allah yolunda cihada sadakatle sarılmış olmaları değildir. Onların asıl gözlerimizi kamaştıran yönü gündelik hayatlarının her anına yansıyan bu sadakatin yüksek dereceli içtenliğidir. Şimdi bakışlarımızı bu eşsiz kuşağa çevirerek değindiğimiz örnek sıfatları pratik hayatlarında gerçekleştiren ideal niteliklerini gözler önüne sermeye çalışalım: Bu kuşak eğer deyim yerinde ise gündelik hayatını tam anlamı ile Kur'an'la birlikte yaşamış bir kuşaktır. Kur'an'ın her cümlesi, her direktifi, her emri ve her yasağı olanca akım yükü ile bu kuşağı oluşturan fertlerin vicdanlarına nüfuz ediyor ve bu cümlelerden, ibarelerden, direktiflerden, emir ve yasaklardan beklenen hareketin tümünü bu vicdanlarda meydana getiriyordu. Onlar Kur'an'ı, sırf derin düşünce egzersizlerine dalmak veya Kur'an'ın yüksek belagatından, erişilmez ifade ustalığından haz duymak ya da felsefî, aklî ve soyut
naza-riyeler üretmek hatta saman alevi gibi yanıp sönüveren ve insanı yerinden kımıldatmayan gelip geçici psikolojik etkilenmelere kapılıp coşmak için okumuyorlardı. Onlar Kur'an'm ayetlerini, öğrendiklerini hemen uygulamak amacı ile okuyorlardı. Nitekim sahabilerden biri, kuşağının bu özelliğini şöyle dile getiriyor: "Hiç birimiz bir defada Kur'an'dan çok sayıda ayet okuyup öğrenmezdik. Bir defada Kur'an'dan sadece on kadar ayet öğrenir ve onları hemen uygulardık. Yani bizim Kur'an'ı öğrenmemizle onu uygulamamız birlikte olurdu."[6] Çünkü yüce Allah (c.c.) Kur'an'ı yeryüzünde büyük çapta değişiklik meydana getirsin diye indirmiştir. Nitekim O, bize şöyle buyuruyor: "Eğer dağların yürütülmesini, yeryüzünün parçalanmasını ve ölülerin konuşmasını sağlayan bir Kur'an olsa diye söylerler. Oysa bütün bu işler Allah'a aittir." (Rad/31) Müşrikler Peygamberimizden (s.a.v) dağları yürütmek, yeryüzünü parçalamak ve ölüleri konuşturmak gibi somut ve çarpıcı mucizeler istemişler ve Peygamberimizin doğru-luğunu onaylamayı bu mucizelere bağlamışlardı. Fakat yüce Allah (c.c.) bu tür somut ve çarpıcı mucizeler yerine sonsuza kadar çarpıcılığını koruyacak olan mucizevi kitabı olan Kur'an'ı indirmeyi uygun gördü. Az önce okuduğumuz ayet, Kur'an'ın fonksiyonunun dağları yürütmek, yeryüzünde parçalara ayırmak ve ölüleri konuşturmak değildir. Onun başka bir fonksiyonu vardır. Bu ayet bize dolaylı olarak anlatmak istiyor ki, Kur'an, bütün bu olağanüstülüklerden , yani dağları yürütmekten, yeryüzünü parçalamaktan ve ölüleri konuşturmaktan, kısacası cahiliye insanının hayal gücüne sınır çizen bütün çarpıcılıklardan daha büyüğünü gerçekleştirmeye geliyor. Kur'an'ın fonksiyonu en ideal biçimi ile "örnek insanı" meydana getirmektir. Bu da yüce Allah'a göre cahiliye insanının tasavvur edebildikleri bütün olağanüstülüklerden daha büyüktür. Kur'an ilk müslümanlarm vicdanlarında bu olağanüstü fonksiyonunu fiilen yürüterek onlan yenibaştan oluşturmuştur. İşte bu olağanüstü etkinin sonucu olarak realite ile ideali yanyana getiren ve tarih tarafindan tescil edilen o şaşırtıcı gerçekle karşılaşıyoruz. Kur'an-ı Kerîm, bu ilk müslümanlara "ilahlık" meselesini anlatıyor, bu ilkeyi her kanaldan sızarak vicdanlarına emdiriyor ve kalblerinin tellerine işliyor, bunun üzerine yüzlerinde "Tevhid" ilkesinin titreşimi beliriyordu. Kur'an-ı Kerîm onlara evrenin olağanüstülüklerini, yüce Allah'ın yaratma, yaşatma, öldürme, nzıklandırma, olayları yönlendirme, gaybı bilme alanlarındaki mucizevi gücünü -meselâ şu ayetlerde olduğu gibi- ayrıntılı bir biçimde anlatıyordu: "Taneyi ve çekirdeği yaran hiç şüphesiz Allah'dır. O, ölüyü diriden ve diriyi ölüden çıkarır. İşte Allah budur. O halde O'na nasıl iftira edersiniz? Karanlığı parçalayıp sabahı
ortaya çıkaran O'dur. O, geceyi dinlenme zamanı, güneşi ve ayı da zaman ölçüsü birimi yapmıştır. Bu üstün ve bilgin Allah'ın takdiridir. O'dur ki, karaların ve denizlerin karanlıklarında yolunuzu bulabilmeniz için size yıldızları kılavuz kıldı. Gerçekten biz, bilenler için ayetlerimizi ayrıntılı biçimde anlattık. Sizleri bir tek candan yaratan ve size dünyada bir karar yeri ile toprağın altında bir emanet yeri hazırlayan O'dur. Gerçekten biz anlayabilenler için ayetlerimizi ayrıntılı biçimde anlattık. Gökten yere suyu indiren O'dur. O su ile her türlü bitkiyi bitirdik, ondan yeşillikler çıkardık. Ondan da biribi-rinin üstüne binmiş taneler, hurma ağaçlarının tomurcuklarından biribirine yakın salkımlar çıkarırız. O yağmurla üzüm bağlarını, yapraklarını biribirine benzer, fakat mey-vaları biribirine benzemez zeytin ve nar ağaçları bitiririz. Her birinin meyvesine hamlık ve olgunluk dönemlerinde dikkatle bakınız. Hiç şüphesiz bütün bunlarda müminler için bir çok ibretler vardır." (Enam/ 95-99) "Hiç şüphesiz sizin için hayvanlardan alınacak ibret dersleri vardır. Onların karınlarındaki yeri sindirilmiş besinler ile kan arasından hoş içimli halis süt çıkararak size içiriyoruz. Hurma ve üzümlerden de hem içki ve hem de güzel rı-zık elde edersiniz. Hiç şüphesiz düşünen kimseler için bunda birçok ibret dersleri vardır. Rabb'in bal arısına 'Dağlarda, ağaçlarda ve kurulmuş çardaklarda yuva edin' diye vahyetti. Sonra da ona 'Her çeşit meyvalardan ye de Rabbinin yollarından boyun eğerek yürü' diye ilham edildi. Bu meyvelerin içlerinden insanlara şifa sunan çeşitli renkte içecekler çıkar. Hiç kuşkusuz düşünen kimseler için bunda bir çok ibret dersleri vardır." (Nahl/66-69) "Hiç kuşkusuz biz insanı çamurdan oluşmuş bir süzmeden yarattık. Sonra da onu nutfe (sperma) olarak kuytu bir yuvaya yerleştirdik. Sonra bu nutfe'yi alakaya (Embiryo'ya) dönüştürdük. Arkasından bu alakayı bir lokma et haline ve et parçasını da kemiğe çevirdik. Daha sonra da bu kemiğe et giydirdik ve arkasından onu başka bir yaratık haline getirdik. Yaratıcıların en üstünü olan Allah ne yücedir!" (Müminun 11214) "Allah her dişinin karnında taşıdığı yavruları, rahimlere giren ve çıkan ceninleri bilir. Onun katında her şey miktarı ile bellidir. O görünür-görünmez her şeyi bilen yüce ve uludur. Aranızdan sözü gizleyen açıkça söyleyen de, geceleyin gizlenen de gündüzün görünen de O'na göre birdir.
İnsanı önünden ve arkasından izleyip Allah'ın emri ile koruyan melekler vardır. Bir millet kendi kendini değiştirmedikçe Allah onun durumunu değiştirmez. Allah bir kavim için kötülük dileyince onu hiç kimse geri çeviremez, onların O'ndan başka bir koruyucusu yoktur. Size şimşeği korku ve ümit kaynağı olarak gösteren ve yağmur yüklü bulutları oluşturan O'dur. Gök gürültüsü övgü ile ve melekler korku içinde O'nü her türlü noksanlıktan tenzih ederler. O yıldırımlar göndererek bunlarla dilediklerini çarpar. Allah'ın azabı pek ağır olduğu halde onlar hâlâ O'nun hakkında tartışıyorlar." (Rad/8-13) Bu ayetlerin tümü, taşıdıkları bütün elektrik yükleri ile o ilk müsümanlarm vicdanlarına işliyor, burada en ücra köşelere kadar sızarak büyük bir sarsıntı meydana getiriyor, bunun sonucu olarak bu vicdanlardan şu cevap yükseliyordu. Yüce Allah (c.c.) bu cevabı bize şöyle duyuruyor: "Allah sözlerin en güzeli olan Kur'an'ı, biribirine benzer ikişerli kavramlardan oluşmuş bir kitab olarak indirdi. Rabb'lerinden korkanların ondan derileri ürperir. Arkasından Allah'ı anarak ürperen derileri ve kalbleri yumuşar. Bu kitab, Allah'dan gelen bir rehberdir. Allah onunla dilediklerini doğru y ola iletir/' (Zümer/23) İlk müslümanların Kur'an'ın çağrısına uymaları her bakımdan olağanüstü idi. Allah'ın yüceliği ile dolan kalbleri O'nun ululuğunu gerçek boyutları ile değerlendirdi, O'nun ululuğunu gerçek boyutlan ile değerlendirdi, O'na bütün varlıkları ile teslim oldular. Bunun soncu olarak korkuda, umutta, sevgide, antipatide, rahatlıkta, sıkıntıda, darlıkta, genişlikte, kısacası her an ve her durumda kalbleri O'na bağlandı. Tıpkı yüce Allah'ın (c.c.) şu ayetlerde belirttiği gibi: "Göklerin ve yeryüzünün yaratılışında, gecenin ve gündüzün biribirlerini kovalayışında Allah'ı ayakta, otururken ve yatarken anan ve göklerle yeryüzünün yaratılışı üzerinde kafa yoran keskin akıllı kimseler için bir çok ibret dersleri vardır. Bu kimseler şöyle derler: Ey Rabb'imiz, Sen bunları boşuna yaratmadın, böyle bir şeyden tenzih ederiz Seni, koru bizleri cehennem azabından, Ey Rabb'imiz, Sen kimi ceheneme atarsan onu perişan ettin demektir. Zalimlere yardım eden bulunamaz. Ey Rabb'imiz, biz 'Rabbinize inanınız' diyerek bizleri iman etmeye çağıran bir davetçinin sesini işittik ve hemen iman ettik. Ey Rabbimiz, günahlarımızı bağışla, kötülük-lerimizden bizi arındır ve öldükten sonra iyilerle birarada olmamızı nasip eyle. Ey Rabb'imiz, peygamberlerine vadetliklerini bizlere ver, Kıyamet günü bizi perişan eyleme, hiç şüphesiz sen verdiğin sözlerden caymazsın." (Ali-îmran/190-195)
Onların yaptıkları bu zikir, sadece dille Allah'ı noksanlıklardan tenzih etmek, bir takım zikirleri ve ezberlenmiş cümleleri kuru kuruya tekrarlamak yada yıldızlan Allah'ı anarak saymak değildi. Tersine yüce Allah her an, yani "Ayaktayken, otururken ve yatarken" onların kalbindeydi. Çünkü Kur'an, her hallerinde onlara "ilâhlık" ilkesini hatırlatıyordu. Eğer istedikleri bir şey olursa onu verecek ya da düzenleyecek olan Allah'di. Eğer korktukları bir şey varsa her şeyi çekip çeviren Allah'dı. Eğer maddi refah isteseler nzıklan veren de kısan da Allah'dı. Eğer çoluk-çocuk sahibi olmak isteseler dilediği kimselere çocuk bağışlayan Allah'dı. Eğer düşmanlarından korkuyor idiyseler kendi hikmeti ile dilediğini dilediğine musallat eden Allah'dı, buna göre ancak Allah'ın takdir ettiği an ve O'nun bu takdirine bağlı olarak düşmanlarının pençesinden kurtulabilirlerdi. Kısacası Allah mülkün tek sahibi idi ve bu mülkü dilediğine verir, dilediğinden de geri alırdı. İstediğini yükseltir, istediğini süründürürdü. Her şey O'nun elinde idi, O'nun gücü her şeye yeterli idi. Tıpkı şu ayette buyurulduğu gibi: "De ki; 'Ey mülk sahibi Allah'ım, Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden geri alırsın; istediğini yükseltir, istediğini süründürürsün; iyilik senin elindedir. Senin gücün her şeye yeterlidir. Geceyi gündüze ve gündüzü geceye ulaştırırsın, ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarırsın ve dilediğine hesapsız rı-zık verirsin." (Ali-îmran/25-26) Kısacası insan gözünü neye çevirse ya da duygularını hangi şeye yöneltse karşısında Allah'ı (c.c.) bulur. İşte ilk müslümanlar kalbleri, en ücra köşelerine kadar, bu gerçekle dolu olan ve bu gerçeğin meyvalanm veren kimselerdi. Bu gerçeğin meyvalan yüce Allah'a ibadet etmekten başka ne olabilir ki? İlâhlık anlayışı böylesine müthiş ve geniş kapsamlı olunca, acaba kulun, mevlâsı karşısındaki tutumu nasıl olur, bir düşününüz. İşte bu örnek müslüman kuşağı vardıkları düzeye ulaştıran, oldukları gibi yapan faktör budur. Yani gerçek ilâhın eksiksiz kulluğunu gerçek anlamı ile kavramış olmaları. O ilâh ki, yüce gücü yeterli ve bilgisi, tedbiri, kudreti, dileği, koruyuculuğu, egemenliği, mülkü, şiddeti merhameti ve bağışlayıcılığı ile her şeyi kuşatmıştır. O Allah'dı ve onlar da O Allah'ın kulları. Kullann yapacakları şey varlıklarını, kalblerini ve ruhlarını bunların gerçek ve dolayız sahibine teslim etmeleri ve bu gerçek mülk sahibi karşısında tıpkı köleler gibi boyun eğmeleri, itaatkâr davranmaları, teslim olmaları ve uyarlık göstermeleridir. İşte o zaman kullar, ancak eksiksiz biçimde Allah'a kulluk edenlerin yükselebilecekleri zirveye yükselirler!
Bu durum acayip olmakla birlikte insan vicdanının mahiyeti budur. Yani insan vicdanını ancak yaratıcı doğru ve istikametli bir tutum takındığı takdirde eksizsiz, olabileceği en iyi ve en yüksek durumda olabilir. Tipti bir makine gibi. Herhangi bir makinenin normal ve takıntısız biçimde işleyebilmesi için bütün parçaları sağlam ve yerlerine iyi yerleştirilmiş olmalıdır. Aksi halde bu makine ya hiç çalışmaz veya takıntılı çalışır. Acaba insanın yaratıcısı karşısında takınacağı doğru ve sağlıklı tutum nedir? Bu konuda yüce Allah (c.c.) bize şöyle buyuruyor: "Ey insanlar, hep birlikte (tüm varlığımızla) İslama giriniz, şeytanın izinden gitmeyiniz. Çünkü O sizin apaçık düşmanınızdır." (Bakara/ 208) Yani "hepiniz tüm varlığınızla Allah'a teslim olunuz. Öyle ki, varlığınızın bütün parçaları Allah'a teslim olmalıdır." İşte İslâm budur. İşte o zaman, ey insanlar, yüce doruklara tırmanmış, en saf en üstün durumumuzda olmuş ve insanın yeryüzünde bulunabileceği en ideal biçimde bulunmuş olursunuz. Yani "nerede ise meleklerin elini sıkacağı insan" haline gelirsiniz. Buna göre bütün insanlık tarihinin en üstün insanının aynı zamanda Allah'a en iyi kulluk eden insan olması, şaşılacak bir şey midir? Yüce Allah (c.c.) sözkonusu kulunu kendine o kadar yaklaştırdı ki, onun kulluk niteliğini kendi yüceliğine bağlayarak şöyle buyurmuştur: "Bir gece kulunu Mescid-i haramdan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya, kendisine bazı ayetlerimizi göstermek üzere yürüten Allah her türlü noksanlıktan uzaktır." (İsrail) Görüldüğü gibi yüce Allah, en seçkin kulunun kendisine en yakın hale getirdiği anım anlatırken bu kulun yakınlığına, yükselmesine ve keremine yolaçan en bariz niteliğini vurguluyor. O kerem sahibi bir ilâhtır, kullarım kullukları oranında üstün kılar, bunun sonucu olarak O'na en çok kulluk edenler, O'nun katında en üstün kimseler olurlar. Nitekim O, bize şöyle buyuruyor: "Hiç şüphesiz, Allah katında en üstün olanlarınız, en takvalılarınızdır." (Hucurat/13) Allah katında üstün olan, göklerde ve yeryüzünde gerçek anlamda üstün olan, her bakımdan ve her durumu ile örnek olandır. İşte sahabilerin kalblerine sindirdikleri temel ilke budur. Bunun sonucu olarak dinî inançlarmdaki samimiyetleri, Allah'a sunduktan kulluğun gerçekliği oranında tarihin en seçkin kuşağı olmuşlardır.
Kur'an-ı Kerîm onlara "Ahiret günü"nü anlatıyordu. Bu anlatımın tasvirleri o kadar canlı ve ifadesi o kadar güçlü idi ki, okurken ve dinlerken kalbleri ürperiyor ve anlatılan Kıyamet sahnelerini sanki o anda gözleri önünde yaşıyormuş gibi oluyorlardı. Bu Kur'an'ın bir özelliğidir. Kıyamet sahnelerini o kadar çarpıcı şekilde tasvir eder ki, o andaki hayatını geçip gitmiş bir eski zaman hatırası sanırsın. Buna karşılık bütün ayrıntıları ile önüne getirilmiş olan o canlı sahneler de içinde yaşamakta olduğun "şimdiki zaman" gibi gelir sana! Okuyalım: "Günahlardan kaçınanlar da cennetlerde, nimetler içindedirler. Rabb'lerinin kendilerine verdikleri ile sefa sürerler. Rabb'leri onları cehennem azabından korumuştur. Kendilerine 'Yapmış olduğunuz amellerin karşılığı olarak afiyetle yiyiniz, içiniz, sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanarak' denir. Onları iri gözlü hurilerle evlendirmi-şizdir. Onlar ki inandılar, soylarından gelenler de kendilerine uydu; onları cennete koyarken soylarından gelenleri yanlarına kattık ve kendi amellerinin sevabından hiç bir şey eksiltmedik. Herkes kendi kazancının bağımlısıdır. Ve onlara canlarının istediği etler ve meyvalar verdik. Orada aralarında saçmalıklara ve günaha girmeye yolaç-mayan bir kadeh dolaştırırlar. Çevrelerinde sedefle saklı inci gibi özel hizmetçileri dolaşır. Biribirlerine dönüp soruyorlar ve şöyle diyorlar; 'Daha önce biz ailemiz içindeyken sonumuzdan korkardık. Allah bize lütfetti de bizi o vücudun gözeneklerine işleyen kavurucu azabdan korudu. Biz bundan önce O'na yalvarır, bizi korumasını O'ndan niyaz ederdik. Çünkü O, merhamet ve ihsan edicidir." (Tur/17-28) "Amel defterleri soldan verilenlere gelince acaba onlar nedir? Gözeneklerine kadar işleyen bir ateş ve kaynar su içinde. Kara dumandan bir gölge altında ki, ne serindir ne de faydalı. Çünkü onlar bundan önce varlık içinde şımartılmışlar-di. Büyük günahı işlemekte ısrar ediyorlar ve şöyle diyorlardı: 'Biz öldükten, toprak ve kemik yığını olduktan sonra biz mi bir daha diriltileceğiz? Önceki atalarımız da mı?' De ki; 'Öncekiler ve sonrakiler.' Belli bir günün buluşma vakti için mutlaka toplanacaklardır.
Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar! Sizler kesinlikle bir zakkum ağacının meyvesinden yiyecek, onunla karınlarınızı dolduracaksınız. Üzerine de kaynar su içeceksiniz. Susuzluk hastalığına tutulmuş develerin içişi gibi içeceksiniz. işte ceza gününde onların ağırlanışı bu şekilde olacaktır." (Vakıa/41 -56) Evet, bu, Kur'an'ın bir özelliğidir. Fakat "açık kalbler" kelimelerin etkisini diğer kalblerden farklı biçimde hissederler. Onlar kelimelerin taşıdıkları elektrik yükünü tam olarak alırlar, ondan tam olarak etkilenirler ve bu etkiyi içlerine sindirirler. Bu kalbler, Allah'a samimiyetle teslim olduklarından dolayı O'nun sözlerinin şiddetle etkisi altında kalmışlardır. Bu kalbler, yüce Allah'ın her sözünü sırf kendilerine yöneltilmiş bir şahsî hitab olarak kabul ederler, onu başkalarına yöneltilmiş, uzaktan seyircisi oldukları bir söz gibi karşılamazlar. Tıpkı sözü algılarken uyuklayan ve işittikleri titreşimleri belirsiz bir yankı gibi idrak eden bazı uyurgezer kalblerin yaptığı gibi! Onlar Ahireti hep gözleri önündeymiş gibi algılayarak yaşadılar. Ahiret sahneleri hiç gözleri önünden uzaklaşmadı. Bu algılamanın sonucu olarak kalıcı ve ideal nimetlerin yurdu olan cennet onları kendine çekiyor, özlemlerinin amacı oluyor, dolu dizgin oraya doğru koşarken bu yolculuk sırasında sırtlarına ağırlık bindiren dünya takıntılarını üzerlerinden atarak yanlarına bu yolculuğa uygun azık alıyorlardı. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Yanınıza yolazığı alınız. En hayırlı azık takvadır." (Bakara/ 197) Buna karşılık ürkütücü azabın yurdu olan cehennem onlan korkutuyor, oraya düşeriz diye çekindikleri için ellerinden gelen her şeyi yaparak oradan uzak durmaya ça-lışıyorlardı. Bu titiz çekingenliği sahabilerden biri bize şöyle anlatıyor: "Bizler harama düşeriz korkusu ile helâllerin onda dokuzunu terkediyorduk." Onlar Ahiret günü olgusunu da böyle algılıyorlardı. Bu algı onlar için ihtiras rüzgârları tarafından dağıtılıp yoke-dilebilecek geçici bir psikolojik izlenim değildi. Tersine bu algı, onların gözleri önünden hiç ayrılmayan bir şeydi. Her an onu görüyorlar ve her an bu görüntünün etkisini yaşıyorlardı. Bunun sonucu olarak kendilerini cennete yaklaştıracak amelleri işliyor ve cehenneme yaklaştıracak davranışlardan kaçınıyorlardı. Nitekim yüce Allah'ı (c.c.) ayaktayken, otururken ve yatarken andıklarını belirten Kur'an-ı Kerîm, onlann aşağıdaki şekilde dua ettiklerini bize anlatmaktadır: "Onlar Allah'ı ayakta, otururken ve yatarken anarlar ve göklerle yeryüzünün yaratılışı üzerinde kafa yorarlar ve şöyle derler: 'Ey Rabbimiz, Sen bunları boşuna yaratmadın, böyle bir şeyden tenzih ederiz Seni, koru bizleri cehenmem azabından.
Ey Rabbimiz, Sen kimi cehenneme atarsan onu perişan ettin demektir. Zalimlere yardım eden bulunamaz. Ey Rabbimiz, biz 'Rabbinize inanınız' diyerek bizleri iman etmeye çağıran bir dâvetçinin sesini işittik ve hemen iman ettik. Ey Rabbimiz, günahlarımızı bağışla, kötülük-lerimizden bizi arındır ve öldükten sonra iyilerle birarada olmamızı nasibeyle. Ey Rabbimiz, peygamberlerine vadettiklerini bizlere ver, Kıyamet günü bizi perişan eyleme, hiç şüphesiz sen verdiğin sözlerden caymazsın." (Al-i İmran1190-194) Onlar yeni bir hareket yapmak istediklerinde kendi kendilerine şöyle sorarlar; "Acaba bu yapmak istediğim hareket yüce Allah'ın hoşuna giden ve cennete girmeme yolaçabilecek bir hareket midir, yoksa Allah'ı öfkelendirip cehenneme girmeme sebep olabilecek bir davranış mıdır?" Yine hep kendi kendilerine sordukları diğer bir soru şudur; "Acaba şu durumda ve şu anda yüce Allah benden ne yapmamı istiyor?" Onlar bu sorunun cevabını bulur bul-maz hemen yüce Allah'ın kendilerinden yapmalarını istediği şeyi yapmaya koyularak cennet özlemlerini ve cehennem korkularını ortaya koyarlardı. İşte onların Kur'an-ı Kerîm'in belirttiği "Ayaktayken, otururken ve yatarken Allah'ı zikretmeleri" bu şekilde idi. Bu zikir, iyiliklere koşmayı özendirici bir anlam taşıyordu. Yoksa bir takım zikir cümlelerinin, vecdlerin arka arkaya sıralanması ve gökteki yıldızların sayılması gibi başladığı yerde biten bir tören anlamına gelmiyordu. *** Kur'an-ı Kerîm onlara Hz. Adem (a.s.) ile şeytan arasında geçen olayları anlatarak onları onun tuzağına düşmekten sakındırıyordu. Nitekim yüce Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyuruyordu: "Ey Ademoğulları, şeytan ana-babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de ayartıp baştan çıkarmasın. Çünkü o ve yardakçıları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz şeytanları, inanmayanların dostları ve yandaşları yaptık." (A'raf 127) "Şeytan 'Bari bana insanların tekrar dirilecekleri güne kadar süre tanı' dedi. Allah 'Hadi, bu süre sana tanınmıştır' buyurdu. Bunun üzerine şeytan dedi ki; 'Beni onlar yüzünden terkettiğine göre ben de onları saptırmak için senin doğru yolun üzerine oturacağım. Sonra önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım da onların çoğunluklarını sana şükreder bulmayacaksın." (Araf/ 14-17) "Onlar Allah'ı bırakıp dişi putlara(tanrıçalara) yalvarıyorlar. Aslında onların yalvardıkları şirret şeytandan başkası değildir.
O şeytan ki Allah'ın lanetine uğrayınca 'kesinlikle kullarının belirli bir bölümünü kendi tarafıma alacağım.' 'Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları boş kuruntulara daldıracağım ve onlara emredeceğim: Hayvanların kulaklarını yaracaklar; onlara emredeceğim: Allah'ın yaratıklarını değiştirecekler.' Kim Allah'ın yerine şeytanı dost tutarsa, hiç kuşkusuz açık bir ziyana uğramıştır."(Nisa /117-119) Şeytan onlann algılarında somutlaşıyor, görünür, gözlenir bir varlık olarak idrak ediliyordu. Önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından kendilerine sokulan; günah işlemeye kışkırtan ve önlerinde ihtiras tuzakları kuran müşahhas bir varlık. Bu yüzden onlar sürekli biçimde uyanık olmaya çalışıyorlardı. Çünkü şeytan sadece gafillere sokulabilirdi. Onlar şeytan ile aralarındaki yolu daraltmak yada kapatabilmek için çeşitli ibadetler yolu ile Allah'a yaklaşmaya çalışıyorlardı. Böylece şeytana girintilerinden daha gizli olanlar dışında bir yol kalmayacaktı. Hatta bu ipince ve gizli yolları bile kapatmaya uğraşıyorlardı. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Kur'an okuyacağın zaman kovulmuş şeytandan Allah'a sığın. Aslında inanan ve Allah'a dayananlar üzerinde şeytanın hiç bir hakimiyeti yoktur. Onun hakimiyeti ancak onu dost tutanların ve Allah'a ortak koşanların üzerindedir." *** Kur'an-ı Kerîm onlara "Lailâheillellah" ahlâkının ilkelerini anlatarak şöyle buyuruyordu: "Mü'minler gerçekten felaha ermişler, kurtulmuşlardır. Ki onlar namazları sırasında saygılıdırlar. Onlar boş sözden ve faydasız işten yüzçevirirler. Onlar zekâtlarını verirler. Irzlarını korurlar. Ancak kendi eşleri ve cariyeleri ile olan ilişkileri müstesna. Bu yüzden onlar kınanmazlar. Ama bundan başkasını arayanlar hadlerini aşanlardır. Onlar emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler. Onlar namazlarını gereği uyarınca devamlı kılarlar. İşte onlar varis olanlardır. Onlar en yüksek cennet olan Firdevs'e varis olacaklar, orada ebedi kalacaklardır." (Müminun /1-11) "Rahmanın kulları o kimselerdir ki, yeryüzünde yumuşak adımlarla yere basarak yürürler. Eğer cahiller kendilerine lâf atarsa onlara "selâm' diye karşılık verirler.
Onlar ki, gecelerin Rabblerine secde ederek ve O'nün huzurunda ayakta durarak geçirirler. Onlar ki, 'Ey Rabbimiz, bizi cehenmem azabından uzak tut. Hiç kuşkusuz cehennem azabı baştan savılmaz bir felâkettir. Cehennem ne fena bir karargâh ve ne fena bir barınaktır! Onlar ki, mal harcadıkları zaman ne israf ederler ve ne elisıkılık ederler. Bu ikisi arasında dengeli bir yol seçerler. Onlar ki, Allah'la birlikte başka bir ilâha yalvarrnaz-lar, Allah'ın dokunulmaz saydığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Kim bunları işlerse günahının cezasına çarpılır. Kıyamet günü azabı katlanır ve horlanarak sürekli azaba çarpılır. Yalnız tevbe edip inanarak salih amel işleyenler, muhakkak ki, makbul kimseler olarak Allah'a dönerler. Onlar ki, yalan yere şahitlik etmezler. Boş ve batıl şeylerin yanından geçerken onurlu olarak geçerler. Onlar ki, kendilerine Rabblerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman, onlara karşı sağır ve dilsiz davranmazlar. Onlar ki, Rabblerine şöyle yalvarırlar; 'Ey Rabbimiz, bize göz ay-dınlığı eşler ve çocuklar bağışla, bizi günahlardan sakınanlara önder kıl. İşte bunlar sabırlarının karşılığı olarak cennetin en yüksek odaları ile ödüllendirilecekler, orada sağlık dileği ve selâmla karşılanacaklardır. Orada ebedî kalacaklardır. Ne güzel bir karargâh ve ne güzel bir barınaktır ora-sı!" (Furkan/63-76) Kur'an-ı Kerîm ilk müslümanlara, cahiliye dönemi ahlâkından da sözederek şöyle buyuruyor: "Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar başkalarından bir şey alırken ölçüyü tam tutarlar. Buna karşılık kendilerine başkalarına ölçerek veya tartarak bir şey verince ölçü ve tartıyı eksik tutarlar." (Mutaffifin/1-2) "Hayır, doğrusu siz yetime yardım etmiyorsunuz. Yoksullara yemek vermeye biribirinizi teşvik etmiyorsunuz. Mirası, helâl-haram ayırımı yapmadan yiyorsunuz ve malı aşırı derecede seviyorsunuz." (Fecri 17-20) "Hayır, doğrusu insan, kendini Rabbine muhtaç değilmiş gibi görerek azar." (Alak/6-7) "İnsanları arkadan çekiştirmeyi ve yüze karşı alay etmeyi adet haline getirenlerin vay haline! O kit mal biriktirip onu saydı." (Hümeze /1 -2) "Sık sık yemin eden seviyesize, alaycıya, koğucuya, hayrı engelleyene, saldırgan günahkâra, zorbaya ve kötülükle damgalıya, mal ve evlâd sahibi oldu diye karşısında
ayet-lerimiz okunduğunda 'Bunların eskilerin masallarıdır' diyene sakın itaat etme." (Kalem /10-15) Onlar Kur'an-ı Kerîm'in direktiflerini bağlayıcı emirler ve yine bağlayıcı yasaklar olarak alırlar. Yani "Lailâheillellah" ahlâkını emreden ve cahiliye ahlâkını yasaklayan direktiflerdir onlar için. Bundan dolayı "lailâheillellah" ilkesi, onların algısına göre Kurfan-ı Kerîm'in iman etme adı altında kendilerini benimsemeye çalıştığı yüce ahlâktan ayrı ve bağımsız bir şey değildir. Çünkü onların gerçeğe uygun düşen anlayışlarına göre iman etmiş olmanın türevi olan bu yüce ahlâk, "Lailâheillellah" ilkesinin gereklerindendir. Durum böyle olduğuna, yani ilk müslümanların, Kur'an'ın ve Peygamberimizin direktiflerim nasıl sıcak bir ilgi ile algıladıklarını öğrendikten sonra siyer kitaplarının bize tanıttığı o seçkin örneklerle hem de tarihin kaydettiği en yüksek yoğunlukta karşılaşmamız şaşırtıcı bir şey midir? Yanlanndaki birkaç lokmalık yiyeceği tümü ile misafirlerine ikram ettikleri için bütün bir gece kendilerini aç bırakan ve başka yiyeceklerinin olmadığını misafirleri görmesin diye bu ikramlarını yaparken ışığı söndüren ve yüce Allah'ın (c.c.) "Kendileri aşırı derecede muhtaç olsalar da göç eden müslüman kardeşlerini özlerine tercih ederler" (Haşr/9) şeklindeki övgüsüne mazhar olan kimselere acaba şaş mamız doğru mudur? Acaba avucundaki birkaç hurma tanesi ile evinden dışarı çıkar çıkmaz savaşa gitme görevi ile karşılaşınca "Eğer bu elimdekileri yiyinceye kadar beklersem çok geç kalmış olurum" diyerek avucundaki hurmaları yere atıp cennet özlemi ile savaşa tutuşarak şehid düşen sahabiye şaşmamız yerinde olur mu? Acaba gerdek gecesi yatağında yatarken savaş naralarının gümbürtüsünü duyarduymaz ayağa fırlayıp cennet arzusu ile cepheye koşan ve şehid düşünce boy abdesti me-lekler tarafından verilen sahabiye şaşabilir miyiz? Acaba Peygamber Efendimizin (s.a.v) kendisine uzattığı ganimet payını "Ben sana bunun için biat etmedim" diyerek reddeden sahabiye şaşabilir miyiz? Çünkü onun başka türlü bir beklentisi vardır. Onun tek arzusu Allah'a vermiş olduğu sözde durmuş biri olarak Allah yolunda şehid düşmüş bir kişi sıfatı ile cennete girmeyi haketmektir. Acaba aç yavrularım oyalayıp uyutmaya çalışan dul bir anneyi görünce ağlayan ve bunun üzerine hemen devlet anbarına koşarak sırtladığı bir un çuvalı ile geri gelip aç yavrulara kendi elleri ile pişirdiği yemeği yediren ve çocukların kannları doyup uykuya daldıklarını görmeden yanlarından ayrılmayan Hz. Ömer'e -Allah ondan razı olsunşaşabilir miyiz?
Acaba Peygamberimize gelerek zina yaptığını bizzat itiraf ederek kendisine zina haddi uygulanmasını sabırsızlıkla isteyen ve bu ısrarının gerekçesi olarak omuzlarındaki ağır günahın yükü altında yüce Allah'ın karşısına çıkmak istemediğini söyleyen delikanlı ile zina yaptığını itiraf ettikten sonra ısrarla cezalandırılmasını isteyen, hatta bunun için kucağındaki bebeğin memeden kesilmesini beklemeye razı olmayan, çünkü ölürse Rabbine günahsız olarak kavuşmayı arzu eden kadına şaşabilir miyiz? Acaba Rebii b. Amir'e şaşabilir miyiz? Bilindiği gibi bu kahraman sahabî, Pers imparatoru Rüstem'in yanına yaman bir eda ile girer. Karşısında gördüğü cahiliye malı ih-tişam ve mevkiye tepeden bakarak, "Lailâheillellah" ehli olmaktan onur duyarak, doğru sözü cahiliyenin arsız yüzüne karşı dobra dobra haykırarak, bütün bunları hiç çekinmeden ve karşısındakine önem vermeden yaparak. Çünkü o bu ihtişam ve debdebeyi yüce Allah'ın ölçüsü ile ölçünce içi boş bir hiç olduğunu, binek hayvanının ayakları altında çiğnenmeye, mızrağının ucu ile parçalanıp yerle bir edilerek şaşkın sahibine Allah'ın emrinin dikte edilmesine müstahak olduğunu görüyordu. Acaba şu olay karşısında şaşabilir miyiz? Olay şu: Amr b. As, Bizans ordusunun ağır baskısı altında bunalarak Halife'den yardım ister. Halife'nin bu isteğe karşı gönderdiği yardım on bin, beş bin, hatta bin yada beşyüz kişilik bir askeri takviye birliği değildir. Böyle bir askeri birlik yerine Amr b. As'a Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- gözü önünde özenle yetiştirdiği dört sahabi gönderir ve bu dört kişi sayesinde -sanki onlar binlerce kişilik bir askerî yardım birliği imişler gibi- İslâm ordusu düşmanlarını bozguna uğratarak zafere ulaşır. Acaba o kadar kısa bir zaman zarfında İslâmiyetin o kadar geniş bir alana yayılarak bu seçkin insanların eli ile yarım yüzyıl gibi kısa bir zamanda sınırlarım doğuda Hin-distan'a ve batıda Atlas Okyanusuna kadar uzatabilir miydi? Acaba hepsi biraraya gelerek o kısa zaman süresine sıkışmış her yöndeki yüzlerce olağanüstülüğe şaşabilir miyiz? Öyle ki, bu yüzlerce olağanüstülüğü gelecek kuşaklara anlatan tarihçiler ve siyer yazarlan normal bir şeyden sözedermiş gibi yazıyorlar. Çünkü adamlar sağa bakınca bir doruk sola bakınca başka bir doruk, dört bir yanlarına bakınca yüzlerce doruk gördükleri için ele aldıkları ulu yükseklikleri zirve olarak nitelemek gereğini duymuyorlar. Çünkü önlerindeki yükseltiyi diğer zirvelerden ayır-detmek mümkün değildir. *** Acaba bu ilk müslümanlar insan olmaktan çıkıp melek mi olmuşlardı. Acaba onlar Peygamberimizin (s.a.v.) "Her Ademoğlu hata işler" şeklindeki buyruğunun kapsamı dışına mı çıkmışlardı? Acaba üzerinde hiç bir leke hiç bir kara iz bulunmayan bembeyaz yazısı birer defter sayfası haline mi gelmişlerdi? Hayır, bunlann hiç biri sözkonusu değildi. Onlar da içgüdülerinin etkisi altında olan, davranışları bu içgüdüleri tarafından yönlendirilen birer insandı. Fakat onların içgüdüleri en saf ve yücelmiş içgüdülerdi.
Yeryüzü kaynaklığı ağırlıklardan mümkün olan en yüksek oranda annmış ve buna bağlı olarak insanoğulunun çıkabileceği en yüksek zirvelere tırmanabilen insanların içgüdüleri yani. Bununla birlikte onlar da birer insandı. Aralannda hırsızlık yaparak bu suçun cezasına çarptırılan, zina işleyip zina haddine çarptırılan, alkollü içki içip cezalandırılan kimseler olduğu gibi kafirlerle girişilen savaşlarda cepheden kaçarak daha sonra affa uğrayanlar, ihmalkârlar, işleri ağırdan alanlar ve yeni sosyal düzenin ilkelerim çiğneyenler de vardır. Hatta aşağıdaki ayetlere özellikle muhatap olanlar bile aralanndan çıkmıştı: "Kiminiz dünyayı, kiminiz de Ahireti istiyordu." (Al-i İmran/152) "Size ne oldu ki; 'Allah yolunda hep birlikte savaşa çıkınız' emrini aldığınızda yere çakılıp kaldınız." (Tevbe/38) "İşte sizler, Allah yolunda mal vermeye çağrılıyorsunuz. Fakat içinizden kimileri cimrilik ediyor." (Muhammed/ 38) "Andolsun Allah, Pey amberi ve o sıkıntılı anlarda O'na uyan muhacirler ile ensarı affetti. O sırada içlerinden bir kısmının kalbleri kaymaya yüz tutmuş iken yine onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir. Bu arada savaştan geri kalan o üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Hani yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, canları alabildiğine sıkılmış ve Allah'dan kaçarken yine O'na sığınmaktan başka bir çare olmadığnı anlamışlardı. Allah onların tevbelerini kabul etti ki, tevbe etsinler. Çünkü Allah tevbelerin kabul edicisidir, esirgeyi-cidir." (Tevbe/117-118) Fakat onların bu tür ayak sürçmeleri sırasındaki tutumlarına şöyle idi: "Onlar bir günah işleyince veya nefislerine zulmedince, Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları Allah'dan başka kim bağışlayabilir ki! Ayrıca bile bile yaptıkları kötülüklerde ısrar etmezler. İşte onların mükâfatı Rabbleri tarafından bağışlanma ve içinde ebedî olarak kalacakları altından ırmaklar akan cennetlerdir. İyi amel işleyendin alacakları karşılık ne kadar güzeldir!" Yani onlar sürekli olarak yükselmeye çalışıyorlardı. Bu arada eğer herhangi bir ağırlığın basıncı ile birdenbire bulunduklan düzeyden aşağıya düşerlerse kendilerini boşluğa koyuvermezler. Tersine bir yolunu bulup tekkar yükselişe geçmeye çalışırlar ve bu sürekli çabaların sonucu olarak yükselirler de yükselirler.
II- GERÇEK ANLAMI İLE ÜMMET OLMAK Daha önce söylediğimiz gibi araplar, islâm öncesi dönemlerinde dağınık ve biribirleri ile sürekli çatışan kabileler halinde yasıyorlardı. Toprak birliği, dil birliği, kültür birliği, tarih birliği, düşünce birliği ve amaç birliği gibi birleştirici faktörlerin tümüne sahip olmalarına rağmen hiç bir şeyde birleşemiyorlardı. Bu insanların en azından hepsini ilgilendiren bazı ortak davalar etrafında birleşmeleri beklenirdi. Meselâ milliyetçilik dâvasını benimseyerek Arap yarımadasını Fars ve Bizans istilâsından kurtarmaya girişebilirlerdi. Ya da belirli ellerin tekeline geçen aşırı zenginler ile çoğunluğun pençesinde kıvrandığı ağır yoksulluk arasındaki uçurumu kapatmaya çalışabilirlerdi. Gerek bunlar ve gerekse benzerleri, cahiliye uygarlıklarının çeşitli dönemlerinde insanlar arasında birleşme sebebi oluşturmuş faktörlerdi. Fakat araplar arasında hüküm süren kabile taassubu, sürekli çatışmalar, karşılıklı yağmalama ve soygun eylemleri, her kabilenin sırf kendi problemleri ile meşgul olması, başkalanna karşı böbürlendiği üstünlükleri elde tutmak isterken diğerlerinin onlardan yoksun olmalarım arzı etmesi gibi sebepler yüzünden bu kadar basit meseleler etrafında bile birleşmeyi düşünülemez hale getirmiş, hatta yılda bir kere biraraya geldikeri haç mevsimleri bile bu alanlarda aralarında yaklaştırıcı bir fırsat oluşturamıyordu. İşte İslâmiyet, o günün araplarım bu durumdan sıyırıp çıkardı. Fakat bu "sıyırıp çıkarma" olayı ne tarihteki herhangi bir cahiliye uygarlığında görülebilecek "millî bir birlik" meydana getirmeleri ve ne de aralarından çıkan bir liderin önderliği altında sınırlarını belirli bir toprak parçası üzerinde bir "yurt birliği" meydana getirmelerini amaçlıyordu. Bu "silkimş"in, amacı, onları tarihte benzeri görülmemiş bir "topluluk" haline getirmekti. bu "silkiniş" ile onların yüce Allah'ın (c.c.) "Sizler insanlar için ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah'a inanırsınız''şeklindeki övgüsünü hakkeden bir "inanç birliği" meydana getirmeleri amaçlanmıştı. Arapları sözüne ettiğimiz dağınıklıktan alarak "insanlar için ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmet" aşamasına ulaştıran "sosyal geçiş" olayını inceleyenler, bir kaç dakika sayılacak kadar çok kısa bir tarih kesiti içinde meydana gelen bu müthiş değişme karşısında şaşıp kalmaktan kendilerini alamazlar! Gerçi milliyetçilik ve tarihi maddecilik akımlarının bağlıları bu olaylar hakkında şu yüzeysel ve yanıltıcı yorumları ileri sürerler; "Efendim o günün arap-lan, Persler ile Bizanslıları Arap yarımadasından kovmak üzere milli bir birlik meydana getirmeye iç dinamikleri açısından hazır hale gelmişlerdi" ya da "O günün yoksulları, zenginlere karşı sosyalist bir devrim gerçekleştirerek iktidara elkoyma aşamasına gelmişlerdi." Bunlar birkaç saniye bile üzerlerinde durmaya değmeyecek kadar boş yorumlardır!
Çünkü o günün dağınık arap kabileleri arasında milliyetçilerin sözünü ettikleri "milli birliğin" hiç bir görünür belirtisi yoktu. Hiç kimse o dönemde böyle bir şeyden bah-setmemişti. Tıpkı bunun gibi ne o günün Arap yarımadasında ve ne de başka bir yerde daha sonraki uzun yüzyıllar boyunca bile sosyalist bir devrimin görünür ya da potansiyel belirtilerine rastlanmamıştır. O günün yoksulları. Arap yarımadasının tümünü içerecek biçimde yaygın bir sınıf birliği" oluşturarak zenginlere karsı has kaldırmak bir yana, tek bir kabile sınırları içinde bile zenginlere karsı ayaklanmak amacı ile birlik oluşturmuş değillerdi. Bunların hepsi bir yana. sözünü ettiğimiz "essiz ümmet birliği" bir inanç birliğidir. Bu birlik, gerek daha önceki veya daha sonraki milli nitelikli birlikte ve gerekse son yüzyılda görülen sosyal akımlar etrafında oluşmuş gurnp-lasnıalar arasında benzerine rastlanmayan kendine özgü bir "birlik" tir. Bundan dolayı "O günün arapları su veya bu nitelikte bir birlik kurmaya kendiliklerinden hazır duruma gelmişlerdi" şeklindeki yorumlar, doğru bile kabul edilseler, tarihte bu biçimi ile başka bir benzeri tekrarlanamamış olan bu eşsiz birliği açıklamaya yeterli olamaz. "Hayırlı Bir Ümmet" "İnsanlar için ortaya çıkarılmış hayırlı bir üm-met"i oluşturan bu eşsiz birlik nasıl meydana geldi? Hiç kuşkusuz bu oluşum, insanların gözlerinden uzak bir biçimde Erkam b. Erkam'ın evinde Peygamber Efendimizin (s.a.v.) etrafında biraraya gelen bir avuç öncü insan tara-findan başlatılmıştı. Bu öncü insanların her biri teker teker çevresini kuşatan cahliye uygarlığından kopmuş, ona sırt çevirmiş, kan ortaklığından kaynaklanan akrabalık ile kavmiyet esasına dayalı dostluk bağlarını keserek kalbleri, dilleri ve vücutlarının tüm organları ile onayladıkları "Lailâheillellah Muhammedün Resulüllah (Allah'dan başka ilâh yoktur ve Muhammed Allah'ın resulüdür)" şahadet cümlelerinin çağırdıkları yeni ufuğa yönelmiş ve bu cümleleri, onayladıkları andan itibaren tek sığınak ve aynı zamanda cahiliye uygarlığı ite aralarında kesin bir yol ayırım noktası olarak kabul etmiş kimselerdi. Bu seçkin öncüler, Peygamber Efendimizin (s.a.v) çevresinde biraraya geldiklerinde bütün varlıkları ile biraraya geldiler, daha önce hiç tanımamış oldukları sıcak bir ilişki biçimi kalblerini biribirine kaynaştırdı. Aslında inanç alanı dışında varlığına rastlanamayan bir ilişki biçimi Allah'da buluşmanın, Resulüllah'da buluşmanın sağladığı ilişki biçimi bu. Cahiliye ortamında da insanlar biraraya gelir, aralarında dostluk ve arkadaşlık ilişkileri meydana gelir. Fakat acaba o ortamlarda insanları biraraya getiren faktörler nelerdir? Bu faktörlerin başlıcalan kan birliğinden kaynaklanan akrabalıklar, ortak menfaatler ya da yine ortak ihtiraslardır.
Bundan dolayı bu ortamların insanları ne kadar biri-birlerine yaklaşsalar, aralannda ne kadar sıkı dayanışma kursalar bile bu yakınlık ve dayanışmaları kaynaşma de-recesine ulaşamaz! Sebebine gelince; bu ilişki biçimlerinde "kişisel bencillik/egoizm)" duygusu erimez; vücudlar, akıllar ve görüşler buluşsa bile bu duygu kalbler arasında engel olarak kalır. Bu ortamlarda yaşayan herkes kendi bencillik alanının çevresine bir ağ örer. İnsanlar aralarında yakınlık kurarlar, fakat bu yakınlıklar, kesinlikle kalblerinden kaynaklanan bencillik alanlarının etrafında ördükleri ağlarla sınırlı kalır. Bundan dolayı bu insanlar gerekli orandan daha fazla birbirlerine yaklaşarak kişisel bencillik alanlarını zorlamaya kalkıştıkları takdirde biribirlerinden nefret etmeye, biribirleri ile çatışmaya başlarlar! İnsanlar arasında sadece bir tek ilişki biçimi var ki, onda sözünü ettiğimiz nefret meydana gelmez. Çünkü bu ilişki biçimi, insan bencilliğinin çevresinde ördüğü sahte ağı eritir. Bundan dolayı kalbler sürekli biçimde biribirlerine yaklaşır ve sununda aralannda organik bir kaynaşma meydana gelir. Bu ilişki biçimi, inanç ilişkisidir. Sebebine gelince; bu ilişki biçimi, insanlar arasında yeryüzü çevresinde ve yeryüzü bağlantıları ile meydana gelmiyor. F>u ilişki, yüce Allah'ın bir kulu ile başka bir kulu arasında yüce Allah'da buluşan bir ilişkidir. Sözkonusu ilişkide bu iki kişinin kalbleri. gönüller arası yakınlaşmayı ve kaynaşmayı engelleyen bencillikten, kendini beğenmişlikten arınmış, kısa vadeli ve gökyüzünün yüceliğinden yoksun kaba dünyalık endişeler yerine yüce amaçlarla bezenir. İşte Peygamber Efendimizin (s.a.v.) etrafında buluşan kalbleri birleştiren, bu inanç ilişkisi oldu. Allah'da buluşmadan doğan bu ilişkiden önce sevgi, sonra kaynaşma doğdu. Arkasından gelen Peygamber sevgisi, bu kaynaşmayı daha da pekiştirdi ve sonunda bu kalbler arasında tarihin bize anlattığı o mükemmel kardeşlik meydana geldi! Öyle ki, iki sahabi yolda yürürken aralarına giren bir ağacı dolanarak tekrar buluştukları zaman ayrı düştükleri kısa bir anın ruhlannda meydana getirdiği özlem duygusu ile biribirlerine selâm verirlerdi! Yine bir gün sahabilerden birinin üzüntüden ağladığı görülür. Çünkü günün birinde Peygamberimizin (s.a.v) Ahirete göçerek aralarından ayrılacağı aklına gelmiştir. Oysa o, Peygamberimizinden dünyadayken ayrılmaya bile dayanamamaktadır. Bunun üzerine yüce Allah (c.c.) aşağıdaki ayeti indirir: "Kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allah'ın nimetlendirdiği sıddıklar, şehidler ve salihler ile beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar." (Nisa / 69) Bilindiği gibi peygamber Efendimiz "s.a.v. ı Mekke'den Medine'ye göç edince önce Evs ve Hazrec kabilelerinden olan müslümanlan biribirlerine kardeş ilân etmiş, bunun üzerine bu iki kabile arasında çok uzun zamandan beri hüküm süren kin ve düşmanlık duygusu hemen eriyivererek yerini yüce Allah'ın bağışladığı kardeşlik ve dirliğe bırakmıştı. Nitekim yüce Allah (c.c.) bu konuda söyle buyuruyor:
"Allah'ın size bağışladığı şu nimeti hatırlayınız. Hani siz biribirinize düşmanken Allah kalblerinizi birleştirdi de O'nun nimeti sayesinde kardeş haline geldiniz." (Al-i İmran/103) Peygamberimiz daha sonra da göçmen (muhacir) müs-lümanlar ile yerli müslümanlan (Ensar) biribirleri ile kardeş olarak eşleştirmiş ve aralarında tarihte benzeri görül-memiş o sıkı kaynaşmayı meydana getirmişti. Öyle ki, Medineli müslümanlar, gönüllü olarak ve yüce Allah (c.c.) ile Peygamberimizin buyurdukları yükümlülükleri aşarak sahibi oldukları mallan göçmen kardeşleri ile paylaşıyorlar, hatta bazan onlan kendilerine tercih ediyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah onlar hakkında şu ayeti indirdi: "Daha önce Medine'yi yurt ve iman barınağı edinenler yanlarına sığınan göçmenleri bağırlarına basarlar, onlara verilen ganimetlerden ötürü içlerinde kıskançlık meydana gelmez, hatta çok sıkışık durumda olsalar bile onlardı kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimrilik duygusundan korunursa, işte felaha erenler onlardır." (Haşr/69) İşte bu sevgi; inanç ilişkisinin meydana getirdiği sevgidir. Başka hiç bir ilişki biçimi, kaynaşma derecesine ulaştıran bu derinlikte, bu sağlamlıkta ve bu sıcaklıkta bir sevgi meydana getiremez. Çünkü bu sevgi; cahiiiye uygarlıklarında insan bencilliğinin kendi çevresinde ördüğü koruyucu ağın yapmacık duvarına çarpıp tökezlemez. Peygamberimiz tarafından ilân edildiğini belirttiğimiz kardeşlikler ne iki asil arasında oluşan sınıfsal kardeşlikler ne iki arap arasında kaçınılmaz biçimde varolabilecek kavim ya da ırk dayanaklı kardeşliklerdi. Bu kardeşlik milliyeti, deri rengini, dili, ekonomik konumu ve sosyal düzeyi arka plâna atan. hatta hesaba katmayan ve iki "müslüınan" arasında meydana gelen bir islâm kardeşliği idi. Çünkü bu kardeşlik yüce Allah'ın (c.c.) "Müminler bi-ribirlerinin kardeşleridir" ayetinde ifadesini bulan, diğer bütün ilişki biçimlerim bir yana atarak kalbleri iman bağı ile biribirlerine bağlayan bir kardeşliktir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v) amcası Hamza ile kölesi Zeyd'i, Ebu Bekir ile Harice b. Zeyd'i, İbni Revahe Hasamı ile Bilâl b. Rebah'ı biribirine kardeş ilân etti. Böylece bü-tün ırk, renk ve dil farklılıklarını eriten inanç potasında Habeşli Bilâl, Bizans asıllı Suheyb ve İran göçmeni Sel-man; Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali ve diğer sahabiler bi-raraya gelmişlerdi. Hatta Peygamberimiz (s.a.v) Hz. Selman hakkında "Selman bizdendir, yani ehli beytimiz-dendir" buyururken Hz. Ömer, Ebu Bekir ile Bilâl hakkında "Ebu Bekir hem bizim efendimizdir, hem de bizim efendimizi (Bilâl'ı) azad ettirdi" demiştir. (Hakim-Müsted-rek) Bu örnek insan topluluğu bizzat yaratıcısı olan yüce Allah (c.c.) tarafından "Sizler insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz" vasıflandırılan "ümmet'tir. Bu örnek insanlar, tarih boyunca meydana gelen hiç bir sosyal gurubun gerçekleştiremediği gerçek anlamı ile ümmet olmuşlardır.
Bu örnek insan topluluğu, gerçek anlamlı ümmeti oluşturucu bağlara sahip olan bir inanç ümmeti bir akide milletidir. "Millet" demek cahiliye uygarlığı sosyolojisi tarafından tanımlandığı gibi "ortak bir yurdu, ortak bir dilin, ortak bir ırktan gelmenin ve ortak menfaatlerin birleştirdiği bir insan topluluğu" elemek değildir. Çünkü bu tanımda yera-lan ortak faktörlerin hiç biri insan tercihinin sonucu değildir. Ve bu faktörler insanları biraraya getirdikleri gibi hayvanları da biraraya getirmeyi sağlayan faktörlerdir. Sözgelimi belirli bir yerde doğmak insanın kendi tercihinden kaynaklanmaz. Buna göre bunun insanlar arasında üstünlük sebebi olarak kabul edilmesi akıl dışıdır. İnsanın doğduğu yörenin dilini kullanması kendi seçimine dayanmaz. Bu yüzden bunun da insanlararasmda üstünlük sebebi sayılması anlamsızdır. Doğuştan belirli bir ırka mensup olmak da daha önceki diğer iki faktör gibi insanın kendi iradesi ile seçtiği bir vasıf değildir. Böyle olmasına rağmen insanları ırkları ya da derilerinin rengine dayanarak biribirinden üstün saymak, sadece geçmiş cahiliye uygarlıkarının damgasını taşıyan bir saçmalık değil, yirminci yüzyıl cahiliye uygarlığının benimsediği bir saçmalıktır. "Ortak menfaatler" faktörüne gelince bu faktör, sadece insanları değil,hayvanları da bir araya getirebilir. Bilindiği gibi hayvanlar belirli bir otlak, belirli bir yem birikintisi ve belirli bir su kaynağı başında aralarında uyumlu kümeler meydana getirirler ve bu "ortak menfaatlerini" tehdit eden diğer hayvan kümelerine karşı koyarlar. Oysa insanları biribirinden üstün kılan Faktör, birlikte paylaşılan, uğrunda biraraya gelinen, titizlikle korunan ve uğrunda mücadele verilen "insanî değerlerdir". İste diğer her şeyden önce "ümmet"i oluşturması mümkün olan faktör budur. Çünkü sosyal hayatın eksenini bu değerler oluşturmaya lâyıktır; yoksa yurt, dil. ırk ya ela başka bir ortak faktör değil. Bundan dolayı insan hayatının en yüce dayanağı olabilecek olan inanç faktörü, gerçek ümmetin, "en hayırlı ümmetin" temeli olabilecek olan gerçek sosyal bağdır. Diğer bütün sosyal ilişkiler bunun altında yer alır. Yurt, dil, ırk ve akrabalık ilişkileri yani. Bu ilişkiler yardımcı birer faktör olurlar. Ama hepsi biraraya gelse bile inanç bağının yokluğu halinde ümmeti, milleti meydana getiremezler. Oysa tek basma inanç faktörü, sözkonusu ikinci dereceli faktörlerin tümünün yokluğu halinde bile fertleri biribiri-ne iman bağı ile bağlı olan, kardeşler topluluğundan oluşmuş bir ümmet meydana getirebilir ve bu ümmet bir yandan "tuğlaları biribirini destekleyen sağlam bir yapı" oluştururken bir yandan da "rahatsız olan organının acısına diğer organlarının uykusuz kalarak ve ateşlenerek katıldıkları duyarlı bir organizma gibi" olur. Bilindiği gibi yüce Allah (c.c.) Kur'an'da "Allah, kendi yolunda kurşunla kaynatılmış binalar gibi saf bağlayarak düşmana karşı savaşanları sever"(Saff/4) buyururken Peygamber Efendimizin (s.a.v.) müminleri şöyle tanımlıyor: "Müminler arasındaki sevgi, karşılıklı acıma ve dayanışma bir organizmaya benzer. Organizmanın herhangi bir organı rahatsızlanınca geride kalan kısmı ateşlenerek ve uykusuz kalarak bu rahatsız organın acısını paylaşır." (Buhari, Müslim, vd)
Kur'an-ı Kerim birçok ayetinde bu bağın, diğer bütün insanlararası bağları kesip atarken kopmaz kalabilen tek geçerli ve dayamlabüecek biricik bağ olduğunu vurgular. Nitekim Nuh kıssasını anlatırken yüce Allah (c.c.) söyle buyuruyor: "Nuh seslendi: Ey Rabbim, dedi, oğlum benim ailem-dendir. Senin sözün elbette haktır ve sen hakimlerin hakini isin.• Allah: "Ey Nuh, dedi, o senin ailenden değildir. Çünkü kötü işler yaptı. Bilmediğin bir şeyi benden isteme. Sana cahillerden olmamanı öğütlerim! Nuh dedi ki: Ey Rabbim, bilmediğim bir şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz, bana acımazsan ziyana uğrayanlardan olurum." (Hud/45-47) Bilindiği gibi daha önce yüce Allah (c.c.) Hz. Nuh'a, haklarında kesin hüküm verilenler dışında kalan aile fertlerim tufandan kurtaracağım şu ayetle vadetmişti: "Nihayet emrimiz gelip de tandır kaynayınca (iş ciddi-leşip sular kaynayınca) Nuh'a dedik ki 'Her şeyden ikişer çitfile boğulması hakkında ezeli sözümüz geçenler dışında aileni ve müminleri gemiye yükle.' Zaten onunla birlikte inananlar pek azdı." (Hud/40) Bunun üzerine Hz. Nuh, bir kenarda duran oğlunu tek kurtuluş aracı olan gemiye binmeye çağırır. Oğlu bu çağrıyı reddederek tufanın dalgalarına kapılır. Yüce Allah (c.c.) bize bu olayı şöyle anlatır: ''Gemi onları dağlar gibi dalgalar arasından geçirirken Nuh bir kenarda duran oğluna 'Yavrum, bizimle birlikte gemiye bin, kafirler ile beraber olma' diye seslendi. Oğlu 'Kendimi sulardan koruyacak bir dağa sığınacağım" dedi. Nuh "Bu gün Allah'ın hükmü fiden koruyacak hiç bir .sev yoktur, ancak O'nü n acıdığı kimseler kurtulur" dedi. Btt arada aralarına dalga giriverdi ve o da boğulanlardan oldu." (Hud/4243) Tufan sona erip gemi yere oturduktan, bu arada kurtulan kurtulup helak olan helak okluktan sonra Hz. Nuh'un kalbinde helak olan oğluna karsı dayanılmaz bir özlem be-lirdi ve bu özlemin etkisi ile Rabbine, ailesinin kurtulacağını vaadettiğine, vaadinin kesinliği şüphe götürmez olduğuna göre ailesinin fertlerinden biri olan oğulunun niçin boğulduğunu sormaya yönelir. Yüce Allah (c.c.) Hz. Nuh'un bu sorusu karsısında insanlar arasındaki gerçek ilişkinin kan ortaklığı ilişkisi değil, inanç ilişkisi olduğunu vurguluyarak belirtmek üzere 'Ya Nuh, o senin ailenden değildi, çünkü o kötü işler yapmıştı" buyurur. Hz. Nuh'un oğlu iman etmeyi reddedince aradaki inanç bağı koptu. Bu bağ kopunca aradaki diğer bütün bağlar da kesiliverdiği için Hz. Nuh'un oğlu, ailesinin bir ferdi olmaktan çıkıverdi. Oysa Kur'an-ı Kerîm'in "Hz. Nuh, oğluna seslendi" şeklindeki açık ifadesinden anlaşılabileceği gibi adam, Hz. Nuh'un gerçekten oğlu idi. Öteyandan yüce Allah (c.c.) bize Hz. İbrahim -selâm üzerine olsun- kıssasını anlatırken şöyle buyuruyor:
"İbrahim ile onun arkadaşlarında sizin için ibret alı-nacak güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine dediler ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakarak taptığımız putlardan uzağız. Sizin taptığınız putları tanımıyoruz. Siz tek olan Allah'a inanıncaya kadar sizinle aramızda sürekli düşmanlık ve nefret olacaktır." (Mümtehine/4) Aynı konuda Peygamber Efendimizin (s.a.v) ümmetine seslenen ilâhî uyanların bir örneğini birlikte okuyalım: "Ey müminler; eğer babalarınız ve kardeşleriniz kafirliği müminliğe tercih etmişler ise Bakırı onları dost (veli) edinmeyiniz. İçinizden kim boy l e terini dost edinirce onlar zalimlerin ta kendileridirler. De ki; "Eğer ha balarınız, evlâtlarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretini:, kazandığınız mallar, fesada uğramasından korktuğunuz ticaretiniz ve hoşunuza giden evler sizin gözünüzde Allah'da fi, Resulüllah'dan ve Allah yolunda cihat etmekten daha sevgili ise Allah'ın haslarınıza getireceği belâları bekleyiniz. Allah fasıklan doğru yola iletmez." (Tevbe /23 -24) Görüldüğü gibi yüce Allah (c.c) bu ayetlerde kan ortaklığından kaynaklanan bütün akrabalık ilişkilerini, hatta cahiliye toplumunun bütün birleştirici faktörlerini terazinin bir kefesine, buna karşılık Allah ve Resulüllah sevgisi ile Allah yolunda cihad etme yükümlülüğünü öbür kefesine koymakta ve berikini öbürüne baskın çıkardıktan sonra ilâhî ölçüleri çiğneyenleri acı bir azapla uyarmaktadır. Gerçi İslâmiyet, merhamet anlayışının ve insancılığının ifadesi olarak -müşrik bile olsalar- anababanın bakımına ve gözetimine önem verdi, ama bakmak ve gözetmek ile ümmetin temel dayanağını oluşturan sevgi ve bağlılık biribirinden farklı şeylerdir.[7] İnanç bağının kopuk olduğu yerde sevgi bağı da kopar. Bu bağ inanç şemsiyesi altında oluşan ümmetin can damarıdır. Bilinen diğer insan-lararası bağlar sıraca bundan sonra gelir ve göreceli bağlantılar oluştururlar, nitekim yüce Allah (c.c.) "Allah'ın kitabına göre akrabalar (ulul erham) biribirine varis olmakta önceliğe sahiptirler" buyuruyor.[8] Fakat bunun için gerçek anlamlı ümmetin temel dayanağı olan inançta birleşmek şarttır. İste biri birlerine inanç bağı ile bağlanmış insanlaı*dan oluşan bu ümmet, yaratıcı tarafından "sizler insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz" diye övülen ve bu biçimi ile tarihte bir başka eşine rastlanmayan ümmettir. Evet. daha önceki dönemlerde de mümin ümmetler varolmuştu. Onlar da inanç bağı ile oluşmuş "hayırlı ümmet"lerdi. Fakat bu ümmet dar çerçeveli, tarihteki Fonksi-yonları sınırlı ümmetlerdi. Çünkü Peygamberimizden önceki peygamberler sadece kendi kavimlerine (milletlerine) gönderilmişlerdi. Oysa insanlığın tümüne gönderilmiş olan bizim Peygamber Efendimizin (s.a.v.) ümmeti, bizzat yaratıcısı ve bu benzersiz niteliği ile meydana çıkarıcısı olan yüce Allah'ın (c.c.) şahadeti ile "İnsanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet"tir. Bu gerçeği şüphe ile karşılayanlar, bu ümmet ile tarihte ve günümüzde birden çok ırk, renk, dil ve kültür sahibi insanlan bünyesinde bir araya getirmiş olan millet
toplu-luklarını biribirleri ile karşılaştırsınlar. Bu tür insan topluluklarının tarihte ve günümüzdeki en önemli örnekleri eski Roma İmparatorluğu, İngiliz Milletler Topluluğu (Common Wealth), Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğidir. Söze eski Roma İmparatorluğundan girelim. Tarihin açıkça belirttiği gibi bu imparatorlukta "Anadevlet" merkezi otoriteyi oluşturuyordu, diğer devletler bu merkezi otoriteye kesinlikle bağımlı bir konumdaydılar. Başka bir deyimle, bu sözde "kardeş" millet ve halkların devletçikleri ile ana devlet arasındaki ilişkiler eşitlik ilkesine dayanmıyordu. Hatta milâdi 325 yılında kral Kostantin, hristiyanltğı kabul edip onu imparatorluğun resmi dini ilan edince bile, bu imparatorluğun yapısında "hristiyan kardeşliği" egemenlik sağlayabilmiş değildi. Sadece görünüşte kalan bazı sembolik alanlar dışında kalan diğer sosyal uygulamalar kardeşlikten ve eşitlikten tamamen uzak bir anlayışa dayanıyordu. Bu anlayış, "ana devlef'e kesin bir bağımlılık istiyordu. Bağımlı devletçiklerin imparatorluğun hayatındaki tek fonksiyonu merkezi devleti servetle ve insan gücü ile bes-lemekti. Servet, merkezî devletin zenginleşmesi ve yöneticiler ile yardakçılarının harvurup harman savurmaları için gerekli idi. İnsan gücü de bu imparatorluğun arzu ve ihtirasları, daha doğrusu sözde "kutsal" imparatorun şahsî arzu ve ihtirasları uğruna savaşmak ve ölmek için lâzımdı. Bu "taşra" devletçiklerinin merkezî otorite önünde bağlılıktan ve sınırsız fedakârlıktan başka hiç bir fonksiyonu yoktu. Bütün bunlara karşılık ellerine geçen tek "onur" imparatorluğa bağlı olmaları idi! İngiliz milletler topluluğuna gelince anlatacağımız şu bir tek olay, onun yapısı ve hakim zihniyeti hakkında ayrıntılı açıklamalara girişmemizi gereksiz kılar kanısındayız. Çünkü bu olay, merkezi devlet ile pohpohlayıcı bir unvanla anılsınlar diye "Britanya milletler topluluğu" olarak adlandırılan "sömürgeler arasındaki ilişkinin gerçek niteliğini açıkça ortaya koymaktadır. Anlatmak istediğimiz olay, İkinci Büyük Savaş sırasında geçer. Bu savaş Afrika'nın kuzeyinde, bugünkü Libya sınırları içinde yer alan "Büyük Sahra" müttefik ve mihver blokları arasında sık sık el değiştiriyordu. Sonunda Alman mareşali Rommel'in kuvvetlerini geri püskürten müttefiklerin eline geçmişti. Bu amansız çekişme sırasında taraflar arasında en çok el değiştiren mevzilerin başında "Tobruk" şehri geliyordu. İşte bu el değiştirmelerin birinde Alman kuvvetleri. İngiliz birliklerinin baskısı altında şehri boşaltarak geri çekilmişti. Bu tür geri çekilmeler sırasında mevzilerini boşaltan tarafın, saldırgan tarafa mümkün olduğu kadar çok zayiat verdirmek amacı ile geri çekilirken, boşalttığı araziyi mayınlardı. Savaş kuralları böyle gerektiriyordu. Buna karşılık saldıran taraf da insanca zayiatını en aza indirebilmek amacı ile muhtemel mayın tarlalarına başıboş at ya da deve sürüleri salarak mayınları patlayarak insan ölümlerim önlemeye çalışırdı. En azından müttefik birliklerinin bu savaştaki uygulamaları hep böyle olmuştu.
Fakat sözünü ettiğimiz tarihî Alman geri çekilmesinden sonra şehri ele geçiren İngiliz birliklerinin komutanı, mayınlı araziye at ve deve sürüleri yerine komutası altındaki Hind askerlerini sürer, böylece Hindli delikanlıların canlan karşılığında beyaz derililerden oluşan öz askerlerine yol güvenliği sağlar. Komutanın neden böyle hareket ettiğini şu ana kadar öğrenememiş olduğumu belirtmeliyim. Neyse, müttefikler böylece "parlak" bir zafer kazanmıştı. Bu sonucu tescil etmek amacı ile yayınlanan askerî bildirinin bir yerinde şöyle deniyordu: "Düşman kuvvetlerini bozguna uğratarak Tobruk şehrini ele geçirdik. Zayiatımız çok azdı. Yalnız Hind birliğinin arka tarafı tamamen yokoldu!" Sözü Amerika Birleşik Devletlerine getirdiğimiz zaman bu imparatorluğun kötülük ve ayıplarına örnek olarak onun siyahlara karsı takındığı tutumu hatırlamamız yeterlidir. Siyahlar, bu devletin beyaz derili mensuplarının hem "vatandaşları ve hem de dindaşlarıdır. Çünkü siyah derililer de büyük çoğunlukla hristiyarıdırlar. Buna rağmen bazı lokantaların ve sinema salonlarının giriş kapılarında bütün çirkinliği ile şu uyan yazısı dikkati çeker; "Siyahlar ve köpekler içeri giremez." Ayrıca sık sık şu manzara ile karşılaşmak mümkündür: Bir gurup beyaz saldırgan, bir zencinin üzerine üşüşmüş. Adamı döve döve yere düşürüyorlar. Sonra da canı çıkıncaya kadar onu yerde tekmeliyorlar. Bu sırada beyaz derili polis, saldırganlara arkasını dönmüş. Beklediği şey adamların "Kutsal savaş"larını zaferle noktalayarak olay yerinden kaçmalarıdır. Arkasından olay "faii meşhur cinayetler arasına kaydedilecektir! Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğine gelince; bu imparatorluk, sözde, inanca dayalı bir topluluktur! Oysa asıl otoritenin sahibi olan ana devlet, "Rusya"dır. Diğer "sovyet'ler varlıkları ile yoklukları arasında hiç bir fark olmayan birer uydudurlar. Ne imparatorluğun genel siyasetinde ve ne de diğer herhangi bir konuda söz hakları vardır. Tek fonksiyonları itaat etmek ve uygulamaktır. Ayrıca itkidarda olan diktatörün kayıtsız şartsız birer şakşakçısı olmak zorundadırlar. Öyle ki, eğer diktatör ölür de yerine geçenler, günün birinde tıpkı Stalin örneğinde görüldüğü gibi, kirli çamaşırlarını ortaya dökmek isterlerse, bu uydu Sovyetlerin, yeni efendilerinin emirlerim yerine getirmek üzere eski diktatörü, en ağır hakaretler ile kötülemek için aralarında yarışa girerler! Bu imparatorlukta merkeze bağımlılık o kadar ileri götürülmüş ki, vaktiyle; yani yeni "ideoloji" iktidara gelmeden önce, bu Sovyetlerde yapılmış olan fabrikalar yerlerinden sökülerek merkezî devletin sınırlan içine taşınmış ve böylece egemenliğin tek sahibi olan 'ana devlet"in güç ve zenginliği daha da pekiştiril s ne k istenmiştir. Oysa inanca dayalı veya gençek anlamda inançtan kaynaklanan insan toplulukların: en güçlü sosyal bağ. insanlar arasındaki en egemen uta. Allah'da birlesen "kardeş' liktir. Bu kardeşlik pratik hayatta ne oranda gerçekleşirse ümmet kavramı o oranda gerçeklik kazanır. Kıyamet günü yüce Allah (c.c.) katındaki itibarı o oranda olacağı gibi insanlık tarihi içindeki itibarı da bu pratik uygulama oranına bağlı olur. Hiç kuşkusuz sözümüzün konusu olan o eşsiz ilk kuşak, bu kardeşliği en büyük oranda gerçekleştirdi. Bundan dolayı Peygamberimizin (s.a.v).
"En hayırlılarınız benim çağdaşlarındır."[9] sözünde ifadesini bulduğu üzere bu nesil, Allah katında itibarı en yüksek olan ve insanlık tarihi içinde en ağırlıklı etkiye sahip olan nesil olmuştur. Sözkonusu kuşak bu kardeşliği sosyal hayatın her alanında, toplumun her kesiminde gerçekleştirdi. Onu önce muhacirler ile ensar'ın kendi aralarında gerçekleştirdi. Arkasından onu muhacirler ile ensar arasında tarihin belgelediği o parlak şekli ile gerçekleştirip yüce Allah'ın özellikle vurguladığı bir bağış örneği oluşturdu: "Allah onların kalblerini uzlaştırdı. Sen yeryüzünde bulunan herşeyi harcasan bile yine onların kalblerini uz-laştıramazdın. Fakat Allah onları uzlaştırdı. Çünkü aziz ve hakimdir." (Enfal/63) Söz konusu kuşak bu kardeşliği, bütün canlı İslâm tarihi boyunca islâm ümmetinin belirgin bir özelliği olacak ve en üstün örneğini kendisi oluşturacak biçimde gerçekleş-tirdi. Biz bu üstün örneğin pratik uygulamasını Ensarin Muhacirlere karşı gösterdikleri tarihte eşi görülmemiş dayanış mada gorüyoruz. Bu öyle bir sosyal dayanışma ki; sadece aile veya sadece akrabalarla sınırlı kalmıyor, islâm toplumunu tümü ile içeriyor. Yine bu sosyal dayanışma devlet hazinesinin zen-ginlerden toplayarak yoksullara dağıttığı zekât kurumu ile sınırlı kalmıyor, Allah yolunda genel bir malî fedakârlık boyutlarına varıyor. Ayrıca bu sosyal dayanışma, sadece islâm toplumunun yoksullarına maddî yardım yapmakla sınırlı kalmıyor. Maddî ve görünür yardım biçimlerini aşarak başka bir çok sosyal güvenlik biçimlerini içeriyor. Bu sosyal dayanışma, toplumun zengin-fakir, güçlüzayıf bütün kesimleri arasında eşit biçimde can, mal ve namus güvenliği sağlayacak bir muhteva zenginliği kazanıyordu. Nitekim Peyamber Efendimiz (s.a.v.) ünlü Veda Hutbesi'nin bir yerinde şöyle buyuruyor: "Ey insanlar, şu içinde yaşadığınız belde (Mekke) şu ayın şu gününde sizin için nasıl savaş yasağı getiriyorsa, aynı şekilde canlarınız, ırzlarınız ve mallarınız biribiriniz için haramdır, dokunulmazdır." (Veda Hutbesi) "Müslümanlar arasında can güvenliği vardır ve en zayıfları bile yükümlülüklerini titizlikle yerine getirir." (Ebu Davud, îbn-i Mace, Ahmed) Bu sosyal dayanışma iyiliğe, iyiliği yeryüzünde yaygınlaştırmaya ve beşeriyeti, "insanlığa" yaraşır bir düzeye çıkarma amacını taşır. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyu-ruyor: Erkek-kadın bütün nıu'nıinler birebirlerinin dostları, velileridirler. Onlar iyiliği emreder, kötülükten takındırır, namazı kılar, zekâtı verir, Allah'a re Re^ulüllah'a itaat ederler." (Tevbe / 71)
insanlığın ancak son yüzyıllarda bazı nazari ufuklarından "sözeclebildiği" bu yüksek dereceli sosyal dayanışmayı ancak "inanç toplumu" uygulayabilir. Çünkü bu toplumun temel yapısı bu sosyal dayanışmaya dayanır, bu ileri dereceli dayanışma onun psikolojik ve davranışsal yapısının ayrılmaz bir parçasını oluşturur. İlk müslümanlar kuşağı bu sosyal dayanışmayı diğer herhangi bir insanlık kuşağından çok daha büyük oranda gerçekleştirdi. Bu ileri dereceli gerçekleşmeyi hem "mali dayanışma" ve hem de islâmiyetin getirdiği değerleri ve ilkeleri koruma alanında görebiliriz. Mali dayanışmanın en çarpıcı örneği; Medineli (ensar) müslümanların muhacirler (göçmenler) lehine mallarının yarısını feda etmeleridir. Aynı dayanışma geleneğinin islâmî değer ve ilkeleri koruma alanındaki başlıca örneklerim şöyle sıralayabiliriz: O kuşağın herhangi bir müslümam, bir başka müslüman kardeşine "Kardeşim, gel bir saatliğine imanımızı tazeleyelim" yani "imanın çeşitli boyutlarını aramızda gözden geçirerek gündelik hayatımıza uygulayalım" diyor. Bu dayanışmanın bir sonucudur ki, bu kuşak suç işleme ve saldırganlık oranı en düşük; can, mal ve namus dokunulmazlıklarına en titiz biçimde riayetkar, müslüman kardeşinin onur ve duygularına saygı göstermeye en düşkün insanların kuşağı oldu. Öyle ki, bu kuşağın bir ferdi olan Ebu Zerr, siyah derili birine "Ey siyah derili ananın oğlu' diye seslenince Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tarafından: "Sen bazı cahiliye huylarını hâla üzerinde taşıyan, cahiliye alışkanlıklarından henüz tatnamîyle kurtulamamış bir adamsın," diye azarlanır ve bu azar üzerine Ebu Zerr, yüzünü yere koyarak o siyah deriliye: "Gel de ayağınla yüzüme has der. Yine bu ilkeler ve değerler dayanışmasının bir tezahürüdür ki, Kııreyşli bir arap olan Hz. Ömer. Habesli Hz. Bilâl'den "Efendimiz Bilâl" diye sözediyor. Böyle olunca bu neslin, bizzat Peygamberimizin şahitliği ile yüce Allah katında en değerli kuşak olarak sayılmasına şaşırmamalıyız. Yine bu kuşağın, insanlık tarihini en geniş çaplı ve uzun ömürlü etkinin kanıtı, bu kuşağın yeryüzünde ne daha önceki ve ne de daha sonraki hiç bir kuşağa nasip olmamış derecedeki yayılması, toprak ele ge-çirmesidir. Bu geniş topraklar ele geçirme başarısının kaynağı, ne asker sayısının fazlalığı, ne silâh üstünlüğü ve ne de savaş uzmanlığı idi. Tersine, bu kuşağın karşısına çıkan düşmanlar, bu alanlarda ondan daha üstün idiler. Bu zaferlerin tek kaynağı, bu ümmetin inandığı ve bütün fertleri ile potasında eridiği gerçeğin büyüklüğü idi, yolu üzerine dikilen her biçim ve renkteki bütün batıl engelleri kırıp geçiren iman gücü idi. Bu sayededir ki; bu ufak mü'min topluluk, cahiliye uygarlığını yeryüzünün geniş bir bölümünden söküp atarak kökten kurutmuştur. Cahiliye uygarlığının bu bozgunu sadece yıkılan hükümetler, devrilen saltanatlar ve yeniler ordular seklinde değil, silinen inançlar, tarihe gömülen sosyal düzenler ve yürürlükten kaldırılan gelenekler biçiminde de karsımıza çıkar.
Bu örnek neslin fonksiyonu sadece kâfir devletleri, hükümetleri ve orduları inançları, sosyal düzenleri ve gelenekleri ile birlikte ortadan kaldırmaktan ibaret kalmadı. Buna askeri üstünlüğe sahip normal beşeri güçler de başarabilir. Nitekim Anibal, Cengiz Han. Napolyon ve Hitler belirli bir tarih kesitinde bunu yapabilmişlerdi. Fakat bu inanç ümmeti, unların hiç birinin yapamadığı bir şeyi yaptı. Bu ümmet, ele geçirdiği topraklarda baskı ve zorlamaya başvurmaksızın haklı inancı ile bu inancın dilini yaymayı başarmıştır. Bilindiği gibi müslümanlar, o günlerin gayet zengin ve güçlü imparatorluklarından biri olan Sasanî (Eski İran) devletini yıktılar. Bunun yanında o dönemin en büyük devleti olan Bizans imparatorluğunun önemli bir bölümünü ele geçirdiler. Fakat bu fetihler sonucunda ele geçirdikleri yörelerin hiç bir insanını zorla müslüman yapmaya kalkışmadılar. Böyle yaparken yüce Allah'ın (c.c.) emrini yerine getirdiler. Çünkü yeryüzünde hükümran olan zorbaları (tağutları) devirmeyi emreden yüce Allah (c.c.) bunun yanında hiç kimseye hak dini zorla kabul ettirmeye kalkışmaya izin vermiyor, insanlar ile hak din arasında engel oluşturan hükümetleri, sosyal düzenleri ve orduları ortadan kaldırdıktan sonra, hak dine girmeyi insanların serbest iradeli tercihlerine bırakmayı buyuruyor. Konu ile ilgili olan şu iki ayeti dikkatle okuyalım: "Fitnenin kökü kazınıp Allah'ın dini tamamen egemen oluncaya kadar kâfirler ile savaşınız." (Enfal/ 39) "Dinde zorlama yoktur. Artık doğru ile eğri biribirin-den ayırdedilecek biçimde belli olmuştur. Kim zorbalara karşı çıkarak Allah'a inanırsa hiç kuşkusuz kopması sözkonusu olmayan sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah her şeyi işiten ve bilendir." (Bakara /256) Fakat bu örnek kuşağın elinde gerçeklesen mucize sudur: Müslüman olmaları için hiç bir baskıya başvurulmamış olan kitleler kendi istekleri ile ntüslünum oldular, akın akın bu yola koyuldular, ülkelerinin müslümanlarm ellerine geçişini sevinçle karşıladılar, onları sevgi ile bağırlarına bastılar ve bunun sonucu olarak bu ümmetin ayrılmaz bir parçası ve islâm ordusunun gönüllü askerleri haline geldiler. Ayrıca çoğunlukla daha ünce konuştukları dillen unutarak bu yeni inanç sisteminin dilini konuşmaya başladılar.[10] Hiç kuşkusuz eğer bu "fatih ümmet sırf bir savaş galibi ümmet olsaydı ya da sadece egemenlik alanını durmadan genişletmeyi düşünseydi veya cahiliye tarihi boyunca gördüğümüz bütün büyük inparatorluklar gibi yeryüzünde sadece üstünlük ve fesad peşinde koşan bir güç olsaydı, bu sonuca ulaşamazdı. Fethedilen ülkelerin insanlann bu fatih ümmetin inanç sistemini şunun için benimsedi ve kendi dillerini şu yüzden bırakarak onun dilini konuşmaya koyuldu. Çünkü onlar, bu ümmeti tarihin o dönemine kadar benzeri tekkar-larlanamamış olan bir "örnek" olarak algıladılar. Öyle bir "inanç ümmeti" örneği ki, fethettiği toprakları genişleme ve
üstünlük kurma ihtirası uğruna değil; aydınlığı, adaleti, güvenliği, kalbleri diriltip gözleri açan yüce insanlık değerlerini yaymak için fethediyor.
III. YERYÜZÜNDE İLAHİ ADALETİ GERÇEKLEŞTİRMEK
İlâhî adaleti yeryüzünde gerçekleştirmek ve bu görevle imanın özü arasında bağ kurmak, yüce Allah'ın (c.c.) bu ümmete verdiği emirlerden biridir. Nitekim yüce Rabbimiz (c.c.) bize şöyle buyuruyor: "Ey mü'minler, adalete titizlikle be la h için şahitlik edenlerden olunuz. Kendinizin, ana-babanızın akrabalarınızın aleyhine bile olsa ayrıca ana-babanızla akrabalarınız ister zengin, ister fakir olsunlar. Çünkü Allah, onlara sizden daha yakındır. O halde sakın keyfinize uyarak adaletten ayrılmayınız. Eğer şahitlik ederken kemküm eder ya da doğruyu söylemekten kaçınırsanız, hiç kuşkusuz, Allah, yaptıklarınızı yakından bilendir. Ey iman edenler, Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirmiş olduğu kitaba inanınız. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, Peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, o, koyu bir sapıklığa düşmüştür." (Nisa /135-136) "Ey müminler, Allah için adalet uyarınca şahitlik edenler olunuz. Herhangi bir guruba karşı beslediğiniz kin sakın sizi adaletten saptırmasın. Adalete uygun davranınız, takvaya yaraşan budur. Allah'tan korkunuz, hiç şüphesiz Allah yaptığınız her şeyden haberdardır." (Mai-de/8) Adalete bağlılık görevi ile Allah inancı arasında sıkı bir bağ kurmak, bu görevi sırf Allah rızası için yapmak bu misyonu bu ümmetin karakteristik bir özelliği ya da varlığının ayrılmaz bir niteliği haline getirir ve onu insanlığın önderliğine, yöneticiliğine yatkın ve elverişli olmaya hazırlar. Fakat nefsin ihtiraslarını yenmek, sosyal hayatta görülen zulümlerin ve saldırganlıkların kaynağı olan içgüdüleri ve arzulan frenlemek belirli bir vicdan eğitimini gerektirir. Ancak böyle bir eğitim sayesinde nefisler hakka boyun eğer, onun ölçülerinden sapmamaya razı olur. Ancak böyle bir psikolojik yetişme dönemi sonunda insanlar adalet terazisini tam dengede tutmayı benimseyerek ne sağa ve ne de sola tartmasına meydan vermezler. İşte bu ümmetin ilk kuşağı, ilâhî adaleti yeryüzünde gerçekleştirme alanında zirve noktasına ulaştı. Öyle ki, daha önceki hiç bir dönemde yöneticileri adil olmakla ün yapmış milletler bile, bu alanda bu derece basan kazanamamışlardı. Bu başarı, insanlığın çağdaş demokratik düzenlerde gerçekleştirdiği ve değerler ve ilkeler dünyasında doruk
noktası oluşturduklarını sandığı siyasî alandaki bazı adalete dönük uygulamalara rağmen şimdi bile üstünlüğünü ve erişilmezliğini korumaktadır.[11] Yüce Allah (c.c.) bu ümmeti, bütün insanlığın hayra ulaştıncı yol göstericisi ve Kıyamet günü hesaplaşması sırasındaki şahidi olmak üzere hazırladığı ve Peygamber Efendimizi -salât ve selâm üzerine olsun- de onları bu yüce hedefe uygun biçimde eğitmekle görevlendirdi. Nitekim o bize şöyle buyuruyor: "Böylece siz insanlara örnek ve şahid olasınız ve Peygamber de size örnek olsun diye sizleri ortada yer alan aracı bir ümmet yaptık." (Bakara 1143) Yüce Allah'ın f c.c.) yeryüzü üzerindeki fonksiyonunu yerine getirmek üzere bu ümmete verdiği eğitim, hayret verici nitelikte idi! Her şeyden önce bizzat Peygamber Efendimizi, Allah'a itaat etmek ve O nun hoşnutluğu peşinde koşmak dışında netice ile ilgili hiç bir fonksiyonu olmadığı hususunda eğitti. Bakınız bu konuda Peygamberimize ne buyuruyor: 'Sana o işten hiçbir şey düşmez (Sen sadece bir uyarıcısın). " 'Al-i İmran /128) "Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldi ise haydi yapa bilirsen yerin dibine inebileceğin bir delik ya da göğe çıkabileceğin bir merdiven ara ki, onlara bir mucize geti-resin!" (Enam /35) "Ey Muhammed, sen sevdiğini doğru yola iletemezsin. Fakat Allah dilediğini doğru yola iletir. O, yola gelecek olanları daha iyi bilir." (Kasas/56) Öyle ki Peygamberimiz Mekke'den yola çıkacak, bir sürü sahibinin Allah'dan ve kurttan başka hiç bir korkuya kapılmaksızın Sana'ya varmasını mümkün kılacak derecede bu dinin yerleşip egemen olacağından vahiy aracılığı ile emin olduğu halde yüce Allah (c.c.) kendisine, Mekke'deki eğitim döneminde bir kere bile olsun, bu dinin zafere ulaşacağı, yerleşip egemenlik kuracağı günleri kendi gözleri ile göreceğine dair ona hiç bir vaadde bulunmuş değildir. Tersine bu dönemde Peygamberimize şöyle buyuruyordu: "Onlara vaadettiklerimizin bir kısmını sana göstersek de ya da daha önce seni vefat ettirsek de sana düsen sadece duyurmaktır. Onlarla hesaplaşmak bizim işimizdir." (Rad/40) Yüce Allah'ın (c.c.) bu direktifinin hikmeti şuydu. Peygamberimiz (s.a.v.) Allah'ın çağrısını insanlara ulaştırmak dışında bu dinin geleceği hususunda hiç bir rolü olmadığını iyice içine sindirsin ve bunun sonucu olarak falancayı ya da filancayı hidayete erdirmek gibi arzuları içinden cı-karıversin. Çünkü bazı sevdiklerinin doğru yolu benimsemeye yanaşmamaları, kendisini zaman zaman ölümcül üzüntülere sürüklüyordu. Nitekim yüce Allah bu hususu bize say!e anlatıyor: "Demek ki onlar bu Kur'an'a inanmazlarsa onların arkasından üzüle üzüle kendini helak edeceksin ha!" (Kehf/ 7)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu ilâhî direktifi nefsinde titizle uygulayarak kendini Allah'a adamışlığın doruğuna ulaştırdı. Arkasından, sahabileri bu perspektife göre eğit-meye koyularak onları, "nefislerinin isteklerinden gönüllü biçimde arınmış" hale getirdi. Sözkonusıı kendim Allah'a adamışlık eğitimi, bu ümmetin ilerdeki yeryüzü egemenliği sırasında oynayacağı büyük role hazırlanışının en önemli öğesini oluşturuyordu. Çünkü nefisler meşru isteklerinden bile sıyrılarak kendilerini sırf Allah'a adamadıkça, Allah'ın nzasını kazanmayı ana amaç edinmedikçe ve Allah rızasını kazanmaya çalış-mayı ruhî besin kaynağı haline getirmedikçe yeryüzünde adaleti gerçekleştirmek mümkün olamaz. Oysa yüce Allah'ın, bunca peygamberler göndermesinin ve bunca kitap indirmesinin amacı adaleti gerçekleştirmektir. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Andolsun ki, biz peygamberimizi açık deliller ile gönderdik ve onlarla birlikte kitabı ve ölçüyü indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler." (Hadid /25) Bu ilkenin arkasından Kur'an'm diğer dersleri ile peygamberimizin diğer eğitimleri geldi. Bu ders ve eğitimlerin amacı, bu ümmeti sadece yeryüzünün belirli bir yöresine egemen olmaya değil, tüm insanlığın önderi olmaya, adaleti de sırf kendi içinde değil, aynı zamanda bütün insanlar arasında uygulamaya lâyık bir düzeye yükselmekti. Bilindiği gibi yüce Allah. Kıır'an-ı Kerimin Medine'de inen bölümlerinde, müslümanlara anlamı belirli ve kapsamı sınırlı bir direktif yöneltiyordu. Mesela: "Elif lanı mim. Hak olduğu kuskusuz ("lan hu kitap muttakilere yol göstericidir. Onlar ki, görmediklerine inanırlar, namazlarını kılarla ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcarlar. Yine onlar hem sana indirilen ve hem de senden öncekilere indirilen kitaplara inarırlar ve Ahiretten hiç kuşku duymazlar, işte onlar Rabbleri tarafından hidayete erdirilmiş olan ve kurtuluşa kavuşmuş kimselerdir." (Bakara /1-4) Medine ayetleri daha sonra da sık sık bu direktifi tekrarlar. Meselâ: "Peygamber, Rabb'inin kendisine indirdiklerine inandı. Müminler de. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar ve O'nün peygamberlerinden hiç birisini diğerlerinden ayırmayız' dediler." (Bakara/285) "Ey mü'miriler Allah'a, Peygambere, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirmiş olduğu kitaplara inanınız." (Nisa /136)
Bu direktif açıkça anlaşılacağı üzere inançla ilgilidir. Nitekim insan kılığına girerek sahabiler ile sohbet etmekte olan Peygamberimizin yanına gelen Cebrail ile Peygam-berimiz arasında meydana gelen karşılıklı konuşmaların bir yerinde: 'İman nedir?" diye soran Peygamberimize, Cebrail su cevabı verir: "İman demek Allah'a, Allah'ın meleklerine, Allah'ın kitaplarına, Ahiret gününe, iyikötü yönleri ile kadere inanmaktır." (Buhari, Müslim) Bu direktifin inançla ilgili yönü yanında bu ümmeti insanlığın önderi olmaya hazırlamakla ilgili bir ikinci vonü de vardır. Şöyle ki, daha önceki bütün ümmetler kendi peygamberlerine inanmışlar, buna karşılık diğer bütün peygamberleri reddetmişlerdir. Bunun sonucu olarak inanmayı reddettikleri peygamberlerin ümmetlerine korkunç bir kin duymuşlardır. Bundan dolayı da kendi inanç halkalarının dar sınırları içine çekilerek, diğer bütün insanlara kindar ve öfkeli gözlerle bakmışlardır. Bunun arkasından da fırsat buldukça inanmadıkları peygamberlerin bağlılarına en çirkin baskıları uygulamışlardır. Tıpkı yahudilerin Hz. İsa'ya bağlı Ashab-ı Uhdud adlı gruba yaptıkları ve yahudiler ile hristiyanların yeryüzünün her tarafında egemenlikleri altına düşen müslümanlara yaptıkları gibi. Böylesine yüreği kin dolu olan bir ümmet, insanlığa önderlik etmeye lâyık olamaz. Zaten bundan dolayıdır ki, yüce Allah (c.c.) yahudiler ile hristiyanları bu önderliğe lâyık görmemiştir. Gerçi yüce Allah'ın belirli bir hikmetinin sonucu olarak bu tür ümmetlerin bu misyonu üstlendikleri görüldü ise de -Meselâ hristiyanların son üç yüz yıllık önderlikleri ile yahudilerin günümüzdeki açık ya da perde arkası önderlikleri gibi- bu liderlikler yeryüzünde adalet değil, baskı ve zulüm meydana getirmiştir.[12] Buna karşılık yüce Allah'ın tüm insanlığın önderi ve rehberi olmak için ortaya çıkardığı ümmet, bütün peygamberlere ve bu peygamberlere gelen bütün ilahî mesajlara ayırım yapmaksızın inanan ve bu itibarla kalbinde diğer insanlara karsı ilkesel yada tarihi hiç bir kin barındırmayan ümmet olabilir. Allah bilir ya, yukarda açıkladığımız yüce Kur'an direktifinin, inanç temeli olma niteliği yanındaki bir başka anlamı da bu olsa gerektir. Şimdi de Kur'an-ı Kerım'in verdiği su dersi inceleyelim. Yahudiler Medine'de yüreklerinde çöreklenen bütün kötülük tutkunluğu ve iyilik düşmanlığının dürtüsü ile gerek islâm'a gerek Peygamber Efendimize (s.a.v) ve gerekse bu yeni dinin bağlılarına karşı çeşitli tuzaklar kuruyor, türlü türlü komplolar düzenliyorlardı. Söz konusu düşmanlıklarının, bu deva bulmaz "gerçek karşıtlığı" yanında bir başka sebebi daha vardı. Peygamberimizin kendi ataları olan Hz. İshak soyundan değil de Hz. İsmail soyundan gelmiş olmasını bir türlü içlerine sindiremiyorlar, bu gerekçe ile O'na karşı koyu, kara ve iğrenç bir kin besliyorlardı. Yahudiler bu amansız kinin dürtüsü ile gerek Peygamberimizin güvenirliği ve gerekse kendisine inen vahiy hakkında şüphe uyandırmaya çalışıyorlar, müslümanlar
arasında islâmiyetin ortadan kaldırdığı eski düşmanlıkları ve çatışmaları yeniden hortlatmaya kalkışıyor, Abdullah b. Ubeyy'in başını çektiği münafıklarla işbirliği halinde müslümanlar arasına fitne sokmayı deniyor, müşrik arap kabilelerini müslümanlarla savaşa girişmek için kışkırtıyor, ellerine geçen her fırsatta Peygamberimize ve diğer mü'minlere eziyet ediyorlardı. Bunlar kısmen Kur'an'da ve tümü ile siyer ve tarih kitaplarında anlatılmaktadır. İşte bu karmaşık ve gergin ilişkiler ortamında biı sözde müslürnan olmuş bir münafık bir hırsızlık Fakat hırsız ve kabilesi olayı maharetle örtbas ederek suçu bir Medine yahudisinin üzerine yıkarlar. Dünyanın neresinde ve tarihin hangi döneminde böyle bir olay meydana gelse, normal sonucu şu olur. Zaten "kargaşalık kaynağı" olan gurubun mensubu sanığm men yakasına yapışılır ve derhal hakkettiği cezaya çarptırılır. Tabii, eğer suçunun karşılığı, olandan çok daha ağır bir cezadan yakayı sıyırabilirse. Sebebine gelince; adam, düşman bir guruba mensup olmasının ötesinde diğer insanlardan birine karşı belirli bir suç işlemiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir hakim sıfatı ile olayı incelediği zaman eldeki gürünür ipuçlarına dayanarak yahudinin aleyhine hüküm verme eğilimine girmişti. Fakat derhal inen bir ilâhî vahy, sözkonusu yahudinin suçsuzluğunu ilân etti. Gerçi adamın mensubu olduğu gurup, müslümanlara karşı gizli-açık her komployu düzenliyordu. Fakat buna rağmen kendi suçlularını cezadan kurtarıp onun yerine masum bir yahudinin cezalandırılmasını sağlamaya çalışan münafıkların kirli oyunu bozuluyordu. Yüce Allah, bu olayla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "İnsanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hüküm vermen için sana hak olarak bu kitabı indirdik. Sakın hainlerin savunucusu olma! Allah'dan af dile. Hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcı ve esirgeyicidir. Sakın kendi kendilerine hainlik edenlerin tarafını tutma. Çünkü Allah hain günahkârları asla sevmez. Böyleleri hainliklerini insanlardan gizliyorlar, ama Allah'dan saklayamcızlar. Zira onlar geceleyin O'nün hoşlanmadığı isi kurarlarken O, kendilerinin yanındadır. Allah, onların yaptıkları her şeyi bilgisinin kapsamına almıştır. Haydi siz dünya hayatında onları savundunuz diyelim. Peki Kıyamet günü onları Allah'a karsı kiın savunacak ya da onların vekili kim olacak? Kim bir kötülük işler ya da nefsine zulmeder de sonra Allah'dan af dilerce, Allah'ı bağışlayıcı ce esirgeyici olarak bulur. Kim bir kötülük islerse onu kendi aleyhine işler. Hiç şüphesiz Allah her şeyi bilir ve hikmet sahibidir. Kim bir hata ya da bir günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa hiç kuşkusuz ağır bir iftiranın ue apaçık bir günah yükünün altına girmiş olur. Eğer Allah'ın sana dönük lütfü ue fazileti olmasaydı, onlardan bir gurup seni saptırmaya yeltenmişti. Aslında onlar ancak kendilerini saptırırlar, sana hiç bir zarar
dokundur amazlar. Çünkü Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi ve daha önce bilmediğin şeyleri öğrenmeni sağladı. Hiç kuşkusuz sana olan fazileti çok büyüktür." (Nisa/105-113) Bu ayetler müslümanlara çok önemli bir şeyi öğretmek istiyordu: Adalet terazisinin dengesini ne sevgi ne nefret ne kabile ve millet taassubu ne akrabalık endişesi ve ne de başka herhangi dünya menfaati bozamazdı. Hatta bu dengeyi aynı inancı paylaşanlar, aslında zalim bir gürûhdan başka bir şey olmayan karşıtları aleyhine bile bozamazdı. Bir de şu pratik dersi dikkatle algılamaya çalışalım. Bir defasında Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- önünden bir cenaze geçmektedir. Peygamberimiz saygı amacı ile hemen ayağa kalkar. Kendisine "Ya Resulallah, o bir yahudî cenazesi idi" derler'. Peygamberimiz böyle diyenlere: "Peki, o da bir insan değil miydi?" diye karşılık verir. ( Buhari) Simdi de su essiz eğitici olayı gözden geçirelim. Bir defasında Peygamber F fendimi/: -salât ve selâm uzeriı e ol* sun- bir yahudiye borçlanır. Günü gelince borç u n r. mez. Bunun üzerine yuhııcli alacağını istemeye gelir. Fakat bu istemeyi gayet kabaca yapar. Öyle ki? Peygamberimizin elbisesini yakalayarak boynuna dolar ve gözlerini belirtinceye kadar boynunu sıkar. Bunun üzerine orada bulunan Hz. Ömer, kılıcını çekip yahudinin üzerine yürümek ister. Fakat Peygamberimiz kendisine engel olarak ona şöyle der: "Ya Ömer, senden başka türlü bir davranış beklenirdi. Sana yakışan hareket, bana borcumu uygun bir şekilde ödememi ve ona da alacağını güzel bir şekilde istemesini söylemendi." İşte yüce Allah ve Resulü bu ümmetin eşsiz ilk kuşağını bu şekilde eğitti. Böylece yeryüzünde egemenlik kurmaya lâyık nitelikleri kazanması murad edilmişti. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Onlar öyle kimselerdir ki, kendilerine yeryüzünde iktidar verdiğimiz takdirde namazı kılarlar, zekâtı verirler ve iyiliği emrederek kötülükten sakındırırlar. Her şeyin sonu Allah'a varır." (Hacc/41) Yine bu eğitimdir ki, bu ümmeti insanlığın önderi olmaya ve Kıyamet günü onlara şahit olmaya lâyık kılmaktadır. Nitekim yüce Allah (c.c.) söyle buyuruyor: "Böylece siz insanlara örnek ve sahici olasınız ve Peygamber de size örnek olsun diye sizleri ortada yer alan aracı bir ümmet yaptık." (Bakara / î431
EU>yle olunca daha sonraları iktidar mevkiinde bulunan, rakipsiz bir otoritenin sahibi iken ilâhı adaleti uygulamak amacı ile gayet göz kamaştırıcı örnekler ortaya koyan sahabilerin hareketlerini görürken .şaşırmamız doğru mudur? Meselâ: Mısır valisi Amr b. As, bir defasında Kıptîler'den bir delikanlı ile atyarışına girer, yarışı kipti delikanlı kazanır, Bunu hazmedemeyen Amr b. As. elindeki sopa ile delikanlıya bir darbe indirir ve bu sırada "Al sana. ben asil ana-babanın çocuğuyum!" diye konuşur. Bunun üzerine delikanlının babası derhal Medine yollarına düşer. Amacı hilâfet merkezine varıp oğlunu sopalayan Mısır valisini halife Hz. Ömer'e şikâyet etmektir. Şimdi sözlerimize geçici bir nokta koyup kısa bir tarih gezintisine çıkalım: Sözünü ettiğimiz kiptiler islâm egemenliğine girmeden önce Roma imparatorluğunun idaresi altında ağır baskılara katlanarak yaşıyorlardı. Oysa onlar da Romalılar gibi Hristiyandılar. Fakat mezhepleri farklı idi. Romalılar ka-tolik, kiptiler ise Ortodoks idi. Aslında aynı dinden olmalarına rağmen aradaki bu mezhep farkından dolayı Romalılar, kıptilere çeşitli işkenceler yapıyorlar, hatta bazılarını öldürüyorlardı. Bunun böyle olduğunu bugün Kahire'nin güneyinde bulunan kıptı kilisesinin adından da anlıyoruz. Kilisenin adı Mari Cercis. Aslı Mar Cercis, Yani şehid Cersis! Yani Romalılar tarafından öldürülen kıptilerin anısını taşıyor. Bizzat bu kilisede o dönemde iki türlü ayin yapılırdı. Biri imparatorluğun resmi mezhebi uyarınca açıktan yapılan ayin. Öbürü de aynı kilisenin yeraltı dehlizlerinde, Romalıların gözlerinden uzak olarak Ortodoks mezhebinin kurallarına uyularak yapılan ayin. Sebebine gelince, eğer Romalılar adamların resmi mezhebe aykırı biçimde ayin yaptıklarını görseler ölümlerden ölüm beğenmekle karsı karşıya kalırlardı. Bu durumda söylemeye lüzum yok ki. bu "muhteşem imparatorluğun" adamlarının Mısır ktptilerini kamçılamaları ya da sopalamaları normal bir şey kabul ediliyordu, Zavallılar efendilerinin bu darbelerine ses bile çıkarmıyorlardı. Zaten eğer isteseler kime şikâyet edeceklerdi! Bu yüzden şımarık efendilerine boyun eğip, uslu uslu kamçılanmaya ister istemez razı oluyorlardı. İşte dün efendileri olan Romalılardan bu muameleyi gören kıpti, bugün oğlunun yediği bir değnek darbesini şikâyet etmek amacı ile binlerce millik uzun bir yolculuğa çıkıyor. Bu neyi gösteriyor? İki önemli gelişmeyi. Birincisi; adamın vicdanında öyle güçlü bir onur duygusu uyandı ki, daha önceleri sırtında saklayan sayısız kamçı darbelerini sessizce karşıladığı halde şimdi bir değnek darbesini içine sindiremeyerek şikâyet konusu yapıyor. İkinci gelişme de; daha önce bu zavallının başvurabileceği hiç bir şikâyet mercii olmadığı halde şimdi göğsünü gere gere başvuracağı güvenli bir yakınma merciine kavuşmuş olmasıdır. Bu gelişmelerin her ikisi de insanların, Hz. Ömer'in eli ile uygulanır buldukları ilâhî adaletin göstergeleridir. Yüzyıllarca Roma kamçıları altında ezilen bu zavallıların ayaklar altında çiğnenen onurunu yeniden canlandıran ve onlara uzun yolculukları göze alarak başvurabilecekleri güvenli bir şikâyet mercii sağlayan faktör, işte bu ilâhî adalet
düzenidir. Adalet pratiği kadar insan onurunu uyandıran başka bir faktör bulunabilir mi ki? Fakat olay daha enteresan, daha derin anlamlı ve daha şaşırtıcı boyutlara varır: Çünkü Hz. Ömer, kısas hükmü verecek değneği adamın eline verir ve kendisine: "Vur ba-kalım asil ana-babamn oğluna" diye direktif verir. Arkasından da valisi Amr b. As'a dönerek kendisine su unutulmaz sözleri söyler: "Ya Amr, analarından hür doğan bu insanlar, ne zamandan beri sizin köleleriniz oldular! Bu kısas hükmü iki müslüman veya iki arap arasında verilmiş bir karar değildi. Öyle olsa onun hakkında insanlar, "Evet, adalet, ama yadırganacak bir tarafı da yok" di-yebilirlerdi. Fakat bu haliyle hüküm, uygulama bakımından doruk düzeyine erişmiş bir ilâhî adalettir. Şimdi de başka bir misal: Bir defasında Hz. Ali'nin zırhı çalınır. Hz. Ali çalınan zırhını bir yahudinin üzerinde görür ve onu mahkemeye verir. Hakimin adı Şureyh. Olay sırasında Hz. Ali, "Emir-ül Müminin" yani halifedir. Burada hikâyemize biraz ara vererek bazı noktalan tekrar vurgulayalım: Zırhın kendisine ait olduğundan, başka bir deyimle haklı olduğundan emin olan Hz. Ali, işi çözüme kavuşturmak için halifelik yani devlet başkanlığının otoritesine başvurmuyor. Öyle yapsa kuvvet kullanarak yahudiden zırhını hemen geri alabilir. Ayrıca istese bir de suçlunun, yani zırh hırsızının tutuklanıp hakkında koğuşturma açılmasını emredebilir. Bunun yerine tarafsız mahkemeye başvuruyor ve hakkını orada anyor. Bu tutum tek başına emsaline çok az rastlanabilecek bir ilâhî adalet uygulamasıdır. Fakat olayın daha enteresan, daha şaşırtıcı ve çok daha derin anlamlı başka boyutları var. Şöyle ki: Mahkemeye baslarken hakim Şureyh, Hz. Ali'ye künyesi ile, yani "Ey Abul Hasan (Hasan'ın babası)" diye hitap ederken vah udiyi sadece adı ile çağırır. Bunun üzerine Hz. Ali'nin Öfkelendiği görülür. O andaki hasını olan yahudi lehine, daha doğrusu hak ve ilâhî adalet lehine kabaran bir ölke bu. Bu öfke ile hakime sınılan söyler: "Ya her ikimize künyelerimizle seslen ya ela her ikimizi sırf adlarımızla çağır!" Kimlik belirlemesinden sonra hakim Şureyh. Hz. Aliye dönerek şikâyetinin ne olduğunu sorar. Hz, Ali'nin cevabı kısa ve özdür: "Bu zırh benimdir. Onu kendisine satmış ya da hibe etmiş de değilim." Bunun üzerine hakim yahııdiye dönerek hakkındaki bu iddia hakkında ne söyleyeceğini sorar. Yahudi iki yüzlü, oynak bir cevap verir: "Zırh benimdir. Bununla birlikte Emir-ül Müminin'in yalancı olduğu aklımın ucundan geçmez." Yani mensubu olduğu gurubun tutumunu benimseyerek "Ne şiş yansın, ne kebap" yollu bir tavır takınır! Bunun üzerine hakim Hz. Ali'ye dönerek kendisine "Delilin var mı?" diye sorar. Evet "Delilin var mı?" Çünkü ilâhî adalet böyle gerektirir. Delil göstermek, iddiasını ispat etmek davacıya düşer. Konu mahkeme önüne getirilmiş bir dâva olduğuna göre iddia edilen şeyin kanıtlanması gerekir. Davayı açan Emir-ül Müminin, yani koca islâm
devletinin başkanı da olsa, bu durum değişecek değil. Varsın davacı hiç yalan söylediği işitilmemiş olan ve devletin her şeyi elinin altındayken basit bir zırh için yalan söyleyebileceği düşünülemeyecek olan Hz. Ali olsun! O Hz. Ali ki, islâm hazinesi tümü ile elinin altındayken ve soğuktan korunmasını sağlayacak şekilde giyinme hakkı varken şimdi oradaki herkesin gözleri önünde ağır kış soğuğu altında titremektedir! Bu durumda hakimin yukardaki sorusuna; şöyle karşılık verebilirdi: "Vallahi ben sizden hiç bir şey istemiyorum. Fakat adamın sırtındaki su zırh benimdir, Medine'den çıktığımda yanımdaydı.' Fakat Hz, Ali'nin cevabı daha düşündürücü ve daha unutulmazdır. Söyle der; "Hakim haklı, elimde hiç bir delilin- yok!' Tam bir müslüman sadeliği ile ağzından dökülen cümlelerin ikincisini düşünerek tekrarlayalım: "Elimde hiç bir delilim yok." Düşünelim ki. ne öfkeleniyor ve ne de hakime "Benden, yani Emir-ül Mürninin'den mum! oku da delil istersin?" diye buğırmvyor. Arkasından hakim Şureyh, kararını açıklar. Bu karar da Hz. Ali'nin tutumu kadar parlak bir adalet örneğidir. Çünkü mahkeme, davacı olan Hz. Ali'nin delil gösteremediği gerekçesi ile dava konusu zırhın yahudiye ait olduğuna hüküm vermiştir. Lehine karar verilen yahudi zırhı alarak gitmeye koyulur. Fakat adam olup bitenlere inanamayacak derecede şaşkındır. Bu yüzden bir kaç adım sonra geriye dönerek yüksek sesle şöyle haykırır: "Emir-ül Müminin'in beni kendi emri ile tayin ettiği bir hakimin huzuruna çağırıyor ve o hakim de onun aleyhine hüküm veriyor. Bu uygulama peygamberler ahlâkının bir örneğidir. Eşhedü en lâilâhe illellah ve eşhedü enne Muhammeden Rasulüllah (şahadet ederim ki, Allah'dan başka ilâh yoktur ve Muhammed de Allah'ın peygamberidir). Ey mü'minlerin emiri, zırh senindir. Medine'den beri senin mavi deveni izledim ve bir fırsatını bularak bu zırhı hayvanın sırtından çalıverdim." Bunun üzerine Hz. Ali, yahudiye şu son karşılığı verir: "Madem ki müslüman oldun, o zırh artık senin olsun." Yine Hz. Ömer'e dönerek onun şu ünlü hikâyesini bir daha hatırlayalım: Bir defasında Hz. Ömer, minberden halka sesleniyor. Konuşmasının bir verinde dinleyicilerine: Ey ahali, sövle-diklerimi duyunuz ve itaat ediniz diye hitap ediyor'. Bunun üzerine dinleyiciler arasında bulunan Selman-ı Farîsı, halifenin > Su anda şenin ne sözünü dinler ve ne de sana itaat ederi/.!" diye haykırır. O sırada dinleyicilerin hiç değilse bir kısmının dehşete ya da korkuya kapıldıklarını tahmin edebiliriz. Öyle ya, Hz. Ömer'e karşı bu sözleri söyleyen Selman-ı Farisî de olsa böyle konuşmak kimin haddine! Neden derseniz, yüce Allah. Hz. Ömer'e her kesin kalbini hissedilir biçimde etkileyen bir heybet vermiş. Bunun sebebi onun iri-yarı ve kalıplı vücud yapısı olabilir, gür sesi olabilir, herkesçe bilinen sertliği olabilir veya onun özelliklerinin bir başkası olabilir. Sözün kısası herkes Hz. Ömer'den açıkça korkuyor! Hatta Peygamberimizin amcasının oğlu ve o denli sevdiği kızının kocası olan Hz. Ali bile bu konuda şunları söylüyor: "Bir defasında bir kaç arkadaşla birlikte yolda yürüyorduk. Ömer de az
önümüzde tek başına gidiyordu. Bir ara ansızın durakladı ve geri dönüp bize yöneldi. O sırada sanki kalblerimiz yuvalarından fırlamış gibi hissettik!" İşte şimdi bu heybetli Ömer, halka: "Dinleyiniz ve itaat ediniz" diyor, fakat dinleyiciler arasından ayağa kalkan biri kendisine: "Seni dinlemek ve söylediklerine itaat etmek yok" diye karşı çıkıyor. Hz. Ömer bu çıkış karşısında öfkeye kapılmıyor. Oysa onun yerinde başka bir kimse olsaydı öfkelenirdi. Sebebine gelince, karşısındakilerden istediği şey, Allah'ın ve Pey-gamberinin farz ilân ettikleri itaattir. Hiç bir gerekçe gös-terilmeksizin bu isteği reddedilince öfkelenmesi kadar doğal bir şey düşünülemez. Fakat buna rağmen islâm terbiyesi uyarınca eğitilmiş olan Hz. Ömer öfkeye kapılmıyor, Bunun yerine Selman'a. karsı çıkısının sebebini soruyor. Ek'lki de bu itirazı haklı gösterecek bir sebep vardır diye düşünüyor ve soruyor: "Niçin?" Selnıan, Hz. Ömer'e şu karşılığı veriyor: "Sırtındaki su paltoyu nereden bulduğun ortaya çıkıncaya kadar bizden itaat bekleme. Sebebine ge-linçe sen uzun boylu bir adam olduğun için diğer rnüslü-manlar kadar olması gereken ganimet payınla bu paltoyu diktiremezdin." Artık mesele anlaşıldı. Demek oluyor ki, Selman. Hz. Ömer'e bir suçlama ya da en azından bir şüphe yöneltiyor. Bir süre önce müslümanlar arasında bölüştürülen ganimet malı kumaştan, kendine herkesinkinden büyük bir pay ayırmış olabileceğini ima ediyor. Dolaylı bir ifade ile de olsa, böylesine ağır bir suçlama karşısında Hz. Ömer, öfkeye kapılsa haklı idi. Fakat yine de öfkelenmiyor. Bunun yerine oğlu Abdullah'a seslenerek ona: "Allah iyiliğini versin. Bu paltonun bir kısım kumaşı kimindir, söyle bakalım" diyor. Bunun üzerine Abdullah b. Ömer, şu kısa açıklamayı yapıyor: "Bu paltonun kumaşının bir bölümü benim ganimet payımdı. Onu babama verdim. Çünkü boyu uzun olduğu için sırf kendi payı ile üzerine palto diktirmesi mümkün olmadı." Az önceki çıkışı yapan Selman'm, bu açıklama karşısındaki cevabı net ve kesindir: "Şimdi emret, söyleyeceklerini dinleyip itaat etmeye hazırız." Görüldüğü gibi olay, her iki kahraman hesabına, yani hem Hz. Ömer ve hem de Selman-ı Farisî açısından zirve oluşturan parlak bir örnektir. Sebebine gelince olayın iki kahramanından biri olan Hz. Ömer, şahsı için öfkeye kapllmamamın. şahsî prestijini hareket noktası yapmamanın pratik örneğini veriyor, Öte yandan Selman'm da aslında Hz. Ömer'in dürüstlüğünden şüphesi yok. O Ömer ki, hiç kimsenin tasavvur edemeyeceği derecede dürüst olduğunu herkese karı 11 lanı iş. Fakat ilâhî kanunların en üst düzeyde yürür!-tuhnasına, ilahî adaletin ine bir kuşkunun nüsü olmaksızın lekesiz bir sadakatle uygulanmasına dair içinde beslediği şiddetli arzu, onu böyle bir çıkış yapmaya zorluyor. Buna karşılık Hz. Ömer de şahsî prestijini ön plâna alarak yönetimi altındakilerden birinin halkın önünde kendisine itaat etmeyi reddetmesinin küçük düşürücü niteliğine
aldırış etmiyor. Onun tek endişesi ilâhî adaletin en yüksek düzeydeki çığrından saptırılmaması, dokunulmaz saygınlığını korumasıdır. Bu yüzden kendisine itaat etmeyeceğini yüzüne karşı açıklayan arkadaşına bu tutumun sebebine soruyor. Çünkü belki bilmeden bir hata işlemiştir. İdaresi altındakile-
IV. LÂİLAHEİLLALLAH" AHLÂKI Bu dinin en belirgin özelliklerinden biri insanın bütün tutum ve davranışlarını içeren geniş ve yaygın ahlâk temeli ile bu ahlâk temelinin inancın özü ile irtibatlı oluşudur. Daha önceki sayfalarda müslümanların Kur'an ve sünnet kaynaklarına dayanma titizliklerini anlatırken, bu ahlâk temeli ile "lâilâhe illellah" şahadet cümleciği arasındaki sıkı ilişkiyi vurgulamıştık. Fakat bu konuda daha geniş açıklama yapmamız gerekir. Özellikle ahlâkın "Lâilâhe illellah" kavramından neredeyse tamamen kopuk sayıldığı zamanımızda bu gereklilik daha da önemli bir nitelik kazanıyor. Önce aşağıdaki ayetleri dikkatle okuyalım: "Şimdi Rabb'inden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, hiç kör gözlü kimse gibi olur mu? Ancak sağduyusu olanlar öğüt alabilirler. Onlar ki, Allah'ın ahdini yerine getirirler ve anlaşmayı bozmazlar. Ve onlar ki, Allah'ın sürdürülmesini emrettiği iliş. kileri sürdürürler, Rabblerinden çekinirler ve kötü hesaplaşmadan korkarlar. Ve onlar ki, Rabb'lerinin rızasını kazanmak amacı ile sabrederler, namazı kılarlar, Kendilerine verdiğimiz rızıktan gerek saklı ve gerekse açık biçimde harcarlar ve kötülüğü iyilikle savarlar. İşte bu dünya yurdunun mutlu sonucu onlarındır. Onların' yeri adn cennetleridir. Babalarından, eşlerinden ve evlâtlarından iyi olanlar da kendileri ile beraberdir. Bütün kapılardan yanlarına girecek olan çok sayıda melek kendilerine: "Göstermiş olduğunuz sabra karşılık selâm size, bakın dünya yurdunun sonu sizin için ne güzel oldu," derler. Buna karşılık Allah'a verdikleri sözü iyice pekiştirdikten sonra bozanlar, Allah'ın sürdürülmesini emrettiği ilişkileri kesenler ve yeryüzünde kargaşalık çıkaranlar yok mu? Onları da lanet ve dünya yurdunun kötü sonucu beklemektedir." (Radd/19-25) Bu ayetlerdeki ahlâk ile ilgili ifadeler hemen göze çarpıyor. Bu ifadelerin bir kısmı: "Onlar ki, Allah'ın sürdürülmesini emrettiği ilişkileri sürdürürler" cümlesinde olduğu gibi genel anlamlı (mücmel) vediğer bir kısmı da sabır, Allah'ın rızasını aramak, namaz kılmak, zekât vermek, kötülüğü iyilikle savmak ve bunlar yanında Allah'dan korkmak ve he-saplaşma sonucunun kötü çıkmasından çekinmek gibi ayrıntılı unsurlarla ilgilidir. Ayetlerin ana konusu, yüce Allah'ın (c.c.) Peygamberimize (s.a.v.) indirmiş olduğu mesajların gerçek olduğunu vurgulamaktır. Bundan açıkça anlaşılıyor ki, genel anlamlı ve ayrıntılı kısımları ile bu ayetlerde dile gelen ahlâk unsurlarını benimsemek, yüce Allah tarafından Peygamberimize indirilen mesaj ların gerçek olduğuna inanmış olmanın gereğidir. Başka bir deyimle bu ahlâk unsurlarını benimsemek "Lâilâhe illellah
Muhammedün Resulûllah, Allah'dan başka ilâh yoktur, Peygamberidir)" ilkesini onaylamanın doğal bir uzantısıdır.
Muhammed
Allah'ın
Ayrıca bu ayetlerde bu konuya açıklık getiren bir takım özel ifadeler vardır. Şöyle ki: Bu ayetlerde belirtildiğine göre yüce Allah tarafından Peygamberimize indirilen mesajların gerçek olduğunu bilenlerin ilk sıfatı, bu kimselerin "Allah'a karşı sözlerinde durmaları, O'nunla aralarındaki anlaşmaları bozmamalaradır. Bu ifadenin işaret ettiği — en azından— iki husus vardır: Birincisi, iman etmenin yüce Allah ile kul arasında varolan ve yaratılışın ilk anlarından kaynaklanan sözleşmenin gereği olduğunu belirtmektir. Yüce Allah, bu konuda şöyle buyuruyor: "Hani Rabb'in, Ademoğullarmdan, onların bellerinden zürriyetlerini çıkarmış ve onları biribirlerine şahit tutarak 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' demişti Onlar da 'Evet, buna şahidiz* dediler." (Araf/ 172) Bu ayetlerin işaret ettiği ikinci husus da şudur: Burada dile gelen ahlâk unsurları, genel anlamlı ve ayrıntılı kısımları ile bir bütün olarak aslında yüce Allah ile kul arasında bağlanan bir sözleşmedir. Mü'minler bu sözleşmeye uyarlar, mü'min olmayanlar ise onu bozarlar, îşte meselenin mahiyeti ve özü budur. Açıklayacak olursak, yapısının gereği olarak, kaçınılmaz biçimde "ahlâkî" bir varlıktır. Yani onun bütün tutum ve davranışları ahlâkî bir "değer" taşır. Bu değerin belirli bir insana göre doğru ya da yanlış olması ayrı bir konudur. Bütün insan davranışlarının mutlaka birer "değer hükmü" taşımaları, her davranış sırasında insanın önünde iki yolun bu-lunması yüzündendir, insanlar bu durumda," önlerinde içgüdülerinden kaynaklanmış tek bir yol bulunan hayvanlar gibi değildirler. Onlar bu ikiyolu ayırdedip ikisinden birini tercih edebilecek nitelikte yaratılmışlardır. Nitekim yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor: "Biz ona (insana) iki istikamet gösterdik." (Beled/ 10) "Biz ona (insana) yolu gösterdik. O ister şükredici isterse nankör olur." (İnsan/3) "Nefse ve ona şekil verene ve kötülük ile tekva yollarını gösterene andolsun ki, nefsini temizleyen felaha ermiş ve kirleten zarara uğramıştır." (Şems/ 7-10) İnsan bütün tutum ve davranışlarında "seçim", "tercih" yapar. Bu seçim ve tercihte ya iyi yolu ya da kötü yolu benimser. Bazan da iyilik yolu sanarak kötülük yolunu seçer ve hüsrana uğrar. Yüce Allah (c.c.) bu durumu bize şöyle anlatır: "De ki; 'Size yapmış oldukları işler bakımından en çok ziyana uğrayacak olanları söyleyeyim mi? Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olduğu halde —buna rağmen-- her işi iyi yaptıklarını sanan kimselerdir." (Kehf/103-104)
Fakat bu durum ne "tercih" yetkisinin varlığı ile ve ne de ahlâkî değer hükümlerinin insan davranışlarına sıkı sıkıya bağlı oluşu ile çelişmez. Aslında mesele insan davranışlarının birer ahlâkî değer hükmü taşıdıkları ya da taşımadıkları meselesi değildir. Çünkü bu değer hükümlerin varlığında hiç kimsenin kuşkusu yok. Maddecilerden Ateistlere (ilâh tanımazlara) ve septiklere (şüphecilere) kadar bütün felsefe akımları bunu kabul ediyor. Tartışma konusu olan sadece ahlâkla ilgili in-san davranışlarını ölçerken kullanacağımız "değer yargıları" meselesidir. Yani bu "değer yargılarını" kim ortaya koyuyor? Bu konuda Dogmatikler, Tekâmülcüler, Maddeciler ve diğer felsefe akımları bakış açılarına göre çeşitli görüşler ileri sürerler.[13] Bütün bu akımların görüşlerine karşılık yüce Allah (c.c.) bu konuda "Kesin yetki varlıkların yaratıcısı olan Allah'ın tekelindedir," buyuruyor: "Haberiniz olsun ki, yaratma ve her türlü emir yetkisi O'nun (Allah'ın) elindedir." (A'raf/54) Yüce Allah'ın bu konudaki buyrukları şöyle devam ediyor: Bu alanda Allah ile kullar arasında bütün insanlığı içeren ve ilk yaratılış anlarında bağlanan bir anlaşma vardır. Yüce Allah bu anlaşmada insanların tapacağı tek ilâhın Allah olduğunu, geleceğin bütün insan soyuna onaylatmış ve bu konuda insanları biribirine şahit tutmuştur. Arkasından dö-nem dönem gönderilen peygamberler insanlardan bu anlaşmaya uyacaklarına dair sözalmıştır. İşte bu anlaşmanın gereğine göre insarı, yüce Allah'a tapmalı, onun emir ve yasaklarına itaat etmeli, davranış ve tutumlara kıymet biçen "Değer hükümlerini O'nun buyruklarından almalı ve bu değer yargılarını benimsemelidir. Bu açıdan bakınca mü'minler, yüce Allah'a vermiş oldukları bu sözü tutanlar, bu anlaşmayı çiğne-meyenler, buna karşılık mü'min olmayanlar da: "Allah ile kullar arasındaki .anlaşmayı onayladıktan sonra bozanlar, Allah'ın sürdürülmesini emrettiği ilişkileri kesenler ve yeryüzünde fesad (kargaşa) çıkaranlardır. Kısacası ahlâkî değerleri belirleyen ve insan davranışları ile ilgili olarak: "Bu helâl ve şu haramdır. Bu güzel ve şu çirkindir. Bu sakıncalı ve şu mubahtır" şeklinde son ve kesin sözü söyleyen yüce Allah'dır. Mü'minler, mü'min olmalarının doğal gereği olarak bu ilkeyi kabul ederek yüce Allah'ın belirlediği ahlâkî değer ölçülerini kabul edenlerdir. Özellikle çağdaş cahiliye uygarlığı şartlarında, ahlâk bakımından önemli görülen bir başka nokta var. O da şu: Ahlâk değerleri sadece toplurnsal uzlaşma ile veya toplumsal vicdan tarafından ortaya çıkmış gelenekler sistemi değildir. Ayrıca onlar, değişen maddî şartlann basit bir yansıması ya da günümüz Batı dünyasında olduğu gibi işbirliği ve dayanışmayı kolaylaştırmayı sağlayan menfaat amaçlı değerler de değildirler. Bu yaklaşımların hiç biri ahlâka ne süreklilik ne değişmezlik ve ne de insanlığın hayatında gerçek bir etkinlik sağlamaz. Ahlâk her şeyden önce kullar ile Allah arasında bağlanmış bir anlaşmadır. Ona bağlı kalınarak iyi davranışlar, yüce Allah tarafından iyi diye
nitelenen davranışlar seçilip işlenir. Ayrıca bu davranışlar kısa vadeli menfaat sağlama güdüsü ile değil, Allah'ın rızasını kazanmak için yapılır. Gerçi yüce Allah'ın emirlerini benimseyip uygulamak, yararlılığı da doğal olarak yanında taşır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Eğer o ülkenin halkı inanıp Allah'ın azabından ko-" üzerlerine gökten ve yerden bolluklar açardık." (A'raf/96)
runsaydı, kesinlikle
"Eğer kitaplılar (yahudî ve hristiyanlar) inanıp, Allah'ın azabından korunsalardı, günahlarını siler ve onları bol nimetli cennetlere koyardık. Eğer onlar Tevrat'a, İncil'e ve Rabb'leri tarafından kendilerine indirilen mesaja uysalardı, başlarının üstündeki ağaçların meyvaları ile ayaklarının altındaki toprağın ürünlerinden yerlerdi." (Maide/65-66) Müslümanın anlayışına göre sözkonusu ahlâk değerleri, ehillerine sunulması gereken birer emanettirler. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Allah size emanetleri ehillerine vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman adalete uygun hüküm vermenizi emreder." (Nisa/58) îlk ve en büyük emanet yüce Allah katından gelen mesajı benimsemektir. Bu, Allah'ın Allahlığını onaylamış olma gereğidir. Bu- büyük emanetin altında insanın gerek kendisi ile ve gerekse diğer insanlarla ilişkilerini düzenleyen bir emanetler sistemi yeralır. îşte bu ikinci dereceli emanetler sistemi, ahlâktır. Ahlâk konusu ile ilgili üçüncü bir noktaya daha değinmemiz gerekir. Bu da çağdaş cahiliye uygarlığı açısından özel bir önem taşır. Sözünü etmek istediğimiz nokta şudur: Ahlâkın gerçek anlamını oluşturan bu "emanetler" sırf bazı ilişki kesimine özgü değildir. Tersine her tür ilişki kesimini içerirler. Bu yüzden insanın tercihe dayalı iradî davranışlarının hiç biri ahlâk kapsamı dışında sayılamaz, insan davranışlarından hiç biri için "Bu ahlâk kapsamına girmez" diyemeyiz. Ne iktisadi ne sosyal ne sanatsal ne düşünce ile ilgili ne mesaî saatlerini ve ne de dinlenme saatlerini kapsayan insan davranışları için böyle bir yargıya varamayız. Tersine bu davranışların tümü Allah ile kullar arasında vaktiyle bağlanmış olan "anlaşma"nın kapsamına girer ve mü'min bunlara tümü ile iman anlaşmasının (akdinin) gereği uyarınca yaklaşır. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyurur: "Rahman'ın has kulları yeryüzünde mütevazi adımlarla yürürler ve cahiller kendilerine sataştıklarında onlara 'selâm' derler. Onlar ki, gecelerini Rabb'lerine secde ederek ve O'-nun huzurunda ayakta durarak geçirirler. Onlar ki; 'Ey Rabb'imiz, cehennem azabını bizden uzak tut, zira cehennemin azabı sürekli bir felâkettir. Cehennem ne fena bir konaklama yeri ve ne fena ikâmetgâhtır' derler. Onlar ki, mallarını harcarken ne müsriflik ederler ve ne de eli sıkı davranırlar, bu ikisi arasında den. geli bir tutum benimserler.
Onlar ki, Allah ile birlikte başka bir ilâha yalvar-mazlar, Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Kim bunları işlerse günahlarının cezasına çarpılır. Kıyamet günü azabı katmerli olur ve zillet içinde bu azaba sürekli olarak katlanır. Yalnız tevbe edip arkasından salih ameller yapanlar müstesna. Allah bunların kötülüklerini iyiliklere dönüştürür. Allah affedici ve merhametlidir. Kim tevbe edip arkasından salih amel işlerse o makbul bir kimse olarak Allah'a döner. Onlar ki, yalancı şahitlik etmezler (ya da yalan konuşulan yerlerde bulunmazlar) Boş konuşmalarla karşılaştıklarında onurlu bir şekilde geçip giderler. Onlar ki, kendilerine Rabb'lerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman onlara karşı sağır ve kör davranmazlar. Onlar ki: 'Ey Rabb'imiz, bizlere göz aydınlığı olacak işler ve çocuklar bağışla ve bizi senin azabından ko. runanlara önder eyle," diye dua ederler. İşte onlar sabretmelerinin karşılığında Cennetin odaları ile mükâfatlanırlar. Ayrıca orada sağlık dileği ve selâm ile karşılanırlar. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. Orası ne iyi konaklama yeri ve güzel bir ikâmetgâhtır." (Furkan/63-76) 138 sayfa
Gündelik hayatın uygulamaları sırasında insanların zaman zaman Rabblerinin emirlerine ters düştükleri ve günah adını alan bu ters düşmelerin büyük oranda "Lâilâhe illellah" ahlâkı ile ilgili olduğu bir gerçektir. Fakat böyle olmakla birlikte bu günahlar, helâl sayılmadıklan ve Allah'ın emirlerinin yerine geçecek temelli hükümler olarak kabul edil-medikleri sürece sahiplerini imandan çıkarmazlar. Başka bir deyimle bu günahlar, bu davranışlara değer biçen ahlâk ilkeleri ile "Lâilâhe illellah" arasındaki ilişkiyi ortadan kaldırmadığı gibi "Lâilâhe illellah" ilkesini onaylamadan kaynaklanan, temeldeki bağlılıkla da çelişmez. Yani kim onaylamış ise günah işlese bile bağlılığı var demektir. Aksi halde bağlılık olmaksızın onaylamanın varlığından sözedi-lemez. Demek ki, günahkârlığın hükmü şöyle: Yüce Allah (c.c.) engin merhametinin eseri olarak günah işleyen kulunu iman dairesinin dışına çıkarmaz. Dilerse onu affeder, dilerse cezalandırır. Fakat işlediği günahı helâl saymadıkça onu, Allah'ın o konudaki hükmü yerine geçirip yasallaştırmaya kalkışmadıkça, günahkârı ebediyen cehennemde bırakmaz. Fakat bu söylediklerimiz, günah işlemenin Allah katında önemsiz olduğu, iman açısından varlığı ile yokluğunun bir olduğu anlamına gelmez. Çünkü iman, artıp eksilebilen bir kavramdır. Günahlar yüzünden azalır ve sevaplar, ibadetler sayesinde artar. Peygamber Efendimizin —salât ve selâm üzerine olsun— şu hadisi bu ilkeyi yeterince kanıtlar kanısındayız: "Zina işleyen kimse o anda mü'minken zina işleyemez. Hırsızlık yapan kimse o anda mü'minken hırsızlık yapamaz." (Müslim)
Demek oluyor ki, iman ibresi sabit değildir. Tersine bu ibre, insanın ortaya koyduğu her yeni davranış sebebi ile, bu davranışın Allah'ın emirlerine uygunluğuna veya aykırılığına bağlı olmak üzere yükselip düşebilir. Ayrıca "Lâilâhe illellah" şahadet cümleciği ile bu şahadet cümleciğinin sonucu olan ahlâki davranışlar arasındaki sıkı bağ da bu gerçeğin diğer bir kanıtıdır. Sonuç olarak vurgulayalım ki, bu ümmet inanç bağı ile örülmüş ilâhî bir ümmet olmasına bağlı olarak bir "ahlâk ümmeti"dir. Bu ümmetin "Lâilâhe illellah" ahlâkına bağlılık derecesi, imanın doğruluk derecesini gösteren ihmal edilemez bir ölçüdür. Başka bir deyimle bu ümmet, ahlâkından ihmal edilemez bir ölçüdür. Başka bir deyimle bu ümmet, ah-lâkından sıyrıldığı halde yine de imanında samimi olduğunu sanmakta devam edemez!
Lâilaheillallah Ahlâkının Pratikte Örneği îşte sözümüzün konusu olan ilk müslüman kuşak, bu gerçeğin, bütün derinlik ve etkinliği ile şuurunda idi. Nitekim bir defasında Hz. Ayşe'ye, Peygamberimizin ahlâkının ne olduğunu sormuşlar. O da bu soruya "Onun ahlâkı Kur'an idi" diye karşılık vermiş. Ne kadar kısa ve öz bir ifade! "Onun ahlâkı Kur'an idi." Yani yüce Allah'ın (c.c.) Kur'an' da yeralan her emri ve her yasağı Peygamberimizin pratik hayatında eksiksiz ve fazlasız bir sadakatle ifadesini bulmuştu. Bu yüzden "Onun ahlâkı Kur'an idi." Peygamberimiz sahabilerini de bu ahlâk uyarınca eğitip yetiştirdi. Ayrıca yüce Allah'ın ahlâkı ile ah-lâklanmak konusunda onlara önder ve canlı örnek oldu. Böyle olunca sahabilerin pratik hayatlarının her kesiminde egemen olan o yüksek ahlâki değerleri görmek bizi hayrete düşürmüyor. Meselâ Hz. Ebu Bekir, halifelik görevini üstlenişi vesilesi ile yaptığı konuşmanın bir yerinde müslümanlara şöyle sesleniyor; "Ben en iyiniz olmadığım halde bu göreve getiril-dim. Eğer iyi yolda yürürsem beni destekleyiniz. Yok, eğer kötü davranacak olursam beni zorla doğru yola getiriniz," Hz. Ömer de halifelik görevirfe başlarken yaklaşık olarak aynı anlama gelen sözler söylüyor. Acaba tarih boyunca hiç bir devlet başkanı, hiç bir kral, hiç bir imparator görülmüş müdür ki, doğru yoldan saptığı takdirde idaresi altındakiler! zor kullanarak kendisini doğru yola döndürmeye çağırmış olsun! Halkın baskısı ile tutumlarını iyiye doğru değiştiren devlet adamları bu değişikliği istemeyerek yaparlar. Gerek eski ve gerekse çağdaş devlet başkanlarına itibar kazandıran en büyük meziyet, halktan bir baskı geldiği takdirde bu baskı karşısında anlayışlı davranarak, idare edilenlerin dilekleri doğrultusunda politika değiştirmeye razı olmaktır.
Oysa günlerden bir gün Halife Hz. Ömer, halka şöyle sesleniyor; "Eğer bende bir eğrilik, bir sapma görürseniz beni zorla düzeltiniz." Dinleyiciler arasından doğrulan Selman-ı Farisi de ona şu karşılığı veriyor; "Vallahi, eğer sende bir eğrilik, bir sapma görecek olursak seni kılıç zoru ile doğrulturuz!" Hz. Ömer, sözlerine verilen bu karşılığa kızmıyor. Tersine şöyle diyor; "Ömer'in yönetimi altındakiler arasında kendisini kılıç zoru ile doğru yola getirecek bir kimsenin bulunmasını nasip eden Allah'a hamdolsun", îşte bu tutum, siyaset hayatına yansıyan bir "lailâheillellah" ahlâkı pratiğidir. Bu pratiği ancak o eşsiz kuşak ortaya koyabilmiştir. Öteyandan halife Hz. Ebu Bekir, izleyeceği politikanın ana hatlarını açıklarken şöyle diyor; "Aranızdaki zayıflar, gasp edilmiş haklarını alıp kendilerine teslim edinceye kadar benim nazarımda güçlüdürler. Buna karşılık aranızdaki güçlüler, zayıfların gasbedilmiş haklarını kendilerinden geri alıncaya kadar benim nazarımda zayıftırlar." Bu sözler, "kalabalıkların" duygularını okşayarak kandırmak için ortaya atılmış kof bir slogan değildi. Tersine Hz. Ebu Bekir'in siyasî uygulamalarını yönlendirmiş bir "ilke" idi. Bu ilke "lailâhe illellah" cümlesine bağlı siyaset ahlâkının bir gereği idi. Bu ahlâka göre hiç kimseye, güçlüdür diye sempati duyulmaz ve hiç kimsenin zayıftır diye zulme, haksızlığa uğramasına göz yumulamazdı. Şimdi de şu tarihî olayı tekrar hatırlayalım: Halife Hz, Ömer, Kudüs'e gidecek. Maksadı "Bu şehrin anahtarını ancak halifeye teslim ederim" diye ısrar eden Kudüs patriğinden şehrin anahtarını teslim almaktır. Yanındaki hizmetçisi ile birlikte iki kişi olmalarına rağmen sadece bir tek binek hayvanları var. Bu yüzden Hz, Ömer, hayvana binmeyi hizmetçisi ile arasında sıraya koymayı kararlaştırır. Yani bir süre Hz. Ömer, hayvan sırtında yol alırken hizmetçisi arkadan yaya gelecek. Sonra da hizmetçi hayvan sırtına binecek ve Hz. Ömer arkadan yaya yürüyecek. Eşit süreli nöbetlerle Kudüs yakınına vardıklarında hayvana binme sırası hizmetçiye gelmiş. Hizmetçinin karşı çıkmasına rağmen Hz. Ömer, hayvanın sırtına onun binmesinde ve kendisinin arkadanyaya yürümesinde ısrar etmi$ ve şehre bu şekilde girmişler. Dünyanın her tarafında geçerli olan adetlere göre halk sanmış ki, atın sırtında oturan kişi halife Ömer, hayvanın arkasından yaya yürüyen kişi de hizmetçidir. Bu yüzden az sonra gerçeği öğrendiklerinde hayretten donakalmışlar! * ** Peygamberimiz —salât ve selâm üzerine olsun— bir defasında kâfirler ile savaşmak üzere sefere çıkmaya hazırlanan bir İslâm ordusuna şu direktifi verir: "Allah'ın adı ile ve Allah yolunda savaşınız. Allah'ı inkâr edenlerle savaşınız. Savaşırken gaddar olmayınız, düşmanınızı işkence ile öldürmeyiniz; çocukları, yaşlıları ve kadınları öldürmeyiniz." (Müslim)
Oysa karşılarına çıkılacak olan kâfirler Kur'an' m deyimi ile "Mü'minlere karşı ne and ne antlaşma gözetmeyen," kimselerdi (Tevbe/10). Peygamberimiz buna rağmen bu direktifi ile savaş ahlâkının temel ilkelerini ortaya koyuyordu. Halbuki, değil sadece o zaman, şimdiki cahiliye uygarlığının anlayışına — hatta özellikle günümüz cahiliye uygarlığının mantığına— göre savaşın ahlâk ile uzaktan yakından hiç bir ilgisi yoktur. Arkasından müslümanların başına Hz. Ebu Bekir geçer ve o da yüce Allah'ın buyruklarına uymaktan vazgeçer döneklere (murtedlere) karşı savaşmaya giden ordusuna aynı direktifi verir. Derken Hz. Ali ile Muaviye arasında, bilinen savaş kopar. Her iki taraftan da ölenler olur. Akşamleyin hava kararıp da savaş durunca Hz. Ali, her iki tarafın ölülerinin cenaze namazını kıldıktan sonra karşı tarafın cenazelerini toprağa versinler diye kendilerine teslim eder. Bu arada tarihte "Hariciler" adı ile anılan bir gurup kendisine karsı isyan eder. Arkadaşlarından bir gurup "Bunlar kâfirdir" der. Fakat Hz. Ali, bu görüşe karşı çıkarak "Hayır, onlar, bize karşı baş kaldırmış kardeşlerimizdir" der. Bu anlattıklarımız savaş ahlâkının örnekleridir. Onları ancak "lailâhe illellah" ilkesinin bağlıları ortaya koyabilir. Bir de şu olayı gözüne getirmeye çalışalım: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) dönemindeki savaşlardan birindeyiz. Zafer kazanılmaz üzere gibi görünürken, savaşın çehresi birdenbire tersine dönerek bozgun havası esmeye başlar. Bu sırada müslü-manlar yetmiş şehit verirler. Bu şehitler arasında "şehitlerin efendisi" unvanı ile tanınan Hz. Hamza da vardır. İşte bu arada sağ kalan müslümanlardan biri, elindeki bir maşraba su ile can çekişen bir yaralının yanına koşar. Belki kendine gelmesini sağlar düşüncesi ile ona elindeki suyu içirmek ister. Fakat yaralı, "onu yanımda yatan şu yaralı kardeşime ver" diyerek dudaklarına uzatılan suyu geri çevirir. Bunun üzerine adam ikinci yaralıya koşar. Fakat o da suyun yanıbaşmda yatan üçüncü bir yaralıya sunulmasını önererek onu içmek istemez. Adam üçüncü yaralının yanına varıp maşrabayı dudaklarına uzatınca, ondan da aynı karşılığı alır. Arkasından yanlarına vardığı dördüncü ve beşinci yaralılar da aynı cevabı vererek, son nefeslerini vermek üzereyken bile kardeşlerini kendilerine tercih ettiklerini bildirirler. Maşrabalı adam, beşinci yaralının dileğine uyarak ilk yaralının başına koşar, fakat onu son nefesini vermiş bulur. Arkasından ikinci, üçüncü, dördüncü, ve beşinci yaralıların yanına vannca aynı hazin sonuçla karşılaşır. Hepsi de son nefeslerini vererek
şehitlik şerbetini içmişlerdir. Fakat hiç biri ölmek üzereyken bile kendini müslüman kardeşine tercih ederek hararetten belki de çatlayan dudaklarını ıslatmaya yanaşmamıştır. Bu nasıl bir ahlâk anlayışıdır? Sözlüklerin kelimeleri arasından buna ne ad bulup yakıştırabiliriz acaba? *** Maksadımız kitabımızın sayfalarını o eşsiz kuşağın yüksek ahlâk örnekleri ile doldurmak değildir. Çünkü tarih ve siyer kitapları bu yüksek düzeyli ahlâkın her alandaki şaşırtıcı uygulamaları ile parıldamaktadır. Burada bizim yapmak istediğimiz şey, bu eşsiz kuşağın anlayışında, imanın özü ile îslâmiye-tin içerdiği ahlakî değerler arasında ne derece sıkı bir bağ kurulduğunu belgelendirmekten ibarettir. Hemen şunu belirtmeliyiz ki, bu tutum o ilk kuşağa özgü bir içtihad değildir. Öyle olsa arkadan gelen diğer kuşaklar bu uygulamadan kendilerini muaf sayabilirdi. Yine bu ahlâk titizliği, ilke olarak sonraki müslüman nesillerin kolayca sıyrılabilecekleri istisnaî bir imtiyaz değildir. Tersine, o eşsiz kuşağın anlayışına ve işin aslına göre bu tutum, bu dinin ta kendisi idi. Çünkü yüce Allah onlara, "Müminler, iman edip salih ameller işleyenlerdir" diye buyurduğu gibi Peygamberimiz de kendilerine aynı direktifi vererek "Din, ferdin davranışları ile insanlar arasındaki ilişkiler demektir" demişti. Onların anlayışına ve işin doğrusuna göre —bu dinin önerdiği davranışları ortaya koymayan bir kimsenin mümin olması mümkün değildi. Yine onların anlayışına— ve işin doğrusuna göre insanların imanları, bu dinin önerdiği davranışları ortaya koyma derecelerine bağlı olarak farklılık gösterirdi. Yalnız bu kuşağın kendine özgü tek imtiyazı şu idi. Onlar ellerinden geldiği kadar eksiksiz bir biçimde bu dinin önerdiği davranışları ortaya koymak, bu dinin insanlara benimsetmeyi amaçladığı ahlâkı, olanca güçleri ile pratiğe yansıtmak istiyorlardı. Böyle yaparken yüce Allah'ın: "Gücünüzün yettiği oranda Allah'dan korkunuz." (Tegabun/16) şeklindeki emrini yerine getirmeye çalışıyorlardı. Bu görevi yerine getirirken gerekenin en azı, herkese farz olan kadarı ile yetinmediler. Tersine, bu alandaki nafile ve menduplar ile uygulama kapsamına alarak onlara bu alnın farz ve vacipleri gözü ile bakarak kesinlikle bağlı kaldılar. Fakat rehber edindikleri ilke, iman ile amelin (davranış ve tutumların) biribirinden ayrılmazlığı, "lailâhe illel-lah" prensibinin ahlâkını pratik hayata yansıtmanın kaçınılmazlığı ilkesi idi. Onlara göre başka türlüsü düşünülemeyecek açık bir gerçekti. Gerçekte bu din de aynı şeyi söylüyordu.
V. ANTLAŞMALARA BAĞLILIK Yüce Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyuruyor: "Antlaşma yaptığınız zaman, Allah'ın ahdini tam olarak yerine getiriniz, verdiğiniz sözü tutunuz, pekiştirdikten sonra yeminlerinizi bozmayınız. Çünkü Allah'ı üzerinize kefil (şahit) tuttunuz (artık andınızı nasıl bozabilirsiniz). Allah yaptığınız her şeyi bilir. Bir topluluk diğer bir topluluktan sayıca ve malca daha güçlü olduğu için yeminlerinizi aranızda bozucu bir vasıta yaparak ipliğini kuvvetle büktükte sonra çözen kadın gibi olmayınız. Çünkü Allah sizi bununla deniyor ve Kıyamet günü hakkında ayrılı-ğa düştüğünüz şeyin içyüzünü size açıklayacaktır. Eğer Allah dileseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı. Fakat O dilediğini saptırır ve dilediğim doğru yola iletir. Sizler yaptığınız her şeyden mutlaka sor-güya çekileceksiniz. Yeminlerinizi biribirinizi aldatma aracı haline getir-meyiniz. Sonra yere sağlam basmış olan ayak kayar. Ayrıca insanları Allah'ın yolundan alıkoyduğunuzdan dolayı günahınızın cezasını tadar ve Ahirette de büyük bir azaba uğrarsınız. Allah'a verdiğiniz sözü değersiz bir pahaya satmayınız. Çünkü eğer bilirseniz, Allah katında elde edeceğiniz mükâfat sizin için daha hayırlıdır." (Nahl/ 91.95) Yüce Allah (c.c.), ehli kitabın (yahudiler ile hris-tiyanların) Allah'a vermiş oldukları söz ile yeminlerini değersiz bir pahaya sattıklarını haber verdikten ve bu ümmeti, insanlığın önderi ve Kıyamet günü bütün diğer ümmetlerin şahidi olsun diye ortaya çıkardığını belirttikten sonra verilen sözleri tutmanın ve anlaşmalara bağlı kalmanın onun köklü bir karakteristiği, yapısının ayrılmaz bir özelliği olmasını dilemiştir. Gerçekten bu ümmet, özellikle onun ilk örnek kuşağı, sözüne bağlılığını uygulamada kanıtlamış, çevresini kuşatan cahiliye toplumları ortasında antlaşmalarına uymada gösterdiği titizliğini ayırıcı bir özelliği haline getirmiştir. Daha önceki sayfalarımızda vurguladığımız gibi ilk müslüman kuşak, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tarafından Kur'an-ı Kerim rehberliği altında eğitilip yetiştirilmiş olmasının sonucu olarak Kur'an'a ve Sünnete en sıkı biçimde bağlı; müslüman kuşak idi. Bunu kanıtlayan olaylardan biri müslümanlar ile Kureyş müşrikleri arasında imzalanan Hudeybi-ye Mutarekesidir. Bu ateşkes anlaşmasının bir maddesine göre Peygamberimiz, kendisine sığınan müs-lümanlan geri verecek, fakat müşrikler kendi taraflarına geçen Kureyşlileri geri vermeyeceklerdi.
Müslümanlar daha ilk günden bu anlaşmanın aleyhlerine olduğu duygusuna kapıldılar. Hatta bu aldanmışlık duygusunun ağır bir hayal kırıklığına düşürdüğü Hz. Ömer ile Peygamber efendimiz ara* sında bu konuda şu karşılıklı konuşma geçer: — Ya Resulellah, biz müslüman değil miyiz? — Evet, tabii. — Onlar kâfir değil mi? — Evet, öyle. — O halde dinimize girenleri onlara nasıl verebiliriz? Peygamberimizin son cevabı kısa ve kesindir; "Ben Allah'ın Resulüyüm. O bana her yönden yardım ederken ben O'nun emirlerine karşı gelemem." (Beyhaki) Sebebine gelince, yüce Allah (c.c.) bu ateşkes antlaşmasının müslümanlar hesabına taşıdığı yararı, gelecekte sağlayacağı faydayı biliyordu. Fakat o günün müslümanları, görüş açılarının sınırlı ve gayb alemine kapalı oluşu yüzünden antlaşmanın sadece görünüşteki aleyhte olan niteliğini algılayabiliyorlardı. Oysa yüce Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyuru-yordu: "Andolsun ki, Allah, Peygamberinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse yakında kiminiz traşlı ve kimimiz saçlarınızı kısaltmış olarak güven içinde ve korkusuzca Mescidi Haram'a (Kabe'ye) gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bildi ve bundan önce size yakın bir fetih (Hayber Fethi) nasip etti." (Fetih/27) Antlaşmanın müslümanlar arasında doğurduğu burukluk henüz geçmemişken, bir gün, Ebu Cendel adlı bir kişinin zincire vurulmuş olarak müşriklerin saflanndan ayrıldığı ve müslümanlara katılmak istediği görüldü. Bu olay müslümanlann üzüntüsünü ve kapıldıkları aldanmışlık duygusunu daha da pekiştirdi. Öyle ki, Hz. Ömer, yalınkılıç öne atılarak müşriklerle vuruşup Ebu Cendel'i tutsaklıktan kurtarmaya hazırlandı. Fakat Peygamberimiz kendisine engel olarak müşrikler ile arasında bağlanan antlaşmaya sadık kaldı. Bu acı manzarayı gözleri önünde seyreden müslümanlarm kalbleri ise kan ağlıyordu. Fakat bu acı olay, aslında anlaşmalara bağlılık (ahde vefa) eğitiminin uygulamalı bir dersi niteliğinde idi. Müslümanın yaptığı anlaşma aslında yüce Allah' m adı ile bağlanan bir taahüttür. Bu yönü ile, o müminin Rabbine karşı sorumluluğunu taşıdığı "ezeli sözleşme"nin ayrılmaz bir parçasıdır. Böyle olunca o, yakın ya da uzak vadeli, görünen veya gözden kaçan "menfaatler"e göre dalgalanmaya bırakılarak menfaatlere uygun görüldüğü zaman tutulacak ve menfaatlere aykırı görüldüğü zaman yan çizilecek, çiğnenecek bir belge değildir.
Böyle bir tutum, cahiliye toplumlarının imzaladıktan antlaşmalarda görülür. Onlar, imzaladıkları hiç bir anlaşmaya bağlı kalmayı düşünmezler, tersine ellerine geçecek ilk fırsatta onu çiğnemeyi kollarlar. Antlaşmalarını bozmanın yararlarına olacağını düşündükleri an gelir gelmez o, artık kağıt üzerine çizilmiş basit bir mürekkep lekesinden başka bir şey değildir. Özellikle yirminci yüzyıl cahiliye toplumlarının devletler arası anlaşmaları, bu söylediğimizin açık birer kanıtıdır. Ne kadar kolay bir şekilde anlaşma yaptıklarını ve yine ne kadar kolay bir şekilde daha mürekkeblerinin kurumasını bile beklemeden yaptıkları anlaşmaları çiğnediklerini hemen her gün görüyoruz. "Allah'a karşı olan taahütlerine bağlı kalarak antlaşmalarını çiğnemeyen" müslümanlara gelince onlar, menfaat hırsının değil, yüce Allah'ın (c.c.) rızasını kazanma arzusunun yönlendirdiği tek toplulukturlar. Yüce Allah (c.c.) bu konuda Peygamberimize ve O'nun yolundan gidecek olan İslâm ümmetine şu direktifi veriyor: "Eğer bir kavmin yaptığı antlaşmaya hainlik edeceğinden korkarsan, sen de onların seninle yaptıkları antlaşmayı ayni şekilde kendilerine at. Çünkü Allah, hainleri sevmez." (Enfal/58) Yüce Allah'ın bu direktifi, anlaşmalarla ilgili "Lailâhe illellah" ahlâkının bir gereğidir. Buna göre, "müminlere karşı ne and ve ne de antlaşma gözeten" ve her an için antlaşmalanna ihanet etmeleri beklenen kâfirlere, antlaşmaları geri çevrildikten sonra savaş açılabilir, antlaşmaları henüz geçerli iken kendilerine karşı saldırıya geçilemez. İslâm ümmeti, bu ilâhî direktifi benimseyerek onu pratik hayata geçirdi ve şanlı tarihini bu soylu yaklaşımın şaşırtıcı örnekleri ile süslemesini bildi. Misal verelim: Ünlü İslâm komutanı Ebu Ubey-de b. Cerrah, Şam'ı fethedince eski dinlerine bağlılıklarını sürdürmeyi tercih eden bu şehrin halkını, İslâmiyetin hükümleri gereğince "haraç" vergisine bağlar. Şamlılar bu vergi karşılığında daha önce çeşitli baskı ve zulümlerine maruz kaldıkları Bizans devleti karşısında güvenliklerinin sağlanmasını şart koşarlar. Ebu Ubeyde de bu şartı kabul eder. Fakat bir süre sonra Bizans İmparatoru Herak-lius'un, Şam'ı müslümanlardan geri almak amacı ile büyük bir ordu ile saldırıya geçmek üzere olduğu haber alınır. Bunun üzerine Ebu Ubeyde, şehrin ileri gelenlerini çağırarak aldığı cizye vergisini geri vern ve neden böyle davrandığını kendilerine şöyle açık lar; "Heraklius'un kuvvetli bir ordu ile üzerimize gelmekte olduğunu her halde duymuşsunuzdur. Vergi verirken bize dış güvenliğinizi sağlamamızı şart koşmuştunuz. Oysa şimdi bu şartınızı yerine getiremiyoruz. Eğer yüce Allah bize Bizans ordusu karşısında zafer nasip ederse bu şartınızı yeniden kabul ederiz." Tarih boyunca böyle bir olay hiç duyulmuş mu? Savaş kazanarak ülke fetheden bir ordunun komutanı, ele geçirdiği ülkenin halkından vergi alsın da sonra bu vergiyi herhangi bir gerekçe ile kendi isteği ile geri versin. İşte tarih önümüzde. Kim istiyorsa
sayfalarını didik didik karıştırsın, bakalım böyle bir olaya rastlayabilecek mi? Zahmetler boşuna. Bu, tarihte başka bir benzeri yaşanmamış olan eşsiz bir olaydır. Bu olayda Ebu Ubeyde'nin uzun vadeli menfaat güdüsü ile hareket ettiği ve bu uğurda kısa vadeli menfaatini feda etmeyi tercih ettiği de söylenemez. Asla! Neden derseniz, zorba Heraklius'un ordusunu yenebileceğinden emin değil ki. Nitekim Şam ileri-gelenlerine "Sizin dış güvenliğinizi sağlayamıyoruz" derken bu şüphesini açıkça dile getiriyor. Tersine Ebu Ubeyde bu olayda, Peygamberimizin —salât ve selâm üzerine olsun— eli altında eğitimini görerek benliklerine mal ettikleri bir îslâmî ilkeden, "anlaşmalara bağlılık" ilkesinden hareket ediyor. Yoksa sözkonusu anlaşmanın kısa görüşlülerin bakış açısı ile kârlı ya da zararlı oluşu onun için önemli değildir. Çünkü yukarda okuduğumuz ayetin bir yerinde yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyordu: "Bir topluluk diğer bir topluluktan sayıca ve malca daha güçlü olduğu için yeminlerinizi aranızda bozucu bir vasıta yaparak ipliğini kuvvetle büktükten sonra çözen kadın gibi olmayınız." (Nahl/62) Fakat Ebu Ubeyde'nin sıkı sıkıya bağlı kaldığı bu İslâm ahlâkı, yüce Allah'ın bu ahlâka takdir etmiş olduğu sonucu göstermekte gecikmez. Girişilen amansız savaşın sonunda yüce Allah (c.c.) müslü-manları, Heraklius'un güçlü ordusu karşısında zafere ulaştırır. Bunun üzerine Şamlılar, geri almış oldukları cizye vergisini bu defa kendi elleri ile gönüllü olarak gelip Ebu Ubeyde'ye öderler. Hatta arkasından akın akın müslüman olmaya koşarlar. Çünkü böylesine yüce ahlaklı bir komutan yetişti-rebilmiş olan bu dine hayran olmuşlardır. Şimdi de ayni ahlâkın uygulamaya koydurduğu bir başka çarpıcı örneği gözden geçirelim: Halife Hz. Ömer, Iran cephesi komutanına yazdığı yazının bir yerinde şu entresan direktifi verir; "Eğer komuta ettiğin ordunun bir mensubu, bir İran yerlisi ile oyun oynar da adam, bu hareketi, müslümanın kendisine can güvenliği (eman) verdiği biçiminde yorumlarsa bu adama derhal can güvenliği belgesi veriniz." Aman Allahım, ne muhteşem bir alicenaplık karşısındayız?! Aslında ortada bir taahhüt yok. Sadece İranlı yerli, tek yanlı bir yorumla müslüman askerin kendisine can güvenliği bağışladığını sanıyor. Hz. Ömer de komutanına diyor ki, "Adamın bu iyimser beklentisini gerçekleştirerek kendisine derhal can güvenliği belgesi veriniz." Görüldüğü gibi sözkonusu olan, bir taahhüdün yerine getirilmesi değildir. Çünkü müslüman asker, böyle bir taahhüdde bulunmuş değildir. Düpedüz düşmanın hayalinde oluşan ve müslüman askerlerden birinin kendisine sunduğunu sandığı asılsız bir taahhüt beklentisine, ordu komutanın uyması emrediliyor! Tarihin her hangi bir döneminde bu ola-yın başka bir benzerini hiç duyan var mı?
Aynı ahlâkın bir başka tezahürü de şudur: Şam valisi Muaviye ile Bizanslılar arasında ateşkes anlaşması vardır. Fakat istihbarat kaynaklarından gelen haberler, Bizanslıların bu ateşkes dönemini askeri hazırlıklar için kullanarak ilk fırsatta müslümanlara karşı süpriz bir saldırı düzenlemeyi plânladıklarını gösterir. Bunun üzerine Muaviye, düşman baskınına uğramadan önce onları bu plâna karşı çıkarak kendisine şöyle derler; "Ya yüce Allah'ın emrettiği gibi, sinsice çiğnedikleri anlaşmalarını aynı şekilde yüzlerine çalarsın ya da üzerlerine yürümek için anlaşma süresinin dolmasını beklersin." Bunun üzerine Muaviye anlaşma süresinin sonunu bekler ve Allah da ordusuna zafer nasip eder. Şimdi de bu parlak örneklerin tam karşıtı olarak Haçlıların, Selâhaddin-i Eyyûbî zamanında ne yaptıklarını görelim: Müslümanlar ile Haçlılar, aralarında ateşkes anlaşmasına varmışlardı. Fakat Haçlılar, bu anlaşmayı hiçe sayarak bir sabah erkenden müslümanlara baskın düzenlerler. Neye uğradıklarını şaşıran müslümanlar, yakınlarında bulunan bir camiye sığınırlar. Fakat Haçlı caniler, mabed dokunulmazlığı ilkesini de hiçe sayarak camiye saldırmakta ve Allah'ın evinde kurtuluş arayan savunmasız zavallıları kılıçtan geçirmekte tereddüt etmezler. Ortaya koydukları vahşet tablosunun manzarası o kadar fecidir ki, bizzat kendi tarihi kaynaklarının belirttiklerine göre "dökülen insan kanlarının oluşturduğu gölün yüksekliği atlarının diz kapaklarına kadar çıkmıştır." Yüce Allah (c.c.) kâfirleri -ki onların hepsi bir tek millettir- bize tanıtırken ne kadar doğru buyuruyor: "Onlar (kâfirler) mü'mine karşı ne and ve ne de antlaşma gözetirler. İşte saldırganlar onlardır." (Tevbe /10) Bir süre sonra Selâhaddin-i Eyyübî, anlaşmalarım böylesine kalleşçe çiğneyen bu caniler üzerine tekrar yürüyerek kendilerini bozguna uğratır. Fakat eline fırsat geçtiği halde onlara kendi işledikleri gibi bir vahşetle karşılık vermez. Tersine onlann bu caniliklerine İslâm müsamahası ile cevap verir.
VI. İSLAM'DA İLMİ HAREKET Buraya kadar İslâm ümmetinin en belirgin özelliklerinden söz ettik. Bunu yaparken dikkatlerimizi, Peygamberimizin gözleri önünde eğitip yetiştirdiği ve "En hayırlılarınız benim çağdaşlarındır,"
diyerek erişilmez üstünlüğüne şahitlik ettiği ilk müslü man kuşak üzerinde yoğunlaştırdık. Bu sözlerimiz sırasında önemle vurguladık ki, bu özellikler sadece ilk müslüman kuşağa özgü karakteristikler değildir. Tersine onlar, her çağın ve her kuşağın müslümanları tarafından benimsenmeleri gereken, onlardan yoksun kalacak her müslüman kuşağın kusurlu ve günahkâr sayılacağı, bütünü ile "İslâm Ümmeti"ni karak-terize eden ortak niteliklerdir. Yine belirtmeye çalıştık ki, o eşsiz ilk neslin bu alandaki seçkinliği, bu özellikleri üzerinde taşıması, onları titizlikle sürdürmesi değildir. Çünkü, dediğimiz gibi bu, her müslüman kuşaktan yerine getirilmesi beklenen, gerçek anlamlı müminlik sıfatına gerçeklik kazandıncı bir görevdir. Bu kuşağı eşsizlik düzeyine çıkaran üstünlük, onun bu özellikleri pratiğe yansıtmada zirveye ulaşması, bu alanda her müslüman için farz olan en az sınırla yetinmeyerek özlenen en yüksek dereceye yükselebilmek için olanca gayretini ortaya koymasıdır. Gerçekten de bu alanda hiç kimsenin hayal edemeyeceği ufuklara yüceldiler. Özellikle ba-şaşağı inen "realiteleri"ne bağlı olarak bu alanda günden güne daha da alçalarak her müslüman için gerekli olan farz çizgisinin de altına düşen, hiç kimsenin hayal edemeyeceği ufuklara tırmandılar. Şimdi burada bu ümmetin diğer iki özelliğinden, "İslâm ümmeti" olmasının ayrılmaz kıldığı iki karakteristiğinden sözedeceğiz. Gerçi bu iki nitelik, daha önce değindiğimiz gibi, karakterlerin doğal sonucu olarak İslâm tarihinin destan dönemini yazan o ilk kuşaktan sonra ortaya çıkıp gelişmişlerdir. İslâm tarihi içindeki bilim ve uygarlığın gelişiminden bahsetmek istiyoruz. Bu iki disiplin, dediğimiz gibi karakterlerinin doğal sonucu olarak toplumların kuruluş ve yeni oluşum dönemlerinde ortaya çıkamazlar. Çünkü bunlar, toplumların kuruluş dönemlerinde büyük oranda yoksun kaldıkları istikrara ve zaruret alanlarını aşan ek bir çabaya muhtaçtırlar. Oysa kuruluş dönemlerinde bütün çabalar geleceğin temellerini atıp oturtma uğruna harcanır. Bu iki disiplin, kuruluş aşamasının tamamlanmasından sonra da belirli bir zamanın geçmesine muhtaçtırlar. Bu geçecek sürede değer yargılan, ilkkeler ve düşünceler "özümlenmeli"dir. Özümlenmelidir ki, bunu izleyecek aşamada bilim ve maddî uygarlık alanlarında "üretim"e yönelmek mümkün olsun. Fakat her iki hareketi doğuran "tohum" aslında başlangıç ve kuruluş sırasında oluşur. Doğal olgunlaşmasını tamamlayıncaya kadar saklı kaldıktan sonra ürünü verir, ya da yavrularını doğurur. Tıpkı ana rahminde gözlerden ırak bir şekilde gelişme dönemini tamamlayan sağlıklı bir ceninin doğması gibi Buna göre ilk müslüman kuşak, her ne kadar bu iki karakteristik vasfın oluşumuna fiilen katılmamış ise de aslında; eğer deyim yerinde ise; onlann "Manevî babası"dır. Çünkü islâm tarihinin daha sonraki parlak sayfalannı yazan yaman hamleyi o nesil başlattığı gibi bu hareket noktasının doğru ve sağlılıklı olmasını gerçekleştiren de yine o
kuşaktır. İslâm'ın bilim ve uygarlık hareketlerinin ortaya çıkışında bu iki faktörün her ikisinin önemli oranda etkisi oldu. Neden derseniz, bir defa toplumsal hamleciliğin -hangi milletin hayatında meydana gelirse gelsin- bilimsel ve uygarlık alanlarında atılım meydana getirmesi kaçınılmazdır. Çünkü bu atılım aslında, insanlığın yaratılış özünde, fıtrî yapısında saklıdır. Diğer yandan bu atılım, bütün insanlığa sunulmuş, fakat uğrunda harcanacak çaba ile orantılı olarak kendisinden pay alınan bir ilâhî bağıştır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hepsini, gerek berikiler ve gerekse ötekiler, Rabb'inin bağışı ile destekleriz. Rabbinin bağışı hiç kimseye kapalı değildir." (İsra/20) "Kimler dünya hayatını ve süsünü isterse onlara, oradaki çabalarının karşılığını tam olarak veririz. Onlar orada hiç bir kısıntıya uğratılmazlar." (Hud/ 15) Öte yandan toplumsal hamlenin sağlam ve sağlıklı bir başlangıç noktasına sahip oluşu, doğal olarak benzerlerinden açıkça farklı bir bilim ve uygarlık hareketi meydana getirecektir. İşte şu anda bizi ilgilendiren budur. Bu konudaki sözlerimize islâmdaki bilim hareketinden başlıyoruz. Araplar "cahiliye" dönemlerinde bilimsel alanda varlık göstermiş bir millet değillerdi. Bu, tarihin kanıtladığı bir gerçektir. Gerçi kuzeylerinde ve güneylerinde yer alan uygarlık merkezlerine sık sık gidip geliyorlardı. Ayrıca eski İran ve Bizans devletleri ile aralarında çeşitli temaslar da oluyordu. Fakat bu temasların doğurabileceği fırsatlara rağmen, bu devletlerin kültür ve bilimlerinden bir şeyler öğrenmeye, bu yolda çaba harcamaya yönelmemişlerdi. Çünkü onlar dünyadan ve tarihten kopuk bir hayat taşıyorlardı. Kendi içlerine kapalı bu dar ufuklu dünyalarında, iç çatışmaları ile, biribirlerine dönük yerel kavgaları ile, kendilerini övüp rakiplerini hicveden gelenekleri ile daha çok ticaretleri, eğlenceleri ve içki alemleri ile oyalanıp gidiyorlardı. Kabile birimlerine dayalı sosyal hayatla-rındaki en önem verdikleri uğraşlar şiir söylemek ile şecere ezberciliği idi. Şiir, söz alanındaki sanat tutkunlarım tatmin ediyor, güzel söz söyleme yolu ile biribirleri ile yarışmalarına zemin oluşturuyordu. Şecere (neseb) ezberciliğini de her kabile, diğer kabilelere karşı övünmek ve çatışmalar sırasında rakip kabilelerin soy ağaçlanndaki utandırıcı yönleri söylemek için koz olarak kullanıyorlardı. Cahiliye dönemi arap şiirin yüksek sanat değerine, düşünce, söyleyiş ve kurgu yalınlığına rağmen, araplann içinde yaşadıkları bedevi hayatı, sürekli bir kabile taassubunun baskısı altında bulunmalan ve bunun doğal uzantısı olan düşmanlıklar, çatışmalar ve soy kaynaklı kof öğünmeler "millet" oluşturmak üzere biraraya gelmelerine imkân vermemiştir. Oysa bilim ve uygarlık alanlarında atılıma geçebilmek için böyle birliği meydana getirmek, temel şartlarından biridir.
Bundan dolayı araplar, uzun yüzyıllar boyunca hiç bir bilimsel çaba göstermeden, hiç bir şey öğrenme arzusu göstermeden yaşadılar. Zaten o dönemlerine ait kendi bel-gelerinin kanıtladığı gibi onlar okuma-yazmasız bir "ümmi" topluluk idiler. Derken islâm geldi. Araplara sadece herhangi bir ilmî hareket meydana getirmek için değil, olması gerektiği gibi sağlıklı bir ilmî hareket geliştirmek için gereken bütün unsurlan sağlamak için geldi. "Bilgi edinme" arzusu insanın yaratılışında varolan bir içgüdüdür. Allah onu, yeryüzünde gelişmeler meydana getirecek araçlardan biri olsun diye insanoğluna bağışladı. Özellikle maddenin niteliklerim bilme ve öğrenme merakı, insan yaratılışının köklü içgüdülerinden biri ve yaygın anlamı ile "bilim"in en temel uğraş alanıdır. Fakat yukarda söylediğimiz gibi insan, bu doğal ve doğuştan gelen içgüdüsünü uygulamaya yansıtabilmek için birliğe, istikrara, güvene ve huzura muhtaçtır. Araplar, cahiliye dönemlerindeki kabile hayatlan sırasında, bütün bu unsurlardan yoksundular. Bu yüzden o dönemde yaygın anlamda bir bilim hayatlan olmamıştı. İslâm gelince, sözünü ettiğimiz unsurlar, tümü ile biraraya geldi. Böylece her şeyden önce bilimin gelişmesine elverişli bir ortam oluşmuş oldu. Fakat uzun dönemler bo-yunca ilimden kopuk ve yoksun yaşamış olan bu milletin birlik, istikrar ve güven gibi unsurlar yanında fıtrî yapısının uyuşuk kalmış kesimini canlandırıp çalışmaya ve üretime sevkedebilecek sarsıcı bir hamleye ihtiyacı vardı. İşte islâm, araplara, bu sarsıcı hamleyi, tarihte bir başka benzeri görülmemiş canlılıkta sağladı. Böyle olunca doğuştan varolan bilgi edinmeye dönük yetenekler sisteminin harekete geçmesi tabiî bir şeydi. Çünkü bu yeni toplumun organizmasına giren büyük akım, bütün organlarını, bütün hücrelerim harekete geçirmişti. Fakat islâm'ın içerdiği ve bu alanda sağladığı tek şey, insan yaratılışının işlenmemiş ve uyuşuk kalan yeteneklerini uyararak düzenli kımıldamaya ve harekete sevkeden uyarıcı akım değildi. Bunun yanında, tıpkı insanlığın hayatı için gerekli olan diğer alanda olduğu gibi, ilmi hayata yön verecek belirli ilkeler de içeriyordu. Vahyin, insanlığın ihtiyaçlan karşısındaki temel tutumu kısaca şöyledir. Bu ihtiyaçlar ya insanın kendi imkânları ile sağlıklı bilgisine ulaşamayacağı şeylerdir ki; o zaman vahiy, onlan tümü ile insana "öğretme" görevini üzerine alır, (inanç sistemi, helâl ve haram konuları gibi) ya da bu ihtiyaçlar, insanın yüce Allah tarafından doğuştan bağışlanmış olan araçları kullanarak doğru bilgisini elde edebileceği şeylerdir. O takdirde vahiy, sadece yönlendirmekle, o uğurda çalışma ve düşünmenin doğru metodunu ortaya koymakla yetinir. Maddî evreni ve genel olarak maddenin özelliklerim tanımak için gerekli yetenekler yüce Allah (c.c.) tarafından insan yaratılışının özüne bağışlanan konular arasındadır. Bu bakımdan insan akıl ve kol gücünü seferber edince bu alanda doğru bilgiye ulaşamaması sözkonusu değildir. Bu yüzden bu alanda vahyin tutumu, çeşitli bilim dalları ile ilgili
"teoriler" veya bilimsel verilere götürecek "dersler" vermek olmamış, sadece yönlendirmek ve doğru metod vermekle yetinmiştir. Bu alandaki yönlendirici ilkeler, gerek Kur'an'da ve gerekse Peygamberimizin (s.a.v.) sünnetinde sık sık karşımıza çıkar. Önce Kur'an'a göz atınca vahyin bu alandaki yön-lendiriciliğe "oku" emri ile başladığını görürüz. Özellikle okuma-yazmasız bir millet olan araplara göre bu yönlendirici çağrının ifade ettiği anlam gayet açıktır. Bu çarpıcı çağrıyı dile getiren Kur'an, arkasından ilmi özendirerek gündeme getirir. Sözünü ettiğimiz ayetler şöyledir: "Yaratan Rabb'inin adı ile oku. O insanı alâk'dan (kan pıhtısı biçimini alan embiryo'dan) yarattı. Oku, Rabb'in en büyük kerem sahibidir. O, insana kalem ile yazmayı öğretti. İnsana bilmediklerini öğretti." (Alak/1-5) Kur'an bu konudaki diğer ayetlerinde dikkatleri, maddî evrenin şaşırtıcı özelliklerine (ayetlerine) çevirir. Bu me-yanda ilmin en duyarlı alanına giren, özellikle gökler, yer-yüzü ve canlı organizmanın ilk hücre kümesinden başlayarak geçirdiği gelişme evreleri konularında çeşitli maddî kanunları vurgular. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "De ki; 'Göklerde ve yeryüzünde bulunan varlıklara bakınız." (Yunus / 101) "O'dur ki, yeryüzünü yaydı ve üzerinde sabit dağlar ile nehirler varetti. Yine orada bütün meyvelerden ikişer çift yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor. Bütün bunlarda düşünen kimseler için ibret alınacak dersler vardır." (Ra'd/3) "Andolsun ki, biz insanı bir çamur süzmesinden yarattık. Sonra onu bir nütfe (sperma) halinde sağlam bir yu-
vay a yerleştirdik. Sonra nütfe'yi, alakaya (embiryo'ya) çevirdik, alakayı, bir çiğnemlik ete dönüştürdük, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratıcıların en güzeli olan Allah ne yücedir!" (Müminunl 12-14) Gerçi yüce Allah'ın (c.c.) evrende yarattığı olağanüstülüklere işaret eden ve Kur'an'daki sayılan hayli kabarık olan bu ayetlerin ilk maksadı, yaratıcının ululuğu, olağanüstü gücü, geniş kapsamlı ilmi, evreni tümü ile egemenliği altında tutuşu ve çekip çevirişi konusunda insan kalbini uyararak Allah'dan korkmayı, kısacası "doğru inanç" edindirmeyi sağlamaktır. Fakat bu ayetlerin içerdiği "ilmi yönlendirme" motifi de açıktır. Çünkü bu tür ayetlerin çoğu son cümlelerinde yeralan "düşünme", "gerçekleri görme" ve
"gerçekleri enine-boyuna irdeleme" çağrısı, tabiattaki bu olağanüstülüklerin, içerdikleri ilâhî sanatın esrarını kavrama çabasını doğal bir uzantı olarak ihtiva edecek niteliktedir. Meselâ: "Düşünen kimseler için bunda bir çok ibret dersleri vardır." "Akıllı kimseler için bunda bir çok ibret dersleri vardır." ve "İnsanoğullarının bundan alacağı bir çok dersler vardır." şeklinde sona eren ayetler gibi. Bu "düşünme", "irdele me" ve "enine-boyuna görme" bilginin başlangıç noktasını oluşturur. Nitekim müslümanlarm bilgi edinmeye yönel-meleri fiilen bu noktadan başlamıştır. Öte yandan, daha önce değindiğimiz gibi, tarihleri boyunca hep başka şeylerle oyalanan arapların geçmişlerinden miras kalan bir bilgi birikimleri olmadığı için, müslümanlar diğer ümmetlerin sahip oldukları bilgi birikimlerinden haberdar olma ihtiyacım duydular. Oysa daha önçeki cahiliye dönemlerinde hiç böyle bir ihtiyaç duymamışlar ve böyle bir işe yönelmemişlerdi. O günlerin en geçerli bilimsel dilleri eski yunanca (grekçe) ve lâtince olduğu için müslümanlar bu iki dili öğrenmeye koyuldular. Amaçlan bu dillerin taşıdığı bilimsel birikimi arapçaya aktarmaktı. Onlann ilmi hareketin asıl başlangıç noktasını bu adım oluşturur. Bu adım sonucunda, o günün bilinen bütün bilimsel birikimini arapçaya çevirdiler. Böyle durumlarda doğal olarak beklenebileceği gibi arkasından bu tercüme ettikleri bilimleri sadaketle didik didik incelemeye koyuldular. Fakat gayet kısa bir süre içinde bilimsel araştırma yeteneği kazanarak eski yunan bilimlerinin içerdiği bazı yanılgıları düzeltmeye bile giriştiler. Fakat sözkonusu ilme yöneltici Kur'an ayetleri, sadece evrenin olağanüstülüklerine işaret etmekle ve bu olağanüstülükleri gözleyip üzerlerinde yoğun düşünceye dalmayı vurgulamakla yetinmiyorlardı. Onların içerdiği, bunlardan daha önemli bir unsur daha vardı ki, o da "ilmî araştırma metodu" idi. Neden derseniz, eski yunan bilimi nazari (teorik), felsefî ve soyut karakterde idi. Bu ilim anlayışına göre belli bir nazariye (teori) araştınlır, felsefe açısında değerlendirilir ve sadece aklın ölçülerine vurulmakla yetinilir. Eğer aklın ölçüleri tarafından onaylanırsa, bu nazariye doğru kabul edilir. Onun pratik konumuna ve doğruluğuna önem verilmez. Fakat Kur'an'ın bilime yönelten ayetleri, tamamen bambaşka bir bakış açısı taşır. Bu ayetler, bakışlarımızı ilim pratiğe dönük, yarar sağlayıcı yönüne çevirir, nazarî (teorik) ve soyut bakış açısını arka plâna iter. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyurur: "Sana doğan aylardan sorarlar. De ki; 'Onlar insanlar ve hacc mevsimi için vakit ölçüleridir." (Bakara/189)
"Biz gece ile gündüzü gücümüzü gösteren iki ayet yaptık. Arkasından gece ayetini silerek gündüz ayetini aydınlatıcı kıldık ki, hem yaşamanız için Rabbinizden bir lütuf arayasınız hem de yılların sayısını ve hesabını bilesiniz. Biz size her şeyi ayrıntılı biçimde açıkladık." (İsra/12) "Rabbin bal arısına vahyetti ki: 'Dağlardan, ağaçlardan ve kurulmuş çardaklardan yuvalar edin. Sonra her çeşit meyvalardan ye, Rabbinin yollarından boyun eğerek yürü! Onların (arıların) karınlarından çeşit çeşit renkli bir içecek çıkar ki, o insanlar için şifalıdır. Hiç kuşkusuz bunda düşünen kimseler için ibret alınacak bir ders vardır." (Nahl 168-69) İşte bundan dolayı bilimsel araştırmaların yönünü nazarî, felsefî ve soyut alandan deney alanına çevirmeye yöneldiler. Bu girişim, bilimsel araştırma metodunda büyük bir dönüm noktası oluşturdu. Bilimsel araştırmaları son yüzyıllarda ulaştıkları geniş ufuklara açan bu dönüşüm oldu. Buna bağlı olarak bilimsel araştırmalarda deneysel metodu kurumlaştıranlar, müslümanlar olmuştur. Bu gerçeği, söz konusu metodu müslümanlardan öğrenerek yeni çağlarda ona büyük aşamalar kaydettirmiş olan Batılılar itiraf ediyorlar. Meselâ onlardan biri olan Brefould, "Ma-king of Humanity (İnsanlığın yapılışı)" adını taşıyan eserinde bu konuda şöyle diyor: "Bilim alanında araplara borçlu olduğumuz şey, sadece bize sunmuş oldukları orijinal teoriler ile ilgili müthiş buluşlar değildir. Tersine onlara asıl borçlu olduğumuz şey, bilimin kendisidir. Sebebine gelince klâsik çağda bilim yoktu. Gerçi eski yunanlılar düşünce akımları oluşturmuşlar, genel yargılar ortaya atmışlar ve çeşitli teoriler geliştirmişlerdir. Fakat sabırlı ve disiplinli araştırma metodlan, gerekli verileri bi-raraya getirerek bunlar üzerinde düşünceyi yoğunlaştırmak, ayrıntılı bilimsel araştırma yordamları, titiz ve sürekli düşünme çabası, deneysel ilmî araştırma, bütün bunlar eski yunanlının mizacına yabancı şeylerdi. Bugün adına "bilim" dediğimiz şey, Batı'da yeni bir araştırma ruhunun ve yeni bir "tümevarım (İnduction)" çabasının sonucu olarak ortaya çıktı. Gerek bu ruhu ve gerekse bu metodları Avrupa'ya ulaştıranlar araplardır.[14] Şunu hemen belirtmek gerekir ki, müslümanların ilmî hareketlerinde ortaya koydukları orijinal çabalar, sadece, eski yunan bilimlerinde rastladıkları yanlışlıkları düzeltmek ve sadece cebiri bulmak, Fizik ve Kimya dallarında büyük bir ilerleme sağlayan madde ile ilgili çeşitli özellikleri keşfetmek, kan dolaşımını bulmak ve Hasan b. Hey-sem'in Optik alanındaki dahiyane araştırmaları gibi yeni bilimsel buluşlardan ibaret değildir. Bu orijinal çabalar, insanlığa sağlıklı bilimsel gelişmenin yolu demek olan deneysel metodu sunmuş olmakla da bitmez. O deneysel metod ki, o olmasa bilimin gerçek anlamda gelişmesi düşünülemezdi. Müslümanların bilime bunların hepsinden daha önemli bir katkısı var ki, o da şudur:
Kur'an-ı Kerîm, biresyel ve sosyal hayat için eksiksiz bir metod önerir. Bu metod, "bilim" de dahil olmak üzere insan hayatının tüm kesimlerini içerir. Arkasından da bu kesimlerin her birini doğru olan yerlerine yerleştirir. İşte islâmî ilim hareketinin insanlığa sunduğu en önemli özellik budur. Biz bu özelliğin değerini, özellikle çağdaş cahili-ye uygarlığının bilim hareketinin günümüzde kazandığı görüntüyü incelediğimiz zaman daha iyi takdir ediyoruz. İnsan, aslında kendi içinde eksiksiz bir bütündür. Onun herhangi bir parçası öbür parçalarından ayırılınca ya da insanlar bu parçalardan birini, bütünün geride kalanından ayırmaya kalkıştıkları zaman bu ayrılmaz bütünde karışıklık ve uyumsuzluk meydana gelir. Çünkü böyle olunca bütünün parçalan arasındaki ilişki kopmuyor, arıza meydana geliyor. Arıza meydana gelince kaçınılmaz olarak uyumsuzluk doğuyor. İlâhî metod, insanı özüne uygun olarak, yani eksiksiz bir bütün olarak ele alır. Ona parçalar ve biribirinden kopuk birimler halinde yaklaşmaz. Bu da şaşılacak bir şey değildir. Çünkü Kur'an, bu insanın yoktan varedicisi, onun bütün özelliklerinin ve eğilimlerinin bilicisi olan yüce Allah tarafından indirildi. Nitekim O, şöyle buyuruyor: "Yaratıcı hiç bilmez mi? Ki O'nün bilgisi her şeyi içerir. O her şey den haberdardır." (Mülk/ 14) Bundan dolayı ilâhî metod, "bilim" konusuna şu iki ilkenin ışığında yaklaşır: 1- Bu metod, bilimi, insan hayatının geride kalan kesiminden ayırarak onu, bağımsız bir birim haline getirmez. Başka bir deyimle özellikle çağdaş cahiliye uygarlığının yaptığı gibi "bilgi için bilgi" yaftasını ortaya atmaz. 2- Bu metod bilimin gelişimini, insan fıtratının diğer yönlerine, onun biyolojik ve psikolojik yapısının geride kalan kesimlerine ters ya da aykırı bir doğrultuya yöneltmez. Oysa, meselâ, çağdaş cahiliye uygarlığı bilim ile dini biribirinden ayırarak karşıt ve çelişik bir konuma yerleştirirken böyle yapıyor. Başka bir deyimle "Kim bilimi istiyorsa dini ve kim dini istiyorsa dini terketmelidir" diyor. Oysa islâm uygarlığına göre insan, yüce Allah'ın (c.c.) yeryüzündeki halifesi, temsilcisidir. Nitekim O, bize şöyle buyuruyor: "Hani Rabbin, meleklere 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' dedi." (Bakara /30) Öte yandan insan yüce Allah'a kulluk sunmak (O'na tapmak) için yaratıldı. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ben cinn'ler ile insanları sırf bana kulluk etmeleri için ya r attım." (Za riya /156) Bu arada "kulluk (ibadet)" terimi, insanın yeryüzündeki tüm davranış ve tutumlarını içerir. Nitekim yüce Allah (c.c.) söyle buyuruyor:
"De ki; 'Benim namazım, her türlü ibadetim, hayatım ve ölümüm, eşi-ortağı olmayan alemlerin Rabbi içindir." (Enam /162-163) Makbul ibadetlerden biri de yeryüzünü imar etmek, başka bir deyimle maddî alanda kalkınmak, gelişmektir. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Sizi topraktan yaratan ve yeryüzünün imarına memur kılan O'dur." (Hud/61) Yine bu makbul ibadetlerden bir başkası da yeryüzünde koşturmak, alınteri dökmek ve yüce Allah'ın bağışım aramaktır. Nitekim O, bize şöyle buyuruyor: "O (Allah), yeryüzünün önümüzde boyun eğmesini, emrinizde olmasını sağladı. Buna göre onun etrafında geziniz ve içerdiği rızıklardan yiyiniz. Sonunda O'na dönecek-siniz." (Mülk / 15) İşte bilim, "yeryüzü kalkınmasını gerçekleştirmenin", "rızık peşinde koşmanın" ve "yeryüzünde halifelik görevini yerine getirmenin" vazgeçilmez araçlanndan biridir. Yoksa o, başlı başına bir araç değildir. Ayrıca daha önce belirttiğimiz gibi bütün insanlık, Allah'a kulluk etmek için yaratıldı. Bu "kulluk" terimi de hem yüce Allah'ın birliğine inanmayı hem tapınma amaçlı ibadet görevlerini yerine getirmeyi hem yeryüzü kalkınma ve bayındırlığını gerçekleştirmeyi ve hem de hak ve adalete dayalı bir sosyal düzen kurmayı içerir. Çünkü yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Andolsun, biz peygamberimizi açık deliller ile gönderdik, onlarla birlikte kitabı ve ölçüyü indirdik ki, insanlar adaleti gerçekleştirsinler." (Hadid/25) Bilim, insanın ortaya koyduğu bir faaliyet, bir etkinlik biçimi olması niteliği ile sözünü ettiğimiz eksiksiz metodun bir parçasıdır. Geniş anlamı ile "kulluk" metodunun bir parçası yani. O metod içinde yerini alır ve metodun diğer parçaları ile ilişkili olur. Bundan dolayı Peygamberimizin (s.a.v.) şöyle buyurmuş olması bize garip gelmiyor: "İlim öğrenmek her müslümana farzdır." (İbn-i Mace -Enes'den) Bu sözün anlamı gayet açıktır. "Farz" demek, sadece yapılması gereken şey demek değildir. Bir islâm terimi olarak "Farz", insanı yüce Allah'a (c.c.) yaklaştıran, Allah'ın rızasını kazanmasına vesile olan bir "ibadet" demektir. İşte bilimin islâm'daki yeri, konumu budur. Yani insanın yüce Allah'a yaklaşmasına, O'nun hoşnutluğunu kazanmasına vesile olan bir ibadet biçimi yani.
Hiç kimse sanmamalıdır ki, bu tanım, sadece "İslâmî ilimler" diye anılan ilim türü ile ilgilidir. Gerçi islâmî ilimlerinin her müslüman için tartışmasız bir farz olduğu doğ-rudur. Çünkü müslüman bu bilgi aracılığı ile yüce Allah'a nasıl doğru biçimde ibadet edebileceğim, neyin helâl neyin haram olduğunu, neleri yapacağı ve neleri yapmaktan ka-çınması gerektiğim öğrenmektedir. Fakat böyle olmakla birlikte yukardaki tanım, yüce Allah'ın (c.c) belirlediği sınırların dışına çıkmayan bütün ilim dalları için geçerlidir. Aksi halde müslümanlar, yüce Allah'ın (c.c), aşağıdaki emrini nasıl yerine getirebilirler? "Onlara (kâfirlere) karşı elinizden geldiği kadar savaş gücü ile cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayınız. Bunlarla Allah'ın ve sizin düşmanlarını yıldır ir siniz." (Enfal/ 60) Müslümanlar bu ayette gecen emri fizik, kimya, matematik, mekanik ve daha nice ilim dallarından yararlan madan yerine getirebilirler mi? Peki onlar aynı şekilde bilimin yardımı olmadan yüce Allah'ın (c.c) şu emrini nasıl yerine getirecekler? 'Yeryüzünün önünüzde boyun eğmesini emrinizde ol-nmasını sağlayan O "dur. O halde onun etrafında geziniz ve içcerdiği mıhlardan yiyiniz." (Mülk/15) "Yeryüzünün çevresinde dolaşmak" ve "yeryüzünün n ızık kaynaklarından yararlanmak" hiç bilgisiz olur mu? Bir de şu ayeti okuyalım: "Göklerde ve yeryüzünde bulunan her şeyin size boyun eğgrmsini, emrinizde olmasını sağladı." (Casiye/ 13) Acaba bilgi olmaksızın tabiatın insana boyun eğmesi olRayı gerçekleşebilir mi? Acaba insan bir şeye "Ol" deyince, o şey olur mu, yoksa maddeye egemen olabilmek için önce-lilkle bilimsel bir çaba harcamak mı gereklidir? Daha nice gerekçe var ki, bunların tümü "farz" olan biilimin sadece islâmî bilim değil, yararlı olan her bilim tü-rüi olduğunu kesinlikle kanıtlar. Yalnız hepsi ele farz olan iliiim türleri arasında bu acıdan fark vardır. Kimi ilimler "ffarz-ı ayn (Herkes için farz)" iken kimi ilim dalları "farz-ı ki.ifaye (sadece toplumda belirli kişilerin bilmesi yeterli.)"dir. Yoksa Peygamberimizin buyurduğu gibi ilim öğren-mnek, özü itibarı ile farz nitelikli bir görevdir. Bilimin islâmdaki bu konumundan insanlığın hayatımda bazı önemli sonuçlar doğar ki, bunları şöyle sıralaya-biiliriz:
a- İLİM, İNANCA VE DİNE DÜŞMAN OLAMAZ
İlim ile din, ikisi birlikte, insan yapısında yer alan ve ysaratılıştan kaynaklanan eğilimlerdir. Sağlıklı insan fıtratımda yeralan, köklü, biribirini tamamlayan ve hastalıksız biir insan varoluşunun gerçekleşmesi uğruna işbirliği yapman iki temel eğilim. İnsanın yaratıcısına ibadetle yönelmesi, onun fıtratının gereğidir. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Hani Rabbin Ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkarmış ve onları biribirine şahit tutarak 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' demişti. Onlar 'Evet, buna şahidiz' dediler." (A'raf/172) Tıpkı bunun gibi "bilgi edinme" arzusu, maddi evrenin işleyişine müdahale etme tutkusu, bilginin sonuçlannı hayatı kolaylaştırıp güzelleştirmek için kullanma isteği de insan fıtratının gereğidir. İnsan yaşama araçlannı geliştirmesi, bu araçlarla daha rahat bir hayat düzeyine ermeyi, bu yolda zarurî ihtiyaçlar düzeyinden normal ihtiyaçlar düzeyine ve normal ihtiyaçlar düzeyinden estetik ihtiyaçlar aşamasına geçmek isteyecek bir yaratılıştadır. Peki, durum böyleyken, bu iki eş kaynaklı eğilimi biribirine zıt konuma, biribirine düşman duruma getiren sebep nedir? Bunu yapan, günümüz Batı cahiliye uygarlığıdır. Çünkü o dünyada kilisenin sunmuş olduğu çarpık din, uzun bir süre bilime savaş açmış, bilginlere baskı yapmış, hatta onların bazılarını diri diri ateşlerde yakmıştı. Sebebine gelince bu bilginler, kilisenin doğmaları ile çatışan ilmi gerçekler ileri sürüyorlardı. İşte cahiliye uygarlığının bu saçmalığa karşı gösterdiği tepki, dini düzeltme yerine, onu bütünüyle reddetmek ve ilim adına ona savaş açmak oldu. Aslında bu da tek sebep değildir. Çünkü Batı dünyası, dinden tamamen kopunca -ki bu eğilim önce bilginler ile düşünürler arasında doğmuş ve daha sonra da halk kitlelerini etkisi altına almıştıryüzünü eski yunan ve Roma uygarlıklarına çevirerek yeni hayatını oralardan aldığı kültür uyannca biçimlendirmeye koyuldu. İşte bu kültür arayışı sırasında eski yunan uygarlığmda varolan "insan" ile "ilâh" arasındaki amansız düşmanlıkla karşılaşmış ve onu olduğu gibi kendi bünyesine aktarmıştır. Bilindiği gibi eski yunan mitolojisi, insan ile ilâhlar arasında düşmanca, amansız ve kötü niyetli ilişkilerin egemen olduğunu farz eder. Bu masallara göre ilâhlar, ilâhlık konumlarında kendilerine rakip çıkmasın diye sürekli olarak insanın başına iş açmak isterler. Buna karşılık insan da, ilâhlara karşı sürekli biçimde direnerek varlığını ve etkinliğini kanıtlamaya çalışır. Özellikle "Prometus" efsanesi, insanoğlu ile ilâhlar arasında hüküm süren bu çatışmalı ilişkiyi gayet açık bir şekilde ortaya koyar. Efsaneye göre tanrılar tanrısı, daha doğrusu putların başı Zeus, insanı bir avuç çamurdan yaratır.[15] Son bu yaratığı kutsal ateşten geçirerek belli bir biçime sokar.
(Bu-rada ateş, bilgiyi sembolize eder) Sonra da onu yapayalnız olarak ve karanlıklar ortasında yeryüzüne bırakır. Bu sırada karşısına "Prometheus" adlı bir masal yaratığı çıkar. Bu yaratık kutsal ateşi Zeus'dan çalarak ona getirir ve çevresinin aydınlanmasını sağlar. Bu işe çok öfkelenen Zeus, her ne kadar çalınan ateşi insandan bir daha geri almayı başaramasa da, bu etkili tabiî olayı insana hediye eden Prometheus'a ağır bir ceza vermeyi kararlaştırır. Onu Kafkas dağının tepesinde zincire vurdurur. Arkasından başına bir kartal musallat eder. Bu kartal geceleri ciğerim gagası ile oyarak yer. Ertesi gün ciğer yemlenir, fakat akşam olunca çıkagelen kartal onu yine gagalayarak tüketir. Bu ağır ceza, sonsuza kadar devam etmek üzere her gün böylece tekrarlanır. Kutsal ateşle aydınlanarak çevresini görme imkânına kavuşan ve bilgiyi sembolize eden bu güç sayesinde tanrıların bazı özelliklerine kavuşan insana gelince, Zeus ondan da öcünü almakta gecikmez. Bu amaçla ona kadını gönderir.[16] Kadının yanında içi dolu bir çehiz sandığı vardır. Sandık açılınca her tür kötülükle ağzına kadar dopdolu olduğu görülür. Bu kötülükler, açılan kapakla birlikte sandıktan dışan fırlayarak yeryüzünün her tarafına dağılırlar. Böylece taş tanrı Zeus, insanoğlundan ağır biçimde öç almış olur. İşte bu putperest uygarlığın bakış açısına göre, insan ile ilâh arasındaki ilişki böyledir. Görüldüğü gibi bu ilişki sevgi, sempati üzerine değil, tersine çatışma ve başkaldırma üzerine dayanır. Bu ilişkiler çerçevesi içinde insanın elde etmiş olduğu "bilgi" ilâhları sevindiren bir insan kazancı değil, onları öfkelendiren bir gasp, bir aşırma eylemi olarak karsımıza çıkar. Batı'nın cahiliye uygarlığı bu ilişkilere damgasını basan nefret unsurunu, zamanla daha da körükleyerek günün birinde işi Allahsız yazar Julian Huxley'ın (Modern Çağda İnsan) adlı eserindeki şu sözleri söylemesine yola-çacak raddeye getirir; "İnsan, cahalet ve güçsüzlük dönemlerinde Allah'a tapar, onun gücü önünde boyun eğerdi. Şimdi ise bilgisini geliştirerek çevresine egemen oldu. Böyle olunca eski bilgisiz ve güçsüz dönemlerinde Allah'a yakıştırdığı güç ve yetkileri kendi üzerine alma zamanı gelmiş oldu. Bundan dolayı artık kendisi ilâh oldu." Cahiliye uygarlığının bu konudaki mazeret ve gerekçeleri ne olursa olsun, bilim alanındaki ilerlemesine rağmen insanlık hakkında ağır bir cinayet işledi. Sebebine gelince kulluk eğilimi ile bilgi edinme eğilimi gibi iki köklü ve biribirini destekleyen fıtrî insan eğilimini biribirine karşı, hatta biribiri ile çelişkili bir konuma koydu. Böylece insanı iki fıtrî eğilimi, iki köklü ihtiyacı arasında parçalayarak bu eğilimlerden birini gerçekleştirmek isteyince, diğerinden yoksun kalmakla karşı karşıya bıraktı. Çağdaş bilimin insana sağladığı bütün avantajlara rağmen bilimin gelişmesini, insanın bedbahtlığının ve sapıklığının aracı haline getirdi. İnanca karşı giriştiği savaşta bilimi, bile bile silâh olarak kullandı. Bu, gerçekte varolmayan, bilimsel olarak kanıtlanmamış bir takım saçma iddiaları ortalığa yaydı. Meselâ bir zamanlar hakkında; "O, her şeyi yaratır, onun yaratıcı gücü
sınırsızdır" gibi lâflar edilen "yaratıcı tabiat" kavramı gibi. Meselâ materyalistlerin maddecilerin- hiç bir bilimsel kanıta dayanmaksızın "varlığının ne başlangıcı ve ne sonu bulunmayan madde" kavramı gibi.[17] Yine meselâ, güya sağlam bilimsel dergilerde zaman zaman lâboratuvarda canlı hücre yaratıldığı(î) haber verildikten bir süre sonra yine sözde güvenilir gazetelerde sözkonusu haberin asılsız olduğunun belirtilmesi gibi. Oysa, islâmî ilim hareketi sağlam metodlu, doğru isti-kametli olma imtiyazını hâlâ koruyor. Bu ilim anlayışı insana, parçaları biribiri ile ilişkili, gelişme kesimleri ahenkli bir bütün olarak, çok cepheli realitesine uygun biçimde yaklaşıyor. Bu bakış açısının insanı, bütün eğilimleri ve bütün gelişme alanları ile aynı istikamete doğru gider. Hiç bir eğilimi diğer bir eğilimi ile, hiç bir gelişme alanı başka bir gelişme alanı ile çelişmez. Çünkü bu eğilim ve gelişme alanlarının tümü, geniş anlamı ile Allah'a ibadete yönelmiştir. Bu geniş anlamlı "ibadet" kavramı, yeryüzü halifeliğini, ilâhî metod uyarınca yeryüzü kalkınmasını gerçekleştirmeyi, insanı layık olduğu düzeye çıkarıp kendisinden beklenen rolü oynamasını sağlamayı, bunların hepsim birlikte içerir. Bu da insanın "Göklerin, yeryüzünün ve dağların yüklenmekten çekindikleri emaneti yüklenmesi" demektir.
b- BİLİM, AHLAKI BOZMANIN ARACI OLAMAZ İslâm'ın anladığı mânâdaki bilimin ikinci bir sonucu da şudur: Bilim, ahlâkı bozmanın aracı olamaz. Bilim, insandan kaynaklanan bir gelişme biçimi olduğuna ve ilâhî metoda uygun bütün insanî gelişmeler, vaktiyle insan ile Allah arasında akdedilen "ahlâk anlaşmasına" bağlı kalmakla yükümlü olduklarına göre bilimin, ahlâk bozgunculuğu için alet olarak kullanılamayacağı, böyle bir şeyin aslında düşünülemeyeceği açıktır. Fakat çağdaş cahiliye uygarlığı, bilimsel gelişmenin olduğu kadar ilmî, ahlâk bozgunculuğunun bir aracı olarak kullanmanın da örneğidir. Tıpkı onu inançla savaşmanın bir silâhı olarak kullandığı gibi. Belki de bugün en bariz misali, gebeliği önleyici ilâçların kullanımını bu derece kolaylaştırması, bu ilâç ve araçlan yapısı sağlıklı bir insanlığın gerek duyacağından alabildiğine büyük çapta üretip piyasaya sürmesidir. Hem de gayet ucuz bir fiyatla. İsteyen her genç kız onları kolaylıkla edinip kullanabilsin diye. Üstelik bu alanda hiçbir ciddî tıbbî denetim de öngörülmüyor. Çünkü reçetesiz satılabiliyorlar. Oysa denetimsiz kullanılmalarının sağlık açısından sakıncalı olduğunu söyleyenler yine doktorlann kendileridir. Burada güdülen amaç açıktır. Ahlâk anarşisinin her tarafta cirit attığı çağdaş cahiliye toplumlarında genç kızlar, gayri meşru cinsel ilişkilerin sonuçlanndan kurtulmayı garantiye aldıktan sonra artık onların bu ilişkilere balıklama dalmalarını sağlamaktır. Ve böylece şeytanların ateşli dileği olan fuhşun her köşe bucağa yayılmasını engelleyecek hiçbir şey kalmamıştır.
Bilimin ahlâk bozma aracı olarak kullanıldığı tek alan sadece gebeliği önleyici ilâçlar değildir. Sinema, basm-ya-yın organları, radyo, televizyon, video gibi kitle iletişim araçlarının tümü, insanı geliştirip doğru istikamete yöneltmek için kullanılması mümkün araçlar oldukları halde günümüzde bile bile bozgunculuk amacı ile işletilen vasıtalardır. Üstelik bu bozgunculuk zaman zaman bilinege-len anlamı ile ahlâk bozgunculuğu sınırlarını aşarak insan yaratılışını, insan fıtratını dejenere etme biçimine dönüşüyor. Bu da aptallığın, alıklığın, yüzeyselliğin, dar görüşlü-ğün, olayların amaçlarını umursamayıp yanıltıcı görüntülerine takılma basitliğinin yaygınlaştırılması yolu ile meydana geliyor.
c-BİLİM ŞERRE VE KÖTÜLÜĞE ARAÇ OLAMAZ Bu bilim anlayışının doğurduğu üçüncü bir sonuç da şudur: Bilim, şerre, kötülüğe araç olamaz. İslâm metodunda insan, bütünü ile hayır işlemeye, iyi davranışlar yapmaya, her hareketinde yüce Allah'ın (c.c) rızasını gözettiğine, her girişimi ile yüce Allah'a dönük ol-duğuna ve ilim de insan girişimlerinden biri bulunduğuna göre bu durum, bilim ürünlerinin kötülük yolunda kullanmasını önleyen inançsal (akıdevî) ve ahlâkî bir engel oluşturur. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "De ki; 'Benim namazım, diğer ibadet amaçlı hareketlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan ortaksız Allah içindir." (Enam /162-163) Oysa insanlığın şimdiye kadar varabildiği en yüksek bilimsel gelişme düzeyine ulaşmış olan çağdaş cahiliye uygarlığı -meselâ- nükleer enerjiyi kötü yolda kullanmanın hayal sınırlarını bile asan ürkütücü örneklerini veriyor. Bilindiği gibi bundan kırk yıl önce (yani 1946 yılında) Japonya'nın Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine atılan iki atam bombası, atıldıkları yerin geniş bir çevresi içindeki insan, hayvan ve bitki türünden bütün hayat belirtilerini yoketnıiş, ayrıca yalnız yüce Allah'ın bileceği kadar uzun bir zaman boyunca bu belirtilerin yeniden ortaya çıkmasına set çekmiştir. Bunun yanında bu bombaların oluşturduğu radyasyon dalgaları yüzünden, su ana kadar çok geniş çapta insan ve hayvan yavruları sakat olarak dünyaya gelmiştir. Oysa emperyalist devletlerin bugün ellerinde bulunan nükleer bombaların korkunç yıkım gücü karşısında Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine atılan dünkü atom bombalan, ağır makineli tüfek karşısındaki oyuncak çocuk tabancısı gibi kalırlar. Üstelik bu bombalar ciddî bir askeri ihtiyaç da değildir. Çünkü "klâsik" diye niteledikleri silâhlar hâlâ on binlerce, hatta milyonlarca insanın canına kıymaya ve bunlara sahip olup eğitimli biçimde kullanan tarafa bir savaş durumunda zafer kazandırmaya elverişlidirler. Böyle derken çağdaş cahiliye uygarlığının, uğrunda savaş kopardığı amaçların meşru olup olmadığını bir yana bıraktığımızı özellikle belirtmeliyiz.
Öte yandan günümüzün nükleer silâh üretme yansı bütün insanlığın yoksulluk ve çaresizliğine son verebilecek, şimdiye kadar insanlığa yaraşan düzeyin çok altında yaşamak zorunda bırakılan önemli miktardaki bir insan kesimini onurlu bir hayat standardına kavuşturabilecek miktardaki büyük maddî fonlar yutuyor. Buna rağmen bu çılgın yarış ne doyuyor, ne durmak biliyor ve ne de kesin bir sonuca varabiliyor! *** Hayır hayır! îslâmî ilim hareketinin, bu hareketi bu ümmetin en önemli karakteristiklerinden biri haline getiren en büyük meziyeti, en belirgin özelliği, bu hareketin, geniş kapsamlı, dengeli ve parçaları biri biri ile irtibatlı dinin bir parçası oluşu, ondan bağımsız ve kopuk olmayışıdır. Bu ilmi hareket doğru bir inanç sisteminin himayesi altında geliştiği için kendisi ile bu din arasında ne teori (nazariye) ve ne de pratik düzeyde çatışma olmamıştır. Ne bu dinin gerçekleri arasında doğru bilimsel bulgularla çelişen bir ilke ve ne de doğru bilimsel bulgular arasında bu dinin getirdiği gerçekler ile çatışan bir ilke vardır. Böyle olunca herhangi bir müslüman kişinin, ilim edinmek için inancını bir yana bırakması ya da ondan tamamen sıyrılması gerekmez. Tıpkı bu kişinin dinini koruyabilmek için bilimi ve bilimsel sonuçlan arkasına atmak zorunda olmaması gibi. Tersine hem bilim öğrenmeyi ve hem de gerçek anlamda yüce Allah'a ibadet etmeyi birlikte ve yanyana yürütebilir. Hatta O: "İlim öğrenmek herkese farzdır," diyen dininin kendisini güçlü bir hamle ile ilim öğrenmeye teşvik ettiğini ve gerçek anlamada "bilgin" unvanına hak kazandığı zaman kendisini göklere uçuracak biçimde övgüye lâyık saydığını görür. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Allah'dan gerçek anlamda korkanlar, O'nun bilgin kullarıdır." (Fatır/28) Böyleler! bu nitelikleri sayesinde "sağduyu sahipleri" kategorisine girerler. Çünkü sağduyu sahipleri, Allah'dan korkmakla nitelendirilmekte, hatta bu niteliğin, sadece onlara özgü olduğu vurgulanmaktadır. Nitekim yüce Allah (c.c.) bu konuda söyle buyuruyor: "Ancak sağduyu sahipleri düşünüp öğüt alırlar. Onlar ki, Allah'a karşı yüklendikleri tahütleri yerine getirirler ve aradaki antlaşmayı bozmazlar. Ve onlar ki, Allah'ın sürdürmeyi emrettiği ilişkileri sürdürürler, Rabblerinden çekinirler ve kötü sonuçlu hesaplaşmadan korkarlar." (Rad/19-21) Ayrıca Avrupa'da Hristiyan kilisesinin baskısı altında bilim ile din arasında meydana gelen acımasız çatışmanın benzerine, islâm tarihinde rastlanmaz. Çünkü bunun ne sebebi ve ne de gerekçesi vardır.
Tersine islâm aleminde aynı kişi hem islâm alimi ve hem de tıp, astronomi, fizik veya kimya uzmanı olabiliyordu. Sözkonusu bilgin, bu durumda vicdanında bir iç çatışma hissediyor ve ne devletten ya da herhangi bir müslüman fertten herhangi bir baskı görüyordu. Bu hususta dikkatleri çekeceği kuşkusuz olan bir örnek verelim. Ünlü müslüman bilgin Hasan b. Heysem, gayet akademik ve soğuk bir ilim dalı olarak kabul edilebilecek olan "Görüntüler" konusundaki eserini kaleme almaya girişirken sözlerine besmele ile, yüce Allah'a gerektiği gibi hamd-ü sena ederek ve Allah'dan basan dileyerek başlıyor. Oysa insanlık tarihinde öyle bir dönem geldi ki, bu dönemin ünlü bir bilgini biyoloji gibi hayatın sırlarını inceleyen, ölüden dirinin meydana gelişini ve canlıların farklılaşarak türlere ayrılışını anlatan, insan vicdanını harekete geçirici ve kalblerde Allah korkusu uyandırıcı bir konuda kitap yazıyor. Fakat kitabının tüm satırları boyunca bir kere bile Allah'ın (c.c.) adını anmadığı gibi ikide bir tabiatın her şeyi yarattığından, onun yaratma gücünün sınırsız olduğundan söz ediyor. Üstelik sözlerini tabiatta kör bir "tesadüf ilkesinin" geçerli olduğunu söyleyerek bağlıyor. İşte bu iki belirgin karakterli bilimsel metod arasındaki temel fark bu noktada yatar. Hareketlerin biri doğru yola koyulmuş, öbürü ise sapıktır. Doğru yola koyulmuş olan bilimsel hareket tüm dünyaya aydınlık saçan bir ışık kaynağı oldu, bu niteliği ile Batı dünyasını uzun uykusundan uyardı, ona ilim ve uygarlık öğreterek kendisini ortaçağın koyu karanlıklarından kurtardı. Gerçi Batı dünyası karşılaştığı ışığın asıl kaynağını benimsemeyerek topal ve gölgeli bir uygarlık oluşturdu, ama bu sorumluluk tamamen kendisine aittir. Buna karşılık sapık bilimsel hareket ise günümüzde karartıcı etkisini tüm dünya üzerinde göstererek bir çok maddî yararlar sağlamasına rağmen sosyal yapıya fesad tohumlan ekiyor. Bu arada şunu da belirtmeliyiz ki, islâmî ilim hareketin, çağdaş cahiliye uygarlığının geliştirdiği şimdiki ilim hareketinin yaptığı gibi ahlâkı bozmaya ve yeryüzünde kötülük tohumları ekmeye yönelmemesinin sebebini, bunu yapmaya gücünün yetmemesi değildir. Çünkü her düzeydeki ilim, şeytanların güdümü altında olunca ahlâk bozgunculuğu ve kö-tülük tohumu ekme amacı ile kullanılabilir. Meselâ; ayni zamanda yaşadıkları dönemin bilim adamları olan eski Mısır Firavunlarının kâhinleri, sahip oldukları bilgiyi sapık inançlar yaymak ve insanları yüce Allah yerine Firavunlara taptırmak için kullanıyorlardı. Ayrıca gerek onlar ve gerekse yahudi bilginleri, bilgilerini insanların yaran yerine büyücülük uğruna seferber etmişlerdi. Demek ki, bu farklı tutumun asıl sebebi ilmin gelişme düzeyi değildir. Buna göre islâmî ilim hareketinin gerçeği araştırmaya, bilimi ve bilim ürünlerini insanlığın yararına sunmaya, insanlığın inanç ve ahlâkını korumaya yönelmesinin asıl sebebi, bu ilim hareketinin bu dinin ayrılmaz bir parçası oluşu gerekçesi ile yüce Allah'ın indirmiş olduğu hayat metoduna bağlı olmasıdır. VII.
İSLÂM UYGARLIĞI
Burada "Uygarlık Hareketi" deyimi ile bu hareketin maddi ve kurumsal yönünü kastediyoruz. Bu hareketin, ilk müslüman kuşağının döneminden sonraki dönemlerde gelişen yönü zaten budur. Yoksa uygarlık hareketinin manevî yönü, yani değer yargıları kesimi, Medine'de oluşan islâm toplumunun daha ilk anlarından itibaren ortaya çıkmış, hatta ondan bile daha önce, bu cemaatın Mekke'de oluşumundan itibaren varlığını hissettirmişti. Bu meseleyi biraz daha açıklamamız yerinde olur. "Uygarlık" terimi, genellikle sosyal hayatın maddî ve kurumsal yönü için kullanılagelmiştir. Bu kullanım, aslında bu terimin sözlük anlamına uzak değildir. Çünkü "Hazaret (uygarlık)", "Hazar"m, yani sabit yerleşim birimleri (köy, kasaba, şehir) halkının faaliyetleri anlamına gelir ve "göçmen halkın faaliyetleri" demek olan "Bedavet"in (bedeviliğin) karşıtı olan bir mânâ ifade eder. Fakat islâmiyet, kelimelerin sözlük anlamlarını sınırlayan ve özelleştiren bir takım kendine özgü kavramlar ve terimler geliştirdi. Meselâ "salât (namaz) gibi. Salât, kelime anlamı ile dua demektir. Fakat bir islâm terimi olarak bilinen bazı davranışlardan oluşmuş bir ibadet biçimi anlamına gelir. Gerçi bu davranışlar arasında terimin sözlük anlamı olan "dua" eylemi de vardır, ama bu dua, belirli ve kendine özgü biçime dönüşmüş bir duadır. "Zekât" da öyle. Bu terim, sözlük anlamı ile arınma ve gelişme anlamlarına gelir. Fakat bir islâm terimi olarak, malın nasıl harcanacağı, nerelere verilebileceği belli olan belirli bir yüzdesi demektir. "Bu alanda gösterilebilecek diğer bir misal da "din" kelimesidir. Bu kelime sözlük anlamı ile, "insanın bağlandığı, inandığı, yargı kriteri olarak baş-vurduğu ya da kullandığı prensipler" demek olduğu halde bir islâm terimi olarak "Allah tarafından insanlara indirilmiş, belirli din" mânâsına gelir. Bu tür kelimelerden biri de "Hazaret (uygarlık)" kelimesidir. Bu kelime sözlük anlamı ile, az önce dediğimiz gibi "Hazar" yani sabit yerleşme birimlerinde (köy, kasaba, şehir) oturan halkın faaliyetleri demektir. Fakat bir islâm terimi olarak "yeryüzünü ilâhî metod uyarınca imar etmek, kalkındırmak ve geliştirmek" mânâsını taşır. Böyle olunca bu terimin kapsamına hem uygarlığın maddî ve kurumsal yönü ve hem de bu dinin önerdiği manevî değerler sistemi girer ve bu iki kesim, yani maddî yön ile manevî yön parçalanmaz bir bütün oluşturur. Başka türlü söylersek bu terim, çağdaş cahiliye anlayışının iki kısma ayırarak bir kısmına "değerler, inançlar ve fikirler" anlamına gelmek üzere "Culture (kültür)" ve diğer kısmına maddî ve kurumsal faaliyetler anlamına gelmek üzere "Civilization (uygarlık)" kavramlarının muhtevalarını birlikte ve ayırımsız olarak içerir. Çağdaş cahiliye zihniyetini böyle yaparken aslında pratikte, uygulama dünyasında yeri olmayan yapmacık bir ayırıma girişiyor. Neden derseniz, sosyal hayatta belirli değer yargılarına bağlı olmayan, bu değerler ile karşılıklı etkileşim ilişkisi içinde olmayan hiç bir maddî ya da kurumsal gelişme gösterilemez. Bu böyle olduğu gibi manevî değerler de boşlukta yaşamazlar. Onlar da ancak maddî ve kurumsal bir yapı içinde yaşayıp gelişebilirler.
Böyle olunca bu iki kesim arasında yapılabilecek olan bir ayırım pratik ve objektif olmaktan çok, nazarî (teorik) bir ayırım olur. Çağdaş cahiliye man* tığının bu ayırımı benimsemesi şundan kaynaklanıyor. Çünkü bu zihniyet nazariye (teori) ile uygulamayı biribirinden ayırmış, arkasından nazarî (teorik) olana "ideal" damgasını vurarak pratik reali-teyi "uygulama"nın temsil etmesine terketmiş ve böyle düşünürken uygulamanın nazarî (teorik) olana ters olmasında hiç bir sakınca görmemiştir! Bizler Batı cahiliye uygarlığının terimlerini benimsemek zorunda değiliz. Bu anlayışla diyoruz ki; "uygarlık" terimi, değerler sistemini içeren manevî kesim ile maddî ve kurumsal kesimi birlikte ifade eder. Yine diyoruz ki; bir yandan değişmez manevî değerleri ve bir yandan da sürekli değişim ve gelişmeye açık maddî ve kurumsal biçimleri olan orijinal bir "islâm Uygarlığı" vardır. Normal şartlarda düşünebileceğimiz şey, sözkonusu uygarlığın "islâm Uygarlığı" adını taşıyabilmesi için bu değişmez değerler ile değişken maddî tezahürler arasında sıkı bir bağ bulunmasıdır. Eğer bu manevî değerler değişikliğe uğrayarak islâm ruhundan uzaklaşırlarsa o zaman o uygarlığı, "islâm Uygarlığı" adı ile anmak yerinde olmaz. Bunun yerine "İlâhî metoda dayanmayan bir maddî ve kurumsal düzenleme" anlamına gelmek üzere ona deyim yerinde ise "Cahiliye Uygarlığı" denebilir. Bütün bu durumlarda maddî ve kurumsal düzenlemeler, kendilerine eşlik eden manevî değerlerden ayrılamaz. Her uygarlık bu iki yönü birarada gözönünde tutarak değerlendirilir, sadece maddî ve kurumsal yönü ile değerlendirilemez. Hatta herhangi bir uygarlık öncelikle manevî değerler açısından değerlendirildiği takdirde geçerli bir yol tutulmuş olur. Bunun objektif olduğu kadar basit bir sebebi vardır. Neden derseniz, insan, asgarî düzeydeki maddî ve kurumsal olanaklardan yararlanarak yaşayabilir ve insan olarak varlığını en yüksek düzeyde sürdürebilir. Buna karşılık sahip olduğu maddî ve kurumsal olanaklar ne kadar gelişmiş olursa olsun, manevî değer ve ilkeler olmaksızın ne yaşayabilir ve ne de —hangi düzeyde olursa olsun— insanî varlığını devam ettirebilir. Peygamberimizin (s.a.v.) sahabileri ile günümüz cahiliye uygarlığının Avrupalıları arasında yapılacak hızlı bir karşılaştırma bu noktadaki söylenecek kesin sözü ortaya koyar. Acaba bu kuşakların hangisi en yüksek düzeyde "insan" idi. Hangisinin duyguları "insan duyguları", hangisinin düşünceleri "insan düşüncesi", hangisinin ahlâkı "insan ahlâkı", hangisi insana yaraşır biçimde "geniş ufuklu", hangisinin eylem ve hareketleri "insana lâyık" idi? Hiç kuşkusuz bu soruların açık ve kesin cevaplan vardır. Açıktır ki, maddî ve kurumsal uygarlık açısından asgari derecede olanaklara sahip olan ilk müslüman kuşak, tartışmasız olarak bütün insan kuşaklarının en yücesidir. Buna karşılık günümüz Avru-pasında yaşayan çağdaş cahiliye nesilleri, insanlık tarihinin en gelişmiş maddi ve kurumsal uygarlığının sahibi olmalarına rağmen, eğer insanlık tarihinin en fena kuşağı değillerse bile mutlaka en fena kuşaklan arasında yer alırlar. Çünkü katıksız men* faate dönük olanları dışında kalan bütün uygarlık değerlerini dışlamışlar, inkâr etmişlerdir. Bundan dolayı ilk müslüman kuşağın temsil ettiği yüksek
düzeyli, yüce değerli ve saygın ilkeli uygarlığa karşılık bunların uygarlığına "geri kalmış uygarlık" adı verilir. Bu ilkeden hareket ederek güvenli bir sesle diyoruz ki, sahip olduğu maddî ve kurumsal olanaklar hangi düzeyde olursa olsun, gerçek uygarlık is-lâmdır ve gerçek anlamı ile uygar toplum, islâm toplumudur. Fakat sağlıklı insan yaratılışı için normal olan şey, bu yaratılışın insanın maddî ve manevî yönlerini birlikte doyurmaya çalışması, aralannda çatışma ve çelişkiye yer vermeyerek denge ve kordinas-yon gözetmesidir. Gerek yaratılışta ve gerekse pratik hayattaki bu tatmin yeterliliği, yüce Allah'ın (c.c.) bir avuç balçıktan yarattıktan sonra özüne kendi ruhundan bir soluk üflemiş olduğu insanoğlu için sağlıklılık alâmetidir. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Hani Rabbin meleklere demişti ki; 'Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Ona son şeklini verip özüne ruhumdan bir soluk lifleyince önünde secdeye ka-panınız!" (Sa'd/7172) Görüldüğü gibi fıtrat (yaratılış) dini olan islâmiyet, gerek ruh ve vücud gerekse dünya ile ahiret ikileminde insanları çift yönlü tatmine çağırır. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Namazı kılınız ve zekâtı veriniz." (Bakara/110) "Yiyiniz ve içiniz." (Araf/31) "Allah'ın sana verdiği nimetler ile Ahiret yurdunu ara, fakat dünyadaki payını da unutma." (Kasas/77) İslâmiyet, kendisine yaraşanı yaparak manevî değerlere öncelik vermiş olmakla birlikte uygarlığın diğer yönlerini de ihmal etmiyor, bu yönleri dışlamaya çağırmıyor: "Kadınlardan, evlâtlardan, kantarlarca ağırlıktaki altın ve gümüşten, yaylıma salınmış atlardan, davarlardan ve ekinlerden oluşan zevklere aşırı dere-cede düşkünlük insanlara cazip gösterildi. Oysa bunlar dünya hayatına ait metalardır ve sonunda dönülecek güzel yer, Allah'ın katmdadır. De ki; "Size bunlardan daha iyisini haber vereyim mi? Allah'dan korkanlar için Rabbleri katında altından türlü türlü ırmaklar akan, içlerinde ebedî olarak kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah hoşnutluğu vardır. Allah kullarının bütün yap. tıklarını görür. Bunlar 'Ey Rabbimiz, biz sana inandık, günahlarımızı bağışla ve bizi cehennem azabından koru' diyen sabırlılar, sadıklar, tam bir teslimiyetle Allah'a itaat edenler, mallarını Allah yolunda harcayanlar ve seher vakitlerinde günahlarının af edilmesini dileyenlerdir." (Al-i îmran/17-18)
Fakat eğer insan fıtrî yapısından birine doğru, diğerinin zaranna, eğilim gösterirse o zaman hayatının dengesi bozulur. Bu denge bozucu eğilim ister Hristiyan rahiplerinin, Hinduluğun ve Budizmin yaptığı gibi hayatın maddî yönünü ihmal edip ruhî yönüne ağırlık vererek olsun isterse çağdaş cahi-liye uygarlığının yaptığı gibi hayatın ruhî yönünü ihmal edip maddî yönüne ağırlık tanıyarak olsun, farketmez. îslâm bu iki hayat yönünün her ikisini de tatmin ederek yüksek düzeyde dengeyi gerçekleştirmiş sağlıklı insanı meydana getirmeye çalışıyor. Bundan dolayı uygarlığın yüce değerlere ve saygın ilkelere dayanan manevî yönünün bütünlük kazanmasından sonra maddî ve kurumsal cephesinin ortaya çıkışı, islâm toplumunda doğal ve ayni zamanda sağlık belirtisi olan bir gelişme oldu. Bu gelişme epeyce bir süre almakla birlikte bu süre uzaması eski Arap toplum hayatının bir çok maddî ve kurumsal uygarlık verilerinden yoksun olması ve bu toplumun içinde yaşadığı ortamı bütün ayrıntıları ile değiştirme ihtiyacının şuuruna varmamış olması yüzündendir. Fakat islâm gelince; vicdanlar iç değişikliğe uğradı ve bütünleşmiş yapısına kavuşan yaratılış özü her iki yönde etkili oldu. Bunun sonucu olarak toplumda meydana gelen yeniden doğuşun ve islâmiye-tin yeni yapıya saldığı güçlü hayat akımının etkisi ile hızla gelişmeye koyulan yönlerden biri uygarlığın maddî ve kurumsal yönü oldu. Daha önce islâmî ilim hareketi için söylediklerimizi şimdi uygarlığın maddî ve kurumsal cephesi için de söyleyebiliriz. Uygarlığın bu cephesinin ortaya çıkması, ilmi hareketin ortaya çıkmak için gerek duyduğu ve islâm öncesi Arapların sosyal hayatında ya hiç bulunmayan veya eksik bulunan faktörlerin aynisine muhtaçtı. Yani toplum bunun için birleşmeye, istikrara, güvene ve huzura muhtaçtı. Bunlar yanında ayrıca, toplumun bu alandaki geçmiş kayıplarını telâfi edecek güçlü bir hayat akımının çarpıcı atılımına muhtaçtı, îslâm ona bunların tümünü verdi. Bunun sonucunda uygarlık, daha önce ortaya çıkan değerlerinden ve ilkelerinden bir süre sonra maddî ve ku-rumsal tezahürleri ile ortaya çıktı. Şunu da belirtelim ki, müslümanlar bilimsel hareketlerinin başlangıcında nasıl eski yunanlılara öğrenci oldularsa uygarlıklarının maddî ve kurumsal cephesinin ilk adımlarını atarken de Eski İranlılar ile Bizanslılara talebelik ettiler ve öğrenim dönemlerini tıpkı bilim alanındaki iktibas dönemlerinde olduğu gibi kendilerine özgü yaratıcılıklarını buluncaya kadar sürdürdüler. Meselâ, ordu mevcudu artmaya başlayınca danışmanları Hz. Ömer'e; "Asker mevcudunu içeren bir defter tut san nasıl olur?" diye bir öneride bulundular. Hz. Ömer de bu öneriyi sevinerek kabul etti. Bu öneri yeni devletin ihtiyaç duyduğu ve bu yüzden hiç tereddüt etmeden komşularından iktibas ettiği bir kurumsal düzenleme idi. Bilindiği gibi bu tür defterlerin adı olarak kullanılan "divan" kelimesi bile farsçadır. Yeni devlet, ihtiyaç duyduğu diğer kurumsal düzenlemeleri de uygun gördüğü yer lerden almakta gecikmedi.
Yeni toplum yavaş yavaş orijinal kişiliğini ve kendine özgü yaratıcılığını bulunca artık iktibas yapmaya ihtiyaç duymaz oldu ve gerek bu alanda gerekse şehircilik, inşaatçılık, yol yapımı ve kamu hizmetleri alanlarında yapıcı katkılarını göstermeye başladılar. Burada önemli bir noktayı özellikle vurgulama-lıyız. Dediğimiz gibi bu ümmetin ilk -kuşakları, eski Yunanlılardan, Eski İranlılardan ve Bizanslılardan ihtiyaç duydukları çeşitli bilimsel ve kurumsal iktibaslar (alıntılar) yaptılar ve bu işlemi orijinal kişiliklerine kavuşup, artık alıntı yapmaya muhtaç olmayacak düzeye ulaşıncaya kadar devam ettirdiler. Arkasından da alıntı yaptıkları bütün alanlarda uzman ve hoca oldular. Bu defa da aynı alanların tümünde Batılılar onlara öğrenci oldu. Fakat onlar bu alıntı dönemlerinde yabancı uygarlıklardan çeşitli unsurlar iktibas ederken, yüce Allah'ın (c.c.) aşağıdaki buyrukları uyarınca onurlu bir tutum takındılar, üstünlük duygusundan hiç ayrılmadılar: "Gevşemeyiniz, hayal kırıklığına düşmeyiniz. Eğer mü'minseniz, üstün olan sizlersiniz." (Al-i İmran/139) "Onur (izzet) Allah'a, Peygambere ve mü'minlere özgüdür." (Münafikun/8) O dönemdeki müslümanlann vicdanları imân üstünlüğü ve bununla onur duyma duygusu ile dolu idi. Bu yüzden eski Yunanlılardan, Bizanslılardan ve eski İranlılardan gerekli uygarlık unsurlarını alırken kendilerini onlardan aşağı görmüyorlardı, onlardan bir şeyler almaya muhtaç oldukları için önlerinde küçüklük ve aşağılık duygusuna kapılmıyor-lardı. Tersine başkalarına bazı bakımlardan muhtaç olsalar da kendilerini üstün görüyorlardı. Sebebine gelince kendileri mü'mindi ve öbürleri mü'min değildi. Bundan dolayı çevrelerindeki cahiliye uygarlıkları karşısında bocalamadılar, apışmadılar. Böyle olunca iktibas ettikleri unsurlan onurla iktibas ettiler. Yararlı gördükleri şeyleri aldılar, dinlerine ve inanç sistemlerine aykırı gördükleri unsurları almadılar.[18] Çünkü sahip oldukları üstünlük duygusu bu konuda onlara seçme ve eleme imkânı veriyordu. Oysa zavallılık, kendini hor görme kompleksi ve apışmışlık; sajübine ne seçme imkânı ve ne de tercih etme gücü bırakır. Böylesi kimse değerli olanı da kalp olanı da alır. Hatta değerli şeylerden çok kalp şeyleri alır. Çünkü kalp şeyleri almak daha kolay ve daha zahmetsizdir. Böyle olduğu için ilk müslümanların, eski Yunanlıların birçok kitaplannı Arapçaya çevirecek düzeyde grekçe bilmelerine rağmen eski Yunan mitolojisinin eserlerini dillerine çevirmediklerini görürken saşırmıyoruz. Onlar bu efsanelere hiç önem vermediler. Önem vermemek bir yana onları tercüme edilmeye değmez birer şirk ve hurafe yığını olarak gördüler.[19] Müslümanların, uygarlığın maddî ve kurumsal unsurları ile ilgili tutumları da aynı idi. Bu alanda da muhtaç oldukları unsurlan yabancılardan aldılar. Fakat bu iktibas sırasında aldıkları uygarlık unsuruna ekli olan şirk, hurafe, putperestlik, sapık düşünce ve
sapık davranış gibi zararlı unsurları birlikte almadılar. Ayrıca hepsi de temel ilke ve metod değil de araç niteliğinde olan bütün alıntılarını çok çabuk bir şekilde kendi hayat tarzlarına uyarlayarak o konuda taklitçi değil, orijinal ve kişilikli ol-dular.[20] Özellikle başkalanndan uygarlık unsuru iktibas etme dönemlerinde orijinallik ve kişilikli olmak çok önemlidir. Çünkü orijinallik ve kişilikli olmak netice itibarı ile ortak bir insanlık çabası olup milletten millete intikal ederek günümüze kadar gelen maddî uygarlığın ürünlerinden ve bilimin verilerinden yararlanmaya engel değildir. Bu ilkenin engel ve karşı olduğu şey, yapılacak alıntıların etkisi ile meydana gelebilecek olan erime ve şahsiyet kaybıdır. Uygarlıkta orijinal, asalet sahibi olmanın en güvenilir gerekçesi inanç sahibi, belirli bir hayat tarzının bağlısı olmaktır. Bu halin doruk noktası da müslüman olmaktır. Çünkü o takdirde insan, doğru olan inancın sahibi ve sağlıklı bir hayat tarzının izleyicisi olur. Buna göre, eğer insan, ilk müslüman kuşaklan örnek edinmiş bir müslüman olursa en yüksek düzeyli orijinalliği ve asaleti şahsında gerçekleştirmiş olur. Bu orijinallik ve asalet uygarlık iktibasları sırasında sadece erimeyi ve kişilik erozyonunu önlemekle kalmaz. Bunun yanında sahibine çok kısa bir zamanda kendine özgü bir yaratıcılık kazandırarak az bir zaman süresi içinde öğrencilikten hocalığa geçmesini sağlar. İşte ilk müslüman kuşakların yabancılardan alıntı yapmak ihtiyacını hissettikleri bütün uygarlık kesimlerindeki durumları böyle oldu. Bilim alanı, maddî ve kurumsal uygarlık alanları gibi. Onların Batı uygarlığına öğrencilik ettikleri dönem ile dönüp hoca oldukları dönem arasında sadece bir kaç kuşaklık bir zaman geçmişti. Üstelik bu konuda bizim için önemli olan şey, islâm uygarlığının maddî ve kurumsal alanda —orijinalliğe ve iç dengeliliği yanında— ulaştığı parlaklık değildir. Bizi asıl ilgilendiren şey, bu alanda müslüman ümmetinin karakteristik özelliklerinden biri haline gelen diğer uygarlıklar arasındaki kendine özgü olma durumudur. Bilindiği gibi eski ve çağdaş bütün uygarlıkların üretim tarzı, yapı stili ve sosyal kurumlan ile insan hayatının anlamı ve amacı konusundaki yaklaşımları arasında sıkı bir bağ vardır. Gerçi doğal olarak bütün uygarlıklar arasında bir çok ortak unsur vardır. Bunun sebebi, insanoğul-larının belirli ortak eğilim ve ihtiyaçlara sahip olmalarıdır. Elbise, konut, besin, savaş araçları ve benzerleri gibi. Fakat uygarlıklar değerlendirilirken bu kaçınılmaz temel ihtiyaçlan karşılama tarzlarına bakılmaz. Asıl önemli olan hayatın seçime ve tercihe dayalı, inanılan insan kavramı ile güdülen hayat amacından etkilenen ve hayatın bütün alanları ile birlikte sözünü ettiğimiz zarurî ihtiyaçlar kesimini de etkileyerek onlara orijinal bir nitelik kazandıran cephesidir.
Meselâ, ev konusunu ele alalım. Ev aslında, fonksiyonu itibarı ile insanın sığınağı, barınağı ve dinlenme yeridir. Fakat eğer islâm uygarlığının yapı stili ile meselâ, çağdaş Batı uygarlığının yapı stilini ana hatları ile karşılaştırırsak büyük temel yaklaşım farkları ile bu temel yaklaşım farklarından kaynaklanan uygulama farkları ortaya çıkar. Meselâ; islâm uygarlığının yapı tarzına göre evlerde aranacak ilk özellik edepler, ahlâklar, ırz ve namuslar için bir "korunak" olmalarıdır. Oysa çağdaş Batı uygarlığının temel algısına göre ev, korunması gereken her şeyin "sergilenme" ve "açılma" yeridir. Müslüman evde ziyaretçiler ve konuklar evin hanımını görmez. Çünkü evin hanımı, yabancılardan sakınılması gereken bir "namahrem"dir. Bundan dolayı konuk için evde belirli bir yer ayrılır. Eve gelen konuklar burada karşılanır, burada ağırlanır ve eğer yemeğe çağrılı ise burada kendisine yemek ikram edilir. Böylece ne o ev halkını ve ne de ev halkı onu görür. Ayrıca ev halkı erkek konuklar tarafından görünmeksizin ve sıkışıklığa uğramaksı-zın hayatının gerekli fonksiyonlarını yerine getirebilmelidir. Bunun ilk şartlarından biri yatak odasının evin ön taraflarında değil, bakışlardan uzak arka taraflarında olmasıdır. Çünkü yatak odaları, ayni zamanda ev halkının soyunup giyindiği ve elbiselerini sakladığı yerlerdir. Ayrıca bu odalara girebilmek için içerdekilerden izin istemek gerekir. Bu izin isteyecekler arasında evin bulûğ çağına ermemiş çocukları ile evin hizmetçisi bile vardır. Nite-kim yüce Allah (c.c.) söyle buyuruyor: "Ey mü'minler, eliniz altında 'bulunan köleler ve hizmetçiler ile henüz bulûğ çağına ermemiş çocuklarınız günün şu üç vaktinde odalarınıza girebilmek için izin istesinler. Sabah namazından önce, öğleden sonra elbiselerinizi çıkarıp yatacağinız sırada ve yatsı namazından sonra. Bunlar üstünüzün açılabileceği üç vakittir. Bunlar dışındaki zamanlarda çocuklarınız ile hizmetçilerinizin izinsiz odanıza girmeleri ne sizin için ve ne de onlar için sakıncalı değildir, biribirlerinizin yanına serbestçe girip çıkabilirsiniz. İşte Allah, böylece size ayetlerini açıklıyor. O her şeyi bilen, hikmet sahibidir." (Nur/58) Şimdi buna karşılık bir de çağdaş cahiliye uygarlığının normal bir evine bakalım. Bu evde yatak odası islâm evinin tam tersine yola, caddeye açıktır. Bunun gerekçesi de bu odanın mümkün olduğu kadar çok ışık ve hava almasıdır. Oys^ı bu insanların içlerindeki açılıp saçılma eğilimini saklamaya yetmeyecek olan bir bahanedir. Gayet doğaldır ki, bu evlerde "girilmez" hiç bir yer yoktur. Çünkü bu cahiliye uygarlığının yabancılardan saklanması gereken hiç bir mukaddesatı yoktur. Bu ev örneğini vermekle dikkatleri şu gerçeğe çekmek istiyoruz: Uygarlıkların maddî ve kurumsal biçimleri, baslıbaşına birer amaç değil, sözkonu-su uygarlıkların dayanağını oluşturan temel kavramları açıklayan birer araçtırlar. Her uygarlığın kriteri, gerçek değer ölçüsü bu temel kavramlardır. Sanat ve estetik, bu kavramların arkasından gelir. Gerçi sanat ve estetiğin de kendine özgü kriterleri vardır. Tıpkı sanat ve estetiğin toplumsal gelişmişliği belirleme konusunda ağırlıklı bir yeri olduğu gibi. Fakat hiç bir zaman uygarlığı değerlendiren temel kriter olamaz. Çünkü sanat ve estetik uygulama ala* nında beliren bir "yaratıcılık "tır ve hiç bir topluma özgü bir özellik değildir. Tersine yüce
Allah'ın (c.c.) mü'min-kâfir bütün insanlara sunduğu çeşitli bağışlardan biridir. iBlindiği gibi, O, bize bu konuda şöyle buyuruyor: "Her ikisini, hem berikileri ve hem de ötekileri, Rab-binin bağışı ile destekleriz. Rabbinin bağışı hiç kimseye kapalı değildir." (İsra/20) "Temel kavramlar" konusuna döndüğümüz takdirde islâm uygarlığının diğer uygarlıklara benzemezliği, onlar arasındaki ortaksız tekliği elle tutulur biçimde karşımıza çıkar. Tıpkı daha önce islâmî ilim hareketi konusunda olduğu gibi. Neden derseniz, meselâ "yeryüzü kalkınması" yeryüzündeki halifelik fonksiyonunun gereklerinden birini gerçekleştirmek üzere, her uygarlığa mensup insanın giriştiği bir eylemdir. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Hani Rabbin, meleklere 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' dedi." (Bakara/30) "Sizi topraktan yaratan ve yeryüzünün imarına memur kılan O'dur." (Hud/61) Fakat ilâhî metod uyarınca yeryüzü kalkınmasını gerçekleştirmek, diğer milletlerde bulunmayan ve sırf müslüman ümmete özgü olan bir niteliktir. Gerçi bu kalkınma eyleminin harcanan emek, sanat ve üretim mahareti gibi niteliklerinde her uygarlık ortaktır. İslâm uygarlığına bu açıdan bakınca ilk plânda dikkatimizi çeken şey, onun insanı bir bütün olarak ele alması; yani insana hem ruhunu, hem bedenini, hem dünyasını hem Ahiretini, hem temel değer yargılarını ve hem de ahlâkını gözönünde tutan somut bir denge ile yaklaşmasıdır. Meselâ, kasaba ya da semt mescidi (camii) o yörenin hem temel yapısı ve hem de ana sosyal kurumudur. Burası yörenin hem ibadet ve hem de toplantı yeridir. Küçükbüyük bütün yöre halkının öğrenim gördüğü, bilmediklerini öğrendiği medrese de orada bulunur. Kısacası mescidde dünya ile Ahiret biraraya gelir. Burada insanlara Allah ve Ahiret günü hatırlatılır. Yalnız bu hatırlatma, insanlann dünya kalkınmasını tamamen bir yana bırakarak sırf Ahirete yöneltilmeleri amacı ile yapılmaz, bunun yerine kalb-leri Ahirete bağlı kalarak dünya kalkınmasına girişmeleri amaçlanır. Eğer böyle olursa insanlann dünyadaki bütün çalışmaları, geniş kapsamlı anlamı ile "ibadet" olur. O zaman da mescid, fertlerin manevî "azık"la azıklanarak dışardaki dünya işlerini gönül huzuru ve dinlenmiş sinirlerle yapma imkânına kavuştukları bir yer olur. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Onlar ki, inanmışlardır ve kalbleri Allah'ı anmakla tatmin olur. Haberiniz olsun ki, kalbler sadece Allah'ı anmakla tatmin olabilirler." (Rad/28) Ayrıca mescid, semt halkının tanışma, kaynaşma ve islâm'a özgü kardeşlik ve sevgi duygularının pekişme yeridir.
islâm uygarlığındaki mescidin yerine çağdaş ca-hiliye uygarlığındaki gece kulübünü, dans salonunu ve meyhaneyi koyunuz. Çünkü bu uygarlığın anlayışına göre insanların dinlenme yerleri buralardır. Yani onlara göre ertesi sabah canlı ve enerjik bir şekilde is bası edebilmesi için gereken huzur ve morali buralardan sağlayacaktır. Şimdi bu iki uygarlık arasındaki farkı görüyor musun?! İslâm uygarlığı bilim, sanayi ve ticaret gibi yeryüzü kalkınmasını sağlayan bütün faaliyet türlerini geliştirir, bütün üretim dallarında en yüksek düzeye ulaşmaya çalışır, fakat bütün bu çabaları sırasında helâl ve haram ilkesine, ahl^k değerlerine, Allah'a ve Ahiret gününe inanmış olmanın davranışsal gereklerine bağlı kalır. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "O (Allah), yeryüzünün önünde boyun eğmesini, emrinizde olmasını sağladı. Buna göre onun etrafında geziniz ve içerdiği rızık kaynaklarından yiyiniz. Sonunda O'na döneceksiniz." (Mülk/15) "Allah'ın sana verdiği nimetler aracılığı ile Ahiret yurdunu ara, fakat dünyadaki payını da unutma." (Kasas/77) Nitekim müslümanlar, ilk kuşakları döneminde sosyal hayatın her kesiminde faal ve gelişmiş bir ümmet idiler. Dünya ticareti, Çin'den Avrupa'ya kadar onların elindeydi. Bunun doğal uzantısı olarak Asya ve Afrika kıtaları ile Avrupa kıtasının içerlerine kadar sokulan bütün deniz ve kara ulaşımı da onların denetimi altında idi. Çeşitli islâm merkezleri, o dönemlerde gerçekleştirilebilen bütün sanayi dallarında en yüksek düzeye erişmişlerdi. İslâm dünyasının ilim kurumlan da islâmî ilimlerden tıp ilmine, astronomiden fiziğe ve kimyadan matematiğe kadar bütün bilim ve araştırma dallarında hem hoca ve hem de öğrencileri ile birer an kovam gibi işliyordu. Bunların tümü islâm ümmetinin ortaya koyduğu birer uygarlık tezahürü idi. Fakat bütün bunlar, şu veya bu yolla yeryüzünde egemen olmuş her milletin ortaya koyabileceği gelişmelerdir. Egemen milletler, bu faaliyet alanlarında ortaya koydukları sonuçların insanî değeri ile değil, gösterdikleri gelişmenin düzeyine göre sıralanırlar. Fakat îslâm uygarlığını diğer uygarlıklardan ayırarak ona rakipsizlik kazandıran özellik, yeryüzünde egemenlik kurmuş bütün milletlerin gelişme gösterdikleri bütün alanlardaki gelişmelerini ilâhî metod uyarınca göstermiş olmasıdır. Örnek verecek olursak, îslâm uygarlığı, Büyük Okyanus'tan Atlas Okyanusu'na uzanan geniş alan üzerinde ticarî egemenlik kurdu. Fakat müslümanla-rın bu yaygın ve uzun süreli ticarî egemenlikleri, hangi bahane ile olursa olsun, günümüz cahiliye uygarlığının döneminde olduğu gibi, diğer milletlerin ekonomik kaynaklarını
yağmalayarak en yüksek oranlı kâr elde etmeyi amaçlanan bir sömürü düzenine yolaçmadı. Bunun yerine müslüman tüccarlar vardıkları her yere ticaret mallan ile birlikte İslâm kişiliğini, İslâm dürüstlüğünü ve İslâm ahlakını taşıdılar ve bunun sonucu olarak Endonezya ve çoğu Afrika ülkelerinde olduğu gibi ulaşabildikleri her yerde İslâm dininin yayılmasını sağladılar. İslâm uygarlığı, ticarette olduğu gibi sanayide de olanca gelişme gücünü ortaya koyarken bütün enerjisini insana yarar sağlayan, hayatı kolaylaştırıp güzelleştiren alanlarda yoğunlaştırıyor. Aynı zamanda mubahlık sınırlarına bağlı kalıyor. Mubahlık sınırlarının hoş gördüğü orandaki ziynete ve güzelliğe yer veriyor. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "De ki; 'Allah'ın kullan için ortaya çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti?' De ki; 'Bunlar dünya hayatında inananlara aittir, Kıyamet gününde de yalnız onların olacaklardır." (Araf/32) "Allah hayvanları da sizin için yarattı. Onlarda sizin için ısı kaynağı ile daha bir çok yararlar vardır. Bazılarım da yeisiniz. Bunun yanında onları sabahleyin meraya götürüp akşamleyin geri getirişiniz sırasında sizin için güzel manzaralar vardır." (A'raf/ 32) Fakat îslâm sanayii, günümüzün Batı kapitalizminde görüldüğü gibi sırf fabrikatörlerin haram kazançlarına yenilerini eklemek amacı ile aslında hiç bir ciddi yarar sağlamayan malların üretimine göz-yumarak insanların paralannı boş yere harcamaz, onları saçma-sapan faaliyetler ile oyalamaya girişmez. Bunun yanında insanları sırf dünya ile uğraştırıp gerek Ahireti ve gerekse yeryüzünde gerçekleştirilmesi gereken yüce değerleri unutmalarına meydan vermez. Bilindiği gibi bu yüce değer ve fonksiyonların başlıcaları doğru inancı dünyada yaygınlaştırmak, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak, toplum hayatında ilâhî adaleti gerçekleştirmek ve bu amaçlara tümü ile ulaşabilmek için gerekli biçimde cihad etmek, mücadele vermektir. Şunu da hemen belirtelim ki, maddeci uygarlık, müslümanları bütün bu fonksiyonlardan alıkoyunca İslâm devleti zayıfladı ve ilerde sapma akımını ayrıntılı biçimde anlatırken belirteceğimiz üzere üzerlerine Moğollar çullanıverdi. Tıpkı bunlar gibi îslâm uygarlığı bilimsel gelişimini ortaya koyuyor. Fakat bu bilimsel gelişim, daha önce belirttiğimiz gibi ne inanç sapıklığına, ne ahlâk bozgununa ve ne de yeryüzünde kötülüğün yayılmasına yolaçmıyor. Öteyandan îslâm uygarlığı düşünce ve sanat alanında gelişiyor. Fakat her iki gelişme de ilâhî metoda bağlı kalıyor. Bunun sonucu olarak ne düşünce alanının gelişmesi, ne Allah'ın varlığını inkâr etmeye (ateizm'e) ve ne de sanatsal faaliyetler yozlaşmaya, ahlâk bozgununa ya da çağdaş cahiliye uygarlığında olduğu gibi insan fıtratını yoketme çılgınlığı-na yolaçıyor. Bunlar yanında İslâm uygarlığı, diğer uygarlıklarda benzeri bulunmayan çeşitli kurum ve düzenlemeler geliştirdi. Bunlann başlıcaları olarak Beytül-mal'ı, ahlâk zabıtası kurumunu, iyiliği emrederek kötülükten alıkoymakla görevli gurupları; öğretim-eğitim,
sağlık hizmeti, kimsesizlerin ve düşkünlerin gözetimini üstlenmek gibi amaçlarla kurulan vakıf müesseselerini sayabiliriz. Örnek verecek olursak İslâm şehirlerinin bütün büyük mescidlerinin (camilerinin) yanıbaşında bulunan medreselere bağlı vakıflar görülür. Bu vakıflar sözkonusu medreselerin hem hocalarına ve hem de öğrencilerine maaş bağlayarak bu kimselerin geçim derdi ile hiç uğraşmak-sızın kendilerini ilim öğretim ve öğrenimine adama-larını amaç edinmiştir.[21] Kısacası bu uygarlık sadece yeryüzü kalkınmasını gerçekleştirmeyi amaçlamıyor. Onun en büyük meziyeti yeryüzü kalkınmasını ilâhî metod uyarınca gerçekleştirmektir. *** Bu kitabın şu ana kadarki sayfaları boyunca İslâm ümmetinin en bariz karakteristiklerinden söz-ettik. Aynı zamanda ilk örnek kuşağın bu karakteristikleri pratiğe uygulamada ulaştığı yüksek düzeyi de vurguladık. Bu arada her karakteristikten söz-ederken şunu da vurguladık ki bu karakteristiklerin her biri, varoluşları açısından, sırf o örnek kuşağa özgü özellikler değildir. Tersine onlar, bu ümmetin hayatına damgalarını basan —ya da öyle olması gereken— sürekli niteliklerdir. Sırf bu örnek kuşağa özgü olan şey, bu karakteristiklerin varlığı değil, bu karakteristikler alanında erişilen rakipsiz uygulama düzeyi ve bu düzeyde İslâmiyetin idealizmi ile pratiğini ayni anda yansıtmış olmasıdır. Birçok sebebin ortak sonucu olarak İslâm ümmeti, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile arkasından gelen raşit halifeler döneminde ulaşılan bu rakipsiz uygulama düzeyini koruyamayarak birçok alanda gerilemeye uğradı. Fakat bu demek değildir ki İslâm sona erdi. Bu sözümüz ilk önce, böyle sanan bazı iyi niyetlileredir. Onlar bu ümmetin zirve dönemini bütün şan ve azameti ile gözlemledikten sonra arkasından gelen gerileme dönemi karşısında ürküntüye kapılmaktadırlar. Bu sözümüzün asıl muhatabı ise aslında, bu dinin düşmanları olan kötü niyetli kimselerdir. Onlar yüreklerinde çöreklenen kinin dürtüsü ile insanları bu dinin hayata yeni baştan egemen olacağı hususunda umutsuzluğa düşürmek amacında-dırlar. Şöyle demek istiyorlar; "Yeni baştan geri geleceğini beklediğiniz İslâmiyet nerede? O ortaya çıkışından bir, bilemediniz iki kuşak sonra, hem de bir daha geri gelmemek üzere sona erdi!" Oysa eğer İslâm ümmeti, bu dinin ortalama düzeyini sürdürmüş olsaydı, o ideal düzeyin altına düşülmüş olması bizim için bu kadar üzücü olmazdı. Çünkü o rakipsiz ideal düzey, bütün müslümanlann omuzlarına yüklenmiş bir zorunluluk değildi. Yüce Allah (c.c.) bu düzeyde olmayı hiç bir müslümana farz kılmamıştı. Bu düzey" Peygamberimizin (s.a.v.) dizi dibinde eğitip yetiştirdiği o rakipsiz kahramanların — deyim yerinde ise— imrenilecek bir nafilesi idi. Buna göre eğer îslâm ümmeti, yüce Allah'ın (c.c.) farz kıldığı asgarî İslâm düzeyini sürdürseydi, yeryüzü hayır içinde kalacak ve insanlık tarihinin çizgisi bugünkünden farklı olacaktı. Bu sırf îslâm ümmeti için değil, bütün insanlık böyledir.
Çünkü yüce Allah (c.c.) bu ümmeti, tarih sahnesine çıkardığı andan beri, bütün insanlığın kaderinin onun ka-derine bağlı olmasını dilemiştir. Eğer bu ümmet, fonksiyonunu istenen biçimde yürütürse hem kendisini ve hem arkasından gelen bütün insanlığı mutluluğa ulaştırır. Buna karşılık fonksiyonunu savsaklarsa cahiliye zihniyeti yeniden hortlayarak yeryüzüne hakim olur. Durum ne olursa olsun, tarihin belgelediği gerçek şudur ki, bu ümmet, sadece Peygamberimiz (s.a.v.) ile raşit halifeler dönemindeki erişilmez düzeyinin altına düşmekle kalmamış, çoğu alanlarda korunması farz olan asgarî îslâmi düzeyin de altına düşmüş ve bunun sonucu olarak hem kendisi ve hem de arkasındaki tüm insanlık bir çok bahtsızlıklara uğramıştır. Gelecek bölümde bu ümmetin uzun tarihi boyunca beliren sapma akımından sözetmek istiyoruz.
[1] Buharî, Müslim. [2] Al-i İmran Suresi, 110. [3]
"Dirasatün Kuraniyye"
[4] Bu konuda daha geniş bilgi almak isteyen okuyucular "Dirasatün Kur'aniyyetün" adlı eserimizin "Allah'a İman", "Ahiret Gününe İman", "Meleklere, Kitaplara ve Peygamberlere İman", "Peygamber Kıssaları", "Adem ile Şeytan", "lailâheillellah ahlâkı" başlıklarını taşıyan bölümleri ile "Menhecut Terbiyet-il İslâmiyeti" adlı eserimizin "İlk İslâm Cemaatı Nasıl Yetişti?" başlıklı bölümüne başvurabilirler. [5] Bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyenler "Mefahimun Yen-beğı en Tusahhaha" adlı eserimizin "Lailâheillallah Kavramı" başlıklı bölümüne başvurabilirler. [6] Bakınız, İbni Cerir Tefsiri, C: I, 3.80. [7] Nitekim Buharı ile Müslim'de yeralan bir hadise göre Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- eşi Esma, o sırada henüz müşrik olan annesi ile ilişkilerini sürdürüp sürdüremeyeceğini sormuş ve Peygamberimiz kendisine "Evet, annenle ilişkilerini devam ettir" buyurmuştur. [8] Enfal Suresi,75. [9] Buharî, Müslim.
[10] Hatta Mısır'da, Şam'da ve diğer bir çok yerlerde eski dinlerine bağlı kalmakta devam eden bir çok hristiyanlar daha önce konuştukları dilleri tamamen unutarak tek dil halinde arapçavı kullanmaya yöneldiler. [11] Bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyenler "Mezahibu fıkriy-ye muasıre" (Çağdaş Fikir akımları) adlı eserin "Demokrasi" bölümüne başvurabilirler. [12] Bu kitabın ilerdeki bölümlerinde anlatılacağı üzere gerek hristiyanların ve gerekse yahudilerin insanlık önderliğini ele geçirmeleri müslümanların bu misyona lâyık olma niteliklerini yitirmelerinden sonra meydana çıkmıştır. [13] Daha detaylı bilgi edinmek isteyenler "Mezahibu fikriyye muasıre" adlı eserimize başvurabilirler. [14] Tecdid-i Tefldr-i dini fil islâm, Muhammed İkbal Prof. Abbas Mahmut, s. 150. [15] edilmelidir. [16]
Efsanenin, gerçeğin bir parçasını alıp sonra onu nasıl çarptığına dikkat Dikkat edilirse bu Havva sembolü ile karşı karşıyayız.
[17] Oysa yakın zamanlarda bilim adamlan evrenin sonradan yaratılmış olduğunu, bir yokluk döneminin arkasından varolduğunu, ezeli olmadığını, ebedi de olmayıp günden güne yokolmaya doğru gittiğini kanıtlamışlardır. [18] Yalnız müslümanlar eski yunan felsefesini yararlı sanıp iktibas etmekle yanılgıya düştüler. İlerde anlatacağımız üzere bu hatayı bilmeyerek yaptılar. [19] (1) Bir de buna karşılık eski Mısır Milli Eğitim Bakanı Taha Hüseyin'in, müslümanların apışma dönemlerine rastlayan şu sözlerine bakınız: "Eski Yunan mitolojisini okumayan kimse edebiyatçı olamaz." [20] Buna karşılık müslümanların son uygarlık alıntıları sırasında asalet ve orijinalliklerini yitirince nasıl şahsiyet erimesine ve dağılmaya uğradıklarını ibretle gözlemek gerekir. [21] Bu konuda İslâm tarihi boyunca hastalarına bedava tedavi hizmeti veren çok sayıdaki hastanenin ayrıntılı tarihçesini incelemek gerekir.
SAPMA AKIMI Baş döndürücü zirve ile bu ümmetin şimdi içinde kıvrandığı çukur arasında insanın aklını başından alan korkunç bir mesafe var. Kendisinden önce tarihte hiç bir milletin ulaşamadığı ve ondan sonra da başka hiç bir milletin bir daha eremediği yüce zirvelere tırmanmış bir ümmet düşününüz. Bu ümmet nasıl oldu da daha sonra acı bir yokluk, zillet, zavallılık ve aşağılık derekesine yuvarlanarak günümüzde başka hiç bir milletle boy ölçüşemeyecek bir gerilemeye uğruyor? Bu durum acaba bu ümmet için normal midir? Tarihte, "geçmişe malolmuş" bazı milletler varolmuştur. Bunlar —yeryüzü ölçüleri ile— çok şanlı dönemde yaşamışlar, yüzyıllarca yeryüzünde hükmetmişler, uzun zaman geniş topraklar üzerinde egemenlik sürdürmüşler, sayısız güç kaynaklan elde etmişler, fakat günün birinde sanki hiç bir zaman varolmamışçasına dağılıp, yokluğun karanlığına gömülmüşlerdir. Tarihin en büyük imparatorluğu olan zalim Roma imparatorluğu bunların başında gelir. Bir başkası da bu imparatorluğun rakibi olan Pers (Eski îran) imparatorluğudur. Bu devletlerin başlarından geçenler gerek kurulup güçlendikleri ve gerekse dağılıp yokluğa karıştıkları dönemlerde hep değişmez ilâhî kanunlarla, insanlık haya-tında bu kanunları yürürlüğe koyan ilâhi irade uyarınca gerçekleşti. Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Görmezler mi ki biz nasıl yeryüzüne gelip kâfirlerin egemenlik alanlarını dört bir yandan daraltıyoruz? Hüküm veren Allah'dır. Bu hükmün ardına düşüp onu geri çevirecek yoktur. O, hesabı çabuk görendir." (Rad/41) "Onlar eskilerin çarpıldıkları kanunlardan başka bîr akıbet mi bekliyorlar? Allah'ın kanunlarının değiştiğini göremezsin. Allah'ın kanunlarında sapma göremezsin." (Fatır/43) Fakat bu inanç ümmetini düşününüz. Acaba ca-hiliye toplumları hakkında yürürlüğe girmiş olan sosyal kanunlar onun üzerinde de yürür mü, onun hakkında da geçerli olur mu? Ünlü islâm tarihi yorumcusu îbni Haldun'a göre devletlerin hayatını belirleyen bir "kanun" vardır. O, buna "yaşlanma kanunu" adım verir. Ona göre devletler tıpkı fertler gibi, zayıf olarak doğarlar, zamanla gelişip güçlenerek etkinliklerini arttırırlar. Fakat belirli bir süre sonra yaşlılık çağına erince, tıpkı bireyler gibi, yeteneklerini yitirerek ve dinamizimlerini kaybederek yokolmaya mahkum olurlar. Çağdaş İngiliz tarihçisi Arnold Toynbee de İbn-i Haldun'a dayanarak bu görüşü tekrarlıyor, îbni Haldun tarafından ortaya atılıp günümüzde A. Toynbee tarafından savunulan bu görüş cahiliye devletleri ve uygarlıkları hakkında doğru olabı lir. Çünkü bu devletler belirli bir "halk" tabanına dayanırlar. Buna göre eğer halkların ya da milleti rin yaşlanması tıpkı fertlerde olduğu gibi ilâhî kanun gereği ise, bu halklar tarafından kurulan devletlerin de —gençlik ve olgunluk dönemlerindeki hiç yokolmayacak gibi sanılan güçlülük faktörlerine rağmen— ömürlerinin belirli bir çağını yaşadıktan sonra yaşlanma afetine uğrayabilirler.[1] Fakat "inanç ümmeti" belirli bir millete, belirli bir "halk" tabanına değil, belirli bir "inanç"a dayanır. İnanç da süreklilik niteliğine sahip bir unsurdur. Bu durum, inanç
ümmeti ile cahiliye zihniyetinin ortaya çıkardığı diğer milletler arasında bulunan en belirgin farktır. Öyle bir temelli fark ki, bu ümmeti, cahiliye milletleri için geçerli olan sojsyal kanunlardan farklı kanunlara bağlar ve dolayısı ile onun kaderini öbürlerinkinden bambaşka yapar. Gerçekten inanç ümmetinin, yani İslâm ümmetinin pratik tarihi, milletlerin hayatında geçerli olup da günü gelince onların tarih sahnesinden silinmesine yolaçtığını varsaydığı "kanun"dan tamamen bambaşka şekilde gelişmiştir. Neden derseniz, İslâm tarihi her ne kadar günümüze kadar uzanan bir gerileme eğilimi izledi ise bu eğilim düz bir çizgi şeklinde değil, zikzaklı bir kırık çizgi biçimindedir. Başka bir deyimle bu sürekli gerileme eğilimi, kendi içinde bazı ilerleme aşamaları taşır. Meselâ Haçlı ordularını dize getiren Selâhaddin-i Eyyûbi'nin, Moğol saldırılarını durduran Melik Kuduz 'un ve İslâm egemenliğini Avrupa içlerine kadar uzatan Osmanlı hükûmdarı Muhammed Fatih'in temsfl ettikleri başarılı ilerleme aşamalan gibi. Öteyandan bu ümmet yakalandığı bütün hastalıklara, çözülme belirtilerine ve uğradığı bütün iç ve dış felâketlere rağmen tarih sahnesine çıkışından on dört yüzyıl sonra halâ varlığını sürdürüyor, yani yokluğun karanlığına gömülmemiştir. Sözkonusu ondört yüzyıl, tarihte hiç bir devletin, belki de hiç bir milletin yaşamayı başaramadığı çok uzun bir süredir. Sadece bu kadar da değil. Bu ümmet günümüzde yeniden doğuşa benzeyen bir dönemin sancılarını yaşıyor, dost-düşman bütün gözlemcilerde bu izlenimi uyandınyor. Bu ümmetin başına gelen bunca musibetlere rağmen sırf şu ana kadar varlığını sürdürmüş olması, îbni Haldun'un varsaydığı kanunun, yani yaşlılık sebebi ile yokolma kanununun, hakkında geçerli olmadığını kanıtlar. Buna bir de günümüz islâm dünyasının her yanında görülen yeniden diriliş hareketini ekleyelim. Ayrıca gözden kaçırmamamız ge-reken bir üçüncü gelişme var karşımızda. O da îs-lâmiyetin bunca yüzyıl boyunca hiç ayak basmamış olduğu bazı dünya bölgelerine şu günlerde girmeye başlamasıdır. Japonya, Kore, Finlandiya ülkeleri ile yüzlerce, hatta binlerce Avrupalı ve Amerikalının bu dine girmesi örnekleri gibi. Bu gerçeklerin her üçünü de gözönüne aldığımız zaman îbni Haldun tarafından ortaya atılan yaşlılık sonucu yokolma kanununun doğru olsa bile— belirli bir halka değil de, inanç kaynağına dayanan ümmet hakkında kayıtsız-şartsız biçimde geçerli olamayacağı sonucuna varırız. Bütün bunlara rağmen yukarda işaret ettiğimiz realite, yani bu ümmetin bir zamanlar bulunduğu yüce zirveden bu gün içinde yaşadığı derin çukura yuvarlanmış olduğu gerçeği kafaları kurcalamaya devam ediyor. Evet. Gerçi bu ümmet vaktiyle dünyaya nam salan, yıkılmaz sanılmış egemenlikler kuran eski milletler, devletler, düzenler ve imparatorluklar gibi yokolmadı. Fakat şu sorular yine de zihnimize takılıyor: Nasıl geriledi? Niçin geriledi? Niçin bir zamanlar ulaştığı yüksek zirveyi koruyamadı? Yüksek zirveyi korumak bir yana, neden
daha altına düşme-mekle yükümlü olduğu ve korunduğu takdirde köklü ve güvenli yaşamayı garanti eden asgari çizgiyi bile koruyamadı? Bu soruların arkasından akla şöyle sorular da gelebilir?: O halde islâm nedir? Onun bu ümmetin hayatındaki rolü nedir? Neden bu ümmetin sıyrı-la sıyrıla günün birinde cahiliye milletlerinin, hatta bazı alanlarda onlardan da daha kötü duruma düşmesi mümkün olduğuna göre inanç ümmeti ile cahiliye milletleri arasındaki fark nedir? Buna göre dinin değeri nedir ve onun pratik hayatta ne gibi bir rolü vardır? Şimdi bu sorulara cevap vermeye çalışalım: Din, onu taşıyan insanların vicdanlanndan bağımsız olan etkisini gösteren, kendi kendine isleyen "otomatik bir mekanizma" değildir. Eğer yüce Allah (c.c.) isteseydi, insanları doğru yolda yürümeye zorlar; o zaman onlar bu yola ne ters düşebilirler, ne gerisinde kalabilirler ve ne de ondan sapabilirlerdi. Nitekim yüce Allah'ın (c.c.) gökler ve yeryüzü ile (cansız evren ile) ilgili takdiri böyledir. Yüce Allah'ın cansız evren ile ilgili kanunları geçerliliklerini korudukları, yani yine O'nun ta-atından günü gelip de değiştirilmedikleri sürece uzaydaki bütün gezegenler, bir kıl ucu kadar bile sapma göstermeksizin belirlenen yörüngelerinde hareket etmeye devam ederler. Fakat insana üstün bir konum bağışlamış olan yüce Allah, onu iradesi dışında otomatik olarak işleyen basit bir "cansız nesne" olarak yaratmadı. Tersine onu aktif, iradeli, her durumda iki yoldan birini tercih edebilen, yani isterse hidayet ve isterse sapıklık yolunu seçebilmeye yetenekli bir varlık olarak yarattı. Buna karşılık insanın davranışlarının sonuçlarını yüklenmesi, gerek dünyada ve gerekse ahirette bu davranışlarının sonuçlarına göre işlem görmesi takdir edildi. Bu işlem, yüce Allah'ın onun tarafından uyulması ve gereklerine göre rotasını belirlemesi için ortaya çıkardığı kanunlar ve ilkeler uyarınca yürüyecektir. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Herhangi bir topluluk kendi tutumunu değiştirmedikçe Allah da onların durumunu değiştirmez." (Raad/11) "Bu böyledir. Çünkü herhangi bir millet olumlu tutumunu değiştirmedikçe Allah, onlara vermiş olduğu nimeti asla değiştirmez." (Enfal/53) "İnsanların kendi elleri ile işledikleri günahlar yüzünden karada ve denizde fesad (bozgun) ortaya çıktı. Belki kötülüklerinden dönerler diye Allah onlara işledikleri kötülüklerin bir kısım cezalarını tat-tirdi." (Rum/41) "Eğer o ülkelerin halkları inanıp Allah'ın azabından korunsalardı, kesinlikle üzerlerine gökten ve yerden bolluklar açardık." (Araf/96) "Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik. Fakat kendilerine verilen bu nimetlerin sevincine daldıkları
sırada ansızın onları kıskıvrak yakaladık da bütün umutları bir anda suya düştü." (En'am/44) Demek oluyor ki din, insan hayatını etkileyen bütün diğer faktörler gibi, onu taşıyan insan vicdanlarının ona yönelmeleri ya da ondan yan çizmeleri oranında, onun gereklerini yerine getirip getirmemeleri oranında, yani bu vicdanlar aracılığı ile etkisini gösterir, rolünü oynar. Fakat din ile, îslâm ile diğer herhangi bir hayat "metodu" arasında şu fark var. Bu yaşama metodu, özü bakımından doğrudur. Onun verdiği ürün, onun dışında kalan herhangi bir başka hayat metodunun vereceği üründen üstündür. Bundan dolayı, nasıl bu metod uyulması gereken metod olma niteliğini taşıyorsa, diğer bütün yaşama metodları da uyulmaması gereken metodlar-dır. Çünkü onun dışında kalan bütün hayat metodları gerek dünyada ve gerekse Ahirette en yararsız ürünlü ve en kötü sonuçlu metodlardır. Bunun yanında bu metodla diğerleri arasında şöyle bir ikinci fark daha vardır. Bu metodun özü ile beslenip doygunluğa ulaşan vicdanlar —ister ferd isterse ümmet vicdanları olsunlar— bozguncu faktörlerin etkisine girince, inanç temeline dayanmayan insan vicdanlarına göre daha ağır bir tem-po ile bozulmaya uğramaları muhtemeldir. Çünkü bu yaşama metodu hem daha sağlam yapılıdır ve hem de parçalan arasında daha sıkı bağlar vardır. Bu metodla öbürleri arasında varolan üçüncü blr fark da şudur: Vicdanlar bozulmaya uğrayınca Başvurulacak en yararlı ilâç, bu dindir. Çünkü sağlıklı ve doğru bileşimli bir ilâçtır. Fakat bütün bu durumlarda asıl başvurulacak asıl dayanak yeri "insan vicdanlaradır. Yani, acaba bu vicdanlar bu dini kabul ediyorlar mı yoksa ona arka mı dönüyorlar? Acaba yükümlülüklerin gereklerini yerine getiriyorlar mı, yoksa bu yükümlülüklere yan mı çiziyorlar? Asıl önemli olan budur. Nitekim Kıyamet günü bu ümmete sorulacak olan sorulardan biri, yüce Allah tarafından canlı ve pratik örneği olsun diye ortaya çıkarıldığı ve Kıyamet günü de onunla ilgili olarak bütün insanlığın şahidi olacağı bu dini nasıl ayakları altına aldığı ve ilâhî yaşama metodunun pratik hayatta uygulanabilmesi için yüce Allah'ın omuzlarına bindirdiği yü-kümlülüklerin nasıl yan çizdiği sorusudur. Nitekim yüce Allah (c.c.) söyle buyuruyor: "Böylece sizi diğer insanlara örnek (ve şahid) olasınız ve Peygamber de size örnek olsun diye aracı bir ümmet kıldık." (Bakara/143) "Bu yol sana ve kavmine bir şereftir ve ilerde ona uyup uymadığınız hakkında sorguya çekileceksiniz." (Zuhruf/44)
Emeviler Dönemi Bu ümmetin hayatında sapma akımı çok erken başladı. Yani Emeviler dönemi ile birlikte. Sözümüzün bu noktası ne genel olarak islâm tarihini anlatmanın ve ne de sapma akımının hik* yesinin yeri değildir. Biz burada yolumuzun işarel levhalarını belirleyecek ana hatları vurgulamakla yetineceğiz. Daha önceki sayfalarımızda nasıl ilk örnek İslam kuşağı hakkındaki sözlerimizi kısa tutmuşsaK nasıl o kuşağın en bariz karakteristiklerini, o da bu dinin doğru uygulaması hakkında genel fikir edinmemizi sağlayacak kadar belirtmekle yetinmişsek, sapma akımından da bu günkü duruma gelmemize yolaçan sebepleri öğrenmemize yardımcı olacak o kadar kısa biçimde sözedeceğiz. Çünkü bizim ana amacımız, İslâm tarihini' ayrıntılı biçimde araştırmak değil, içinde bulunduğumuz durumu, ana boyutları ve temel sapmaları ile açıklığa kavuşturup bunun ışığında kurtuluş yolumuzu belirlemektir. Evet dediğimiz gibi sapma akımı Emeviler dönemi ile birlikte başladı. Fakat bu sapma, anayoldan ayrılma eyleminden çok, yüce zirveden aşağı düşme biçiminde idi. Gerçi zirve döneminin atmosferinde yaşamış ve onun tatlı havasını solumuş olanlar için bu zirveden düşüş, nefes daraltıcı ve sıkıntılı bir gelişme olmuştu. Hiç kuşkusuz ortada raşit halifeler çizgisinden açık biçimde bir aynlma özellikle siyasi alanda olmak üzere sosyal hayatın bütün kesimlerinde Peygamberimiz —salât ve selâm üzerine olsun— ile raşit halifeler döneminde alışılmış olandan başka bir yöne yöneliş vardı. Fakat şu ya da bu alanda görülen çizgi dışı taşmalarına rağmen, sonuç itibarı ile genel uygulama îslâm dairesi içinde idi.
Krallık düzenine geçiş Bu dönemde süpriz biçiminde beliren ilk deği-Siklik, halifelik düzeninden meliklik (krallık) düzenine geçilmesi oldu. İşin aslını ararsak îslâmda belirli bir siyasî rejim biçimini —Halifelik olsun, krallık olsun— zorunlu kılan bir nass (temel ilke) yoktu. İslâm'ın zorunlu kıldığı tek şey, iktidar sahibinin —ister halife, ister kral ve isterse sultan olsun— Allah'ın şeriatını yürürlüğe koyması, uygulamasıdır. Bunu yapan iktidar sahibi, halktan itaat ve bağlılık görmeyi hakkeden meşru bir devlet başkanı olur. Bu gerçeği gerek çeşitli Kur'an ayetleri, gerek ilgili Peygamber hadislerinde belirtildiği gibi ilk halife'nin, yani Hz. Ebu Bekr'in —Allah ondan razı olsun— göreve başlarken yaptığı konuşmanın şu kısmında da açıkça vurgulanmaktadır: "Ben aranızda Allah'a itaatkâr davrandıkça siz de bana itaat ediniz. Eğer ben Allah'a ve Peygambere karşı gelecek olursam bana itaat etme zorunluluğunuz ortadan kalkar."
Bu noktada çoğu sapiklar "İslâmda belirli bir siyası rejim modeli yok" diyerek İslâm dairesinin dışına düşüyorlar. Onlar bu görüşlerini, yüce Allah'ın emretmiş olduğu ve uygulamaya çalıştıkları ithal malı siyasî rejimlerden farklı olduğunu gayet iyi bildikleri "islâm rejimi"ni uygulama sorumluluğundan sıyrılmanın bahanesi, sözde gerekçesi olarak kullanırlar. Bu durum bir yandan çağdaş düşünce emperyalizminin ve öbür yandan uzun bir süreden beri İslâm şeriatına dayalı bir devlet düzeninden yoksun yaşamış olan bazı iyi niyetli safdilleri de yanılgıya düşürerek onların da Allah dinini sahte bölümlere ayırmaya yeltenen bu tuzağa düşmelerine yolaçıyor. Bu tuzağın kapanına kapılanlar tslâmiyeti siyasî, ekonomik ve sosyal hayatı düzenleyici hiç bir niteliği olmayan bir inanç sistemi ile bir takım ibadet biçimleri ya da duygu eğitimin amaçlamış br ahlâk öğütleri yekûnu olarak algılıyorlar. Tıpkı sapık Batı kilisesinin benimsediği din anlayışı gibi. Burada dikkat etmemiz gereken bir incelik var ki, o da şudur: İnsan ürünü siyasî rejimlerde, rejimin biçimi son derece önemlidir. Çünkü siyasî rejimin biçimine göre "Egemenliğin kaynağı" ve buna bağlı olarak kanun koyma biçimi ile temel ilkesi de değişir. Buna Qöre mutlak monarşi, meşrutî monarşiden, cumhuriyet monarşiden, diktatörlük de demokrasiden farklıdır. Fakat İslâma göre "Egemenliğin kaynağı" birdir; bu kaynak rejimin biçimi istediği kadar değişsin, değişmez. Sebebine gelince îslâma göre egemenlik insanlara değil, yüce Allah'a aittir. Gerçi nass'ın bulunmadığı konularda fıkıh bilginleri içtihad yaparlar, ama onların yapacakları içtihad son çözümde şeriatın amaçları ve genel nassları ile sınırlıdır. Başka bir deyimle kanun koyuculuk, son çözümde Kur'an'a ve Peygamberimizin —salât ve selâm üzerine olsun— sünnetine bağlı kalmak zorundadır. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Eğer herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve Ahiret gününe inanmış kimseler iseniz, bu anlaşmazlığı Allah'a ve Peygamber'e havale ediniz." (Nisa suresi, 59) İslâm ümmetinin sağlıklı döneminde siyasî iktidarın başını serbest iradesi ile (biat yolu ile) seçtiği doğrudur. Fakat sırf bu serbest seçim, iktidar sahibine meşruluk kazandırmaz, iktidarın başına asil meşruluk kazandıracak faktör, "Allah'ın indirdiği direktifler uyarınca yönetmek"tir. Buna göre eğer bir iktidar sahibi hal-kin hür iradeli onayını sağlar, fakat yönetimi, yüce Al-hh'ın indirdiği ilkelere uygun olmazsa bu yönetim, bir islâm yönetimi olmaz. Bundan dolayı Batının Sosyo-politik bilimi, "îktidarın kaynağı'nın belirlenmesi bakımından ortaya koyduğu bariz farklılıktan dolayı dikkatleri ne oranda rejimin biçimi üzerinde yoğunlaştırıyorsa, İslam'ın sosyo-politik ilmi de dikkatleri o oranda "Allah'ın indirdiği ilkelere uygun yönetme" prensibi üzerinde yoğunlaştırır.Çünkü siyasî rejime meşruluk kazandıracak olan faktör budur.
Buna göre "yüce Allah'ın indirdiği ilkelere göre yöneten" her hükümet, dayandığı rejim biçimine bakılmaksızın, meşru bir hükümet sayılır. Gerçi 'tarihi tecrübe, halifelik düzeninin en ideal rejim biçimi olduğunu kanıtladı. Çünkü bu düzen, yüce Allah'ın şeriatını en eksiksiz biçimde uygulamaya imkân veren bir rejim biçimidir. Fakat müslümanların zirve dönemde ortaya koyup uyguladıkları siyasî rejim biçiminin en adil ve uygun rejim olduğu kuşkusuzdur. Çünkü bu rejim, belirli bir aile ile sınırlanmamakta, bunun tersine müslümanlara daha uygun gördükleri kimseyi iktidara getirmek bakımından daha geniş bir imkan tanımaktadır. Fakat durum ne olursa olsun ve ilk anda ne kadar sürpriz olarak karşılanmış olursa olsun, müslüman halk, bu rejim biçimi değişikliğini kabul etti. Şu gerekçe ile ki, yeni rejim biçiminin sağladığı . siyasî istikrar, daha adil ve ilkelere daha uygun olmakla birlikte bölünmeye ve çatışmaya yolaçmış olan eski rejim biçiminden pratikte daha yararlı idi. Sözlerimizin burası bu nokta üzerinde ayrıntılı açıklamalar yapmanın yeri değildir. Çünkü daha önce dediğimiz gibi Emevilerin bu tasarrufu, islâm'ın herhangi bir nassına açıktan açığa ters düşmüyordu. Fakat sebepleri o günkü islâm toplumunun yapısından kaynaklanan bu değişikliğin tarihî bir "dönüm noktası" oluşturduğunu vurgulamak isteriz. Bilindiği gibi islâmiyet, kısa bir zamanda, az sayıdaki yıllar içinde o günkü dünyanın geniş bir kesimine yayılmıştı. Akın akın İslama girmiş olan bu büyük kalabalıklar Peygamber Efendimizin —sa-lât ve selâm üzerine olsun— dizleri dibinde yetişen sahabilerinki gibi bir islâm eğitiminden geçmemişlerdi. Bundan dolayı özellikle siyasî gidişatın ve genel olarak diğer bütün sosyal hayatın ilk dönemdeki yüksek düzeyini koruyup sürdürmesi beklenemezdi. Çünkü siyasî gidişatın yüksek düzeyde kalması sadece yöneticilerin fonksiyonu değil, bunun yanında bütün toplumun, toplumun yönetiminin başını denetleme, onu hakka döndürme ve yüce Allah'ın indirdiği ilkelere ters düşmesine karşı koyma derecesinin fonksiyonudur. Bu da ilk islâm kuşağının aldığı yüksek düzeyli eğitimi almış olmayı ve bunun yanında siyasî kuralların çiğnenmeleri halinde, toplum vicdanını sarsacak derecede köklü gelenekler haline gelmelerini gerektirir. Gerçi halifelik döneminin süresi bu kuralları kökleştirip gelenek niteliğine dönüştürmeye yeterli idi. Fakat yüce Allah'ın (c.c.) takdiri ile islâm ümmeti, tarihinin çok erken bir döneminde başta ya-hudiler olmak üzere diğer iç düşmanlarının kışkırtmaları ile Hz. Osman'ın öldürülmesi ve ondan bir süre sonra da Hz. Ali ile Muaviye arasında savaş Çıkmasına yolaçan iktidar kavgası fitneleri ile kar-Şi karşıya kaldı. Bu kuralların kökleşip gelenekleşmesini engelleyen bir başka sebep de tavandaki ayılık ve çatışma eğiliminin tabana doğru yayılarak Dişlemesinden kaygıya düşen sahabilerin söz konusu iktidar kavgasına karışmak istememeleri ve Ali'nin öldürülmesinden sonra da toplumun iç ikrara kavuşması ve içine sürüklendiği kargaşadan sarılabilmesi umudu ile Emeviler tarafından girişilen ve dediğimiz gibi islâmiyetin herhangi bir ilkesine açıkça ters düşmeyen rejim biçimi değişik ligini sessizce onaylamaları oldu.
Durum ne olursa olsun o günkü islâm toplumunun hayatında, şu iki gelişme çırılçıplak bir biçimde ortaya çıktı. Bu iki gelişme her ne kadar işin başında o günün siyasî şartlanna paralel, tabiî tezahürler olarak ortaya çıktılar ise de geçen zaman içinde bu ümmetin hayatında son derece derin izler meydana getiren gelişmeler oldular. Bu gelişmelerden birincisi seçime dayalı halife, lik düzeni yerine babadan oğula geçen krallık düzeninin geçmesi idi. İkinci gelişme de ümmet bütününün yavaş yavaş yöneticileri denetleme görevinden sıyrılarak adım adım kendi ferdi hayatına kapanması oldu. Dediğimiz gibi, bu gelişmelerden ilki, herhangi bir islâm nassına açıktan açığa ters düşmüyordu. Ayrıca eğer ümmet bütünü, yöneticileri denetleme fonksiyonunu ve yüce Allah (c.c.) ile Peygamberimizin —salât ve selâm üzerine olsun— emrettikleri gibi iyiliği emredip kötülükten alıkoyma görevlerini devam ettirmiş olsalar da bu değişiklik ,ne siyasî alanda ve ne de genel olarak islâm toplumunun hayatında hiç bir zarar meydana getirmeyecekti. Çünkü dediğimiz gibi önemli olan, yüce Allah'ın şeriatının yürürlükte tutulması idi, yoksa yüce Allah'ın şeriatını yürütecek rejimin biçimi o kadar önemli değildi. Nitekim yüce Allah (c.c.) ile Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyorlar: "Erkek-kadın bütün mü'minler biribirlerinin dostları ve yandaşlarıdırlar. Onlar aralarında iyiliği emrederek kötülükten sakındırırlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler ve Allah ile Peygambere itaat eder-ler." (Tevbe/71) "Nefsimi kudret elinde tutan Allah adına yemin ederek söylüyorum ki, yöneticileriniz hakka uydukları için onları pvmeli, buna karşılık hakka ters düştükleri takdirde onları kınamalısınız." (Ebu Da-vud, Tirmizi). Fakat Emevi dönemi ile birlikte müslümanların hayatında beliren asıl yoğun tehlike bu iki gelişmenin bir arada meydana gelmesinden, yani Peygamber Efendimizin —salât ve selâm üzerine olsun— deyimi ile "Ahud (iktidar düşkünü)" krallar ile ümmet bütününün yöneticileri denetleme görevini ihmal etmesi realitesinin yanyana gelmesinden doğmuştur. Ümmet bütününün siyasî alanda iyiliği emrederek kötülükten alıkoyma görevinden geri durmasının bir kısım sebebi, belki de sahabilerin halifeler dönemindeki kargaşa sırasında takınmış oldukları tarafsız tutumun yanlış yorumlanmasından kaynaklanmıştı. Oysa sahabilerin söz konusu tutumu normaldi ve Ayrıca onların karşısında bulundukları şartlara hiç benzemeyen şartlar ortasında körükö-rüne uyulması gereken bir örnek oluşturmuyordu. Sebebine gelince sahabilerin sözkonusu tarafsız tutumu takınmalarının gerekçesi tavandaki çatışma ve bölünmenin tabana yayılmasından, yani bozgunculuğa yolaçmaktan çekinmeleri idi. Oysa ümmet bütününün başlarına geçen krallar karşısında takındıkları tutum sözkonusu olunca bu konudaki bozgunculuk ve fesad, bunlara nasihat etmekten, onları denetleyip sapmaları halinde hakka dönmeleri konusunda çaba harcamaktan geri durmaktır.
Fakat bu geri durmanın en büyük ve tümü ile sorumluluğu Emevilere ait olan, sebebi, bu sülâle-nın siyasî muhaliflerine karşı uyguladığı baskı politikası idi. Bu baskı politikası, halkı, kendisini ilgilendiren konularda muhalefet sesini yükseltmekten yıldırarak alıkoymuş ve raşit halifeler döneminde yürürlükte tutulan bu konudaki kuralları, henüz kökleşip sağlamlaşarak yönetilenler ile yönetenler tarafından ayni düzeyde benimsenmiş gelenekler haline gelemeden ortadan kaldırmıştır. Emevilerin benimsemiş oldukları bu baskı politikasını haklı göstermek için sığındıkları mazeretler ne olursa olsun, bu tutum zamanla genişleyerek büyüyen ve toplumu günden güne raşit halifelerin gitmiş oldukları yoldan daha da uzaklaştıran tehlikeli bir sapmanın başlangıcı olmuştur. Emeviler tarafından islâm ümmetinin hayatında başlatılan bir üçüncü sapma akımı, devlet hazinesinin raşit halifeler dönemindeki titiz geleneklere ters düşecek biçimde kötü kullanımıdır. Düşünelim ki, Hz. Ömer halife olunca ailesinin geçimini sağlamak üzere hazneden kendisine küçük bir maaş bağlanır. Fakat eşi bu küçük maaşın gündelik dilimlerinden yaptığı kısıntılarla hafta sonunda yağlı çörek yapabildiği bir birikim yapar. Bunun üzerine Hz. Ömer eşine, "Madem ki, bunu biriktirebildin demek ki, zarurî ihtiyacından fazladır, o halde onu hazineye geri ver," diyerek arttın-lan yağlı çörek parasını geri verdirir. Bu tutum, islâmiyetin Hz. Ömer'in kalbine yerleştirdiği bu konudaki hassasiyetten kaynaklanıyordu. Çünkü müslümanların bir tek kuruşunu bile hakkı olmaksızın zimmetine geçirmekten, yanlış yere harcamaktan korkuyordu. Bu hassasiyet islâmiyet tarafından o ilk kuşak müslümanların kalblerine işlenmiş şaşırtıcı meziyetlerin bir örneği idi. Fakat yüce Allah tarafından herkese farz kılınmış bir tutum değil, soylu bir titizlik, övülesi bir nafile idi. Yüce Allah, onlara faziletlerin yüce düzeylerine tırmanmayı sevdirmiş, onlar da bu alanlarda en yüce ufuklara yükselmişlerdi. Sadece bir avuç seçkinin erişebileceği bu zirve düzeyinden, yüce Allah'ın (c.c.) insanlara farz kıldığı düzeye inmek ne garip görülecek ve ne de kınanacak bir durumdur. Tersine eğer tam benimsenir ve daha aşağısına düşülmez ise övülmesi gerekir. Çünkü bu farz düzeyi, yüce Allah'ın (c.c.) genel olarak insanlar tarafından ancak tutturulabileceğini bildiği ortalama düzeydir. Bunun ötesinde daha yükseklere çıkmak isteyenlere Allah katında iyiliklerde titizlik gösterenlerin (muhsinlerin) mükâfatı verilecektir. Fakat bu alanda Emevilerin elleri ile meydana getirilen sapma, sadece zirve düzeyinden normal düzeye düşüş şeklinde gerçekleşmemiş, tersine onların —meselâ— zekât gelirlerinin dağıtımı konusunda yüce Allah'ın emirlerine aykırı davrandıkları görülmüştür. Yüce Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyuruyor: "Sadakalar (zekât gelirleri) sadece fakirlere, yoksullara, zekât fonu görevlilerine, sempatileri kazanılmak istenenlere, kölelere, borçlulara, Allah yolunda cihad edenlere ve
yolda kalanlara Allah tarafından belirlenmiş bir farz olarak verilebilir. Hiç şüphesiz, Allah her şeyi bilir ve hikmet sahibidir." (Tevbe/60) Yüce Allah böyle buyurduğu halde Emeviler devlet hazinesinin imkânlarını kötüye kullanarak rejimleri, iktidarları ve şahıslan lehine kazanmak istedikleri bazı hatırlı kimselere kamu fonundan hediye ve bağışlar sunmuşlardır. Bu uygulamayı haklı gösterebilme gayreti ile söylenebilecek en toleranslı söz, onlann bu uygulamayı yanlış bir yoruma dayandırarak islâm devletini kendilerinin temsil ettikleri gerçeğinden hareketle, kendi iktidarlarının sağlamlaştınlmasını is-lâmiyetin pekiştirilmesi anlamına almaları ve bunun sonucu olarak kendilerine sempati kazandıracak olan harcamaları, islâm adına 'sempati kazandırma kapsamı içinde görmüş olabilecekleridir. Fakat eğer onlann bu düşünce ile hareket ettikleri varsayılsa bile bu yorum zorlamalı ve islâm'ın amacına uzak bir yorumdur. Neden derseniz, kalpleri kazanılmak istenen bazı kimselere verilen zekât payı, o kimselerin herhangi bir hükümdarın sempatizanlan arasına katılmalarını sağlamak için değil, yüce Allah'ın dinine girmelerini sağlamak amacı ile verilir. Eğer Emevilerin para karşılığında rejimlerine ve iktidarlarına sempati sağlamaları, bu yolla muhaliflerinin gönüllerini almaları caiz ve sakıncasız sayılsa bile bu harcamaları şahsî servetlerinden yapmaları gerekirdi. Çünkü istedikleri rejim muhalifini para ile satınalmalanna imkân verecek kadar bol şahsî servetleri vardı. Fakat kendilerine sempati kazandırmak amacı ile başkalarının hakkı olan fonları kullanmaları, islâm geleneği ile bağdaşmaz bir uygulama oldu. Üstelik bu uygulama, kendinden sonra gelenler tarafından da benimsenen, hatta zaman geçtikçe gerek hacim ve gerek amaç bakımından daha çok kötüye kullanılan fena bir örnek oluşturdu. Bir dördüncü mesele var ki, belki de Emevi-ler'e göre sapına değildi. Belki de o günün hiç bir müslümam sözkonusu uygulamaya karşı çıkmayı düşünmedi. Sözünü etmek istediğimiz uygulama, özellikle eski İran kaynaklı müslümanlara karşı devleti "Araplaştırma" gayreti idi. Bu deyimle eski İran kaynaklı müslümanları devlet görevlerinden uzak tutma ve sürekli bir baskı ile onlara Arap olmadıklarını hissettirme eğilimini kastediyoruz. Belki de Emeviler bu tutumlarını son derece haklı görüyorlardı. Neden derseniz, çünkü eski İranlılar öteden beri Arapları küçümserler, hor görürlerdi. Bu duygunun kaynağı onlann köklü ve heybetli bir imparatorluğun sahibi olmalarına karşılık Arapların bütün maddî "uhgarlık" kriterleri açısından geri kalmış bir takım "baldırıçıplaklar topluluğu" sayılmaları idi. Fakat islâmiyetin gelişi ile bütün bu ölçüler ve değer yargıları değişti, hatta tersyüz oldu. Bu kriter değişikliğinin sonucu olarak Rebii b. Amir adlı sahabi, imanının verdiği başdikliliği ile yoluna serilen halıları eşeğinin ayaklanna çiğneterek ve mağrur Sasanî iler
igelenlerine, bir mü'minin cahiliye uygarlığı mensuplanna bakacağı gözlerle bakarak Kisra'nın sarayına vanyor ve bu kendini beğenmiş devletlileri, kendini üstün ve onlan hor gören onurlu bir çağrı üslubu ile islâmiyeti kabul etmeye davet ediyordu. Bir süre sonra "akşamdan sabaha" denecek kadar kısa bir zamanda değişerek "İnsanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet" haline gelen o baldın çıplak Araplar ile korkunç bir savaş gücünün, büyük ordulann, köklü toplumsal kültürün ve bunca yüzyıllık siyasî nüfuzun sahibi olan eski İranlılar arasında çetin ve korkunç bir savaş meydana geldi. Bu amansız savaşta saydığımız bütün bu üstünlük faktörleri, bir avuç mü'minin elinde harekete geçen hak ve iman gücü karşısında dayanamadı. Ca-hiliye imparatorluğunun kaleleri bir bir çökerek yerle bir oldu ve bu küfür kaleleri yerine "Lâilâheillellah Muhammedün Resulûllah" temeli üzerine yükselen yeni ve değişik bir yapı kuruldu. Eski İranlılar, Arapların eli ile hiç beklemedikleri bir savaş bozgununa uğradıktan ve tarihe kök salan uzun saltanatları yokoluverdikten sonra, Allah'ın dinine girdiler. O uzun saltanatları ki onun asırlara dayanan derin kökleri hak karşısında giriştikleri savaşta hiç bir işe yaramamış ve göz yumup-açasıya çöküvermişti. Eski İranlılar bu şekilde islâmiyeti kabul ettiler, ama bu bozgunu tadan ilk kuşaklarının kalble-rinde imparatorluklarım dağıtan Araplara karşı kin taşıyorlardı. Düşünelim ki, eğer eski İranlılar amansız ve denk rakipleri olan Bizanslılar karşısında yenilgiye uğramış olsalardı, bunların biribirinden ağır bir darbe yemeleri o kadar önemli olmazdı. Çünkü yenilen taraf, ilerdeki bir kapışmada rakibini yenerek öcünü alacağını düşünerek kendini avutabilir di! Fakat Araplara karşı bozguna uğramak ve sanki hiç bir zaman varolmamışçasına sahip oldukları her şeyin avuçları içinden kayıp gitmesi, çeşitli zaferlerin gururu ile acı bir hayal kırıklığının zilletini birlikte yaşamış olan bu ilk kuşak İranlıların kolayca yutabilecekleri bir lokma değildi. Bundan dolayı belki de Emeviler iktidara gelince içlerinden "Bu adamlan baskı altında tutmalı ki, bir daha başlarını kaldıramasınlar" diye düşünmüşlerdir de bu gerekçe ile eski İranlılardan gelebilecek sızma girişimlerine karşı bütün yolları sımsıkı kapatma anlamında "Devletin Araplığı" ilkesinde titiz davrandılar. Tarihin bu dürülmüş sayfalarını kurcaladığımız şu anda bu konuda kesin bir hüküm veremeyiz. Acaba Emevilerin bu politikasının arkasında kindarların devlet kademelerine sızmalarını önlemek isteyen samimi ve katıksız bir islâm koruyuculuğu mu, yoksa bu endişeye karışmış bir "Arapçılık" mı vardı? "Arapçılık" derken doğaldır ki, günümüzde görülen dinden soyutlanmış karanlık amaçlı "Arap milliyetçiliği"ni değil, "Bu ilâhî misyonun taşıyıcıları Araplardır, buna göre islâmiyetin yoklaştırmasız olarak korunabilmesi için iktidar dizginlerinin Araplarında olması gerekir" biçiminde özetlenebilecek olan İslama bağlı bir "Arapçılıktan sözediyoruz. Durum ne olursa olsun, eski İranlılar, Emevilerin elinde hakkın uygulandığı yargısına varamadılar. Çünkü yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Eğer onlar (müşrikler) tevbe ederek namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse artık sizin din kardeşleriniz-dirler." (Tevbe/11) Eski İranlıların savaştan yenik çıkmış ilk kuşağının yüreklerinde kin ve nefret bulunsa bile, bana öyle geliyor ki, eğer daha sonraki kuşaklar gerçek bir islâm ruhu ile, kendilerine cömertçe sunulan bir "islâm kardeşliği" ruhu ile karsılaşsalardı, babalarının yüreklerini etkileyen kinden sıyrılarak Allah'ın dinine samimiyetle sarılırlar, sözkonusu kin Birasını koruyarak iç kargaşalık peşine düşmezlerdi. Çünkü tarihte "halkalar" diye anılan kitlelerin gerçekleştirdikleri "Abbasi Darbesi" bu nitelikte idi. Gerçi bu darbenin başlangıç .döneminde kısa bir Süre için Araplar —en azından görünüşte— iktidarda kaldılar ise de Abbasi darbesi, aslında eski İranlılardan kaynaklanan bir devrimdi. Nitekim bu kısa süreli başlangıç döneminin arkasında ya. İbni Mu-kafa'nın yaptıklarında görüldüğü gibi devlet içinde ırkçı zehirlerini yaymaya girişmişler ya da Bişar ile Ebu Nuvasin yaptıkları gibi islâm toplumunun yapısına fasıklık ve yoklaşma tohumları ekmeye koyulmuşlardı. Kısacası sözkonusu "Fars ırkçılığı" iyi niyete ve sırf islâmı koruma arzusuna dayansa bile Emevi-lerin, eski İranlılara karşı uyguladıkları bu baskı politikasına tepki olarak meydana çıkmıştı.
Abbasiler Dönemi Arkasından "Abbasiler" iktidar oldu. Doğaldır ki, onlar raşit halifeler dönemini geri getirmek için iktidara gelmemişlerdi! Tersine Emeviler tarafından açılan "sapma" çığrını devam ettirerek zamanla, bu sapmayı daha ileri boyutlara vardırmak için iktidar oldular. Çünkü değişmez bir ilâhî gelenek gereğidir ki, ümmet bütünü, iyiliği emredip kötülükten sakındırma görevinden geri durunca, yöneticileri ısrarlı bir biçimde hakka döndürme rolünü oynamaktan vazgeçince yozlaşma kaçınılmaz olur. Her şeye rağmen Emeviler dönemindeki sapmanın boyutları sınırlı kalmıştı. Gerçi tarih sıralaması bakımından yanıbaşında yeraldığı zirve dönemi ile —yanyana getirildiği her dönemi gölgeli ve kusurlu gösterecek derecede parlak olan o yüce dönemle— karşılaştırıldığı zaman gösterdiği sapmalar somut ve iri görülüyordu. Bununla birlikte yönetici kadroyu bir yana bırakacak olursak ümmet bütünü inancına sadık, Kur'an ve sünnete sımsıkı bağlı, Allah yolunda ci-had etmekte fedakâr, ümmet kavramını pratikte gerçekleştirmiş, genel olarak "Lâilâheillellah" ahlâkını davranışlarına yansıtmış ve yüce Allah'a vermiş olduğu söze vefakâr kalmıştı.
Kısacası islâm ruhu, ümmet bütünü arasında yayılmaya ve etkin olmaya devam etmişti. Gerçi devlet adamlarında görülen bazı sapmalar, bazı islâm ilkelerinin yüzüne perde örtmüş ve bu yüzden o eşsiz sahabiler zamanında uygulanan ilâhî adalet, artık uygulanamaz olmuş ve bunun yanında yine o ilk kuşağın günlerinde olduğu gibi ümmetin yöneticilerini denetleme titizliği artık görülmez olmuştu. Oysa o örnek kuşağın yöneticileri, daha halk kendilerini denetlemeden zaten kendi kendilerini denetliyorlardı! Ayrıca bu dönemde islâm ordusunun fetihleri genişledi. Öyle ki, bir yandan müslümanlar o zamanki Bizans başkenti Konstantiniyye'nin (şimdiki İstanbul'un) kapısını çalarken egemenlik alanlarının sınırlarını doğuda Hindistan'a ve batıda kuzey Afrika'ya kadar uzattılar. Böylece islâm devleti düşmanlarını korkutacak ve kendisi ile ilgili binbir hesap yapmaya mecbur edecek derecede güçlendi. Toplumsal plânda hayır şerre ve iyilik kötülüğe üstün geldi, bunun sonucu olarak yöneticilerin zulümleri ve sapmaları, kendi dar çevrelerinde mahpus kaldı. Buna karşılık toplum çoğunluğu islâm nimeti ile huzurla, güvenle ve istikrarla beslenir oldu. Bunun sonucu olarak daha önce söylediğimiz gibi islâmî bilim ve uygarlık hareketleri doğdu. Abbasiler dönemine gelince bu devirde Emevi-kr tarafından başlatılan sapmalar, etkinliklerini daha da arttırarak devam ettikleri gibi bunlara yeni tip başka sapmalar eklendi. Meselâ babadan oğula geçme esasına dayalı, muhteris (adud) krallık sistemi, ana çizgiden sapma açısını daha genişleterek devam etti. Sebebine gelince Emevilerin, iktidarlarını kökleştirip pekiştirmek amacı ile aralarındaki en yetenekli ve en güçlü olanı hükümdarlığa getirme titizlikleri yanında Abbasiler bu işi katıksız bir veraset ilkesine bağla-dılar. Yani on ya da on iki yaşlannda bir çocuk bile olsa sırası gelen veliahd, hükümdar oluyordu. Bu uygulama, İslâm'ın siyaset alanına düşürdüğü gölgeler yanında bizzat rejimi de zayıflatmıştı. Ayrıca gerek hükümdar ve gerekse veliaht olma uğruna girişilen amansız yarışta tüyleri ürperten korkunç entrikalar yaşandı. Bunlar yanında otorite erozyonuna uğrayarak zayıf düşen hükümdarlar, başta Türkler olmak üzere kendi dışlarında kalan unsurların desteğine başvurmak zorunda kaldılar. Bundan, sözkonusu unsurların devlet mekanizmasının bazı kilit noktalarım ele geçirmeleri ve mutlak anlamda islâmî siyasetin değerlerini bozmaları sonucu doğdu. Emeviler tarafından rejim muhaliflerini baskı altında tutma politikası da Abbasiler tarafından baskı dozu arttırılarak devam ettirildi ve bir müs-lüman tarafından yapılması düşünülemeyecek derecede iğrenç kıyımların sahnelenmesine dönüştü. Yine Emeviler tarafından çığrı açılan islâm hazinesinin (Beytülmal'in) kötü kullanımı eğilimi, Abbasiler zamanında hazinenin zekât, haraç ve diğer gelir kaynaklarının artmasına paralel olarak tasavvur edilemeyecek boyutlara ulaştı. Buna bir örnek vermek gerekirse Emeviler, siyasî muhaliflerini susturmak, onları kendilerine yaklaştırmak ve saflarına katılması ile iktidarlarının güçleneceğine inandıkları nüfuzlu
kimselerin sempatisini satın almak gibi amaçlarla hazine bağışları dağıtırken, Abbasi "halifelerinden biri huzuruna gelerek hakkında övücü bir kaside okuyan bir "Medhiye Şairi "ne müs-lümanların hazinesinden yüz bin sarılıra verilmesi hususunda hiç bir vicdan burukluğu duymadan emir verebilmişti. Oysa Peygamberimiz (s.a.v.) sözkonusu şairin benzerleri hakkında şöyle buyurmuştu: "Sizi aşırı sözlerle övenleri gördüğünüzde yüzlerine toprak saçınız." (Müslim) Bu arada bir zamanlar Hz. Osman'ın, kendisinden önceki iki halifenin bazı uygulamalarına hafif biçimde ters düşen bazı yorumlarına karşı başkal-dırmış olan müslüman "halk yığınları" devlet hazinesi ile ilgili bu somut yolsuzlukları görüp durdukları halde, sanki bu iş kendileriAi hiç ilgilendirmezmiş gibi, kıllarını bile kıpırdatmıyorlardı. Bu saydıklarımız Emeviler tarafından başlatılan ve Abbasiler döneminde hızları arttırılarak ve boyutları genişletilerek devam ettirilen sapmalardır. Ayrıca bunlara bu dönemde, yeni bir takım faktörlerin etkisi ile daha başka sapmalar eklendi. Bu sapmalar sonunda bizzat Abbasi iktidarının başını yedikleri gibi, izlerini —hiç değilse bazı izlerini— günümüze kadar islâm ümmeti organizması üzerinde devam etirmişlerdir. islâm organizması yaşadığımız günlerde bile, sözkonusu yaralarını iyilestirerek onu, yeniden sağlığına kavuşturacak şefkatli ve uzman ellerin himmetini beklemektedir.
Ayrılıkçı Akımlar Bu tehlikeli sapmaların başında "Ayrılıkçı Akımlar" fitnesinin sahneye çıkması gelir. Gerçi daha önce Emeviler döneminde "Hariciler Akımı" ve arkasından bu mezhebe tepki olarak "Murcie" akımı ortaya çıkmıştı, ama bu akımların her ikisi de Hz. Osman'ın öldürülmesi ile Hz. Ali ve Muaviye arasında kopan savaştan kaynaklanmıştı. Buna karşılık Abbasiler döneminde ayrılıkçı akımlar, yerden mantar biter gibi bir hızla ortaya çıkıp yayılmaya koyuldukları gibi, sırf iç faktörlerden değil, artık dış faktörlerden de kaynaklanır olmaya başlamışlardı. Abbasiler döneminde islâm bilimi hareketi, parlak bir gelişme devresi yaşadı. Buna paralel olarak eski ve Yunancadan ve latinceden yapılan tercümelerde gayet canlı bir aşamaya girdi. Bu yoldan müslümanlar fiilen, ihtiyaç duydukları bir çok şeyler kazandılar. Fakat diğer bilim dalları gibi eski Yunan felsefesini de faydalı bir nesne sanarak Arapçaya çevirmekle büyük bir yanılgıya düştüler. Bu girişim, telâfisiz zararlarını göstermekte gecikmedi.
Zira bu felsefe, içerdiği kimi parıltılara ve gerçek kırıntılarına rağmen aslında bir cahiliye düşüncesi idi. Bu niteliği ile islâm ile senteze sokulmaya asla lâyık değildi. O islâm ki, aydınlığı özünden kaynaklanan, başlıca iki kaynağı Kur'an ile Peygamberimizin —salât ve selâm üzerine olsun— sünneti olan ve eşsiz ilk islâm kuşağı eli ile parlamaya, ışık saçmaya başlayarak orijinal kimliğini koruma başarısını göstermişti. Bu felsefenin içerdiği en zararlı unsur, her şeyi hayat ve hareketten yoksun, kuru ve soyut bir düşünceye indirgeyen akılcılığı, rasyonalizmedir. Aklı her konuda son başvurulacak hakem kabul ederek onun rolünü alabildiğine abartan sakat yaklaşımı da işin cabası.[2] Bu yaklaşım Hristiyanlığa uyarlanarak orada "lahut" adı verilen bir kavramın oluşumuna yolaçtı. Bu kavram, kilisenin Teslis (üçleme), sözde Allah'ın oğlu, ebedî günah, çarmıha gerilme ve isa'nın kendini feda etmesi gibi inanç saçmalıkları ile eski Yunan felsefesi arasında uyum sağlama girişimi olarak ortaya çıkmıştı. Demek oluyor ki, hristiyanlar rasyonalizmi, akılcılığı sözkonusu akılla bağdaşmaz saçma inanç ilkelerine en j ekte etme girişimleri ile belki desteğini sağlarlar diye eski Yunan felsefesine sığındılar ve bu girişimden elleri boş ve başarısız çıktılar. Çünkü yeni geliştirdikleri "Lahut" kavramı da kilisenin "kutsal" kurullarının kararlarının taşıdığı saçmalık-ları oldukları gibi korumuş oldu. Oysa müslümanla-rm böyle bir girişime ihtiyaçlan yoktu. Çünkü onlar saf kaynaklardan beslenen, özü ile bağdaşmayacak herhangi bir yabancı kaynağın yardımına ihtiyacı olmayan saf bir nurun taşıyıcıları idiler. Fakat bir yandan bu felsefe fitnesi, öbür yandan da Abbasi halifelerinin islâmî konularda islâm bilginleri ile yahudî ve hristiyan bilginleri arasında münazaralar düzenleme girişimleri o dönemin aydınlarını bu tartışmalarda destek sağlamak amacı ile eski Yunan felsefesine yöneltti. Öyle ki, bu eğilim o yüzyılın düşünce "modası" haline geldi. Eski Yunan felsefesi ile akılcılığın zararlı etkisi ile islâm düşüncesi alanında bir çok "akımlar" ve "yanılgılar" ortaya çıktı. Müslüman halk, eski Yunan felsefesinin islâm düşüncesini istilâ etmesinin bir örneği olarak "Mutezile" akımım hatırlar. Bu akım aklı, vahyin kriteri ve inanç sistemi dahil, her konuda en son başvurulacak merci haline getirdi. Fakat eski Yunan akılcılığının etkisi altına girerek bu nedenle doğru islâm inancından sapanlar sadece Mutezile akımının bağlıları değildi. Yüce Allah'ın sıfatları konusunda ayrıntılı incelemelere girişen, bunun yanında kaza, kader, zorunluluk ve irade gibi kavramların derin tartışmalarına dalan "kelâm" bilginlerinin tümü, tartışmaları sırasında gös-terdikleri bütün kanıtlarda, akla kapasitesinin ötesinde rol veren, onu bütün varoluş konularında son hakem ve en güvenilir merci haline getiren sözko-nusu akılcılığa dayanıyorlardı. Bu sakat yaklaşımlarının sonucu olarak ne saf anlamı ile islâmi olan, ne berrak, yalın ve kolay kavranabilir islâm inancının muhtaç olduğu ve aslında islâm inancına hiç bir hizmet yapmamış olan bir takım soyut düşünce egzersizlerine daldılar.
Bu soyut tasarımların islâm inancına katkı sağlaması surda kalsın, bunlar bu inanç sistemini, saf bir düşünce, canlı bir vicdan ve yüce Allah'ın (c.c.) rızasını amaçlayan pratik bir davranış bütünü olma niteliğinden çıkararak eğer imanla çelişen şüpheler ve kuşkular uyandırmasa bile imanı pekistirici hiç bir rolü olmayan, vicdanı hareketlendirmeyen ve pratik davranışlara ulaştırmayan, bir takım soyut ve kuru zihni kalıplara dönüştürdü. Çünkü akılcılık, yapısının doğal gereği olarak insan zihninde başlayıp yine insan zihninde biter. Amacının gerçekleşmesini zihnin harcadığı bu çaba ile sınırlı görür. Bu kapalı dairenin çeperini zorlayarak vicdan ve davranış yolu ile canlı gerçek alanına çıkmaya girişmez. Maalesef böylece sözkonusu eski Yunan düşünce mirası, üzerine "islâm" elbisesi giydirilerek, "islâm inanç sistemi" ya da "Bilimsel araştırmaya da^ yalı islâm inancı" adı altında islâm dünyasına aktarıldı. Sanki Peygamberimizin (s.a.v.) sahabileri bu inancın sahipleri, onu en iyi ve özüne en yakın bir şekilde kavramış kimseler değildi. Acaba onlar bu tür kuru ve çürük zihin egzersizlerine muhtaç olmuşlar mıydı? Şunu üzerine basa basa vurgulayalım ki, günümüz islâm dünyasının bütün öğretim kurumlarında öğrenci ve araştırmacılara islâm inanç sistemi, uydurma islâm kılığına büründürülmüş hâlâ bu eski Yunan düşünce mirası aracılığı ile sunulmaktadır. Bütün bunlar yanında özellikle Abbasiler döneminde yayılma eğilimi gösteren bir diğer ayrılıkçı akım "Batıniye mezhebi"dir. Bu akım, o günün islâm dünyasında derinlemesine kök saldı, hatta bazı devletler ya da devletçikler oluşturdu ve bir kaç yüzyıl boyunca müslümanlan kendisine savaş verip onu kovalamakla uğraştırdı. Bu akım genel anlamda islâm aleminde yuvalanan yahudiler ile gizli biçimde ilişkili idi. Bu adamlar müslüman gibi görünerek aslında islâmiyeti yıkmaya çalışıyor, her girişimlerinde halkın zihinlerine kendi inançlarından bir şey aşılıyorlardı. Ayrılıkçı akımların cinayetleri sırf bunlar değildi. Söylediğimiz gibi yabancı katkılarla oluşturulan soyut zihin egzersizleri sırf "aydınlar"a özgü bir uğraş olarak kalmıştı. Bu kimseler eski Yunan felsefesinin ayartmalarına kapılarak, tıpkı daha önce hristiyanların yaptıkları gibi, bir "İslâm Lahut"u üretmişlerdi. Fakat "Murcie" akımı, bütün fraksiyon ve renkleri ile, geçen zaman içinde islâm inancı ile islâm sosyal hayatında islâm inanç sistemi ile ilgili bilimsel araştırmalara sokuşturulan felsefî karmaşaların tümünden daha büyük bir tehlike olmuştur. Bu akımın imanın sadece kalble tasdik etmekten ya da —en iyimser varsayımla— kalble tasdik ve dil ile onaylamaktan ibaret olduğunu söyleyerek amel'i ve davranışı imanın kapsamı dışına çıkarması, sapık akımların saf islâm inancına ve bu inancın sağlam kavramına aşılamaya giriştikleri saplantıların en tehlikelilerinden biri oldu. Gerçi Tevhid inancı ile ilgili bu tehlikeli sapma, o günün islâmî hayatında pratik bir etki göstermedi. Çünkü islâmiyetin pratik hayata saldığı yüksek voltajlı canlılık akımı, bu inanca uygun pratik "eylemler davranışlar" biçiminde hâlâ titreşimlerini yaymaya devam ediyordu. Fakat bu tehlikeli sapmanın etkisi ile yavaş yavaş ve her türlü yükümlülükten
sıyrılmaya eğilimli insan yaratılışına paralel olarak bu dinin gereklerine uygun amel işleme konusunda sürekli bir umursamazlık tutumu yüz gösterdi. İmanın özünün kalblerde yer etmiş olması ile yetinilmeye kalkışıldı. İnsanın "Lâilâheillellah" şahadet cümleciğini kalbi ile doğrulayıp dili ile onaylaması yeterli sayılmaya başladı. Bu gerçek, kalbde yer tuttuğu sürece istenen imanın "tamam" olacağı ve bu imana hiç bir şeyin zarar veremeyeceği sanısı yaygınlık kazandı. Yüce Allah'ın (c.c.) şeriatı ve hayat metodu ile yönetilen belirli bir sosyal hayat "pratiği" meydana getirmek amacı ile indirilen bu dinde; ameli, uygulamayı imanın kapsamı dışına çıkarmak sırf düşünce olarak şaşırtıcı bir yanılgıdır. Ayrıca bu görüşün islâm tarihinin itibarlı "bilginler"inden çıkması bu yaraya tuz-biber ekmiştir. Acaba yüce Allah (c.c.) dinini bunun için mi indirmiş, Peygamberimizi bunun için mi göndermiştir? Yani insanlar sırf kalbleri ile doğrulayıp dilleri ile onaylasınlar da pratik hayatın akışını ne kalbi ile doğrulayan ve ne de dili ile onaylayan cajıiliye uygulamalarının denetimine bıraksınlar diye mi bu din geldi? Peki o zaman müslümanlar bozuk inançları, insanları yüce Allah'tan başkasına taptıran geriletici rejimleri, her cahiliye düzeninde insan ve cin kılıklı şeytanlarca uydurulan dengesiz davranış biçimleri ile batılı ortadan kaldırarak ve bunun yerine doğru inanç sistemi, yüce Allah'ın hükmü üzerine kurulmuş sağlıklı rejimi ve "Lâilâheillellah" ahlâkından türetilen davranış tarzları ile ilâhî bir düzen kurarak amacını gerçekleştirebilecek olan olumlu, elle tutulur ve gözle görülür bir "amel (eylem, çaba)" olmaksızın şu cahiliye ürünü sosyal pratiği nasıl değiştirebilecekler? Bu ilâhî düzeni kurdular diyelim. Sonra onu sürekli cahiliye saldırılarına, bu düzeni çökertip yerine tağutlann, zorbaların egemenliğini oturtmayı amaçlayan ısrarlı girişimlerine ve bu amaca ulaştı-ncı araçlar olarak kullanacakları silâhlı saldırı, batıl inançlar ve düşünceler saldırısı, yüce Allah'ın indirdiği ilkelere göre hükmetmeyen rejimler saldırısı ve şeytanın yardakçıları tarafından uydurulmuş davranış tarzları saldırısı gibi saldın türlerine karşı nasıl koruyabilecekler? Bütün bunlar sırf kalb doğrulaması ve dil onaylaması ile olabilir mi? Aman Allah'ım! İslama yamanmak istenen ne gülünç bir yanılgı! Peki, acaba böyle bir yaklaşım yüce Allah'ın (c.c.) şu buyruğu ile nasıl bağdaşabilir? "İş ne sizin kuruntunuza ve ne de kitap ehlinin kuruntularına göre olmaz. Kötülük işleyen cezasını çeker ve kendisine Allah'dan başka ne dost ve ne de . destekçi bulamaz. Erkek veya kadın her kim inanarak iyi işlerderı bir iş yaparsa işte öyle kimseler cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar." (Nisa/123-124) Daha doğrusu, bu yaklaşım insanı doğru inanca ve bu doğru inanç gereğince amel etmeye yönelten, baştan sona kadarki bütün Kuran direktifleri ile nasıl bağdaşabilir? O zaman sahabiler ile onlann izinden titizlikle giden seçkin müslümanların bu dini, hayat pratiğine uygulamak hususundaki amansız "çaba"lan ner-den çıkıyor? "Murcie"
akımına göre bu çabalar iman kapsamı dışında kalmaz mı? Öyle ya, bunların tümü kalb ve organ eylemleri değil mi? Acaba onlar bu çabaları, yüce Allah tarafından yükümlü tu-tulmadıkları gönüllü bir fazlalık, bir nafile olarak mı gösterdiler, yoksa bu çaba bu dinin özünü oluşturduğu, bunsuz ne yeryüzünde ve ne de Allah katında varolması düşünülemeyeceği için mi bu ısrarlı gayretleri göstermişlerdir? Meseleye bir insan yaratılışı ve Allah yapısı insan psikolojisinin tezahürleri açısından bakalım. Acaba sağlıklı bir insan vicdanında herhangi bir şeye karşı iman olsun da sonra bu vicdanı taşıyan insanın pratik hayatında bu imanın varlığını kanıtlayan hiç bir iz bulunmasın, bu mümkün müdür? Yalnız sözkonusu insan eğer, "kişilik çözülüşü"ne uğramış ise o başka. Çünkü bu durum sahibini yükümlülükten çıkaran bir psikolojik anormalliktir. Yalnız şu gerçeği de belirtmeliyiz ki, kalbinde inanç taşıyan bir insanda psikolojik içgüdü ve ihtirasların baskısı ile bu imanla çelişen bir davranış görülebilir. Yüce Allah bu psikolojik içgüdü ve ihtiraslar ile ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Kadınlardan, evlatlardan, altın ve gümüş külçelerinden, otlağa salınmış at ve davarlar ile ekinlerden oluşan arzu ve ihtiraslar insanlara cazip gösterildi. Bunlar dünya metalarıdır. Oysa iyi akıbet Allah'ın katandadır." (Al-i İmran/14) Fakat bu durumun mutlaka bir sebebi ve de kanıtladığı bir sonuç vardır. Bu durumun sebebi, daha önce söylediğimiz gibi, insanın içinde yuvalanmış bulunan karmaşık içgüdülerin insan vicdanı üzerinde uyguladıkları sürekli baskıdır. Bu durumun kanıtladığı sonuca gelince, o da böyle bir insanın içinde bulunan inancın sözkonusu içgüdü baskılarına karşı koyup onlann yoğun akıcım etkisiz hale getirecek kadar güçlü olmadığı gerçeğidir. Böyle bir durumda günah meydana gelir ve bu günah imanın özünü ortadan kaldırmaz. Fakat bu günah, sözkonusu imanın etkisinin geçici yokluğundan dolayı ve o sırada meydana gelir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu durumu şöyle anlatıyor: "Zina işleyen kimse o anda mü'minken zina işleyemez. Hırsızlık yapan kimse o anda mü'minken hırsızlık yapamaz." (Müslim) Demek oluyor ki, imanın güçlü ya da zayıf oluşu ile bu imanı taşıyan insanın herhangi bir anında yapmış olduğu amel (eylem, davranış) arasında sıkı bir ilişki vardır. Bu hüküm sözkonusu amelin ibadet mi, yoksa günah mı olacağı ya da hangi dereceli bir ibadet veya günah olacağı konusunda geçerlidir. Bütün bu söylediklerimizden şu iki gerçek ortaya çıkar: 1 — Amel ile iman arasında sıkı bir ilişki vardır.
2 — îman, hem artar ve hem de eksilir, ibadetler ile artar ve günahlarla eksilir. Buna karşılık içine büyük şirk (Allah'a eş koşma) karıştığı zaman yok olur. İşte "Murcie" akımının amel'i, eylemi iman kapsamının dışına çıkararak onu sadece bir kalb doğrulaması (tasdiki) ya da en iyimser yorumla sadece kalb doğrulaması ile dil onayı olarak saymakla hafife aldığı, hatta oyuncak haline getirdiği... islâmî ve psikolojik gerçek budur.[3] Hiç kuşkusuz bu düşünce, başlangıcında, islâm ruhuna yabancı felsefe ve mantıktan islâm bilginlerine bulaştı. Ayrıca ilk "Murcie" akımına bağlı bilginler arasında kapalı kapılar ardında dile getirilen ve hayat pratiği ile ilişkisi olmayan soyut bir "düşünce" olmaktan ileri gitmiyordu. Çünkü sözkonusu "Murcie" taraftarı bilginlerin kendileri bile, gündelik hayatlarında bu dinin gerektiği amelleri işleyen faziletli ve takva sahibi kimselerdi. Buna göre ne kendilerinin amel işlemeyi savsaklamaları ve ne de başkalarını böyle bir savsaklamaya çağırmaları düşünülemezdi. Tersine bu saygın bilginler, fıkıh konusunda yazdıkları eserlerde tam bir şuurla bu dinin, biribirinden ayrılmaz inanç ve amelden ibaret olduğunu vurguluyorlardı. Fakat yabancı felsefe ve mantığın mikroplan kapalı kapılar arkasındaki gözlerden uzak yuvalarında bozucu, saptırıcı ve zihinleri karıştırıcı etkilerini için için gösteriyordu. Ama zaman geçtikçe bu düşüncenin tehlikesi arttı ve islâmın yükümlülüklerinden sıyrılma eğilimi yaygınlaşmaya başladı. Zaten daha önce söylediğimiz gibi, yükümlülüklerden sıyrılma eğilimi, insan yaratılışında varolan bir temayüldür. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Biz vaktiyle Adem'e (yasak ağacın meyvesinden ye-memesini) sıkı şekilde tenbih ettik. Fakat o bizim tembihimizi unuttu. Biz onda azim ve kararlılık gö-remedik." (Taha/115) Bu beşeri hastalığın bir ilâcı var ki, yüce Allah onu bize şöyle anlatıyor: "Ama yine de hatırlat. Çünkü hatırlatma mti'min-lere yarar sağlar." (Zariyat/55) Bu ayette işaret edilen "hatırlatma"nın imanın °zü ile ilgili olmadığı kesindir. Çünkü ayet, kendile-nne "hatırlatma" yapılması istenenlerin mü'min oluklarını açıkça belirtiyor. Buna göre ayette emre-ulen hatırlatma, bu imanın gereğine uygun ameî yapmaya dönüktür. Çünkü insan karmaşık içgüdülerinin baskısı altında bu konuda gaflete ve umursa-mazlığa kapılabilir. Bu durumda hatırlatma yapılınca iş yoluna girer ve iman, kalble doğrulama ve bu doğrulamanın gereğine amel etme biçiminde tanımlanabilecek olan sağlıklı niteliğine yeniden kavuşur. Fakat "hatırlatma" yapılacağı yerde, "Murcie" düşüncesi ortaya çıkmış, sözkonusu gaflet ve umursamazlık anına takılıp kalarak gafillere, kalblerinde iman bulunduğu sürece mü'min oldukları garantisini vermeye kalkışmıştır.
Zaman geçtikçe "Murcie" düşüncesinin etkinlik alanı genişledi. Meselâ gerek tek tek fertlerde ve gerekse toplum düzeyinde islâmî amelleri işleme alanı yüzde doksan iken "Murcie" düşüncesinin amelin boşalttığı etkinlik alanı yüzde ondu. Amelin boşalttığı alan yüzde elliye düşünce "Murcie" düşüncesinin etkinlik alanı yüzde elliye yükseldi. Buna karşılık amel ortadan tümü ile çekilince "Murcie" düşüncesi tüm alanı etkisi altına aldı. Böylece son yüzyılda şöyle diyenlere rastlamaya başladık; "Kim Lâilâheillellah derse, islâm'ın emrettiği amellerden hiç birini yapmasa bile mü'mindir!" Bu hastalık, özellikle son yüzyılda, islâmın başına çöreklenen en ağır belâlardan biri haline geldi.
LÜKS VE ISRAFLI HAYAT TUTKUSU Abbasiler döneminde beliren en tehlikeli sapmalardan biri de dünyanın her tarafından gelen servetlerin etkisi ile meydana gelen lüks ve israflı hayat tutkusudur. Lüks ve gösterişli yaşama tutkusu aslında Emevilerin son dönemlerinde kendini göstermeye başladı. Fakat o zaman hem biçim ve hem de alan bakımından henüz sınırlı idi. Bunun da sebebi insanların, bir yandan ellerine bol servet geçmeye başlaması ve öteyandan da sahabilerin zirve düzeyinden ağır ağır aşağıya doğru düşülmesi idi. Hatırlayalım ki, Hz. Ömer zamanında, bir keresinde islâm başkentine o kadar büyük bir servet geldi ki, o güne kadarki vergi gelirlerine göre hayal bile edilemeyecek kadar büyüktü. Bu olay şöyle oldu. Bir akşam vakti Hz. Ömer'in Bahreyn dolaylarında görevli haraç vergisi tahsildarı, topladığı vergileri teslim etmeye geldi. O sırada müslümanlar akşam namazını kılıyorlardı. Bu sırada Hz. Ömer ile tahsildar arasında şu karşılıklı konuşma geçti. Hz. Ömer - Yanında ne kadar para var? Tahsildar - Beşyüzbin san lira (dirhem) Hz. Ömer - Beşyüzbin sarı lira'nın ne kadar olduğunu biliyor musun? Tahsildar - Evet. Bir tane yüzbin, bir tane daha yüzbin, bir tane daha yüzbin, bir tane daha yüzbin ve bir tane daha yüzbin san lira. Hz. Ömer - Anlaşılan sen yorgun ve uykusuzsun. Şimdi git, yann sabah bana gelirsin! Tahsildar ertesi sabah gelip de topladığı vergi gelirinin gerçekten beşyüz bin sarı lira olduğunu görünce Hz. Ömer, hemen minbere çıkarak müslümanlara şunlan söyledi: "Ey ahali, çok para geldi. Bunu isterseniz ölçerek isterseniz tartarak aranızda bölüştüreyim."
Fakat o güne kadar elde edilenlere göre muazzam meb-lağlı bu büyük servet, Peygamberimizin (s.a.v.) günlerinin çok yakınında yaşayan, devlet başkanı ve liderleri Hz. Ömer - Allah ondan razı olsun- olan müslümanlan bozmadı. O Hz. Ömer ki, yukarda anlattığımız gibi, eşinin, ço-luk-çocuğunun geçimini sağlayan mütevazi gelirden ayırarak arttırdığı yağlı çöreğin ücretini devlet hazinesine geri vermişti. Ayrıca Hz. Ömer, ileri gelen sahabilerin ticaret yapmak amacı ile taşraya çıkmalarına izin vermemiş, onları yüce Allah'ın (c.c.) hükümlerini insanlar arasında uygulama görevinde kendisine yardımcı olsunlar diye yanında tutmuştu. Buna karşılık Emeviler'in son dönemleri ile özellikle Abbasîler döneminde servetin bozucu etkisi yıkım boyutlarına ulaştı.[4] Bir defa hükümdar ailesinin devlet hazinesinden aktarılma "Özel Tahsisaf'ı vardı. Bu özel tahsisat o kadar büyüktü ki, har vurup harman savurarak harcandığı halde yıllık dilimleri yine tükenmezdi. Bu yüzden özel bir hazine oluşturulur ve yıllık ödeneklerin kullanılmayan dilimleri bu fonda biriktirilerek gelecek yıllara aktanlırdı. Vezirler (bakanlar) da gerek özel ödeneklerinde ve gerekse halifeler ile eyalet valilerin bağış ve hediyelerinden oluşan muazzam servetleri içinde hükümdar ailesininkine benzer bir savurganlık hayatı yaşıyorlardı. Tüccarların servetleri de o günkü dünyanın ölçülerine göre gerçekten "astronomik" idi. Çünkü doğunun en ucundan batının en ucuna kadar o günkü dünya ticareti müslüman tüccarların elinde idi. Masal karakterli olmalarına rağmen "Sindi-bad Gezileri" ile ilgili hikâyeler o zamanın ticaret alemi hakkında bize yeterli derecede fikir verecek niteliktedir.[5] Böylece cepler para ile dolup taşarken gaflete dalıyor ve elleride Allah'ın ipine sımsıkı tutunan avuçları gitgide gevşiyordu. Bu yüzden edebiyat ve tarih kitaplarının sayfalarına kadar her yana yansıyan ölçüsüz bir lüks ve israf hayatı alıp yürümüştü. Şimdi İslâm dünyasının doğusunda, yani Abbasi devletinin başkentinde yaşanan böyle ölçüsüz bir lüks örneğinin belgelerini hep birlikte okuyalım: - Abbasiler düğün törenlerine büyük bir önem veriyorlardı. İlk dönem Abbasi halifelerinin bu alandaki savurgan tutumlan halife Mehdî'nin, oğlu Harun Reşid'i Zübeyde adlı bir kızla evlendirirken yaptığı gösterişli töreni inceleyince açıkça meydana çıkar. Gerdek gecesi günü öyle gösterişli bir düğün ziyafeti düzenledi ki, daha önce hiçbir müslüman böylesini yapmamıştı. Ayrıca davetlilere gümüş dolu altın tabaklar ile altın, misk ve amber dolu gümüş tabaklar armağan etti. Gelini de öylesine çok takı ve mücevher ile süsledi ki, kızcağız, üzerinde taşıdığı takıların ve mücevherlerin ağırlığı altında adım atamaz hale geldi.
Öteyandan tarihçi Şabestî'nin bildirdiğine göre Abbasî halifelerinden Memun, Buran adlı hanımla evlenirken kendisine mihir olarak yüzbin dinar ile elli bin dirhem, yani yarım milyondan fazla dinar vermişti. O gece gelinin önünde üç amber şamdanlık yakılmıştı. Fakat birara kaynana Zubeyde hanım "Yeterince masraf gösterisi yapıldı. Şu amber şamdanının kaldırın da normal şamdanı getirin" dedi. Buran hanif duvağını açıp yüzünü Memun'a gösterince Memun, elbisesinin kolu içinde sakladığı incileri çıkarıp gelinin üzerine saçtı, saçılan inciler yerdeki altın işlemeli bir yaygının üzerine düştü. Bunu gören Memun, 'Allah şair Hasan b. Hanî'nin iyiliğini versin. Tıpkı onun dediği gibi: O güzelin yüzündeki büyük ve küçük benler Tıpkı altın bir zemine yağmış sapsarı kum tanecikleri gibi. Bu arada safları başına oturmuş davetlilerin yemeğe başlamak istemediklerini farkeden Memun, anneliğine, 'Buyurunuz', diye iltifatta bulundu. Bunun üzerine Zubeyde önündeki yemekten bir lokma alınca konuklar önlerindeki yemekleri yemeğe başladılar. Yine Şabestî'nin belirttiğine göre bir önceki düğün, halife Mehdî'ye bir milyon üç yüz seksen sekiz dinara mal oldu. Damat Harun'un (Reşid) kendisinin yaptığı masraflar bu rakamın dışındadır. Buna karşılık Zubeyde hanımın oğlu Emin'in, babadan kardeşi Ebu Abdullah Memun'a söylediğine göre az önce anlattığımız Memun'un düğün masrafı otuz beş ile otuz yedi milyon dirhem arasında değişiyordu. Görüldüğü gibi Memun, babası Harun Reşid'i gösteriş ve savurganlıkta geri bırakmıştı. Hasan b. Sehl'in kızı Buran ile evlenirken yaptığı ihtişamlı düğün bunu bize yeterince kanıtlar. Tarihçi Taberî'nin bildirdiğine göre kayınbabası Hasan b. Sehl'e, Buran'a giderken yolda on milyon dirhem verilmesini emretti. Ayrıca ona Fem-i Sulh denen yörenin haraç gelirini bağladı. Yine tarihçi İbni Hallikan'ın yazdığına göre Memun, adı geçen kayınbabasma Fais ve Ahvaz eyaletlerinin bir yıllık haraç gelirlerini bağışlamıştı. Öteyandan tarihçi Mesudî, Hasan b. Sehl'in sözkonusu düğün sırasında yapmış olduğu savurganlıktan şöyle anlatır; "Hasan, kızının bu düğün töreninde o güne kadar ne cahiliye ve ne de İslâm döneminde hiç bir hükümdarın yapmadığı kadar büyük masraf yaptın". Bu meyanda o, Haşimi sülalesinden olanlara, ordu komutanlarına ve ileri gelen devlet adamlanna dökme fişekler dağıttı. Bu fişeklerin içine konan kağıt parçalarına arazi, köle, binek hayvanı gibi hediyelerin adlan yazılmıştı. Sözü geçen fişekler kimin eline geçerse içindeki kağıt parçasını açıp okuyor ve üzerinde itibar ve rütbesine göre belirlenen hediyenin adının yazıldığını görüyordu. Adam kağıt parçasını okuduktan sonra onu bu iş için görevlendiren yetkiliye uzatıyor. Yetkili de ona "Şu kadar alanı olan
falanca yerdeki filân arazi" veya "Falanca cariye" ya da "Şu şu nitelikli binek hayvanı" gibi açıklamalarla kazandığı hediyeyi tanıtıyordu. Ayrıca diğer davetlilere altın ve gümüş paralar, misk kutulan ve yumurta biçimli amberlikler dağıttı. Bu arada damadı Memun'un yanında kaldığı arkadaşlarını, özel muhafızlarım, kervancıları, hamalları, denizcileri ve kafilede bulunan ast-üst, maaşlı asker, ne varsa hepsini gayet masraflı biçimde ağırlamıştı.[6] Abbasilerin bu savurganlıklarına örnek olarak şimdi de halife Mutedın'ın, Humaruye'nin, Kadrun Neda adlı kızı ile evlenirken yapılan masrafların hikâyesini okuyalım: - Humaruye, Mısır eyaleti hazinesinden sağladığı ödenekler sayesinde bu düğün dolayısı ile hiç fakirlik ve yokluk endişesi taşımayan birinin yapabileceği kadar ölçüsüz masraflar yaptı. İbni Dekkak'ın belirttiğine göre kızını Bağdad'a götürürken yanına o güne kadar hiç kimsenin ne gördüğü ve ne de duyduğu kadar çok ve değerli bir çehiz götürdü. Yine tarihçi mukrizî'nin yazdığına göre her renk ve her türden bütün nadide ve orijinal şeyleri yanında çehiz olarak götürmüştü. (Hutat c. I, s. 319). Bu çehizin arasında dört parça, altından yapılmış bir çardak maketi vardı. Maketin kubbesi göz göz altın işlemeli idi. Bu gözlerin her birinde, ucunda paha biçilmez bir mücevher tanesi sallanan bir küpe vardı. Ayrıca koku hammaddesi ezmek için yüz tane altın havan ve tanesi on dinar olan bin tane gecelik bu yüklü çehizin eşyalan arasında idi. Humaruye kızının çehizini düzdükten sonra Bağdad'a giderken mola vereceği her konaklama yerinde, oturduğu ya da dinlenmek için kullandığı köşklerin birer benzerinin yapılmasını emretti. Bu köşkler tam dayalı-dö-şeli olarak yapıldı. Böylece kızı Bağdad sarayına gelin giderken yolda, sanki babasının sarayında oturuyormuş gibi, istediği bütün konfor ve rahatlık imkanlarını kullanarak yolculuk etmişti. Bu düğünün masraflarına gelince başvurduğumuz kaynakların hiç biri bu konuda bilgi vermiyor. Yalnız tarihçi İbni Hallikan (c. I, s. 174) halife tarafından geline verilen mihrin bir milyon dirhem olduğunu yazar. Bu rakam, gelinin çehizine göre büyük değildir. Çünkü edindiğimiz bilgilere göre gelinin cehizini hazırlamakla görevlendirilen İb-ni Cessas Cevheri'ye, cehizi düzdükten sonra geri kalan dört yüz bin dinar bahşiş olarak verilmişti." Şimdi de Endülüs Emevilerin bu tür savurganlıkları ile ilgili bir belgeyi okuyalım: - Endülüs Emevilerinin ünlü saraylanndan biri de Me-mun b. Zinnun tarafından yaptırılan Taytula sarayı idi. Yapımı için büyük miktarda para harcandı. Sarayın ortasında bir havuz ve havuzun da ortasında renkli ve nakışlı camdan bir kubbe yapılmıştı. Bu kubbenin en üst noktasından akan su, devamlı şekilde çevresinden geçerek tabanına iniyordu. Cam kubbe dıştan kaplamalı idi ve su, bu kaplama üzerinden sürekli akıyordu. Ayrıca içinde oturan hükümdar Memun, sudan hiç ıslanmıyordu. Bu
kubbe içinde yakılan şamdanların meydana getirdiği renkli ışıklar eşsiz bir manzara oluşturdu.[7] Bu sunduğumuz belgeler, doğuda Abbasiler ile batıda Endülüs Emevilerinin savurgan ve ihtişamlı saray hayatlarının sadece bir örneğidirler. Bunların benzerleri sayıla-mayacak kadar çoktur ki, her biri o günün toplumunda başgösteren kokuşma ve dünya malına gömülme hastalığının açık bir belirtisidir. Doğal olarak bu dönemde "Uygarlık" İslâmî kavramlarından sapmaya başladı. Şurası bir gerçektir ki bu uygarlık, gerek doğuda Abbasî egemenliği altında ve gerekse batıda Endülüs Emevileri'nin elinde orijinal ve günümüze kadar izleri kalabilen gözalıcı mimari askerler meydana getirdi. Bu eserler üstün bir mimarlık maharetini, ileri bir mühendislik, teknoloji ve benzeri bilimler düzeyini açıkça kanıtlar. Fakat bu gösterişli yapılarda gözlenen savurganlık tutkusu, Ahireti unutturup dünya hayatına daldıncı fonksiyonları, yüce Allah yolunda cihad etme görevini ihmal ettirerek maddî zevklerle oyalayıcı nitelikleri asla İslâm ruhu ile bağdaşmaz. Bunlar İslâm toplumunu belirli bir süre sonra kaçınılmaz sonuçlanna ulaştırmış olan birer sapma belirtileri olmuşlardır. Doğaldır ki, bu sözlerimizin anlamı, "Uygarlığın bütün alanları İslâm'dan saptı veya bu sapma birdenbire oluverdi" demek değildir. Tersine ilerde anlatılacağı üzere bu uy-garlıktan bir çok yararlı eserler kaldı. Çünkü o, İslâmî değerlerine özünde bağlı kaldı. Fakat sonunda, sapmalar öze baskın gelince, yüce Allah'ın sosyal kanunlan gereğince yıkılış meydana geldi. Bu savurganlığa eşlik eden ve onun ayrılmaz parçalan olarak ortaya çıkan iki fitne daha meydana geldi. Bunlardan biri cariyelerin (kadın köle ve hizmetçilerin) çoğalması, ikincisi de halifelerin, eyalet valilerinin, bakanların, zenginlerin ve tüccarların saray ve köşklerini dolduran "şarkıcı ve çalgıcı cariyeler" idi. Düşmanlarla girişilen çok sayıdaki savaşların sonucu olarak İslâm alemine çok sayıda cariye getirildi. Bunlar pazarların en geçerli ticaret alanı haline geldiler. Cariyelik, aslında sağlıklı bir kurum olmasına rağmen toplumu sarmaya başlayan gösteriş ve lüks tutkunluğu ruhu, bu cariyelerin varlığı, topluma egemen olan lüks hayat tutkusu ile kokuşma belirtilerine yeni boyutlar ekledi ve bunlar da artan servetler gibi baştan çıkancı bir fitne unsuru oldular. Bu cariyelerin varlığı yüzünden saraylara egemen olan "eğlence" havası ile saraylıların ciddi ve seviyeli konulardan uzak kalmış olmaları bir yana, bunlann en tehlikeli fonksiyonları, bu saraylann içinde çevirdikleri entrikalar oldu. Çünkü bunlar arasında İslâm'a karşı kin besleyen yahudi ve hristiyanlar vardı. Böyleleri yüreklerinde besledikleri kinin etkisi ile bu saraylarda çeşitli fitneler, komplolar ve desiseler sahneleyerek yetkilileri özel problemler ile oyalamışlar, böylece yüce Allah'ın (c.c.) hükmünü uygulayan müslüman yöneticiler bir yana, her sorumlu yöneticinin birinci derecede uğraşmak zorunda olduğu halkın dertleri ile ağır yönetim sorunlarından kopuk kalmalarına yolaçtılar.
Bu yaygın savurganlık eğilimi ile çok sayıda cariyenin ortalıkta kol gezdiği ortamda daha bozucu ve daha eğlenceye daldıncı bir görüntü ortaya çıktı. Bu da edebiyat tari-hinde "şarkıcı ve çalgıcı cariyeler" diye adlandırılan görüntüdür. Bu görüntü o günün hakim atmosferi düşünülürse hem varlığı ve hem de etkileri bakımından tutarlı bir görüntü idi. Çünkü, madem ki köşk ve saraylarda şenlik düzenlemek mubah görülüyordu ve madem ki şarkı ve çalgı bu şenliklerin ayrılmaz bir parçası idi, bu şarkıcılığın ve çalgıcılığın kadınlar tarafından yapılması daha şenlikli olurdu. Bu yüzden bu iş, o toplumda birçok kişinin geçimini sağlayan bir "meslek" haline geldi. Sözkonusu meslek, şarkıcı olmaya elverişli sesi olan cariyeleri arayıp bulmak, bunlara müzik eğitimi vermek, erkekleri eğlendirecek maharetleri edinmelerini sağlamak, sonra da bunları ya satmak ya da satıcıların evlerinde veya savurgan ve eğlence düşkünü kodamanların köşk ve saraylannda eğlence düzenlemek gibi faaliyetleri içerirdi. Bu şenlikler yatsıdan gece yarısı sonralarına kadar devam ederdi. İçkisiz olanlarına da rastlanmakla birlikte çoğu içkili olurdu. Söylemeye gerek yok ki, bu şenliklçi gu-rupların akıllarına ne yüce Allah'ın adım anmak ve ne de O'nun yolunda cihad etme görevi gelirdi. Sabahleyin kalktıklarında da -tabii eğer kalkabilirlerse- daha sarhoş, daha cümbüşlü ve şenlikli eğlencelerin özlemi ile uyanırlardı. Bu durumun arkasından yıkılışın gelmesi kaçınılmazdı! Şu bir gerçektir ki bu yıkılış bir anda olup bitmedi. Tersine iki yüz yıllık bir zaman parçasına yayıldı. Ayrıca devlet yıkılınca da İslâmiyet yeryüzündeki varlığını korudu. Bunun gözönünde tutulması gereken bir kaç önemli faktörü vardır. Bir defa bu bozulma ilk önce devlet merkezinde -Bağdat'ta- halifelerin ve diğer ileri gelen resmi yetkililerin saraylannda başladı. Sonra zenginlerin köşklerine buluşarak başkentin "geçer akçe"si haline geldi. Yani çoğunluk, bu işlere karışsın ya da karışmamış olsun, bu hareketleri yadırgamaz olmuştu. Fakat işin başında başkent dışında kalan İslâm beldeleri bu yöresel bozulmanın etkisine girmemişlerdi. Çünkü bu beldeler kalblerinde taşıdıkları imanın gerektirdiği cid-diyetle İslâmı yaşayıp yaşatmaya devam ediyorlardı. Fakat bir süre sonra başkentin dışına taşarak taşra eyaletlerinin merkezlerine yayılmaya başladı. Bu da müs-lümanlar iyiliği emredip kötülükten alıkoyma görevlerini savsaklayınca yüce Allah'ın "fesadın yeryüzünde belirmesi" kanunun gereği idi. Abbasi toplumunda olan şey de buydu. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "İnsanların kendi elleri ile işledikleri günahlar yüzünden karada ve denizde fesad çıktı. Belki dönerler diye Allah onlara yaptıklarının bir kısım cezasını taddırıyor." (Rum /41)
Buna rağmen eğer bu insanlar yaptıklarından dönmezlerse beliren fesad ve yozlaşma yayılıp kök salmaya devam eder ve sonunda yıkılışa yolaçar. Bu dönemde fesad, birden çok alanda yayılıp kök salmaya ve her defasında toplumun yeni bir kesimim çürütmeye devam etti. Sonunda Abbasi devleti, Moğollar ve En-dülüs Emevi devleti de Hristiyanlar eli ile yıkıldı. Fakat "İslâm" varlığını sürdürdü. Çünkü vicdanları ateşleyen inanç koru canlı idi. Gerçi işlenen günahların, bidatlerin, İslama aykırı tutum ve uygulamaların dine bağlılık alanında beliren umursamazlıkların etkisi ile bu korun yüzeyi kül bağladı, ama halâ canlı idi ve üzerindeki külleri üfleyip dağıtarak tekrar tutuşmasını sağlayacak soluğu güçlü birini bekliyordu. İşte Selâhaddin-i Eyyubî ortaya çıkarak "Ey müslümanlar, sizler Allah'dan uzaklaştığınız için Haçlılar önünde bozguna uğradınız ve O'na dönmedikçe zafere eremezsiniz" diye seslenir-seslenmez ve Katar hükümdarı Kutz meydana çıkarak "Aman, İslâm elden gidiyor" diye haykırır-haykırmaz bu iman koru yeniden tutuşuverdi. Arkasından müslümanlar çok geçmeden Mısır'da ve Suriye'de Haçlılara karşı zafere ulaştılar. Bu zaferlerin doruk noktasını "Hatın" savaşı oluşturdu. Aynı zamanda "Calût gölü" dolaylarında da Moğolları bozguna uğrattılar. Bu zafer, İslâm tarihinde büyük bir dönüm noktası oluşturdu. Bu dönüm noktası Moğolların İslâm dinine girerek daha sonraki yıllarda İslâm'ın en dirençli ordulanndan biri haline dönüşmeleri olayıdır. Abbasî devleti, düzeltilemeyecek derece bozulduğu için, İslâhat yolu ile doğru yola döndürülemeyecek derecede fesada uğradığı için yıkıldı. Fakat "İslâm ümmeti" Abbasiler dönemi boyunca yapısına sızan bunca fesad unsuruna rağmen önemli oranda yararlı unsurlara sahipti ve bu hali ile daha uzun yüzyıllar boyunca yaşayarak tarihte yeni bir hamlenin temsilcisi olmaya lâyıktı. Öteyandan Endülüs Emevî devleti de yıkıldı. Arkasından müslümanlar, kiliseye bağlı Engizisyon (İnguisition) mahkemelerinin tam iki yüzyıl boyunca süren amansız iş-kencelerinin sonunda yeryüzünün o yöresindeki bütün müslümanlar yurtlarından kovuldu ve İslâm'ın izleri kökünden silindi. Fakat yeryüzünün başka bir yöresinde yerine geçen ve güçlü bir İslâm devleti (Osmanlı devleti) meydana çıktı. Bu İslâm devleti egemenliğini beşyüz yıl sürdürdü.
Tasavvuf Akımı Fakat bu üçüncü halifelik devletini, olumlu ve olumsuz yanları ile, sözkonusu etmeden önce Abbasiler dönemi toplumunda ortaya çıkan ve Abbasi devletinin yıkılışından sonra da varlığım sürdüren, hatta daha kuruluş döneminde sözkonusu yeni devletin yapısını saran ve bu devletin son yüzyıldaki yıkılışına kadar İslâm ümmetinin
hayatındaki tehlikeli sonuçlarım göstermekten geri kalmayan başka bir sapma akımını hatırlatmalıyız. Bu sapma akımı tasavvuftur. Tasavvuf, Abbasiler dönemi toplumunu saran lüks ve israf eğilimine tepki olarak doğdu. Toplumda günden güne yaygınlık kazanan savurganlık ve çılgınlıklardan ürküntüye kapılan o günkü toplumun "temiz insanları" kendilerini bu sapıklıklardan kurtarmak istediler ve Allah ile başbaşa temiz ve an bir hayat yaşayabilmek için üzerlerindeki elbiselerinden ibaret olan varlıkları ile bir araya gelerek sözkonusu bozuk toplumdan koptular. Tasavvufa sonradan giren yahudi, hristiyan, mecusî (ateşperestlik) ve hindu kaynaklı düşünce ve motifler bir yana, bu akımın temel motifinin toplumu saran fesattan ayrılarak temizlik ve arınmışlıkla başbaşa yaşamak olduğunu inkâr edemeyiz. Fakat tasavvufun bizzat kendisi İslâm'ın doğru metodundan sapmış bir eğilimdir. Gerçi tasavvufun içerdiği nefis terbiyesi İslâm'dandır, onun, dünya hazlarmı dudak bükerek küçümseyişi İslâm'dandır, yine ondaki Ahireti hiç hatırdan çıkarmama motifi İslâm'dandır. Fakat yine onun içerdiği dünya hayatım ihmal etmeye dönük her şeyden eletek çekme ve reak-siyoner tavırlar İslâm'dan değildir. Tasavvuf, aslında pratik realite ile karşı karşıya gelerek onunla cedelleşmekten "kaçış" eğilimidir. Hayal ürünü olan "özel bir aleme" kaçış eğilimi. Bu özel alemde insan, -gerçek ya da hayali- Allah'a yakınlık duygulan ile beslenerek bu yolda "emek vermekten, çaba harcamadan" geri kalıyor, bunun yerine yolunu kısalmış gibi gösteren sözkonusu duyguları ile yetiniyor. "Ameller" Allah'a yaklaşmanın aracıdır. Fakat "ermişin" amacına erdiğine göre araca ihtiyacı yoktur! İşte bu yaklaşımla, tasavvuf bağlıları pratik dünya hayatında mücadeleden ve emek vermekten geri dururlar. Ayrıca sapıtmış realiteyi doğru yola döndürmek uğruna, onunla boğuşmaya girmeye de yanaşmazlar. Sadece Allah'a yaklaştıklan, O'na erdikleri, O'nun huzurunda yaşadıkları ya da O'nun nuru etrafında pervane gibi döndükleri şeklindeki hayalî duyguları ile yetinirler. Bunun dışında başka bir şey aramazlar. Çünkü onlara göre bunun dışında başka hiç bir şey yoktur. Gerçekten duyguların, insanın idrak alanına egemen olması ve insanın bunlara dalarak kendinden geçmesi mümkündür. Ayrıca belirli bir psikolojik eğitim, insanın önüne acayipliklerle dolu bir alem açabilir. Nasıl ki, belirli bir beden eğitimi, insana belirli bir güç, bir kudret ve bu güçle tatmin olma duygusu veriyorsa; yine nasıl ki, akıl eğitimi, insan zihnini geliştirip ona kavrama, algılama gücü ile bu güçle tatmin olma duygusu kazandınyorsa, tıpkı bunlar
gibi psikolojik eğitim, ruhi eğitim de insana belirli bir uçarılık, parıldama, görülen sed ve engelleri aşarak uçsuz-bucaksız bir aleme sıçrama ve bu duygu ile tatmin olarak daha başka bir şey istememe duygusu verebilir. Fakat İslâmiyet bu "kaçış"ı, bu "ortadan kaybolma"yı kabul etmez. Çünkü İslâmiyet, yeryüzünde belirli bir "görevi, misyonu" gerçekleştirmek için geldi. Yüce Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyuruyor: "Biz peygamberlerimizi açık deliller ile gönderdik ve onlarla birlikte Kitab'ı ve adalet ölçüsünü indirdik ki, insanlar aralarında adaleti yerine getirsinler." (Hadid/25) İnsanlar arasında adalet düzeninin gerçekleşmesi, sırf bunu istemekle ya da özlemini çekmekle olmaz. Bu özlemin gerçekleşmesi ve bu arzunun somut bir pratiğe dönüş-mesi için mutlaka emek ve gayret harcamak gerekir. Yüce Allah (c.c.), indirdiği Kitab'ın hükümleri uyarınca insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için "çalışma" sorumluluğunu bizzat müslümanlarm omuzlarına yükledi. Bakınız, bu konuda bize ne buyuruyor: "Elif lam ra. Bu Kitap, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarman için sana indirdiğimiz bir Kitabdır." (İbrahim /1) "İşte böylece, siz insanlara örnek (ve Kıyamette şahit) ve Peygamber de size örnek olsun diye sizi bu ikisi arasında yer alan bir ümmet yaptık." (Bakara /143) "Aranızda hayra çağıran, iyiliği emrederek kötülükten sakındıran bir gurup, bir topluluk bulunsun."(Al-i İm-ran/104) "Sizler tüm insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah'a inanırsınız." (Al-i İmran/ 110) Görülüyor ki, bu dinin yeryüzü pratiği karşısındaki hareketinin özü olan iyiliği emrederek kötülükten alıkoyma eylemi, pratik harcanacak somut bir çaba ve sosyal hayatın her gelişmesi karşısında takınılacak olan aktif bir tutumdur. İşte bu nokta, tasavvuf ile İslâm arasındaki yolayrımıdır. İslâm'da yeryüzü bazlarından el çekme yönünde açık bir çağrı vardır. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Kadınlardan, evlâtlardan, biriktirilmiş altın ve gümüş külçelerinden, otlağa salınmış at ve davar sürüleri ile ekinlerden oluşan hazlara aşırı düşkünlük, insanlara cazip göründü. Oysa bunlar dünya hayatının haz kaynaklarıdır. Asıl güzel akıbet, Allah'ın katındadır.
De ki; 'Size bu haz kaynaklarından daha iyisini haber vereyim ister misiniz? Takva sahipleri için Rabb'leri katında altlarından çeşitli ırmaklar akan ve içlerinde ebedi olarak kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah'ın hoşnutluğu vardır. Hiç şüphesiz Allah, kullarını inceden inceye görür. Yani 'Ey Rabbimiz, biz sana inandık, günahlarımızı affeyle ve bizi cehennem azabından koru." (Al-i İmran/ 14-16) Bunun yanında tasavvufta da yeryüzü bazlarından el çekerek bu hazlarm çok azı ile yetimeye çağrı vardır. Fakat dünya hazlanndan el çekme yaşantısı sonucunda birikecek olan psikolojik enerji nerelerde harcanacak? İslâmda bu enerji "yüce değerler"i pratik dünyaya aktarıp uygulamada harcanırken, tasavvufta aynı enerji ruhî parendeler ile vicdan pırıltılarına dönük değerler uğruna harcanır. Bu enerji kullanma biçimlerinden birincisi, pratik dünyayı fiilen düzeltir. Ferdi ve toplumu islâh ederek onları kabalık ve somutluk alanı ile temsil edilen düşük realitenin tutsaklığından kurtararak yüksek realite düzeyine yüceltir. Bu düzeyde insanın bütün enerji kesimleri yani bedeni, aklı ve ruhu halifelik görevini yerine getirmek ve ilâhî metod gereğince yeryüzü kalkınmasını gerçekleştirmek üzere serbestçe harekete geçer. Geniş ve kapsamlı anlamı ile "ibadet" bu olduğu gibi, bunun gerçekleşmesi ile insan için en üst düzeyli varoluş biçimi de gerçekleşmiş olur. İkinci enerji kullanma biçimi ise dünya pratiğini bütün kötülükleri ile bir yana bırakır. Onu düzeltmeye kalkışmaz. Bunun yerine ondan el-etek çekerek kendini düzeltmeye girişir. Gerçi bu girişim, bazı alanlarda -yani ruh alanında- başanya ulaşabilir. Fakat o takdirde insan uğrunda ve uyannca yaratılmış olduğu denge ile pratiğe dönüklüğünü ve aktif yapıcılığını kaybeder. Buna paralel olarak yüce Allah'ın (c.c.) üzerine farz kılmış olduğu "insanlar arasında adaleti gerçekleştirmek" ve "insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkarmak" alanlarındaki yükümlülüklerini yerine getirmemiş olur. Şöyle düşünelim. Farzedelim ki, ortada potansiyel bir enerji var. Bu enerji ile yeryüzündeki genişçe bir kıraç arazi parçasını verimli hale dönüştürmek mümkündür. Bu kıraç arazinin zararlı otlan ayıklanabilir, sürülüp sulanabilir ve orada çeşitli bitkiler, ağaçlar, çiçekler ve güller yetiştirilebilir. Böylece bir gurup insanın bu tarlanın ürünlerinden yararlanmaları sağlanarak yaşam düzeyleri yükseltilebilir. Fakat böyle yapılacağı yerde bu enerjinin o toprağın bir köşesinde bir tek bitki türü ekmek için kullanıldığını varsayalım. Toprağın diğer kısmı ayrık otlarına, böceklere ve canavarlara yuva olmaya bırakılmış. Acaba bu iki enerji kullanma biçimlerinden hangisi enerjiyi boşa harcamak ve hangisi onu islâh amaçlı gayretler için kullanma olur?
İşte tasavvufun insan enerjisini boşuna harcaması buna benzer. Fakat bu boşuna harcamayı insan, enerjiyi toplayıp bir noktaya yoğunlaştırma olarak sanabilir. Tasav-vufun insan hayatının islâh etme gayretleri, tıpkı bu örnekteki gibidir. Eğer onun İslâhata dönük fonksiyonu olduğunu söylemek yerinde ise tabii. İnsan, ne yaparsa yapsın, yüce Allah'a (c.c) meleklerin yaptıkları gibi ibadet edemez. Yüce Allah (c.c.) onların ibadet biçimleri hakkında şöyle buyuruyor: "(Melekler) gece-gündüz hiç ara vermeksizin O'nü teşbih ederler." (Enbiya/ 20) Yüce Allah (c.c.) hikmet ve merhametinin eseri olarak insanı, kendisine melekler gibi ibadet etmekle yükümlü tutmadı. Yoksa onu daha baştan melek olarak yani toprak kaynaklı ve çeşitli eğilimli bedeni olmayan, çeşitli hayat konuları ile ilgili düşüncesi bulunmayan uçucu bir varlık halinde yaratırdı. Fakat hikmet ve merhametinin eseri olarak onu bir avuç topraktan yaratarak özüne kendi ruhundan bir soluk üfledi. Onun çeşitli arzularla hareket eden bir beden, sürekli biçimde düşünmekle uğraşan bir akıl ve uçarı bir ruhla donattı. Ayrıca onu ne meleklerinkine ve ne de hayvanlar ile cansız maddelerinkine benzeyen bir ibadetle yükümlü kıldı. Bu ibadet türü, onun bütün varlık kesimlerini, yani be-deninin, aklını ve ruhunu kapsayan bir ibadet türüdür. Başka bir deyimle yüce Allah (c.c.) insan vücudunun bütün girişimlerini, insan aklının bütün girişimlerini ve insan ruhunun bütün dalgalanmalarını ibadet saydı. Yalnız böyle olabilmesi için bunların tümünün Allah'a yöneltilmesi ve yüce Allah'ın direktiflerine bağlı olması şarttır. Tıpkı yüce Allah'ın (c.c.) buyurduğu gibi: "De ki; 'Benim namazım, diğer bütün ibadet amaçlı davranışlarım, hayatım ve ölümüm, eşi-ortağı olmayan ve tüm alemlerin Rabbi olan Allah içindir." (En'am/162-163) İnsan böyle yapınca en yüce düzeyinde, Allah'a en yakın konumunda ve O'nun hoşnutluğuna en lâyık durumda olur. Bu konudaki delilimiz, yüce Allah'ın, en çok ibadet e-den kulu, O'nun yarattığı insanlar içinde en onurlusu olan Muhammed Mustafa'dır salât ve selâm üzerine olsun- Nitekim O, bu konuda şöyle buyuruyor: "Haberiniz olsun ki, içinizde Allah'a en çok ibadet edeniniz, ibadete en düşkününüz benim. Bununla birlikte ben hem oruç tutar, hem bozarım. Hem gece ibadet yapar hem uyurum. Kadınlarla cinsî ilişki de kurarım. Kim benim sünnetimden yüzçevirirse benden değildir." (Buhari, Müslim v.d.) Hele bu hadisi okuduktan sonra herhangi bir kimse kendisini Peygamber Efendimizden (s.a.v.) daha ibadet aşığı sanabilir mi? O halde Peygamberimizin ibadet etmesi nasıldı?
Meselâ, Rabbi ile başbaşa kalışını ele alalım. Bu saatlerde mübarek ayaklan uyuşuncaya kadar ayakta kalırdı. Nitekim böyle bir defasında eşi Hz. Ayşe kendisine; "O kadar kendini sıkma. Zira Allah, senin geçmiş-gelecek tüm günahlarını peşinen affetti," deyince eşinin bu sözlerine ancak ibadetin derinliklerine dalmış bir ibadet düşkününün ağzına yaraşan şu cümle ile cevap verir: "Peki, ben şükür görevini yerine getiren bir kul olmayayım mı?" (Buhari, Müslim v.d.) Bununla birlikte acaba Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- nasıl bir insandı. Hiç kuşkusuz O, yeryüzünün tanıdığı en aktif enerji idi. Cihad alanında, insanları hak yola çağırma alanında, Allah yolunda savaşma alanında, sahabileri, her yönden en yüce örnek olsunlar amacı ile eğitip yetiştirme alanında, bizzat yaratıcısı ve ortaya çıkarıcısı olan yüce Allah (c.c.) tarafından hakkında: "Siz insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, " şeklinde şahitlik edilen eşsiz "ümmef'i oluşturma ala nında, yeryüzünde ilâhî adaleti gerçekleştirme alanında; devletin siyasî, ekonomik, sosyal, savunma, ahlâkî, manevî ve fikrî meselelerini düzenleme alanlarında ve bütün bunlar yanında özel hayatının düzenlenmesi, eşlerinin ve kızlarının gözetimi, geçimlerinin sağlanması, yönlendirilmeleri ve eğitimleri alanlarında bir eşi daha görülmemiş aktif bir enerji kaynağı. Öte yandan Peygamberimiz, Kıyamet anına kadar müslümanlarm örneği ve bu dinin en yüksek düzeyli pratik, uygulamalı tercümesidir, nitekim yüce Allah (c.c.) bu gerçeği şöyle dile getiriyor: "Hiç şüphesiz Peygamber, sizin için, yani Allah'ı ve Ahireti arzu edenler ve O'nü sık sık ananlar için, uyulacak en güzel örnektir." (Ahzab /21) Tasavvufcular da "Allah'ı ve Ahireti arzu ettiklerim ve Allah'ı sık sık andıklarını" söylerler. O halde Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- aktifliğini, yapıcılığını, pratiğe dönüklüğünü, kötü uygulamalara karşı çıkarak onlan yıkışını, ortadan kaldırışını ve yerlerine sağlıklı bir pratik kurmasını neden kendilerine örnek almıyorlar?[8] İşte islâm ile tasavvuf arasındaki fark budur. Bir tarafta yapıcılık, aktiflik ve öbür tarafta pasiflik vardır. Bir tarafta kötü uygulamalara karşı çıkma, öbür tarafta yan çizme ve kenara çekilme vardır. Bir tarafta dünya hazlanm mubah görme ve kullanma yanında onlara "düşkün olmama" kapılmama" öbür yandan ise arzuları öldürme ve nefsi tümü ile dumura uğratma anlamında aşın bir "eletek çekme" yaklaşımı vardır.
Tasavvuf ile birlikte islâm'ın tevekkül anlayışı ile bağdaşmayan umursamaza bir tevekkül yaklaşımı ortaya çıkar. Aslında Allah'a tevekkül etmek (dayanmak) imanın özünden kaynaklanır. Bundan dolayı Kur'an'da sık sık imanla yanyana, imanla arasındaki sıkı ilişki vurgulanarak anılmıştır. Buyurunuz, şu ayetleri birlikte okuyalım: "Müminler, sadece Allah'a tevekkül etsinler." (Al-i İm-ran/160) "Gerçek müminler o kimselerdir ki, yanlarında Allah anıldığı zaman kalbleri ürperir, kendilerine O'nün ayetleri okunduğu zaman ise imanları artar, onlar sadece Rabb-lerine tevekkül ederler." (Enfal/2) Fakat tevekkül, Allah'ın dininin diğer bütün kavram ve kurumlan gibi aktif, atılımcı bir enerjidir, mü'min bütün sebeplere sarıldıktan, her türlü tedbiri aldıktan sonra ona başvurur. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Kesin karara vardığın, azmettiğin zaman Allah'a tevekkül et." (Al-i İmran/159) Kesin kararlılık (azim) özellikle savaş sözkonusu olunca -çünkü az önceki ayet savaş konusu ile ilgili olarak inmiştir- her türlü savaş hazırlığını yapmayı ve mümkün olan bütün tedbirleri almayı gerektirir. Buna karşılık tasavvufçulann anladıkları ve kullandıkları anlamdaki tevekkül tasavvufun diğer bütün kavram ve kurumlan gibi- pasif, uyuşturucu ve bu bahane arkasına saklanarak gerekli tedbirlere başvurmayı ihmal ettirici bir kavramdır. Bu uyuşuk tevekkül anlayışı, kaza ve kader inancını büyük oranda yozlaştırarak onu yapıcı ve atılımcı bir inanç ilkesinden pasif ve pısırık bir inanç ilkesine, varolan herşeye uyuşukça rıza göstererek onu değiştirmeye girişmeme umursamazlığına dönüştürdü. Oysa yüce Allah (c.c.) ilk müslüman kuşağı bu konuda eğitirken şöyle buyuruyordu: "De ki; Allah bizim için ne yazdı ise (ne takdir ettirse) başımıza ancak o gelir. Bizim efendimiz, sahibimiz O'dur. Mü'minler sırf Allah'a tevekkül etsinler." (Tevbe/51) Onlar böylece savaşa gittikleri için ölmediklerini, yüce Allah (c.c.) tarafından belirlenen kaderlerinin, nere olurlarsa olsunlar, başlanna geleceğini öğreniyorlar ve olanca güçleri ile savaşa atılıyorlardı. Öte yandan yüce Allah (c.c.) şunu öğretiyordu: "Kâfirler bizim takdirimizi başlarından savdıklarını sanmasınlar. Onlar bizi aciz bırakamazlar. Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayınız. Bunlarla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı korkutursunuz." (Enfal/59-60)
Onlar böylece, kesin ve pekiştirilmiş bir biçimde, yüce Allah'ın (c.c.) kâfirlere bu dini yıkıp yoketmek şeklinde özetlenebilecek olan ana amaçlarını gerçekleştirme fırsatı asla vermeyeceğini öğreniyorlardı. Fakat bununla birlikte ellerinden geldiğince askeri güç hazırlıyorlardı. Yani bu uğurda emek harcıyorlar, sebeplere sarılıyorlar ve hiç bir zaman kendi kendilerine "Madem ki, yüce Allah dinini egemen kılacak, bu bize yeter, biz başka hiç bir şey yapmaksızın O'na tevekkül edelim" demiyorlardı. Ayrıca yüce Allah (c.c.) onlara şunu öğretiyordu: "Başınıza bir musibet gelince -siz bu musibetin iki katını Bedir'de onların başlarına getirmiş olduğunuz halde yine- 'Bu nereden başımıza geldi?' dediniz. De ki; 'O musibet, kendinizdendir.' Hiç şüphesiz Allah her şeye kadirdir. iki topluluğun karşı karşıya geldiği gün başınıza gelen musibet, kesinlikle Allah'ın izni ile başınıza gelmiştir ki, O, müminleri deneyip belirlesin diye..." (Al-i İmran/165166) Böylece onlar öğrenmiş oluyorlardı ki, herhangi bir olayın yüce Allah'ın takdiri uyannca meydana gelmesi, onları yanlış davranışlarının veya kaderle ilgili yanlış yorumlarının sorumluğundan kurtaramaz. Yine yüce Allah (c.c.) o ilk nesle şunu öğretiyordu: "O müminler ki, darbe yedikten sonra yine Allah'ın ve Peygamberin çağrısına uydular. Onlardan iyilik edip günahlardan sakınanlar için pek büyük bir mükâfat vardır. Onlar ki, herkes kendilerine 'Düşmanlarınız size karşı ordu hazırladı, onlardan korkunuz' deyince bu söz onların imanını pekiştirdi ve 'Allah bize yeter, O ne güzel daya-naktır' dediler." (Al-i imran/172-173) Böylece öğrendiler ki, yüce Allah (c.c.)'ın takdiri gereğince savaşta bozguna uğramış olmaları, bu bozgunun yüce Allah tarafından takdir edildiği gerekçesi ile eli-kolu bağlı biçimde oturarak bu acı sonuca boyun eğmeyi gerektirmez. Yapılması gereken şey, yüce Allah'a dayanmakla birlikte, ilk takdiri ikinci bir takdirle değiştirir umudu ile bu acı sonucu değiştirmek için aktif biçimde gayret harcamaktır.[9] Bütün bu bilgilerin sağladığı bilinç sayesinde ilk müs-lümanların hayatında kader, itici ve ileriye götürücü bir rol oynuyordu. Fakat tasavvufun pasif tevekkül anlayışı, bu kavramı bambaşka bir biçime soktu. Onun "senin olan nasıl olsa seni bulur" gerekçesi ile sebeplere sarılmaktan geri durmaya, meydana gelen her olayın yüce Allah'ın (c.c.) takdiri ile meydana geldiği gerekçesi ile insanın davranışlarının sorumluluğundan sıyrılmaya, bunun uzantısı olarak hastalık, güçsüzlük, yoksulluk, zillet ve yenilgi gibi kötü gelişmelere, bunların hepsinin yüce
Allah'ın takdiri uyarınca meydana geldiği ve eğer O, istese bunları değiştirebileceği gerekçesi ile katlanma pısırıklığına dönüştürdü. Tasavvufun yolaçtığı bir başka sonuç da yeryüzü kalkınmasından geri durma eylemidir. Bunun için dünyanın lânetli olduğu, asıl önem verilmesi gerekenin Ahiret hayatı olduğu, bu dünyada kıtkanaat geçinmenin yeterli olduğu, ancak böylelikle dünyaya gönül bağlamaktan kurtularak Ahirete hazırlanmak üzere ruhunu arıtabileceği gibi gerekçelere dayanır. Hiç şüphesiz dünya hazlarını kısıtlamak ve dünyaya "gönül bağlamamak" islâm dininin temel çağrısıdır. Bu daha önce değindiğimiz "Zühd" ilkesini oluşturur. Fakat yeryüzü kalkınmasından vazgeçmek, dünya hayatına bağlanmaktan ayrı ve farklı bir şeydir. Yüce Allah (c.c.) insan nefsine, onu çalışmaya ve gelişmeye iten içgüdü ve arzu biçiminde bir takım sürükleyici eğilimler yükledi. Bunlann insana en egemen olanlarını, en önemlilerini yüce Allah (c.c.) şu ayette bize tanıtıyor: "Kadınlardan, evlâtlardan, biriktirilmiş altın ve gümüş külçelerinden, otlağa salınmış at ve davar sürülerinden, ekinlerden oluşmuş arzular insanlara cazip gösterildi." (Al-i İmran /14) Yüce Allah -haşa!- bu arzu ve içgüdüleri boşuna yaratmadı. Ayrıca onları, insanlar ruh terbiyesi gerekçesi ile öldürsünler, dumura uğratsınlar diye de yaratmadı. Yüce Allah (c.c.) bu içgüdü ve arzulan, insanlann yaratılış gerçekesi olan "Allah'ın halifesi olma" fonksiyonunun ayrılmaz bir gereği olan yeryüzü kalkınmasının itici gücü ve yardımcı faktörleri olsunlar diye yarattı. Nitekim O, bize bu konuda şöyle buyuruyor: "Hani Rabbin, meleklere 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' dedi." (Bakara/ 30) "Sizleri topraktan yaratan ve arkasından sizleri orayı (yeryüzünü) imar etmekle, kalkındırmakla görevlendiren O'dur."(Hud/ 61) Yalnız bu arzu ve içgüdülere iyice kapılarak onların son noktasına kadar gitmenin ve yüce Allah'ın (c.c.): "Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, sakın onları aşmayınız" ve "Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, sakın onlara yaklaşmayınız." (Bakara/ 229 ve 178) şeklindeki buyruklan ile belirlediği 'sınırları' çiğnemenin insan için mahvedici bir sonuç getireceği doğrudur. Bundan dolayı yüce Allah (c.c.) insan nefsinde bu içgüdü ve arzuların denetimsiz bir başıboşlukla boşalmaya kalkışmalarını önleyecek bazı kontrol mekanizmalan yarattı.
Bu kontrol mekanizmalarının başlıcaları akıl, denetimli irade, her olayın önündeki iki yolu ayırdedip bunlardan birini tercih etme yeteneğidir. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Nefs'e ve ona şekil verene, ona hem kötülüğü ve hem de takva yolunu tanıtana andolsun ki, kim nefsini arıtmış ise felaha ermiş, buna karşılık kim onu kirletirse aldanmış, mahvolmuştur." (Şems/ 7-10) "Biz insana iki yol göstermedik mi?" (Beled/ 10) "Biz insana iki yol gösterdik. O ister şükredici ve isterse nankör olur." (İnsan / 3) Yüce Allah (c.c.), Ayrıca insana Ahireti, ölümden sonraki dirilişi, hesaplaşmayı ve cezayı hatırlattı. Bu hatırlatmaların, arzularını denetim altına almada ve yüce Allah'ın belirlemiş olduğu sınırlara bağlı kalmakta insana yardımcı olmasını murad etti. Çünkü yüce Allah (c.c.) bu sınırların berisinde güvencin, huzurun ve kurtuluşun varolduğunu, Ayrıca bu sınırlara bağlı kalmanın insan nefsini antıp yüceleştireceğini ve yeryüzü kalkınmasını ilâhî metod uyannca gerçekleştirmesine yardım edeceğini biliyordu. İlâhî metodun bu noktadaki açıklığına rağmen tasavvuf, insan içgüdülerini arıtıp denetim altına alma yerine onlan "öldürmeyi" amaçlıyor; yüce Allah (c.c.)'a yaklaşmak ve O'nun hoşnutluğunu kazanmak gerekçesi ile dünya hayatını "ihmal etme'ye çağırıyor. Eğer islâmiyet bu olsaydı, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bize bu yolu gösterir, böyle davranmamızı önerirdi. Bu arada tasavvufçular, Peygamberimizin (s.a.v.) şu hadisini haklılıklarının kanıtı olarak göstermek isterler: "Dünya ve içinde yer alan her şey lânetlidir. Yalnız Allah'ı zikretmek, alim olmak veya öğrenci olmak müstesna. " (Tirmizi, İbn-i Mace) Ayrıca yüce Allah (c.c.)'ın da Kur'an'ın çeşitli yerlerinde dünyayı kötüleyerek onun "aldatıcı bir meta" olduğunu vurguladığını, haklılıklarının bir başka delili olarak sunarlar. Gerçekten gerek Kur'an'da ve gerekse Peygamberimizin hadislerinde dünyayı kötüleyen veya lanetleyen ifadeler vardır. Fakat eğer bu kötüleme yada lanetleme ifadelerine yer veren ayet ve hadisleri baştan sona kadar dikkatle okuyacak olursak dünyanın şu iki durumda kötülendiği-ni ya da lanetlendiğini açıkça görürüz: 1) Dünya, insanları Allah'a inanmaktan alıkoyup kâfirliğe sürüklediği durumlarda 2) Dünya, insanları Allah yolunda cihad etmekten alıkoyduğu durumlarda. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"İnandıktan sonra Allah'ı inkâr eden -kalbi imanla tatmin olduğu halde inkâra zorlanan değil, fakat kâfirliğe bağrını açan- kimselere Allah'dan gazap iner, onlar için büyük bir azab vardır. Çünkü onlar dünya hayatını, Ahirete tercih ettiler. Hiç kuşkusuz Allah, kâfirleri doğru yola iletmez." (Nahl/106-107) "De ki; 'Eğer babalarınız, evlâtlarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım-akrabanız, kazandığınız mallar, bozulmasından korktuğunuz ticaretiniz ve hoşunuza giden evleriniz sizin için Allah'dan, Peyamberden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise o halde Allah'ın başınıza indireceği belâyı bekleyiniz. Zira Allah fasıkları doğru yola iletmez." (Tebve/24) Bu iki durumuna gelince, yani insanı yüce Allah'a inanmaktan ve O'nun yolunda cihad etmekten alıkoymadığı sürece dünya ne kötülenir ve ne de lanetlenir. Tersine bu durumlarla ilgili olarak yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "De ki; 'Allah'ın, kulları için ortaya çıkardığı güzelliği ve temiz rızık kaynaklarını kim haram etti?' De ki; 'Bunlar dünya hayatında mü'minlere ait oldukları gibi Ahiret-te de sırf onlara özgü olacaklardır." (A'raf/32) "Allah'ın sana verdikleri aracılığı ile Ahiret yurdunu ara, fakat dünyadaki payını da unutma." (Kasas/72) İnsanın dünyaya gönül vermesinin yüce Allah'a asi olmaya yolaçtığı doğrudur. Tasavvufçularm ısrarlı biçimde vurguladıkları ve ona dayanarak dünyayı lânetli saydıkları gerekçe budur. Fakat buna karşılık, günaha düşmek korkusu ile nefsi öldürmek ya da kökünden kurutmaya kalkışmak da insanı başka tür bir günaha sürükler. Bu günah, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamaktan, batıla karşı dikilip onu yoketmeye çalışmaktan ve yeryüzünü yüce Allah (c.c.)'ın metodu uyannca kalkındırmaktan geri durma günahıdır. Şunu da hemen vurgulayalım ki, insan, bu çerçeve içinde çaba sarfederken, yani iyiğili emredip kötülüğü yasaklar, Allah'ın sözü üstün olsun diye cihad eder ve ilâhi metod uyannca yeryüzü kalkınmasını gerçekleştirmeye gayret ederken, eğer zaman zaman ısrarlı ve şımank olmayarak bazı hata ya da günahlar işler de sonra bunlardan tev-be eder, bir daha onları işlememeye çalışırsa yüce Allah (c.c.) bu durumla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Ve o kimseler ki, bir kötülük işledikeri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, hemen Allah'ı hatırlayarak ondan günahlarının affedilmesini dilerler. Zaten günahları Al-lah'dan başka kim affedebilir? Ayrıca onlar bile bile yaptıklarında ısrar etmezler. İşte onların mükâfatı, rabbleri tarafından bağışlanma ve altından ırmaklar akan, içinde ebedi olarak kalacakları cennetlerdir. İyi amel işleyenlerin mükâfatı ne kadar güzeldir!" (Al-i imran / 135-136) Bu durumla ilgili olarak Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederek söylüyorum ki, eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah sizi ortadan kaldırıp yerinize günah işleyip af dileyen ve Allah 'in da günahlarını affedeceği bir ümmet getirirdi." (Müslim) Bu durumu şöyle bir örnekle açıklamaya çalışalım: Bir yerde rahat rahat otururken başının üstünde içi dolu bir sepet taşıdığını ve bu sepetten hiç bir şey düşürmediğini farzedelim. Bu durumda, sepetin içindekileri korumuş olursun. Fakat bu koruma uğruna senden beklenen hareketten, belirli bir yere doğru ilerlemekten de geri durmuş olursun. Marifet bu değildir. Marifet, yürürken dolu sepeti başında taşıman, bu durumda içinden hiç bir şey düşürmemeye gayret etmen ve eğer düşürürsen hemen düşürdüğünü yerden kaldırıp tekrar sebepet koyarak yürümeye devam etmendir. İşte yüce Allah (c.c.) da insanları, buna benzer bir görevi yerine getirmek üzere yarattı. Açıklayacak olursak emanetini omuzlanna yükledikten sonra bu emaneti taşırken ona yeryüzünün eteklerinde, ötesinde-berisinde yürümeyi emretti. Bu yürüyüş ve gezinmeleri sırasında insan, iyiliği emrederek kötülükten alıkoyacak, insanlar arasında adalet egemen olsun ve yüce Allah'ın söz üstünlüğü benimsensin diye cihad edecek ve ilâhî metod uyannca yeryüzünün kalkınıp gelişmesini sağlamaya çalışacak. Bu arada insanın yetersizliğini bilen yüce Allah (c.c.) bu çalışmalar sırasında işlenen günahları, ısrarlı bir inatçılıktan kaynaklanmış olmamaları, tevbe ve istiğfara bağlanmaları şartı ile affetmeyi merhametinin gereği sayıyor. İşte böylece insan ulaşabileceği en yükse düzeye yücelmiş ve Allah'ın hoşnutluğuna en yakın pozisyona ermiş olarak kendisinden beklenen "üretim"i gerçekleştirmiş olur. Buna karşılık sapmalardan ve ayak sürçmelerinden kaçınmak gerekçesi ile "üretim" faaliyetinden geri durmak ya da bu faaliyeti mümkün olan en dar çerçevede tutmaya gelince, iyi bilelim ki, yüce Allah (c.c.)'m emri bu değildir. Diğer yandan, üretim faaliyetini mümkün olan en dar çerçevede tutmak ki bu çerçeve zar-zor geçinme düzeyini kapsar, devleti tümü ile kıtkanaat geçinmeye zorlar ve "yeryüzü eğemenliği"nin gerekleri için harcayacağı "artık değer"in elinde birikmesine imkân vermez. Oysa yeryüzü egemenliği, siyasi üstünlük yüce Allah'ın mü'minlere sunduğu bir bağıştır. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Allah içinizden iman edip iyi amel işleyenlere vadetti ki, kendilerinden öncekileri nasıl hükümran kıldı ise onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için be-ğendiği dinlerine üstünlük sağlayacak ve korkulu günlerinin ardından kendilerini tam bir güvene erdirecektir. Onlar hep bana kulluk ederler ve bana hiç bir şeyi ortak koşmazlar. " (Nur 155) Fakat bu ilâhî bağışın bazı yükümlülükleri vardır. Her şeyden önce sırf yüce Allah (c.c.)'a kulluk sunularak O'na, hiç bir şey ortak koşulmayacak ve Allah'ın hükmü tek
başvuru ve hüküm mercii olarak bilinecektir. Bu ikisi, doğru ve sağlıklı imanın pratik gerçekleridir. Fakat bunlar dışında bir takım elle tutulur maddî yükümlülükler de vardır. Bu yükümlülükler ile ilgili olarak yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar askeri kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayınız. Bunlarla Allah'ın düşmanlarını, kendi düşmanlarınızı ve bunlar dışında sizin bilmediğiniz, fakat Allah'ın bildiği düşmanları korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız karşılığı size tam olarak ödenir, hiç haksızlığa uğratılmazsınız." (Enfal/ 60) Eğer toplum çoğunluğu, ancak zar-zor geçinmeyi sağlayacak düzeyde yaşar ve sadece kıt-kanaat geçinmeye yetecek kadar üretirse, müslüman devlet, Allah'ın düşmanları-nı yıldıracak askeri gücü nasıl hazırlayabilir? Oysa yeryüzü egemenliği, ancak böyle bir askeri gücün varlığı halin de devam edebilir. Bunun için üretip az tüketmek gerekir. Yeryüzünde egemenlik kurup bu egemenliği devam ettirmeyi sağlayacak denklem budur. Buna karşılık ancak zaruri tüketimi karşılayabilecek düzeydeki az üretim, tüm ümmetin fakirliğinden başka hiç bir sonuç vermez. Sözkonusu yaygın fakirlik, zayıflığa sebep olur. Zayıflık da islâm devletini yıkmak için uygun fırsat gözetleyen düşmanların iştahlannı harekete geçirir. Bütün bunlar yanında eğer toplumun temiz insanları toplumdan koparsa, kirletici faktörlerden uzak kalarak ruhlarını arıtma gerekçesi ile toplumdan izole olurlarsa toplumda kimler kalır, toplumu kimler idare eder, meydan kimin olur? Acaba iyilerin toplumdan el-etek çekmeleri kötüleri özendirici olmaz mı? Onların hiç bir müdahele ve hiç bir itiraza uğramaksızın toplumu yalnız başlarına ve diledikleri gibi yönetmelerine fırsat hazırlamaz mı? Oysa sözkonusu iyilerin ilk sosyal görevleri iyiliği emrederek kötülükten sakındırmak ve yüce Allah ile Peygamberimizin ortak direktifleri uyarınca zalim hükümdarları her türlü yola getirme ve baskı mekanizmalarından yararlanarak hak yola dönmeye zorlamak değil midir? Bütün bunlara bir de tasavvufta şeyhin aşın derecede büyütülüp müritler tarafından yüce Allah ile kul arasında aracıymış gibi algılanmalarını eklemeliyiz. Oysa islâmiyet, kul ile Allah arasındaki bütün aracıları ortadan kaldırarak insan kalbini yüce Allah (c.c.) ile dolaysız biçimde ilişki kurmaktan alıkoyan bütün engellerden kurtarmak ve sadece tek Allah'a, O'na hiç bir şeyi ortak koş-maksızın kulluk etme ilkesini yerleştirmek için geldi. Bizzat yüce Allah (c.c.) bu ilke ile ilgili olarak kullarına şu direktifi verir: "Eğer kullarım sana beni sorarlarsa onlara de ki, ben onlara yakınım, dua edenlerin çağrılarına karşılık veririm. O halde onlar da benim çağrıma karşılık vererek bana inansınlar. Böylece doğru yola koyulmuş olurlar." (Bakara/186) İşte şimdiye kadarki bütün eleştirilerimize bu nokta da eklenince tasavufun, islâmiyetin özünden ne kadar saptığını, aslında islâmın malı olan, fakat ilâhî metoda aykırı bir yoldan gidilerek gerçekleştirilmeye çalışılan bir amaç uğruna ona ne kadar yabancı unsurlar eklemeye kalkıştığım açıkça görürüz.
Bütün bu söylediklerimiz saf samimi ve aslına uygun tasavvuf ile ilgilidir. Eğer uydurmaya, fitneye ve hurafeye büründürülürse durum nice olur, vann siz düşünün! Hiç kuşkusuz tasavvuf tarihinde gerek şeyh ve gerekse mürid olarak islâm ilkelerine uygun amel eden, canı ve malı ile Allah yolunda cihad eden, iyiliği emredip kötülükten sakındıran, yüce Allah'ın (c.c.) dinini yeryüzünde yaymaya çalışan şahsiyetler vardır. Daha önce değindiğimiz gibi sapık tasavvufçular için verilen hüküm, bunlar hakkında geçerli değildir. Onlar her ne kadar tasavvufçular arasında sayılsalar da aslında Mzahid"dirler. Kuşku duyulmaması gereken bir başka gerçek de bu tip şahsiyetlerin tasavvuf tarihinde çok ufak bir azınlık oldukları, asıl büyük tasavvufçu çoğunluğun yukardan beri sözünü ettiğimiz hayat kervanından koparak nefislerini antmaya çalışan pasif toplum kaçaklarından oluştuğudur. Abbasiler dönemine tekrar dönerek bu dönemde meydana gelen sapmayı değerlendirdiğimizde, bu sapmanın islâmiyetin bir çok alanlarında hiç kuşkusuz büyük çaplı olduğunu görürüz. Daha önce vurguladığımız gibi, bu devletin, bazıları tek başına bile çöküşe götürücü olan bu sapmaların ortak ve bileşik baskısı altında yıkılması gayet doğaldı. Meselâ sa-rayları kasıp kavuran, hükümdarları yıkıcı ajanların kucağına düşüren, sayısız komploların ve entrikaların pazar-lanmasma fırsat veren, böylece devletin askeri ve siyasî gücünü zayıflatan savurganlık ve lüks düşkünlüğü gibi. Buna şimdiye kadar saydığımız diğer sapmalar eklenince bu devletin neden yıkıldığına değil, yapısında taşıdığı bunca hastalık mikrobuna rağmen nasıl olup bu kadar uzun bir zaman ayakta kalabildiğine şaşmak gerekir. Bu yıkılış, yüce Allah'ın (c.c.) insanlık hayatı ile ilgili genel geçerli kanunları uyarınca gerçekleşti. O kanunlar ki, her ne kadar kuru dille "Lâilâheillellah Muhammedün Resulûllah (Allah'dan başka ilâh yoktur, Muhammed O'nun elçisidir)." dese bile hiç kimseyi kapsam dışı bırakmazlar. Şunu hemen belirtelim ki, Abbasî devletinin egemenliğine son veren Moğollar, yine bu devletin şii asıllı veziri ile Bağdatlı yahudilerini komplo nitelikli gizli çağrıları ile Bağdat'a girdi. Bundan dolayı Moğollar orada kaldıkları sürece bunlara hiç bir kötülükleri dokunmadı. Oysa dicle nehrinin sulan, Moğollar'm boğazladıkları müslümanlann kanlan yüzünder kırk gün boyunca kızıl renkli olarak aktı. Bu gerçek bir yana, eğer Abbasî devleti bir islâm devletine yaraşır şuura sahip olsaydı, yüce Allah'ın (c.c.) düşmanlarını yıldıracak nitelikte askeri güç hazırlamayı ve İslama karşı entrika düşünenleri dost edinmemeyi emreden direktiflerine bağlı kalsaydı, bu saldırı yüzünden yıkılması düşünülemezdi. Nitekim yüce Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyuruyor:
"Ey müminlery kendi dışınızdakileri dost edinmeyiniz. Onlar sizi bozmaktan geri durmazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri isterler. Onların ağızlarından öfke taşmaktadır. Ayrıca kalblerinde gizledikleri kin daha da büyüktür. Eğer düşünecek olursanız, biz size ayetlerimizi açıkça bildirdik. " (Al-i İmran/118) "Senin Rabbin kullarına zulmedecek değildir." (Fussilet/46) Fakat geride kirli bir miras bırakmakla birlikte ve bu kirli mirasta bir dereceye kadar tüm ümmetin payı bulunmasına rağmen Abbasi devletinin yıkılışı, "İslâm ümmeti'nin sonu olmadı. Bunu şu iki önemli sebebe bağlayabiliriz: 1- İslâmiyetin bu ümmetin yapısına saldığı kaybetmemişti.
canlılık akımı henüz hızını
2- Bu ümmetin inancı hâlâ canlılığım koruyordu. Gerçi bu inanç korunun yüzeyini küller bürümüştü. Fakat sadece bu külleri üzerinden üfleyerek onu yeniden tutuşturacak birinden başka hiç bir beklentisi yoktu. Nitekim islâm'ın ve islâm ümmetinin sözkonusu canlığı olanca gücü ve hamleciğili ile sanki bu ümmetin yeniden dirilişini ya da yeni doğuşunu müjdelercesine Osmanlı Devletinin ortaya çıkışında açıkça meydana koydu. Fakat acaba bu devletin tarih sahnesine çıkışı, katıksız bir yeniden diriliş ya da zirve dönemini çağrıştıran bir yeniden doğuş muydu? Yoksa "ümmef'in yapısında taşıdığı eski hastalıklı geçmişin tortularım birlikte mi taşıyordu.
Osmanlılar Dönemi Eğer meseleyi bu dine hizmet etme arzusunun içtenliği, bu uğurda can ve mal ortaya koyma fedakârlığı açısından bakarak Osmanlı devletinin kurucularının bu alanda Ta-biin (ikinci kuşak) müslümanlarmdan aşağı kalmadıklarını görürüz. Gerçekten onların bu yoldaki gayretleri, Bizans başkenti Kostantınıyye'yi (şimdiki İstanbulu) ilk defa emeviler döneminde fethetmeye teşebbüs eden sahabiler ile Tabiin'in gayretlerinin uzantısı niteliğinde idi. Onların hristiyan Avrupa'nın içlerine kadar sokulup islâm adına bunca yerler ve gönüller fethetmiş olmaları, milyonlarca yeni insanın müslüman olmasını sağlamış olmaları, yüce Allah'ın (c.c.) terazisinde onlar için yeterlidir. Yine beşyüz yıl boyunca islâmiyeti, haçlı saldırılarına karşı korumuş olmaları, bir zamanlar Kudüs'ü kuşatmayı başaran haçlı ordularının, Osmanlı devleti tarih sahnesinden çekilene kadar bir daha istilâ amaçlı doğu seferine çıkmaya cesaret edememiş olmaları da Allah'ın terazisinde onlar hesabına yeterli bir sevaptır.
Yine yıkılışlarından önceki can çekişme dönemlerinde bile islâm diyannda bir yahudî devletinin kurulmasına engel olmaları, dünyanın dört bir yanına dağılmış halde ya-şayan yahudilerin ancak Osmanlı devletinin tarih sahnesinden çekilişinden sonra Filistin'de biraraya gelip devlet kurabilmiş olmaları, yüce Allah'ın terazisinde sevap kefelerine konacak çok önemli bir sevaplarıdır. Ayrıca bilime ve bu dinin mesajını gelecek nesillere taşıyan bilginlere karşı gösterdikleri saygı da yüce Allah'ın terazisinde sevap kefelerine konacak önemli bir meziyetleri olarak sayılmalıdır. Fakat bütün bu sevap ve meziyetler -yüce Allah'ın terazisinde oluşturdukları büyük ağırlığa rağmen- gerek bu devletin mekanizmasında ve gerekse bu devletin yönlen-dirmesi altındaki ümmetin toplumsal hayatında bazı tehlikeli sapmaların Varolduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bu tehlikeli sapmalar, zaman geçtikçe kötü meyvelernii vermişlerdir. Bir defa Osmanlı devleti, Araplaşmamış ilk halifelik devleti idi. İşin başında bu faktörün olumsuz etkisi isözkonusu değildi. Çünkü kuruluş dönemi Osmanlıları ihlâslı, iyi niyetli, islâm dünyasını birleştirip güçlü bir liderlik altına alarak Abbasîlerin son zamanlarında sıkıntısını çektiği dağınıklıktan kurtarmak için ellerinden gelen her şeyi yapmaya kararlı kimselerdi. Fakat günler geçtikçe bu faktör, olumsuz etkisini göstermeye başladı. Çünkü en az dokuz yüzyıl boyunca islâmiyetin atan kalbi olan Arap halkı, bir çeşit yalnızlık ve dışlanmışlık duygusuna kapıldı. Yöneticileri onu anlamadığı ve islâm'ın kutsal kitabı Kur'an'ınkinden farklı bir dille hitap ediyorlardı. Bu yalnızlık ve dışlanmışlık duygusu, Osmanlı devletini kuşatan bazı olumsuzlukların süreklilik kazanması ile daha da arttı. Sonunda entrikacı düşmanlar, ümmet bütünlüğü organizmasını parçalamayı başardılar. Bu parçalamayı başarırken kullandıkları başlıca kötü niyetli araç "Arap" ve "Türk" ayırımı silâhı idi. Buna karşılık Osmanlı devletinin Araplaştığım ve Kur'an-ı Kerîm'in dili ile konuştuğunu farzedelim. Hiç kuşkusuz o takdirde devlet içinde birliği sağlayacak olan faktörler, yıkıcı düşmanların komplolarını rahatlıkla boşa çıkaracak kadar güçlü ve dayanıklı olurlardı. Ayrıca Arapçayı bilmek, bu dini, ana kaynaklan olan Kur'an ve Sünnetten dolaysız ve aracısız biçimde öğrenme, doğru olarak öğrenme imkânı sağlardı. Oysa Osmanlı devletinin gerek yöneticileri ve gerekse yönetilenleri, islâm bilimleri alanındaki bütün tercüme ve telif eserlere rağmen bu aracısız islâm öğrenimine muhtaçtırlar. Bunun yanında bütün askerî rejimlerde olduğu gibi Osmanlı devletinin politikasına zaman zaman istibdat derecesine varan aşın bir "sertlik" egemendi. Hiç kuşkusuz siyasî istibdat (baskı rejimi), islâm tarihinin daha önce dönemlerinde de görülmüştü. Emeviler zamanında başlamış ve Abbasiler döneminde sürdürülmüştü.
Zaten bu tutum, Peygamberimizin (s.a.v.) deyimi ile "iktiar düşkünü krallar" tarafından benimsenerek halifelik dönemi çizgisinden aynlmaya yolaçan sapmalardan biri idi. O halifelik dönemi ki, onun egemenliği altında insanlar ilâhî adaletin en parlak biçimde uygulanmasının mutluluğunu tatmışlardı. Fakat benim kanaatime göre, Osmanlı devletine egemen olan siyasî baskı politikası, Emeviler döneminde beli-rip Abbasiler zamanında devam ettirilen baskı politikasının basit bir uzantısı değildi. Gerçi böyle olduğu da ileri sürülebilir, ama bana göre bu olgunun Osmanlı devletinin yapısından kaynaklanan "yerel" bir sebebi vardı. O sebep de, askerlerin iktidan ele geçirdikeri her yerde alışılagelmişin ötesinde aşın bir "sertlik" politikasına başvurmaya yatkın olmaları idi. Gerçi devletin karşı karşıya geldiği ve egemenliğini perçinleyebilmek için ya yıkmak ya da kuvvet kullanarak boyun eğdirmek zorunluğunu duyduğu güçlü düşman devletler, Osmanlı devletinin belirgin niteliği haline gelen bu aşın "sertliğin" sebeplerinden biri olmuştu. Ama islâm ruhu, durum ne olursa olsun ve hangi bahanelere dayandın-lırsa dayandırılsın baskı politikasını hoş görmez ve yönetenler ile yöneticiler arasında, şartlar ne olursa olsun, ilâhî adaletin uygulanmasını gerekli sayar. Osmanlı devletinin güttüğü kendine özgü eyalet valiliği düzeni bu durumu daha da kötüleştiriyordu. Çünkü bu düzene göre eyalet valileri, görev yerlerinde kısa bir süre, çoğunlukla iki ya da bilemediğiniz üç yıllığına kalabiliyor, bu sürenin sonunda başka bir eyalete atanıyorlardı. Hiç kuşkusuz devlet, bu düzeni belirli bir amaç uğruna uyguluyordu. Bu amaç devlet otoritesini tek elde, yani halifenin elinde tutmak, valilerin eyaletlerinde zamanla ba-ğımsız hükümdarlar konumuna gelmelerine firsat vermemekti. Nitekim Abbasî devletinin son döneminde durum böyle olmuş ve bu otorite parçalanması, sonunda devletin parçalanıp yıkılışına yolaçmıştı. Gerçekten bu düzen merkezi devletin, eyaletleri üzerindeki otoritesinin uzun yüzyıllar boyunca sürekli olmasını, Osmanlı yönetiminin hem kendi vatandaşlarının ve hem de düşmanlarının gözünde istikrarlı ve heybetli bir imaj kazanmasını sağlamıştır. Fakat bu düzenin bazı kusurlan da vardır. Bir defa görev yerinde belirli bir süre kalacağım daha baştan bilen bir valinin eyaletinin halkına karşı hak ve adalet ölçüleri uyannca davranması beklenemezdi. Meğer ki, bu adam sıradan bir yönetici değil de bilgin huylu ya da melek karakterli olmalıydı. Bu istisnaî ihtimali bir yana bırakacak olursak, çoğunlukla bu valilerin en çok önem verdikleri şey, ömürlerinin geride kalan kısmını refah içinde yaşamalarım garanti edecek kadar çok servet yığmaktı. Bu durumda adam, Padişahın bir yandan emrettiği geliri toplarken bir yandan da bunun bir kaç katını kendisi için topluyordu. Hiç kuşkusuz bu vergi ve gelirler, Allah kullarının sırtlarına bindirilen baskı ve zulümler aracılığı ile toplanıyordu. Eğer bu yönetim düzenlemesine, türkler arasında islâm olmalarından önce geçerli olan ve müslüman olduktan sonra da bağlı kalıp uygulamaya devam ettikleri derebeylik düzeni eklenecek olursa siyasî baskı düzenine bir tür toplumsal zulmün eklendiği görülür.
Bu derebeylik düze-nide binlerce topraksız köylü, Timar sahibi paşaların bağımlı köleleri halinde yaşıyorlardı. Yöneticiler açısından durum böyle olunca yöneticiler düzeyinde de bir çok sapmalann varolması doğaldı. Bir defa tüm ümmete verilmiş bir emir olan iyiliği emrederek kötülükten sakındırma görevi, yöneticilere karşı titizlikle yerine getirilmesi gereken bu görev, uzun zamandan beri unutulmuştu. Osmanlı devletinin dayandığı askerî yönetimin sert atmosferi içinde bu göreve yeniden sahip çıkılması beklenemezdi. Tersine bu durumda bu görevden daha da uzaklaşılması normaldi. Ferdî ve toplumsal düzeyde, bir başka deyimle siyasetle ilgili olmayan alanlarda islâm inancı gereğince "amel etmek, davranmak" konusuna gelince, hiç kuşkusuz, bu açı-dan Osmanlı toplumunun durumu ahlâk bozukluğu ile yozlaşmanın egemen olduğu Abbasilerin son döneminden çok daha iyi idi. Genç bir devletin eli ile gerçekleşen yeniden doğuş hamleciliği amansız düşmanlarla savaşarak egemenliğini pekiştirmek istediği, yeni bir devlet kurmanın gerektirdiği güçlü irade, bunlar yanında askerî bir devlette bulunması normal sayılan gözüpek kararlılık, bütün bu faktörler, insanlan, Abbasiler zamanındaki refah düşkünlüğünün, eğlence dalgınlığının, hatta çılgınlığının uzak düşürdüğü islâm ruhuna yeniden yaklaştıran bir ahlâk ve toplum dayanışması oluşturdular. Fakat sıkılmış bir yumruğun zamanla gevşemesi nasıl kaçınılmaz ise, kalbleri sürekli bçimde canlı tutacak uyarılar olmadığı sürece, perçinleşmiş egemenliğin zamanla gevşemeye yüz tutması da kaçınılmazdır. Bu toplumda, İslama uygun sağlıklı uyarma mekanizması yerine tasavvuf metoduna bağlı bir uyarı mekanizması gelişti. Gerçi tasavvuf, Abbasî toplumunda yayılmaya başladı, ama o dönemde toplumla bütünleşememiş bir kurum niteliğinde idi. Osmalı devleti dönemine ve Türkiye'nin kendisine gelince burada tasavvuf hem toplumun ve hem de dinin ta kendisi haline geldi. Bundan dolayıdır ki, özellikle son iki yüzyıl içinde halk arasında şu şaşırtıcı sözün yaygınlık kazandığını görüyoruz; "Kimin mürşidi yoksa, onun mürşidi şeytandır!" Bu toplumda tasavvuf, özellikle halk kesimi düzeyinde, dine giriş kapısı ve dini uygulama alanının belirleyicisi durumuna geldi. Durum böyle olunca gerek yaşayan ve gerekse ölmüş şeyhler ile ilgili bir sürü hurafe ve asılsız yakıştırmalar alıp yürüdü. Bunun sonucu olarak "dindarlık, dine bağlılık" şeyhe, şeyhin kerametlerine, olağanüstülüklerine, gaybı kurcalama gücüne, hastalan ilâçsız tedavi etme yeteneğine, "büyü bozma" ve şeytanları musallat oldukları kimselerin ruhlarından çıkarma konusundaki marifetine inanmak demek oldu. Ayrıca tekkelere, zaviyelere, türbelere ve velilere bağlılık, islâmiyetin gerektirdiği hiç bir gerçek amel işlemeksizin, bu saydıklarımıza adak adamak ve kurban kesmek de dine bağlılığın
güvenilir bir göstergesi sayıldı. Hatta halk kesiminin anlayışına göre asıl din, yüce Allah'ın indirdiği Kitab'daki ilkeler ile Peygamberlerimizin (s.a.v.) sünneti değil de, bunlar oldu. Tasavvufun "amel" ve davranış alanında bıraktığı korkunç boşluğa gelince , onu "Murcie" akımının görüşü "kapattı" Önemli olan imandı. O da doğrulamadan (tasdikten) en iyimser yorumla doğrulama ve onaylamadan (ikrar) ibaretti. Bunlar da kalbde bol bol vardı. Buna göre imanın gerektirdiği amel ve davranışlardan yoksunluk, insan için problem değildi. Çünkü iman olduktan sonra hiç bir şey zararlı olamazdı! Bu sapık yaklaşımım sonucu olarak sosyal hayat, yavaş yavaş dinin gerçek içeriğinden soyutlandı. Din adına ortada sadece sapıklıklar ve geleneksel unsurlarla karışık asılsız sezgi ve saplantılar kaldı. Yeri gelmişken söylemeliyiz ki, geleneklerin, Osmanlı devletinin yapısında mutlaka vurgulanması gereken özel bir rolü vardı. Bir defa Türk halkı, geleneklerine, diğer bir çok halkar-dan daha güçlü bir biçimde bağlıdır. Bu gürüşümüzü pekiştiren bir örnek verelim: Türk evlerinin zeminleri çoğunlukla duvardan duvara halı ya da kilimlerle kaplıdır. Bütün ev tabanının kaplı olmadığı durumlarda da mutlaka yere serilen ve odadan odaya uzanan bir yaygı vardır. Müslüman Türk evinin bir geleneğine göre eve girerken eşiğin dışında ya da içeri girer-girmez dışarda giydiği pabuçları çıkarman ve onlar yerine halı ya da kilimler üze-rinde gezinirken kullanabileceğin temiz bir çift pabuç (terlik) giymen gerekir. Tuvalete ya da banyoya girerken de bu temiz pabuçları çıkarıp su kullanırken uygun olarak başka bir çift terlik giyeceksin. Banyodan ya da tuvaletten çıkarken ise önce mutlaka ayaklarım kurulamalı, sonra da ayağındaki ıslak terlikleri daha önce kapıda bıraktığın temiz ve kuru terliklerle değiştirmelisin. Besbelli ki, burada bir "islâm geleneği" ile karşı karşı-yayız. Bu geleneğin maksadı, evi namaz kılmaya elverişli şekilde temiz tutmaktır. Böyle olunca bu geleneğin müslüman bir evde uygulanması, dinimizin her şeyde farz kıldığı temizlik ilkesi ile uyumlu ve tutarlı bir tutumdur. Fakat sen bugünün Türkiye'sinde bazı insanlarla karşılaşırsın. Bu adamlar, dinlerinden tamamen sıyrılmışlardır. Artık ne namaz kılıyorlar ne oruç tutuyorlar ve ne de dine inanıyorlar. Buna rağmen aynı geleneğe onlann evlerinde de uyulduğunu görürsün. Çünkü sadece bir "gelenek"tir. Bu milletin benliğinde kök salmış olan bu ruhu eğer iyi kavrarsak bu miletin çok uzun bir tarih dönemi boyunca "islâm geleneklerini nasıl korumayı başardığını anlayabiliriz. Oysa başka bir millet, bu arada Arap milleti, bu kadar uzun bir süre boyunca bu gelenekleri koruyamazdı. İmparatorluk süresince bu millet egemen konumlu
olduğu, başka bir deyimle devlet yükümlülüğünü sırtında taşıdığı için onun etkisi ile islâm gelenekleri, islâm dünyasında uzun süre yürürlükte kaldı. Fakat son dönemde bu gelenekler, ruhlanndan yoksun kalarak, sadece basit geleneklere dönüştüler. Şunu kısaca vurgulayalım ki, islâm ahlâkının ve islâm davranış sisteminin gelenekleşmesi, yani gelenek haline gelerek kökleşmesi, aslında iyi bir şeydir. Çünkü gerek toplum ve gerekse gelecek kuşaklar bu geleneklere alışır, onlan kolayca binemser, hiç bir çaba harcadığını hissettirmeden otomatik biçimde uygulanmaları ve yürürlekte tu-tulmaları mümkün olur. Fakat bu durumun iyi olabilmesi için sözkonusu geleneğin kendisinden kaynaklandığı ve uygulamalı ifadesi halini aldığı inanç kökü ile ilgili şuurun varolması gerekir. Buna göre eğer bu şuur kaybolur, eğer bu geleneğe kaynaklık eden iman kökü kuruyop ortadan kalkar da mesele, o geleneği sırf gelenek olduğu için korumak şekline dönüşürse, sözkonusu gelenek üzerine çullanıp kendisine savaş açan güçlü bir faktörle çatışmaya girince yokolmaya mahkûm olur. Çünkü böyle bir çatışmada ayakta kalarak karşı koyabilecek olan unsur gelenek değil, bu geleneğin arkasında saklı olan ruhtur, kültürel özdür. Bu ruh, bu kültürel öz olmayınca, direnme ve karşı koyma sözkonusu olmaz. Bu böyle olduğu içindir ki -gelecek bölümde göreceğimiz gibi- sözkonusu kökü kurumuş geleneklerin, BatYnın yıkma amacı güden sistemli düşünce saldırıları karşısında kalınca arka arkaya güz yaprakları gibi döküldüklerini, islâm ülkelerinin çoğunluğunda bu geleneklerin bu savaşa yarım yüzyıldan fazla dayanamadıklarım görünce buna şaşmıyoruz. Bu durumu açıklamak üzere ünlü "Türk hicabı"m (kapalı kadın giyimini) örnek olarak ele alalım: Bu hicab'm islâmî olduğu, islâmdan kaynaklandığı kuşkusuzdur.[10] Türkler, bu geleneği müslüman olduktan sonra edindiler. Başka bir deyimle onlar onu, kendilerine islâmiyeti öğreten halklardan iktibas edip benimsediler. Bu gelenek -şu ya da bu şekildeuzun yüzyıllar boyu islâm dünyasının tümünde benimsenip uygulanan bir temel ilke olarak bilinmişti. Fakat şimdiye kadar sözkonusu ettiğimiz çeşitli sapmaların ortak etkisi ile islâm dünyasında islâm ruhu zayıflayıp canlılığını yitirince kapalı kadın giyimi (Hicab) kuru bir geleneğe dönüştü, titizlikle uyulan, islâm dünyasında hiçbir kadının karşı çıkmadığı hatta karşı çıkmaya cesaret edemediği, karşı çıkacak olanın müptezel ve ahlâksız damgası yemesine sebep olacak olan bir gelenek. Fakat toplumun bağlı olduğu bir gelenek olarak şiddetle korunmasına rağmen bu ilke, Batı'mn sözde "Kadın özgürlüğüne çağıran, açık-saçık giyim isteyen ve kadınların yan-çıplak kılıklarla sokaklara dökülmelerini öneren düşünce saldırıları karşısında yarım
yüzyıl bile direnemedi. Bu yoğun saldın dalgalarının sonucu olarak islâm aleminin kadınları Peygamberimizin onüç yüzyıl önceki islâm öncesi döneminin kadınlarım tanıtırken kullandığı "giyinmiş oldukları halde çıplak olan, kendileri doğru yoldan sapmış olduğu gibi başkalannı da ayartan ve başları eğri deve hörgücüne benzeyen" ifadelerine tıpa-tıp uyan bir eda ile evleri dışına döküldüler. Bunun sebebi şu ki, kapalı kadın giyimi sadece bir gelenekti. Ona bu niteliği ile uyuluyordu. Yoksa kaynaklandığı inanç kökünün bilincinde olan canlı bir imana dayanmı-yordu. Şimdi aradaki farkı görmek için bu gelenek bağlılığı ile günümüzün inanç ve şuura dayalı olarak kapalı giyime geçen genç kızlarını karşılaştırınız. Çağdaş cahiliye zihniyeti bütün ağırlığı ile bu kapalı giyimli kızlarımıza karşı çıkıyor, onlarla alay ediyor. Dahası onları zaman zaman hapis ve işkenceye maruz bırakıyor. Bütün bunlara rağmen üstlerinibaşlarmı açıyorlar mı, hatta kendilerini açılmaya çağıran tehditkâr gürültülere kulak asıyorlar mı? İşte inançtan kaynaklanan bilinçli davranışla gelenekten kaynaklanan davranış arasındaki fark budur. Diğer bütün islâmî konuları bu örnekle karşılaştırmak gerekir. Buna göre islâmiyetin ibadetlere ve özel davranışlara varıncaya kadar bütün kurumları geleneklere dönüşecek duruma geldiğini, ruhtan soyutlanmış bu geleneklere sırf gelenek oldukları için uyulageldiği gerçeğini belirleyince yıkılışın nasıl geldiğini kolayca anlayabilirsin.
İÇTİHAD KAPISININ YENİDEN AÇILMASININ REDDİ Osmanlı yönetimi ile ilgili olan bir başka mesele var ki, ona mutlaka işaret etmemiz gerekir. Çünkü bu mesele islâm toplumunu hem derinlemesine ve hem de uzun vadeli olarak etkiledi. İslâm dünyasının -hatta bütün dünyanın- toplumsal şartları yaklaşık olarak on yüzyıl boyunca bazı dar alanlar dışında, aşağı-yukan değişmez olarak kaldı. Bu uzun dönemin başlarında, büyük islâm fıkıh bilginleri karşılaştıkları her konuda içtihad (bilimsel araştırma) yaparak müslümanlann ibadetler ve toplumsal ilişkiler ile ilgili tüm ihtiyaçlarını karşılayan çok boyutlu, geniş kapsamlı ve yeterli bir fıkıh bilimi meydana getirdiler.
Bu büyük müctehidlerin arkalarından gelen öğrencileri ile açıklayıcıları (sarihleri) de ünlü hocalarının araştırmalarına ayrıntılarla ilgili eklemeler yaparak ilerde ortaya çıkabileceklerini tasarladıkları muhtemel ferdi ve toplumsal meselelere çözüm getirdiler. Onlar; "Eğer şöyle şöyle olursa..." diyerek ileriye dönük varsayımlar kuruyorlar ve bu varsayımlara yüce Allah'ın (c.c.) hükmü uyarınca çözüm öneriyorlardı. Bu yüzden geçen zaman içinde sözkonusu varsayımlar gerçek olaylar haline gelince müslümanlar, yeni bir icti-had yapma ihtiyacını duymadılar. Çnükü gerek büyük müctehidler ve gerekse onlann öğrencileri ile açıklayıcıları çok önceden onlann hayatlarında beliren bu yeni gelişmeleri, bilimsel araştırmalarının kapsamına almışlardı. Bundan dolayı hicrî beşinci yüzyıl dolaylarında ihtiyaç olmadığı gereçesi ile "içtihad kapısının kapandığı" ilân edildi! Bu karar üzerinde yaklaşık olarak beş ya da altı yüzyıl geçti. Bu süre içinde müslümanlar bu karan gözden geçirme ihtiyacını duymadılar. Çünkü ellerindeki fıkıh hazinesi kendilerine yetiyor, ihtiyaçlannı karşılıyordu. Bu yüzden onlar da bu uzun süre boyunca sözkonusu bilgi hazinesini öğrenmek ve fıkıh öğrenimine yeni başlayan öğrencileri bu bilim dalının geniş ufiıklanna dalmaya hazırlayacak özet niteliğnide kısaltılmış yardımcı kitaplar hazırlamakla yetindiler. Fakat hiç değilse hicrî on ikinci yüzyıldan itibaren dünyanın sosyal ve siyasî çehresi hızlı bir şekilde değişmeye başladı. Önemli bazı teknik buluşların arkasından büyük bilimsel gelişmeler, keşifler ve icadlar meydana geldi. Bu önemli bilimsel ve teknolojik gelişmeler gerek klâsik fikıh bilginlerinin ve gerekse onlann öğrencileri ile açıklayıcılarının hayallerinden bile geçirmedikleri ve bu yüzden haklarında islâm hükmünden kaynaklanan uygun çözümler önermedikleri birtakım yeni sosyal şartlar ve değişik toplumsal ilişki biçimleri ortaya çıkardı. Bu durumda tutulması gereken yol, uzun yüzyıllar boyunca kapalı tutulan içtihad (bilimsel araştırma) kapısını yeniden açarak sözkonusu sosyal ve siyasî değişmeleri karşılamak, bu değişmeler ile ilgili müslümanlarm benimseyeceği ilâhî hükümleri açıklamaktı. Çünkü fıkıh biliminin duraklama tanımayan sürekli görevi, müslümanlarm hayat şartlannda belirecek her türlü gelişmeyi karşılayarak onun hakkındaki helâl, haram, mendüp, mekruh ve mubah biçimindeki ilâhî hükmü açıklamak ve böylece müslümanlarm önlerine çıkan her yeni mesele ile ilgili olarak yüce Allah'ın (c.c.) emrinin ne oldğunu açık-seçik biçimde bilmelerini sağlamaktır. Fakat Osmanlı devleti, içtihad kapısının yemden açılmasını reddettik.[11] Osmanlı devleti bu red kararını tam bir iyi niyetle ve yüce Allah'ın dinine toz kondurmaktan sakınan samimi bir din gayreti ile vermişti. Dayandığı gerekçe, o dönemde içtihad yapabilecek yeterlilikte islâm bilginlerinin bulunmaması idi. Fakat bu red karan önemli ve tehlikeli sonuçlara yolaç-tı. Düşünelim ki, eğer gerektirici şartların ve ihtiyaçların varlığına rağmen içtihad faaliyeti durur, yeni bilimsel araştırmalar yapılmaz ise acaba ne olur? İki şey olur: Ya hayat donar, gelişmeden uzak
kalır. Çünkü artık üzerine uymaz olan kalıplara mahkûm edilmiştir. Ya da içine sıkıştırıldığı kalıpların ve aynı zamanda Allah'ın (c.c.) hükmü çerçevesinin dışına çıkar. Çünkü hükmün çerçevesi içtihad yolu ile bu hayatı rahatlıkla kapsamına alacak biçimde genişletilmemiştir. İslâm tarihinde bunların her ikisi de arka arkaya meydana geldi. Yani önce donup kalma ve gelişmelerin gerisinde kalma, arkasından da İslâm çerçevesinin dışına çıkma bahtsızlıkları ile karşı karşıya geldik. İslâm tarihini sadece yüzeysel bir yaklaşımla gözden geçirebilen bir okuyucu, İslâm çerçevesi dışına çıkma olayının hicri ondördüncü yüzyılın başlarında (Milâdî takvimle ondokuzuncu yüzyılın sonlannda) meydana geldiğini sanır. Oysa gerçek, böyle değildir. Çünkü anılan dönemde meydana gelen olay, ilerdeki bölümde açıklayacağımız üzere, islâm hükmünün tümü ile bir yana bırakılması ve Allah'ın indirdikleri dışında kalan hükümlerin güdümüne açıktan açığa girilmesi idi. Fakat islâm devletinin yapısına yabancı "düzenler"in sızmaya başlaması, bu dönemden çok önceye dayanır. Bu işi, Osmanlı padişahlarından "Kanunî Süleyman" lâkabı ile tanınan ve hicrî bin yirmi (Milâdî takvimde bin beşyüz altmış altı) yılında tahta geçen birinci Süleyman dönemine kadar uzatabiliriz. Çünkü islâm devletinde klâsik fıkıh bilginlerinin çözümünü öngörmemiş oldukları yeni meselelerden kaynaklanan dâvalann mahkeme kararına bağlanması ile ilgili olarak ilk defa "Avrupa kanunları" ithal etmeye girişen bu padişah oldu. Kendisim bu işe, Osmanlı devletinde yaşayan yahudiler ile hristiyanlar teşvik etmiş-lerdi.[12] Hiç kuşkusuz bu teşviki, belirli bir maksatla yapmışlardı. Bu girişim, islâm bünysinde bir deli acımış ve bu delik gitgide genişleyerek sonunda islâm ümmetinin tarihinde beliren sapmaların en utandırıcısının meydana gelmesine yolaçmıştı. Bu yabancı "kanunlar" ilk başta islâm ruhu ile uyuşması mümkün olan, onun nasslan ile çelişmeyen metinlerdi. Bu yüzden o dönemin islâm bilginleri onlan kullanmayı sakıncalı görmemişlerdi. Özellikle içtihad kapısının yeniden açılmasına izin verilmemiş olması bu hoşgörüye zemin hazırlamıştı. Fakat bu sapma, beraberinde iki büyük tehlike getirmişti: Birincisi, böylece kötü bir çığır açılmış oluyor, başlıba-şına tehlike oluşturan bir "ilke" ortaya konuyordu. İlerdeki günlerin ne kadar tehlikeli olduğunu kanıtlayacağı bu ilke, islâm dışı bir düşünce kaynağından, bir sosyal hayat alanından, bir yaşam tarzından yardım istemek, yabancı bir yamayı islâmla çelişik olmadığı gerekçesi ile islâm elbisesine dikmeye kalkışmak ilkesidir. Tehlikelerinin birincisinden daha az önemli olmayan ikincisi ise bu davranışın farkında olarak ya da olmayarak- halkın vicdanında şöyle bir saplantının yerleşmesine yolaçmış olmasıdır. Sözünü etmek istediğiniz saplantı şudur: İslâm hükmü, sadece indiği günden beri değişmez kalan, olduğu gibi duran sosyal konularda uygulanabilir. Özellikle son iki yüzyılın yeni ortaya çıkan hayat şartlarına gelince hüküm, bunlara ne cevap
verebilir ve ne de onlan açıklayabilir. Bu tür problemleri çözebilmek için, bunları kaynaklandığında yaşayıp geçerli çözümlerini önermiş olan "gelişmiş" milletlerden uygun "kanunlar" ithal etmekten başka çıkış yolu yoktur. Bu iki tehlikenin her ikisi de islâm ümmetinin son bir kaç kuşağı üzerindeki son derece kötü olan etkilerini göstermede gecikmedi. *** Bu bölümün şimdiye kadar okuduğumuz sayfaları boyunca islâm ümmetinin yaklaşık olarak on dört yüzyıllık tarihini şimşek hızı ile gözden geçirdik. Böylesine büyük bir hızla ve bizim yaptığımız şekildeki bir tarih yolculuğunun, aslında olayların akış çizgisini sağlıklı bir şekilde ortaya koyması mümkün değildir. Çünkü olaylar, bizim burada anlattığımız gibi, tek başına meydana gelmez ve bir tek kanal boyunca akıp gitmez. Tersine onlar toplumsal hayat içinde karşılıklı biçimde biribirlerini etkileyerek gelişirler ve sonuçlarım da bu ortak etkileşim uyannca ortaya koyarlar. Öyle ki, ortaya çıkan sonuçlan ne bir tek belirli sebebe -bu sebep ne kadar güçlü olursa olsun- ve ne de bir olaylar kümesinin ayrı ayrı belirlenmiş rolüne bağlamak doğru olur. Ayrıca ağır tempolu, girift ve sürekli değişimli tarih süreci içinde yeralan olaylar, bizim onlardan konuşurken anlattığımız gibi, girinti ya da çıkıntı noktalan olmayan, dos-doğru çizgiler boyunca gelişmeler, tersine kimi zaman zig-zaglar çizdikleri gibi kimi zaman da kesişerek biribirlerine karışırlar. Zaman zaman kimisi hızla gelişirken kimisi de ağır tempoya düşer. Hatta kimi zaman da ağır tempo iyice yavaşlayarak belirli bir durgunluk dönemi yaşar gibi görünür, derken gün gelir, yeniden hızlı bir atağa kalkar. Sonunda bize kesin ve nihaî gibi görünen bir sonuç belirir. Oysa bize kesin ve nihaî gibi görünen sonuç, gelişme sürecinin, daha sonra bir yenisi ile yer değiştirecek olan geçici bir aşamasından başka bir şey değildir. Evet, bir daha vurgulayalım ki, tarih sürecinin portresi, bizim geçmiş sayfalardaki şimşek hızıyla gözden geçirmeye dayanarak çizdiğimiz gibi değildir. Fakat bir yandan araştırmacılığın karakteristik zorunluğu, bir yandan da özetleme mecburiyeti bizi böylesine yetersiz bir portre ile yetinmek zorunda bıraktı. Çünkü araştırmacılığın karakteristik zorunluluğu tarihi akımları biribirinden tek tek ayırarak her birinden -sanki aslında da öyleymiş gibi- ayrı ayrı sözeder. Özetleme mecburiyeti de bizi sadece kaba ve kalın hatları kâğıt üzerine çizmekle yetinmeye götürdü. Böylece tarih sürecinin nihaî portresinin oluşumunda sırf bu ana hatlann etkili olmadığı, bunlar yanında daha bir çok yan hatlar ile bu hatları birleştiren çok sayıda gizli ve günyüzüne çıkmadan irtibat kurma fonksiyonlarım yürüten yeraltı kanallarının varolduğu gerçeğini unutur gibi olduk. Fakat şunu hemen belirtmeliyiz ki, bizim bu sayfalar boyunca yapmak istediğimiz şey islâm ümmetinin, hatta-bu ümmetin hayatında yeralan sapma akımlarının tarihini
yazmak değildir. Bizim burada yapmak istediğimiz şey, belirli hatları ve tarih portremizin oluşumunu nisbeten daha çok etkili olduğunu sandığımız belirli durumlan seçtikten sonra bu karmaşık, çok yönlü ve karşılıklı ilişkili süreç ve durumlan tabiî çevrelerinden koparak üzerlerine bakışlarımızı yoğunlaştırmak ve bunları mecaz yolu ile "sapma akımları" diye adlandırmaktır. Her neyse, sözümüzün konusu sapmalar biraraya gelmiş ve karşılıklı biçimde biribirlerini etkileyerek sonunda yıkılışa yolaçmışlardır. Yüce zirve noktasından dibsizlik çukuruna yuvarlanış. Baş döndürücü korkunç bir mesafe! Acaba o eşsiz ilk müslüman kuşağı, ulaştıkları bütün doruk noktalan ile yakından tanıyan bir gözlemci, onlarla aynı inanç sistemini paylaşan bugünkü torunlarının bu kadar alçak bir dipsizlik çukuruna yuvarlanabileceklerine inanabilir mi? Buna karşılık böylesine derin bir dipsizlik çukurunda debelenen bugünkü müslüman kuşaklar ile bir arada yaşayan bir gözlemci de bu kuşaklann, o eşsiz kuşağın inanç mirasçıları olduğuna hiç ihtimal verebilir mi? Sanki bu ikisi, aralannda hiç bir ortak yön bulunmayan apayrı birer ümmet gibidirler. Fakat tarihin realitesi işte budur. Az önce dediğimiz gibi tarihin nihaî sonuçlarını belirli bir tek sebebe ya da rolleri ayrı ayrı belirlenecek bir sebepler kümesine dayandırmak çok zordur. Fakat bu realite, tarih süreci içinde yer alan kimi sebeplerin diğerlerinden daha çok etkili olmaları gerçeği ile çelişmez. Buna göre biz durumu dört ana noktada, ya da dört temel sebep etrafında özetleyebilir ve tarih sürecimiz içinde yer alan diğer nokta ve sebepleri bunlara bağlayabiliriz. İslâm ümmetinin bu güne gelmesine sebep olan dört ana noktanın birincisi, zaman geçtikçe yükümlülüklerden sıyrılmak, kaytarmak eğiliminde olan insan tabiatıdır. Bu kaytarma eğiliminin ilâhî ilâcı -daha önce dediğimiz gibi-uyarma ve yükümlülükleri hatırlatmaktır. Buna göre diyebiliriz ki, İslâm tarihi boyunca bu uyarma işi, ya ümmet bütününü kaytarmacılıktan alıkoyacak kadar yapılmamış ya da miktar bakımından yeterli gibi göründü ise de nitelik bakımından ümmetin ana caddeden sapmasına engel olacak kalitede yapılamamıştır. Özellikle fethedilen toprakların alan bakımından sürekli genişlemesi ve mütemadiyen yeni kavimlerin İslama girmesi karşısında bu görev, yeterince yerine getirilmemiştir. Tam bu ortamda yani uyarma görevinin nicelik ve nitelik bakımından düşük düzeyde yerine getirilebildiği ve daha aktif bir biçimde ele alınmasına gerek duyulduğu bir sı-rada bu uyarma işlemi ile çelişen iki akım meydana geldi ve sözkonusu görevin yetersizlik derecesini daha da arttırdı.
Sözünü etmek istediğimiz iki akımın biri "Murcie" akımıdır. Bu akım, kullan, inançlarının gerektirdiği hiç bir ciddi ameli yapmaksızın, sırf kalblerde bulunan birtakım duygu ve heyecanlara bel bağlayarak, yüce Allah'ın (c.c.) hoşnutluğunu kazanabilecekleri ümidine kaptırdı. Öbürü de tasavvuftur. Bu akım da kullan, hükmün yükümlülüklerini yerine getirmenin dışında bir başka yol izlenerek yüce Allah'ın hoşnutluğunun kazanabileceği umuduna kaptırdı. Tasavvufçulara göre bu yol bazı virdleri, bazı zikir cümlelerini tekrarlamak, velilere ve şeyhlere körü-kö-rüne bağlanmak, müridin kendini tam bir teslimiyetle şeyhinin önüne koyması ve şeyhinin de sanki gökten gelen bir vahiy mesajını kendisinden alıyormuşçasına önünde teslim olan müride istediği telkinleri yapmasıdır. Bu üç yozlaştıncı faktörün ortak etkisi imanın gerektirdiği "amelleri" (İslâm'ın aksiyon ve davranış sistemi) üzerinde yoğunlaştı. Yani olumsuz etkilerini, İslâmiyeti doğru davranışlar biçiminde pratiğe aktarma alanında gösterdiler. Özellikle "iyiliği emredip kötülükten sakındırma" misyonunu yıkıcı etkilerinin ilk hedefi haline getirdiler. Çünkü bu misyon, bu pratik ve yapıcı amaçlı dinin yeryüzündeki hareketinin, aktivitenin canlı özüdür. İlâhî metodun pratik hayatta uygulanmasını sağlayan aktivitenin canlı özü. Bu din, ancak bu misyon sayesinde bu dinin vicdanların kapalı köşelerinde hapsolup zayıflaması ve bunun sonucu olarak ilerde etkinliğini daha da yitirmeye açık kalmasıyla önlenebilir. Bu üç saptırıcı faktöre bir de zaman zaman "istibdat" derecesine varan siyasî baskı faktörünü de eklemeliyiz. Çünkü bu faktör, özellikle siyaset alanında "İyiliği emredip kötülükten sakındırma" misyonunun etkisini yitirmesinin sorumlusudur. Böyle olunca İslâmiyet, halkın anlayışında bir takım ferdi uygulamalara ve yavaş yavaş sadece ibadet nitelikli davranıştan din bilip, sırf onlar üzerinde yoğunlaşmaya dönüşmüştür. Çünkü bu dinin temel dayanaklarından birini oluşturan toplumsal uygulamalar etkilerini yitirmişlerdir. Eğer sözünü ettiğmiz siyasî baskı faktörünü daha önce saydığımız üç faktöre eklersek toplam olarak dört sapma akımı elde ederiz. Bu dört akım da sonunda büyük bir akımda birleşir. Hemen belirtelim ki, bu ana akımın akış yönü hem toplumsal pratik düzeyinde ve hem de ferd vicdanı düzeyinde bu dinin akış yönüne yüz seksen derece ters düşer. Kasaca diyebiliriz ki, bütün temel İslâmî kavramlar, son kuşakların anlayışlarında yozlaşma ve sapmaya uğradı. Her şeyden önce "Lâilâhe illellah (Allah'dan başka ilâh yoktur)" kavramı sadece dille söylenen basit bir sözcük dizisine dönüştü, kalbler anlamının farkında olmadığı gibi davranışlar da ondan uzaktır. İbadet kavramı, yerine getirilen ya da getirilmeyen bir takım tapınma hareketleri ile sınırlandırıldı. Kaza ve kader kavramı, girişimden alıkoyucu ve pısırıklık aşılaycı bir güce dönüştürüldü. Dünya ve Ahiret kavranılan biribirinden kopanlarak biribirlerine karşıt ve düşman kamplara dönüştürüldüler. Öyle ki, biri uğruna çalışmak, kaçınılmaz olarak öbürü uğruna çalışmayı ihmal ettirir diye sanılır oldu. Yeryüzü kalkınmasını gerçekleştirme kavramı, yüce Allah'ın (c.c.) metodu uyarınca yeryüzünde kalkınma yapmak anlamını yitirerek ya-
kalkınmaya girişmeme ya da yüce Allah'ın önerdiğinde başka bir metodla kalkınma kavramına dönüştü.[13] Bu büyük sapma ve yozlaşmalar sonunda İslâm dini, her yandan üzerine çullanan, kendisini tamamen yoket-mek için and içmiş vahşi saldırılara karşı direnemeyen, ruhtan soyutlanmış ve şaşkına çevrilmiş acıklı bir hale getirildi. Doğaldır ki, bu sözlerimiz ile bütün vicdanlann bozulduğunu, uyanların hiç bir olumlu etki meydana getirmediğini, "Murcie" akımının, insanları bellibaşlı ibadetler de dahil olmak üzere bütün İslâmî anellerden alıkoyduğun, tasavvufun pasifliğinin bütün vicdanlara egemen olarak onlan gerekli her türlü yapıcı girişimden tamamen geri aldığını, gerek siyaset ve gerekse toplumsal alanların "iyilği emredip kötülükten sakındırma"çalışmalarından tamamen yoksun kaldığını söylemek istemiyoruz. Zira eğer böyle desek tarihi gerçeklere uzak düşmüş ve hiç bir müslü-man kuşağın varlıklarından mahrum kalmadığı, ilk müs-lüman kuşağın ateşinden kalblerinde her zaman bir kıvılcım taşımış olan parlak ve ünlü simalara karşı nankör davranmış oluruz. Fakat biz bir takım genel yargılar ileri sürürken bunları çoğunluğun durumunu gözönüne alarak veririz. Çünkü aslıda gerçek ve paritk durumu çoğunluğun tutumu belirler. Azınlığın tutumu ne kadar seçkin ve saygın olursa olsun bu alanda belirleyici rol oynayamaz. Yalnız eğer bu seçkin azınlık siyasî iktidarı elinde bulunduruyorsa o zaman iş değişir. Bu bölümde sapmaya yol açan sebeplerin yüce Allah'ın (c.c.) kesin sosyal kanunları uyannca beklenen sonuçlarım verdiklerini belirttikten sonra önümüzdeki bölümde bu sapmalann çağdaş toplum pratiğimizde meydana getirmiş oldukları etkileri ve sonuçlan oldukça ayrıntılı bir biçimde açıklamaya çalışacağız. Şimdilik sözlerimizi yüce Allah'ın (c.c.) şu buyruğu ile noktalayalım: "Allah'ın kanunlarına alternatif bulamazsın." (Fetih/ 23)
[1] Böyle bir kanunun varolduğundan emin değilim. çi böyle bir varsayımı destekleyen tarihî gelişmeler var, bu durumda milletlerin lüks ve refaha dalmalarının onarın yokolmalarına yolaçan afet olduğunu da düşünebiliriz. [2] Bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler "Mezahibu Fikriyye Muasıre" adlı eserimizin "el-Aklaniye (rasyonalizm)" başlıklı bölümüne başvurabilirler.
[3] Daha geniş bilgi almak isteyenler "Mefahime Yen-beğı en Tüsahhah" adlı eserimizin "Lâilâheillellah kavramı" başlıklı bölümüne başvurabilirler. [4] (4) Endülüs'te de buna benzer gelişmeler oldu. [5] Gerek Sindibad'ın kişiliği ve gerekse gezileri masal ürünüdür. Fakat buna rağmen bu hikâyeler, o günün realitesini belirli bir oranda yansıtan belgelerdir. [6] Tarihi İslâm siyasî, dinî, sıfatı ve içtimaî, Dr. Hasan İbrahim Hasan, C: II, s. 442-443, yedinci baskı, 1964. [7] Tarihi islâm siyasî, dinî, şifa ti ve içtimaî, Dr. Hasan İbrahim Hasan, C: III, s. 457-458, yedinci baskı, 1964. [8] Burada şu gerçeği hatırlatmalıyız ki, tasavvufa bağlı bir çok kimseler, Allah yolunda cihad eden kimselerdi. Bunlar Afrika'nın ve Asya'nın başka hiç bir müslümanın ayak basmadığı yörelerine islâmı yaydılar. Bunlar her ne kadar biçimsel olarak tasavvufa bağlı idiler ise de aslında zühd ve takva sahibi kimselerdi. Bu yüzden burada tasavvufcular hakkında söylediğimiz her şey onlar için geçerli değildir. [9] Bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler "Mefahime Yenbeği en Tusahhaha" adlı eserimizin "Mefhum-ul kaza vel kader" başlıklı bölümüne başvurabilirler. [10] Bazı sorumsuz erkek ve kadınlar küstahça yükseltilmiş bir ses tonu ile kapalı kadın giyiminin (Hicab'm) islâm kaynaklı bir ilke olmayıp sadece arap bedevilerinin bir geleneği olduğunu, müslümanların atalarından miras kalan geleneklere bağlı kalıp onları islâm döneminde de sürdürmelerinin göstergesi olmaktan başka bir anlam taşımadığını ileri sürerler. Böylece tarihi gerçekleri inkâr ederken gizli bir haz duyarlar. Nitekim Hz. Ayşe (Allah ondan razı olsun) "Allah Medineli (Ensar) kadınların iyiliğini versin. Çünkü Hicab ayeti indiğinde onlann her biri elbiselerinin eteklerine yapışarak onlarla başlarını ve yüzlerini örtmeye giriştiler" derken sorumsuzca inkâr edilmek istenen tarihi gerçeği gözlerimizin önüne getiriyor. Demek ki, kapalı kadın giyimi, islâmda önce uygulanan bir gelenek değildi, tersine yüce Allah tarafından emredilince müslümanlar tarafından hemen uygulanan bir islâm ilkesi idi! [11] Çokları, içtihad kapısını Osmanlı devletinin kapattığına inanırlar. Oysa bu doğru değildir. Çünkü içtihad kapısı hicrî beşinci yüzyıldan itibaren kilitlenmişti. Osmanlı devletinin bu konudaki tek sorumluluğu, şartların gerekli kıldığı bir dönemde bu kapının yeniden açılmasını onaylamamış olmasıdır. [12] Bu tutum, "gayri müslimleri dost edinmekten kaçınmak" şeklindeki ilâhî uyarıya rağmen Abbasilerin arkasından Osmanlıların da pençesine düştükleri bir sapma oldu.
[13] Bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyenler "Mefahimu Yen-beği en Tusahhaba (Düzeltilmesi gereken bazı kavramlar)" adlı eserimize başvurabilirler.
SAPMANIN SONUÇLARI Daha önceki bölümün son sayfalarında bu ümmetin pratik hayatına damgasını vuran uzun süreli sapma akımının son dönemdeki belirtilerine kısaca işaret etmiştik. Şimdi de bu ümmetin tarihinin son iki yüzyılını -özellikle de son yüzyılını- oldukça ayrıntılı bir şekilde irdelemek istiyoruz. Bu irdeleme bir yandan bize şu an için içinde yaşadığımız çağdaş realitemize nasıl ulaştığımızı ve bir yandan da bu çağdaş realitemizin mahiyetim ve belirgin özelliklerini açıklayacak ve böylece daha sonraki bölümlerde kurtuluş yolunu belirme çabalarımıza yardımcı olacaktır.
I- İNANÇ GERİLEMESİ Son iki yüzyılı ve özellikle son yüzyılı irdelerken gözümüze ilk çarpan şey, müslümanların vicdanlarmdaki İslâm özünün koyu bir siyah tabakanın altına girmesi ve buna paralel olarak pratik hayatta bu özden gitgide uzaklaşılmasıdır. Yani hem düşünce ve hem de davranış düzeyinde etkili olan bir yozlaşma, bir bozulma ile karşı karşıyayız. Bilindiği gibi davranış düzeyindeki bozulma daha önceki yüzyıllarda ortaya çıktı. Bu bozulma gerek Moğol sürülerinin o günkü İslâm devletini alt-üst etmeleri ve gerekse
İslâm nurunu söndürme amacını taşıyan Haçlı ordularının İslâm dünyasını kasıp kavurmalarına yolaçarak bu ümmete cezasını çektirdi. Fakat o dönemde İslâmla ilgili algı ve düşünceler halâ doğruya en yakın nitelikte idi. Çünkü İslâm düşüncesi ile ilgili sapmalar dar alanlarda mahpustu. Doğru yoldan sapmış çarpık akımlar ve mezhepler vardı, ama ümmet bütününe oranla bunların hacmi son derece küçüktü. "Murcie" düşüncesi, gerçi, daha o zamandan vardı, ama henüz kapalı kapılar ardındaki zihin egzersizleri düzeyindeydi, ümmetin toplumsal hayatına yansımış somut bir realite olmaktan uzaktı. Çünkü İslâmiyetin "amel (davranış, uygulama)" akımının voltajı henüz çok yüksekti, her tarafa doğru dalga dalga yayılır, sözkonusu çarpık fikirler titreşimlerini önleye-miyorlardı. Hatta, daha önce dediğimiz gibi, "Murcie" düşüncesini savunanların bizzat kendileri bile amel ve ibadet görevlerine düşkün birer fıkıh bilgini idiler. Bu yüzden kendilerine özgü bu düşüncelerin etksi ile amel görevlerini bırakacak ya da başkalarım amel ihmalkârlığına çağıracak adamlar değillerdi. O dönemde tasavvuf da vardı. Fakat İslâm toplumuna damgasını basacak derecede yaygın değildi. Tersine toplum hayatından kopuk ve yaşama gürültüsünden uzak, köşesinde, kendi kendine ibadet sunuyordu! Bundan dolayıdır ki, daha önce söylediğimiz gibi, İslâm koru, her ne kadar yüzeyi kül bağladı ise de halâ canlı idi. Nitekim yüzeyini örten küller üflenince tekrar tutuşup, harlanarak daha önceden tanıdığımız mucizevi sonuçlara ulaşmakta gecikmedi. Fakat düşünce düzeyindeki bozulma, etki alanını genişletmeye başlayarak toplumun baskın niletiliği haline gelince o zaman iş değişti. Çünkü artık hastalık, sadece davranış düzeyindeki bozulma değildi ki, ateşli hutbelerle ya da etkili vaazlarla tedavi edilmeye çalışılsın. Mesele, önce kavramları doğru biçimde algılamayı sağlayacaklan-ve arkasından davranış düzeyindeki bozuklukları düzeltmeye yönelecek ya da her iki bozukluğu bir arada gidermeyi programlaştıracak büyük bir çaba harcamayı gerektiriyordu. Bu yollardan hangisi tercih edilirse edilsin, yapılacak iş kolay değildi. Geçen bölümün sonlannda işaret ettiğimiz gibi bütün İslâmî kavramlar yozlaştırılmış, hiç biri bu dinin yüce Allah (c.c) tarafından indirildiği günkü asıllarına (orijinallerine) benzemiyordu. Meselâ "Lâilâhe illallah" şahadet cümleciği, bu cümleciğe ilk muhtap olup ona inanmış olan örnek kuşağın gözünde, o günkü kurulu sosyal düzeni kökünden yıkarak yerine onunla yüzdeyüz çelişen yeni bir sosyal düzeni kurduracak derecede önemli ve kapsamlı bir temel kavramdı. Bu kavram, bütün yönleri ve her türlü eklentileri ile tüm sosyal hayatı içeren, kendi kendine yeterli bir sosyal hayat tarzı idi. Bu hayat tarzının, büyük-küçük hiç bir unsuru "lailâhe illellah" ilkesi ile bu ilkenin "gerekleri" dışında düşünülmüyordu. Bu kavramın gerekleri de yüce Allah (c.c.) tarafından indirilen direktiflere gönüllü biçimde boyun
eğmek ve elden geldiğince yüce Allah'ın bu direktifleri uyannca amel etmek, onlan uygulamaktır. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Buna göre elinizden geldiği kadar Allah'dan korkunuz, O'nün öğütlerini dinleyiniz ve O'na itaat ediniz." (Te-ğabun/16) Bu kavramın onların algısındaki olağanüstü büyüklüğü önce vicdanlarının iç yapısında meydana gelen korkunç değişmede kendini gösteriyordu. Öyle ki, bu vicdanlar, sanki öncekiler ile hiç bir ortak yönü olmayan yepyeni vicdanlar olmuştu. Aynı olağanüstü büyüklük algısı ilk müs-lüman kuşağın pratik hayatında beliren vicdanlardakine eş köklü değişmede de kendini göstermişti. Öyle ki, sanki bu hayat, geçmişin hiç bir mirasını taşımayan yepyeni bir hayattı. Hatta onların insanın en son ve en zor değişebilen yanım oluşturan psikolojik ve organik bütün davranışları bile, daha önce taşımadıkları yeni anlamlar kazanarak daha önceki eşlerine benzemeyen yeni bir kimlik edinmişlerdi. Hatta cahiliye dönemi hayat düzeninden miras aldıkları İslâm tarafından onaylanmış bazı alışkanlık ve gelenekler bile cahiliye döneminde oldukları gibi değillerdi. Bu alışkanlık ve gelenekler şekil bakımından eskilerine benzeseler bile öz bakımından tamamen değişik bir niteliğe bürünmüşler, başka bir deyimle İslâm'la birlikte sanki yemden doğmuş gibi idiler. Meselâ kahramanlık, yiğitlik cahiliye döneminden kalma bir kavramdı. İslâm da bu sıfatı onaylamış, hatta özendirmişti. Fakat acaba İslâmın onayladığı kahramanlık ile cahiliye döneminin kahramanlığı aynı şeyler miydi? Hayır, asla! Çünkü cahiliyenin kahramanlığı İslâm tarafından ağır bir dille kınanan "körükörüne bağlılık" tutkusuna dayanıyordu. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyordu: "O zaman kâfirler kalblerine körükörüne bağlılığı, cahiliye döneminin körükörüne bağlılığını koymuşlardı." (Fetih/ 26) Islâmiyetin özendirdiği yiğitlik ise, körükörüne batıl bağlılığı değil, hak uğruna kahramanlık göstermek, nam ve gösteriş olsun diye değil de sırf Allah rızası için cihad etmekti, yani kahramanlık sıfatının gerçek özü idi. Cömertlik de cahiliye döneminin yaygın sıfatlarmdan-dı. İslâm bu sıfatı da onaylamış, hatta özendirmişti. Fakat İslâm'ın benimsediği cömertlik, eskisinin şekil bakımından benzeri olsa bile öz bakımından ondan farklı şeydi. Cahiliye cömertliği, İslâm tarafından şiddetle kınanan gösteriş amaçlı idi. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Ey müminlery tıpkı insanlara gösteriş olsun diye malını verip de Allah'a ve Ahiret gününe inanmayan bir kimse gibi başa kakarak ve eziyet vererek sadakalarınızı boşa çıkarmayınız. Böylesi üzerinde biraz toprak bulunan bir kayaya benzer ki, şiddetli bir sağanak, toprağını silip götürerek onu dazlak bir taş parçasa halinde bıraktı. Böyle-leri
yaptıkları iyiliklerden hiç bir şey elde edemezler. Allah, kâfirleri doğru yola iletmez." (Bakara/ 264) İslâmiyetin özendirdiği cömertlik ise sırf yüce Allah'ın rızasını amaçlayan, dilden dile dolaşma gayesi taşımayan katıksız, saf bir karşılıksız bağışlamadır. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Yoksula, yetime ve tutsağa O'nün sevgisi için yemek verirler. 'Biz size sırf Allah rızası için yemek veriyoruz, sizden bir karşılık ya da teşekkür beklemiyoruz' derler." (İnsan/ 8-9) İşte böyle "Lailâhe illellah" ilkesi, ilk müslüman kuşağın hayatlarındaki bütün unsurları değiştirerek onlar yerine yepyeni bir hayat düzeni getirdi ve bu yeni hayat pratiği ile "lailâhe illallah" ilkesi arasında zihinlerinde sıkı bir bağ kurdu. Çünkü gerçekten bu yeni hayat pratiğini gerek vicdanlarında ve gerekse sosyal hayatlannda oluşturan bu ilke idi. Onlar birden çok ilâha inandıkları dönemde kendileri için hiçlik, şaşkınlık, cahiliye bataklığına baş aşağı gömülme, ahlâk bozukluğu, dargörüşlülük; yüzeysel, kısa vadeli ve bencil amaçlar peşinde koşma ve karşılıklı zulümler vardı. Tıpkı cahiliye şairi Züheyr b. Ebu Sulma'nın şu muallaka beytinde dile getirdiği gibi: "Kim havzasını silâhı ile savunmaz ise Yıkıma uğrar. Başkalarına zülmetmeyene zulmederler!" Buna karşılık onlar tek Allah'a inanıp da Allah'dan başka ilâh olmadığım onayladıkları an, bu saydıklarımızın hepsi değişiverdi. Yani hiçlikten sonra var oldular, şaşkınlıktan sonra dorğu yolu buldular, düşüşten sonra yükseldiler, bozulan ahlâkları fazilete dönüştü, dargörüşlülükten kurtulup ileri görüşlü oldular, bencillikten annan amaçları derinlik ve uzun vadelilik kazandı, karşılıklı zulümlerin yerine kardeşlik aldı. Bundan dolayı onlann zihninde, "Laihâhe illellah'1 ilkesine yönelen imanları ile hayatlarında meydana gelen bu büyük değişiklik arasında paralellik meydana geldi, hatta aslında bu değişikliği sağlayan faktör bu ilkeye dönük inançları idi. Bu yüzden onlann algısına göre o ilke, sadece basit bir cümlecik değildi. Onlar onu anlamı, gerektirdikleri ve pratik tercümesi ile birlikte bir bütün halinde algılamışlar, zihinlerine yerleştirmişlerdi. Bu cümleciğin pratik tercümesi, uygulamalı yorumu onların hayatlannda yeralan unsurlann tümü idi. Bu bütün içinde yüce Allah'ın birliğine dair olan inançtan namaza, oruçtan zekâta kadar ortağı bulunmayan tek Allah için yapılan bütün klasik ibadetler ile bütün ayrıntıları ile yüce Allah'ın direktiflerine dayanan bir sosyal hayat düzeni kurmaya kadar her şey vardı. Acaba "Lailâhe illellah" ilkesinin bundan başka bir anlamı, bundan başka bir uygulamalı tercümesi var mı?
"Lailâhe illellalh" ilkesinin pratik hayata dönük tercümesinin bir çok dereceleri olduğu doğrudur.[1] Bu tercümelerin hepsi onundur. En aşağı derecesi herkese farz olan asgari derecelisidir. En yüksek derecelisi de o eşsiz kuşağın ortaya koyduğu benzersiz örnekler kümesidir. Fakat bu uygulamalı tercümelerin her bir doğru derecesi herkese farz olan düzeyin altına düşmez. Başka bir deyimle şu üç unsuru mutlaka içerir: a- Yüce Allah'ın birliğine inanmak. b- Bütün klâsik ibadetleri, kendisine ortak koşmaksızın sırf tek Allah'a sunmak. c- Yüce Allah tarafından bize gönderilen direktiflere uygun bir sosyal hayat düzeni kurmak. Bu asgarî düzey tutturulduktan sonra uygulama titizliği ve derinliği yolu ile istendiği kadar üst derecelere çıkıla-bilir. Fakat ardarda geçen yüzyıllar boyunca bu ilke, müslü-manlann zihnindeki canlılığını sürekli biçimde yitirdi. Günden güne vicdanlardaki ve pratik hayattaki etkisi azaldı. Sonunda fonksiyonunu tamamen kaybederek sadece dille söylenen kuru bir cümleciğe dönüştü ve bu sözü söyleyenlerin hayatı, şartların sürüklediği mecrada akmaya başladı. Bu durumu şöyle bir örnekle açıklayalım. Bir adam düşünelim; bir akarsuyun akmasını durdukmak ya da akış yönünü değiştirmek istiyor. Bu amaçla akarsuyun önüne bir engel koyuyor. Fakat koyduğu engelin yüzeyi delik-de-şik. Bu durumda engel var, ama hiç bir işe yaradığı yok. Su, önünde duran engelin deliklerinden geçerek sanki o hiç yokmuş gibi, rahatlıkla akmasına devam ediyor. Bu durumun bir başka örneği de sahte paradır. Sahte para, gerçeği üzerinde bulunan bütün yazı ve işaretleri üzerinde taşır ama, bütün bunlara rağmen sahibinin işine yaramaz, pazardan bir şey satın almasını sağlamaz. Ceza almasına, perişan olmasına sebep olma ihtimali de işin cabası. Çünkü karşılıksız olarak basıldı. Bu dinin ilk bağlılarının nazarında ibadet, yüce Allah'ın (c.c.) kendilerine şu ayette öğrettiği gibi, her şeyi içeren, geniş kapsamlı bir kavramdı: "De ki; 'benim namazım, diğer ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, alemlerin Rabbi olan Allah içindir." (Enam/ 162-163) Bu kavram, onların nazarında sadece namaz, oruç, hacc ve zekât gibi bir takım sayılı klâsik ibadetten ibaret sayılarak insanın bu sayılı ibadetler arasında geçecek sürede ibadetsiz yaşaması asla doğal sayılmazdı. Tersine hayatın tümü ibadetti. Zikir kavramı ise, yüce Allah'ın indirdiği hükümler uyarınca amel etmek demek olan asıl anlamı ile, onların hayatında sürekli ve aralıksız bir faaliyetti. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onlar ki, ayakta, oturarak ve yatarken Allah'ı zikrederler. " (Al-i îmran /191)
Bundan dolayı onların kalbleri sürekli olarak zikir ile meşguldü, hayatların her anı ibadet idi. Bu anlayışın doğal sonucu olarak onlar; ticaret sırasında, alış-veriş yaparken kendilerini ibadet dışında sayarak Allah'ı zikretmekten gafil kalmayı, karşılanndakileri kan-dırmayı, aldatmayı ve müşterilerinin sırtından aşırı kârlar sağlamayı normal görmezlerdi. Onlar dinlenme anlarında, boş zamanlannda da kendilerini ibadet dışında sayarak yeni bir ibadet vakti girip de tekrar yüce Allah'ı zikretmeye yönelene kadar çirkin sözler söylemeyi, azgınlaşmayı, Allah'a karşı gelip O'nun emirlerini unutmayı normal görmezlerdi. Başka bir deyimle onlara göre hayat, "ibadetler" ve "insanlar arası ilişkiler (muamelât)" diye iki kısma ayrılmazdı. Tersine hayatın tüm faaliyetleri ayrı ayrı birer ibadetti. Bu faaliyetlerin bir kısmı, "vakitleri belirli" ve herkese farz olan klâsik ibadetler iken diğer bir bölümü de insanın politik, ekonomik, sosyal, ahlâkî, bilimsel, kültürel bütün davranış ve tutumlarını içeren insanlar arası ilişkil-lerdi, ama bunlann tümü ibadetti, yüce Allah'ın adı zikredilerek ve yüce Allah'ın indirdiği hükümler gözetilerek yapılmaları gerekli idi. Tıpkı bunun gibi, onlann anlayışlarına göre bazı tasavvuf tekerlemelerinde söylendiği gibi, hayat "Bir anı kalbin için ve bir anı da Rabbin için" diye de ayrılmazdı. Bu anların her ikisi de "Allah için"di. Sebebine gelince bunlar hayatın anları idi ve "hayat da tümü ile Allah için" di. Acaba ibadet, bu eşsiz ilk müslüman kuşağın anladığından başka bir anlama gelebilir mi? Acaba onların "İnsanlar arası ilişkiler (muamelât)" alanında yüce Allah'ın (c.c.) indirdiği hükümlere bağlılık göstermeleri, bu dine kendilerinin ekledikleri bir fazlalık mı idi? Acaba dinlenme anlannda, boş zamanlannda bile İslâmın edep ve ahlâk ilkelerine bağlılıklarım devam ettirmeleri, bu dine kendilerinin kattıkları bir ek yükümlülük mü idi? Yoksa bizzat Peygamber Efendimizin (s.a.v.) kendilerine öğretmiş olduğu "din" bu mu idi? Acaba alış-verişte, ticarette doğruluk ve güvenilirlik, verilen sözlerde durmak, girişilen her işi dürüstçe ve titizlikle yapmak, her davranışta ölçülü ve tutarlı olmak, edep ve ahlâk kurallarına bağlı kalmak; acaba bütün bunları, onlar, kendileri mi ortaya çıkarmışlar, sorumlu olmadıkları bir takım nafileler olarak mı uygulamışlardır? Evet, onlann sırf kendileri tarafından uygulanan özel bir takım nafile alanları vardı. Bu alanlarda onlar men-dupleri (özendirilmekle yetinilen iyilikleri) birer farzmış gibi yüklenmişlerdi. Zaten onları, ulaştıkları o başdöndü-rücü doruklara yükselten faktörler bunlardı.
Fakat acaba hayatın tümünü, insanın yüce Allah tarafından indirilen direktifleri uyannca yürüteceği ve sadece yüce Allah'a yönelteceği bir ibadet algılamak, onlann ken-diliklerinden getirdikleri bir yorum mu idi, yoksa yüce Allah'ın "De ki; 'Benim namazım, diğer ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah içindir" ve "Onlar ayakta, otururken ve yatarken Allah'ı zikrederler." (Enam/ 162-163, Al-i İmran/ 191) Doğruluk, güvenilir olmak ve verilen sözlerde durmak ilâhî yükümlülükler olduklarına göre, acaba bu yükümlülükler ibadet kapsamına dahil midirler, yoksa onun dışında kalan bir takım eklemeler midirler? Bunlar nasıl ibadet kapsamı dışında ya da ekleme şeyler sayılabilirler ki, yüce Allah (c.c.) şu ayette pekiştirme ifadelerinin en güçlüsü ile insanlan sırf kendisine ibadet etsinler diye yarattığını buyurmaktadır. "Ben cinnleri ve insanları sırf bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat/56) İnsanlığın ana gayesi, yüce Allah'a ibadet etmek olunca, O'nun, insanlara önerdiği yükümlülüklerin bir tekinin bile ibadet çerçevesinin dışında olması mümkün olabilir mi? Öyle bir şey olsa, yüce Allah'ın (c.c.) insanlan -başka herhangi bir şey yapmalan için değil- sırf kendisine ibadet etsinler diye yarattığım bildiren vurgulu ve pekiştirmeli buyruğu nerde kalırdı? Buna göre sahabilerin ibadet anlayışları doğru olduğu gibi, bu anlayışa dayanan tutumları doğru idi. Fakat sahabilerden sonra öyle müslüman kuşaklar geldi ki, bunlar yüce Allah'ın (c.c.) önermiş olduğu bazı yükümlülükleri hafife alarak onlan kendi kafalanndan yavaş yavaş ibadet çerçevesi dışına ve ibadet kavramının çerçevesini gitgide daraltarak onu sadece bazı sayılı klâsik ibadetlerle sınırlamışlardır. Bu sınırlama eğiliminin sonucu olarak doğruluk ve doğru sözlülük, ibadet çerçevesi dışına çıkarılınca halkın anlayışına göre artık vazgeçilmez bir nitelik olmaktan çıktı. Artık o, sadece iyi bir huydu. Eğer insanlarda bulunursa ne ala; bulunmazsa bir zaran, bir sakıncası yok! Yine bu sınırlama eğilimin sonucu olarak güvenilirlik (emanet), ibadet çerçevesi dışına çıkarılınca artık insanlar arası ilişkilerni vazgeçilmez şartı olmaktan çıkıverdi. O, artık iyi bir huydan ibaretti. Belirli bir kişide bulunsa ne âlâ; bulunmasa da zaran yok! Yine bu sınırlama eğiliminin sonucu olarak verilen sözlerde durmak, ibadet çerçevesi dışına çıkarılınca, artık vazgeçilmez olma niteliğini yitirdi. O, artık hatiplerin cuma hutbelerinde verdikleri iyi bir öğütten ibaretti. Hiç kimse onu uygulamasa da zaran yoktu!
İşte böylece halk arasında ahlâksız, yüce Allah'ın (c.c.) indirmemiş ve emretmemiş olduğu, hatta yüzde yüz tersini emretmiş olduğu bir İslâm ortaya çıktı. Böyle olduğu halde halk, bu İslâmı, "Kulların, Rabbinin istediği şey" sayarak uygulamaya devam ediyorlardı. Derken "Murcie" düşüncesi ortaya çıkarak bu yıkıcı inanç gerilemesinin yanına takılıyor. Her yeni inanç gerilemesi adımı ile etki alanını yavaş yavaş genişletiyor. Böylece bu akımın "büyük" ilkesi olan "İmanla birlikte hiç bir şey zarar vermez", "iman, sadece kalb doğrulamasıdır", ya da "İman, kalb doğrulaması ile dil onayıdır" ve "Amel, imanın kapsamı dışındadır" şeklindeki sloganları günden güne daha çok taraftar buluyordu. Gerçekten bu söylediklerimizi yapan insanlar, iman çerçevesi dışına çıkmıyorlardı. Onlar, yüce Allah'ın karşısında günahkâr kimselerdi. Yüce Allah onlan dilerse azaba çarptınr ve dilerse merhametinin kapsamına alırdı. Fakat bütün bunları yapan "Hazreti Muhammed Ümme-ti"nin iyi yolda olduğunu ve İmanın varlığı halinde hiç bir şeyin zararlı olmayacağını sanmak, hem yüce Allah'ın (c.c.) hem Peygamber Efendimizin (s.a.v) ve hem de tarih sürecinin yalanladığı asılsız bir kanaat idi. Neden derseniz, bir defa yüce Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyuruyor: "İş, ne sizin kuruntunuza ve ne de ehl-i Kilab'ın kuruntularına göre değildir. Kötülük yapan, cezasını görür ve Allah dışında ne bir dost ve ne de bir destekçi bulamaz. Buna karşılık mümin olmak şartı ile iyi amel işleyen erkek ve kadınlar da cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar." (Nisa/ 123-124) Peygamber Efendimizin - salât ve selâm üzerine olsun-bu konuda ne söylediğine gelince O, bir sabah sahabilerden birine "Bu geceyi nasıl geçirdin?" diye sorar. Sahabi de O'na "Gerçek mümin olarak sabahladım" karşılığını verir. Bunun üzerine sahabiye "Her gerçeğin bir mahiyeti var, senin bu söylediğinin mahiyeti, içyüzü ne?" diye sorunca adamdan şu cevabı alır; "Dünyadan el-etek çekerek gündüz oruç tuttum ve geceleyin de sabaha kadar ibadet ettim. O sırada sanki Rabbimin Arş'ını görür gibi idim. Yine sanki cennetlikler ile cehennemdekileri görür gibi idim. Cennetlikler biribirleri ile sohbet ederken cehennemlikler acayip sesler çıkararak bağrışıyorlardı." Sahabinin bu cevabı üzerinde Peygamberimiz sözlerni şöyle bağladı; "Sen Allah'ın kalbini nurlandırdığı bir adamsın. Doğruyu buldun, bu yoldan ayrılma."[2] Tarihin süreci ise bu konuda söyleyeceğim açıkça söyledi. Onun sözü, yüce Allah'ın (c.c.) değişmez ve alternatifsiz sosyal kanunudur ki, onun da özü şudur: Bu ümmet, sırf kalb doğrulaması ve dil onayı sayesinde değil, imanının gereklerine bağlı kaldığı oranda
egemenliğini perçinlemiş, buna karşılık imanının gerektirdiği amelleri, yani "Lailâhe illellah" ilkesinin gereklerini kıstığı oranda sarsılmış ve egemenlik kaybına uğramıştır. Yine o eşsiz kuşağın hayatına dönelim: Bir defasında savaşta zafere ulaşmaları gecikince birbirlerine şöyle derler; "Herkes kendi kendini denetleyerek yüce Allah'ın ve Peygamberimizin herhangi bir emrini ihmal edip etmediğini belirlesin". Bu nefis muhabesi sonucunda aralanndan biri dişlerini mısvıkla ovmayı ihmal etmiş olduğunu söyleyince hep birlikte "İşte sebep budur" derler! Şimdi de Rabb'lerinin emirlerini kısıtlayarak amelsiz ve ahlâksız bir İslâm yaşadıkan halde arkasından ortaya çıkıp "İman varolduktan sonra hiç bir şey zararlı olmaz" diyen sonraki nesilleri düşün. Sonra da hem onların ve bunlann tarihteki yerine bak! "Lailâhe illallah" ve ibadet kavramlarının son müslü-man kuşaklar tarafından nasıl yozlaştırıldıklarını anlattıktan sonra bu kuşakların diğer bütün İslâm kavramlarını, meselâ kaza ve kader kavramını, dünya-Ahiret kavramını, yeryüzünü kalkındırma ve geliştirme kavramını da yaygın biçimde yozlaştırdıklanm anlatmak, bu konuda geçen bölümün sonundaki değinmelerimize dönerek orada söylediklerimize başka bir şey eklemek gereğini duymuyoruz. Sadece bütün bu açıklamaların ortak sonucu olarak ortaya çıkan ve bu ümmetin hayatında belirmiş "İnanç gerilemesi" olarak adlandırılabilecek olan gerçeğe ve bu gerçeğe eşlik eden "davranışsal gerileme" realitesine parmak basıyoruz. Bu olumsuz gelişmelerin her ikisi de son derece tehlikelidir. Fakat tehlikelerin daha büyüğü, hiç kuşkusuz, "İnanç gerilemesi"nin altında saklıdır. Çünkü inanç gerilemişi davranışlar alanındaki gerilemeyi bir yandan besleyip azdırmakta, bir yandan da tedavisini geciktirmektedir. Şunu demek istiyoruz. Eğer inanç sağlam olur da davranışlar alanındaki gerileme, sadece yükümlülüklerden sıyrılma eğiliminde olan insan tabiatından kaynaklanırsa bunun önüne geçmek için uyarıda bulunmak yeterli olur. Çünkü uyarı, yükümlülükleri unutmaya yolaçan gafletin (aymazlığın) ilâhî ilâcıdır. Fakat asıl hastalık "inanç gerilemesi" olunca, sadece uyarıda bulunma -bilinen normal şekilleri ile- yeterli olmaz. Çünkü bu uyan insan kalbi tarafından alışılagelen biçimde kabul edilmez. Bu durumda ilk önce kalbi yakalandığı hastalıktan kurtarmak gerekir. Son dönemde İslâm ümmetinin hayatında ukdelerin (düğümlerin) ukdesi, problemlerin problemi haline gelen bu inanç gerilemesi, özellikle Allah'ın şeiratının zalim Haçlı (Hristiyan Batı) saldırılan sonucunda tamamen yürürlükten kaldırılması üzerine son yüzyılda en karmaşık derecesine ulaştı. Fakat biz bu sözlerimizle tarihin adımlarını hızlandırmak istemiyoruz. Tersine bu süreci son aşamasına kadar adım adım izlemek istiyoruz. Biz sözlerimizin bu noktasında, İslâm ümmetinin hayatında meydana gelen bu inanç gerilemesinin çapını ölçerken kullanacağımız kriteri, ölçü birimini belirlemek istiyoruz. Hiç kuşkusuz bu kriter, müslümanların hayatlarının her konudaki mercii olan Kur'an ve sünnettir. Bunlardan sonra gelen bir üçüncü kriter ise bu dini gerek düşünce ve
gerekse davranış biçimlerini somut realiteler dünyasına imanlarının gerektirdiği gibi uygulamış olan ilk müslü-man kuşağın hayatıdır. Buna göre bizler Kur'ana, sünette ve ilk müslüman nesillerin hayatına ne kadar yaklaşırsak inanç bakımından o kadar "ilerlemiş" oluruz. Hiç kuşkusuz davranış bakımından da öyle. Buna karşılık Kur'an'dan, sünnetten ve ilk müslüman kuşakların hayatından ne oranda uzak ve geri düşsek, inanç bakımından o oranda "gerilemiş" oluruz. Tabii ki, davranış bakımından da öyle. Bunlar, aklımızdan hiç çıkarmamamız gereken ilk sıradaki önemli gerçeklerdir. İster sapma akımı ile bu akımın toplum hayatındaki sonuçlarını incelerken olsun, isterse kurtuluş yolunu ararken olsun, bu temel gerçekleri gözö-nünden hiç bir zaman uzaklaştırmamalı, yolumuzu kaybetmemek için bunları her zaman bilincimizde taşımalıyız.
II. BİLİM, UYGARLIK, EKONOMİ, DÜŞÜNCE VE KÜLTÜR ALANINDA GERİLEME İslâm dünyasının uğramış olduğu bütün gerileme biçimleri, inanç alanında gerilemeden doğdu. Bilim, uygarlık, ekonomi, savunma, düşünce ve kültür alanlarındaki gerilemeler gibi. İnanç gerilemesine yolaçtığım belirttiğimiz faktörlerin, sözünü ettiğimiz gerileme biçimleri ve alanları üzerindeki etkileri farklıdır. Yani bu gerileme biçimleri ile alanlarının kimisi üzerinde "Murcie" düşüncesinin etki oranı daha belirginken kimisi üzerinde Tasavvufun etki oranı daha açıktır. Bazısı üzerinde insandaki yükümlülüklerden sıyrılma eğiliminin etki oranı daha çokken diğer bazısı üzerinde siyasî baskının etki oranı daha ağırlıklıdır. Fakat bu faktörlerin ortak geriletici etkisi, bu alanların hepsinde görülür, aslında inanç gerilemesinden kaynaklanıp beslenen bu gerilemelerin her biri bu faktörlerin yozlaştırıcı etkilerinden pay alırlar. İnsanın sırf kalb doğrulaması ile dil onayı sayesinde, İslâmiyetin gerektirdiği hiç bir ameli işlemese bile, eksiksiz bir mümin olabileceğini ileri süren "Murcie" akımının meydana getirdiği uyuşukluğu düşününüz. Buna gerek "zikir" ile ilgili saplantıları ve gerekse insanları İslâmiyetin gerektirdiği davranışları yapmaksızın yüce Allah (c.c.) tarafından affedilecekleri anlayışına bel bağlamalarını da tasavvufun yolaçtığı uyuşukluğa ekleyiniz. Bu katmerli uyuşukluğun bir de insanı sadece şahsî problemleri ile oyalanıp onu toplum ve ümmet yarannı düşünmekten alıkoyan siyasi rejimlerin baskısı ile erişeceği boyutları hesap ediniz. Ayrıca bu uyuşturucu faktörlerin tümüne, insanın, yükümlülüklerden kaçınma eğiliminin eşlik ettiğini tasavvur ediniz. İslâm ümmeti, bütün bu uyuşturucu faktörlerin ortak etkisi altında en az iki yüzyıl boyunca -hatta belki de daha fazla- tam bir uyuşukluk içinde bocaladı. Oysa Batıda onyedinci ve onsekizinci yüzyıla karşılık olan bu zaman parçası, Avrupa'nın siyasî egemenliğini kurup perçinleme
alanında ileri adımlar attığı bilim, uygarlık ve maddî kalkınma alanlarında önemli gelişmeler gösterdiği bir dönem olarak karşımıza çıkar. Avrupa, orta çağının karanlık etkilerinden sıyrılarak ruh ve ahlâk alanındaki kesin yoksulluğuna rağmen İslâm dünyasından aldığı bilim ve uygarlık sayesinde bütün bilim dallarında güçlü bir hareket gerçekleştirdi. İslâm dünyası ile aynı dönemde az önce işaret ettiğimiz katmerli uyuşukluk ile baskılı siyasî rejimlerin ve yükümlülüklerden sıyrılma eğiliminin ortak etkisi ile derin ve uzun dönemli bir uykuya daldı. Böylece Avrupa'nın gelişmek için bütün gücünü harcadığı bu dönemde İslâm alemi boyuna yokuş aşağı yuvarlanıyordu. Bilim alanında yavaş yavaş bütün "dünya bilimleri"ni öğretim kurumlarından uzaklaştıran büyük bir daralma, büyük bir büzülme meydana geldi. Aynı dönemde şeriat bilimlerinde de en çok hicri beşinci yüzyılın düşüncesi ile yetiniliyordu. Ayrıca bu konuda hicri beşinci yüzyılın orijinalliği ile daha sonraki yüzyılların yıldan yıla "taşlaşmağa yüz tutan taklitçiliği arasındaki büyük farkı da hesaba katmak gerekir. Birinci bölümde işaret ettiğimiz gibi İslâmî ilim hareketinin en övünülecek özelliklerinden biri, bu hareketin bütün bilim dallarına açık olması, her bilim dalında orijinal çalışmalar ortaya koyması idi. Bunun sonucu olarak aynı kişi, şeriat ilimleri alanında ve hem de tıp, astronomi, fizik ve kimya dallarında -bu alanlar arasında hiç bir çatışma ve çelişme kompleksine kapılmaksızm- bilgin olabiliyordu. Nitekim Avrupa, karanlık orta çağından çıkmaya başladığı sıralarda öğrencilerine bütün bilim dallarım ayırım yapmaksızın öğreten Endülüs medreseleri ile diğer İslâm medreselerinden ilim öğrenmeye koyulmuştu. Bu öğretim kurumlarının en bariz özelliklerinden biri şeriat ilimlerinin yanında, dünya ilimlerinde de programlarında yer vermeleri idi. Avrupa, deneysel metodu bu kurumlarda öğrendiği gibi müslüman bilginlerin tıp, astronomi, fizik, kimya, matematik ve optik (fizik) dallarında yazdıkları eserleri Batı dillerine çevirerek Rönesans çağının başlangıcında müslümanlara talebelik etti. Fakat "gafil (şaşkın)" müslümanlar yavaş yavaş sadece hüküm bilimleri ile yetinmeye yönelerek bu bilim dallarını öğretim kurumlarından kovmaya giriştiler. Ayrıca hüküm bilimleri alanındaki araştırmaları da olması gerekenin yanında "gerilemiş"ti. Bu konuda tasavvufun belirgin biçimde etkili olduğu söylenebilir. Çünkü tasavvuf, dünya ile Ahireti biribirinden ayırdı. Ruhları arındırıp Ahirete döndürmek gerekçesi ile dünyayı ihmal etmeye yöneldi. Bunun sonucu olarak ruhu ağırlaştınp şeffalığından ve uçuculuğundan uzaklaştırır bahanesi ile yeryüzü kalkınmasını da savsakladı. Buna bağlı olarak da bu kalkınma ile ilgili olan bütün bilim dallarım ihmal ederek bunlan, ümmetin gözünü kırpmadan feda edebileceği nafileler, fazlalıklar olarak saydı.[3] Evet, tasavvufun bu konudaki etkisi belki belirgindir, ama bu kötüye gidişin tek sorumlusu o değildir. Çünkü eğer müslümanlar, aralarında düşmanlarım yıldırıp caydırma amacı ile savunma gücü hazırlamanın da bulunduğu ilâhî yükümlülüklerine bağlılıklarını sürdürselerdi, bu ilim dallarının çoğunu düşmanlarına üstünlük sağlayacak
bir titizlikle öğrenip bilmek zorunda olduklarım göreceklerdi. Çünkü bu bilimlerin ihmal edilmesinde ve onlara ihtiyaç duyulmamasında, tasavvufun yanında yükümlülüklerden sıyrılma eğilimi de etkili oldu. Ayrıca her eksikliğe ve her kusura bahane bulan, kılıf uyduran "Murcie" düşüncesi de sahnede idi. Böylece İslâm ümmeti, yavaş yavaş ilme düşkünlük, bilim ile içli-dışlı yaşama özelliğini bütünü ile yitirdi. Bir zamanlar merkezini oluşturduğu bilim dairesinin dışına çıktı. Yeryüzünün en bilgili ümmeti olduğu ve Avrupa'nın önünde diz çöküp bildiklerini kendisinden öğrenmeye koştuğu günler artık geride kalmıştı. Ayrıca İslâm alemini dört bir yandan kuşatan bu "daralma, büzülme" akımından bir süre sonra hüküm ilimleri de etkilendi. Bir yandan toplumda ilme karşı olan eski itibar azaldı. Bunun sonucu olarak cahillik ve okuma-yazmasızlık yaygınlaştı. Oysa Batı dünyası, bu dönemde ters orantılı bir gayretle cahilliğe karşı savaşmaya koyulmuş ve bilgiyi yaymak amacı ile birçok okullar açmaya girişmişti. Diğer yandan hüküm bilimleri, en aşağı beş yüzyıl önceki öğretim düzeylerinde dondurulmuştu. Ayrıca eski yunan felsefesinin saldırısı sonucunda bünyelerine giren ya-bancı unsurların yıkıcı etkisini de hesaba katmalıyız. Bu saldırının sonucu olarak ortaya çıkan ve İslâm bilim hazinesine hiç yararı ve katkısı olmayan "Kelâm ilmi"ne özellikle parmak basmalıyız. Bu bilim dalı, hiç bir yararlı katkı getirm'ediği bir yana, inançla ilgili araştırmaları, bir takım soğuk ve karmaşık zihni spekülasyonlara dönüştürdü. Bu zihni spekülasyonlar İslâm inancının canlı içeriğini boşaltarak bunun yerine bir sürü amaçsız ve sonuçsuz tartışmaya yolaçan felsefî meseleleri doldurdu. Bütün bunlara ek olarak öğrenciler, düşünce yeteneğinden yoksun birer ezberciye dönüştürüldü. Her öğrencinin bilgi ölçüsü, ezberlediği metinler, şerhler ve haşiyeler sayı-lıyordu. Bu öğrencilerin kendi hesaplarına ve kendi kendilerine düşünce üretmeleri hiç özendirilmiyordu. Bunun sonucu olarak "bilginler" bilimsel orijinalliklerini yitirerek eski alimlerin görüşlerini tekrarlayan taklitçiler haline geldiler. Bu saydıklarımıza bir üçüncü kötülük daha eklendi. Bu da öğretim üyelerini de içine alan mezhep taassubu akımı idi. Herkes öğrenciliğinden beri benimsediği mezhebi, taasupla tutuyor, olanca din uğrunda "cihad" gayretini, kendi mezhebi ile mezhep imamlarının diğer mezhepler ile onların imamlarının üstün olduğunu kanıtlamak için kullanıyor, bu uğurda zaman zaman ağız tartışmalarının sınırını aşarak el ve vücud savunmaları biçimine dönüşen mücadelelere girmekten kaçınmıyorlardı. Bu arada ayrılık ve farklı mezhep bağlıları arasında rekabet yaygınlaştı. Öyle ki, bazı mezhep bağlıları, kendi mezheplerinden olmayan imamların arkasında namaz kılmıyor, hatta yanında namaz kılarken kendi mezhebinin uygulamalarına ters düşecek şekilde ellerini göğsü üzerinde bağlayan ya da yana salan bir müslüman kardeşi ile gözünü kırpmadan savaşmaya girişiyor, müslüman kardeşi ile giriştiği bu savaşı İslama "hizmet" etmek sayıyorlardı.
Ümmetin dini kurumlarında görevli öğretim adamlarının durumu bu olunca -geri kalan halk kesimi asılsız saplantılardan başka hiç bir bilgisi olmayan cahillere dönüştükten sonra, dinin sosyal hayatın ekseni, dinamosu, ciddi atılımlarının başlatıcı faktörü ve yönlendirici olduğunu da hesaba katarsak dinin özünden doğan bu boşluğu dolduracak ve insanlann amaçlarında belirsizliği giderek ne olabilir ki? Şu bir gerçektir ki, İslâm tarihinin hiç bir yüzyılı -hatta bunların en karanlık olanı bile- gerçek anlamda "bilginden yoksun kalmadı. Fakat böylelerinin gitgide azalışı ve buna karşılık donukluk ile taklidin gitgide yaygınlık kazanması anlamlı idi. Her şey, her şeye damgasını basan daralma ve batmaya yüz tutma akımı ile atbaşı gidiyordu. Kısacası, hem dünya ve hem de şeriat bilimleri alanında görülen ve aslında inanç gerilemesinden kaynaklanan "bilimsel gerileme" içinde bulunduğumuz yüzyılda, İslâm dünyasını alt-üst edecek olan korkunç Haçlı saldırısının eşiğine gelindiğinde İslâm toplumunu tamamen karanlık egemenliği altına almıştı. ***
Uygarlığın maddi ve manevi kesimlerindeki gerilemeye gelince, bu durum bilimsel gerilemenin eşi ve yoldaşıdır. Ayrıca onunla aynı kaynaktan doğmakta ve aynı faktörün etkisi altında meydana gelmektedir. Bu ortak faktör inanç gerilemesidir. Uygarlığın manevi kesimini oluşturan ahlâk ve değerler sistemini, insanlara ahlâksız bir İslâm sunmaya kalkışan "Murcie" düşüncesi devreden çıkardı. Çünkü ahlâk, manevî değerler sistemi olduğu kadar aynı oranda davranış sistemidir de. Yoksa gerçekler dünyasında hiç bir varlığı, hiç bir pratiği olmayan, havada asılı bir takım boş sloganlara dönüşür. İslâm dini, gerçek niteliğini taşıdığı dönemlerde en büyük özelliklerinden biri gerçekler dünyasında pratik davranışlar biçiminde uygulanan ahlâk değerlerinden oluşmuş olması idi. Bu gerçek, ilk müslüman kuşakların anlayışında "Lailâhe illellah" ilkesinin gerçek anlamlı tercümesi idi. Yani onlara göre ahlâkî davranışlar ile inanç arasında sıkı bir bağ vardı. Başka bir deyimle, onlara göre bu dine inanan kimsenin davranışları, sözkonusu ahlâk değerlerine sıkı sıkıya bağlı kalmalıydı. Nitekim Peygamber Efendimiz -salât ve salam üzerine olsun"Din, insanlar arası davranışlar demektir." derken kendilerine bu gerçeği öğrettiği gibi, Hz. Ayşe -Allah ondan razı olsun"Peygamberimizin ahlâkı Kur'an idi" derken de yine aynı gerçeği dile getiriyordu. İnanç sistemi ile bu inanç sisteminin gerektirdiği ahlâkî davranışlar arasındaki sıkı ilişki, bu dinin önerdiği uygarlığın öz değeridir. İslâm toplumunu, maddî uygarlık alanında ne kadar zayıf olursa olsun, uygar toplum yapan şey, bu değerdir. Bu değer aynı
zamanda ahlâk değerlerine bir yandan kaynaklık eden ve bir yandan aralarında sıkı ilişki bulunan inanç sistemini, uygarlığın özü konumuna getirir. İşte ilk müslüman kuşak, maddî ve kurumsal uygarlık alanındaki düzeyinin bütün sadeliğine rağmen, bu ölçü ile tüm insanlık tarihinin en uygar kuşağı idi. Çünkü o kuşak, insanlığın tanıdığı en yüce insani ve ahlâkî değerleri gerçekler alemine uyguluyordu. Birinci bölümde anlattığımız gibi bir süre sonra ve zamanı gelince maddi kalkınma hamlesi ortaya geldi. Bu ortaya geliş, İslâm dininin her yönde toplum yapısına üflediği korkunç hayati akımın bir uzantısı olarak belirdi ve İslâmiyetin doğduğu andan beri varolan "uygarlık özü"nü saran bir kabuk ve ona biçim veren bir "şekil" oldu. Fakat daha sonra "ibadet" kavramı, onu sadece klâsik ibadetler ile sınırlayan bir yozlaşmaya uğradı. Bu yozlaşma, ilk müslüman kuşaklann anlayışındaki geniş kapsamlı ve çok cepheli ibadet kavramının içeriğine giren birçok "insanlararası ilişkileri (muamelât)" bu kavramın dışına attı. Oysa bu ilişkiler, ilk müslüman kuşaklann algısına göre "Lailâhe illellah" ilkesi ile sıkı sıkıya ilişkili İslâmî davranış tarzları sayılıyordu. Arkasından ortaya çıkan "Murcie" düşüncesi "amel"i, yani davranışı, eylemi iman'ın kapsamından çıkarmakla bu yozlaşmaya meşruiyet bağışladı. İşte bu iki faktör (ibadet kavramında beliren sınırlayıcı yozlaşma ile Murcie düşüncesi) elele vererek inanç sistemi ile sıkı sıkıya ilişkili ve bu sistemin gerçekler dünyasına yansıyan tercümesi olarak ahlâkî davranışları dayanak kabul eden bu dinin içerdiği uygarlık özünü tahrip ettiler. Başka bir deyimle İslâm tarihinde öyle bir gün geldi ki; yalan söylemekte, başkalarını aldatmakta, emanete hiya-net etmekte, görevini umursamamakta, verdiği sözü tut-mamakta, müslüman kardeşine karşı kin beslemekte, onun elinde-avucundakini kaybetmesini temenni etmekte, münafıklık (iki yüzlülük) etmekte, insanları gammazlamakta, başkalarını alaya almakta, dedikodu yapmakta, cimrilikte, korkaklıkta ve komşusunun aç olduğunu bile bile rahat yatağına uzanıp mışıl mışıl uyumakta yüreğinde bir sakınca, bir sıkıntı duymaz oldu. İşte o gün İslâm uygarlığı, özünü yitirmiş oldu. Çünkü böylece bu uygarlık, "lailâhe illellah" ilkesine dayanan ahlâk sisteminden ve özünü, temel direğini oluşturan yüce insanî değerlerinden soyutlanmış oluyordu. Öteyandan "dünyanın leş ve peşinden koşanların köpek" olduğu, yüce Allah (c.c.) katında bir sivrisinek kanadı kadar değer taşımadığı, buna göre takva sahibi müminler tarafından geçici bir iltifata lâyık görülmeyecek kadar hor ve hakir görülmesi gerektiği gerekçesi ile yeryüzü kalkınmasını ve kurumlarının düzenlemesini ihmal eden tasavvuf akımı da uygarlığın "biçimsel ve maddî" kesimine karşı çıktı; insanları yapıcılıktan, gelişme gayretlerinden ve kurumsal düzenleme çabalarından alıkoydu. Çünkü halk -tabii ki, çoğunluğu kasdediyoruz- önce fakirleşti, sonra da fakirliğe razı oldu, arkasından da bu tutumuna Kur'an'da ve sünnette övülen "kanaat" ve yüce Allah'ın kaderine razı olma şeklinde bir kılıf uydurdu. Bu anlayışa göre toplumda kurumsal düzenlemeye girişmek de gereksizdi. Çünkü hayat, ne durumda ve nasıl olursa olsun, gelip geçen sayılı yıllardan ibaretti. İnsanlar bu dünyadan göçtükten sonra Rabblerinin huzuruna varacaklar ve kendilerine sonsuz cennet nimetleri bağışlanacaktı.[4]
Bu saydıklarımıza bir de tasavvufun yapısında taşıdığı yozlaştırılmış tevekkül anlayışını, sebeplere sarılmayı umursamamayı, ne kadar kötü olursa olsun, insanın mevcut durumu değiştirmeye kalkışmaması, hatta böyle bir arzu bile beslememesi gerektiği, çünkü bunun yüce Allah'ın kaderine karşı çıkma anlamına geleceği zihniyetini de eklemek gerekir. Bütün bunların sonucu olarak müslü-manlarda, uygarlığın maddi ve kurumsal alanlarında hiç bir yaratıcı arzu kalmadı. Bunun arkasından bilimsel yoksulluğun öldürücü darbesi devreye girerek vicdanlarda varolabilecek olan arzu kırıntılarını bile uygulamaya geçmekten tamamen aciz bırakıyordu. İşte böylece yozlaşmış ibadet kavramında ve bu yozlaşmaya meşruluk kılıfı giydiren "Murcie" düşüncesinde, bunlann yanında insanları İslâmın denge kavramından saptıran, İslâmı pratik hayata yansıtma ve yeryüzünde ilâhî metoda göre kalkınmaya girişmeyi bir nafile hareket değil de savsaklanmaz bir yükümlülük olarak benimsemekten uzaklaştıran tasavvuf akımında somutlaşan inanç gerilemesi ile karşı karşıya geldik. Bu inanç gerilemesinden de, bu ümmeti, uygar insanlar camiasının dışına çıkaran korkunç bir uygarlık gerilemesi kaynaklandı. Tıpkı daha önce uğradığı inanç gerilemesi yüzünden bilgili insanlar camiasının dışına düştüğü gibi. ***
İslâm aleminin tümünü pençesi altına alan ekonomik gerilemenin bu ümmetin hayat tarzından kaynaklanan gerçek sebeplerim açıklamak, büyük çaba gerektiren zor bir iş değildir. Evet, ortada bu gerilemede payı olan bir takım güçlü sebepler de yok değil. Fakat bunlar tek başlarına bu gerilemeyi ne açıklayabilir ve ne de onun gerekçeleri olabilirler. * Meselâ Hristiyan Batı dünyası, Endülüs'teki İslâm devletinin varlığına son verdikten sonra İslâm dünyasını kuşatma altına almaya, onu her yolu kullanarak zayıflatmaya gayret etti. Bu amaçlarım gerçekleştirebilmek için benimsedikleri yollardan biri de o güne kadar müslüman ülkelerinin elinde bulunan dünya ticaretini kendi ellerine geçirmek için giriştikleri sürekli çaba idi. Müslüman ülkeler Akdeniz ve Kızıldeniz'e egemen oldukları için dünya ticaretini ellerinde tutuyor ve bu ticaret bütün İslâm dünyasına büyük bir maddi servet sağlıyordu. İşte bu sürekli çabaların bir sonucu olarak Portekizliler, Afrika kıtasının güneyinden dolaşan ve Ümit Burnu'ndan geçen yeni bir ticaret yolu keşfettiler. Üstelik bu yolu müslüman bilginlerin haritalarından ve müslüman denizcilerden yararlanarak keşfettiler. Bu yolu keşfeden Batılılar yavaş yavaş uzak doğu topraklarını ve zenginlik kaynaklarım ele geçirerek Ümit Burnu'ndan dolaşarak Avrupa limanlarına ulaşan gemileri ile bu servetleri kendi ülkelerine taşımaya ve İslâm dünyasını o güne kadar sağladığı büyük gelirden yoksun bırakmaya yöneldiler. Bir süre bu girişim gerçekleşti ve İslâm dünyasının ekonomik yapısına son derece ağır bir darbe indirdi.
Fakat ekonomik gerilemenin açıklaması ya da asıl gerekçesi bu mudur? Acaba İslâm devletinin ilk kuruluş günlerinde, o dönemin savaş, politika ve ekonomik güç merkezleri nerelerdi? Bütün bu güçler Eski İranlılar ile Bizanslıların ellerinde değil miydi? Buna rağmen tarih neye şahid oldu? Yeni bir inancın şevki ile yeryüzüne dağılan bu diri ümmet, o günün bütün batıl güçlerini yerle bir ederek onların yerine İslâm devletini kurdu. Sözünü ettiğimiz güç odaklarının tümünü ele geçirerek kısa bir zamanda yeryüzünün en büyük gücü oldu. Zamanla gücünü her alana yayarak hem savaş hem politika ve hem de ekonomi alanlarında döneminin tek söz sahibi otoritesi oldu. Bütün bunlar yüce Allah'ın bu mümin ümmete vaat ettiklerinin gerçekleşmesi idi. Nitekim yüce Allah (c.c.) buyuruyor ki: "İçinizden iman edip salih amel işleyenlere Allah vaa-detti ki, nasıl onlardan öncekileri egemen kıldı ise onları da yeryüzünde egemen kılacak ve kendileri için seçip be-ğendiği dinlerini kendileri için perçinleyecek ve korkularının ardından kendilerini tam bir güvene kavuşturacaktır. Çünkü onlar hep bana kulluk ederler ve bana hiç bir şeyi ortak koşmazlar." (Nur/55) Peki daha sonraki dönemlerde bu durumu değiştirerek güç merkezlerinin müslümanlann elinden çıkmasına yola-çan faktör nedir? Denecek ki, buna yolaçan faktör, İslâm düşmanlarının güçlendikleri bir dönemde müslümanlann savaş güçlerinin zayıflaması ve bunun sonucu olarak düşmanları karşısında yenilgiye uğramalarıdır.[5] Evet, bunlar görünen sebeplerdir ve varlıktan kuşkusuzdur. Fakat tarihi, onun sürecini sadece gürünür sebeplere bağlayarak okumak, insanı gerçeğe ulaştırmaz, tersine onu gerçekten saptırarak yanılgıya düşürür. Acaba sözlerin en doğrusunu söyleyen yüce Allah (c.c.) bu konuda bize ne buyuruyor? Bir de ona bakalım: "Herhangi bir millet kendi tutumunu değiştirmedikçe Allah, onların durumunu (statüsünü) değiştirmez." (Rad/11) "Bu böyledir. Çünkü herhangi bir millet kendisinde bulunan güzel meziyetleri değiştirmedikçe Allah, onlara verdiği nimeti değiştirmez." (Enfal/53) Müminlerin vicdanlarını etkileyen meziyeti, imandır. Buna göre bu vicdanlarda meydana gelebilecek olan değişiklik imanın özü ile ilgili olabilir. Bu duruma göre bu ümmet inanç alanında "ilerlemiş" olduğu zaman yüce Allah'ın (c.c.) kendisine vaadetmiş olduğu yeryüzü egemenliği, istikrar ve güven gerçekleşir. Buna karşılık inancında "gerileme" meydana geldiği takdirde yüce Allah kendisine bağışlamış olduğu nimetlerde değişiklik yaparak elindeki egemenliği, istikran ve güveni geri alır.
Demek oluyor ki, dünya ticaretinin müslümanlann elinden çıkmasının ve Hristiyan Avrupa'nın eline geçmesinin sebepleri, bu ümmet bütününün inanç gerilemesine uğraması ve bunun sonucu olarak her alanda beliren daralma ve silinme eğilimidir. Bu böyle olduğu gibi gitgide artan oranda, İslâm toprağının düşmanlann egemenliği altına düşmesine yolaçan savaş gücü zayıflaması da -gelecek fasılda anlatacağımız gibi- bu inanç gerilemesinin getirdiği sonuçlardan biridir. Fakat inanç gerilemesinin ekonomik hayat üzerindeki özel etkisi gayet açıktır. Şöyle ki; diyelim ki, dünya ticareti, karşı konulamayacak kadar güçlü bir sebepten dolayı müslümanlarm elinden çıktı. Acaba müslümanlarm gelir kaynaklan, gerek o dönemde ve gerekse başka herhangi bir dönemde sırf ticarete mi dayanıyordu? İslâm dünyası, doğu ucundan batı ucuna kadar, yüce Allah'ın takdiri ile yeryüzünün en zengin, yeraltı ve yerüstü kaynakları en bol kesimidir. Bu geniş topraklann gerek altında ve gerekse üstünde o gün de bu gün de tam olarak işletilememiş bir çok gelir ve enerji kaynaklan vardır. Buna göre eğer karşı konulmaz bir sebebe bağlı olarak gelir kaynaklanndan biri elden çıktı ise ümmet bütünü, niçin tanm, sanayi ve zengin madencilik kesimindeki diğer ekonomik imkânları işletmeye girişemedi? Sebep; umursamazlık, uyuşukluk, yozlaştırılmış tevekkül zihniyeti, bilimsel yetersizlik, azim eksikliği, yeryüzü kalkınmasına boş verme ve Allah'ın kaderidir diye değişti-rilmesine çalışılmaması gerektiği, yoksa Allah'a karşı çıkmak gibi ağır bir günaha düşülebileceği safsatasına dayandırılmış fakirliğe razı olma eğilimidir. Bütün bu yıkıcı faktörlerin kaynağı inanç gerilemesinden başka nedir ki? Eğer bu olumsuz gelişme -yani müslümanlarm dünya ticaretini kaybetmeleri- bu ümmetin ilk kuşaklan döneminde meydana gelseydi, acaba onların bu olumsuz olay karşısındaki tepkileri, sonraki kuşaklarınki gibi mi olurdu. Acaba bu kuşakların tepkileri arasında meydana geleceği kesin olan fark, müslümanlarm içinde bulundukları dış şartlardan mı, yoksa aslında bu ümmetin başı ile sonu arasında beliren korkunç iç yapı farkından veya sağlıklı iman ile sapmaya ve sarsıntıya uğramış iman arasındaki farktan mı kaynaklandı? Kısacası bu olumsuz gelişme karşısında takınılan uyuşuk ve çözüm aramayan tavır, sonraki nesillerin içine düştüğü inanç gerilemesinden mi ileri geldi? İslâm tarihinin diğer olaylarını bu anlayışın ışığı altında değerlendirmeliyiz. Şunu hemen belirtelim ki, müslüman olmayan diğer ümmetlerin ya da milletlerin, Allah'dan uzak olmalarına rağmen yeryüzünde güç ve egemenlik elde etmeleri müm-kündür. Hatta Allah'dan uzaklaştıkları oranda güç ve egemenlikleri artabilir. Nitekim günümüzdeki kâfir ve inkarcı batının durumu böyledir. Çünkü bu durum, yüce Allah'ın (c.c) kâfirlere ilişkin kanunlarından biridir. Yüce Allah (c.c.) buyuruyor ki:
"Kâfirler kendilerine yapılan uyarıları unutunca yüzlerine herşeyin kapılarını açıverdik." (Enam/44) Bu durumun ne kadar süreceğini yüce Allah'ın (c.c.) belirleyeceği kısa bir zaman parçası için geçerlidir. Arkasından yıkım ve mahvoluş gelecektir. Nitekim yüce Allah (c.c.) yukardaki ayetin devamında şöyle buyuruyor: "...Onlar kendilerine verilenle sevince daldıkları bir sırada ansızın kendilerini yakalayıverdik de birdenbire bütün umutlarını yitiriverdiler. Böylece zalim milletin kökü kazındı. Alemlerin Rabbi olan Allah 'a hamdolsun." (En 'am / 44-45) İslâm ümmetine gelince, yüce Allah (c.c.) bu ümmete o özel bir kanuna göre işlem yapıyor. Müslümanların egemenlik ve güç kazanabilmeleri imanlarına bağlıdır. Eğer imanlarından aynlırlarsa egemenliklerini ve güçlerini yitirirler. Çünkü yüce Allah (c.c.) onların iman yolundan ayrıldıkları halde egemenliklerini devam ettirerek şımarmalarını ve böylece daha da sapıtarak kâfirliğe düşmelerini ve bunun sonucu olarak kâfirlere özgü işlemlere tabi olmayı hakketmelerini istememektedir. Nitekim O, bize şöyle buyuruyor: "Kim dünya hayatını ve cazibesini isterse onlara amellerinin tüm karşılığını dünyadayken veririz. Onlar, orada hiç eksikliğe uğratılmazlar. Ama onlar öyle kimselerdir ki, Ahirette kendileri için sadece cehennem vardır. Dünyadaki bütün yaptıkları silinmiş ve yaptıkları bütün çalışmalar boşa gitmiştir." (Hud/15-16) Demek yüce Allah'ın (c.c.) bu ümmete özgü rahmetinin bir sonucu olarak, bu ümet sapık yoldayken ona egemenlik nasib etmez. Tekrar doğru yola dönsünler diye nasib eder. Ancak ondan razı iken kendisine egemenlik bağışlar ve Ahirette de ona iyi kullan için uygun gördüğü geleceği hazırlar. ***
Savaş gücü gerilemesine gelince; bu gerilemeyle inanç gerilemesi arasındaki ilişki gün gibi açıktır. Sebebi ise inanç gerilemesine yolaçtıklarını belirttiğimiz faktörlerin tümü, bu ümmetin savaş gücünü olumsuz doğrultuda etkilemişlerdir. Meselâ bütün enerjiyi nefis mücadelesine yoğunlaştırabilmek gerekçesi ile insanlan Allah'ın düşmanlanna karşı cihad etmekten alıkoyan tasavvuf akımı böyledir. İslâm'ın özünden ayrılan her sapmaya bahane uyduran, onu normal gösteren ve varlığına meşruluk kılığı sağlayan "murcie" düşüncesi, Allah'ın düşmanlarını yıldırmak amacı ile savaş gücü hazırlamayı içeren ilâhî yükümlülüklerden sıyrılma eğilimi, hükümdarların yüce Allah'ın söz üstünlüğünü
sağlamak amacı ile cihad yapacaklan yerde bütün güçleri ile otoritelerini halklarına empoze etmeye harcamaları sonucunu doğuran baskıcı siyasi rejimler de böyledir. Eğer bu saydığımız faktörlere bir de aslında inanç gerilemesinden kaynaklanan bilimsel ve teknolojik gerileme de eklenirse, savaş gücü alanındaki gerilemenin sebepleri tamamlanmış ve bu gerileme, son iki yüzyılda müslüman-lan pençesi altına alan şartlann doğal sonucu haline gelmiştir. Şu bir gerçektir ki, Osmanlı devleti, İslâm dünyasını hristiyan saldırılarına karşı koruma yükünü yüzyıllarca sırtında taşıdı. Bu devletin bu yoldaki cihadı, samimiyeti ve olanca gücünü sefer etmiş olması Kıyamet günü yüce Allah (c.c.) katında amel terazisinin sevap kefesindeki ağırlıklı yerini alacağı kuşkusuzdur. Fakat bütün İslâm dünyasını pençesi altına almış olan ve Osmanlı devletinin de etkisi dışında kalamamış olduğu gerileme faktörleri, diğer bütün alanlarda olduğu gibi, sa-vaş alanında da aşamalı olarak etkilerini göstermeye başlamıştı. İslâm (Osmanlı) orduları daha önce doğuda Viyana'ya ve batıda Petersburg'a (şimdiki Leningrad'a) kadar vardıktan ve bu illeri bir süre kuşatma altında tuttuktan sonra geri çekilmeye başladı. Bu geri çekilme, sadece adım verdiğimiz uç hedefleri değil, dünyanın diğer bölgelerindeki tüm sınırlan da içeriyordu. Öyle ki, sonunda Rusya, halkı müslüman olan geniş bir yeryüzü alanını yutuverdi. Hristiyan Avrupa da daha önce İslâm devletinin egemenliği altında yaşayan ve değişik oranda müslüman ve hristi-yanın yaşadığı büyük bir bölgeyi ele geçirmeyi başardı. Hiç kuşkusuz bu sürekli geri çekilmenin ve büzülmenin başlıca sebeplerinden biri savaş gücünün gerilemesidir. Evet, sürekli biçimde güçlenen Avrupa günün birinde Osmanlı devletine denk hale geldi, sonra yavaş yavaş ona karşı üstünlük kurdu. Böylece değişen güçler dengesinin sonucu olarak "Hristiyan dünyası" İslâm alemini yutmaya girişti. Fakat sırf bu sebeb, bu sonucu ne yorumlayabilir ve ne de haklı gösterebilir. Bu sonucu haklı gösteren değil, ama yorumlayan asıl önemli sebepler toplumda egemen olan donukluk, uyuşukluk, varolanla yetinme duygusu, sebeplere yapıştıktan sonraki gerçek tevekkülün yerine geçirilen umursamazlık, bilim ve sanayi alanlarındaki geri kalmışlık ve yaratıcılık ruhunun yokluğudur. Bunların tümü de, daha önce söylediğimiz üzere, yüce Allah'ın (c.c.) ve Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- açıkladıkları biçimdeki imanın özünde meydana gelen tehlikeli ve köklü sapmaya dayanır. İslâm alemini Hristiyan saldırılarına karşı koruma görevini omuzlarında taşıyan egemen devletin durumu böyle olunca, İslâm dünyasının geride kalan kısmının durumu, hiç kuşkusuz, çok daha kötü olacaktı zaten. Türk milleti, doğal yapısı ile askerliğe yatkın bir millettir. Bunun yanında geleneklere çok bağlıdır. Ayrıca sert ve disiplinli bir sosyal eğitim sistemi uygular. Yani
çocuklarını küçük yaşlanndan başlayarak, amaçladığı terbiye kalıplarına göre yetiştirmekte son derece titiz davranır. Bu faktörler, bütün yıkıcı iç sebeplerin varlığına rağmen Osmanlı devletinin uzun yaşamasını sağladıkları gibi halkının sosyal dayanışmacı ve işbirliğe yatkın ruhu da son iki yüzyıl boyunca arka arkaya uğranılan bozgunlara rağmen devletin yıkılışını geciktirmiştir. Oysa İslâm aleminin geriye kalan kesiminde -çeşitli milletler arasında oran farklılıkları varolmakla birlikte-bu nitelikler, bu meziyetler daha zayıf halde idi. Bunun yanında inanç gerilemesi, bütün yıkıcı etkileri ile, istisnasız olarak İslâm aleminin her tarafım pençesi altında inletiyordu. Üstelik Osmanlı İmparatorluğu dışında kalan yöreler milâdî takvimle daha onyedinci yüzyılda Hristiyan Avrupa'nın saldırılarına hedef olmaya başladı ve saldırı dalgası ondokuzuncu yüzyıla kadar devam etti. Bundan dolayı bu yörelerde çöküş, daha hızlı biçimde gerçekleşti. Çünkü buralarda gerileme faktörleri, Osmanlı devletinde olduklarından çok daha fazla etkili idi. Gerçi Fransız Haçlılarının General Napolyon Bonapar-te komutasındaki saldırgan orduları karşısında küçük İslâm devletçiklerinin güçleri kahramanca savaştı. Fakat av tüfekleri, Napolyon ordusunun silâhları olan mavzer tüfekleri karşısında ne işe yarayabilir ki? Bu yüzden yenilgi ve bozgun kaçınılmaz oldu. Bu yenilgi ve bozgun, gelişme ve yaratıcılık karşısındaki savaş gücü gerilemesinin bozgunu idi. Bu yenilgi ve bozgunun benzerleri zincirleme olarak İslâm dünyasının hemen hemen her yerinde yaşandı. Böylece bu saldın savaşlan, yeni savaş gücünün gerilemeye ve donmuşluğa karşı kazanmış olduğu zaferle noktalanmış oldu. Bütün bu anlattıklarımızdan sonra tasvir ettiğimiz bu atmosfer içinde meydana gelen düşünce ve kültür gerilemesinden söz etmek aslında anlamsız ve yersizdir. Çünkü belli ki, bütün gerileme biçimleri biribirine sıkıca kenetlidir ve hepsi de sonunda yıkılışa yolaçar. Fakat düşünce ve kültür alanındaki gerileme ile inanç gerilemesi arasındaki ilişkiyi özellikle vurgulamak gereğini duyuyoruz. Çünkü çağdaş cahiliye uygarlığı, bu konuda ileri-geri bir çok lâflar ederek bu ümmetin kafasını karıştırmaya bir türlü son vermiyor. Sözünü ettiğimiz yıkıcı Haçlı saldırıları -ilerde anlatacağımız gibi- müslümanların her türlü gerilemeye sırf müslüman oldukları için, yani İslâmiyet yüzünden uğradıklarının sanılmasına yolaçtı. Özellikle düşünce ve kültür alanlarındaki gerilemeler, Avrupa kilisesinin tarihi ile kurulan paralelliğe dayandırılmaya çalışıldı. Bu görüş şöyle savunuluyor: Avrupa dünyası, dinin (yani Hristiyan kilisesinin) egemenliği altında yaşadığı çağlarda başta düşünce ve kültür alanları olmak üzere her alanda geri idi. Ancak dinin boyunduruğundan kurtulduktan sonradır ki ilerledi, uygarlaştı ve her alanda atılıma geçti. İlerde Batıdan gelen düşünce emperyalizmi ile bu emperyalizmin müslümanların hayatında meydana getirdiği sonuçları ele aldığımızda, bu konuyu daha ayrıntılı biçimde inceleyeceğiz. Fakat burada şu kesin kanıtlı tarihî gerçeğe parmak basmak istiyoruz:
Sağlıklı bir metoda dayalı olarak "düşünme" ve "aklı kullanma" özde İslâm'ın çağrısıdır. "Yeryüzünde dolaş-ma"ya ve tarihi, yine sağlıklı metod uyarınca incelemeye çalışmak da özünde İslâm çağrısıdır. Yüce Allah'ın (c.c) maddî evrendeki olağanüstülük belirtilerini araştırmak, gerek madde dünyasında ve gerekse sosyal hayatta geçerli olan ilâhî kanunlan tanımak da bu dine özgü çağrılardan biridir.[6] Gerek Kur'an-ı Kerîm'in ve gerekse Peygamber Efendimizin (s.a.v.) yönlendirici direktifleri sayesinde harekete geçen "İslâm düşüncesi", o günün bilinen bütün düşünce ve kültür kesimlerinde ilerlemiş ve bu alanlarda orijinal, köklü ve güvenilir eserler ortaya koymuştur. Bütün bu parlak eserler, İslâm ümmetinin pratik dünyaya aktardığı büyük inanç hamlesinin, Peygamberimizin öğretmiş olduğu "İlim öğrenmeyi farz" bilme inancının ve Kur'an-ı Kerîm'in yüce Allah (c.c.) tarafından indirilmiş ilk cümlesini oluşturan yüce ve muhteşem "oku" emrinin birer yan-kısıydı. Fakat ibadet kavramını sadece belirli birkaç klâsik ibadet biçimi ile sınırlayarak diğer ilâhî yükümlülükleri bu kavramın kapsamı dışına çıkaran aşamalı inanç gerilemesi ortaya çıkınca, daha önce inanca ve geniş kapsamlı ibadet kavramına sıkı sıkıya bağlı olan bu yükümlülüklerin tümünde tedrici bir daralma ve etkisizleşme belirdi. Böylece bu temel yükümlülükler zamanla insanın isterse yerine getirebileceği ve yerine getirmemesinin de hiç bir zarar taşımadığı bir takım "ek faziletler"e dönüştü. Bu arada bilgi peşinde koşmak, okuyup düşünmek de ibadet kavramının kapsamı dışına çıkarılarak daralmaya ve belirsiz-leşmeye terkedilen yükümlülükler arasındaydı. Arkadan gelen "Murcie" düşüncesi, bu inanç gerilemesine yataklık etmiş ve "İmanla birlikte hiç bir şey zarar vermez" şeklindeki zehirli ilkesi ile bu gerilemeye meşruluk kılıfı giydirmiştir. Daha sonra devreye giren tasavvuf düşüncesi, aklısıra alanı ruhla ilgili çalışmalara tamamen açabilmek için aklın çalışma alanını, elinden gelen sınırın sonuna kadar da-ralttı. Bunlara ek olarak ortaya çıkan rejimlerin siyasi baskısı da bütün alanları içeren yaygın bir donukluk eğilimin belirmesine yardımcı oldu. Bu inanç gerilemesinden doğan düşünce ve kültür gerilemesi, yavaş yavaş palazlanarak günü gelince toplumdaki yerini alıverdi. Önce inanç alanında, arkasından da bilim, uygarlık, ekonomi, savaş gücü, kültür ve düşünce alanlarında bu derece korkunç bir gerileme meydana gelince, acaba geride ne kaldı? Ne kalacak? Ahlâksız bir islâm, uygarlıksız bir islâm, bilimsiz bir islâm, kültürsüz ve düşüncesiz bir islâm, ekonomik, savunma ve maddî gücü günden güne tükenen bir islâm. Acaba bu durumda İslâm'ın özünden geriye ne kaldı ki? Ama "Murcie" düşüncesi, bu gerileyen ve günden güne kaybeden İslâm'dan hoşnuttu, bu hoşnutluğunu da "Bir zararı yok. İman varolduktan sonra hiç bir şeyin zaran ol-maz" diyerek açıklıyordu. Bu ölümcül gerilemeden memnun olan bir başka akım da tasavvuf düşüncesiydi. O da bu hoşnutluğunu şöyle dile getiriyordu; "Zaran yok. Zaten bütün bunlar gelip-geçici dünyanın meselelerindendir. Oysa önemli olan dünya değil, Ahirettir; önemli olan madde dünyası değli, ruh alemidir."
Fakat mesele, İslâm'ın özüne gelince sözünü ettiğimiz bu gerileyen ve günden güne kan kaybeden İslâm aslında nerdeyse "islâmsız bir islâm"a dönüşmek üzere idi. İşte tam bu sırada... tam bu fırsatı kollayan Haçlılar her taraftan İslâm aleminin üzerine çullanıverdiler.
III. SON HAÇLI SEFERİ Aslında bu yeni Haçlı seferi, İslâmiyetin Endülüs'den kovuluşunun hemen ardından, yani hicri onuncu yüzyılın (Milâdi takvimle onaltıncı yüzyılın) ilk yıllarında başladı. Bilindiği gibi Endülüs'teki son islâm devletini simgeleyen Granada devletçiği de milâdi takvimle 1492 yılında uzun ve son derece vahşi bir savaştan sonra yıkıldı. Vatikan'daki Papa, bu hristiyan zaferini kutlama amacı ile yayınladığı bildiride müslümanlann kovalanmasına devam edilerek diğer islâm yörelerindeki egemenliklerine de son verilmesine çağırıyordu. Şunu da hemen belirtelim ki, Endülüs'te başsız kalan müslümanlar gizli gizli müslümanlıklanm korudular. Engizisyon mahkemelerinin o güne kadar hiç bir yerde benzeri görülmemiş olan vahşi baskılarına rağmen iki yüzyıla yakın bir süre daha benliklerini yaşatmayı başardılar. Fakat bu ağır baskılara karşı, kendilerini koruyabilecek bir güç olmaksızın sürekli olarak yaşamaları beklenemezdi. Nitekim yavaş yavaş dağılarak sonunda tükendiler. Kindar Haçlı orduları, doğu yolu ile Kudüs'e ulaşmayı amaçlayan ilk Haçlı seferini tekrarlayamıyorlardı. Çünkü genç Osmanlı devleti, bu saldırıların önünde sadece pusuya yatmakla yetinmemiş, tersine bütün yalın enerjisi ile bütün karşı durulmaz, kahredici gücü ile Doğu Avrupa içlerine sarkmaya girişmişti. Zamanımızın Kanadalı bir şarkiyatçısı olan Wilforel C. Smith'in deyimi ile bu genç imparatorluk, hristiyanlığın sadece topraklarını değil, inanç sistemini de tehdit ediyordu. Çünkü Avrupa içlerine yönelik akınları sırasında, on milyonlarca hristiyanın müslümanlığa girmesini sağlamıştı. Adı geçen Kanada'lı şarkiyatçının bir kaç pasajım birlikte okuyalım: "Batı uygarlığının Kari Marks ve Komünizm'in ortaya çıkışından önceki tarihi boyunca karşılaştığı tek gerçek tehdit, Peygamber Muhammed'in (İslâmiyeti kastediyor) oluşturduğu tehdit idi. Bu tehditin ne derece gerçek olduğunu ve bir zamanlar ne kadar ciddi bir tehlike oluşturduğunu hatırlamamız önemlidir. İslâm, hem savaş hem de inanç alanlarında Batıya karşı direkt saldırıya geçmişti. Bu saldırılar son derece güçlüydü. Bu saldırıların ilk dalgası sonunda Hristiyanlık, Roma İmparatorluğunun en güzel eyaletlerini yitirip bu yeni gücün ellerine teslim etmek zorunda kaldı. Aynı zamanda bütün imparatorluğu kaybetme tehlikesi ile yüzyüze geldi. Gerçi Bizans başkenti Kostantiniyye (şimdiki İstanbul) Mısır ve Suriye gibi henüz tamamen Arap ordularının eline geçmiş değildi, ama bu şehre yönelik baskı, uzun süre
devam etti. Nihayet İslâm'ın, Avrupa aleyhine gerçekleştirdiği ikinci genişleme dalgası sırasında 1453 yılında bu şehir fiilen müslümanlarm eline geçti. Öteyandan yılgınlığa düşmüş Avrupanın kalbinde 1529 yılında Viyana kuşatması ile karşılaşıyoruz. Böylece ortaya çıkan çetin ve amansız saldın yoluna devam etti ve ilkinin üzerinden kısa bir süre sonra 1683 yılında Viyana ikinci defa kuşatıldı. Çekoslavakya'nın 1948 yılında komünizmin pençesine düşmesi olayı, yüzyıllar boyunca devam eden İslâm saldırılarının o çağın Avrupalı vicdanında uyandırdığı korku ve endişenin benzerini çağdaş Avrupalının vicdanında uyandırması sözkonusu değildir. Çünkü o çağın büyük ve tehditkar gücü durup dinlenme bilmeden darbelerini tekrarlıyor ve her defasında yeni bir zafer kazanıyordu Tıpkı Komünizm gibi, islâmiyetin tehdit ve saldırıları da savaş alanlarına ek olarak değerler ve düşünceler kesimine de dönüktü. Başka bir deyimle İslâm saldırılan Av-rupa'nın pratik dünyasını olduğu kadar teorik dünyasını da hedefleri arasına almıştı. Yeni inanç sistemi, Hristiyanlığın temel inanç ilkesine ısrarla karşı çıkıyordu. Oysa Avrupanın yüce inancı haline gelen bu ilke etrafında, yavaş yavaş Batı uygarlığı oluşuyordu. Batıya dönük islâm tehdidi güçlü ve sert olduğu gibi başarılı ve Hristiyanlık dünyasının yaklaşık yarısı üzerinde yıkıcı idi. İslâmiyet, bu yeni dine benimseyerek giren on milyonlarca Hristiyanı kendine çekebilmiş yegane aktif güç oldu.[7]
Gezginler ve Keşifler Doğudaki Osmanlı engelini ortadan kaldırmakta yetersiz kalan, daha doğrusu bu engeli ortadan kaldırmayı aklından bile geçirmeye cesaret edemeyen Hristiyanlık dünyası, özellikle Ümit Burnu yolunun keşfedilmesinden sonra islâm alemine batı tarafından sokulmaya yöneldi. Ümit Burnu yolu ile Uzak doğudan Avrupa'ya uzanan yolu müslümanlar ötedenberi biliyorlardı. Bu yolu haritalarına işledikleri gibi gerek el-Birunî'nin "Acayıb-ul Hind" adlı eserinde ve gerekse bu türden diğer kitaplarda verilen bilgilerden anlaşılacağı gibi bu deniz yolunun hava şartlarını da inceden inceye araştırmışlardı. Fakat o dönemde Avrupa, orta çağın karanlığına kapanmış yaşıyordu. Dünyanın çok az kısmından haberdardı, denizlere ve okyanuslara açılmayı aklının ucundan bile geçirmiyordu. Fakat bu dönemin sonunda, bazı iç kaynaklı faktörlerin ortak etkisi ile meçhul denizlere yönelmeye başladı. Bu faktörlerin en güçlülerinden biri, Hristiyanlık motifiydi. Papalık tarafından özendirilen bu faktör, Endülüs'ten çıkarılmış olan müslümanlan kovalayıp ülkelerini ele geçirmek ve Endülüs'ten kovuldukları gibi buralardan atılamasalar da bu yolla onlan egemenlik altına almak amacında somutlaşıyordu. Bu faktörün diğer bir somut amacı da dünya ticaretini müslümanlarm elinden almaktı. Böylece bir
yandan müslümanlan zayıf düşürecekler, öteyandan da onlara karşı güçlü konuma geçeceklerdi. Bu dönemin şaşırtıcı olaylarından biri şudur ki, Vasco de Cama'ya yol gösteren, onun yolculuğunu basan ile sonuçlandırmasını sağlayan kılavuz, bir müslüman Arap de-nizcisi olan "İbn-i Macid"ti. Bu müslüman denizci, Vasco de Cama'ya hem bilgi hem de haritaları ile yardımcı olmuş, hatta doğu Hind Adalanna doğru gittiğini sandıkları gemisinin dümenini kendi eli ile yönetmişti. Acaba bu işi ne yaptığını bilmeyerek mi, yoksa baskı altında mı yaptı? Bilmiyorum. Vasco de Cama bu yolculuğunu, İbn-i Macid'in yardımı ile sonuçlandırınca, bu yolculuğun gerçek amacını açıklayan ünlü bir söz söyler. Oysa biz, ilerde anlatacağımız dü-şünce emperyalizmin etkisi ile, bu yolculuğu yavrularımıza öğretirken bu gerçek maksadı gözardı ederek onu okullarımızda sırf "bilimsel" amaçlı bir gezi olarak tanıtmaya kalkışırız. Neyse, adam yolculuğunun sonunda aynen şöyle demişti; "İşte şimdi islâmın boynuna ipi dolamış olduk. Artık yapılacak tek şey, bu ipi çekip onu boğmak ve ölmesini beklemektir". Kısacası amaçları gayet belirli bir Haçlı seferi ile karşı-karşıyayız. Hristiyanların islâm aleminde giriştikleri diğer bütün yolculuklar da bu niteliktedir. Adamlar bu yolculuklar sırasında islâm dünyasını uygun giriş ve çıkış yollarını belirliyorlar ve arkasından hükümetlerine başvurarak kendilerine islâm ülkelerine sızma girişimlerinde kılavuzluk öneriyorlardı. Bu tür gezilerin en ünlüsü Macellan tarafından yapılanı idi. Bu gezinin amacı Filipinler'deki islâm topraklanm ele geçirip bu topraklarda yaşayan müslümanlan, Hristiyan egemenliği altına sokmaktı. Oysa biz bu geziyi de okul çağındaki yavrularımıza tarihteki en büyük "bilimsel" keşiflerden biri olarak tanıtıyoruz.[8] Keşif amaçlı bir gezi olduğuna bir diyeceğimiz yok. Fakat "bilimsel" amaçlı olduğu iddiasına gelince tarihe karşı bundan daha ağır bir iftira düşünülemez. Ayrıca bu gezinin keşif amaçlı olduğu da sadece Avrupa açısından doğrudur. Çünkü bu gezi sonunda Avrupalıların o güne kadar adlarını sadece kulaktan duydukları, hakla-rında gerçek bilgiye sahip olmadıkları bir takım yeni dünya bölgeleri keşfettiler. Peki acaba biz müslümanlar açısından durum nedir? Acaba okul kitaplarında çocuklarımıza zannettirdiğimiz gibi, öz topraklarımız, Macellan'ın, gelip onları bizim için keşfetmesini beklememizi gerektirecek biçimde bize göre meçhul muydu ki?[9]
Yağmalama Geziler gezileri ve keşifleri izledi. Arkasından yağmalamalar başladı.
Hristiyan denizciler müslüman bir hükümdara başvuruyorlar. - Özellikle Afrika'da buna çok rastlandı- Adamın konukseverliğine ya da gafletine sığınarak limanlarına ya-naşan gemilerine yardım etmesini istiyorlar, hükümdar da hiç kuşkuya kapılmadan onlara yardım ediyor. Derken yanaşan gemilerine hizmet verebilmek bahanesi ile kendisinden sahilde bir parça toprak istiyorlar. Hükümdar konukseverliğinin gereği olarak onlara istedikleri araziyi yine hiç kuşkuya kapılmadan bağışlayıveriyor. Adamlar belirli bir toprak parçası edinip burayı sıçrama noktası olarak kullanınca gemileri ile asker ve silâh taşıyarak limanı işgal ediyorlar. Arkasından etrafa dağılarak canlarının istediği yerlere elkoyuyorlar. Doğaldır ki, Haçlı saldırganlığının kullandığı tek metod bu değildi. Onlar, hedeflerine vardıran her metodu kullandılar. Bu çeşitli metodlar arasında açık askeri saldırıdan[10] geleceğin istilâsına ön hazırlık nitelikli misyonerlik faaliyetlerine[11] ve daha sonra tam bir sömürgeciliğe dönüşecek olan "ticarî" sızma hareketine kadar her yolu denedi-ler.[12] Nihayet, yani milâdî takvimle ondokuzuncu yüzyılın sonunda, Türkiye ile Arap yarımadasının bazı kısımlan dışında kalan bütün islâm topraklannı ele geçirdiler. Ele geçirdikleri yerlerde yaşayan bütün müslümanlan ya doğrudan doğruya Hristiyanlık egemenliği altına aldılar. Ya da görünüşte idareyi elde tutarak aslında perde gerisindeki Hristiyan sömürgecilerin ülkeyi yönetmesine aracılık eden bazı sözde "müslüman" hükümdarların eli ile onları yönetimleri altına aldılar. Bu Hristiyan saldırganlığına, bu Haçlı sömürgeciliğine belirli bir sebep ve yorum yakıştırmaya gerek yok. Çünkü onlann müslümanlara karşı kalblerinde taşıdıkları kini, yüce Allah, bize çok önceden bildirmişti. Bu konuda O, bize şöyle buyuruyor: "Sen onların dinlerine girmedikçe ne yahudiler ve ne de Hristiyanlar senden asla hoşnut olmazlar". (Bakara /120) "Çoğu ehl-i Kitap (yahudiler ile Hristiyanlar) gerçeği anladıktan sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan dolayı, sizleri iman ettikten sonra kâfirliğe döndürmek isterler" (Ba-kara/109) "Onlar (kâfirler) yapabilseler sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler". Bu kin, kalblerinde İslama karşı sakladıkları sürekli bir duygudur. Başkaca bir gerekçe istemez. Sırf müslü-manlığın yeryüzünde varoluşu, onların kinlerini tahrik etmek ve eğer ellerinden gelirse müslümanlan dinlerinden döndürmek üzere onlara karşı hareket etmeleri için yeterli sebeptir.
Bu söylediğimiz, vurgulanması ve hatırlatılması gereken bir gerçektir. Çünkü bu konuda ortada Batı tarafından uydurulup piyasaya sürülmüş büyük yalanlar var. Maksadı Hristiyanlıktan kaynaklanan kinlerini, bu martavallarla maskelemektir. Bu yalanlarını her alana yaydığı için müslümanlarm kendileri de -düşünce emperyalizminin etkisi altındabunlara inanır olmuşlar ve bunları yabancı efendilerinin kendilerine telkin ettikleri gibi öteye -beriye yaymaya koyulmuşlardır. Bu kocaman yalanlan şöyle özetleyebiliriz: Dine bağlılık çağı sona erdi. Bu günün Avrupasım harekete geçiren faktör, Ortaçağın Avrupasında olduğu gibi, artık din değildir. Çünkü din, artık Avrupalının hayatım etkileyen faktör değildir. Şimdilerde onun hayatını yönlendiren faktör, hammadde kaynaklarını ele geçirmek isteyen "Ekonomik sömürgecilik" motifidir ki bunun da dinle hiç bir ilgisi yoktur. Bu görüş-genelde- hiç bir gerçek payı olmayan bir yalandır. Gerçekten Avrupa dininden koptu, onu unuttu. Din onun pratik hayatının hiç bir kesiminde egemen değildir. Ne politik ne ekonomik davranışlarını, ne sosyal ilişkilerini ne duygularını ve ne de düşüncelerini dine göre yönlendirmiyor artık. Fakat bu başka, Hristiyanlık kini başka bir şey! Çünkü Hristiyanlık kininin kaynağı, ilk bakışta sanıldığı gibi, mutlaka "Hristiyan dindarlığı" değildir. Bu kinin temel gerekçesi yeryüzünde müslümanlarm varolmasıdır. Kendilerine bağlı olmayan, kendi camialanna girmeyen ve kendi inanç ve yaşama biçimlerim paylaşmayan yabancı bir insan topluluğunun varlığıdır. İşte şu ayet, bu gerçeğe işaret ediyor: "Sen onların dinlerine girmedikçe ne yahudiler ve ne de Hristiyanlar senden asla hoşnut olmazlar" (Bakara/120) Yani onlar ister dinlerine bağlı olsunlar, isterse dinlerinden kopmuş bulunsunlar, müslümanlar müslüman olarak varoldukça, "Lâilâhe İllallah, Muhammedün Resulul-lah" sancağı altında bulundukça onlardan asla hoşnut olmazlar. Nitekim yazar Muhammed Esed "el- İslâm ala Mufterek-ıtturuk (Yolların ayırım noktasında İslâm" adlı eserinde bu konuda şöyle diyor: "Birleşik Avrupa ile İslâm arasındaki ilk silâhlı çatışma -yani Haçlı seferleriAvrupa uygarlığı şafağının söktüğü döneme rastlar. Daha önce Hristiyanlık kilisesine sıkı sıkıya bağlı olan bu uygarlık, Roma imparatorluğunun çöküşünü izleyen uzun ve karanlık bir çağdan sonra bu dönemde kendine özgü bir yol tutturmaya başladı. Bu yıllarda Avrupa edebiyatı yeni ve aydınlık bir ilkbahar dönemi yaşamaya başladı. Yine bu yıllarda güzel sanatlar Got, Hun ve Avar istilâlarının geride bıraktığı uykudan yavaş yavaş uyanmaya, sıyrılmaya başladı. Avrupa, orta çağın başlannda etkisi altına girdiği sert şartlardan artık kurtulmuştu. Sonra yeni bir kültür bilinci kazandı. Bu kültür bilinci aracılığı ile bilenmiş bir duygu
edindi. İşte bu çıkmazın ortasına düşünce, Haçlı savaşlan onu, islâm alemi ile bilinen düşmanca karşılaşmaya sürükledi. Müslümanlar ile Hristiyanlar arasında Haçlı savaşlarından önce de savaşlar meydana geldi. Meselâ müslüman Arap orduları Sicilya ve Endülüsü fethettiler, ayrıca güney Fransaya akınlar düzenlediler. Fakat bu savaşlar Avrupanın sözünü ettiğimiz yeni kültürel bilinci edinmesinden önce meydana gelmişti. Bundan dolayı, hiç değilse Avrupa açısından, bu savaşlann sonuçlan yerellik boyutlarını aşmadı. Bu savaşlar Avrupanın gerçek çehresini tanıtıcı nitelik kazanmadı. Avrupanın islâm karşısındaki yüzyıllarca değişmeyecek tutumunu belirleyen ilk ve en önemli faktör Haçlı savaşları oldu. Bu savaşlann, bu alandaki etkisi kesin oldu. Çünkü bu savaşlar, yeni Avrupa'nın ilk gençlik döneminde meydana geldi. Kendine özgü kültürel özelliklerinin belirmeye başladığı ve biçimlenme sürecini yaşadığı ilk gençlik döneminde yani. Halklar da fertler gibidirler. Bilindiği gibi ilk gençlik günlerinde meydana gelen büyük olayların etkileri, insan hayatının geri kalan bölümü boyunca açık ya da gizli biçimde devam eder. Bu etkiler ferd vicdanının derinliklerinde saklı kalır. Hatta hayatın daha sonraki dönemlerinde kazanılan, heyecanlardan ve düşünceden kaynaklanan tecrübeler, bu etkilerin izlerini zor siler. Tamamen yokedilmeleri ise pek seyrektir. İşte Haçlı savaşlarının rolü de böyle oldu. Bu savaşlar, Avrupalı insanın vicdanında en derin ve en kalıcı etkiyi meydana getirdi. Bu savaşlann o dönemde uyandırdığı kör taassub Avrupalının daha önce yaşadığı ya da tarihinde meydana gelen başka hiç bir olaya mukayese edilemez. Bu dönemde bütün Avrupa kıtasını baştanbaşa coşkun bir heyecan sardı. Hiç değilse belirli bir süre coşkunluğunu sürdüren bu heyecan ülkeler, halklar ve sosyal sınıflar arasındaki engelleri ve sınırları ortadan siliverdi. Böyle bir şey Avrupa tarihinde ilk defa o zaman meydana geliyordu. Avrupa kendi içinde birlik duygusu kazanmıştı. Fakat bu birlik, İslama karşıydı. Avrupalı daha önce ya Anglo-sakson ya German ya Norman ya Frank ya İtalyan ya Danimarkalı veya Slav idi. Fakat Haçlı savaşlan sırasında "Avrupa Uygarlığı" düşüncesi doğdu ve bu uygarlık bütün Avrupa halklarının peşinde koşacağı ortak bir amaç haline geldi. İslâm düşmanı olan bu Batı uygarlığı, sözkonusu yeni doğmuş çocuğun vaftiz babalığı rolünü üstlendi. İslama dönük Avrupa vicdanının bilgi birikimi, Avrupa önderlerinin dillerinde çarpıtılarak cahil halka sunulan yozlaştırılmış islâm ilkelerinin kırıntıları oldu. İşte bu ters şartlar altında Avrupalıların kafalannda şu gülünç önyargılar oluştu: İslâm şehvet düşkünü bir dindir, hayvansal bir şiddet hareketidir, biçimsel bazı yükümlülüklere körükörüne bağlılığı önerir, kalbleri antma ve temizleme diye bir endişesi yoktur.
Bu önyargılar, ilk yerleştikleri biçimleri ile aynen kaldılar. Artık kin tohumlan ekilmişti. Kör Hristiyanlık taassubunun, Avrupanın bir çok yerinde kuyruklan vardı. İşte bu kuyrukların kışkırtmaları ile Endülüs hristiyanlan, ülkelerini "Putperestlerin(!) karanlık pençesinden" kurtarmak amacı ile Endülüs müslümanlarına karşı savaş açtılar. Fakat ispanya yarımadasında meydana gelen bu kanlı olayların birikimi daha kaybolmadan Batı dünyası ile islâm dünyası arasındaki ilişkilere tuz-biber eken üçüncü ve çok önemli bir olay meydana geldi. Bu olay Bizans Başkenti Kostantınıyye'nin (şimdiki İstanbul'un) müslüman Türklerin eline geçmesi idi. Kostantmiyye'nin düşmesi ile Avrupa kapısının kanatları ardlanna kadar açıldı ve bu kapıdan boşanan Hristiyan kalabalıkları, islâmın üzerine bir sel gibi akmaya başladılar. Bundan sonra biribirini izleyen ve hepsi de savaşla dolu geçen yüzyıllar boyunca, Avrupanın İslama dönük düşmanlığı, sadece kültürel nitelikli bir olgu olarak kalmadı, bunun yanında politik bir önem de kazandı. Bu da bu düşmanlığı daha şiddetlendiren bir faktör oldu. "Müslüman" sözcüğünün her tekrarlanışı ile halk şuurunda çöreklenen bu düşmanlık daha da pekişti. Yaygın halk deyimlerinin ve atasözlerinin konusu oldu. Böylece yaygınlığı ve yoğunluğu daha da arttırılarak her Avrupalı erkek ve kadının kalbine maledildi. Bunlann hepsinden daha şaşırtıcı olanı, şudur ki, bu kin, bütün kültürel değişim dönemlerinden sonra canlı kaldı. Derken Avrupada "dinde reform" çağı geldi. Bu dönemde çeşitli gruplara bölünen Avrupa, her gurubun diğerine karşı silâhlı vuruşmaya giriştiği yaman bir kargaşa çağı yaşadı. Fakat İslâm düşmanlığı, birbirleri ile vuruşan bütün bu grupların ortak duygusu idi. Arkasından din şuurunun silinmeye yüztuttuğu dönem geldi. Fakat islâm düşmanlığı varlığını aynen koruyordu.[13] Bu yazı, bazı zihinlerin kimi zaman kavramakta zorluk çektikleri bir soruyu bize çok güzel açıklıyor. Bu soru şudur: Avrupa, dininden büyük oranda koptuğu halde buna rağmen nasıl oluyorda müslümanlara karşı eski "Haçlı kin"ini beslemeye devam ediyor? Dilediğimiz gibi yahudi ve Hristiyanlann yüreklerinde çöreklenen bu kinin birinci derecedeki faktörü, islâmın varlığıdır. Böyle olduğu içindir ki, bu kin islâm'ın ortaya çıktığı ilk andan beri vardır. Yani müslümanlar ile yahu-diler ve müslümanlar ile Hristiyanlar arasında her hangi bir çatışmanın meydana geldiği günlerin daha öncesinden kaynaklanır. Asıl sebep, islâm'ın varlığına bir de islâmın tarihteki büyük fonksiyonunu, yani gerek yahudiler ve gerekse Hristiyanlarla çatışmalara girerek onların uzun dönemler boyunca vaktiyle ellerinde tuttukları egemenlik merkezlerinden uzaklaştırmış olmaları eklenince, bu bitimsiz kinin"ek sebepleri" belirlenmiş olur. Bu gerçeği onlar da dile getirmekten çekinmiyorlar. Meselâ yukarda "el-islâm fi Tarih-il Hadis" adı ile Arapçaya çevrilen kitabından alıntılar yaptığımız Wilford c. Smith adlı Batılı yazar bu gerçeği açık açık yazdığı gibi ondan başka bir çok şarkiyat araştırmacısı, misyoner, siyasetçi ve düşünür etiketli Batı adamı da aynı ortak duyguyu ifade ediyor.[14]
Bunun böyle olması Avrupanın, hammadde kaynaklan bakımından gayet zengin olan Doğuya karşı ekonomik ihtiraslar beslemediği anlamına gelmez. O doğu dünyası -ki sahibi olduğu hammadde kaynaklarının çok azım işletiyor ve bu yüzden Avrupanın bu hammaddelere karşı ağzının suyunun akmasını tahrik ediyor. Fakat bunun böyle olması, bu konudaki şu önemli gerçekleri gözden kaçırmamıza yolaçmamalıdır: l- Avrupayı, islâm alemini istilâ etmeye sürükleyen ana faktör, Hristiyanlık motifidir. Başta Vasco de Gama ile Macellanınkiler olmak üzere keşif amaçlı bütün büyük geziler - özellikle Afrika kıtasına dönük olanları- bu gerçeği kanıtlar. Bu keşiflerin arkasından Afrika kıtasının bazı bölgelerine o kadar kalabalık misyonerlik heyetleri yollandı ki ilk başta bu yörelerin ekonomik sömürü alanı sayılması belirli değildi. Fakat daha sonra istilâcıların buralarda zengin yeraltı kaynakları bulup işletmeye başlamaları ile bu faktör de gündemin ilk sıralarında yeraldı. 2- Avrupamn, doğuya, dönük ekonomik hareketinin ilk amacı, müslümanları güç kaynaklarından yoksun bırakıp zayıflatmaktır. Bu, uğrunda her aracın kullanıldığı kesin bir Hristiyanlık amacıdır. Ekonomik araç, bu amaç uğruna kullanılan araçların sadece bir tanesidir. Bazılarının ve onlarla birlikte satılmış müslüman "aydınlarımın sandığı gibi amaç bu değildir. Oysa bu satılmış müslüman "aydınlar"(!) bu gerçek karşısında tam bir aptallıkla omuz silkeleyerek "Batının istediği tek şey ekonomik menfaatlerini sağlama almaktır. O, bundan başka hiç bir şeye önem vermez, diye konuşurlar. 3- Avrupa hayatında son dönemlerde ekonomik motif ön plâna çıkıp da onun bütün karar ve uygulamalarının ilk faktörü haline gelince bile, Avrupamn islâm ülkelerine dönük ekonomik sömürücülük siyaseti ile genişleme ve imparatorluklar oluşturma aşamasında istila ettikleri halkı müslüman olmayan ülkelerde uyguladığı ekonomik sömürücülük siyaseti arasında bariz bir farklılığın olduğunu gözlüyoruz. Sömürgeci Avrupa, istilâ edip ekonomik kaynaklarına elkoyduğu ülkelere karşı her zaman ve her yerde zalim, bencil eğilimli olmuş ülkenin asıl yerlileri zararına özel menfaatlerini gerçekleştirmekten başka hiç bir şeye önem vermemiş, bu yerlileri sürekli biçimde yoksul bırakmayı, onları daha uzun vadede sömürebilmenin garantisi bilmiş, yerlilerin bütün özgürlük ve bağımsızlık amaçlı hareketlerini acımasızca bastırmış, onlann her türlü siyasi ve "milli" varlıklannı ezmiştir. Bütün bunlara rağmen Batı Emperyalizmi, müslüman olmayan sömürge ülkelerinde halkın dini inançlarına, düşüncelerine ve geleceklerine, genellikle, zor kullanarak karşı çıkmıyor. Buralarda mağlûpların, galiplerin hayat tarzına taklit etme tutkusundan kaynaklanan etkilerin uzun vadeli ve tedrici değişimi ile yetiniyor. Buna karşılık emperyalizm, müslüman ülkelerde sürekli olarak özel bazı önlemler ve düzenlemeler uygulamıştı. Bu önlem ve düzenlemelerin değişmez amacı, islâmî hayat düzeninin görüntülerini ortadan kaldırmak, zor yolu ile islâmiyeti müslümanlann vicdanlarından silmek ya da baskı yolunu kullanmanın sakıncalı görüldüğü durumlarda sinsi, hileci ve uyuşturucu metodlar kullanarak halkı islâm'dan uzaklaştırmak olmuştur.[15] Kullanılan
metodlar ne kadar esnek ve sinsi olursa olsun, hiç bir zaman islâmla uzlaşmak veya onun varlığına razı olmak sözkonusu olmamıştır. Ellerine geçirdikleri her islâm ülkesinde yürürlüğe koydukları önlem ve düzenlemelerin ön sırada yeralanlarından biri islâm şeriatım yürürlükten kaldırıp onun yerine kendi hukuk düzenlerini koymak olmuştur. Bu önlemin "ekonomik menfaatler" ile uzaktan-yakından hiç bir ilgisi yoktur. Oysa gerek bazı Batılılar ve gerekse onlara bağımlı kimi müslüman "aydınlar" Avrupanın, islâm dünyasına yönelik istilâlarının ilk ve son amacının sadece bu ekonomik yararlar olduğunu ileri sürerler. Bundan açıkça anlaşılıyor ki, Batının, islâm dünyasına yönelik saldırılarında Hıristiyanlık güdüsü her zaman etkili oldu. Bu güdü Haçlı saldırılarının ilk döneminde olduğu gibi, kimi zaman tek başına ve kimi zamanda son dönemlerinde görüldüğü gibi ekonomik sömürü güdüsü ile karışık biçimde etkisini göstermiştir. Fakat bütün bu değişik durumlarda keskin, ateşli, durdurak bilmez niteliğini korumuştur. Hatta ilerde anlatacağımız gibi özellikle islâm dünyasında diriliş hareketlerinin ortaya çıkmasına paralel olarak son yüzyılda etkinliğini daha da arttırmıştır. 2. kitap
IV. DÜŞÜNCE EMPERYALİZMİ "Düşünce Emperyalizm"! deyimi ile Hristiyan emperyalizminin, müslümanları İslama bağlılıktan, islâmiyetin önerdiği inanç, düşünce ve davranış tarzlan ile uyum içinde yaşamaktan alıkoymak ve islâmi hayat tarzının belirtilerini ortadan silmek amacı ile kullandığı, askeri saldırı dışında kalan bütün metodlan kasdediyoruz. Çağımız Haçlı savaşlarında Avrupalıların, düşünce emperyalizmi metodunu kullanmalarının gerekçesi, Hicri takvimle beşinci ve altıncı yüzyıllarda (Milâdî takvimle onbirinci onikinci yüzyıllarda) müslümanlara karşı düzenlemiş oldukları Haçlı savaşlarının kendileri hesabına verdiği acı sonuçtur. Bu savaşlar sonucunda ağır bir askeri bozguna uğrayarak ülkelerinden yola çıkarken güttükleri amaçlarının hiç birini gerçekleştiremediler. Bu uzun savaşlar boyunca harcadıkları servetler, döktükleri kanlar ve uğradıkları nüfus kaybı da işin cabası. Bu savaşlar sırasında Fransa kralı IX.Luois, komutası altındaki Haçlı ordularının ağır yenilgisi üzerine müslümanlara esir düştü. Bir süre Mansura'da tutuklu kaldı ve Haçlıların ödediği fidye karşılığında salıverildi. Adam bu tutukluk dönemi sırasında kendisinin ve dindaşlarının başına gelen musibetleri derinliğine düşündü ve salıverilip ülkesine dönünce dindaşlarına şunları söyledi: "Eğer müslümanları yenilgiye uğratmak istiyorsanız sakın onlara karşı sırf silâhlı mücadele metodunu kullanmayınız. Zaten silâhlı mücadele alanında onlara karşı bozguna
uğradınız. Onlarla inançları alanında savaşınız. Çünkü onlann gizli güç kaynaklan, bu alanlarında yatar" Dindaşları, IX. Louis'in bu öğüdünü dinlediler. Tekrar islâm alemine saldırmaya yöneldiklerinde artık sadece savaş alanında kullanılan silâhlarla yetinmeyerek adına "düşünce emperyalizm"! dediğimiz sinsi metodu da yanlarında getirdiler. Düşünce Emperyalizminin nihaî amacı islâm inancını müslümanların kalblerinden söküp atmak ve onları islâm'a bağlılıktan vazgeçirmektir. Bunun araçları çok ve çeşitlidir, fakat onları şu iki ana birime indirgeyebiliriz: a) Eğitim-öğretim programlan b) Yayın-propaganda araçları. Milâdî takvimle 1822 yılında İngilizler, Mısır'ı işgal edince o günkü başbakanlan Gladstone, avam kamarasında eline bir mushaf alarak kürsüye çıkıyor ve şunları söylüyor; "Mısırlıların elinde bu kitap bulundukça biz, o ülkede kalıcı bir egemenlik kuramayız" Yine milâdî takvimle 1906 yılında Kahire'de Hristiyan misyonerleri kongresi toplanıyor. Bu kongrede kürsüye çıkan hatipler ortak olarak şu itirafları dile getiriyorlar; "Kesinlikle başarısızlığa uğradık. Bu kadar okullar açtığımız, bunca hastaneler ve mülteci yurtlankurduğumuz halde, o kadar masraflar yapıp bunca hizmetler sunmamıza rağmen, geriye dönüp baktığımızda ailelerinin inanç sistemini daha öğrenemeden anababalarından çaldığımız bir kaç çocukla, para yardımı almak için bize başvuran bu yüzden gerçek inançlarının ne olduğunu kesinlikle bilemeyeceğimiz bir yaşlı adamdan başka hiç kimseyi Hristiyan yapamamış olduğumuzu görüyoruz" Bu konuşmalann arkasından kürsüye gelen ve aynı zamanda kongrenin düzenleyicisi olan Rahip Zuvamer, bu yakınmaları şöyle cevaplandırdı.[16] "Hatip kardeşlerimin konuşmalarım dinledim. Onlarla aynı görüşte değilim. Bizim görevimiz müslümanları hris-tiyan yapmak değildir. Bu, onların lâyık olmadıkları bir şereftir. Bizim asıl görevimiz müslümanları dinlerine bağlılıklarından uzaklaştırmaktır. Bu alanda ise parlak bir başarıya ulaştık. Bu başarımızı misyonerlik okullarımız ile islâm ülkelerinde uygulamaya koyduğumuz eğitim politikasına borçluyuz."[17] Adamın bu sözleri hiç bir yorum gerektirmeyecek kadar açıktır. Demek ki, maksat müslümanları dinlerinden ve Kur'an'dan koparmaktır. Ondan sonra ne olurlarsa olsunlar. Eğer ilk plânlan ve asıl arzulan uyarınca Müslümanları, hristiyanlaştıramamışlar, bu alanda somut bir başarısızlığa uğramışlarsa hiç değilse
onların kalblerinden o korkunç ve başbelası şeyi, yani islâm inancını söküp atmak gerekir[18] Bu korkunç ve başbelası inanç, hatta "Hasta Adam"ın (Osmanlı devletinin son günleri kasdediliyor) kalbindeyken bile tahlikeli oluyor. Nitekim az önce kaynak gösterdiğimiz "el-garetü âlâ alemil islâmî adlı eserde belirtildiğine göre bir Avrupalı yazar bu konuda şöyle diyor: "Avrupa, 'Hasta Adam'dan korkuyordu. Çünkü arkasında parmağının bir işareti ile cihada girişmeye hazır üç-yüz milyon müslüman vardı" Evet, bu dinin onları en çok korkutan yanı, telkin ettiği cihad ruhudur. Gerçi bu dinin her şeyinden nefret ettikleri için onun içyüzünü doğru görmeyi başaramıyorlar.[19] "Düşünce Emperyalizmi alanında okuyucuya sunacağımız belki de en uygun örnek Mısır deneyidir. Çünkü Haçlılar, Mısır'a ve Mısır'da İslâmiyetin kökünü kazımaya özel bir önem verdiler. Çünkü Mısır, İslâm aleminin kalbini besleyen, hayati ve etkili bir merkezdi. Ayrıca ünlü Ezher Medresesi de buradaydı. Bu durum, Mısıra islâm aleminin tümüne ışık saçan bir kültür ve manevi değerler merkezi konumu kazandınyordu. İslâm aleminde faaliyet gösteren bir misyoner, yukarda sözünü esttiğimiz milâdî 1906 yılında Kahire'de toplanan misyonerlik kongresinde sözalarak Ezher Medresesinin, kiliseye karşı tehdit oluşturup oluşturmadığını irdeleyen konuşmasında şöyle diyordu: "Ezher üniversitesinde verilen Arapça eğitimin diğer benzeri islâm kurumlarında verilen eğitimden daha titiz ve daha sağlam olduğu bütün sünnî müslümanlann zihinlerine yerleşmiştir. Bu üniversitenin mezunlan islâm ilimleri alanında geniş bilgi sahibi olarak tanınırlar. Ayrıca Ezher üniversitesinin kapılan, bütün islâm dünyasından gelecek olan öğretim üyelerine açıktır. Özellikle Ezher'e bağlı çok sayıda vakıflar bu üniversitedeki eğitime karşılıksız yardım yapar. Çünkü bu vakıflar, aynı anda 250 öğretim elemanına maaş verecek maddi kapasiteye sahiptirler" Adam bunlan anlattıktan sonra masrafları kilise tarafından karşılanacak bir hristiyan üniversitesinin kurulmasını ve Ezher medresesi tarafindan oluşturulan engellemelerin bu üniversite aracılığı ile kolayca giderilmesini önerir. Ona göre kurulacak olan bu hristiyan üniversitesi, Arapça öğretimini titiz bir şekilde gerçekleştirmeyi üstlenmelidir. Sonunda sözünü şöyle bağlıyor; "Belki de bu hristiyan üniversitesini bir an önce kurup da islâm ülkelerini hristiyanlaştırmamız için Mısır'ı çalışma merkezi seçmeye bizi çağıran güç, ilâhî izzettir "[20] İşte bu düşünceden hareket eden hristiyan misyonerler, İslâmiyeti, Mısır'da yozlaştırabilmek, başka bir deyimle Mısır'ı islâm'dan çıkarabilmek için olağanüstü gayret göstermişler, bu amacın gerçekleşmesi uğruna diğer islam ülkelerinde harcadıklarından daha geniş çaplı ve daha köklü çabalar harcamışlardır. Bu sözümüz sadece Türkiye için geçerli değildir. Çünkü orada da halifeliği ortadan kaldırıncaya kadar harcadıkları çabaların çapı da aynı derecede geniştir.[21]
"Düşünce Emperyalizmini anlatırken Mısır'ı örnek olarak seçmemizin bir başka sebebi de bu örneğin, İslâm'dan sıyrılmanın ilk adımından tekrar İslama dönmeyi yansıtan tarih sürecini tam olarak yansıtmasıdır. Bu yüzden başka bir Arap ya da islâm ülkesinin vatandaşı olan her okuyucu, kendi ülkesinin bu deneyin hiç değilse belirli bir aşamasını yaşadığım görecektir. Bu deneyi ek-sizsiz bütünlüğü içinde sunduğumuz takdirde, okuyucularımız gerek İslama karşı düzenlenen sinsi komploların boyutlarını ve gerekse bu komplolara karşı meydana gelen tepkileri kendiliklerinden kavrayacaklardır.
FRANSIZ İŞGALİ Milâdi takvimle 1798 yılında Fransız haçlıları, Napol-yan Bonaparte komutasında giriştikleri bir saldırı sonucunda Mısır'ı işgal ettiler. Oysa biz, okullardaki yavrularımıza bu Fransız işgalinin büyük bir fetih olayı olduğunu, -Fransa açısından değil ha, Mısır açısından!- bu fetih olayının Mısır'ın uygar dünyaya açılışının, karanlıklardan sıyrılıp aydınlığa çıkışının başlangıç adımını oluşturduğunu öğretiyoruz. Halâ bile lise bitirme sınavlarımızda şu harcialem soruya rastlıyoruz. Bu soru öğrencilere kimi zaman "Mısır'ın Fransızlar tarafından işgal edilişinin yararlarım anlatınız" biçiminde ve kimi zaman da "Mısırın Fransızlar tarafından işgal edilmesinin sonuçlarını anlatınız" şeklinde soruluyor. Fakat söylemeye gerek yok ki ders programlarında bir kere bile olsun, bu askeri harekatın en önemli İslâm merkezlerinden birini işgal etme anlamına gelen bir Haçlı seferi olduğunu anlatmayız! Bu işgalin amaçlarından sözedilirken Napolyon'un, Mısır'ı üst edinerek Britanya imparatorluğu ile Hindistan'ı biribirine bağlayan "stratejik yolu" kesmek istediği söylenir. Buna gerekçe olarak da o zaman ki Fransa ile Britanya imparatorluğu arasındaki sömürge rekabeti gösterilir. Ayrıca Napolyonun bu sefer sırasında Mısır halkına seslenen "İslâhat" nitelikli emirnamelerini ve bildirilerini yayınlayabilmek amacı ile yanında Arapça harflerle dökülmüş bir matbaayı yanında getirdiği, bunun yanında eski Firavunlar döneminin tarihi kalıntılarını ortaya çıkarmak amacı ile arkeolojik kazılar yapacak bir bilim kurulunun bu işgal ordusu ile birlikte Mısıra girdiği anlatılır. Yalnız büyük bir aptallık ve gafletle -ya da büyük bir sinsilik ve kötü niyetliliklegerek bu askeri saldırının ve gerekse onun eşliğinde gelen Arap alfabeli matbaa ile sözde bilim kurulunun gerçek amaçları bilmezden gelinir, bunlara hiç değinilmez. Sözü edilen Britanya İmparaturluğu ile Fransa arasındaki sömürge rekabeti, o tarih döneminin şüphe götürmez bir gerçeğidir. Napolyon'un, Mısır'ı üs edinerek Britanya İmparatorluğuna karşı koyma ve bu devletin Hindistana varacak "stratejik yol"unu kesme ihtirası da öyle. Ama Mısır işgalinin amaçlarının sadece bunlardan ibaret olduğu iddiası, tarih sürecinin yalanladığı bir yakıştırmadır.
Öyle olsa Hindistan'a giden stratejik yolu kesmekle Mısır'da islâm şeriatını yürürlükten kaldırıp, bunun yerine insan yapısı kanunlar koyma girişimi arasında ne gibi bir ilişki olabilir? Yine Hindistana giden stratejik yolu kesme amacının Firavunlar dönemi kalıntılarını ortaya çıkaracak kazılar ile ne ilgisi var? Fakat eğer bu saldırının islâm karşıtı belirli hedefleri olan bir haçlı işgali olduğunu bilirsek, o zaman her şey meydana çıkar. Napolyon, İskenderiye şehrim işgal ettikten sonra Mısır halkına seslenen bir bildiri yayınladı. Bu bildirinin baş tarafında şöyle diyordu: "Bismillâhirrahmanirrahim. Allah'dan başka ilâh yoktur. O'nun ne evlâdı ve ne de Mülkde ortağı vardır. Özgürlük ve eşitlik ilkelerine dayalı Fransa Devletinden Mısır hakkında duyuru[22] Fransa ordulan başkomutanı, büyük asker sor Bona-parte (Napolyon) bütün Mısır halkına bildirir ki, Mısır'da yönetimi elinde tutan eyalet hükümdarları uzun zamandan beri Fransız azınlıklara karşı horlayıcı ve alçaltıcı bir politika uyguluyorlar.[23] Size söylendi ki, benim bu tarafa gelmemin tek sebebi, dininizi ortadan kaldırmaktır. Bu iddia açık bir yalandır, sakın ona inanmayınız[24] Maksatlı kışkırtıcılara söyleyiniz ki, ben sadece sizlerin haklarınızı zalimlerden geri almak için buraya ayak bastım ve ben, şimdiye kadar Mısır'ı yönetmiş olan hükümdarlardan yüce Allah'a daha çok ibadet ediyor. O'nun Peygamberi ile yüce Kur'an'a daha çok saygı besliyorum. Ey şeyhler, kadılar, imamlar, cericiler[25] ve bu ülkenin ileri gelenleri! Milletinize anlatınız ki, Fransızlar da samimi müslümandırlar. Bunun kanıtı, Fransızların Roma'yı ele geçirerek orada Papa'nın, hristiyanları sürekli biçimde müslümanlar üzerine kışkırtan Papa'nın otoritesine karşı çıkmalarıdır. Ayrıca Fransızlar, Osmanlı sultanının samimi dostları ve onun düşmanın da düşmanları olagelmişlerdir -Allah onun egemenliğini sürekli kılsın.[26] Napolyon, İmbabe savaşında kölemenleri (memlükileri) bozguna uğrattıktan sonra Kahire'ye varıp "ilfî Bek"ın sarayına yerleşiverdi. Kur'an'ı ve İslâmı seven(!) sözde bir müslüman(!) olarak bilginler kuruluna başkanlık ediyor, onlara zaman zaman hilâtlar (saray hediyesi kıyafetler) bağışlıyor, bu bilginleri, islâm şeriatı yerine yürürlüğe koymak istediği insan yapısı kanunları halka benimsetilmesi konusunda kullanmaya çalışıyordu. Bu kanunları, Mısır'ı işgal etmeye gelirken yanında getirdiği ve sonradan Hollanda'nın Bulak kentindeki şarkiyat cemiyetine hediye ettiği arap harfli matbaada basıyordu. Britanya İmparatorluğu ile Hindistan arasındaki "stratejik" yolu kesmeyi amaçlayan ne yerinde bir icraat, değil mi?
Napolyon'un, sadece Britanya İmparatorluğu ile Hindistan arasındaki stratejik yolu kesmek için Mısır'ı ele geçirdiğim sanmamız, aptalca bir saflıktır. Evet, O, Britanya ile rekabet ediyor, onu kovalıyor, onun üzerine baskı uyguluyordu. Fakat bunun yanında Mısır'ı islâm çerçevesinin dışına çıkarmayı amaçlayan dört başı mamur bir haçlı plânını da beraberinde getirmişti. Belki de bundan sonra islâm dünyasının geride kalan kısmını yozlaştırmak için Mısır, bir sıçrama tahtası olarak kullanılabilecekti. Çünkü burası tüm islâm dünyasının bilim ve aydınlık kaynağı idi. Bu sinsi plânın ilk uygulamaya konan maddesi, islâm kanunlarını yürürlükten kaldırmaktı. Nitekim Ezher Medresesinin bilginlerinden biri, Napolyon'un bu sinsi amacını açığa vurmuştur. Yüce Allah'ın (c.c.) kalb gözünü açtığı, basiret keskinliği bağışladığı ve karşısındakinin kötü niyetlerini anlamaya muvaffak kıldığı bu bilgin, bir defasında Napolyon'un yüzüne karşı aynen şöyle demişti; "Eğer sen iddia ettiğin gibi gerçekten müslüman olsaydın, bu ülkede islâm kanunlannı yürürlükten kaldırıp yerine insan yapısı kanunlar koyacağına bu kanunları kendi ülken olan Fransada uygulardın.[27] Matbaaya, Fransız işgalinin bu önemli "sonuc"una gelince Napolyon, onu birden çok sebep yüzünden yanında getirmişti. Her şeyden önce Mısır halkım, haçlı işgalcilerinin emirlerine boyun eğmeye çağıran bildiriler burada basılıyordu. Kaza ve kader ilkelerine inanmanın Fransızlara kayıtsız-şartsız teslim olmayı, onlara karşı koymaya kalkışmamayı gerektiğini savunan işgal bildirisi gibi. Çünkü bu bildiride ileri sürüldüğüne göre Fransızlar, yüce Allah'ın takdiri ile Mısır'ı yenip oraya eğmen olmuşlardı. Ayrıca adım adım islâm şeriatını yürürlekten kaldırarak bunların yerine geçirilen "Napolyon Kanunları" da bu matbaada basılıyordu. Gerçi denecek ki, bu matbaa daha sonraki yıllarda Na-polyonun amacına tamamen ters düşen işlerde de kullanıldı. Meselâ İslâmı Arap kültürünün yayılması gibi. Bu söz doğrudur. Fakat ne Napolyon'un ve ne de bu işgalin "sonuçları"nın iyilik hanesine yazılacak bir faktör değildir. Çünkü Napolyonun amaçlan arasında, böyle bir hizmette bulunmak yoktu. Tersine onun işgal günlerinde bu araç, sözkonusu amacın tam tersi için kullanılmıştı. Firavunlar dönemi kalıntılarım kazıp meydana çıkarmak için gelen, sözde "bilim" kuruluna gelince onu, bu haçlı saldırısının ikinci marifeti olarak saymak gerekir. Bunun mahiyeti ilkinden daha barizdir. Nitekim açıksözlü bir şarkiyat araştırmacısı "eş-Şark-ul Edna Muctemeuhu ve sekafetühü" adlı eserinde bu konuda şunlan söylüyor; "Bizler, girdiğimiz her islâm ülkesinin islâm öncesi eski uygarlıklarım meydana çıkarmak için topraklannı deştik. Doğaldır ki, böyle yapmakla müs-lümanlarm islâm öncesi inançlara dönmelerini beklemiyorduk. Fakat müslümanın bağlılığını islâmla bu eski uygarlıklar arasında tereddüte düşürmek bizim için yeterliydi
İşte bu haçlı saldırısına eşlik eden sözde "bilim" heyetinin plânlanmış amacı da buydu. Bu amaç "bilimsel" değil, bilimle kamufle edilmiş bir haçlı amacı idi. Tıpkı milâdî takvimle onaltıncı yüzyıldan itibaren haçlılar tarafından gerçekleştirilmiş sözde bilimsel ve keşif amaçlı deniz yolculuklarına benziyordu. Firavunlar dönemine ait tarihi kalıntılar, Mısır'da binlerce yıldan beri vardı. Çalınanları çalınmış, yağmalananları yağmalanmıştı. Geriye büyük tapınaklar ile koca heykeller kalmıştı. Mısın ziyaret edenler bunları görür ve onları uzak geçmişin "acayib" eserlerinden kabul ederdi. Adam bunları görmekten zevk duyar, ibret alıp geçmek için karşılarında dikilir ve ülkesine döndüğünde bunları görmemiş olanlara anlatırdı. Bütün bunlar büyük bir tören düzenlenmeksizin olup biterdi. Mısırlı müslümanlara gelince, hiç kuşkusuz, bu büyük heykel ve tapınakları onlar da görür ve taşıdıkları sanat inceliklerini takdirle seyrederlerdi. Fakat bunlar, onlann anlayışına göre eski kavimlerden kalma putlar ve heykellerdi. Kendileri müslüman ve o kavimler ise putatapıcı oldukları için aralarındaki bağ kesilmişti. Bu durum, topraklarında, islam'ın gelişinden önceki putperest dönemlerinden kalma eserler bulunan bütün islâm ülkeleri içinde aynıydı. Meselâ Arap yarımadası, Suriye, Irak ve benzer durumdaki diğer islâm yöreleri gibi. Bu durum bin yıldan uzun bir süre boyunca böyle sürüp gitti. Yani insanlar müslümanlıklarını devam ettirirken bu eserlerde yerlerinde durdular. Sözkonusu uzun süre bo-yunca bu eserler, müslümanların kalblerinde sadece tarihten ibret alma duygusu uyandırıyordu. Fakat islâm dünyasının altını üstüne getirmek için sefere çıkan haçlıların yanlarında taşıdıkları sinsi bir plân vardı. Bu plâna göre İslâm aleminin önemli merkezlerinin toprakları kazılarak tarih öncesi eski eserleri meydana çıkarılacak, böylelikle müslümanlann bağlılıkları islâm ile sozkunusu eski uygarlıklar arasında tereddüde düşürülecek, böylece de İslama bağlılıklarının tamamen koparılmasına zemin hazırlanacaktı. İşte Napolyon'un, Mısır'a gelirken yanında getirdiği sözde "bilimsel" heyetin amacı da buydu. Bizzat onlardan (yani hristiyanlardan) olan biri, bunun böyle olmadığına şahidlik ederken bizim ortaya çıkıp da "bu heyetin amacı sadece bilimseldi" diye konuşmamız, islâm ülkelerinin aydınlarında bol bol rastlanan aptalca bir saflıktır. Maksat, müslüman Mısır'da Firavun naraları koparmaktı. Böylece Mısırlılar, kendilerini mutlaka bir şeye bağlı sayacaklarsa bu kaynak "islâm" değil, islâmdan uzak düşürülmüş bir "Mısır" olmalıydı. Nitekim "Nil şair"i diye anılan Hafız İbrahim'in şu beytini okuyunuz: "Ben Mısırlıyım. Beni yokluğa meydan okuyan Tarihi piramidi yapanlar yaptı."
Gerçi Hafız İbrahim, İslâmî şiirlerde yazdı, ama görüldüğü gibi yine de yukarda sözünü ettiğimiz sinsi plân onun şahsında gerçekleşti. Yani açık sözlü bir şarkiyat araştırmacısının dediği gibi bağlılığını islâm ile islâm öncesi uygarlıklar arasında tereddüde düşürme plânı. İşte Napolyon'ım, Mısır seferinin "stratejik" Hindistan yolunu kesme amacı yanındaki diğer amaçlan bunlardır: yani islâm kanunlarını yürürlükten kaldırarak yerine, Batı kaynaklı insan yapısı kanunlar koymak ve bunun yanında "Mısır'ı, islâm aleminden ya da islâmın kendisinden koparma çalışmalarına hazırlık olsun diye ortalıkta Firavunluk naraları estirmek. Bunlara iki şey daha eklemek gerekir. Bu iki şeyden biri yukarda kitabından alıntı yaptığımız Ceberruti'nin "İşgal fahişeleri" diye sözettiği ahlaksız kadınlar ordusudur. Bu "seviyesiz" kadın ordusunu da Napolyon yanında getirmişti. Bunlar açık-saçık kıyafetleri içinde Kahire sokaklarında gezintiye çıkıyor, böylece görenleri tahrik ederek fuhuş alışkanlığı yayıyorlardı. Bu arada Ceberrutî'nin sözü geçen "acayib-ul Asar" adlı kitabının bir kaç yerinde okuduğumuza göre kimi müslüman kadınları kendilerini taklit etme özlemine kaptırıyorlardı.[28] Eklenecek ikinci şey de Napolyon'un, Mısır'ı işgal edişinin ertesi günü dünya yahudilerine yayınladığı çağrıdır. Napolyon bu çağrısında dünya yahudilerini atalarının yurduna dönüp orayı yeniden vatanlan haline getirmeye davet ediyordu.[29] Eğer bu son iki gelişmeyi daha önce saydıklarımıza eklersek Napolyon'un, Mısır'a karşı giriştiği haçlı komplosu iyice açığa çıkar. Ayrıca bu komploda Fransız ihtilâlinde büyük çapta rolleri olan yahudilerin yardımcı oldukları da meydana çıkar. Bilindiği gibi Napolyonu meydana çıkaran ve siyasi davranışlarını yönlendiren olay Fransız devrimidir.[30] İşte Fransa'nın, Mısır'a dönük saldırısının Avrupalılar eli ile yazılan ve sözde "müslüman" prapösörler tarafından tercüme edilip öğrencilerimize okutulan tarih kitaplannda anlatılmayan gerçek "marifetleri" bunlardır. Fakat Napolyon, bu istilâ sırasında bazı önemli aptallıklar yaptı. Meselâ Kahire kalesine mevzilendirdiği toplar ile Ezher medresesini top ateşine tutturdu. Arkasından bu medreseyi ordusunun atları için ahır olarak kullandı. Mısır halkım zorla islâmdan koparmaya girişti. Bu aptalca uygulamalara ek olarak Fransa'nın içinde bulunduğu o günkü siyasi ve askeri şartlar Napolyan'u, Mısır'dan ayrılıp Fransa'ya dönmeye zorlamış, böylece Mısır istilâsını müslüman halkın günden güne kabaran öfke dalgaları ile karşı karşıya bırakmıştı. Nitekim bu gitgide kabaran halk öfkesinin dalgalan, Süleyman Halebi adındaki bir müslümanı, Napolyonun yerine bıraktığı Fransız komutan Claber'i öldürmeye cüretlendirdi.[31] Bütün bu şartların ortak etkisi ile Fransamn, Mısır'a karşı giriştiği istilâ yanda kaldı ve saldırgan Fransız birlikleri geldiklerinden çok kısa bir süre sonra Mısır'ı terket-mek
zorunda kaldılar. Fakat bu erken gelen geri çekilme, maalesef, saldırının bütün marifetlerine, bütün sonuçlarına son vermiş değildi. Meselâ sözünü ettiğimiz "bilim" heyeti, kendisini beraberinde getiren istilâ ordusunun geri çekilmiş olmasına rağmen Said'deki kazılarına devam etti. Bu durum, bu gün bile açıklayamadığımız bir acayiplik olarak karşımıza çıkıyor! Ayrıca bu saldırı, geride müslüman olduğunu iddia eden bazı fransızlar bıraktı. Bilindiği gibi Napolyon da aynı iddiayı ortaya atmıştı. Meselâ daha sonraki Mısır tarihinde büyük rol üstlenecek olan "Süleyman Paşa" adlı Fransız generali gibi. Ayrıca Napolyon tarafından Kahi-re'nin, Munire semtinde kurulan ve içinde Firavunlar dönemi eserlerinin gösterildiği müzede yerinde kalmıştı. Bu müze, şu anda da aynı yerde duruyor. Fransız saldırısı, sözünü ettiğimiz şartlar sebebi ile Haçlı-siyonist plânlarını gerçekleştiremedi. Fakat daha sonra Mısır'ın başına getirilen "Büyük Muhammed Ali"nin şahsında Haçlı-siyonist emperyalizm, sinsi plânlarını uygulamaya koyacak yaman bir araç ele geçirdi.
MUHAMMED ALİ DÖNEMİ Muhammed Ali, adı kötüye çıkmış biriydi. Kabalığı ve acımazlığı ile tanınmıştı. Osmanlı devleti onu yükümlü tutuldukları vergi borçlannı ödemekte geciken Mısır köylerini zorla yola getirmek için Mısır valiliğine tayin eder. O da kendine bağlı çetelerle birlikte sözkonusu köylere silâhlı baskınlar düzenleyerek ortalığı yağmalar ve köylülere dehşet salar. Böylece köylüler, ne kadar bellerini bükse bile kendilerinden istenen vergileri vererek Muhammed Ali ile çetelerinin baskı ve hakaretlerinden yakayı kurtarmayı tercih etmek zorunda kalırlar. Adam, delilik derecesine varan bir mevki ve otorite düşkünü idi. Bütün bunların hepsi üstlendiği role uygun özelliklerdi.[32] Şu anda elimde Muhammed Ali'yi, Mısır valisi yapsın diye padişahı fransızlarm etkilediğini belirleyen hiç bir kanıt yok. Ama olayların akış mantığı, bunu kuvvetli bir ihtimal olarak karşımıza çıkanyor. Her ne ise, adam, milâdi takvimle 1805 yılında, yani Fransız işgalinin sona ermesinden sadece üç yıl sonra Osmanlı devleti tarafından Mısır valiliğine atandı. Sözkonusu üç yıllık ara dönemde ülke, Osmanlı padişahının valileri gözetiminde olmakla birlikte tekrar "Kölemenler"in yönetimi altına girmişti. Fransa, bütün plânlarını gerçekleştirmesini sağlamak amacı ile Muhammed Ali'yi tam anlamı ile koruması altına aldı. Fransız generali Süleyman Paşa, onun için o gü24
nün şartlarına göre en iyi şekilde eğitilmiş ve en modern silahlarla donatılmış bir ordu kurdu. Ayrıca yine o günün en modern deniz filosunu kurup onun komutasına verdi. Yine onun için dimyat'da bir Tersane kurdu. Bunun yanında arazi sulamasında kullanabilmesi için çok sayıda su kanalı inşa ederek emrine verdiler. Acaba bütün bunlar Muhammed Ali'nin şahsına karşı duyulan sevgiden dolayı mı, yoksa Mısır'a karşı beslenen sempatiden dolayı mı yapılıyordu. Hiç biri değil. Çünkü bunlar sadece Fransız saldırısının geri çekilmek zorunda kaldığı için gerçekleştirmediği Haçlı plânlarını gerçekleştirebilmek için yapılıyordu. Muhammed Ali, Mısır'ı islâm ekseninden ayırıp sonunda, islâm çerçevesinden çıkmasına yolaçacak başka bir noktaya kaydırdı. Bunu belki bile bile belki de haçlılar ta-rafından kullanıldığının farkında olmayarak yaptı. Daha sonraki Türkiye ve Cemal Abdünnasır deneylerinin ışığı altındaki şahsi kanaatime göre o bu işi bile bile, oynadığı rolün mahiyetinin farkında ola ola yaptı. Fakat ister yaptıklarını bile bile yapmış olsun, isterse farkında olmadan kullanılmış olsun, farketmez. Çünkü her iki durumda da oynadığı rol aynıdır ve bu rol uygulayıcılarının iç niyetleri bir yana aynı sonuçlara götürür. Fakat bütün bu ihtimaller karşısında kesin bir şey var ki, o da şudur: Gerçek bir "müslüman" ne bilerek ve ne de farkına varmayarak asla böyle bir rolü üstlenemez. Çünkü onun müslüman oluşu islâm düşmanlarından "direktif almasına engel olur. Muhammed Ali'nin, islâm düşmanlarının hizmetinde oynamış olduğu rolün içyüzünü iyi anlamak istiyorsak önce islâm düşmanlarının o günlerde ne istediklerini bilmemiz gerekir. Hiç kuşkusuz genel istekleri, islâmiyetin varlığına son vermekti. Fakat bu nihaî amaca ulaşarak islâmiyetin varlığına son verebilmek için ana planlarına bazı aşamalı amaçlar koymuşlardı. Bu aşamalı amaçlardan biri Osmanlı devletini yıkmak, bir başkası da özellikle Ezher üniversitesinin ülkesi olan Mısırı "batılaştırmak" ve arkasından bu "batıcılığı" buradan diğer islâm ülkelerine ihraç etmektir. Osmanlı devletim yıkma amacının neden benimsendiği gayet açıktır. Fakat düşünce emperyalizmi yolu ile "batı-laştırma" işlemine gelince bunun ilk fonksiyonu müslümanlardaki haçlılara dönük cihad ruhunu öldürmek ve böylece silahlı haçlı saldırılarının karşılaştıkları sürekli direnişi kırmak olacaktı. Bu da, "müslüman"a her zaman kendisinin müslüman ve düşmanlarının da karşılarında cihad vermek zorunda olduğu, islâm yurdunu işgal etmelerine asla gözyummamakla görevli olduğu kâfirler olduğunu hatırlatan inanç engelini ortadan kaldırmakla olabilir. İşte müslüman batılaşınca bu engelden arınmış olur, artık islâm bir müslümanın ruhunda uyandırdığı direnci onun ruhunda uyandıramaz olur. Ayrıca batılaşma işlemi, askeri alanda dize getirilecek olan islâm aleminin, Batıya bağlılığının en kesin garantisidir. Çünkü islâm alemi batılaşınca artık İslama değil, Batı dünyasına bağlılık duyar, kendini islâm dünyasının bir parçası olarak değil de Batı dünyasının bir parçası
olarak algılar. Böyle olunca ondan ayrılma arzusu duymaz. Fakat, eğer günün birinde "bağımsız"lık isteğine kapılacak olursa bu isteği, efendilerinin çevresinde örmüş oldukları ağın çerçevesini, genel bağımlılık kavramının içeriğini aşmaz. Düşmanlarımızın neler planlamış oldukları hakkında birazcık fikir sahibi olduğumuza göre, şimdi, Fransa'nın iyice avucu içine girmiş olan Muhammed Ali'nin oynadığı rolü incelemeye çalışalım. Fransa'nın Mısır'da yürürlüğe koymayı üstlendiği haçlı plânının ilk maddesi Muhammed Ali'yi güçlendirmek ve onu Padişahdan kopup bağımsız olmaya özendirmekti. Böylece İslâm devletinden bir islâm ülkesi ayrılacak ve bu da hiç kuşkusuz islâm devletini zayıflatacaktı. Ayrıca bu yolla Muhammed Ali, diğer valilere kışkırtıcı bir örnek olacak ve onlar da bağımsızlık hevesine kapılarak arka arkaya devletten kopacaklardı. Böylece devlet önce parçalanacak, arkasından da tamamen çökertilecekti. Plânın ikinci maddesi, bağımsız hale gelecek olan Mısır'ı, batılaştırmaktı. Böylece bu islâm ülkesinin hem Avrupa'ya bağlılığı ve hem de islâm'dan nihai kopuşu garanti edilecekti. Muhammed Ali, kendisinden beklenen bu rolü gayet güzel oynadı. Bir defa Fransanın kendisi için kurduğu ve eğitimini Fransız generali Süleyman Paşa'nın üstlendiği orduyu sadece Osmanlı devletinden kopmak için değil, Halifenin ordularına karşı savaşmak için kullandı. Hatta eğer İngiltere işe karışmamış olsa Halifenin ordusunu neredeyse yenecekti. İngiltere'nin Halifenin tarafını tutarak bu işe kanşması aslında Padişahın, Fransa'ya gösterdiği dostluğu kıskanması ve Mısır'da nüfuz sağlama imkânı araması yüzündendi. Tabii ki böylece genel haçlı amaçlarına başka bir yoldan giderek hizmet edecekti. İngiltere görünüşte, Muhammed Ali'yi aşmamak zorunda olduğu sınırın önünde durdurmuş ve onu Padişah'ın üzerine yürümekten alıkoymuştu. Fakat aynı zamanda Padişaha karşı bağımsızlık kazanmasını ve bundan böyle veraset yolu ile kendi soyu tarafindan yönetilecek olan Mısır'ın sadece sözde Halifeye bağlılığı ile yetinilmesini garantiye bağlamıştı. Şimdi bir de şu olaya gözatalım: Muhammed Ali, bir süre sonra yunanistan'a karşı Navarinde bir savaşa girişince bütün haçlı Avrupa kendisine diz çöktürmek için biraraya geliverdi. Çünkü ne olduğunu unutarak bir hris-tiyan devleti olan Yunanistana saldırmaya cüret etmişti. Oysa haçlılar onu sadece islâm'a karşı savaşsın diye silahlandırıp güçlendirmişlerdi. Bu amaca hizmet ettikçe her türlü yardımı görebilirdi. Fakat eğer şahsi arzulan ka-barır da bir hristiyan devlete sataşacak olursa o zaman, zor kullanılarak yola getirilir, hatta eğer durum öyle gerektirirse kuvvet kullanılarak dize getirilirdi. Haçlı plânının öbür maddesi olan Mısır'ı batılaştırma işlemine gelince Muhammed Ali, genç Mısırlı öğrencileri eğitim görmek üzere Avrupa'ya göndermek yolu ile yerine getirdi. Aslında bu onun yaptığı işlerin en tehlikelisi idi. Çünkü böylece "laiklik" akımı
önce eğitim-öğretim alanına, arkasından da müslüman Mısır toplumunun bütün sosyal hayatına girmeye başladı. Denebilir ki; "Muhammed Ali'nin önünde Mısır'ı kalkındıracak başka bir yol yoktu" Bu söz doğru değil. Çünkü eğer, Muhammed Ali'nin yerinde Müslüman Mısır'ı, islâm esasları uyarınca ve islâm temeli üzerinde kalkındırmak isteyen müslüman ve şuurlu bir başka siyasi lider bulunsaydı, önünde tutacağı bir başka yolun olduğunu görürdü. Bu yol, sadece Mısır'ın değil, tüm islâm aleminin ilim beşiği olarak bilinen Ezher medresesini islâh edip gelişme yoluna koymaktı. Bunun için onu tarihimizin gelişme çağındaki islâmi ilim kurullarının canlılık ve parlaklığına döndürmesi yeterli idi. Yani şeriat bilimleri ile dünya bilimlerinin birarada okutulduğu ve bir zamanlar Avrupa'ya öğretmenlik eden müslü-man doktorlar, mühendisler, matematikçiler, astronomi uzmanları, fizikçiler ve kimyacılar yetiştiren islâmî ilim kurumlarını kasdediyoruz. Diyelim ki, ülkesinin -daha doğrusu tüm islâm ülkeleri sozkonusu bilim dallarının uzmanlarına ihtiyacı vardı. Hatta Ezher medresesi bile sözünü ettiğimiz fonksiyonu yerine getirebilmek için aynı ihtiyaç içinde idi. O zaman sadece belirli kimseleri Avrupa'ya öğrenim görmeye gönderme yolunu tutabilirdi. Bu belirli kimseleri dindarlıklarına, takva derecelerine, zeka düzeylerine ve şahsiyet sağlamlıklarına göre seçerdi. Ayrıca fitne yaşını geride bırakmış olmalarına ve sağlıklı bir evlilik yapmış olmalarına, böylece ahlak fesadına uğrama ihtimallerinin zayıf olmasına dikkat edebilirdi. Böylece seçilip Avrupa'ya gönderilen öğrenciler, çeşitli bilim dallarında uzmanlık kazanarak geri dönerler ve müslüman gençlere islâmi bir ortamda ders okuturlardı. O zaman genç öğrenci hem dinine bağlı kalır ve hem de uğradığı bilimsel gerilemeyi telafi edecek ilim hazinesine kavuşurdu, müslümanlarm uzun gerileme dönemi boyunca yoksun kaldıkları bilim tutkusunu yeniden kazanırdı. Böylelikle hem Mısır ve hem de Ezher medresesini öteden beri kendileri için uyulacak bir örnek olarak bilen diğer islâm ülkeleri kalkınmış olurdu. O zaman da bu politikayı uygulayan müslüman lider, islâm'a ve müslümanlara en büyük hizmeti yapmış olurdu. Acaba Muhammed Ali böyle mi düşünüyordu? Daha 29 doğrusu böyle bir yöne yönelmesi sozkonusu muydu? Eğer böyle olsaydı, yabancı efendileri onu seçmezler, kendisine yükledikleri "olağanüstü büyük" rolü oynasın diye onu iktidara getirmezlerdi. Tersine onun bütün psikolojik eğilimi ve aldığı tüm "telkin"lerin özü başka bir yöne, Mısır'ı batılaştırma yönüne dönüktü.
Böyle olduğu içindir ki, henüz fitne çağını yaşayan, hiç bir koruma altına alınmamış genç delikanlıyı büyük kalabalıklar halinde Avrupa merkezlerine saldı. Bunlar gittikleri yerlerde ister ilim öğrenirler ve ister fesad kapacaklar, daha doğrusu çoğunlukla hem ilmi ve hem de ahlâk fesadım birarada edinecekler ve bu yozlaşmış halleri ile tekrar Mısır'a döndükleri zaman batıcılık akımının, ülkeyi tümü ile yöneltmek istediği bu sapma akımının hızlı borazanlan ve sivri uçları olacaklardı. Bu öğrenci kafilesinin her birinin yanına abu gençlere namaz kıldıracak ve gerekli din bilgileri verecek birer iman katmış olması fazla önemli değildir. Çünkü namaz, o günlerin tüm müslümanlarm anlayışlarında dokunulmaz bir kutsallığa sahipti. Bunun için o zaman, namaz kılmayan bir "müslüman"ın varolabileceği düşünülmezdi. Ya da hiç değilse namaz, dokunulmaz konumu olan bir "gelenek" olarak biliniyordu, buna göre hiç kimse ona karşı çıkamazdı. Bundan dolayı o günlerde her hangi bir yerde bir gurup müslümanın bulunması ve bunların kendilerine namaz kıldıracak bir imamdan yoksun olmaları düşünülemezdi. Belki bu geleneği yıkmaya girişmek akla gelebilirdi. Ama Muhammed Ali'nin, hele o günlerde böyle bir girişime öna-yak olması beklenemezdi. Fakat öğrenci kafileleri eşliğinde Avrupa'ya gönderilen bu imamlar ne yaptı acaba? Rıfae Rafı Tahtavi adlı şahıs, bu "imam efendilerden" biri idi. Yahud da Fransa'ya giderken öyle idi. Fakat "batı-laşma" akımının savunuculuğunu yapan bir borazan olarak geri döndü. Yıllarca süren bir gurbet döneminden sonra Fransa'dan Mısır'a döndüğü gün ailesi kendisini sevinçle karşılamıştı. Fakat o ailesinin yüzüne bile bakmadı, onları hor görüyor, kendisini karşılama şerefine bile layık olmayan "felah"lar olduklarını söylüyordu. Daha sonra bu eski hocaefendi, "Paris" hatıralarım içeren bir kitap kaleme aldı. Bu kitapta kadının kapalı giyimden "kurtarılmasını" ve erkeğin girip çıktığı her yere birlikte girip çıkmasını önerdi. Bu arada kadın ile erkeğin bir arada dans etmesinde hiç bir kötü maksat aranmaması gerektiğini savunurken, "Dans, müzik nameleri eşliğinde yapılan bir sportif hareketler bütünüdür. Bu yüzden ona kötü bir iş gözü ile bakılmamalıdır" diyordu. Doğaldır ki, müslüman Mısır halkının Tahtavi hocae-fendinin bu çağrılarına o günlerde olumlu karşılık vermesi beklenemezdi. Çünkü islâm birikimi, müslümanlarm vic-danlarındaki yerini henüz koruyordu. Ayrıca islâm'dan kaynaklanan gelenekler toplum hayatının her alanında egemendi. Bu iki güçlü faktör, sözkonusu imam eskisinin o günkü çağrısına ya gülünç bir maskaralık ya da şiddetle karşı çıkılması gereken bir ihanet damgasını basıyordu. Fakat bu hızlı borazan, bu sivri uç, parmağının ucu ile bir doğrultuyu gösteriyordu. Bu doğrultu "batılaşma" akımı idi. Gerek tahtavi adlı hocaeskisinin ve gerekse onun arkasında duran Muhammed Ali'nin eylemi ayrıntılı olarak şöyle açıklanabilir:
O güne kadar gerek Mısır'da ve gerekse diğer islâm ülkelerinde yaşayan tüm müslümanlarm ferdi ve sosyal hayatlarında bir tek ağırlık merkezi, bir tek dayanma notka-sı vardı -Bu arada sözkonusu alemin bu dinin özünden uzaklaşmak suretiyle uğradığı geçici gerileme bir an için görmezlikten gelinmelidir. Rifae Tahtavi ortaya çıkarak, bu iri merkez noktasının yanıbaşına son derece minicik bir nokta koydu. Bu minik nokta "Batı uygarlığı" idi. Arkasından da müslümanları bu noktaya koyarak onu merkez edinmeye çağırdı. Müslümanların hayatında yeralan bu minik nokta yavaş yavaş irileşmeye, büyümeye başlayarak günün birinde islâm'ın yanında ikinci bir merkez noktası haline geldi. Üstelik ikinci noktanın irileştiği oranda birinci ve asıl merkez noktası yavaş yavaş küçülüyordu. Nihayet günün birinde o zayıf nokta asıl merkez noktası haline gelirken bir zamanların asıl merkez noktası nerede ise gözlerden kaybolacak kadar minikleşerek silikleşmeye yüz tutuyordu. Bu yavaş tempolu merkez değişimi yaklaşık bir yüzyıl boyu sürdü. Fakat duraklamasız, sürekli, hatta mütemadiyen alanını genişleten bir süreç halinde gerçekleşti. Bu sürecini nasıl olduğunu önümüzdeki ara bölümlerde anlatacağız. Hayatın sosyal, ahlâkî, fikri, politik ve ekonomik kesimlerinde bu geçişin aşamalarını izleyeceğiz. Özellikle kadın "serbestleştirilmesi" olayım bu açıdan ele alıp değerlendireceğiz. Fakat burada biraz duraklayıp kendi kendimize şu soruyu sormalıyız: Acaba bu merkez değişimi niçin meydana geldi? Acaba buna sebep olan faktör, üstün Batı karşısında uğranan askeri bozgun ve yenilgide beliren galibi taklit etme düşkünlüğü mü idi? Tek başına bu sebep, sözkonusu yüzyıl içinde olup bitenleri açıklamaya yetmez. Çünkü bu tek yüzyıl içinde islâm alemi batılaşmış, sanki bir zamanlar müslüman değilmişcesine, bütün temel dayanaklarım unutmuş, hatta o güne kadarki onüç yüzyıl boyunca kesintisiz biçimde müslüman olarak yaşamamış gibi olmuştur. Acaba sırf askeri alanda uğranılan bozgun, tek başına bu korkunç değişimi, daha doğrusu bir tek yüzyıla sığan bu ürkütücü çöküşü yorumlamaya yeter mi? Hemen belirtelim ki, güçlü inanca sahip olan bir ümmeti, askeri yenilgi bu kadar ağır derecede etkileyemez. Hatta hiç etkileyemeyeceği bile söylenebilir. Nasıl olur derseniz, bilindiği gibi müslümanlar, ilk kuruluş döneminde Uhud savaşında ağır bir yenilgiye uğradılar. Bu yenilginin ağırlığını anlatmak için yüce Allah'ın (c.c.) şu ayetini okumamız yeterlidir. "Hani Peygamber, arkanızdan sizi çağırırken siz boyuna düşmandan uzaklaşıyor, hiç kimseye dönüp bakmıyordunuz" (Al-i İmran/ 153) Bu hezimet, o günün müslümanlanm çok ağır bir şekilde sarstı. Çünkü kendileri müslüman ve düşmanları kâfir olduğu için yenilgiyi hiç beklemiyorlardı. Bundan dolayı
bu sonucu dehşet içinde yadırgayarak "Böyle bir şey nasıl olabilir?" demişlerdi. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Başınıza bir musibet gelince siz onun iki katını (Be-dir'de) onların başına getirdiğiniz halde 'Böyle bir şey nasıl olabilir?' dediniz" (Al-i İmran/ 165) Fakat bu bozgunun arkasından inen şu ilâhi direktif, yarayı hemen iyileştiren bir merhem oldu: "Sakın gevşemeyiniz, hayal kırıklığına uğramayınız. Eğer gerçekten mümin iseniz mutlaka üstün olan sizlersiniz" (Al-i İmram/ 139) Bu ilâhî direktif iner-inmez, islâm ümmeti onu kavradı ve içeriğine uydu. Bunun sonucu olarak artık askeri yenilgiler onlarda hayal kırıklığı uyandırmaz oldu. Çünkü onlar imanlı oluşlarım üstünlük sebebi olarak görüyorlar ve yüce Allah'ın şu ayetlerde övgü ile anlattığı kullan kendilerine örnek alıyorlardı: "Nice peygamber var ki, kendileri ile beraber bir çok erenler savaş verdiler. Bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden yılmadılar, zayıflık göstermediler ve boyun eğ-mediler. Allah sabredenleri sever. Onlar sadece şöyle diyorlardı; 'Ey Rabbimiz günahlarımızı ve her konudaki aşırılıklarımızı bağışla. Ayaklarımızı yere sağlam bastır ve bize kâfirlere karşı yardım eyle. Allah da onlara yaptıklarının her dünya karşılığını ve hem de en güzel Ahiret karşılığını verdi. Çünkü Allah iyilik işleyenleri sever" (Al-i İmran/146-148) Hatta Moğollar ve Haçlılar karşısında yenildiklerinde bile bu onurlu güven duygusunu yitirmediler. Moğol istilası gerçekten büyük bir yıkımdı. Bilindiği gibi bu istilâ, Abbasi devletini ortadan kaldırdı, Bağdat'ı yıktı, Bağdatlıları perişan etti ve akıtılan müslüman kanının çokluğu yüzünden kentin içinden geçen Dicle nehri kırk gün boyunca kırmızı renkli olarak aktı. Bu arada korku ve çaresizlik inanılmaz boyutlara ulaştı. Öyle ki, bir moğol askeri, Bağdat sokaklarının birinde bir Müslüman karşılaşır. Moğol askerinin yanında kılıcı yoktur. Bu yüzden müslümana şöyle seslenir; "Burda dur, beni bekle, kılıcımı alıp geleyim de seni öldüreyim" Müslüman da öylesine büyük bir dehşetin ve korkunun içinde yaşıyor ki Moğol askerinin dediği yerde put gibi durarak bekliyor, adam da kılıcı ile gelip kendisini öldürüyor! Bütün bunlara rağmen müslümanlar, Moğolları kendilerinden daha üstün ya da saygıdeğer görmelerine yolaça-cak bir ruh çöküntüsüne, bir onur aşmımma uğramadılar. Tersine onlar Moğolları, kesin bir aşağılamadan başka hiç bir şeye lâyık olmayan putperest bir barbar sürüsü olarak görüyorlardı. Savaşta galip gelmiş olmalarının, bu algıyı değiştirmesi sözkonusu değildi.
Haçlı saldırıları da müslümanlar için süpriz oldu. Böyle bir şeye karşı hazırlıklı değillerdi. Üstelik iki yüz yıl boyunca sürdüler. Müslümanlar bu savaşlarda ağır perişanlıklara uğradılar. Fakat önceleri üstünlüğü ele geçiren Haçlılar Mısır'da ve Suriye dolaylarında bazı küçük devletçikler kurmayı başardıktan sonra yüce Allah (c.c.) Selâhaddin-i Eyyübî döneminde son zaferi müslümanlara nasip etti. Bununla birlikte müslümanlar, haçlıları kendilerinden daha üstün ya da daha saygıdeğer görmelerine yolaçacak bir ruh çöküntüsüne, bir onur aşınımına uğramadılar. Tersine onlann gözünde haçlılar, haça tapan bir müşrikler sürüsü idi. Onları müşrik olmaları yüzünden olsun, ahlâksızlıkları yüzünden olsun son derece hor görüyor ve kendilerini "deyyuslar" diye anıyorlardı. Sebebine gelince bunlardan biri karısı ile birlikte yolda yürürken eğer karısının bir arkadaşı ile karşılaşsa kadın arkadaşı ile istediği gibi rahat konuşsun diye adam ikisini başbaşa bırakıp yana çekilirdi.[33] O halde askeri bozgun ne kadar ağır ve ne kadar süpriz olursa olsun inanç sahibi bir ümmeti fazla etkilemez. Fakat denebilir ki, uğradıkları askeri bozgunla birlikte yüzyüze geldikleri bilimsel, kültürel ve maddi alandaki üstünlük müslümanları bu derece etkilemiş ve onlarda böyle büyük bir değişiklik meydana getirmiştir. Çünkü bu durumla ilk defa ve birdenbire karşılaştılar ve böylece geri kalmışlarının korkunç derecesi meydana çıkmış oldu. Bu söz, görünüşte inandırıcıdır. Hiç kuşkusuz müslü-manların Batı karşısında apışıp kalmalarında onların gelişmişlikleri yanında kendilerinin ne derece geri kaldıklarım açıkça görmeleri etkili bir faktör oldu. Fakat tek başına bu faktör de müslümanlarm Batı karşısında uğradıkları çöküşü ne açıklayabilir ve ne de bu çöküşe gerekçe olabilir. Çünkü müslümanlar, tarihlerinin ilk döneminde gerek bilim ve gerekse maddî ve kurumsal uygarlık alanlarında yakınlarında yaşayan o dönemin iki süper gücü olan bizans ve Sasani devletleri ile mukayese kabul etmeyecek derecede geri idi. Böyle olunca bu iki süper güçten bilim ve maddi uygarlık alanlarında alıntı yapmak zorunda oldukları kuşkusuzdu. Fakat, birinci bölümde anlattığımız gibi, bu zorunluluğa rağmen müslümanlar, hiç bir zaman, düşmanlarının kendilerinden üstün olduğu onların sahip oldukları dü-şüncelerin, inançların ve davranış tarzlarının kendilerininkinden daha iyi olduğu duygusuna kapılmadılar. Tam tersine imanlarından kaynaklanan üstünlük duygusu ile bütün bu kitleleri ilâhî kılavuzluğun gösterdiği doğru yola gilmeyen, hayatını yüce Allah'ın önerdiği metoda göre düzenlemeyen kör cahiller sürüsü olarak algıladılar. Bu anlayışla muhtaç oldukları bilim dalları ile maddi ve kurumsal uygarlık unsurlannı onlardan alarak kendi hayat tarzlarına uyarlamışlar, fakat onların cahiliye nitelikli inançlarının, düşüncelerinin ve davranış tarzlarının kırıntısını bile almaya kalkışmadılar. İşte islâm ümmetinin bir şeye muhtaç olduğu ve muhtaç olduğu şeyin
çevresinde yaşayan gayri müslim toplumlarda varolduğunu gördüğü zaman takınacağı doğru ve sağlıklı tutum budur. Fakat bu son defaki tutumu bu söylediğimizin tamamen tersi oldu. Bu defaki tutumu Batı karşısında "apışmak" oldu. Bu apışma öyle bir şey ki, galip gelen gücün önünde diz çökmeye, hiç itiraz etmeden dizginleri onun eline teslim etmeye, ona tam anlamı ile boyun eğmeye, hatta zaferi kazanmış gücün kendisini bağımlıları arasında saymasını minnet ve şükranla karşılamaya götürüyor. Bu nasıl oldu? Ne tek başına askeri bozgun, inanç sahibi bir mmeti bu hale getirebilir ne bilimsel ve maddî uygarlık alanındaki geri kalmışlık buna yolaçabilir ve ne de askeri bozgun ile bilimsel ve maddi uygarlık alanlarındaki gerikalmışlıkla-rm birleşik etkisi bu apışmaya götürücü olabilir. Bu apışmanın asıl kaynağı, inanç gerilemesinden doğan iç bozgundur. Bilindiği gibi yüce Allah (c.c.) bize şöyle buyuruyor: "Sakın gevşemeyiniz, hayal kırıklığına uğramayınız. Eğer gerçekten mümin iseniz üstün olan sizlersiniz" (Al-i îmran/139) Görüldüğü gibi ayette imanın varlığı şart koşuluyor. Bu şart boşuna değildir. Çünkü düşmanlar karşısında bozguna uğrandığı zaman müslümanlarda meydana gelebilecek olan gevşeklik ve hayal kırıklığını, bu gevşeklik ve hayal kırıklığının yolaçabileceği düşmana teslim olma, direnmekten vazgeçme ve onları çıktıkları yerden aşağı düşürmeye girişmeme tutumlarını önleyecek olan tek güç kaynağı, imandır. Üstünlük duygusu imanın ikiz kardeşidir. Yani cahiliye düzenlerine karşı üstünlük duymak, ne kadar gelişmiş savaş araçlarına ve yeryüzünde egemenlik kurmaya yarayan ileri teknolojiye sahip olsalar bile bu dü-zenlere sırf cahiliye düzenleri gözü ile bakabilmektir. Yukardaki ayet-i kerime, müminleri gerçek ölçü ile, gerçek kriter ile başbaşa bırakıyor. Çünkü mesele küfür-iman meselesi olunca üstün olanlar kesinlikle müminlerdir. Geçici bir askeri bozguna ya da yine geçici bir maddi zayıflığa uğramış olmaları bu durumu değiştirmez. Sebebine gelince başlıbaşına iman, küfürden üstündür. Psikolojik yönden üstündür, manevi yönden üstündür, akıl yönünden üstündür, ahlâk yönünden üstündür ve insancıllık (hümanizm) yönünden üstündür ve bu üstünlük hakkın batıla karşı, sağlıklı hayat tarzının bozuk hayat tarzına karşı, doğru görüşün eğri görüşe karşı ve doğru davranışın eğri davranışa karşı taşıdığı üstünlük oranında üstündür. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Acaba yüzüstü sürünen mi yoksa dosdoğru yolda yürüyen mi daha hidayet üzeredir?" (Mülk / 22) Bu söylediğimiz düşman içinde erimeyi, onun karşısında ruhi hezimete uğramayı önleyen psikolojik, şuur ve vicdan bakımından böyledir. Bunun yanında meseleyi pratik açıdan ele alırsak müminler, doğru inanç sistemine ve sağlıklı hayat tarzına sahip oldukları için üstün olduklarına kesinlikle inanırlarsa-geçici bir askeri bozguna ya da maddi zayıflığa uğrasalar bile- bu kesin inançlarının bizzat kendisi düştükleri vartadan kurtulmalarında, eski güçlerine kavuşmalarında ve düşmanlarım alaşağı etmelerinde onlara yardımcı olur. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "O müminler ki, yaralandıktan sonra yine Allah'ın ve Peygamberin çağrısına uydular. Onlardan iyilik edenler ve (şirkten, günahlardan kaçıp Allah'ın azabından) korunanlar için pek büyük ecir vardır. Onlar ki, halk kendilerine '(düşmanınız olan) insanlar size karşı ordu topladılar, onlardan korkunuz' deynce bu söz onların imanlarını arttırdı ve 'Allah bize yeter, o ne güzel vekildir'dediler" (Al-i İmran /172-173) Buna göre "Murcie" Tasavvuf ya da ilâhî yükümlülüklerden sıyrılma eğiliminin anlayışına göre değil de gerçek islâm anlayışına uygun samimi iman, bu ümmeti, düşmanlar karşısında psikolojik paniğe kapılmaktan, dizginleri onlara teslim etmekten ve onlara bağımlı olmaya boyun eğmekten alıkoyacak olan tek faktördür. Acaba haçlılar, islâm dünyasına saldırdıklarında, ortalığı yakıp yıktıklarında müslümanlarda böyle bir iman var mıydı? Hiç kuşkusuz, hayır! Çünkü eğer o günün müslümanlarında, yüce Allah'ın indirdiği ve Peygamberimizin (s.a.v.) sahabilerine öğrettiği şekli ile böyle bir iman olsaydı, askeri ilimleri ile sosyal kurumlar bakımından ne oranda geri kalmış olurlarsa olsunlar, başlarına gelen felâketlere uğramazlardı. Bu iman, mutlaka o ümmeti yeni bir dirilişe götürerek zayıflıklarını gidermelerini gerikalmışlıklarını telâfi etmelerini ve tekrar düşmanlarının karşısına dikilmelerini sağlardı. Gerçek şu ki, ortada belirli renkte bir iman vardı, hiç baştan yok değildi. İşte ümmeti, haçlı saldırılan karşısında direnişe ve islâmî bir cihada, yani "lailhahe illellah Muhammedün Resullh" sancağı altındaki mücadeleye sürükleyen, bu saldırının kâfirler tarafından islâm yurduna karşı düzenlenmiş ve mutlaka karşı konulup ortadan kaldırılması gereken bir istilâ olarak algılanmasını sağlayan, bu sırada başgösteren kanunlarını kaldırıp yerine insan yapısı kanunlar geçirme girişimini, razı olunduğu takdirde bu ümmeti dininden çıkaracak bir küfür saydıran tek güç, bu iman olmuştu. Tıpkı müslaman Mısır halkının Napolyon komutasında girişilen haçlı saldırısına karşı koyması ve onu islâm kanunları yerine kendi hazırladığı kanunları yürürlüğe koymaktan alıkoyduğu gibi. Yine Kuzey Afrikalı müslümanlarm, haçlı karakterli Fransız istilâsına, Hindistan müslümanlannın, haçlı karakterli ingiliz istilasına, Endonezya müslümanlannın önce Portekiz ve sora Hollanda tarafından yürütülen aynı karakterli istilâlara, kısacası
hristiyan Batı tarafından girişilmiş bütün istilâlara o yöre müslümanlannın karşı koyması gibi. Fakat bu iman, daha önce söylediğimiz gibi, "murcie" düşüncesi, tasavvuf akımı ve yükümlüklerden sıyrılma eğilimi tarafından gölgelen, üstelik halk yığınları düzeyinde bir takım hurafeler ve gelenekler yığınına dönüştürülen bir imandı. Bundan dolayı, giriştiği cihad eyleminde ortaya koyduğu kahramanca direnişe rağmen artarak süren saldırılar karşısında fazla ayakta duramadı. Üstelik çökünce de çöküşü daha öncekilere hiç benzemeyecek kadar müthiş oldu. Onunla birlikte ümmet de çökerek kendini akıntılara teslim etti. Şimdi yine konumuz olan Mısır deneyine dönerek tarihin adımlarını izleyelim:
İNGİLİZ İŞGALİ: Gerek Muhammed Ali ve gerekse Hidiv İsmail Paşa'ya kadar onun arkasından gelenler zamanında Fransa'nın desteği devam etti. Bunlar Mısır'da, Fransa'nın nüfuzunu genişlettiler. Kendilerinden beklendiği gibi ülkeyi batılaş-tırmak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Öyleki, bu valilerden biri olan sözde "Büyük İsmail", "Mısırı, Avrupa-nın bir parçası yapmak istiyorum" şeklindeki meşhur sözü söylemekten bile kaçınmadı. Fakat günün birinde Tevfîk Paşa adında biri vaki olunca geminin rotası değil, dümenini tutan çarkçıbaşısı değişti. Yani bu vali zamanında İngiliz nüfuzu, önce uzaktan Mısır'ı etkilemeye başladı, arkasından milâdî takvimle 1882 yılında Mısır, İngilizler tarafindan işgal edildi. Doğal olarak yeni plân, Fransız usulü yerine İngiliz usulü ile batılaştırmaya devam etmekti. Bazılarına belki acayip gelecek ama İngilizler, Fransanın politik nüfuzunu her alanda kırmaya can atmalarına rağmen daha önce Fransızlar tarafından kurulan kolejler, misyonerlik okulları ve benzerleri gibi haçlı kurumlarına asla dokunmadılar. Çünkü Avrupa devletleri, siyasi nüfuz ve ganimet kazançları uğruna biribirleri ile kıyasıya rekabete girişiyor ve bu rekabetler bazan, aralarında ateşli savaşlara bile yolaçıyordu, ama islâm karşısında işbirliğine girişerek bi-ribirlerinin menfaatlerini koruyorlardı. Meydana gelen en önemli değişiklik, insanları İslâm'dan çevirmeyi amaçlayan soğukkanlı İngiliz metodudur. Bu metod, İngilizlerin ünlü "yavaş, fakat emin (slow but sure)" deyimine uygun düşüyordu. Napolyon'da, Fransız aptallığı vardı. Kızıyor ve vuruyor ve her vuruşu daha çok uyanışa, daha çok direnmeye yolaçıyordu. Tıpkı Ezher medresesini top ateşine tutması ve at ahırı olarak kullanması olaylarında olduğu gibi. İngilizlere gelince onlar haçlılıklarmda ve Ezher medresesine düşmanlıklarında Fransızlar'dan ya da diğer haçlı milletlerden aşağı değillerdi. Fakat toplumu değiştirme
amaçları değil, bu değiştirme olayında kullandıkları metod farklı idi. Bu farklı metod, son çözümde farklı sonuçlar getiriyordu. Dediğimiz gibi "yavaş fakat emin" bir metoddu bu. Yapacağını yapıyor, fakat insanlar meydana getirilen değişikliği farkedemiyorlardı. Mısıra gönderilen ilk İngiliz "genel vali"si Lord Crom-mer'in şu sözlerini dikkatle okuyalım: "İlâhî irade tarafından bu ülkenin (yanı Mısır'ın) başına geçirilen beyaz adamın görevi, hristiyan uygarlığın temellerini mümkün olan en geniş alana yaymaktır. Öyle ki, bu uygarlık insanlar arası ilişkilerin temeli haline gelsin. Gerçi halk arasında kuşku uyandırmamak için müslü-manları, hristiyanlaştırmaya çalışmamalı, ülkenin resmi görevlisi olarak islâm dininin göz boyayıcı görüntülerine meselâ dini törenlerine bağlılık göstermelidir."[34] Bu sözlerin sahibi olan Lord Crommer'in Mısır'daki ilk görev günlerinde misyonerler kendisim İngiliz hükümetine şikâyet ederler. Şikâyet gerekçeleri genel valinin kendi-lerine baskı yapması, rahat çalışmalarına imkân vermemesidir. İngiliz hükümeti bu şikâyeti kendisine yansıtıp savunmasını isteyince adam, misyonerleri toplayarak onlara şunları söyler: "Benim size baskı yapabileceğimi, çalışma imkânlarınızı sınırlamak isteyeceğimi düşünebiliyor musunuz? Fakat sizler sokakta bulduğunuz çocukları ve kendi halindeki insanları kaçırıp hristiyanlaştırmaya kalkışıyor, böylece müslümanları psikolojik baskı altına alıp onları dinlerine daha sıkı şekilde bağlanmalarına yolaçıyor-sunuz. Fakat en yakında Londra Trinity College'i (İlahiyat Fakültesini) bitirecek olan bir gençle anlaştım, okulunu bitirince buraya gelerek yeni bir eğitim sistemi kuracak ve bu sistem aracılığı ile sizlerin bütün hedeflerinizi gerçekleştirecek.[35] İşte "yavaş fakat emin" çalışma dediğin böyle olur. Yani misyonerlerin bütün hedeflerini, başka bir deyimle bütün haçlı amaçlarını gerçekleştirmeyi garanti eden uzun vadeli bir eğitim politikasını yürürlüğe koyar, ayrıca halk arasında güvensizlik doğmasına meydan vermemek için uyanışa yol açacak en ufak bir baskıya bile başvurmaktan kaçınırsın. Şimdi bu sinsi eğitim politikasının ayrıntılarını kısaca gözden geçirelim:
a) EĞİTİM PROGRAMI: Lord Crommer'in yukarıda sözünü ettiği genç rahip Mr. Dunlop, bir süre sonra Milli Eğitim Bakanlığı müsteşarlığına atandı. Aslında müsteşar hazretleri, müslüman Mısır'ın Eğitim bakanlığının tam yetkili sorumlusu oluyordu.
Eğer Eğitim bakanlığının başında bir hristiyan rahip bulunursa eğitim işlerinin nasıl olması beklenir acaba? Mr. Dunlop, hristiyan kilisesinin tehlike kaynağı olarak mimlediği Ezher medresesine darbe vurmak için gelmişti. Fakat bu darbeleri Napolyonunkiler gibi aptalca ol-mayacaktı. Çünkü Napolyonun söz konusu aptalca darbelerinin müslümanlarm dirençli tepkisine sebep olduğunu biliyordu. Bu yüzden Mr. Dunlop, Ezher medresesini olduğu gibi bıraktı, ona hiç dokunmadı. Fakat izlenen "yavaş fakat emin" metod uyannca programlarında sırf "dünya bilimleri"ne yer veren orta öğretim düzeyli yeni okullar açtı. İlerde anlatacağımız üzere bu okulların programlarında göstermelik bir kaç ders saati dışında din dersine yer verilmemişti. Böylece müslümanları, islâmdan çıkarma plânının önemli bir parçası yürürlüğe konmuş oluyordu. Müslüman halk bu durumu görür görmez -gerçek planın apaçıklığı ve gerekse kalblerinde yaşayan İslam tortusunun verdiği utançla -dediler ki" Bu okullar gavur okullarıdır. Çünkü programlarında Kur'an-ı Kerim öğretimi yok; çünkü Ezher medresesine hazırlık niteliği taşıyan orta öğretim okulları dört yıllık eğitim süreleri boyunca öğrencilerine Kur'an öğretiyorlardı." Fakat bu orta öğretim okulları, islâmî bilgi vermiyorlardı, ama Mr. Dunlop'un önceden hazırladığı ustalıklı plânlar uyarınca bir yandan geçim sebebi ve bir yandan da sosyal prestij kaynağı haline geldi. Bu okullardan mezun olanlar -sadece dört yıllık bir eğitim süresinin sonundamezun olur- olmaz, dört Mısır lirasına varan maaşlarla devlet dairelerine memur olarak atanıyorlardı. Bu para o günlerde büyük bir servet demekti. Çünkü o günlerde fîatlar, şimdikiler ile karşılaştırılınca tasavvur edilemeyecek derecede oldukları için Mısır lirasının satmalına gücü son derece yüksekti. Öyle ki, sözko-nusu dört Mısır lirası, başkent Kahire'de bile onurlu bir hayat sürmeye yetiyordu. Bu kazancın sahibi evlenip aile geçindirebildiği gibi bir kısmını arttırarak ilerde yazlık yeri arsası satın alabilirdi.[36] Buna karşılık ömrünün yirmi yılını okullarda harcayan Ezher medresesi mezunu, kimi zaman hiç iş bulamıyor. Camilerde din görevlisi olarak iş bulduğu durumlarda da yüz yirmi kuruş maaş alabiliyordu. Gerçi bu para ile geçinebiliyordu. Ama yaşadığı hayatın düzeyi, devlet dairelerinde memur olarak görev yapan yeni orta öğretim kurumlarının mezunlanna göre düşüktü. Böyle bir durumda eğer okutmak istediğiniz bir oğlunuz olsa onu nereye götürürdünüz? Gençliğin baharını sınıflarında harcayarak mezun olunca işsiz kalacağı ya da sözünü ettiğimiz düşük maaşla camilerde din görevlisi olarak çalışabileceği Ezher medresine mi, yoksa dört yıllık kısa bir eğitim döneminden sonra bakkalım, kasabın, ev sahibinin sevdiği bir adam haline gelen, nereye gitse itibar gören devlet memuru yetiştiren Mr. Dunlop'un yeni okullarına mı?
Oysa o güne kadar Ezher'li olmak aileler arasında yanşa yolaçan bir şerefti. Evlâtlarından birisi "alim" olan, yani Ezher mezunu olan aile herkesin gözdesi olurdu. Bu Kahire'de de diğer vilâyetlerde de böyleydi. Herkes bu ailelere saygı ile bakardı. Çünkü o zamanın insanlarının anlayışına göre "ilim" denince, akla hem dünya ve hem de Ahiret mutluluğunun kazandırıcısı olan din ilmi geliyordu. Ayrıca devlet görevlileri çoğunlukla Ezher mezunları arasından seçildikleri için bu okulu bitirenler İslâm toplumunda yükselmenin bütün imkânlarına sahip olurlardı. Gerçi Ezher medresesi, Endülüs medreselerinin hatta gelişme dönemindeki Ezher medresesinin bizzat kendisinin örneklik ettiği doğru islâmî metoddan sapmıştı. Yani din ve dünya bilimlerini birarada öğretmiyor ve öğrencilerini, yeryüzünü ilâhî metod uyarınca kalkındınp geliştirme görevine hazırlamıyordu. Ama buna rağmen halkın gözünde islâmla sıkı sıkıya ilişkili görülüyordu, vicdanlarda islâmiyetin canlı bir sembolü olarak yaşıyordu. Bu yüzden onu elüstü tutuyorlar, ona ilgi gösteriyorlar yine bundan dolayı mezunlarının islâm toplumu içinde anlattığımız şekilde prestijli bir yeri vardı. Oysa şimdi -Yani Mr. Dunlop'un döneminde- işler tamamen tersine döndü. Artık Ezher'e, yeni okulların masraflarını karşılayacak parası olmayan ve bu yoksulluklarının bedelini toplumda karşılaştıkları prestij ve mevki kaybına katlanarak ödemek zorunda kalan fakirler gidiyorlardı. Gerçi bazı köklü aileler, taşıdığı "kutsallıktan" ötürü ve özellikle taşrada halâ varolan itibarını gözönüne alarak evlâtlarından birini Ezher'e vermeye devam ediyorlardı. Ama onların bu zayıf ilgisi Ezher'in yeni ve gölgelenmiş görüntüsünü değiştirmeye yetmiyordu. Bu gölgeli görüntüye artık Ezher "yeni öğretim kurumlarTnm masraflarını karşılayacak ekonomik gücü olmayan ve dolayısıyla "yeni toplum"da yükselme şansını yitirmiş öğrencilerin sığınağı idi. Buna karşılık yeni okulların mezunları, toplumun "yeni zümresi"ni oluşturuyorlardı. Bütün yükselme kapıları önlerinde açıktı. Onlar sömürgeci tumturaklılığı ile lügat pa-ralayarak konuşuyorlar ve bu nitelikleri ile caka satıyorlardı. Buna karşılık sömürgeciler de bu zümreyi koruyor, onun aracılığı ile "yavaş fakat emin" bir biçimde toplumu istediği yöne götürüyorlardı. Acaba bu yeni okulların mezunları nasıl tiplerdi, kültür düzeyleri ve dünya görüşleri ne idi? Mr. Dunlop, Lord Crommer tarafından seçilip milli eğitim bakanlığının başına tek yetkili olarak atanmasına yolaçan haçlı emellerini onlara nasıl aşılayabilmişti? Bu sorulara cevap verebilmek için Mr. Dunlop'un yeni okullarda yürürlüğe koyduğu eğitim programlarını, bu programların da en tehlikelerini, en derin etki bırakanlarını kısaca gözden geçirelim: Sözkonusu etmek istediğimiz ders programlan Arap dili ve edebyatı, din eğitimi ve tarih eğitimi programlandır.
Önce Arap dili eğitiminden söze girelim. Arap dili, haçlıların kalbinde kin ateşleri tutuşturan Kur'an-ı Kerîm'in dili idi. Bu yüzden Mr. Dunlop, onu öldürmeye, varlığına son vermeye kesin kararlı idi. Bu yüzden bütün yüksek okul diplomalı öğretmenlere oniki Mısır lirası aylık verildiği halde sadece Arap dili öğreten yüksek okul mezunu hocalara dört Mısır lirası maaş verilmeye başlandı. Bu ayırımcı ve küçümseyici tutum, etkisini kısa zamanda hem okullarda ve hem de daha geniş olarak toplum bütününde göstermekte gecikmedi. Okullarda artık Arap dili öğretmenleri eski ön plândaki mevkilerini yitirdiler, hatta öğretmenler zümresinin en arka plânına düşmüşlerdi. Diğer bütün öğretmenler, hatta orta öğretim mezunları da dahil olmak üzere, ondan önde geliyorlardı. Hatta eline çabuk, becerikli bazı okul hademeleri bile bazan ondan daha çok para kazanıyorlardı. Bundan dolayı artık okulda sözü geçmiyordu, okul işlerinde düşüncesi sorulmuyordu, okul yönetimine karıştırılmıyordu. Bunun yanında artık öğrencilerinin gözünde de itibarı kalmamıştı. Eğer elinde taşıdığı ve yaramaz öğrencilerini döğmek için kullandığı sopası olmasa kimsenin onu sayacağı ve adam yerine koyacağı yoktu. Oysa İngilizce öğretmeni en yüksek dereceli saygıyı görüyor, en itibarlı öğretmen kabul ediliyordu. Okulun dışına çıkıp da toplum arasına girince durumunun daha da zavallı olduğunu görüyordu. Çünkü herkes mali durumunun acıklılığını, öğretmenler sırasının arkasında yer aldığını ve diğer meslektaşlarının hem aylık ve hem de itibar bakımından ondan önce geldiklerini biliyordu. Belki elindeki sopa ile öğrencilerini korkutarak onların dersinde uslu oturmalarını sağlıyordu. Ama okulun dışındaki toplumun onun elindeki bu sopadan korkması beklenemezdi. Tersine herkes elinde taşıdığı bu sopayı alaya alıyor, gırgır konusu yapıyordu. Oysa meslektaşı İngilizce öğretmenin elindeki aynı sopa, ona okul içinde itibar sağladığı gibi okul dışında da ayıplanmasına, gırgıra alınmasına yolaçmıyordu. Tersine saygı, beğeni ve prestij kazanmasına sebep olduğu bile söylenebilirdi. Nitekim şair Mutenebbi, bir beytinde şöyle diyor: "İnsanlar, iyiliğini gördükleri kimsenin hoşuna gidecek sözü söylerler. Buna karşılık yanılgıya düşen aptallar kınanır." Böylece Arap dili öğretmenin toplumdaki statüsü, maaşının oranı düştükçe düşüyor ve sürekli alay konusu haline geliyordu. Herkes onun cahilliğinden, gerikafalılığın-dan, ufkunun darlığından, fakirliğinden, sosyal ve düşünce düzeyinin düşüklüğünden sözediyordu. En ayıplanan ve alaya alınmasına yolaçan kusuru da yabancı dil bilmemesi idi. Arapça öğretmenin bu saygıdan yoksun prestijsiz durumu, hiç kuşkusuz, okuttuğu dersin kendisine de yansımakta gecikmiyordu. Zaten bu sinsi plânın ardında saklanan gizli amaç da buydu. Arapça öğretmenine kondurulan itibarsızlık, kısa zamanda dersine geçerek Arapça dersi alay, küçümseme ve nefret konusu olmaya başladı. Bir defa öğrenciler Arapça-nın
dilbilgisinin, söz diziminin, ifade sanatının, metinlerinin ve edebiyatının zorluğundan yakınıyorlardı. Oysa on üç yüzyıl boyunca bu dille şikâyet etmeksizin, başbaşa yaşamışlardı. Sanki o sözünü ettikleri zorluğunu, şimdi ansızın farkederek ondan soğuyorlardı. Arapçayı, başta ingilizce olmak üzere yabancı diller ile karşılaştırmaya ve yine İngilizce başta olmak üzere yabancı dilleri her bakımdan daha kolay bulmaya başladılar. Onlara göre bir defa bu yabancı dillerde İrap (sözcüklerin son sesli harfinin cümle içindeki yerine göre değişik olması) kuralı yoktu. Başka bir deyimle bu dillerde okuyucu, kelimelerin sonundaki sesli harfin ne olacağı konusunda şaşkınlığa düşürülmüyordu. Bu diller, söz dizimi (sentaks, nahiv) ve okunuş bakımından kolay oldukları gibi cümle yapısı bakımından da karmaşık değillerdi.[37] Kısacası şunu demek istiyorlardı: Arapça ile ilgilenmek gereksizdi, hatta yerinde değildi. Oysa yabancı dillere -özellikle ingilizceye- önem vermek son derece gerekli idi. Bu görüşe göre yönlendirilen ve bu alışkanlıkla yetiştirilen öğrenci, Arap dilinin söz dizimi kuralları savsaklamaya, faili ya da mefulu yanlış hareke ile okumaya ve bu yanlışlığı hiç umursamaksızın ve aldırış etmeksizin yapmaya başladı. Eğer hatası düzeltilir ya da uyanlırsa karşısındakine omuz silkeleyerek vurdum duymazlık içinde şöyle cevap veriyordu; "Yahu amca, bırak şu mollalığı, ben mezarlıklar imamı mıyım?" Oysa aynı öğrenci yabancı dillerde her hangi bir kelimeyi okurken veya bir fiilin çekimini yaparken ya da bir bileşik kelimesini oluştururken "yanlışlık yapacağım" diye ödü kopuyor, eğer yanlışlık yaparsa çevresi tarafından alaya alınıyor ve cahillikle suçlanıyordu. Öte yandan yazarlar da Arapçanın donukluğundan, esnek olmayışından, değişik manaları ve bu manaların uzantılarını ifade etmeye elverişli olmayışından şikâyet ediyorlardı. Oysa, onlara göre, yabancı diller tabii ki İngilizce başta olmak üzere bu değişik manalan büyük bir rahatlık, kolaylık, derinlik ve isabet içinde ifade edebiliyorlardı. Sanki bu dil, on üç yüz yıl boyunca başbaşa yaşadıkları ve vicdanlarının bütün çırpıntılarını yetersizliğe düşmeksizin ifade edegelen dil değildi. Sanki bu dilin daha önce farkında olmadıkları kusurlarını birden bire keşfedrek bunun sonucunda Arapçadan soğuyup diğer dillere ve o dillerin edebiyatlarına yönelmişlerdi. Bu özentici anlayışın zevkine göre Arap edebiyatının ünlü simalan olan Mute-nebki, Buhteri, Alkeme, İmriilkays gibi isimler, akıl ve uygarlık bakımından geri bir kofluğun ve yavanlığın sembolleri idiler. Buna karşılık Dante, Şekspir, Wood vorth, Bay-ron, Andre Gide, Anatole France, Victore Hugo gibi Batılı yazar ve şairler "aydınlar" arasında dilden dile dolaşıyordu. Bunu "aydın" olduklarını kanıtlamak için yapıyorlardı. Bu arada adlarını ezberledikleri bu yazar ve şairlerin eserlerinden hiç birini okumamış olsalarda ne zararı vardı!
"Bilim adamları", daha doğrusu yabancı bilim adamlarının yazılarını tercüme eden bilim aktarıcıları ile Arapçanın edebiyata elverişli -elbetteki seviyesiz bir edebiyata el-verişli- bir dil olmakla birlikte bilime elverişli olmayan, ilimle uyuşmaz bir dil olduğundan yakınıyorlardı. Onlara göre bu dil donuk, karmaşık, ifade imkânları sınırlı ve çağ dışı bir dildi. Buna göre bilimsel araştırma yaparken mutlaka bir yabancı dili özellikle İngilizceyi- kullanmak gerekir. Ayrıca eğer günün birinde bizimde bilim adamlarımızın olmasını istiyorsak kullandığınız bir yabancı dili okullarda okuyan öğrencilerimize öğretmemiz gerekiyordu. Sanki bu dilin İslâm'ın gelişme döneminde bilimle hiç bir ilişkisi olmamıştı. Hatta sanki bu dil bir zamanlar bilim dili olmamış ve hakkında Roger Bacon şunları söyle-memişti; "Kim bilimle uğraşmak istiyorsa önce Arapça öğrensin. Çünkü bu dil, bilim dilidir" İşte bu şekilde Arapçaya her taraftan oklar yağdırılıyordu. O, artık müslüman arabın on üç yüzyıl boyunca iftihar ettiği bir övünç kaynağı değildi. Tersine her kesin bir an önce kendisinden sıyrılmaya çalıştığı, "aydm"lar arasına katılabilmek için kıyasıya yerdiği, alabildiğine ayıpladığı bir utanç objesi idi. Arapçaya kondurulan bu utandırıcı statü düşüklüğünün bu dilde yazılan eserlere ve yazılara yansımaması düşünülemezdi. Zaten bu sinsi kötüleme plânım hazırlayanların varmak istedikleri son amaç buydu. Bu dilde yazılan yazılar ve eserler, başta Kur'an-ı Kerîm olmak üzere bu ümmetin kültür hazinelerinin tümü idi. Demek ki istenen şey, bu ümmeti başta Kurfan-ı Kerîm olmak üzere bütün kültür hazinelerinden uzaklaştırmaktı.[38] Bu sinsi plânlar sonucunda müslüman halk gerçekten tedrici bir şekilde Kur'an'mdan ve öz kültüründen koptu. Artık "manevi besin kaynaklan" olarak bunlan görmüyordu. Şimdiki manevi besin kaynakları, bunlar yerine, muzaffer efendilerinin dillerinde yazılan eserlerdi. Mr. Dunlop'un programlarında yer alan din dersine gelince onun durumu da Arapçanınkinden daha az kötü değildi. Bir defa din dersi öğretmenliği, Mr. Dunlop tarafından anlattığımız şekilde zavallı duruma düşürülmüş olan Arapça öğretmenine verilmişti. Daha da kötüsü okulun en yaşlı Arapça öğretmenleri bu dersi okutmakla görevlendiriliyordu. Bu uygulama, bu yaşlı adamları yazılı kağıdı okumak, bu kağıtları okuldan eve ve evden okula taşıma külfetinden kurtarma gerekçesine bağlanmıştı. Üstelik din dersi, gündelik ders programlarının en sonuna konuyordu. Bu saat da çoğunlukla Cumartesi günleri, yedinci, perşembe günleri beşinci ve diğer günlerde beşinci ders saati oluyordu. Bu uygulamanın amacı şuydu: Öğrenciler din dersini gündelik ders programlarının sonunda bıkkın ve yorgun bir durumda göreceklerdi. Onlar bu saatte biran önce zilin
çalmasını veya sokaklara dökülmeyi ya da evlerine gitmeyi sabırsızlıkla bekleyeceklerdi. Üstelik bu dersi yaşlı, iki ayağı çukurda, zayıf sesli, etkisiz ve ağır davranışlı bir öğretmenden aldıkları için zihinlerinde din ile yetersizlik, güçsüzlük, sıkıntı, baskı ve serbest kalma özlemi arasında ağ kuracaklar, kafalarında din ile bu kavramlar arasında çağrışım meydana gelecekti. Üstelik dersin kendisi de uygulanan eğitim metodu yüzünden ölüm ve cenaze kokuyordu. Çünkü harekete, hayata ve ruha yer vermeyen bir takım metinlerin ve duaların kuru kuruya ezberlenmesinden ibaret olacak bir içerikte hazırlanmıştı. Dediğimiz gibi bu plân, öğrencileri din dersinden ve son çözümde dinin kendisinden soğutmayı amaçlayan bir komplodur. Tıpkı Arap dili ile bu dilde yazılmış yazı ve eserler hakkında nefret uyandırılmak istendiği gibi. Bunun en açık kanıtı şudur. Misyonerler tarafından yönetilen okullarda okutulan hatta bu okulların "laik" olduğu sanılıp din ile ilgisiz sanılanları ve "müslüman" öğrencilerinin din derslerine katılmasını programlayanlarında bile hristiyan dini ile ilgili dersler sabanın erken saatlerinde okutuluyordu. Öğrencilerin bu derslere son derece neşeli ve sevinçli olarak katılmaları sağlanıyordu. Ayrıca bu dersler okulun en genç ve öğrenciler tarafından en çok sevilen erkek ve kadın hocaları tarafından veriliyordu. Bunlar yanında bu dersler, gündelik normal derslerin sıkıcılı-ğından uzak algılansınlar diye sınıflarda değil, okulun kilisesinde okutuluyordu. Bir de bu dersler, öğrencilerin kalbleri ile gırtlaklarının da ortak katkısını sağlayabilmek için ilâhîler ve şarkılar eşliğinde yapılıyordu. Böylece bu din dersi, öğrencilerin gönüllerinde sevinç, coşkunluk, neşe, hareket ve yaşama zevki ile iç içe algılanıyordu. Bir de şu noktayı vurgulamalıyız. Mr. Dunlop'un okul programlarına eklenen bu islâmî din dersi aslında kendisine yabancı, hatta ters yapıda olan bir eğitim elbisesine iliştirilmiş bir yamayı andınyordu. Neden derseniz, uygulanan eğitim sistemi elbisesi, katıksız bir "laik" elbise idi, din ile uzaktan yakından hiç bir ilgisi yoktu, dini bilimden ve gündelik hayattan ayıran dinsiz Batı zihniyeti uyarınca düzenlenmişti.[39] Gerçi din dersi sırasında yüce Allah ile Peygamberimizin adları anılıyor, dinden ve Ahiretten sözediliyordu, ama en iyi şartlar da bile bu sese, bırakınız kalblere işlemeyi, kulaklara kadar bile varamaycak kadar cılızdı. Buna karşılık açıklanmasız ve canlı hayat ile bağlantısız kuru ve ezbere öğütler halinde verildiği durumlarda ise hele hocası da yukarda sözünü ettiğimiz yaşlı, iki ayağı çukurda ve zavallı tip olunca bu ses iyice kısılmakta ve hiç etkili olmamaktaydı. Tersine etkisi ters yönde işlemekte, yani dinden soğutucu bir rol oynamaktaydı ki, zaten istenen de buydu.[40] Bu uygulamanın maksatlı bir komploya dayandığından emin olmak için şunu bilmek yeterlidir ki, misyonerlerce yönetilen okullarda din eğitimi, sadece sözünü ettiğimiz din dersleri ile sınırlı tutulmuyordu. Bu derslerin sözünü ettiğimiz canlılığına, çekiciliğine, neşeli ve coşkulu niteliklerine rağmen bu böyleydi. Bu dersler yanında öğrencilere her fırsatta dini aşı yapılıyordu. Dersler sırasında, oyun sırasında, sınıflarda, teneffüslere çıkarken ve son zillerden sonra öğrenciler eve giderken bu tür telkinler ihmal edilmiyordu. Bu yüzden din duygusu öğrencilerin vicdanlarında köklü bir etki meydana getiriyordu. Ayrıca din dersleri de elbise üzerine iğreti biçimde iliştirilmiş yabancı ve
uyumsuz bir yama gibi olmuyordu. Tersine elbise üzerinde, onunla eş dokulu, uyumlu ve güzelleştirici bir parça niteliğinde duruyordu. Son olarak Mr. Dunlop'un programlarında yer alan din dersine ek darbe niteliğini taşıyan bir uygulamayı hatırlatmalıyız. Sözkonusu uygulamaya göre din dersi, yaz kurslarının kapsamı dışına çıkarılıyordu. "Temel dersleri" içeren bu kurslarda din dersi resim, elişi dersleri ve beden eğitimi dersleri ile aynı kategoride sayılarak kurs prog-ramlarına katılmıyordu. Böylece din dersinin "ikinci derecede" yeralan önemsiz bir ders olduğu imajı, öğrencinin zihninde bir daha pekiştiriliyordu. Anlatmaya çalıştığımız bu "yavaş fakat emin" eğitim metodu uyarınca eğitim gören ve dine en ufak bir saygı duymayan bir çok kuşak arka arkaya mezun edilerek topluma salmmıştı. Mr. Dunlop'un eğitim programlarında kıyıma uğrayan üçüncü ders, tarih dersi idi. Hem İslâm ve hem de Batı tarihinin bu komploda ayn ayrı yeri vardı. İslâm tarihi eğitimi, öteden beri olduğu gibi, islâm önce Arap cahiliye toplumunun durumunu inceleyerek konuya giriyor, böylece Peygamberimizin gönderilişim ve islâmın doğuşunu incelemeye uygun zemin hazırlıyordu. Cahiliye toplumunun durumu incelenirken şu "meşhur" ve basmakalıp[41] cümle baş köşeye oturtuluyordu; "Araplar, cahiliye döneminde putlara tapar, kız çocuklarını hor görerek onları doğar-doğmaz diri diri toprağa gömer, içki içer, kumar oynar, soygun ve yağmacılık yaparlardı. İslâm gelerek onlara bu hareketleri yapmayı yasakladı." Bu cümleler, ilk bakışta masum görünmelerine rağmen aslında son derece sinsi amaçlıdırlar. Masum görünürler, çünkü cahiliye dönemi Araplarmın durumu gerçekten bu cümlelerin anlattığı gibi idi ve islâmiyetin bu durumu ortadan kaldırdığı da doğrudur. Sinsi amaçlı oluşlarına gelince bunun sebebi şu ki, bu cümleler, islâmiyetin ortadan kaldırıp değiştirmeye geldiği cahiliye zihniyetinin "özü"nün ne olduğunu anlatmıyor-lardı, sadece diğer cahiliye düzenlerinde bulunmayan ve sırf Arap cahiliye düzenine özgü olan "görüntüler" den söz ediyorlardı. Oysa islâmiyet, sadece Arap cahiliye zihniyetini ortadan kaldırmak için değil, tümü ile cahiliye zihniyetini ortadan kaldırarak yerine yüce Allah'ın (c.c.) dinini koymak için gelmişti. Başka türlü söylersek islâmiyetin fonksiyonu sadece Arap cahiliye düzeninin bu görüntülerini ortadan kaldırmaktan ibaret sanınca "Acaba günümüzde islâmiyetin fonksiyonu nedir?" sorusu ile karşı karşıya kalırız. Öğrenciler çevrelerine bakıp da kendilerine bilfiil tapılan putlar görmeyince o zaman islâmın fonksiyonu içinde bu "madde" ortadan kalkmış olur.[42]
Yine öğrenciler çevrelerine baktıklarında kız çocuklarının horlanmadıklarını, hatta tersine son derece sevgi ile kucaklandıklarını görünce islâmiyetin fonksiyonlan arasında sayılan bu "madde" hükümsüz kalır. Yine öğrenciler, toplumdaki bazı kimselerin bu gün de içki içip kumar oynadıklarını, islâmiyetin bu yoldaki "ahlâkî" çağrısını kiminin benimseyip kimilerinin de buna kulak asmayarak günaha girdiklerini gördüklerine göre yapacak başka bir şey kalmıyor. Sözkonusu cümlelerde sözü edilen eski Arap toplumlarındaki yağma ve soygunlara gelince bu günün hükümetlerinin emrindeki özel güvenlik güçleri bu tür soygunların yapılmasını önleyebilir ya da bu tür suçluları yakalayıp hakkettikleri cezalara çarptırılmalarını sağlayabilir. Böylelikle bu biçimdeki islâm, amacım gerçekleştirmiş ve fonksiyonunu sona erdirmiş olur. İşte islâm tarihinin daha ilk derecesinde öğrencilere aşılanmak istenen görüş budur. İslâm, kendisine ihtiyaç duyulan ve yapısı ile uyuşan belirli bir zaman için ortaya çıktı. Fakat zamanımızda artık ona ihtiyaç kalmadı. O, artık geride kalan tarih bir parçasından başka bir şey değildir. Oysa eğer bu "din"in, yani Hz. Adem'den Peygamberimize kadar bütün peygamberlerin insanlara öğrettikleri bütün dönemleri islâm dininin gerçekleştirilmesi amacı ile geldiği temel gerçek anlatılsa, öğrencilerin zihninde oluşacak düşünce tamamen değişik olurdu. Sözkonusu gerçek, insanları ortaksız, tek Allah'ın kulluğunu benimseme, yani yüce Allah'ın birliğine inanmaya, kulluk amaçlı davranışları bu tek Allah'a sunmaya ve hayatın her meselesini yüce Allah'ın şeriatına göre düzenlemeye çağırmaktır. Bu temel gerçeğe, Peygamberimize inen islâm mesajının taşıdığı bir özelliği de eklemek gerekir. Bu özel nitelik bu son islâmi mesajın Peygamberimizin gelişinden Kıyamet gününe kadar gelmiş ve gelecek olan bütün insanları kapsaması, hepsine açık olmasıdır. Dinin geliş amacını oluşturan bu temel gerçek ve bu gerçek yanında son mesajın sözünü ettiğimiz özel niteliği öğrencilere öğretilse edinecekleri görüş, islâm hakkında kafalannda meydana gelecek olan imaj ne kadar değişik olur?! Deminki statik görüş ile bu dinamik imaj arasındaki fark yer ile gök arası kadar müthiştir. Bu dinamik görüşün açısından bakınca bu dinin fonksiyonunun ne geçmişte ne şimdiki zaman ve ne de gelecekte sona ermesi sözkonusudur. Yeryüzünde yüce Allah'dan başka bir ilâhın varlığına inanan, ibadet amaçlı hareketleri ya Allah'dan başkasına veya yüce Allah ile birlikte bir başkasına sunan ya da hayatını Allah'ın kanunları dışındaki kanunlara göre düzenleyen bir tek "müşrik" bulundukça bu dinin fonksiyonu asla sona ermez, görevi bitmez, amaçlarına ulaşmış olmaz. Hatta bir an için yer yüzünde yaşayan bütün insanların mümin olduklarını farzetsek bile ki böyle bir varsayım, yüce Allah'ın takdirine aykırı olduğu için hiçbir zaman gerçekleşmez[43] yine bu dinin fonksiyonu sona ermez. Çünkü böyle bir durumdaki
görevi, yüce Allah'ın (c.c.) aşağıdaki ayetinde dile gelen direktifi gereğince, ilâhî emirleri insanlara sürekli biçimde hatırlatarak inançlarım korumak olur: "Ama yine de hatırlat. Çünkü hatırlatmak müminler için yararlıdır" (Zariyat/55) Günümüzde islâmiyetin fonksiyonunun sona erdiği nasıl sözkonusu olabilir ki, yeryüzünün her köşe bucağında müşrikliğin bütün türleri cirit atmaktadır. Kimi yerde puta tapıcılık müşrikliği, kimi yerde yahudi ve hristiyanlar-da görülen tahrif edilmiş semavî din müşrikliği ve çoğu yerde de yüce Allah'ın şeriatını kaldırıp yerine cahiliye düzeni geçirme müşrikliği egemendir. Yine islâmiyetin günümüzdeki fonksiyonunun sona erdiği nasıl sözkonusu olabilsin ki, islâm aleminin kendisinde bile Mısır da dahil olmak üzere yüce Allah'ın (c.c.) ka-nunları kaldırılarak yerine çeşitli cahiliye kanunları yürürlüğe konmuştur. Günümüzde islâmiyetin, insanları bu çeşitli müşriklik türlerinden vazgeçirip Tevhid inancına çağırmak, daha büyük ne gibi bir görevi ve fonksiyonu olabilir? Fakat öğrencilerin kafasından uzaklaştırılmak istenen asıl zaten budur. Onlardan istenen şey, haçlı istilâsının gerçekleşmesi ile Mısır'da islâm'ı adım adım yürürlükten kaldırılarak yerine cahiliye kanunlarının geçirildiğini hiç akıllarından ge-çirmemeleridir. Çünkü eğer bu gerçeği hatırlarlarsa müslümanlar, istilacıları islâm yurdundan çıkarmak için din amaçlı cihada girişmek görevi ile karşı karşıya kalırlar. Bundan dolayı islâm tarihinin daha ilk dersi, anlattığımız biçimde yozlaştırılarak özünden uzak bir niteliğe büründürülüyordu. Böylece bu "küfür okullan"ndan mezun olacak olan öğrencilere zamanımızda islâmiyetin yerine getirmek durumunda olduğu bir görevi bulunduğu unutturulmak isteniyordu. Daha sonra öğrencilere yeterli sayılacak biçimde Peygamberimizin (s.a.v) gönderilişi ile İslâmiyetin başlangıç dönemi okutuluyordu. Fakat bu dönem okutulurken öğ-rencilere, islâmiyetin ortadan kaldırmaya geldiği cahiliye düzeninin ve Peygamberimizin insanlara anlatmakla görevlendirildiği, cihad yolu ile yeryüzüne egemen kılmaya çağırdığı ilâhi mesajın özü vurgulanarak anlatılmıyordu. Fakat Peygamberlik ve islâmiyetin başlangıç dönemi ile ilgili olarak gözler önüne serilen bu parlak görüntü, bir kaç satır sonra ansızın kararıyor ve gölgeleniyordu. Çünkü bu dönemin arkasından öğrencilere islâmiyetin "siyasi Tarih"i, daha doğrusu hurafeleri, yanıltıcı iddialan baskın gelen tarihi okutuluyordu. Gerçekten sapma akımı tarihi bir realitedir. Özellikle siyasi hayatta bu realite neredeyse elle tutulur somutluktadır. Dahası bu sapma akımı, islâm tarihinin erken dö-nemlerinde, Emeviler döneminde başladı. Bu dönemde gerek iktidarı ele geçirmek ve gerekse elde bulundurmayı sürdürebilmek için ne yüce Allah'ın (c.c.) ve ne de
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) hoşnutlukla karşılamayacakları ve müslümanlara yakışmayan çirkin kopmlolara baş vurulmuştu. Fakat islâm tarihinde sadece sapma akımını büyüteç altına alarak bu tarihin geride kalan kısmını dikkatlerden uzak tutmak, bile bile ve belirli bir amacı gerçekleştirmek için girişilen bir karalama ve yanıltma girişimidir.[44] Oysa eğer islam tarihinin görüntüsü, gerçekte olduğu gibi tam olarak doğru yansıtılsa, maksatlı, yanıltmaların tam tersi olan bir sonuca varılacaktı.[45] Evet, islâmiyetin özellikle politik alanında sapma meydana geldiği doğrudur. Fakat bu akımla birlikte islâmiyetin varlığı sona ermiş değildi. İslâmiyetin geride kalan bir çok yönlerinin pratik hayatta uygulanmasına devam edildi. Bunun sonucu olarak tarihin sayfalarına geçirilmeye ve müslümanlann övünmelerine lâyık bir çok iftihar tabloları varolmaya, yaşamaya devam etti. Fakat Mr. Dunlop'un okul programlarında okutulan islâm tarihi dersinin amacı, müslümanlann tarihleri ile iftihar etmesini sağlamak değildi. Tam tersine kesin ve sinsi bir kararlılıkla bu iftihar duygusunun öldürülmesi isteniyordu. İşte bu sinsi amaçtan dolayı islâm tarihinin bütün beyaz sayfaları gözlerden saklanıyor, daha doğrusu bu tarihin her sayfasındaki beyaz kısımlar saklı tutulurken siyah kısımlar alabildiğine abartılarak islâm tarihinin kendisi olarak sunuluyordu. Meselâ bu tarih süreci içinde doğru inanç sisteminin okyanustan okyanusa uzanan geniş bir yeryüzü alanına yayılmış olması, bu geniş alanda yaşayan insanların ka-ranlıklardan kurtarılarak aydınlığa çıkarılmış olması, islâm kanunlarının uygulanmasında ifadesini bulan ilâhî adaletin yürürlüğe konması, islâmiyetin yayılmış olduğu bu geniş yörelerde yaşayan insanlar arasında eski dinlerine bağlılıklarını sürdürenlere tanınan ve tüm insanlık tarihinde bir başka eşi bulunmayan inanç özgürlüğü; bütün iftihar tabloları kısa, belirsiz ve bulanık ifadeler ile geçiştiriliyor, "sürekli islâm Fetihleri" deyimi içine sıkıştırılmaya çalışılıyordu. Sanki bu fetihler, egemenlik alanını genişletmekten başka hiç bir amacı olmayan basit bir yanılma hareketiydi. Bunun yanında islâm toplumunun genelde uzun bir tarih dönemi boyunca ırz ve soy güvenliği içinde etek pisliğinden uzak bir biçimde yaşadığı, bu arada islâm devletinin güçlü ve egemen olduğu yöre ve dönemlerde yüce Allah'ın (c.c.) şeriatı uyarınca can ve mal güvenliğini sağladığı gerçeği de gözlerden saklanıyordu. Tıpkı bunlar gibi yeryüzünün her tarafına ışık saçan ve müslümanlar ile giriştikleri çeşitli ve çok yönlü ilişkiler sonucu Rönesans hareketine sahne olan Avrupayı da etki alam içine alan islâmın büyük bilim hareketi de gözlerden saklanıyordu. Gözlerden saklanan diğer bir iftihar tablosu da maddi ve manevi kesimleri ile parlak islâm uygarlığı idi. Yani yüce insanlık değerleri ile ilgili islâmın manevi uygarlığı ile yeryüzü kalkınması ve sosyal hayatı düzenleyen çeşitli kurumları ile maddi uygarlığı
görmezlikten geliniyordu. Doğaldır ki, bu iki uygarlık kesiminin islâmi metoddan kaynaklanan özel niteliği de dikkatlerden kaçınlıyordu. Bu özel nitelik, madde ile ruhu, dünya ile Ahireti birleştiren ilâhî metoda bağlı kalarak bütün insani gelişmelere alam açık tutma ilkesidir. Bütün bunlar gözlerden saklandıktan sonra geride ne kalıyordu? Geride şu iki sinsî ve maksatlı imaj kalıyordu: 1- İslâmiyet, sadece raşid halifeler devrinde son derece kısa süren bir egemenlik üzere devrini kapatmıştır. 2- İslâmiyetin başlangıç döneminden sonraki tarihi, sağlıklı ve insana yaraşır her türlü değer yargısından yoksundur, bu tarih, iktidar uğruna girişilmiş kanlı baskınların hikayesinden ibarettir. İslâm tarihi bu şekilde, gerçek içeriğinden soyutlandıktan sonra, öğrencilerin bütün dikkatleri Avrupaya yöneltiliyordu. Avrupa bilim demekti. Avrupa uygarlık demekti. Avrupa hümanist (insancıl) değerler demekti. Avrupa demekro-si demekti. Avrupa insan haklan demekti. Avrupa endüst-riyel gelişme demekti. Uzun söze ne hacet, Avrupa her alanda insanlık için ideal örnek demekti! Böyle denirken başta islâm dünyası olmak üzere sömürgeci Avrupalının kirli ayaklarını bastığı her yerdeki korkunç vahşetleri bile bile gözlerden saklanıyordu. Avrupa'nın, islâm dünyasına saldırmasının arkasında yatan haçlı faktörü bile bile gözlerden saklanıyordu. Daha o günlerde batıda yayılmaya başlayan ahlâk bozukluğu bilerek ve isteyerek gözlerden saklanıyordu. Yine daha o günlerde bu uygarlığın bileşiminde maddenin egemen ve ruhun silik olduğu gerçeği kasden gözlerden saklanıyordu. İşte böylece tarih dersi, hem islâm ve hem de Batı tarihi kesimleri ile, bazı gerçekleri içerse bile aslında yalan olarak sunuluyordu. İslâm tarihi okutulurken sayfaların siyah kısımları büyüteç altına alınıyor ve geride kalan beyaz kısımlar gözlerden saklanıyordu. Buna karşılık sıra Avrupa tarihine gelince bu tarihin sayfalanndaki beyaz kısımlar son derece abartılarak sunulurken sayfalardaki siyah kısımlar bakışlardan saklanıyordu. Tarihin her iki kesimi de bu şekilde yalan bir görüntü ile sunulunca sonuç ne olur? İslâmiyetten yavaş yavaş kopma akımına kapılan ve ardarda gelen okumuş kuşaklan okullardan mezun etmek olur. Bu okumuş kuşaklara göre İslâmiyetin fonksiyonu sona erdi. Onun şimdiki zamanda yapacağı hiç bir görevi kalmadı. Hatta o gereğinden, hakkettiğinden daha çok bile yaşadı. Aslında çok daha önce silinip gitmeliydi! Diplomalı kuşaklar bu görüşü
benimsedikten yüzlerini Batıya çeviriyorlardı. Öyle ya, vahiy yatağı, ışık kaynağı, gerikalmışlık ve yobazlık hastalıklarından kurtulmak isteyenlerin şifa yurdu orası idi. Mr. Dunlop'un yönetimi altındaki ilk okullarda yapılan yıkımlar bunlar olunca yine onun eli altındaki orta okulların aynı zehirleri hem de daha büyük dozlar halinde içereceği baştan bellidir. Çünkü orta okulda öğrenciler hiç kuşkusuz daha gelişkin, kavrama kapasiteleri daha yüksek ve beyinlerine akıtılacak zehirlerden daha çok etkilenmeye elverişli olacaklardır. Bundan dolayı bu eğitim döneminde Arap dili dersine, başta İngilizce olmak üzere diğer derslerin yanında horlamanın dozajı artıyordu. Bunun yanında din dersini horlayıp onu en uzak köşeye atma eğilimi daha da artıyordu. Ayrıca islam tarihinin siyah sayfalarını en ince ayrıntısına kadar abartarak beyaz sayfalarını gözlerden saklama uygulamasının boyutları daha da genişletiliyordu. Bütün bunlar yanında Avrupa hayranlığı zehirinin dozajı bir miktar daha arttırılıyordu. Bu zehirin sarhoşluğuna kapılan zavallı öğrenciler artık Avrupayı, insanlık tarihinin tek ve eşsiz zirvesi olarak tasavvur ediyorlar, insanın nefesini kesen, ağzı açık bir hayranlık içinde kurbanlık koyunlar gibi boyunlarını onun önüne uzatıyorlardı. Bütün bunlar tamamlandıktan sonra Mr. Dunlop'un sinsi plânlarını eksiksiz biçimde gerçekleştirmek için sıra "Yüksek Öğretmen OkuhTna geliyordu. Bu okul, Arap dili dışında kalan bütün branşların öğretmenlerinin yetiştirildikleri eğitim kurumu idi. Arap dili öğretmenleri önceleri sadece Ezher üniversitesi mezunları arasından seçiliyor, daha sonraları ise hem buradan ve hem de "Yüksek ilimler Akademisinden sağlanıyordu. Yüksek öğretmen okulu, öğretmen yetiştiren bir eğitim kurumu olması yanında "yavaş, fakat emin" adımlı uygulama yöntemi uyarınca bütün sinsî plânların etkilerinin sürekliliğim ve derinliğini garantiye alan bir "kuluçka yuvası" idi. Bir defa bu okulun öğrencileri, arka arkaya gelen iki öğretim kademesi boyunca akıtılmış olan zehirlerle beyinleri uyuşturulan orta okul öğrencileri arasından seçiliyordu. Bu zehir akıtma dönemlerinin biri ilkokul ve ikincisi de orta okul kademesi idi ve toplam olarak dokuz aralıkız yıl tutuyordu. Ayrıca bu öğrenci adayları, yüksek öğretmen okulunun hepsi de İngiliz olan müdürü ile öğretmenlerinin belirledikleri özel kriterlere göre seçiliyorlardı. Sana düşen tek şey, yapılan bu "seçmeler"in ve aranan bu özel "yetenekler"in nasıl bir sonuç vereceğini eli-kolu bağlı bir biçimde beklemekten ibarettir. Doğaldır ki, bu özel yetenekler ne islâmiyet, ne takva ve ne de yapıcılık doğrultusuna dönük değildir. Üstelik bu potaya, bu kuluçka yuvasına giren öğrencinin niteliği ne olursa olsun oradan çıkan öğrencinin hem niteliği ve hem de yetenekleri garantiye bağlanmıştır. Bu
okulda, daha doğrusu bu kuluçka yuvasında her şey son derece ciddi bir ilgi ile gerçekleştirilir. Çünkü burada bir ümmetin geleceği bütün ayrıntıları ile çizilip belirlenmektedir. Sözünü ettiğimiz yüksek öğretmen okulu, Nil köşkün-de[46] bulunan işgalci İngiliz ordusunun karargâhımnın bir kaç dakika uzağında Munire semtinde[47] idi. Bu okulun İngiliz öğretmenleri öğrencilerinin karşılarına sırf öğretmen olarak çıkmıyorlardı. Buna Kahire'yi işgal altında tutan bir askeri güç olma niteliklerini de ekliyorlardı. O askeri güç ki, "Yüce Takdir" tarafindan bu ülkenin başına getirilmiş olan "beyaz adam" karşısında bu öğrencileri sindirmek, onlara onun karşısında aşağılık ve yetersizlik duygusu hissettirmek için geldi.[48] Sözkonusu "öğretmen-ler"in kasıtlı bir şekilde açığa vurdukları bariz fonksiyonları buydu. Bir de açıklamaya pek yanaşmadıkları gizli fonksiyonlan vardı ki, bu da müslümanlan yıldırmaya dönük haçlı baskısı idi. Bunu gerçi pek açıklamak istemiyorlardı, ama her vesilede ve yönlendirme girişiminde açıkça belli oluyordu. Her ne ise, bu "öğretmenler" öğrencilerin gözünde karşı konulmaz bir korku objesini simgeliyorlardı. Öyle ki, bu öğrenciler öğrenim sürelerini doldurup mezun oluncaya kadar bir an bile kendilerini güvenli hissetmiyorlardı. Mezun olduktan sonra hocalarından duydukları korku, kalblerinden çıkmıyordu. Sadece yaşadıkları pratik hayatın akışı içinde yeni ve değişik biçimlere giriyordu. Öğrenciler işte bu genel korku havası içinde kendilerine sunulan zehirleri yudumluyorlardı. Sorarım size, insan bu durumda bu zehirleri yudumlamaya karşı koyabilir mi? Ya da istese bile bu zehirlerin etkili olmasına karşı koyabilir mi? Burada sunulan zehirlerin yudumlan belli, yapılan telkin dolaysız ve dobra dobra idi. Şöyle deniyordu: "Pençesinde kıvrandığınız geri kalmışlığın sebebi islâmdır. Gerçi bütün dinler gerilemeye yolaçarlar. Ama özellikle islâm, diğer dinlerin tümü arasında gerikalmaya sebep olma açısından birinciye gelir. Bu yüzden islâm dinine bağlı kaldıkça gerikalmışlık konumunuz devam edecektir. Orta çağ kafasını bırakmadıkça hiç bir zaman ilerlemeyeceksiniz. Günümüzde gerek ferdi ve gerekse sosyal hayatın temeli din değil, bilimdir" Bunlar yanında öğrencilere yapılan bir de dolaylı telkinler vardı, onlar da aşağıyukarı şöyleydi: "Avrupa, orta çağın karanlık yüzyılları boyunca dinin boyunduruğu altında yaşamıştı. Bu yüzden donuk, geri ve cahil kaldı. Ne zaman ki dini silkeleyip attı, işte o zaman ilerledi, uygarlaştı, bilgili oldu, bütün güç ve egemenlik şartlanna sahip oldu.
Din, bilime engeldi. Çünkü bir takım hurafeler, asılsız saplantılar yığınından ibaretti. Din, çalışmaya, gelişmeye ve üretmeye engeldi. Çünkü sırf Ahirete bakıyor, dünyayı ihmal ediyordu. Bu yüzden, onu mutlaka yıkmak gerekliydi. Çünkü asılsız hurafeleri ortadan kaldırmak ve yeryüzünde yaşamanın tadını çıkarmak ancak böylelikle mümkün olabilirdi. Hurafeleri cesaretle yıkmaya girişen güç, özgür insan düşüncesi oldu. Avrupamn günümüzde ulaştığı parlak gelişmeyi buna borçluyuz. Demokrasi ve insan haklan onun ürünüdür. Bir zamanlar din baskısı altında ezilen fert özgürlüğü ilkesini yerleştirerek insan onurunu yükselten de odur." Öğrenciler, o günlerde, bu düşünce saldırılarına karşı koyacak güce sahip değillerdi. Eğer Batı hayranlığının yüreklerinde doğurduğu iç bozgunu, ülkelerim işgal altında tutan askeri gücün kalblerine saldığı korku ve kendilerine yudum yudum zehir içiren ingiliz hocaları karşısında duydukları yılgınlık birarada düşünülürse bu saldırıya karşı koyacak cesaretlerinin kalmayacağı açıkça görülür. Eğer böyle bir cesaretleri kalmış olsa bile bu saldırılara karşı koyacak bilgiden yoksundular. O gün o zavallı öğrenciler nereden bileceklerdi ki, pençesinde kıvrandıkları, hocalarının kendilerini "aşağılama" gerekçesi olarak kullandıkları ve daha ileri giderek dinle-rine, inançlarına, geleneklerine saldırmak için sızma noktası olarak seçtikleri gerikalmışlıklannın sebebi islâm değil, tersine bu ümmeti islâmiyetin özünden uzaklaştıran inanç gerilemesi idi. Acaba bu zavallı öğrencilerden "Batı uygarlığı"nm özünü kavramaları, onun güçlü ve zayıf noktalarını ayırdet-meleri ve bunun sonucu olarak Avrupamn ilerlemek ve uygarlaşmak için yıktığı dinin, aslında kilise tarafından uydurulmuş sahte bir din olduğunu ve bu özelliği ile sosyal hayatın, ilerlemenin, yeryüzü kalkınmasını gerçekleştirmenin önünde engel olarak dikildiği için yıkılmayı hakkettiğini, fakat öteyandan dinsiz hayatın da uydurma dinden aşağı kalır tarafi olmayan bir yozlaşma ve yıkım sebebi olduğunu, bundan dolayı bu uygarlığın sonunda çökmeye açık, hatta mahkum olduğunu anlamalarını bekleyebilir miydik? Hayır, asla. Bu zavallı öğrenciler, o günlerde, bu gerçeklerin hiç birini anlayacak imkâna sahip değillerdi. Hatta ingiliz hocalarının manevi saldırılarının acısını ne kadar derinden duymuş olsalar, onlar tarafından hor görülmenin baskısı altında ne kadar rahatsız olsalar ve hayatlarının bütün kötü taraflarını müslüman olmalarına bağlamalarından ne ölçüde tedirginlik duymuş olsalar da bu can alıcı gerçeklere varmaları söz konusu değildi. Bu gerçekleri kavramaya güçleri yetmediği için kendileri için beklenen ve fiilen gerçekleşen sonuç, önlerine sunulan zehirin etkisinde kalmaları, hatırlanmaya değer bir direnme göstermeksizin ya da hiç bir direnme göstermeksizin kendileri için hazırlanan kalıba dökülmeleri oldu.
Eğer söz konusu yabancı müdür ve öğretmenlerden oluşan "hocalar kurulu" bu öğrencilerden her birinin gerçekleştirmeye çalıştıkları amaçlara karşı direndiklerini görse-lerdi, bu eyleme karşı sessiz kalır mıydı. Hiç kuşkusuz kalmazdı. Fakat her hangi bir öğrencinin bu tür bir direniş gösterdiğini ve öğretim kadrosunun amaçlarına karşı çıktığı için okuldan kovulduğunu duymadık. İşte bu hava içinde ve bu yönlendirme ortamında dört yıllık eğitim süresi sona erince "öğretmenler kurulu", kuluçka makinesinde ürettikleri ve yeni bir kuşağın eğitimini sorumluluğuna verecekleri "civciv"lerinin, kendilerinden beklenen fonksiyonu yeni bir yönlendirmeye gerek kalmaksızın yerine getireceklerinden emindiler. Çünkü bu öğrenciler, edinmeleri beklenen alışkanlıkları edinmişler ve bünyelerine aşılanan zehiri yavaş yavaş "kusma" ya başlamışlardı. Fakat bu kusma eylemi, her nasılsa zehir yutmuş sağlıklı insanların yaptıkları gibi, bünyelerindeki zehiri dışarı atıp tekrar sağlıklarına kavuşmak için değil, bu zehiri küçük yaştaki hiç bir şeyden habersiz yeni civcivlere aşılamak için oluyordu. Küçük yaşta, hiç bir şeyden habersiz yeni civcivlerde hiç bir ayırım yapmaksızın önlerine konan her şeyi yutuyorlardı. Mr. Dunlop, işte bu sinsi plânı uygulayarak "kuşaklar" üzerindeki haçlı egemenliğini pekiştirdi. Onun yaptığı sadece belirli bir kuşağı zehirlemek değildi. Öyle olsa aşılanan zehiri söz konusu kuşağın ömrü ile birlikte sona ererdi. Onun amacı aşıladığı zehrin kuşaktan kuşağa geçerek etkisini sürdürmesini garantiye bağlamaktı. Böylece ilerde, yeniden islâmca düşünen hiç bir nesil ortaya çıkmayacaktı. Kurduğu bu kuluçka makinesi aracılığı ile aşıladığı ze-hirin kesintisiz yayılmasını gerçekten sağlama bağlamıştı. Öğretmen de öğrenci de garanti altında idi. Öğretmen, öğ-renciyi istenen kalıba dökecek, bu kalıp içinde yetişecek olan öğrenci de bu yetişme yordamına karşı direnme göstermeyecekti. Fakat bu sürekli zehir yayma plânı, her yeni kuşağı potasında eritmeyi garantileyen bu yetkinliğine rağmen yine de yeterli görülmedi. Bu plâna daha sinsi ve daha sağlam bir tedbir eklendi. Deyim yerinde ise ağlar daha derin sulara kadar yayılmak istendi. Normal öğretmen kalıba kondu ve kalıbın verdiği biçime girdi. Arkasından da yeni yavruları kendisini biçimlendiren kalıba koyup biçimlendirmekle görevlendirildi. Peki "seçkin" öğretmen adayına nasıl bir görev verilecekti. Ona da seçkinliğine yaraşır ek bir fonksiyon tanıyarak kendisinden daha geniş çapta yararlanılmalıydı. Bunun için de İngiltere'ye gönderilip orada daha ince ve daha hassas bir kalıba dökülmeliydi. Gerçi bu "hocalar" kadrosu" "gerekeni" kendilerinden beklenen biçimde yerine getiriyorlardı. Ama bu öğrencilerin -hocaların bütün sıkı denetimine rağmen- kendi ülke-lerinde yaşayıp bu ülkenin gelenekleri, düşünceleri ve inançlarının etkisi altında kalmaları ile bizzat bu hocaların ülkesinde yeniden dünyaya gelir gibi yepyeni bir kişiliğe bürünerek hocalarından biri gibi olmaları arasında ne de olsa fark vardır. Hatta bu
durumda öğrencinin kraldan çok kralcı kesilerek kendisinden beklenen rolü daha katı bir biçimde oynaması mümkündür. Nitekim İngiltereye gönderilen bu öğrenciler dönüşte tamamen başka yaratıklar oldular. Kelimenin tam anlamı ile çarpılmışlardı. Ne din ne dil ve ne de milliyet tanıyorlardı. Bütün bu değerlere dudak büküyorlardı. Bunları Eğitim Bakanlığının kilit noktalarına yerleştiriyorlar, böylece yozlaştırıcı ve yıkıcı etkilerinin geniş ve yaygın olması sağlanıyordu. Öyle ki, bunlardan biri günün birinde Eğitim bakanı ya da bakan yardımcısı olduğu zaman milletinin mukaddes değerlerine, Mr. Dunlop'un bile cesaret edemeyeceği derecede ağır darbeler indiriyordu. Çünkü Mr. Dunlop, kendi çizdiği ya da onu göreve getiren efendisinin belirlediği plân uyarınca "halk yığınlarında kuşku uyandırmamak" amacı ile inanç ve değerlerin yozlaşmış görüntülerine dokunmuyordu. Oysa bu gözü kara devrimci hiç bir şeyden çekinmiyor, hiç bir şeye kulak asmıyordu. Bu sinsi planın uygulama süreci boyunca gerek Arap dili öğretmeni ve gerekse din dersi öğretmeni günden güne daha uzağa itiliyor, ayaklar altında çiğneniyordu. Diğer bütün öğretmenler ile arasında doğan mesafe gün geçtikçe açılıyordu. Hiç bir önemli ve yön verici göreve lâyık görülmüyordu. Bunun sonucu olarak git gide daha da kısılan sesi artık işitilmez hale geliyordu. Buna karşılık diğer öğretmenler gün geçtikçe daha da ön plâna çıkarak "yeni toplum"un önderliğini ellerine geçiliyorlardı. Zaman bu minval üzere akıp giderken gün geliyor önce halk üniversitesi, arkasından resmi devlet üniversitesi kuruluyor. Bunlann arkasından çeşitli üniversiteler kurulup ortaya çıkıyor. Bu arada aynı tutum aynı plân uyarınca sürüp gidiyor. Bu sırada plânın ilk ve asıl sahibi artık ne iş başında ve ne de ortalıkta yoktur. Ama belirleyip yerleştirmiş olduğu plân "yavaş, fakat emin" biçimde uygulanmaya devam ediyor. b- BASIN - YAYIN ORGANLARI İslama karşı girişilen haçlı amaçlı düşünce emperyalizmi işleminde eğitim sisteminin payı böyle belirince bilmemiz gerekir ki, bu yolda en az eğitim sistemi kadar zararlı başka araçlar da var ki, bunlar basın -yayın organlarıdır. Yani kitaplar, gazeteler, dergiler, tiyatro oyunları ile sinema filimleri. Bilindiği gibi sözünü ettiğimiz dönemde henüz televizyon icad edilmemişti. İcad edildikten sonra o da bu sinsi plân içindeki yerini alıverdi. Kitap işi, sözde "Devrim dönemi"nin başlangıcında tercüme biçiminde başladı ve daha sonra telif biçimine dönüştü. Yalnız tercüme akımı varlığım hep devam ettirdi. Müslümanların içine düştükleri bilimsel gerilikten kurtulabilmeleri için işe tercüme işle başlamaları gayet doğal bir girişimdi. Çünkü telif güçleri kaybolmuştu. Ayrıca islâm dünyası, hayatın akışı ile atbaşı yürüyen, atılımcı, yapıcı ve canlı düşünceden yoksun kalmıştı. Fakat neyi tercüme etmek gerekirdi? Mesele buydu.
Beklenen şey, islâmiyetin kuruluşunu izleyen ilk tercüme döneminde olduğu gibi, işe bilimsel kitapların tercümesi ile başlanması idi. Çünkü çok büyük bir bilimsel boşluk vardı. Müslümanlar daha haçlı sürüleri karşısında uğradıkları bozgunun şokundan ayılır ayılmaz en çok farkına vardıkları eksiklik, ilim alanındaki gerikalmışlıkları olmuştu. Hiç kuşkusuz, bu sözde "devrim" döneminde bazı bilimsel kitaplar tercüme edilmişti. Fakat yapılan tercümelerin büyük bir çoğunluğu, ya amaca tamamen aykırı ya da en azından gerekli olanın dışında kalan şeylerdi. Neden derseniz, tercüme edilen çok az sayıdaki bilimsel eserin yanında yüzlere hikâye, tiyatro oyunu ve Batının "Laik"lik düşüncesini savunan, dini düşmanca bir tutumla inkâr eden kitaplar çevrilmişti.[49] Bu arada Darwinci tekâmül nazariyesi ile ilgili düşünceleri yaymak hususunda özel bir gayret gösterilmişti. Tercüme edilen hikâye ve tiyatro oyunlarının geniş halk yığınları arasında yaymanın amacı, kadın ile erkeğin karışık yaşamasını engelleyen, fuhşu antipatik gösteren ve ahlâksızlıktan sakındıran islâm geleneğini yıkmaktı. Çünkü bu gelenek sistemi, ruhtan yoksun kuru geleneklerden ibaret olmasına rağmen haçlı emperyalizminin islâm toplumunda meydana getirmeyi amaçladığı korkunç ahlâk yıkımının önüne dikilen büyük bir engeldi. Daha önceki bölümde gördüğümüz gibi Napolyon, Mı-sır'ı işgal ettiğinde yanında Bize o dönemin hikayesini anlatan Ceberruti'nin deyimi ile- "ahlâk düşkünü" kadınlar getirmişti. Mısır istilâsının amaçlarından- yada okul kitaplarımızın deyimi ile "sonuçlarından - birini oluşturan bu girişimle amaçlanan şey önce Mısır toplumunda kadınlar arasında açık-saçıklığı yaygınlaştırmak, arkasından da fuhşa kapı açmaktı. Bu gerçeği gözönüne alınca muhafazakâr islâm havası ile taban tabana zıt bir hava sunan tiyatro oyunlan ile aşk hikâyelerinin neden özellikle tercüme edildiklerini kolayca anlarız. O muhafazakâr islâm havası ki, ahlâksızlığın ve kötülüğün açığa vurulmasını hoş görmez. Bu yüzden islâm toplum düzeninin temel dayanaklarından birini oluşturan bu ilkeyi, haçlı emperyalizmi, önünde-sonunda yakmayı kafasına koymuştu. Çünkü bu hikâyelerin ve tiyatro oyunlarının verdiği mesaj, kadın ile erkek arasındaki yada genç kız ile delikanlı arasındaki meşru olmayan ilişkilerden başka bir şey değildi. Bu hikâyeler ile tiyatro oyunlan, sözkonusu meşru olmayan ilişkilere islâm ölçülerine ters düşen bir meşruluk veriyordu. Ayrıca bu meşruluk bağışı ne kadar kötü olursa olsun her şeye güzellik ve çekicilik boyası çekebilen büyüleyici "sanat havası" içinde gerçekleşiyordu. Bu özellik sanatın hem meziyeti, aynı zamanda da tehlikeli yönüdür. Yani sanat özel bir etkileme gücü taşır. O verdiği mesajı bir takım duygu ve heyecanlar arasında sunar. Bu durum okuyucunun yada dinleyicinin hayal gücü aracılığı ile sunulan görüntüde rol almasını, bu görüntüde yeralan olay kahramanlan ile aynı tepkileri göstermesini sağlar.
Bundan dolayı sanatkârlann sorumluluğu son derece büyüktür. Eğer ortaya koyduklan sanat eseri iyilikten yana ise, yani yüce insancıl değerlere bağlı ise, o zaman bu sanat eseri iyiliği cazip göstererek kötülükten nefret ettirmeye yönelir. Sanat eseri bu fonksiyonu yerine getirirken "dolaysız yönlendirme" metodunu kullanmak zorunda değildir. Tersine ne oranda "dolaysız yönlendirme" metoduna başvurursa daha yararlı olur. Yani her hangi bir sanat eseri, okuyucuya yada dinleyici ve seyirciye vermek istediği mesajı somut ve dolaysız bir üslupla açık bir biçimde vereceği yerde anlatılan kurguları; görüntüler, duygular ve hayaller aracılığı ile dolaylı olarak sunarsa bu yolla daha etkili ve karşısmdakileri istediği yöne daha çekici olur. Buna karşılık eğer herhangi bir sanat eseri yüce insancıl değerlere bağlı olmaz, daha da fenası bu değerlere düşman olursa, bu değerleri yıkma amacı taşırsa, okuyu-cusunu yada dinleyici ve seyircisini istediği yöne sürüklemede aynı şekilde etkili olma şansına sahip olur. Oysa sözkonusu dönemde Arapçaya çevrilen sanat eserleri dini değerlerden tamamen sıyrılmış ve bu değerlerden arınmış bir toplum meydana getirmeye çağıran eserlerdi. Bu eserlerin kurulmasına çağırdıkları toplum git gide gerileyerek sonunda hayvan toplumuna dönüşecek olan bir toplumdu.[50] Bu hikâye ve tiyatro oyunlarını arapçaya çevirenler, oynadıkları rolün niteliğinin ister farkında olsunlar ister olmasınlar ortada bu tür yıkıcı sanatı özendirme ve gençler arasında yayma eğilimi egemendi.[51] Bu özendirmenin güttüğü hedef gayet açıktı. Bu aşk hikâyelerinden -ya da onların deyimi ile romantik hikâyelerden- birini okuyan bir delikanlıyı düşünelim. O bu hikâyede insanların bakışlarından uzak tenha bir yerde buluşan bir genç adam ve kız ile karşılaşacaktır. Genç adam ile genç kız arasında çeşitli konuşmalar ile ha-raketler yer alacak. Bu konuşma ve hareketler sanatın çekiciliği ve kışkırtıcılığı ile süslenmiştir. Bu durumda o gencin içinden geçecek olan duygu şu olacaktır. Keşke o hareketleri yapan genç adam kendisi olsaydı, ya da okuduğu hikâye veya tiyatro oyununda mey-dana gelen olayların bir benzeri kendi başından da geçse diye özleyecektir. Ö t ey andan bu delikanlı iyi bilir ki, içinde yaşadığı muhafazakâr toplum, onun böyle şeyler yapmasına göz yummaz. Bu yüzden toplumunun geleneklerinin yıkılacağı ve hayat boyu okuduğu eserlerde tasvir edildiği gibi "yararlanacağı" bir günün gelmesini özleyecektir. Tıpkı bu geleneklerin bağından "kurtulmuş" olan öbür toplumların gençleri gibi "özgür" olacağı bir günün hayali ile yaşayacaktır. O bu düşüncedeyken eğer günün birinde bu gelenekler gerçekten yıkılırsa beklediği günün doğduğuna sevinecek olan bu genç adam ya da onun gibileri, bu yıkılışın karşısında olmayacaklar, tersine en hararetli alkışlayıcıla-n arasında yer alacaklardır. ***
"Laiklik" akımını savunan kitapları tercüme etmekteki amaç da açık bellidir. "elGaretü alel alemil islâmiyyi" adlı eserin önsözünde ve ünlü bir misyoner şefi olan A. Chatillie'nin aşağıdaki sözlerim dikkatle okuyalım: "Gerek katolik ve gerekse protestan inancına göre hazırlanmış propaganda yazılan islâm inancını sarsmada yetersiz kalır. Bunu gerçekleştirebilmek için Batı dilleri aracılığı ile aktarılacak olan düşüncelerin müslümanlar arasında yayılması gerekir. Bunun için müslümanlar arasında İngilizce, Fransızca, Almanca ve Flemençe gibi Batı dillerini bilenlerin sayısını çoğaltmak gerekir. O zaman islâm, Avrupa basını ile çatışmaya girer. Bu da islâm dünyasında maddeci bir gelişmeye yolaçar. Bu gelişmenin sonucunda da misyonerlik propagandası, varlığını ve gücünü ancak toplumdan kopuk olarak devam ettirebilecek olan islâm düşüncesini yıkmanın temelini atmış olur.[52] Bu sözler, sözünü ettiğimiz düşünceleri tercüme edip Arapça olarak yayınlamakta hangi amacın güdüldüğünü bize açıkça gösterir. Şöyle ki, Avrupa dilleri müslümanlar arasında ne oranda yayılırsa yayılsın halk kitlelerinin ezici çoğunluğu bu düşünceleri orijinal dillerindeki eserlerden okuma imkanına kavuşamayacaklardır. Buna göre sözlerini okuduğumuz misyoner şefinin varlığından yakındığı engel varlığını sürdürerek islâm dünyasını yıkıcı faktörlerin etkisinden korumaya devam edecektir. Bu durumda eğer sözkonusu engel tercüme yolu ile ortadan kaldırılırsa -misyoner şefinin deyimi ilehaçlılık akımı "temelini atmış" ve istenen yıkımı meydana getirme amacını gerçekleştirmiş olur. "Darwinciliğe" ve genel anlamda "Tekâmül nazariyesi ne" özel bir ağırlık tanımanın sebebine gelince bunu anlayabilmek için "Siyon Protokolleri" adlı belgeyi okuman ye-terlidir. Bu belgesel eserin bir yerinde şunlar yazılıdır; "Darwin'in, K. Marks'ın ve Nitche'nin yaygınlaşıp benim-senmesini biz düzenledik. Çünkü yahudi olmayan (ümmi) milletlerin inançları üzerinde bunlann düşüncelerinin ne çapta etkili olacağını hiç bir kuşkuya vermeyecek açıklıkta görmüştük"[53] Gerçekten uluslararası siyonist akım, Darwinizm'i geniş kitleler arasında yaygınlaştırma yolu ile yahudi olmayan Avrupalı milletlerin (ümmilerin) zaten iyice zayıflamış olan dini inançlarını yıkarak orda dinsiz, ahlâksız ve geleneksiz "yeni" bir toplum kurmayı başarmıştır.[54] Şimdi de aynı yıkıcı bombayı, haçlılar, islâm toplumuna karşı aynı amaçla kullanmak istiyorlardı. Yani islâm toplumu yerine ne dini ne ahlakı ve ne de geleneği olmayan "yeni" bir toplum meydana getirmeye çalışıyorlardı. Bunun için bu nazariyeyi islâm dünyasında ısrarla yaymaya gayret ediyorlardı. Bekledikleri sonuç bu nazariyenin Batı toplumunda yaptığı etkinin aynısını burada, islâm toplumunda da meydana getirmesiydi.[55] *** Gazetelerin rolü ise bu konuda daha tehlikelidir.
Sebebine gelince kitabın sırf "aydınlar"a özgü bir düşünce kaynağı olmasına karşılık gazeteler daha geniş bir çevreye seslenir. Bu çevreye aydınlar ile yan aydınlar yanında okuma-yazmasız halk yığınları da girer. Çünkü kasaba ve köylerde bile gazete okuyanlann etrafını alarak böylelerinin "bilgi" almaya çalışanlara rastlıyoruz. Özellikle Mısırda gazeteciliğin önemli rolü oldu. Belki de bu meslek en önemli rolünü burada oynadı. Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi Mısır gerek coğrafi konumu gerek Tarihi önemi ve gerekse Ezher medresesini barındırması yüzünden haçlı plânlayıcıların gözünde manevi ve kültürel yönlendirmenin merkezi idi. Eğer Mısır, İslâm bakımından bozulabilirse bu başarı, islâm aleminin tümünü bozmayı plânlayanlara büyük bir destek sağlayacaktı. Çünkü bu durumda bozulma ve yozlaşma Kahire patentli olarak ihraç edilecekti ki, bu da bozulmanın Londra ve Paris patentli olarak gelmesinden daha aldatıcı ve daha etkili olurdu. Bundan dolayı Kahirede lübnanlı Maruni hristiyanlar tarafından kurulan üç büyük gazete kompleksinin varlığını pek hayretle karşılamıyoruz. Gerçi şu soruyu sormadan da kendimizi alamıyoruz: Bu Lübnanlı Maruni hristiyanlar faaliyet alanı olarak kendilerine niçin Kahireyi seçtiler? Acaba bu seçim, dünya haçlılığımn yönlendirme ve plânlaması uyarınca mı, yoksa bu adamların kendi haçlı-lık dürtülerinin sonucu olarak mı gerçekleşti? Doğaldır ki, sonuç itibarı ile bu ikisi arasında hiç bir fark yoktur. Çünkü haçlı kanallarının tümü sonunda bir tek akarsu yatağında birleşir. Fakat elimizdeki bazı deliller açıkça kanıtlıyor ki, Kahireyi islâm karşıtı düşüncelerin, islâm ve Osmanlı devleti düşmanı hareketlerin merkezi yapmak hususunda dünya haçlılığı görüş birliğine varmıştı.[56] Bu kanıtların başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz: Nazlı Paşanın, Kahiredeki kendi malı olan konferans salonunda İngiliz genel valisi Lord Crommer'in huzurunda Mısırın kurtuluşu ile ilgili bazı düşüncelerini açıklamaya özendirilmesi.[57] Osmanlı devleti tarafından yasaklanan ve Arap milliyetçiliğini körükleyen bazı yayınların Kahirede çıkmasına göz yumulması[58] Cemaleddin-i Afganî'nin bir süre Mısırda oturmasına izin verilmesi.[59] Bu delilleri hep birarada değerlendirince bu üç büyük gazetecilik kompleksinin Kahirede oluşunun, sırf ferdi bir haçlı dürtüsü ya da bu komplekslerin sahipleri arasındaki yaklaşım uyuşumu sonucundan çok uluslararası haçlılığm yönlendirmesi sonucu olduğu kanısına varırız. Sözünü ettiğimiz üç büyük gazetecilik kuruluşu şunlardır. Takla oğullarına ait el-Ehram kuruluşu, Yezdan oğullarının sahibi oldukları el-Hilâl kuruluşu ve Suruf oğullarına ait el-Mukattım kuruluşu. Durum ne olursa olsun kaynak da plân da amaç da birdir. Amaç bu islâm ümmetini islâmiyetten döndürmektir.
Bu sonuca varmak için kullanılan metod ise Mısın yönetimi altında bulunduran egemen devletin, yani İngilterenin "yavaş, fakat emin" adımlı ve "halk arasında kuşku uyan-masından titizlikle kaçınan" metodudur. Acaba o dönemin şartlan içinde bu yıkıcı faaliyetlerin daha hızlı bir tempo ile yürütülmesi mümkün müydü? Hayır, değildi. Sebebine gelince Napolyon'un aptalca deneyi halâ gözler önünde idi. Onun aptalca tutumu, hızlı temposu ve sert hareketleri yüzünden doğan ters sonuçlar halâ zihinlerde canlılıklarını koruyorlardı. Ayrıca Mısır müslümanlarımn vicdanlarında halâ varlığım sürdüren islâmiyetin kalıntısı, açığa çıkabilecek bir düşman plânını etkisiz hale getirecek güçte idi. Oysa hızlı tempo, plânları meydana çıkaracak ve o güne kadar yapılmış olan her şeyi berbat edebilecek faktörlerden biri idi. Bu yüzden gerek genel vali Lord Crommer ve gerekse milli eğitimin tek yetkilisi hristiyan ilâhiyatçı Mr. Dunlop, kuşku uyandırmayacak yavaş bir tempo izlemeye çok dikkat ediyorlardı. Evet Kahire'de yuvalanan lübnan kaynaklı Maruni-hristiyan gazetecilik hareketinin ise İslama saldırarak işe başlaması düşünülemezdi. Çünkü müslüman halk yığınlarının eyleme geçebilecek olan öfkesi, böyle bir hareketi daha yolunun başındayken, girişimcilerinin başına geçirecek güçteydi. Fakat bu iş yavaş yavaş yapılınca başanlı olabilirdi! Hatta bu gazetelerin bazı sayılarını okuyan kimi safdiller, yanılgıya düşerek ilk bakışta onlan islâmî gazeteler bile sanabilirlerdi. Çünkü bu gazeteler islâmiyeti ve Peygamber Efendimizi-salât ve selâm üzerine olsun- övüyor, "Bab-ı Ali"nin gündelik haberlerine, Sultanın kabul törenleri ile gezilerine sayfalarında yer veriyor, Sultan ile Batı devletleri arasında yeralan müzakerelerin, sürtüşmelerin ve tartışmaların ayrıntılarını okuyucularına duyurmayı ihmal etmiyorlardı. Bir müslüman, gazetesinden daha başka ne bekleyebilirdi? Evet, ama durumu yakından inceleyen uyanıklar, bu aldatıcı görüntünün yanında çeşitli maksatları açığa vuran bir çok ipuçlan yakalayabiliyorlardı. Evet, gerçi islâmiyet, müslümanlann "hislerini" okşayacak bir yüzeysellikle övülüyordu, ama ondan bir yaşama düzeni ve egemen şeriat olarak sözedilmiyordu. Bu tutumun sonucu olarak gerek Mısırın ve gerekse tüm islâm dünyasının proplemleri gündeme getirilip tartışıldığında bu proplemlere islâm şeriatından kaynaklanan, hatta islâm ruhundan esinlenen çözümler önerilmiyordu. İlerde göreceğimiz üzere sadece Batı deneyinden, "batı uygarlı-ğTndan çözüm öneriliyordu. Hatta dahası var. Bu halk yığınlarının duygularım okşamak amacı ile kendisinden sözedilen, insanlara bir hayat düzeni yada karşılaştıkları proplemlerin çözümlerini içeren bir kanun sistemi olarak sunulmayan islâm, okuyucusunun bu gazetelerde her gün okuyarak hisler ve heyecanlar düzeyinde de olsa dinini devamlı surette hatırladığı bir
konu değildir. Bu gazetelere konu olan islâm, sadece belirli günlerin ve olayların, "dini günler ve olaylar" deyimi ile anılan sayılı münasebetlerin konusudur. Bu durumda islâm, sadece canlı ve yaygın anlamı bakımından sınırlamaya uğratılmakla bırakılmıyor, bunun yanında bir de müslümanın hayatında gelip geçici bir yeri olan sayılı günlerin ve münasebetlerin dar çerçevesine sıkıştırılıyor. Bu sayılı gün ve münasebetlerde Peygamber Efendimiz (s.a.v) ve islâm övülerek müslümanlarm vicdanı tatmin ediliyor, arkasından bu vicdanlar diğer aylarda ve günlerde islâmı anmaktan bile yoksun bırakılıyordu. Nasıl ki, Mr. Dunlop tarafından düzenlenen ders programlarında islâm tarihinden doğan boşluk Avrupa-dan, Avrupamn gücünden, Avrupa devriminden, Avrupa uygarlığından, bu uygarlığın orijinalliğinden, yüceliğinden sözedilerek kapatılmaya çalışıldı ise bu gazeteler gerek islâmiyeti gerçek içeriğinden soyutlamanın ve gerekse sadece belirli dini günlerde ve münasebetlerde islâmdan sö-zetmenin doğurduğu boşluğu bol bol Avrupadan bahsederek kapatmaya çalışıyorlardı. Bir defa haberler bakımından her günün baş konusu idi. Bunun yanında her vesile ile sürekli biçimde ondan sö-zediliyordu. Haberler bakımından Avrupayı sözkonusu etmek, doğal ve normal olarak görülüyordu. Bunun bir sebebi, gazetenin okuyucularına içinde yaşadıkları dünyanın olaylarını duyurmak zorunluğu idi. Buna ek olarak o günlerin Av-rupası, her alanda sürekli gelişme ve oluşumların merkezi idi. Fakat bu gerekçelerin de ötesinde o günün Avrupası, askeri, politik, bilimsel ve uygarlık alanındaki üstünlüğünün sonucu olarak dünyanın gidişatının dizginlerini ellerinde tutuyor, dünyanın geride kalan bölümüne söylediklerini ve yaptıklarını empoze ediyordu. Bu böyle olmakla birlikte her hangi bir islâm ülkesinde yayınlanan bir islâm gazetesi, okuyucularına dünya olaylarım duyururken kendine özgü bir metod, bir üslup kullanmalıdır. Bu üsluba göre o, okuyucusuna, mağlup ve perişan duruma düşmüş olsa bile müslüman olduğunu, bu niteliği ile olaylara ve gelişmelere başkalarnınkine benze-meyen özel bir bakış tarzı bulunduğunu hissettirmelidir. Müslüman, başkalarını memnun eden bazı olaylar karşısında kızgınlığa kapılabilir, başkalarını üzen bazı olaylara sevinebilir, başkalarını sevindiren bazı olaylara üzülebilir ve bazı olaylar karşısında da başkaları ile aynı tepkiyi paylaşabilir, ama bu tepki ortaklığı yine de başkalarınkinden farklı özel bir gerekçeden kaynaklanabilir.[60] Bununla birlikte bu gazetelerin haberlerine ve bu haberleri okuyucuya sunma biçimine göz yumsak da bunların sürekli biçimde Avrupadan sözetmelerine göz yummamız mümkün değildir. Çünkü Avrupa bu gazetelerin dilinden hiç düşmüyordu. Bunlar Avrupadan gerçek ağırlığı ve hacmi oranında söz etmekle yetinmiyorlardı. Aslında bu ağırlık ve hacim de o gün için büyüktü. Fakat bu ağırlık ve hacme eklemeler yapıyor, boyutlarını olduğundan da fazla gösteriyorlardı. Böylece okuyucularına "Dünya demek, Avrupa demektir" ve "yeryüzünde Avrupadan başka hiç bir şey yoktur" imajını aşılamaya çalışıyorlardı.
Gerçekten o günlerin Avrupası galip, üstün ve egemendi. Fakat bu egemenliği, yaşama tarzından kaynaklanan büyük bir eğrilik üzerine kurulmuştu. Acaba bu gazeteler Avrupa sömürgeciliğinin iğrençliklerini ve bu sömürgecilerin çoğunluğu islâm ülkesi olan sömürgelerinde işlemiş oldukları yüz kızartıcı cinayetleri okuyuculanna anlatıyorlar mıydı? Acaba bu gazeteler, islâm ülkelerini ele geçirmeye dönük Avrupa sömürgeciliğinin "ekonomik yarar", "siyasî menfaat" ve benzeri gerekçeler arkasında sakladığı "haçlı-lık" motifini açıklıyorlar mıydı? Acaba bu gazeteler düşünce emperyalizminden ve bu emperyalizm türünün islâm ümmetini dininden döndürmek isteyen gizli amacından hiç söz ediyorlar mıydı?[61] Acaba bu gazeteler Avrupadaki ahlâk bozukluğundan ve bu ahlâk bozukluğunun insanların hayatında meydana getirdiği kötü etkiden hiç söz ediyorlar mıydı? Acaba bu gazeteler faizden ve faize dayalı mali uygulamalar yüzünden meydana gelen ekonomik ve sosyal zulümden okuyucularına hiç bahsediyorlar mıydı? Gerçi faizden arasıra sözediyorlardı, ama bu sözediş, faizi "vazgeçilmez bir ekonomik araç" diye tanımlayıp onun mubah sayılmasını telkin etmek için oluyordu. Acaba bu gazeteler, Avrupa haçlılığı ile uluslararası siyonizmin, Osmanlı halifeliğinin varlığına son verme amacını taşıyan ortak komplosu hakkında okuyucularına bilgi veriyorlar mıydı? Şunu hemen vurgulayalım ki, her hangi bir islâm ülkesinde faaliyet gösteren islâm gazeteleri objektif gerçekleri gözardı edecek, onları bilmezlikten gelecek demek is-temiyoruz. Bu gazeteler Avrupamn, dünyanın gidişatına yön verdiğim; politik, ekonomik, askeri, bilimsel ve teknolojik bütün alanlarda egemen güç olduğunu görmezlikten gelecek değillerdi, kendilerinden beklenen bu değildir. Fakat islamcı olduğunu ileri süren bir gazete her şeyden önce Avrupanm sapık yönleri karşısında eleştirici bir tutum takınmalıdır. Bu sapık ve eğri yönler ise Avrupanm hayatında bol bol vardır. İslâm olduğunu ileri süren bir gazetenin ikinci görevi de müslümanlarm gayretlerini harekete geçirerek geri kalmışlıklarını telâfi etmelerine, ellerinden kaçırdıkları egemenliklerine tekrar kavuşmalarına, geri kalmışlıktan kurtaracak doğru yola koyulmalarına yol gösterici sıfatı ile katkıda bulunmaktır. Bu da dinlerini, ahlâklarım ve geleneklerini koruyarak, Avrupa potasında erimeyerek; islâm inancına, islâm şeriatına ve islâm ruhuna ters düşecek şekilde Batıya özenmeye kalkışmayarak muhtaç oldukları bilim ve teknolojiyi Avrupadan almaları yolu ile olur. İşte islamcı olan ile böyle olmayan gazetecilik arasındaki yol ayırımı bu noktadadır.
Denebilir ki; "Peki, Mısırda bu gazeteler faaliyet gösterirken müslümanlar nerede idi? Niçin kendi tutumlarım yansıtacak, kendi varlık ve yararlarına hizmet edecek öz gazetelerini çıkarmadılar?" Bu sorulara vereceğimiz cevap şudur: O günün müslü-manları bilinçten yoksun idiler. Onların içine battıkları inanç gerilemesinden kaynaklanan şaşkınlık içinde yüzü-yorlardı. Bu şaşkınlık hayatlarının her kesiminde başka gerilemelere yolaçmıştı. Bunun sonucu olarak bilimsel, teknolojik, medeni, fikri, ekonomik ve politik alanların tümünde çağlarının gerisinde debeleniyorlardı. Fakat bizim burada yapmak istediğimiz şey, sözkonusu lübnan asıllı Maruni hristiyan gazetelerin Mısırdaki faaliyetlerinin içyüzünü olduğu gibi gözler önüne sermek, bu gazetelerin o günün şartlan içinde oynadıkan rolün niteliğini meydana çıkarmaktır. Az önce dediğimiz gibi onlar hakkında her şeyden önce şu soru cevaplanmalıdır: Bu gazeteler yayın faaliyetlerini yürütmek ve rollerim oynamak için niçin başka bir ülkeyi değil de Mısır'ı seçtiler. Bu bir yana, yukarda değindiğimiz bütün meseleler hakkında kendilerine özgü özel bir tutum sergilediklerim görüyoruz. Başka bir deyimle bu gazetelerin- sahiplerinin hristiyan oldukları gözönünde tutulunca - islamcı bir tutum takınmaları imkânsız idi ise de iyilikler ile kötülükleri objektif bir yaklaşımla ortaya koyan "tarafsız" bir tutum takınabilirlerdi. Oysa bunu da yapmadılar. Tam tersine "Avrupa uygarlığı" dedikleri nesnenin, bütün sakat ve sapık yönleri ile ölümcül savunucuları kesildiler. Bunun sonucu olarak Mısır müslümanlan-nı her alanda Avrupa'nın izinden gitmeye, proplemlerini Avrupanm metodları ile çözmeye çalışmaya, her olay ve gelişmeye kendi gözleri ile değil, Avrupa gözü ile bakmaya olanca güçleri ile teşvik ediyorlardı. Sevgili okuyucularımıza ne demek istediğimizi açıkça gösterecek bir örnek verelim. Bilindiği gibi "sanayi devrimi" Avrupada ailenin çözülmesine, ahlakın bozulmasına ve anarşinin yayılmasına yol açmıştı.[62] Her şey bir yana,[63] bu durum oradaki yerel şartlardan kaynaklanan, katıksız bir Avrupa proplemi idi. Böyle olunca onun müslümanlar ile ne ilgisi vardı? Niye onlar bu proplemle meşgul ediliyorlardı? Haydi, her nasılsa bu proplemle meşgul edildiler diyelim. Peki ona hangi açıdan bakıyorlardı? Olup -bitenleri, dini, ahlâkı ve toplumsal gelenekleri inkâr eden Avrupanın başına çöreklenmiş bir "ahlâk bunalımı" olarak gören açıdan mı, yoksa bu yozlaşmaları "sanayi uygarlığı"ndan kaynaklanan kaçınılmaz sosyal değişmeler sayan açıdan mı görüyorlardı? İşte yol ayırımı noktası burası.
Sözünü ettiğimiz Lübnan asıllı Maruni-hristiyan gazeteler, Avrupayı saran bu bunalımdan, henüz islâm dünyasında baş göstermesi ve dolayısıyla sözünün edilmesi için hiç bir sebep yokken yıllarca ondan "uygar" dünyanın "kaçınılmaz bir sosyal gelişmesi" olarak bahsedip durdular. Acaba neden? Acaba bunu sırf Mısırlı okurlar kendilerine "teselli payı" çıkarsınlar diye mi yapıyorlardı dersiniz? Ama bunun psikolojik, ahlakı ve toplumsal "teselli payı" sayılacak nesi vardı? Hayır, amaç "teselli payı" çıkarılmasını sağlamak değildi. Amaç, Mısırın müslüman toplumunda da ahlâk anarşisinin yayılmasını ve bu bunalımın toplumun ayrılmaz bir parçası haline geleceğini arzu ettikleri günlere zihinleri hazırlamaktı. Öyle günler gelince toplum düzenini kanunlar aracılığı ile devletin koruyup kollayacağını vurguluyorlar di. Bundan maksat, ahlâk anarşisini engelleyen ve cezaya çarptıran islâm şeriatını yürürlükten kaldıkdıktan sonra ahlâksızlıktan ve bu tür davranışları açığa vurmaktan nefret ettiren islâm "hassasiyeti"ni eritmekti. Böylece beklenen gün gelip çatınca vicdanlan olup bitenlerden nefret etmeyecek, kalbler olarak olanlara isyan etmeyeceklerdi. Tersine toplumu saracak olan ahlâksızlık dalgası, uygarlıktan kaynaklanan toplumsal bir kaçınılmazlık olarak karşılanacaktı. Bu "kaçınılmaz"lığa ayak uydurmaktan kaçınacak olanlar da "katılar", "donuklar", "taşlaşmışlar", uygarlık kervanı ile ve yeryüzünün her tarafına yayılan "gelişme" ruhu ile atbaşı yürümek istemeyenler olarak damgalanacaklardı. Bu anlattığımız sadece bir örnekti. Dğer bütün "ilericilik konuları" bununla karşılaştınlabilir. Kadın ile erkeğin karma bir hayat yaşaması, cinsler arası serbest ilişki, "kadın" meselesi, dinin "modern" hayattaki yeri ve "Laiklik" gibi v.s.... Bütün bu konulara sözünü ettiğimiz dönemdeki Mısır basınının nasıl yaklaştığı, bu alanlarda attığı her adımın haçlı kaynaklı düşünce emperyalizminin ayrılmaz bir parçasını oluşturduğu kolayca görülebilir. Sözkonusu dönemin Mısır basını, müslümanların hayatında şu iki doğrultuda önemli oranda etkili oldu: Birinci doğrultu islâmiyetin toplumdaki etkisini zayıflatmak, ikinci doğrultu ise birincisine paralel olarak müslümanlara Avrupa önünde kesinlikle boyun eğdirmekti. Öyle ki, Avrupa, müslümanlar tarafından yavaş yavaş islâmiyet yerine yöneldikleri bir ilham merkezi, içinde yaşadıkları kötü durumlarından kurtuluş yolu, kendilerini uygarlık kervanına katacak mutlu bir gelecek beklentisi, üzerlerinden gerikalmışlık ayıbını silecek olan bir tılsım gibi algılanmaya başlanmıştı. Bu söylediklerimiz bize Rıfaa Rafi Tahtavı hakkında yukarda anlattıklarımızı hatırlatıyor. Hani şu öğrencilerin başında Parise gönderilip de yaman bir Batı yardakçısı olarak Mısıra dönen hoca eskisini.
Onun çağrıları o gün için reddedildi. Çünkü bu tür saçmalıkları kabul etmeye hazırlıklı olmayan bir toplumla karşı karşıya kalmıştı. Fakat gün gelecek onun saçma çağrıları bütün eklentileri ile ve fazlası ile kabul edilir hale gelecekti. Çünkü sözkonusu basının "yavaş, fakat emin" emin tempolu propagandası zihinleri ve kalbleri bu çağrılan kabul etmeye hazırlamıştı. Bundan dolayı bu çağrıların uygulama alanına aktarılacağı günler gelip çatınca insanların bunları onaylamaya yatkın durumda oldukları, hatta bazı kimselerin bu adımları atmakta geç kalındığı, bir an önce atılmaları gerektiği gerekçesi ile bu uygulamaların şakşakçısı kesildikleri görüldü. Denebilir ki; "Acaba müslümanları dört bir yandan kuşatan olumsuz şartların gereği olarak işler zaten bu yönde gelişmiyor muydu? Buna göre sözkonusu basının yaptığı tek şey insanlann duygu ve düşünceleride meydana gelen "köklü değişim"in akıntısına ayak uydurmak gibi her zaman için normal olan bir tutumdan ibaret değil miydi?" Bu soruya cevap verirken şu iki nokta üzerinde durmak istiyoruz: Birincisi, gelişmelerin kendiliklerinden bu istikamete doğru ilerlediklerini, o günün müslümanlarım kuşatan olumsuz şartların gereği olarak kabul ederi z, fakat bu şartların mutlaka bu yöndeki gelişmelere yolaçması gerektiğini, bu oluşumun önlenemez olduğunu onaylamayız. Neden derseniz, Arap yarımadasında Muhammed b. Abdülvehhab önderliğinde meydana gelen ve islâm inancını düzeltme, üzerine düşen gölgeleri dağıtma istikametin-deki güçlü hareket bize açıkça gösterir ki, Mısır toplumunda beliren yozlaşma akımı kaçınılmaz değildi, aynı tarihlerde Arap yarımadasında meydana gelen bu kurtuluş hareketinin benzeri Mısırda da meydana gelebilir ve "inanç gerilemesini" gidermek sureti ile toplumdaki kötü gidişi önlemeyi deneyebilirdi. O inanç gerilemesi ki, bilimsel alanda, maddi gelişme alanında, uygarlık alanında ve askerlik alanında beliren diğer bütün gerilemelerin ortak sebebini oluşturuyordu. Fakat hiç kuşkusuz diğer bütün yayın araçları ile birlikte o günkü Mısır basınının oluşturduğu ortam, o günlerin Mısırında bu tür bir kurtuluş hareketinin doğuşunu zayıf bir ihtimal haline getirirken o dönemde gördüğümüz bozuk gidişin istikametinde ilerlemeyi daha güçlü bir ihtimal haline getirdi. Vurgulamak istediğimiz ikinci noktaya gelince, sözkonusu Mısır basını bu süreç içinde olaylarla at başı yürümüş değildi, tersi "öncü" rolü oynamıştı. Sebebine gelince bu basın, halkın vicdanında bilfiil varalon şeylerden değil, bu vicdanlarda varolması, yerleşmesi istenen şeylerden sö-zediyordu. Yukarda verdiğimiz ahlâk anarşisi örneği bu gerçeği açıkça kanıtlar. Başka bir deyimle bu basın kendisini, Batının din karşıtı düşüncelerini islâm toplumuna ithal etmekle görevli sayıyordu. Halk bu düşünceleri kabul etmeye hazır olmaya ve daha önce bu tür düşüncelerle meşgul bulunmasa da o, bu görevini yerine getirmekten geri durmuyordu. Bir an için farzedelim ki, galip ile mağlûp arasındaki ilişkiler bu alandaki sonucu zaten belirleyecekti. Söz konusu basın belirtilen rolünü oynamış olsa da oynamamış olsa da bu böyle olacaktı.[64] Fakat öyle bile olsa, kuşku yok ki, sözkonusu basının olumsuz etkisi mağlup tarafı haçlı galiplerin karşısında köleleştirmeyi, bu mağlubu yanılgı
bataklığına sürüklemeyi, onu düşmanlarının istediği şekilde uyanıştan uzak tutmayı ve istese bile İslama dönüşünü engellemeyi hızlandırmış ve pekiştirmişti. *** Ve sonunda yavaş yavaş, uzun ve sabırlı bir bekleme döneminin arkasından bu basın İslama hücum etmeye başladı! Acaba o günlerde açıkça adım vererek İslama hücum edebileceği düşünülebilir mi? Hayır, asla. Çünkü bu ümmetin kalbinde o günlerde halâ varlığını sürdüren islâm kırıntısı ve kalıntısı böyle bir şeye meydan vermezdi. Eğer böyle bir şey olsa halk yığınları derhal bu gazetelere karşı ayaklanır ve onlann yapılarını içindekilerin başlarına yıkardı. Bu saldırıların hedefi geleneklerdi. Eski gelenekler. Saldırıya uğrayan bu eski geleneklerin neler olduklarını kendimize sorduğumuzda anlanz ki, bunların çoğunluğu islâm kaynaklı idi. Gerçekten saldırıya uğrayan bu gelenekler arasında islâm ümmetinin inanç gerilemesi döneminde tekrar geriye dönerek benimsediği bazı cahiliye gelenekleri de vardı. Meselâ "kadının görevi sadece hamile kalmak ve çocuk doğurmaktır, onun saygı duyulması gereken bir kişiliği yoktur" gibi sakat bir anlayışa dayanan ve kadını öğrenim hakkından yoksun tutan, ona kötü davranmayı, onu horlamayı, mubah gelenek gibi. Bu gelenek, bu alanda islâm öncesi döneme geri dönüşü simgeliyordu. Bu ümmet, doğru ilâhi metoddan uzaklaşmasının sonucu olarak bu geri dönüş bataklığına yuvarlanmıştı. O doğru ilâhî metod ki, kadın ile erkek arasında bazı yükümlülükler, haklar ve görevler bakımından fark gözetmekle birlikte her iki cinsi de insan olma açısından biribirine eşit saymıştı. Nitekim yüce Allah (c.c.) bu konuda bize şöyle buyuruyor: "Rabbleri onlara şöyle karşılık verdi; 'Ben sizden, kadın olsun, erkek olsun hiç bir çalışanın emeğini boşa çıkarmam. Siz biribirinizin ayrılmaz birer parçasısınız." (Al-i İmran /195) "Erkek ve kadın her kim mümin olarak iyi amel işler ise ona dünyada mutlu bir hayat yaşatırız, Ahirette de yaptıkları amellerin en güzel karşılığı ile kendilerini ödül-lendiririz" (N ahi 197) "Kadınlar ile iyi geçininiz (Nisa /19) Öteyandan aynı konuda Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor: "En iyileriniz, eşine karşı en iyi davrananlarınızda. Ben aranızda eşine karşı en iyi davrananınızım" (Tirmizi)
Sözünü ettiğimiz islâm dışı gelenekler, Mısır basınının eski geleneklere karşı giriştikleri saldırının giriş kapısını oluşturdu. Bu saldırı kampanyasında kullandıkları gerekçe sözkonusu geleneklerin islâm kaynaklı olmadıkları, tersine bu geleneklerin arkasına saklanarak bencilliklerini ve katılıklarını tatmin etmek isteyen dar görüşlü erkeklerin şahsi arzulanna din kutsallığı üniforması giydirme girişimi oldukları idi. Bu gerekçe batıl (eğrilik) amaçlı bir doğruyu yansıtıyordu. Neden derseniz, çünkü bu saldın kampanyasını yürütenlerin amacı, sözkonusu sapık gelenekleri, İslama uygun asıllarına dönüştürmek değildi. Onların bu zayıf noktayı sinsi amaçları için uygun bir giriş yeri diye kullanarak İslama uygun köklü ve doğru geleneklere de islâm dışı "eski gelenekler" bahanesi ile saldırabilmekti. Evet, kadını hor görmek, onu sadece hamile kalıp çocuk doğurmakla görevli ve insan olarak erkek ile eşit olmayan bir varlık diye aşağılamak, onu öğrenim hakkından yoksun tutarak cahilliğin ve zavallılığın kucağına atmak, bütün bunlar İslama aykırı geleneklerdi. Fakat bunların yanında gereksiz yerde kadın ile erkeği biraraya getirmeye, kadının süslenip püslenmesine, erkeği ayartmaya kalkışmasına, kadınla erkek arasında yüce Allah'ın (c.c.) izin verdiği sınırlı ilişkiler dışında "serbest" ilişkiler kurulmasını engellemek, bütün bunlar islâmın özündendi. Bu ilkeler yüce Allah (c.c.) ile Peygamberimiz tarafından konmuşlardı. Yoksa ne katı görüşlü "din adamları" tarafından ve ne de bencillikleri ile dar kafalılıklarını din kutsallığı perdesi altında kamufle etmek isteyen "erkek milleti" tarafından belirlenmiş değillerdi.[65] Fakat Lübnan asıllı hristiyan Mısır basınında sözkonüsü "eski geleneklere" saldıranlar, sadece islâm dışı geleneklere yüklenmekle yetinmedikleri gibi bu eğri gelenekleri İslama uygun doğru biçimlerine dönüştürmeye de çalışmıyorlardı. Çünkü onlann amacı bu ümmetin gidişatını İslama uygun hale dönüştürerek onun inanç yanılgılarını düzeltmek değildi, onlann gerçek amacı islâmı kökünden yıkmak, varlığına tamamen son vermekti. İslama bağlı bir İslahatçı ümmetin inanç gerilemesi döneminde tekrar saplandığı bu eski cahiliye geleneklerine saldırması, onları kınaması, ortadan kaldırılmalarını istemesi doğaldı. Fakat o, bu çağrıyı islâm adına, gerçek ilâhî metod adına yapardı. Bunun yanında aynı İslama bağlı İslahatçı, doğru islâmi geleneklerin kökleşmesine, islâmın emri olan kapalı kadın giyiminin korunmasına, süs düşkünlüğünün, ka-dın-erkek kanşık yaşamanın ve ahlâk çöküntüsünün yayılmasının önlenmesine de çağırırdı. Fakat bu yabancı kökenli basının ve yazarlarının yaptığı şey, doğru-eğri ayırımı yapmaksızın bütün gelenekleri hep birarada yaylım ateşine tutmak, bu kasıtlı kavram kargaşalığı içinde meselâ kadını eğitim hakkından yoksun bırakan gelenekle onun "her sosyal konuda erkekle ortak çalışmasını" engelleyen geleneği bir saymaktı. Aslında "kadın meselesi" bu basının dilinden ve kaleminden düşürmediği konuların başında geliyordu. Bu arada pratikte gerçekleştirilen biçim ile kadının dininden,
ahlâkından ve geleneklerinden koparılması anlamına gelen "kadının özgürleştirilmesi" konusu ise bu sinsi kampanyanın can damannı oluşturuyordu.
c- KADIN ÖZGÜRLÜĞÜ Bu hikâyenin kahramanı Kasım Emindi. Kasım Emin, Türkiye kökenli Mısırlı (yani muhafazakar) bir ailede doğup büyümüş bir delikanlı idi. Üstün bir zekası vardı. Nitekim daha yirmi yaşında iken Kahiredeki Fransız hukuk fakültesinden diploma almıştı. Oysa o dönemde, Mısır'daki gençlerin çoğu ancak onbeş yaşlarında ilkokulu bitirebiliyorlardı. İşte seyrek rastlanan yetenekler ve olağan-üstü dehalar arayan eller onu bu okuldayken oltalarına taktılar. Amaç önce onu bozmak, arkasından da onun aracılığı ile bu ümmeti bozmaktı. Bu maksatla onu oltalarına düşürdükten bir süre sonra Fransaya gönderdiler. Kasım Emin'in eline Fransaya gitmeden önce, Batılı bir şarkiyatçı tarafından kaleme alınmış bir broşür (risale) geçer. Broşürde kadım horladığı, onu insanca bakmadığı gerekçesi ile İslama saldınlmaktadır. Hatıralarında anlattığına göre delikanlının, broşürdeki bu saldırılar karşısında tepesi atar ve broşürün yazanna cevap vermeyi, onun İslama yönelttiği iftiralan çürütmeyi kararlaştırır. Fakat Fransa dönüşünde oraya gitmeden önceki bu tutumundan bambaşka bir havaya girer. Anlaşılan bu genç yaşta Fransaya gidişi yapısını derinden etkilemiştir. Bu yüzden bambaşka bir düşünce, bambaşka bir kafa yapısı ve bambaşka görüş açısı ile Mısıra döner. Mısıra döndükten sonra artık misyoner öncülerinin ağzı ile ve onların islamiyeti yıkma planları ile tıpatıp uyuşacak biçimde kızları okutmanın va kadınlara özgürlük vermenin ateşli bir savunucusu olarak karşımıza çıkar. Hatıralarında anlattığına göre Fransaya gidince oralı bir kızla samimi bir arkadaşlık kurar. Bu kızla aralarında derin, duygusal ve fakat "masum" bir ilişki doğar. Bu kız onu bazı Fransız aileleri ile tanıştırır, kimi toplantı ve salon gezilerinde kendisine eşlik eder. Böylece Fransız ailelerin, toplantıların ve salonların kapıları yüzüne açılır ve buralarda sıcak bir ilgi ile karşılanır.[66] Acaba sözünü ettiği Fransız kızı ile tanışma girişimi kendinden mi kaynaklandı, yoksa böyle tir tanışmanın peşine düşsün diye bu kız kasden mi yoluna çıkarıldı? Bu ihtimallerin hangisinin gerçek olduğu belli değil. Fakat kesin olan şu ki, bu kız, delikanlımızın gönlü ile olduğu kadar aklı ile de oynadı, onun hayatının akışını değiştirdi ve sonuç olarak onu misyoner kongrelerinin islâmı yıkmak için gerekli olduğunu kararlaştıkları rolü oynamaya elverişli bir eleman haline getirdi.
Bize kalırsa onun bu Fransız kızla arasındaki ilişkiyi anlatırken kullandığı "masum" deyiminin doğruluğuna inanma eğilimindeyiz. Doğaldır ki, bu "masumluk islamiyetin tanımladığı anlamda bir "masum'luk değil, aralarındaki ilişkinin fuhuş derecesine varmamış olması anlamında bir "masumluktur. Çünkü bu tür bir ilişki ile bağlı olduğu bir kız, fuhuş derecesine varmış, iğrenç ilişkilere giriştiği bir kıza göre düşüncelerini değiştirmede daha etkili olabilirdi. Eğer aralanndaki ilişkiler iğrenç boyutlara varmış olsaydı, kız, delikanlımızın gözünden düşer, onun na-zarmdaki saygınlığını yitirir ve bunun sonucu olarak kendisine "ilham kaynağı" olma niteliğim yitirirdi. Bu durumda da aralanndaki ilişkinin "psikolojik" ve "düşünce" düzeyinde kalmasını sağlayarak delikanlımız üzerindeki etki şansını sağlama bağlayan ve böylece rolünü titizlikle oynamayı başaran Fransız kızı mıdır, yoksa kendisi tarafından "masum"lukla nitelenen bu ilişkinin sözkonusu sının aşmamasını sağlayan faktör, delikanlımızın muhafazakâr bir türk ailesinden aldığı çocukluk terbiyesi midir? Bunu da bilmiyoruz. Fakat bu seçeneklerden hangisi doğru olursa olsun, nihaî sonuç, delikanlımızın düşünce ve davranış yapısında meydana gelen köklü "dev-rinTdir. Şimdi bu köklü değişimin nasıl meydana geldiğini irdelemeye çalışalım. Evet. Delikanlımız çok zeki ve üstün yeteneklidir. Ama işgal altındaki bir ülkeden geliyor. Bu ülke, Avrupa ülkelerinden birinin işgali altındadır. O da Avrupaya gelmiştir. Yani milletinin ağız suyu akıtarak adını ağzına aldığı, anlayışlarına göre karşısında Doğunun cılız ve önemsiz kaldığı bir süper gücün diyanna gelmiştir. Bu yüzden delikanlımızın Avrupaya geldiğinde içine kapalı ve alabildiğine çekingen olacağını rahatlıkla bekleyebiliriz. Delikanlı bu yabancı diyarda kendini küçük görmekte, aşağılık duygusu içinde bocalamakta, süper insanların bu dünyasında alaya alındığı korkusu ile dolaşmaktadır. Çünkü düşük düzeyli insanların diyarından gelen geri ve zavallı bir insandır. Daha önce hayalinde bile can-landıramamış olduğu bu harika Batı ülkesindeki en büyük özlemi, psikolojik ve zihni bir güvene kavuşmasıdır. Delikanlımız işte bu durumda -yani ürkek ve içe kapanık- iken ansızın yolu üzerine bir genç kız çıkıyor. Bir defa her şeyden önce yabancılık duygusundan kaynaklanan ürkekliğini gideriyor. Sonra içe kapanıklığını ve çekingenliğini ortadan kaldırıyor. Böylece üzerindeki sinir gerginliğini atarak bu gurbet diyarında güven duymaya başlıyor. Hatıralarında anlattıklarından anlaşıldığına göre bu kız, bir süre sonra kendisine duygusal yakınlık gösteriyor. Böylece güvenlikten öte mutluluk ve imrenme duygularım yaşıyor. Bu duygular iç dünyasına denge getirdiği için artık içini yabancılık ve gariplik duygusu kemirmiyor. Gerçi hiç bir ilişki kurmamış olduğu dış dünyaya karşı halâ yabancılık duymaktadır. Fakat yanında gezen bu genç kız kendisine bu alanda da bir adım attırır. Onu yanına alarak Fransız ailelerin evlerine götürür. Böylece yüzüne Fransız ailelerin kapıları açılmaya başlar. Bu evlerde ilgi ile karşılanır. Sonra yine bu sözde korucu meleğinin eşliğinde kadınlı-erkekli toplantılara ve eğlence salonlarına adım atar. Buralarda da aynı
sıcak ilgiyi görür. Bunun üzerine hem şahsi duyguları ve hem de dışındaki dünya karşısında kapıldığı yabancılık duygusu tamamen kaybolur. İçine katıldığı yeni toplumda kendisinden ve attığı adımlardan emin bir rahatlık içinde yürümeye başlar. Acaba şimdi iç dünyasında neler olur? Yambaşında yürüyen bu genç kızla arasındaki ilişkiye nasıl bir gözle bakıyor? Hepsinden önemlisi iç dünyasında meydana gelen bütün bu değişmelerin oluşumunu sağlayan bu yeni toplumun geleneklerini hangi gözle görüyor? Kızla arasındaki ilişki "masum". Fuhuş derecesine varmamış yani. Fakat bu ilişki sayesinde psikolojik yönden büyük bir gelişme gösteriyor. İçe kapanıklığından ve yalnızlık duygusundan kurtularak olumlu ve yapıcı bir kişilik kazanıyor. Bunlarla birlikte kültür hazinesi, görüş ufku, neşesi ve canlılığı da genişliyor. O halde bu toplumsal geleneklerin ne kusuru var? Bizim sosyal geleneklerimizin de böylesine "masum" bir niteliğe bürünmesini engelleyecek ne var ki? Her ne kadar delikanlımızın Fransada geçirdiği bu psikolojik değişimi iyimser bir gözle yorumlamaya çalıştık ise de hiç kuşkusuz yürüttüğünü farzettiğimiz bu "mantık"da bir sürü tutarsızlık ve saçmalık göze çarpıyor ki, başlıcalarım şöyle sıralayabiliriz: 1- Delikanlımız, Fransız kız arkadaşı ile arasındaki ilişkinin, açık bir fuhşu içermediği gerekçesi ile "masum" olduğunu ileri sürüyor. Bu konuda doğru söylediğine inansak bile -ki bu eğilimde olduğumuzu daha önce belirtmiştik- bu ilişki, bir müslümanın hayatında yer alan bütün tutum ve davranışları kendisine başvurarak değerlendirmek durumunda olduğu islâm ölçülerine göre "masum" bir ilişki değildir. Çünkü sözünü ettiği ilişki, fuhşa götürmüş olsun olmasın, başlıbaşına bir haram olan karşı cinsle yalnız başına başbaşa kalmayı içeriyor. Bu durum yüce Allah'ın dinine göre haramdır ve haram olma sebebi de açıktır. Çünkü bu durum sonunda kesinlikle fuhuşa götürür. Eğer ilk kerede ve bu işi alışkanlık haline getiren ilk kuşağın hayatında bu sonuca yolaçmamış olsa bile bu böyledir. Başka bir deyimle toplum bir kere erkek ile kadının tenha yerde başbaşa kalmasını mubah sayınca, bu işin sonunun fuhuşlu ilişkiye varması kaçınılmaz olur. Tarihte hiç bir toplum bu kuralın dışında kalabilmiş değildir. 2- Delikanlımız bu tür ilişkilerin Fransız toplumunda doğurduğu sonuçlardan hiç söz etmiyor, onları adeta bilmezlikten geliyor. Oysa hiç kuşkusuz, hayranlıkla içine daldığı toplumda kendisininkine benzer, fakat kendi deyimi ile bile "masum" olmayan değişik kadın-erkek ilişkilerin yaygın olduğunu ve toplumun hiç bir engel çıkarmadan bu ilişkilere göz yumduğunu iyi biliyor. Çünkü bu tür ilişkiler o toplumda yaşayan yerliyabancı hiç bir kimse için gizli bir sır değildir. Bu böyle olduğuna göre kendi kişisel ilişkisinin kız arkadaşından yada kendisinden kaynaklanan özel sebepler ile benzeri ilişkilerin o toplumda vardığı sonuca varmamış
olduğuna inansak bile bu durum, bu ilişkileri mubah saymasını ve halkım bu tür ilişkileri benimsemeye çağırmasını haklı gösterecek bir gerekçe, bir delil olamaz. Çünkü bu tür ilişkilerin mubah sayılması halinde bundan doğacak olan pratik sonuçlan kendi gözleri ile görmektedir. 3- Delikanlımız, Mısıra döndükten sonra kaleme aldığı "Kadın Özgürlüğü" adındaki ilk eserinde bu özgürlüğün mutlaka faydalı sonuçlar doğuracağım ileri sürüyor. Yani bu ilişkilerin Fransız toplumunda gördüğü türden iğrenç sonuçlara yolaçabileceği ihtimalinden hiç sözetmiyor. Kendi deyimi ile "bu ilişkiler, toplumda yaşayan bireyler arasıdaki bağları güçlendirecek ve dolayısı ile toplumsal dayanışmayı sağlamlaştıracaktı."[67] Her ne ise, Kasım Emin Fransadan dönerken artık bir kadın özgürlüğü savunucusu, ateşli bir açık giyim taraftarı ve kapalı giyim düşmanıdır. Bu haliyle aynen daha önce sözünü ettiğimiz Rıfaa Rafîi Tahtavi hoca eskisinin Fransa dönüşü seslendirdiği çağrıyı yeniliyordu. Fakat arada büyük bir fark vardı. Bu fark, çağrının özü bakımından değil, çağrıya muhatap olanlar bakımından sözkonusu idi. 104 Demek istediğimiz şu ki, yarım yüzyıldır Mısır halkının vicdanını sürekli biçimde etkileyen düşünce emperyalizminin sonucu olarak Kasım Emin'in çağrısı, daha önce aynı çağrıyı seslendiren Rifaa Tahtavi hoca eskisinin uğradığı yoğun yadırgama tepkisi ile karşılaşmamış ve ilki gibi daha kaynağında boğulmaya uğramamıştı. Buna rağmen delikanlımızın işi yine kolay olmadı. Çünkü "Kadın Özgürlüğü" adını taşıyan ilk kitabı sert bir tepki ile karşılaştı. Öyle ki, ya korkudan ya da uğradığı hayal kırıklığından ötürü evine kapanmak zorunda kaldı. Bu dönemde elini bu işten çekmeye bile karar vermek üzere idi ki, Saad Zağlul[68] kendisini "Yoluna devam et, arkanda olacağım" diyerek kendisini teşvik etti. Bunun üzerine yeniden ve o güne kadar yüzünü arkasında saklamayı uygnu gördüğü perdeyi tamamen kaldırıp atarak sahneye döndü. Çünkü ilk kitabında tartışmayı islâm sınırlan içinde tutmaya çalışarak, islâm ilkelerine bağlıymış gibi görünerek müslüman kadınlara islâm tarafından bağışlanmış olan hakların verilmesi için uğraştığını, bu hakların başında da kadının öğrenim hakkının geldiğini söylüyordu. Oysa "Yeni Kadın" adı ile yayınladığı ikinci kitabında islâmı gündemden çıkardı, artık adını bile anmaz oldu. Bu kitabında Mısır kadınının ilerlemesi ve özgürlüğünü elde edebilmesi, dolayısıyla bütün Mısır toplumunun özgür ve gelişmiş bir toplum olabilmesi için Fransız hemcinslerini örnek edinmesi gerektiğini, aynen onların yaptıkları gibi yapmasını savunmaya koyuldu. Böylece onun yazılarında müslüman kadının farklılığından doğan engel ortadan kalkıyor, müslüman Mısırlı kadın ile müşrik Fransız kadın biribirinden farksız iki kız kardeşe dönüşüyordu. Hatta işi, Batılı kadının gelişim süreci boyunca o güne kadar aştığı merhalelerden geriye dönüp yeniden geçme çağrısına kadar vardırdı. Bu yolculuk Batılı kadının geride
bıraktığı ve şimdi içinden geçmekte olduğu aşamaları tümü ile içermeli idi. Hiç kuşkusuz bu aşamalar arasında, delikanlımızın pek iyi bildiği müptezel, ahlâksız ve iğrenç geçitler de vardı. O bu konuda şöyle diyordu: "Batılı milletlerin bizden önce geçip gittikleri yolu yeniden yürümekte hiç bir sakınca, hiç bir engel görmüyoruz. Çünkü Batılıların uygarlık alanında günden güne daha ileri gittiklerini görüyorurz. Kısacası kadınlarımızın eğitim yolu ile akıllarım güçlendirdikten sonra kendilerine düşünce ve çalışma özgürlüğü alanındaki haklarını vermemiz gerektiğim söylemekten çekinmiyoruz. Bunun için kadınlarımızın, Batılı kadınların daha önce aştıkları ve şimdi aşmakta oldukları dönemlerin tümünü yeniden aşmalan kesin olsa bile bunu göze almalıyız"[69] Öleceği gece, Romanyadan Mısın ziyaret etmeye gelen kızlı-erkekli bir öğrenci grubuna hitaben Fransızca yapmış olduğu son konuşmada şöyle diyordu: "Şu bilim heyetini selâmlıyor ve ülkemizin yüksek öğrenim gençliğinin çağrısına katıldıkları için kendilerine teşekkür ediyorum. Özellikle de bu heyetin içinde yeralan, bilgi ve kültürlerini artırmak için uzun bir yolculuğun sıkıntısına katlanarak Batıdan Doğuya gelen genç kızları selâmlıyorum. Onları kalbim sevinç dolu olarak selâmlıyorum. Çünkü eğitime karşı duydukları ilginin erkek arkadaşlannın-kinden az olmadığını görüyorum. Onları selâmlarken Mısırlı müslüman kızların öğretim ve eğitim düzeyinin onlarınki gibi olacağı günü görmeyi büyük bir özlemle beklediğimi belirtmek istiyorum. Müslüman kızların edebiyat matinelerinde Mısır delikanlıları ile bu gün olduğu gibi yanyana oturacakları ve bu gün yoksunu oldukları bilim ve edebiyat zevkini biz erkeklerle paylaşacakları günü yani, Umuyorum ki, bu emellerimiz gerçekleşir de Mısırlı kızlar gelişir ve onların gelişmesi sayesinde tüm Mısırlı halkı gelişir."[70] *** Şimdi artık kadının bir "meselesi" vardır ve bu meseleyi mutlaka tetkik etmek gerekir. Nitekim bu meseleyi Huda Şaravî'nin başım çektiği bir kadın grubu ile kadın hakları "savunucularından oluşmuş bir erkek gurubu üstlenmiştir. Kadınların elde edilmesini istedikleri ilk hak, açık-saçık giyinebilme özgürlüğü oldu. Bu tartışmanın ana eksenini de açık giyim-kapalı giyim kavgası oluşturuyordu. İyi de bu "mesele" nereden çıktı? Avrupalı kadın özgürlüğü (feminizm) akımı ortaya çıktığı zaman kadının gerçekten bir "meselesi" vardı. Bu mesele aynı fabrikada, aynı süre ile çalıştığı erkekler ile aynı
ücreti alabilme meselesi idi. Oysa o zaman böyle bir kadın işçi, erkeğe verilen ücretin ancak yarısı kadarını alabiliyordu.[71] Batıda Kadın Özgürlüğü akımı gelişip de gerek kendiliğinden ve gerekse şeytanların plânları uyarınca çeşitli alanlara yayıldığı halde akımın ana eksenini yine de erkek ile kadın arasındaki ücret eşitliği davası oluşturmaya devam etti. Kadının her yeni hak isteyişinde veya onun adına her yeni hak istenişinde yine meseleye dönülüyordu. Nihayet mesele kadın ile erkek arasında tam bir eşitlik istemeye dönüştü. Bu "her şey" arasında erkeğin daha önce elde ettiği daha doğrusu içine sürüklendiği "fesad (bozulma ve yozlaşma) özgürlüğü" de vardı. Sözkonusu "fesad özgürlüğü" ilk önce "kadının, hayat arkadaşım seçme özgürlüğü" arkasından "kadının duygularını açıklama özgürlüğü" ve en sonunda da "Kadının kendim istediğine teslim etme özgürlüğü" sloganları altında genel kadın özgürlüğünün ayrılmaz bir parçası haline getirildi. Buna karşılık Mısırda yani islâm dünyasında hiç bir zaman kendine özgü bir "kadın davası" varolmadı. Burada varolan gerçek mesele, bu toplumun islâmiyetin özünden uzaklaşması akımı idi. Bilindiği gibi biz bu akımı "inanç gerilemesi" ile bu inanç gerilemesinin sonucu olarak hayatın bütün kesimlerinde beliren yaygın bir "gerileme" akımı olarak değerlendiriyoruz. Bu açıdan bakınca kadının horlanması, aşağılanması, onurlu bir insan muamelesinden yoksun tutulması, sadece islâmiyetin gerçek mahiyetinden geriye doğru uzak düşü-len bir çok hayat kesiminden sadece birini oluşturuyordu. Bunun tedavisi de diğer bütün geriye düşülmüş alanların tedavisi gibi- islâmiyetin gerçek biçimine yeniden dönmek ve böylece sözkonusu utandırıcı gerilikten sıyrılmakla mümkündü. "Mesele" buydu. Bu da ne sadece "bir "kadın" ve ne de sırf bir "erkek" meselesi idi. Tüm erkekleri, kadınları, gençleri, yöneticileri, bilginleri ve halk ile bütün islâm üm-metinin meselesi idi. Durum böyleyken bu meseleyi sırf "kadın meselesi" diye sayarak özelleştirmek ve sınırlamak, gerçeği araştıncı "bilimsel" bakış açısından uzaklaşma anlamına geleceği gibi meseleye çözüm getirici olmaktan da uzaktı. Çünkü bu anlayışa göre hastalığın belirtilerinden biri ele alınarak hastalığın asıl kendisi gibi kabul ediliyor ve tedavi edilmeye kalkışılıyordu. Bu tedavi girişiminin hiç bir başarı şansı yoktu. Çünkü bu girişim, bir yandan hastalığın gerçek sebeplerini görmezlikten geliyor, diğer yandan da geniş görüşlülükten yoksun kalıyordu. Fakat acaba meseleyi ciddi, samimi, objektif, bilimsel ve titiz bir yaklaşımla inceleyerek sebeplerim belirlemeyi ve arkasından tedavisine girişmeyi düşünen var mıydı? Hatta acaba bu mesele hakkında ileri-geri konuşanlar arasında, onu bilimsel, objektif ve basiretli şekilde tartışabilmek için tam bir şuurla kavramış olan kimse var mıydı? Bunlardan da vazgeçtik. Acaba bu konuda gürültü koparanlar arasında meseleye kendi şahsi açısından bakabi-len, bulguları kendi ölçülerine göre değerlendirme
yetene-ğine sahip olan bağımsız şahsiyetli bir kişi var mıydı? Yoksa bu meselenin tüm yaygaracıları birer köle mi idi. Ya ihtiraslarının yada Batılı efendilerinin köleleri yani. Düşmanlarının plânlarını gerçekleştirmek için kuklalar gibi güdülen, gaflet uykusu içinde yüzen ve derin bir sapıklığın bataklığında debelenen zavallı köleler! Evet, üzülerek belirtelim ki, erkekleri ile kadınları ile öncüleri ile bağlıları ile plânlayıcıterı ve uygulayıcıları ile hepsi bu son dediğimiz cinsten idiler. Her "mesele"nin bir konusu olacağı için bu yakıştırma kadın meselesinin konusu da ansızın, durup dururken ve hiç bir ciddi gerekçeye dayanılmaksızın kapalı giyim-açık giyim konusu oluverdi. Oysa bu mesele Avrupada, en azından görünüşte ve ilk ortaya çıkışında "tutarlı" ve akılcı idi. Çünkü tartışma yeri burası olmayan çeşitli sebepler yüzünden[72] kadın çalışma zorunda bırakılıyor, arkasından da kendisine aynı işi yapan erkek ücretinin sadece yarısı lâyık görülüyor. Bu durumda kadının eşit ücret istemesi, bu dava ile ortaya çıkması hem gerçek hem de her bakımdan tutarlı bir çıkıştır. Buna karşılık açık giyim-kapalı giyim tartışmasına gelince bunun gerek mantık ve gerekse gerçek karşısındaki yeri acaba nedir? Bir defa kapalı giyim zorunluğunu kadına getiren "erkek" değildir ki, kadın, erkek tarafından uğratıldığı zulümden kurtulmak amacı ile ona karşı mücadele bayrağı açmaya kalkışsın. Oysa Batıda mesele bu biçimde, yani bir erkek kadın çatışması, daha doğrusu erkek tarafıdan haksızlığa uğratılan kadının bir tür başkaldırması olarak ortaya konmuştu. Kadına kapalı giyim zorunluluğunu getiren onun Rabbi ve yaratıcısı idi.[73] Öyle ki, mümin bir kadının bu emri ne tartışma ve ne de onu benimseme ya da reddetme yetkisi sözkonusu olabilirdi. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Allah ve Peygamber herhangi bir konuda kesin hüküm verince artık mümin bir erkek yada kadının o konuda kendi arzularına göre tercih yapmak yetkileri yoktur. Kim Allah'a ve Peygambere karşı gelirse, hiç kuşkusuz, açık bir sapıklığa düşmüş olur." (Ahzab/36) Ayrıca kapalı giyim zorunluğu kendi özünde mesele olacak bir nitelik taşımaz. Sebebine gelince yüce Allah (c.c.) kapalı giyimi Peygamberimiz (s.a.v) zamanında emretti ve bu emir yine O'nun zamanında yürürlüğe kondu, arkasından da on üç yüzyıl boyunca kesintisiz biçimde uygulandı. Bir defa Allah'a ve Peygambere inanan hiç bir müslü-man kadının, Peygamber Efendimiz (s.a.v) döneminde zulme uğratıldığını ileri süremez.[74] Gerçi kadın daha sonraki dönemlerde, müslümanların doğru inançları ile bu inançlarının gereklerinden geri düştükleri sapma dönemlerinde zulme uğratıldı, ama kapalı giyim, kesinlikle bu zulmün ne sebebi ne kaynağı ve ne de yoldaşı olmuştur. Çünkü bu zorunluk, Peygamber
Efendimizin "En iyileriniz benim çağdaşlarımdır" diyerek övdüğü mutlak anlamda çağların "en hayırlısı"nda yeralan bir uygulama idi. Aynı zamanda ahlâk ve ruh temizliğinin, insanlık tarihinde bir başkabenzeri yaşanmamış olan yüce bir insan onurluluğu-na eşlik etmiştir. Fakat istenen şey kapalı giyimi atmaktır. İstenen şey açık saçık giyimdir. İstenen ortalıkta kırıtmak, hava atmaktır. İstenen şey sonunda kadının çırılçıplak sokağa çıkmasıdır. İşte misyoner kongrelerinin arzusu ve ilerisinin plânlarını hazırlayan haçlıların amacı budur. O halde mesele kapalı giyim-açık giyim tartışması şeklinde ortaya atılsın. Kapalı giyim akla gelebilen bütün kötülüklerin sembolü ve açık giyimde düşünülebilecek bütün iyiliklerin ve güzelliklerin anahtarı olarak sunulmalıdır. Mesele böyle başlamalı ve şeytanların istediği gibi sona ermelidir!
ÖNCÜ KADIN Daha önce söylediğimiz gibi "mesele"nin öncülüğünü bir gurup kadın üstlendi. Bu kadınlar açık giyim özgürlüğünü savundular. Onlara göre bu özgürlük kadının, toplum tarafından ya da bencil, katı, taşlaşmış, gerici ve kokuşmuş düşünceli erkek tarafından gasbedilmiş doğal bir "hakkı" idi.[75] Bu "kadın devrimi"nin önderi, dediğimiz gibi Huda Şaravî "hanım" idi. Bu hanım evini bir tür toplantı "salon"una dönüştürerek burada açık giyimli olarak ve yanında hiç bir erkek yakını (mahremi) yokken yabancı erkek konuklarını kabul ediyordu.[76] Huda Şaravî, o dönemin tanınmış devlet adamlarından Muhammed Paşa'nın kızıydı. Bundan dolayı soyca "hanım" sayılıyordu. Okumak için Fransa'ya gitti. Giderken kapalı giyimliydi. Fakat geriye açık giyimli olarak döndü. Fransadan döndüğünde babası bir gurup arkadaşı ile birlikte kızını karşılamaya gitmişti. Fakat kızı açık giyimli olarak vapurdan inince adamcağızın hem utançtan hem de öfkeden yüzü kıpkırmızı oldu ve kızına "hoş geldin" bile demeden yüzünü çevirerek oradan uzaklaşıverdi. Fakat babasının bu sert tutumu Huda hanımı ne yolundan döndürebildi ve ne de Fransadan dönerken kafasında çöreklenen yıkıcı emellerini dağıtabildi. Huda hanım'ın çevresini kısa süre içinde bir takım kadınlar ile bazı erkekler çeviriverdi. Erkekler, kadın meselesini gazete ve dergilerde yayınladıkları yazı ve şiirler ile "savunan" sözde aydınlardı. Bekledikleri şey, "hammefendi"nin salonunda "lütufkâr" bir buluşmaya ya da hanımefendinin özel bir tebessümüne, yahud da kim bilir, belki de ellerine kıstırılacak bir ısmarlama gazete yazısı ücretidir. Adamlar bu isteklerine kavuşunca ya hanımefendinin "inceliği", "lütufkarlığı" tatlı tebessümü ve erkek
konuklarını karşılarken gösterdiği nezaket konusunda ya hanımefendinin toplantıları ile diğer çalışmaları konusunda ya da "dâva" hakkında ateşli bir gazete yazısı döşeneceklerdi. Bu komedinin doruk noktasını 1919 yılında İngiliz işgal kuvvetleri karargâhı karşısında yeralan Kasr-ı Nil (diğer adı ile İsmailiye) alanında yapılan kadın miting ve gösterisidir. O sıralarda Mısır devrimi başlamıştı[77] Gerek Kahire-nin ve gerekse diğer Mısır şehirlerinin sokaklarına dökülen halk kalabalıktan İngilizler aleyhinde sloganlar atıyor veya işgal kuvvetlerinin ülkeyi tamamen terketmelerini ya da bu uğurda ölmeyi istiyorlardı. İngiliz askerleri ise bu göstericileri otomatik tüfekler ile yaylım ateşine tutarak çok sayıda kimseyi öldürüyorlardı. Bu ciddi gösteriler ortasında demin dediğimiz kadın gösterisinin düzenlendiği görüldü. Bu yürüyüşün elebaşılığını Saad Zağlül'ün eşi Safîye Zağlul hanım üstlenmişti.[78] Kadın göstericiler Kasr-ı Nil semtindeki İşgal kuvvetleri karargahı önünde toplanarak işgal yönetimini protesto eden sloganlar attılar. Arkasından, evet arkasından önceden hazırlanan bir plân uyarınca ve durup dururken gösterici kadınlar baş örtülerini çıkarıp böylece Mısır kadım "kurtulmuş"[79] oldu! Bu sahnenin komikliği ile saçmalığı, anlamsızlığı karşısında insanın ağzı hayretten açık kalıyor. İngiliz işgal yönetimine karşı düzenlenen ve işgal yönetimine son verilmesini isteyen bir protesto gösterisinin başörtüsünü çıkarıp ateşe vermekle ne ilgisi vardı acaba? Acaba müslüman Mısır kadınına kapalı giyim zorunlu-ğunu baskı ve zulüm yolu ile İngilizler mi getirmişti ki, işgal yönetimini protesto etmek için biraraya gelen bu gösterici kadınlar, aynı zamanda bu yönetimin baskı yolu ile kendilerine dayattığı kapalı giyimi kaldırıp atmaya kalkışmışlardı? Acaba o güne kadar geçen onüç yüzyıl boyunca kadına kapalı kıyafet giydirenler İngilizler miydi ya da kadını açık-saçık giyinme "hakkı"ndan onlar mı yoksun bırakmışti da bu gösterici kadınlar şimdi onların zulümlerinden "kurtulmak" için eyleme geçiyorlar, onlara meydan okumak ve baskılarını kınamak için başörtülerini yüzlerine fırlatıyorlardı? Bu komik oyunun mantığı neydi? Aslında hiç bir mantığı, akla uygun hiç bir dayanağı yoktu. Fakat daha sonraki yılların deneyleri bize öğretti ki, bu mantıksızlık mantığı, islâmla savaşmada izlenen örnek yoldur. Yani kim İslama karşı bir yıkım ve darbe indirme eylemine girişecekse bu kimsenin daha önce "kahramanlaştı-rılması" gerekir ki, giriştiği darbeleme ve yıkım eylemleri kahramanlık yaygaralan ardında "kamufle" edebilsin.
........., Cemal Abdünnasır, Ahmed Binbellâ ve daha bunlar gibi şu ya da bu biçimde İslama karşı savaş açmış onlarca sayıda sözde "kahraman" var ki, bunların tümünün İslama karşı savaşa kalkıştıkları zaman "kahraman" olmaları gerekli görülmüştür. Yoksa bunları paravan edinerek oynanan oyunlar açığa çıkar, bu kimselerin islâm düşmanlarının, yani haçlılar ile Siyonistlerin basit birer kuklaları olduğu samlamaz olurdu. Mısır'da ortaya çıkan islamcı akımın mücahidlerine gözünü kırpmadan ölüm fermam yağdıran, ölüme göndermediklerine de haçlıların Endülüs'te islâmiyetin kökünü ka-zımak için kurdukları Engizisyon mahkemelerinden başka insanlık tarihinde hiç bir benzeri olmayan vahşi işkence ve hapishane çilelerini reva gören, şeriat mahkemelerini ortadan kaldıran, Ezher üniversitesinin faaliyetine son vermeye yeltenen sözde "kadın özgürlüğü" yaygarasına yeni nameleri ile katkıda bulunan Cemal Abdünnasır da öyle. O da bütün bu vahşetleri işlerken sözde bir "kahraman" idi. Bu düzmece kahramanlık payesi ona da İslama karşı giriştiği tüyler ürpertici cinayetleri gözlerden saklamak için bağışlamıştı. Ya Ahmed b. Bellâ'ya ne dersiniz? Bu zat, islâm karakterli Cezayir devrimini, el çabukluğu ile islâm dışı, hatta islâm karşıtı bir sosyalist devrime dönüştürmek için sahneye çıkarılmıştı. Nitekim devrimin hemen arkasından müslüman Cezayir kadınlarını şu komik gerekçe ile kapalı giyimi bırakmaya çağırmıştı; "Cezayir kadım geçmişte, sömürge yönetimi döneminde kapalı giyim geleneğim bırakmayı reddetmişti. Çünkü onu buna çağıran işgalci Fransız yönetimiydi[80] Şimdi ise Cezayirli kadınları kapalı giyimden vazgeçmeye ben çağırıyor ve bunu Cezayirin yararı için onlardan istiyorum" İşte bu Ahmed b. Bellâ, bu yıkıcı çağrısını seslendirirken sözde bir "kahraman" idi. Bu düzmece kahramanlık payesini kendisini Fransadan Cezayir'e getirmekte olan uçaktan kaçırılışı sayesinde elde etmişti. Oynanan oyun, yani adamı "kahramanlaştırma" komedisi amacına varınca islâm karşıtı eylemlerini gerçekleştirmek üzere serbest bırakılıp Cezayir'in başına geçmesi sağlandı.[81] İşte 1919 yılında Kahirenin İsmailiye alanında düzenlenen kadın yürüyüşünü de bu temel gerçeğin ışığı altında değerlendirmeliyiz. Yani islâm karşıtı her hangi bir yıkıcı eylemi, arkasındaki sinsi maksadı gizleyebilmek için, mutlaka bir "kahramanlık" üniforması ile kamufle etmek gerekir."[82] Durum böyle olunca o günkü "devrimci" Mısır kadınları için işgal yönetimine karşı çıkmak, onu protesto eden sloganlar haykırmak ve göğüslerini işgalci askerlerin kur-şunlarına siper etmekten daha büyük bir kahramanlık vesilesi düşünülebilir mi? Yavaş yavaş ve düzmece kahramanlıkların gölgesi altında kapalı kadın kıyafeti (hicab) gerçekten yere düştü.
Bu durum karşısında önce başkent Kahire'de sonra da yavaş yavaş diğer şehirlerde kapalı giyimli anneler yanında açık giyimli kızlar sık sık rastlanan görüntüler haline geldi. Bu büyük değişmeyi sağlayan başlıca araçlar bir yandan eğitim mekanizması ve öbür yandan da basın yayın organları oldu. Bu değişikliğin öğretim kurumlarında benimsetilebil-mesi için uzun bir savaşın verilmesi gerekti. Değişiklik önce ilkokullar düzeyinde arkasından orta öğretim düzeyinde ve son olarak yüksek öğretim düzeyinde adım adım gerçekleştirildi. Bu değişim süreci boyunca islâm düşmanları, islâm toplumunda kadına ve kadının eğitim hakkına karşı egemen olan cahiliye zihniyetinden büyük oranda yararlandılar. Bu islâm dışı zihniyeti mesele yaptılar, etrafında gürültü yaygaralar kopardılar. Mevcut haksız ve çarpık durumu alabildiğine istismar ederek onu amaçlarını elde etmenin aracı olarak kullandılar. Şu andaki işimiz sorumluluk paylarını belirlemek değil, tarih sürecinin adımlarını izlemektir. Yoksa eğer konumuz sorumlulukları paylaştırmak olsaydı, müslümanla-rın, kadını gerek Peygamber Efendimizin (s.a.v.) bu konudaki kesin emirlerine ve uygulamalarına ters düşerek okuma hakkından yoksun bırakırken gerekse ana ve yeni kuşakların yetiştiricisi sıfatı ile bizzat yüce Allah tarafından onurlandırılıp saygın ilân edildiği halde onu horlayıp aşağılarken açık bir yanılgı ve zulüm halinde olduklarını mutlaka vurgulamak gerekir. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Biz insanoğluna ana-babasına bağlı olmayı tavsiye ettik. Anası onu sıkıntı üzerine sıkıntı çekerek karnında taşıdı ve memeden kesilmesi de iki yıl kadar sürdü. İşte bu yüzden ona tavsiye ettik ki; 'Bana ve ana-babana teşekkür et (nankörlük etme), dönüşün bana olacaktır"( Lokman /14) Aynı konuda Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: "Cennet anaların ayakları altındadır" (Ahmed, Nesei) Sahabilerden biri ile Peygamberimiz arasında, bir defasında şöyle bir karşılıklı konuşma geçer: Sahabi- En iyi kimle geçinmeli, en güzel ilişkiyi kimle kurmalıyım? Peygamberimiz - Annenle Sahabi - Sonra? Peygamberimiz - Yine annenle Sahabi - Sonra? Peygamberimiz - Yine annenle Sahabi - Ya sonra? Peygamberimiz- Babanla (Buhari, Müslim v.d)
Fakat bu çarpık durumu propagandaları için malzeme olarak kullanan yaygaracıların asıl derdi, kadım kendisine reva görülen bu haksızlıklardan kurtarmak değildi. Onların asıl amacı islâmiyeti yıkmak ve islâm toplumunun ahlakını bozmak için kadını, erkekleri baştan çıkaracak ayartıcı bir kılık ve eda ile sokağa salmaktı. Bu değişikliğin arkasından toplumu yavaş yavaş saran ahlâk anarşisi bu beyler için beklenmeyen bir sürpriz değildi. Ayrıca bu sonucu ne yadırgıyorlar ve ne de onun kar-şısında yaptıklarından pişmanlık duyuyorlardı. Tersine bu sonuç, onlar açısından hesaplanmış, beklenen ve arzu edilen bir sonuçtu. Çünkü Batı deneyi gözlerinin önünde durduğu için islâm toplumunda aynı yöne yönelindiği ve aynı adımlar izlendiği takdirde işin sonunun neye varacağını biliyorlardı. Yalnız bu durum, işin içinde bazı aldanmışlarm, safdillerin bu kampanyaya iyi niyetle katılmışların varolmasına, doğallıkla, engel değildir. Fakat onların iyi niyeti, gafil olmalarını engellemez. Onlar bu gafletleri yüzünden şeytanlara alet olmuşlardı, şeytanlar onların bu zayıf taraftarlarını davalarına güç katmak için kullandılar. Çünkü bu safların iyi niyetli olduğunu gören halk yığınları, yaptıkları işin hayırlı olduğunu sanarak, onların peşlerinden gittiler, böylece şeytanların istedikleri olmuş oldu! Bu arada yüce Allah ile Peygamberimizin hoşnutluğunu arayan, toplumun pençesinde kıvrandığı bu çarpık durumu düzeltmek isteyen samimi "İslahatçı" lar için ortada üçüncü bir şık vardı. Bu üçüncü şık, islâm toplumunu, olması gereken gerçek biçimine döndürebilmek için çağrı yapmak, cihada girişmekti. Fakat o günün piyasasında cirit atan hiç bir "İslahatçı" bu üçüncü şıkkın sözcülüğünü üstlenmedi. Bu durumda halk şu iki şıktan birini seçmek zorunda bırakıldı. Ya haksız, katı, geri ve çarpık düzenin sürmesini tercih edecek ya da islâmın bir yana bırakılmasına, ortadan kaldırılmasına ve hayattan koparıp atılmasına razı olarak ilerlemek, uygarlaşmak ve ilerlemek için yüzünü Avrupaya döndürecekti. Daha doğrusu yüce Allah'ın (c.c.) takdiri ile halkı sözünü ettiğimiz üçüncü yolu benimsemeye çağıran düşünce akımı ortaya çıkınca bir yandan devlet adamlarının en al-çakça baskı ve işkencelerine maruz kalırken öteyandan da bu sözde "İslahatçıların en sert direnişleri ve manasız muhalefetleri ile karşılaştı. Bu durum, islâm toplumunda ortaya çıkan bu sözde "ıslahatçı" akımların gerçek amaçlarını ortaya koyucu niteliktedir. Bu akımların amacı, hiç bir zaman baştaki islâmiyeti yıkma arzulan oranında gerçek bir yapıcılık, bir islâhatcılık olmamıştır. Onlann zihniyetine göre "islâm yıkılsın da arkasından ne olursa olsun" du! Böylece yavaş yavaş "kız öğrenciler" yolu ile başörtüsü ve genel olarak kapalı kadın giyimi "hicab) yere düştü. Misyoner kongreleri, yapmış oldukları islâm karşıtı plânlarda müslüman kadının okutulması ve özgürlüğe kavuşturulması gerektiğini kararlaştırmamışlar mıydı?
Önceleri kız öğrenciler arasında açık-saçıklık henüz modalaşmamıştı. Hatta böyle bir şey, okullarda hoş bile görülmüyordu. Bu kurnazlığın sebebi, doğallıkla, açıktır. Çünkü ne toplum o zaman böyle bir şeye gözyumardı ve ne de sinsi bir plânın daha ilk aşamada bütünü ile deşifre olması o plânın yürütülmesine imkân bırakırdı. Tersine böyle bir durum, o plânın daha doğarken ölmesini kesinleştirirdi. Düşünelim ki, eğer kız öğrenciler daha ilk aşamada müslüman toplumun geleneklerini bir anda çiğneselerdi, her hangi bir öğrenci velisinin kızını bu okullara gönderip okutmaya razı olması beklenebilir miydi? Elbette ki, hayır. Bundan dolayı öğrenci velilerinin güvenini tam olarak kazanmak gerekirdi ki, kızlarım okullara göndermeye razı olsunlardı. Buna göre uygulanacak plân, diğer bütün sosyal değişmelerde ilke olarak kabul edilen metodla uyum halinde olmalıydı. Yani "yavaş, fakat emin" adımlarla gidilmeli ve halk yığınlarında "kuşku uyandırmaktan özenle kaçınılmalıydı. Yani adım adım sonuca varılmalıydı. İlk başlarda kız öğrencilerin saçları bir başlıkla örtülü olacaktı. Bunun yanında arkadan sarkıtılacak iki örgü bir kumaş şeritle biribirine bağlanacaktı. Örgüler açıkta, ama baş üzerine geçirilen bir başlıkta kapalı ne kadar tuhaf değil mi? Ayrıca yüz de bütünü ile apaçık. Evet, öyle, ama "Kardeşim, bunlar henüz birer çocuk, ne zararı var bunun"! Bu iş öyle kolay gerçekleşmedi. Fakat sonunda gerçekleşti. Tıpkı bu alanda daha sonra atılacak olan göğsü, sırtı, kol ve bacaklan açmak, plajlarda soyunup dö-künmek ve açık-saçık kılıklarla sokaklarda kırıtmak gibi adımların önünde- sonunda gerçekleşebilmeleri, hedeflerine varmaları gibi. Acaba bu adımlar nasıl oldu da gerçekleşebildi? Hiç kuşkusuz bunun bir sebebi bir hikmeti var. Evet, daha önce dediğimiz gibi, ortada önce Mısır toplumunun yapısını bozup sonra bu bozukluğu geride kalan islâm dünyasına "ihraç etmek" biçiminde özetlenebilecek yoğun şeytani çabalar vardı. Bu yoğun çabalara basından radyoya, radyodan sinema ve tiyatroya kadar, mümkün olan bütün araçlar elbirliği halinde katılmışlardı. Gösterilen çabalar alabildiğine yoğun ve kullanılan araçlar alabildiğine etkili idi. Bunların hepsi doğru. Ama, bütün bunlar olup-bitenleri açıklamaya yeterli mi? Bu soruya cevap verebilmek için şunu düşünelim: Saydığımız bütün bu propaganda araçları içinde yaşadığımız şu ana kadar sürekli biçimde kullamlagelmiştir. Üstelik hiç kuşkusuz, elli yıl öncesinden daha baskılı bir şekilde işletilmişlerdir. Bunun sonucu
olarak bu şeytani araçlar, yarım yüz yılı aşkın bu süre içinde islâmdan nefret eden, onunla her türlü ilişkiyi kesmiş korkunç bir sosyal ve politik bir akım oluşturdular. Buna rağmen günümüzde üniversite öğrencisi ve aydın öyle başörtüsü ve kapalı giyimli genç kızlarımız var ki, bunlar bu yüzden tutuklansalar yada zindanlara kapatılsalar da bu kılıklarından vazgeçmemektedirler. Acaba şeytani plânların ilk uygulama aşamasındaki tavizleri veren ablaları ile bu kararlı yavrulanmız arasındaki fark nereden kaynaklanıyor? Başka bir deyimle bu sinsi kampanyanın ilk döneminde yere atılan başörtüsü ve kapalı giyim, bir inanç eseri mi, yoksa bir gelenek miydi? Yine o dönemde yozlaşmaya ve bozulmaya bırakılan ahlâk, acaba gerçek bir inanç birikimine mi dayanıyordu, bir gelenek miydi. Bu tür sorulan çoğaltabiliriz: Acaba kız öğrenciler yüzlerini açınca, bu duruma karşı çıkan erkeğin bu baş kaldırması acaba inanç kaynaklı mı yoksa gelenek endişesine mi dayanıyordu? Yine acaba kadın çalışmak üzere sokağa çıktığı gün, buna karşı çıkan erkeğin bu karşı çıkışı, dinî ya da din-dı-şı gerçek bir inançtan mı kaynaklanıyordu, yoksa bu karşı çıkışın asıl faktörü erkek bencilliği, feda edilmek istenmeyen "erkek eğemenliği"miydi? Baş örtüsü ile kapalı giyim, eğer inançtan kaynaklanıyorsa, üzerine ne kadar yıkıcı propaganda aracı çullanırsa çullansın, yere düşmüyor, düşmanların önünde dize gelmi-yor. Gerçek bir iman alt-yapısına dayanan ahlâkın ortadan kalkması da, bütün bozguncu faktörlerin ortak baskısına rağmen ya hiç sözkonusu olmuyor, ya da olsa bile amansız bir direnişten ve uzun bir süre geçtikten sonra mümkün oluyor. Oysa ruhtan yoksun gelenekler ile kof erkek bencilliği, ağır bir baskı ile karşılaşırkarşılaşmaz diye gelmeye, düşmana teslim olmaya yatkındır. Sözünü ettiğimiz kampanya süreci boyunca da uygulanan baskı hem ağır ve hem de, kelimenin olanca anlamı ile "şeytanca" idi. *** Bu kampanya uyannca kız öğrenciler yüzlerini açmaya ve yukarda tanımladığımız biçimde yollarda yürümeye başladılar. Fakat işin başında giydikleri elbiseler kollan ile bacaklarını bileklerine kadar örtüyordu. Ayrıca edepli-liklerine ve "istikametli" tavırlarına da diyecek yoktu. Acaba başka türlü olabilir miydi?
Çünkü o dönemde şeytana kapılıp ta sırf sağına ya da soluna dönüp bakan kız mahvolurdu, toplumun gözünden düşerek ibretlik hale gelirdi. Böyle olunca ilk günlerde kim sağa-sola bakmaya cesaret edebilirdi? Dayandığı amaç ne olursa olsun, çoklanna göre bu uygulama, ideal eğitim ve sıkı disiplinin ta kendisiydi. Kahire'de açılan ilk kız lisesinin ki adı "Medresetül Se-niyye" idi. Müdiresi İngiliz bir kadındı. Kadın son derece katı bir muhafazakardı. Öyle ki, onun kadar muhafazakar insana zor rastlanabilirdi. İşte başlangıçta işlerin böyle olması gerekir. Ancak o zaman atılan adımlar sağlam ve verimli olabilir. Bu adımları başka islâm ülkelerinin topraklarına kaydırabilmek için de bu titizlik şarttır. Yoksa eğer daha ilk anda gizli plânlar açıklanacak olursa hiç bir kız öğrenci bu liseye kaydolmaz ve o zaman da yapılan bütün plânlar suya düşer. Bu lisenin bütün öğretmenleri kadındı. Sadece Arapça öğretmenleri erkekti. Çünkü o zaman kadın arapça öğretmen bulmak mümkün değildi. Fakat onlar da yaşlı ve evli hocalar arasından seçilirdi. Hepsi de dürüst ve takvalı kimseler olurdu. Böyle olunca öğrencilerine kızları gibi bakarlardı. Öğrenciler de vakarlı bir baba karşısında ne duyarlarsa onlara karşı da aynı duyguları besleyerek onlara saygı gösterirlerdi. Arapça hocasından başka okulda erkek olarak okul sekreteri ile kapıcı var. Sekreter, okulun ayn bir yerindeki kendi bürosunda öğrenci velileri, resmi yazışmalar ve okulun hesap işleri ile ilgilenir. Kapıcı yaşlı ve ağır başlı bir adamdır. Öğrenciler eğer kendisi ile konuşmak durumunda kalırlarsa ona "Amca" diye hitap ederler. Kız öğrenciler okula pencereleri perdeli bir at arabası içinde gelip giderlerdi. Eğer öğrencinin velisi bu arabanın masrafını ağır bulursa o zaman kızını sabahleyin okula kendisi getirir ve akşam çıkışında da onu okuldan kendisi alırdı. Böylece öğrencinin yolda yalnız başına yürümesine meydan verilmemiş olurdu. Öğrenci velileri, bundan fazla ne isteyebilirlerdi? Hatta "İngiliz Müdire"nin kızların terbiyesi hususunda bu çocuklann velilerinden bile daha titiz olduğu söylenebilirdi. Bunlar İngiliz, kardeşim! Terbiye meselesinde çok ciddidirler. Onlar hakkında ne dersen de, terbiye titizliklerine bir şey diyemezsin! Bu kız lisesinin (kolejinin) programlan aslında erkek liselerinin programlan gibiydi. Bu, başta örtülü ve saklı tutulan ileri dönük bir amaca dayanıyordu. Bu kız lisesinin öğrencileri, erkek öğrenciler için belirlenen ders programlarının aynısını okuyorlardı. Fakat bu programların arasına ev yönetimi, çocuk bakımı gibi sırf "kadını" ilgilendiren bazı dersler de serpiştirilmişti. Bunun gerekçesi, bu okullarda verilen eğitimin kız öğrencileri kendilerini bekleyen aile hayatına hazırlamayı öngördüğü izlenimini uyandırmaktı. Çünkü ilkokul düzeyinden sonra kızları okutmaya karşı çıkanları seslendirdikleri en yaygın gerekçe orta öğretim kızları - bu dönemde çağına erişecekleri-
evlilikten alıkoyacağı, onları asıl yaratılış sebepleri olan ve hayatlarının geride kalan bölümünü içinde geçirecekleri aile yuvasından uzaklaştıracağı idi. Bu işlerin başındakiler, evlilik yaşı ile orta okul çağı arasındaki çakışmanın doğurduğu proplemi kızların evlenme yaşını erteleterek çözümlediler. Getirdikleri çözüme göre o günden sonra kız çocuklarının on altı yaşlarını bitirmeden önce evlenmeleri kanunla yasak olacaktı. Bu erteleme kararını o kadar çeşitli gerekçeler ile haklı göstermeye koyuldular ki bir süre sonra kızların, değil on altı yaşında, otuz ve daha ileri yaşlarda evlenmeleri, evliliklerini bu kadar ileri yaşlara ertelemeleri son derece normal görülür oldu. Bu liselerde okuyan kızların aile ve ev havasından uzaklaştıkları biçimindeki eleştirilere gelince işin başındaki yetkililer bunlan geçiştirebilmek için az önce söylediğimiz gibi okul programları arasına ev yönetimi ve çocuk bakımı gibi kadınlara özgü bir kaç ders katılmıştı. Buna karşılık kız liselerinin öğrenim süresi erkek öğrencilere göre bir yıl daha uzatılarak beş yıl yerine altı yıl yapılmıştı. İlerde eleştirilerin sesi kısılıp kızların lise öğrenimi görmeleri normal karşılanır hale gelince sözünü ettiğimiz "kadınlara özgü" dersler önce seyrekleşti, arkasından büs-bütün ortadan kalktı, böylece kız liselerinin programlan, erkek liselerinin programlan ile tamamen çakıştı. Bu durumda kız liselerinin eğitim sürelerine daha önce eklenmiş olan bir yıllık fazlalık ortadan kaldırılarak bu okullar da programlarını aynen uyguladıkları erkek liseleri gibi beş yıllık yapıldı. Bu okuldan mezun olduktan sonra kızların önüne yeni bir mesele çıkıyordu. Bu mesele üniversiteye girme mese-lesiydi. Fakat biz şimdi, tarihin adımlarını izlemeye devam edelim, daha ilerisine sıçramayalım. Sözünü ettiğimiz kız liseleri önce Kahire'de sayıca çoğaldı, arkasından İskenderiye'ye ve daha sonra ülkenin diğer şehirlerine yayıldılar. Ayrıca İngiliz müdirenin ilk başlardaki o ünlü otoritesi de yavaş yavaş gevşemeye başladı. Gün geldi artık sadece katı "okul içi" disiplini ile ilgilenir oldu. Kız öğrencilerin "ahlâk" durumları ile "okul dışı" davranışlarını artık eskisi kadar umursamamaya başladı. Bunun yanında bu okulların sayısı çoğaldıkça başlarına Mısırlı müdireler getirildi. Bu sözde yerli müdireler hem okul içi disiplini bakımından daha zayıf ve hem de öğrencilerinin ahlâki davranışlarına karşı daha kayıtsızdılar. İşler bir süre bu biçimde gelişti. Bu arada bu okullara karşı olan rağbet arttı. Bu yüzden başvuruları karşılayamaz oldular. Bunun üzerine aynı eğitim sistemini uygulayan, aynı amaçları paylaşan "yerli" kız liseleri açılmaya başladı. Halk artık kızlarına güveniyordu. Bunun için okula gidiş ve dönüşlerinde hiç kimse onlara eşlik etmek gereğini duymuyordu.
Kız öğrenciler guruplar halinde kendi başlanna sokaklara çıkıyor, gözeticisiz olarak okula gidip geliyorlardı. Fakat işler hep bu minval üzere sürüp gidebilir, yani bu sınırlı çerçeve içinde kalabilir miydi? Zor tabii ki. Çünkü her toplumda bu toplumun geleneklerine karşı çıkan, onları umursamayan bir takım "genç kızlar" ile "delikanlılar" bulunabilirdi. Dayanışmalı toplumlarda böylelerinin kural dışı davranışları ani bir tepki ile karşılanarak çevreye yayılmaları ve yataklık ettikleri mikropların üremesi önleniverir. Fakat dağınık ve rabıtasız toplumlarda bu toplumsal tepki ya hiç gösterilmez ya da gösterilse bile etkili olmayacak derecede zayıf kalır. O zaman da beliren mikrop, varlığını sürdürerek ürer ve günün birinde salgın hastalığa yola-çar. Bundan dolayı yüce Allah (c.c.) insanlara örnek olsun diye ortaya çıkarılmış hayırlı ümmeti şöyle övüyor: "Sizler tüm insanlar için ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah'a inanırsınız." (Al-i İmran/110) Buna karşılık insanların önüne çıkarılmış en kötü, en zararlı ümmeti de şu ifadelerle lanetliyor: "İsrailoğullarının kâfirleri, Davud ile Meryem oğlu İsa'nın dilinden lanetlendiler. Çünkü onlar Allah'a baş-kaldırmışlar, ölçüleri çiğnemişlerdi. Onlar yaptıkları kötülüklerden biribirlerini sakındırmıyorlardı. Bu yaptıkları ne kötü bir şeydi!" (Maide/ 78-79) Sosyal değerler ile ahlâk ilkelerinin ruhtan yoksun "kuru gelenekler"e dönüştüğü toplumlarda inkâr ve başkaldırma girişimleri sık sık görülür, fakat mikrobu üremeden öldürecek kesin toplumsal tepki görülmez. Bu durumda mikrop varlığını sürdürür ve "yavaş, fakat emin" bir tempo ile çevreye yayılır. İşte hicri on dördüncü yüzyılda meydana gelen haçlı kaynaklı düşünce emperyalizmi gerek ön planda Mısır toplumunda ve gerekse geride kalan islâm dünyasının tümünde görülen, yaşanan olay budur. Bu toplumlarda bazı değer yargılarının kalıntıları ve islâm dininin bazı kırıntıları halâ vardı. Fakat bu kırıntı ve kalıntılar ruhtan yoksun gelenekler halindeydiler. Bu yüzden ilerleme, uygarlık, gelişme, gerilikten ve donukluktan "kurtulma" gibi göz kamaştırıcı sloganlar adına ahlâk bozgununu cazip gösteren emperyalist kasırga dalgalan karşısında direnemediler, ayakta kalamadılar. Bu ortamda yetişen "cüretkâr" bir kız, yine "cüretkâr" bir delikanlının açık ya da imalı lâf atma girişimine başını dönüp ona bakarak karşılık verdi. Bu cüretkâr kız, he-mencecik toplumun gözünden düşüverdi. Çünkü başını yana çevirip bir erkeğe bakmıştı. Bu kız bu geleneklere aykırı hareketi yüzünden gerçi ahlâksız sayılmaya
başlandı, ama ciddi bir toplumsal tepki ile karşılaşmadı. Kendisine sokak ortasında lâf atan cüretkâr delikanlı da öyle. O da kararlı bir toplumsal tepki görmedi. Böyle olunca bu ilk örneklerin benzerleri orada-burada tekrarlandı. Halkın sinirleri ardarda tekrarlanan bu manzaralar karşısında nasır bağlamaya başladı. Böylece günün birinde "kız öğrencilerin bu ters görüntüsü, Mısır toplumunda iyiliği emredecek, kötülükten sakındırma mekanizmasını harekete geçirmeyen alışılmış, normal bir görüntüye dönüştü. Buna da şeytanlar çok sevindiler. Bu arada kız öğrencilerin kıyafetleri yavaş yavaş değişti. Önce okul önlüğü biraz kısaldı. Var mı bir zar an? Nasıl olsa önlüğün açıkta bıraktığı yerleri çoraplar örtüyor. Ne olur ki? Birazcık da kolları kısaldı. Ne zararı var? Sadece bir kas santimetrecik. Bundan ne olur ki. Önlüğün kollan veya etekleri birazcık kısalsa dünya mı yıkılır? Ey dar kafalılar, ey yobazlar bu işe kafalarınızı takmayınız! Gözler ve sinirler bu görüntülere alışınca önlüklerin kol ve etekleri ya da çoraplar bir kaç santimetre daha kısalı-veriyor ve böylece kadın vücudunun yüce Allah (c.c.) tarafindan örtülmesi emredilen bir çok yerleri adım adım açılıyor. Yuh size, ey yobazlar! Durmadan "ahlâk, ahlâk" diyor, "vay, eyvah, yandık" diye çığlık atıyorsunuz. Elbiselerin boyları bir kaç santim kısalınca ahlâka ne oldu ki? Hiç ahlâk, bir kaç santimetrelik kumaş parçası ile ölçülür mü, ey geri kafalılar! Ahlâk dediğiniz şey bir takım değer yargılandır. Bu değer yargılarının yeri de kalbdir! Eğer kızlarımızın vicdanları bu değer yargılannın koruması altında bulunursa sokaklarda çırılçıplak gezseler bile bozulmazlar! Kısa ve açık giyimlilerin sokaklardaki sayıları günden güne artıyordu. Her gün daha çok sayıda lise öğrencisi, daha çok sayıda öğretmen okulu öğrencisi ve daha çok sayıda çeşitli okullardan mezun kadın öğretmen bu kervana ekleniyordu. Bu diplomalı kız ve kadınlar çalışma hayatına atılınca ellerine geçen maaşları ile şahsi ihtiyaçlarım karşılayabilir duruma geldiler. İşte o zaman "kadın modaları" boy göstermeye başladı. Bir yandan bu modalar hakkında bilgi veren özel kadın dergi ve gazeteleri ortaya çıkarken, öbür yandan da gündelik gazeteler özel kadın ekleri yayınlayarak kadınlara sözde öğütler ve moda ile ilgili bilgiler vermeye başladılar. Öğütler önce son derece "namus'lu ve ölçülü idi! "Ey kadın, eşinin sevgisini nasıl kazanıp devam ettirebilirsin?" "Sorasım size, kadının kendisini kocasına sevdirmesi, onun için süslenip güzelleşmesi sakıncalı bir şey midir?" "Bizim yaptığımız tek şey, öğütlerimizi resimli olarak sunmaktır. Çünkü biz, anlatacağı her şeyi resimle anlatan resimli gazetecilik döneminde yaşıyoruz"
"Attığımız bu adım yerine oturunca yeni bir ileri adım atar, böylece kadının din, ahlâk ve gelenek bağlanndan biraz daha kurtulup "özgürleşmesi" için, ortamı daha uygun hale getirmeye çalışırız" "İlk aşamada hep "erkeğe bağımlı çözümler" peşinde 130 idik. Şimdi erkeğin bu fonksiyonu, bu üstün konumu sona erdi. Buna göre şimdi kendimizi serbest hissedelim" "Acaba, erkeğin ilgisini nasıl çekebilirsiniz?" "Evet, evet. Ne var bunda sanki?" "Sadece evli kadınlar mı süslenecek? Peki koca arayan genç kızlar ne yapsın? Onlar da bir "helâl süt emmiş oğlan" ayarlayıp kafesleyebilmek için süslenmesinler mi?" "Eğer böyle helâl bir süt emmiş bir koca adayı ayarla-yamamışlarsa, ayarlayıncaya kadar süslenmeye devam etmelidirler" "Bu fistan 'göğüslerin cazibesi'ni, şu fistan 'sırtın cazibesi'ni ve o fistan da 'bacakların cazibesi'ni açığa vuruyor."[83] Bu arada "dünya modası" durmadan değişiyor ve her değişme aşamasında ince ve mahrem ayrıntılarına kadar kadın vücudunun bütün cazip yerlerim gözler önüne seri-yor. Mısır basını da bu değişiklikleri "adım adım, dirsek dirsek" izlemekten geri kalmıyor. Öyle ki "eğer Avurapalılar, kertenkele deliğine girseler, (mutlaka bir hikmeti var diyerek) onlar da oraya giriyorlar"[84] *** Şimdi sıra "üniversite dönemi"ne geldi. "Ey gericiler, sizler kadının ilkokulu bile okumasına karşı çıkmıştınız. "Kadın sadece ev işi yapabilir, okumak onun harcı değil" diyordunuz. Şimdi buyurun bakalım, okumuş kızların bizzat kendileri size meydan okuyor, köhne düşüncelerinizi çürütüveriyor. İşte kız çocuklarımız, erkek arkadaşlarının eğitim programlarından geçerek lise aşamasına ulaşmışlar.[85] Onlar erkek akranlanna sadece ayak uydurmakla yetinmemişler, kimi zaman onları bile geride bırakmışlardı.[86] ""gün gelecek, adım adım, dirsek dirsek, sizden öncekilerin geleneklerine uyacak, izlerinden gideceksiniz. Öyle ki onlar kertenkele deliğine girseler(mutlaka bir bildikleri vardır diyerek) sizde o deliğe gireceksiniz." Ya Resulellah "Bu bizden öncekiler kimler?" "Kim olacak yahudiler ile hiristiyanlar" (Buhari-müslim) Konunun savunuculan şöyle diyorlardı: "Bu mesele aynı aşamalardan geçecektir. Kadın meselesi bütün dünyada aynıdır, aynı yoldan geçecek ve sonunda aynı sonuca
vara-caktır. Bu sonuç, Avrupalı kadının ulaştığı sonuçtur. O Avrupa ki, dünyanın geri kalan bölümünden en az bir asır ilerdedir ve orada kadın girmiş olduğu mücadeleden sonunda başarılı olarak çıkmıştır" Görünüşte meselenin savunucularının söyledikleri yer yüzünün çoğu ülkeleri için doğru idi. Fakat bu adamlar bazı önemli gerçekleri gözardı ediyorlardı ki, başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz: 1- Bu meselenin yer yüzünün her yerinde aynı şekle girmesi, sandıklan gibi, özel karakterinin doğal sonucu değildir. Fakat meseleyi kendi özel hesaplan uyarınca yöneten milletlerarası odaklar onu maksatlı olarak bu tek biçime büründürmüşlerdir.[87] 2- Müslüman kadının meselesi, Avrupalı "kardeşlerinin meselesi ile aynı değildir. Çünkü Avrupalı "karde-şi"nin ki böyle bir kardeşlikten de aslında sözedilemez. Çünkü müslüman bir kadın ile müşrik bir kadın arasında kardeşlik ilişkisi olamaz meselesi, içinde yaşadığı toplumun ilâhî metoda göre düzenlenmemiş olması yüzünden meydana geldi. Bu toplumun sosyal ilişkileri insanlar tarafından konuyor. Bu yüzden hem kendilerine ve hem de başkalanna karşı zulmediyorlar. Bu konuda da insanlarca ortaya konan kanunlar ya da gelenekler yüzünden zulüm meydana geldi. Fakat arkasından bu zulmü gidermek için ortaya attıkları daha doğrusu pusuda yatan şeytanlar tarafından kendilerine empoze edilen çözüm tarzı sonunda kendilerini yıkıma götürmüştür. Sebebine gelince, bu sözde çözüm tarzı ailenin parçalanmasına, toplumun dağılmasına, kadın ile erkeğin her ikisinin mutsuz olmasına, çocukların başıboş ve kimsesiz kalmasına, cinayet eğiliminin artmasına, anormal davranışların yayılmasına; psikolojik dengesizliklerin, sinir hastalıklanmn, streslerin, deliliklerin, intiharlann, alkollü içki düşkünlüğünün, uyuşturucu alışkanlığının ve suçluluk oranının salgın hale gelmesine yolaçmıştır. Müslüman kadına gelince onun meselesi başkadır. Onun maruz kaldığı zulmün sebebi, içinde yaşadığı toplumun ilâhî metodu inanç olarak benimsediği halde uygulamada bu metoda bağlı kalmaması, dahası bu alandaki uygulamalarında islâm öncesi dönemin (cahiliye'nin) bozuk geleneklerine dönmesidir. Her iki dünyada kadınların uğradıkları zulüm aynı ya da biribirinin benzeri olabilir. Fakat hastalığın tedavi yolu farklıdır. Çünkü sebepler değişiktir. Müslüman kadının içinde bulunduğu proplemin çözümü, aslında doğru olan ilâhî metoda dönmeye ve bu doğru metodu hem inanç ve hem de uygulama düzeyinde benimsemeye bağlıdır. Yoksa onun proplemi, Batıdaki kadın meselesinin sürecini izleyerek bir yıkımdan diğer bir yıkımın kucağına düşmekle, yağmurdan kaçarken doluya tutulmakla çözümlenemez. Gerçekten ilâhî metod, insanlığın bütün proplemlerinin çözüm kaynağıdır. Eğer Avrupa buna inansa, bütün prop-lemlerini çözerdi. Fakat bu metodun uygulayıcıları olan müslümanlar ya da onu uyguladıkları sanılanlar onun ilkelerine bağlılığı prensipte kabul etmişlerdir. Bu yüzden eğer bu kimseler bu metoddan saparlarsa gerçek "islahat-çılar"m görevi, onlan uyarmak, onları bu metoda yenibaş-tan dönerek onu pratik dünyada
uygulamaya çağırmaktır. O zaman proplemleri çözülür ve durumlan düzelir. Bunun yerine Avrupa'ya uymak ve müslüman kadının proplemlerinin çözümünü, Batılı kadının propleminin çözümünde aştığı süreci aynen izlemekte aramak, bu proplemlere asla çözüm getirmeyecektir. Tipti Avrupalı kadının proplemle-rine çözüm getirmediği gibi. Buna rağmen bu yolda ısrar etmek, müslüman kadım, kendisinden önce bu yoldan geçen Avrupalı kadının ulaştığı sancılı sonuca vardıracaktır. Zaten bir süre sonra fiilen ortaya çıkan sonuç da bu oldu. Fakat bu tezin o günkü savunucuları bu gerçeklerin hiç birinin farkında değillerdi. Daha doğrusu onlar, o gün için, şu iki guruba ayrılıyorlardı: Guruplardan biri "kadın meselesi"nin izlediği yolda Avrupa'da olduğu gibi toplumsal ahlâkın çözülüşüne ve toplumun dağılmasına götüreceğini iyi biliyorlar, bunu istiyorlar ve bunun için çalışıyorlardı. Çünkü onlar yüce Allah'ın (c.c.) deyimi ile "Müminler arasında edepsizliğin yayılmasını isteyenler"dendiler.[88] Gurupların biri aldatılmış ve gafillerden oluşuyordu. Bunlar tıpkı Batı gibi düşünüyor. Gaflet ve bağımlılığı içinde efendilerinin her zaman doğru düşündüklerini sanıyorlardı. Ötekiler ile berikiler, birlikte islâm toplumunda haçlı emperyalizmi ile dünya yahudiliğinin hizmetine amade idiler. Bu gurupların her ikisi de "kadın meselesi"nin çözümünün bir parçası olarak kızların üniversiteye girmesi ve böylece fonksiyonunu eksiksiz biçimde yerine getirmesi gerektiğim savunuyorlardı. Oysa üniversite ve gerekse üniversite-dışı eğitim hakkı, müslüman kadının proplemi değildi. Çünkü islâm, kadım okumaktan alıkoymuyordu. Tersine onu okumaya çağırı-yor, bunu üzerine farz kılıyordu. Fakat bunu yaparken ona- diğer bütün faaliyetleri sırasında olduğu gibi- şu iki şartı koşuyordu: Önce dinini ve ahlâkını koruyacak, arkasından da yaratılış gerekçesini oluşturan asıl görevlerini, yani ev bakımı ile çocuk yetiştirmeyi asla ihmal etmeyeçekti. Bu iki şartın sınırları içinde istediğini yapabilirdi. Bu sınırların arasında gayet geniş bir alan vardı. İsteyen sahabi kadınların hayatlarım inceleyerek bunu belirleyebilirdi. Fakat doğaldır ki, Batı köleleri ile şeytanlarının istedikleri bunlar değildi. Onlar müslüman kızların üniversitede okuyabilmesini ve buna bağlı "sorunların çözülmesini savunuyorlardı. Batı şeytanlan, zaten bir şeyi düzeltmek amacı ile ortaya çıkmış değillerdi. Onların başta gelen amaçları yıkmak ve devirmekti. Batı kölelerine gelince, onların önünde sadece bir yol vardı. Başkasını görmüyorlar, daha doğrusu göremiyorlar-dı. Çünkü onlar birer köleydiler. Köle ise sadece efendisi-nin
gördüğünü görürdü. Hatta onun saplantısına göre düşünce yeteneğini efendisinin görüşlerinin dışına yöneltmesi bağışlanmaz bir suçtu. *** Guruplar, aralarında savaşa tutuştular. "Kadın hakları" savunuculan, kızlara erkeklere eşit olarak üniversiteye girme hakkının verilmesini istediler. Bu tezin karşıtları ise kızların üniversite öğretimine asla elverişli olmadıklarını, böyle bir şeyin onların yapısı ile bağdaşmayacağını, dişiliklerini olumsuz yönde ekileyeceğini, dahası onları bir kaç yıl evlilikten alıkoyup geri bırakacağını, böylece asıl görevleri olan aile yuvasından ve ev hayatından kendilerini uzaklaştıracağını, hepsinden önemlisi üniversitede kadın-erkek karışık okuma prople-minin ortaya çıkacağını ve böyle bir şeyin dine, ahlâka ve geleneklere ters düşeceğini savunuyorlardı. Taraflar arasındaki bu savaş azımsanmayacak bir süre devam etti. Savaş boyunca biribirlerine ağır suçlamalar yaptılar. Bu, soğukkanlılıkla incelenerek bilinçli bir şekilde karara bağlanması gereken bir çok önemli gerçekler bu hırslı savaşın toz ve dumanı arasında kaybolup gitti. Çünkü kadın hakları savunuculanna göre ortada üzerinde durulup araştırma konusu yapılacak bir mesele yoktu. Bu adamlar bilerek yada farkında olmayarak kendilerim islâmiyeti yıkıp ortadan kaldırmaya, daha doğrusu bu yıkımı gerçekleştirmek için "kadın meselesi"ni araç olarak kullanmaya adamışlardı. Peki acaba karşı tarafta yeralanların hareket noktası neydi? Görünüşe göre bunların hareket noktası islâmdı. Çünkü her şeyden önce dinden, ahlâktan ve geleneklerden sık sık sözediyorlardı. Fakat acaba islâm hakkında gerçekten şuurlu muydular? Görünen o ki, islâmla ilgileri, bilinçleri çok zayıftı. Geleneklere karşı olan bağlılıkları islâm'ın kendisine olan bağlılıklarından daha güçlü idi. Başka bir deyimle büyük bir hırsla tutup savundukları gelenekler kafalarındaki din imajı ile karışıktı. Bunun sonucu olarak gelenekler ile dine karşı olan bağlılıkları da kanşık ve iç içeydi. Fakat asıl terslik surdaydı ki, savundukları gelenekler aslında islâm kaynaklı değildi. İslâm ümmetinin inanç gerilemesi döneminde tekrar benimsediği eski islâm öncesi geleneklerdi. Sonradan ümmet, bunları islâm'la karıştırdı. Bundan dolayı bu gelenekleri samimiyetle tutup savunanlar, islâmiyeti savunduklarını sanıyorlardı. Aslında erkek bencilliğinin de bu konuda etkili olan unsurlardan bir olduğu kuşkusuzdu. Erkek bazı imtiyazlara, kadın karşısında bazı üstünlüklere sahip olmak istiyordu. Bu imtiyazlar ister yüce Allah (c.c.) tarafından kendisine tanınmış gerçek imtiyazlar
olsun, isterse cahiliye zihniyetinden kaynaklanan dayanaksız imtiyazlar olsun, farketmiyor, bunların ikisini biri-birine karıştırıyor ve her ikisinin de dinin özünden olduklarına inanıyordu. Böyle olunca erkek, imtiyazlı pozisyonunu ve kadının sıraca kendisinden sonra geldiğini savunurken aslında dini savunduğunu kabul ediyordu. Kadın hakları savunucuları, karşı tarafın tutumundaki bu zayıf noktayı istismar etmeyi ve onu sonuna kadar kullanmayı hiç kaçırmadı. Onlar meseleyi din çerçevesinin ta-mamen dışına çıkararak ondan sadece eski bir gelenek diye sözedilmesini savundular. Mesele bu biçimde ortaya konunca ortada sadece yıkılması ve yeni, modern, ilerici ve gelişmiş geleneklerle yer değiştirmesi gereken eski ve yıpranmış bir gelenek kalıyordu. Doğallıkla dindarlar ile ahlâk bağlıları meselenin sadece gelenekler çerçevesine sıkıştırılarak din alanının dışına çıkarılmasına razı değillerdi. Oysa düşmanlan, bu savaşın her kızışma aşamasında kendilerine "Dini her işe karıştırmayınız. Dinin bu işlerle hiç bir ilgisi yok" diyerek karşı çıkıyorlardı. Fakat sonunda bozguna uğrayıp geri çekildiler. Arkasından da sustular. Böylece mesele, sinsi plânlayıcılarm çizdikleri süreci izleyerek "olup-bitti" ye getirildi. Dindarlar, onaylamış olsun-onaylamamış olsunlar görüşlerini açıklamış olsun ya da susmuş olsunlar, vanlan son netice buydu. Acaba neden böyle oldu? Sebep çoklarının sandığı gibi "önüne geçilmez tarihi gelişme" değildi. Batı uygarlığının baskısı da değildi. Bu sonuca vardıran faktör, kadın haklan savunucularının ileri sürdükleri gibi, daha önce mağlup olan "haklı" bir davanın sonradan zafere ulaşmış olması da değildi. Meselenin dünya çapında oluşu yüzünden yeryüzünün her yanında aynı süreci izlemesinin gerekliliği de bu sonuca yolaçmamıştı. Hatta olayların akışım bu yönde biçimlendiren faktör, düşünce emperyalizmi de sayılmazdı. Bu sonuca vardıran asıl sebep, her şeyden önce düşünce ve inanç boşluğundan kaynaklanan psikolojik bozgundu. Bu bozgunun kökleri de inanç gerilemesine, Batı hay-ranlığına ve Avrupa'nın güçlü merkezleri tarafından pompalanan her akımın mutlaka doğru olacağı saplantısına dayanıyordu. Evet, düşünce emperyalizmine amacına ulaşma imkânı veren, onun plânlarını karşı çıkılmaz, yolları üzerinde durulmaz, kesin sosyal kanunlarmış gibi algılatan asıl faktör bu ruh bozgunu idi. Eğer müslümanlar, islâmiyetin önerdiği doğru yolda olsalardı, bunların hiç biri olmaz, olamazdı. Çünkü kalblerde kökleşen canlı bir inancın yenilgiye uğratılması, uğranılan baskıların çapı ne kadar büyük olursa olsun sahibi tarafından terkedilmesi söz konusu değildir.
İmandan kayaklanan üstünlük duygusu insanları, savaşta yenilseler bile düşmanlarının potasında erimekten korur. Allah'a beslenen gerçek inançtan kaynaklanan ruh zenginliği ile ilâhî yaşama metodunu doğru uygulamaktan doğan reel zenginlik, müslümanlan, gerek birey gerek top-lum ve gerekse devlet olarak değer yargısı ve ilke borçlanmasından ihtiyaçsız yapar. Nerede kaldı bu alanlarda başkalarına sığınmak! Buna karşılık eğer müslüman kendisinde bulunmayan bir dünya değerine muhtaç olursa bunu, iman kaynaklı üstünlük duygusu ile bulduğu yerden alarak kendi ilâhi metoduna uyarlar. Böylece O değerin sahibi olur, yoksa onun kölesi olmaz. Eğer müslümanlar islâmiyetin önerdiği doğru yolda olsalardı, düşünce emperyalizmi ne vicdanlarına ne kafalarına ne düşüncelerine ve ne de dünyalarına nüfuz ederek kendilerine dayanma tabanlarından kaydırıp Peygamberimizin (s.a.v.) on dört yüzyıl önceki deyimi ile "bir sel köpüğü gibi" akıntıda sürüklenmelerine yolaçardı. Batı uygarlığının baskısı da müslümanlan mevzilerinden söküp atamazdı. Çünkü bu uygarlık bilim, madde ve teknoloji alanındaki bütün gelişmişliğine rağmen değer yargıları bakımından çarpık ve kof bir uygarlıktı. Öte yandan müslümanlardan beklenen şey, muhtaç oldukları bilimsel, maddi ve teknolojik gelişme araçlarını, müslümanlıklanm yitirmeden, şahsiyetlerinden fedakarlık etmeden, ölçü ve değer yargısı kargaşasına düşmeden buldukları yerlerden almalarıydı. Tıpkı ilk dönemlerinde Bizanslılar ile Parslardan bu alanlardaki temel ihtiyaçlarını manevi kayıba uğramadan sağladıkları gibi. "Dünya gelişmesi" de müslümanlan dize getirecek bir faktör değildi. Çünkü bu "dünya gelişmesi" Siyonistlerin, insanlığı sürükledikleri mecraya çekebilmeleri için ileri sürdükleri gibi "karşı konulmaz" bir akım değildi. Avrupa, doğru inançtan yoksun olduğu, çarpık inanç sisteminin sosyal hayatı düzenlemeye elverişli olmaması ve dünya yahudilerinin komplolarına karşı koyacak derecede güçlü bulunmaması yüzünden yahudilerin "gelişme" akıntısına kapılmıştı.[89] Fakat bu sözde "gelişme" akıntısı karşısında direnmeleri, bozguna uğramamaları beklenirdi. O sözde "gelişme" ki, insan onun akıntısı içinde tarihinin en büyük kıyımına uğradı. Hem değer yargılan hem ahlâk ilkeleri hatta "insanın insan oluşu" alanlarında geriye gitti. İlk zamanlarda çakıp sönen şimşek gibi belirip kaybolmaları bir olan umut ışıklan ile çağımızda "insanın insanlığı" üzerine edilen bol laflara rağmen gerçek budur. Dediğimiz gibi müslümanların bu aldatıcı "gelişme" yaygarası karşısında direnmeleri; bozguna uğramamaları beklenirdi. Çünkü bir yandan sahip oldukları inanç sistemi sağlam ve doğru idi, öte yandan da yahudilerin hilelerine karşı durma konusunda avantajlı bir ümmet konumumda idiler. Sebebine gelince yüce Allah (c.c.) şu buyruğunda belirttiği şartlan yerine getirdikleri takdirde müs-lümanları, yahudilerin hilelerinden koruyacağım vaad etmiştir:
"Eğer sabreder ve Allah'tan korkarsanız onlann (müna-fikların) hilesi size hiç bir zarar vermez" (Al-i İmran/120) Hatta müslümanlardan Darvincilik saçmalığı karşısında, sözde tekamülcülük saçmalığı karşısında, maddecilik saçmalığı karşısında, insan davranışlarım sadece cinsiyet iç güdüsüne bağlayarak açıklama saçmalığı karşısında, sosyal hayatın gelişimini teknolojik araçların gelişimine bağlıyarak açıklama saçmalığı karşısında, kadını aile yuvasından ve asıl görevinden kopararak bir lokma ekmek uğruna hayat mücadelesinin ortasına atarak harcama, bozma ve sonuç olarak tüm toplumu bozma cinayeti karşısında insanlığın pençesine yakalandığı düşünce sapıklığını düzeltmeleri beklenirdi. Tabii ki, eğer kendileri islâmiyetin doğru yolu üzerinde olsalardı bunlan yapabilirlerdi. Oysa öyle değillerdi. Bu yüzden başlanna gelenler geldi de tüm insanlığın hayat tarzım düzelteceklerine, insanlığı doğru hayat metoduna yönelteceklerine kendileri ilâhi ya-şam metodundan uzaklaşarak Avrupa cahiliye zihniyetinin peşinden sürüklenmeye koyuldular. Avrupalılardan yalvar-yakar istedikleri tek şey, bu kafileyi en arkadan izlerken efendileri tarafından itilip kakılmamaktan ibaret oldu! İşte gerek kadın meselesinde ve gerekse müslümanların sözde "çağdaşlaşma devrimi" sırasında başlarına sarılan bütün diğer meselelerde olup-bitenlerin gerçek yorumu budur. *** Evet, kadın üniversiteye girdi. O üniversiteye sadece "öğrenim" için değil, aynı zamanda "kurtulmak" için giriyordu. Bu kurtuluş dinden, ahlâktan ve geleneklerden olacaktı. Daha önce Avrupalı kadına söylendiği gibi müslüman kadına da öğrenim görmenin, erkekler ile yanyana yaşamanın, özgürlüğün ve hayatın her şeyini "deneme"nin kadının hakkı olduğu, fakat o güne kadar dinin, ahlâkın ve sosyal geleneklerin kendisini bu haklarını kullanmaktan alıkoyduğu söylendi. Öyleyse şimdi o, bütün bu engelleri yıkarak haklarını elde etmeliydi. Doğaldır ki, bu alanda birden bire ani bir sıçrama olmadı. Her şey yavaş yavaş gelişti. Zaten bu işleri plânlayanlarda ani bir sıçrama beklemiyorlardı. Böyle bir şeyi görmeye can atıyorlardı, ama bunun pratikte gerçekleşmesinin mümkün olmadığını iyi biliyorlardı. Sonunda dört genç kız, o gün önlerine dikilen bütün engelleri yıkarak "Mısır Üniversitesinin Edebiyat Fakültesine kayıtlarını yaptırıverdiler. Olay karşısında toplum kesin olarak ikiye bölünmüştü. Herkes bu girişimin ya yanında veya karşısında yeralmıştı. Aynı zamanda herkes bu yeni deneyi ve ne gibi sonuçlar doğuracağını derin bir merakla gözlüyordu.
BURADA EKSİK VAR. Arapça:277-364 Arası Sonraki konu İslami Uyanış
t
İSLAMİ UYANIŞ İslami uyanış yüce Allah'ın taktir ettiği zamanda gerçekleşti. Bir çokları için bu olay, büyük bir sürprizdi. Fakat gerçekten söylediği gibi Islami uyanış bir sürpriz midir? İçerden bu olaya sürpriz olarak değerlendiren kişiler, dayanak noktlarını nihai olarak İslam yerine batı uygarlığı olarak seçen kimselerdir. Bunlar, bir daha geri dönmeyecek şekilde ortadan kaldırıldı gözüyle baktıkları İslam'a sırt çevirmişlerdir. Gelecek kuşakların öncüleri 'aydınlar'dır. Nihai olarak geçmişin izlerinden kurtulacak, sonsuza dek özgürlük yolunda yürüyecektir bu kuşaklar (!) Dış dünyada Islami uyanışı sürpriz olarak görenlere gelince, bunlar yüzyılı aşkın bir süre boyunca, her türlü yola başvurarak ümmeti İslam'dan uzaklaştırmak için şeytani çabalarını sürdüren güçlerdir. İslam'dan peyderpey uzaklaşan kuşaklan fiilen gördüler de. Gelen her kuşak öncekinden daha çok kökünden uzaklaşıyordu. Bunlar -yeryüzü menşeli hesaplarına göre- ümmetin nihai olarak İslam'dan çıktığını ve bir daha geri dönmeyeceğini sandılar. Ne varki, gerek içerdekiler ve gerekse dışarıdakiler, altında bir çok gerçek yatan önemli bir noktayı gözardı ettiler. Fakat bu gerçek onların planlarının dışındadır. Hesapları bu gerçeğe ulaşamaz da. Çünkü yüce Allah onların kalplerini kalın bir perdeyle örtmüştür. Bu yüzden derin ve detaylı plan hazırlayamazlar, en ince noktasına kadar kavrayamazlar. Kulaklarına da bir ağırlık musallat olmuştur. Herşeyden önce, uçsuz bucaksız evrende, gelişmeleri yönlendirenin ne kendileri ne de kendileri gibi herhangi bir insandır. Bunlar, Allah'ın evrensel gelişmeleri yönlendirdiğine ilişkin gerçeğin farkına varamadılar. "Allah, emrini yerine getirmede etkin güce sahiptir, galiptir, fakat insanların çoğu bunu bilmez." (Yusuf/ 21)
"Rabbin dilediğini yaratır ve seçer, onların seçme hakkı yoktur." (Kasas/ 68) "Gökleri ve yeri yoktan varedendir, bir şeye karar verdi mi sadece "ol11 der, o da oluverir." (Bakara/ 117) Bütün düşmanlarının aleyhteki komplolarına rağmen bu dinin kıyametin kopacağı ana kadar yeryüzünde kalıcı olmasına karar veren yüce Allah'tır. "Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır Müşrikler istemese de tüm dinlere üstünlük sağlasın diye peygamberini doğru yol khavuzu ve gerçek din ile birlikte gönderen O'dur." (Saf/ 8-9) İkinci olarak da şu gerçeği gözardı ettiler: Onlar gelip insanların kafalarını karıştırıp dinlerinden döndürmeden önce bölge halkı, tam oniki yüzyıl boyunca bu dinle birlikte yaşadı. Duygulan, düşünceleri onunla özdeşleşti. Bu din onların hayatı ve düşüncesi, ilk ve son durakları, kalplerini hareket ettiren doğal nabızları haline gelmişti. Bu yüzden bir dönem onu terketmiş olsalar bile tekrar ona dönmelerinin şaşılacak bir yanı yoktur. Asıl şaşılacak şey insanların İslam'dan uzaklaşıp başka şeylere yönelmeleridir. Bundan daha da şaşırtıcı olanı bu uzaklaşmışlık halini kalıcı hale getirip kalplerinin doğal nabzına dönmemeleridir. Göremedikleri diğer bir gerçekte, bu dinin gerçek bir din olduğunu da göremediler. İftira ve yalanları da bu dinin hakkından gelemedi. Onların amacı bu dini bir daha geri dönmemek üzere ortadan kaldırmak bilimsel, uygarlıksal, teknolojik gelişmeyi yerleştirmekti. Bu yalanlar, kilisenin tahrif edip tanınmaz hale getirdiği cahiliye nitelikli Avrupa'nın dinini altetti. Fakat gerçek dini altedemedi. Çünkü bu dinin kaynağının yüce Allah koruma altına almıştır. Değişmesi, tahrif edilmesi mümkün değildir. Bu yüzden insanlar her zaman bu dinin el değmemiş, korunmuş, orjinal kaynağına başvurma şansına sahiptirler, Yaşam süreci içinde bir sapma baş göstermişse tekrar doğrulabilirler. Bu din, fıtrat dinidir, insanın ve evrenin öz yaratılışı ile uyum içinde olan bir dindir. Yüce Allah, dileği uyarınca normal fıtratla uyuşsun diye onu göndermiştir ve o yüce Allah tarafından ayrıntılı kılınmıştır, insanlık fıtratında baş gösteren sapmaları her zaman doğrultma yeteneği ile donatılmıştır. İnsanlık -İslam dışı topluluklarda- herhangi bir sebepten dolayı belli bir süre inkara ve dinsizliğe yönelmiş olsa bile bu durum, tüm insanları zorunlu olarak etkisi altına alan beşeri, doğal bir şey değildir. Bir dönem böyle bir sapma başgöstermişse bunun kalıcı olacağı sonucu çıkmaz. Böyle bir durumun bizzat müslümanları da içine alacağı -bir süre dinin gerçekliğinden uzaklaşmış olsalar da- düşünülemez. Kilisenin egemenliğindeki bölgelerde dinsizlik akımının yaygınlaşması, bütün dinlerin aynı karaktere, bütün insanların aynı eğilime sahip oldukları anlamına gelmez. Böylesine geçici bir sapma dinin tarihsel bir rol oynadığı ve dinin döneminin bittiği sonucunu doğurmaz. Şu kadarı da varki, kilise Allah'ın dininin yerine insanlara bir başka din sunmuş ve bu din yaşamla uyuşmamıştır. Yaşamın gelişmesine, ilerlemesine, hareket etmesine izin vermemiştir. Bilimsel harekete müsade etmemiştir ki, kökleşmesine, ilerlemesine fırsat tanısın. Oysa bilim insan için zorunlu bir gereksinimdir. İnsanın öz yaratılışının vazgeçilmez bir
ihtiyacıdır ki, yeryüzünü imar görevini yerine getirebilsin. Bu, yüce Allah'ın insanın yaratılışının asıl nedeni olarak öngördüğü halifelik görevinin bir parçasıdır. Ama durum ne olursa olsun, islami uyanış yüce Allah'ın katında planlanan zamanda gerçekleşmiştir. Yeryüzünün şurasında ve burasında bazı insanlar bunu bir sürpriz olarak değerlendirse de.(1) İslami uyanıştan önce halk, genel olarak ikiye bölünmüştür. Bunlar birbirlerinden tamamen kopuk iki ayrı millet gibiydiler. İsimleri benzer olsa da aralarında hiçbir bağ yoktu. Birinci grup tutucu dindarlardan oluşuyordu. Bu grubun başını, islami kültür almış el-Ezher mezunları çekiyordu. Yaşı ilerlemiş bazı kentliler de bunlar arasında yeralıyordu. Tufan karşısında islami geleneklerini korumaya çalışan bu insanlar, kendi nefislerini kurtarmak hesabına toplumdan soyutlanmışlardı. Bir de kırsal kesim de yaşayan halk bunların arasında yaralıyordu. Tufanın dalgaları bunları fazla uzaklara sürüklememişti. Çünkü bunlar yüz yıllardan beri aynı koşullarda yaşıyorlardı. Geleneklerine sıkısıkıya bağlıydılar, -özellikle Sait bölgesi halkı- Fakat bütün akımlara yönelik bilinci yetersizdi. Onun bildiği 'din' şeyhlerden, kerametlerden,evliyalardan, ziyaretlerden ve bir de geleneklerden öteye geçmiyordu. İkinci grup da batı uygarlığına yönelmişti. Batıyı, alemin duçar olduğu bütün hastalıklardan, en başta da medeni geri kalmışlıktan kurtulmanın yolu olarak görüyorlardı. Onlara göre medeniyet alanındaki gerilik en büyük ayakbağıydı, hastalıkların kaynağıydı. (1- Bu bölümde Mısır'daki Islami uyanıştan sözediyoruz. Geçen bölümde de belirttiğimiz gibi İslam'dan uzaklaşması ve yeniden Islama dönüşü süreci içinde Mısır'ın yaşadığı deneyimi aktarmaya karar verdik. Bu yüzden Mısır'daki islami uyanıştan çok daha önce ortaya çıkan Muhammed b. Abdulvehhab'ın hareketinden söz etmiyoruz. Hiç kuşkusuz bu hareketin Mısır'daki Islami uyanış üzerindeki etkisi büyüktür. Mevdudi'nin önderliğinde gelişme gösteren Hind yarımadası İslami Cemaat hareketi ve benzeri hareketlerden de söz etmiyoruz. Fakat okuyucu -hergangi bir İslam memleketinde olursa olsun- yazdıklarımız arasında kendi ülkesinde olup bitenlere benzer şeyler bulacaktır, ideolojik saldırı veya islami uyanış gibi. Bu yüzden acil tedaviye ihtiyaç vardı. Bunun tedavisi de onlara göre, hayrıyla, şerriyle -eğer içinde şer varsa- batı medeniyetini benimsemekti. Taha Hüseyin bunun kaçınılmaz olduğunu açıkça söylüyordu. Bu akım din karşısındaki tutumu bakımından iki gruba ayrılmıştı. Bir grup Avrupa'nın yaptığı gibi dini bütünüyle hayattan uzaklaştırmaktan yanaydı. Çünkü geri kalmışlığın ve diğer bütün hastalıkların sebebi 'din'di. Diğer grup ise dinin kendisi için öngörülen yeri kabullenip başka alanlara karışmadığı sürece varlığını sürdürmesinde bir sakınca görmüyordu. Bu grubun dine uygun gördüğü rol, kul ile Rabb arasındaki bir özel ilişki olmasıydı. Onun yeri vicdandı, hayatın pratiği ile bir ilgisi yoktu (!) Din Allah'a ve ahiret gününe inanmaya ilişkin ve kimi kulluk kastı taşıyan davranışları içeren bir inanç sistemi olmalıydı. Fakat bundan öteye geçmemeliydi. Siyasi, ekonomik ve sosyal meselelerle bir bağlantısı yoktu. Kadın sorunu gibi. Bütün bunlar batı uygarlığından kaynaklanıyordu, onunla ilgiliydi.
Birinci grup bin üçyüz yıllık mirası omuzlamış, onu yüceltmiş ve korumaya çalışıyordu. Fakat tam olarak bilemiyordu, bu mirasın ne kadarı gerçek dinin bir parçasıdır? Ne kadarı dışardan gelmiştir? Ne kadarı dosdoğru yolundan sapmıştı? Gün geçtikçe mirası daha bir değerli olarak algılıyordu, onu gün geçtikçe daha içten koruyordu, sıkı sıkıya sarılıyordu. Batıcı akımın ümmet hayatındaki etkisini hissettikçe doğal bir tepkisellikle moral değerlerine sarılıyordu. O fıtratın doğal sezgisiyle bu akımın dinine, ahlakına ve geleneklerine ters düştüğünü biliyordu. Bu yüzden bütün bunları reddediyordu. Bu akıma kuşkulu ve çekingen bir gözle bakıyordu. Elinden geldiği kadar batı medeniyetinin çirkefinin kendisine buluşmaması için çaba sarfediyordu. Öteki grubun içinde yer alan her iki akım da dinden bütünüyle uzak duruyor. Veya onun vicdani ve ibadi sınırlan içinde kalmasının, hayatın geri kalan kısmından soyutlanmasını uygun görüyor. Bu grub, ideolojik işgalin 'aydınlara bulaştırdığı zehirlerden etkilenenlerdir. Her birinin kaptığı zehirin oranı farklıdır kuşkusuz. İdeolojik işgalin yerli işbirlikçileri ve yabancı taktisyenler bu akımı destekliyorlar. Amaçları onları biraz daha islam'dan uzaklaştırmaktır. Bunun için her türlü yola başvururlar. Bu arada birinci grubun konumunu dinden nefret ettirmek, dine ilişkin olarak insanların kafalarını karıştırmak amacı ile kullanırlar. Dini mi istiyorsunuz? Bakınız şu şeyhlerin yobazlıklarına, tutuculuklarına, ne kadar dar ufuklu, kıt anlayışlı, çevrelerindeki dünyada olup bitenlerden habersiz olduklarını görürsünüz. Onlar ortaçağın karanlığında yaşıyorken, bu geri kafaları ile gelişmiş çağa hükmetmek istiyorlar. Gelişme, ilerleme tekerleği bunlar için durur mu? Tam tersine onları bir daha bellerini doğrultmamak üzere ileriye doğru devam edecektir(î) Sözünü ettiğimiz bu grupta -temiz duygulu ve içten olmalarına rağmen-onları gerçekten haklı çıkaracak tutum ve davranışlar sergiliyorlardı. Öteki gruptaki artniyetli şeytanlar onların bu yanlış tutum ve davranışlarını insanların dinden uzaklaşmalarını sağlamak için birer malzeme olarak kullanıyorlardı. Kadını horlamak, hayattaki rolünü görmezlikten gelmek, eğitim ve kültürden yoksun bırakmak İslam'ın emrettiği veya onayladığı bir davranış değildir. İlim öğrenmeyi bütün müslümanlara farz kılan islam'dır. Kadın, erkek bütün insanları evreni düşünmeye ve çevrelerinde gelişen olaylara bilinçli bir gözle bakmaya yönelten odur. Bilim, maddi kalkanma, insanın omuzlarındaki zulmü hafifletecek özellikteki aletlerin kullanımı, hayatın organize ve düzeni, sorunlar ve çözümler üzerinde deneysel çalışma yapına gibi Batı uygarlığının olumlu, elverişli verilerini reddetmek, bunlara karşı çıkmak; islam'ın ruhuna uygun hareket eden, İslami kuşakların en hayırlıları ve bu dini en iyi anlayanları olan ilk kuşak müslümanlarm yöntemlerine uygun hareket etmek anlamına gelmez. En iyimser bir değerlendirmeyle -bundan sonra asırlar hiç geçmemiş, insanların hayatlarında hiç bir şey değişmemiş gibi- Hicri beşinci yüzyılın sorunlarına takılıp kalmak, sürekli atılım halinde olan, kesintisiz olarak gelişme gösteren İslam ruhuyla uyuşmak anlamına gelmez. Bu ruh insan hayatındaki bütün meseleleri kapsar, insanın
dejenere olmamış normal fıtratıyla ve fıtratın normal ihtiyaçlarıyla çatışmaz. Çünkü insan hayatında meydana gelen her gelişme, maddi varlığa yönelik bilgilerinin artışının bir sonucudur. Yeryüzünün imarı amacına doğru insanın bu bilgileri kullanma becerisinin artmasının sonucudur, islam böyle gelişmelere kayıtsız kalmaz. Çünkü bu da görevin kapsamındadır. Yüce Allah insanı bu görev için yaratmıştır. Bu görev, ilahi hayat sistemi çerçevesinde ve gereğince yeryüzünü imar etmektir, islam bunu emrediyor ve açıkça insanı bu sorumluluğu yerine getirmeye yöneltiyor. Sizin için yeryüzünü boyun eğdiren O'dur. Şu halde yerin sırtlarında yürüyün ve O'nun rızkından yiyin. Sonunda dönüş O'nadır." (Mülk/ 15) " O göklerde ve yerde ne varsa hepsini size boyun eğdi rm işti r." (Casiye/ 13) "Sizi topraktan yaratan ve yeryüzüne yerleştirerek burayı kalkındırmakla görevlendiren O'dur." (Hud/ 61) Dış dünyadan kopuk münzevi bir hayat yaşamak, düşünce sistemini geçmiş kuşaklardan kalan kalıplara oturtmak -üstüne üstlük düşünce sorunlarını da söz konusu kuşaklardan miras almak- islam'ın emrettiği ve hoşnut olduğu bir durum değildir. Dış dünyada İslam'a göre kötü sayılan gelişmelerin olduğu ve kötülüklerin tufan dalgalan gibi İslam alemine akın ettikleri bir gerçektir. Fakat bu durumda takınılacak en doğru tavır sağlam bir gemi yapmak, ona binip tufanı aşarak güvenli bir sahile sığınmaktır, insanı sudan koruyamayacak olan bir dağın başına kaçmak, bu durumda takınılacak uygun bir tavır değildir. Batıdaki hayatı topyekün girdabına alan ve önüne geleni yıkan, azgın dalgalarını islam alemine peşpeşe gönderen bu korkunç 'tufan'ı derin ve doğru bir Islami bakış açısıyla incelemek bir zorunluluktur. Bu gözlem sonucu hastalığı teşhis edip uygun tedavi yöntemini sunmak, şaşkınların elinden tutup onları normal ve elverişli bir mecraya sokmak kaçınılmazıdır. Ama geçmişe sarılmak, günün meselelerinden el çekip uzak durmak, 'tufan'ın azgın dalgalarına kapılıp boğulmaktan başka pratik bir yarar sağlamaz(l) Bu dindar insanların samimi oldukarına ilişkin somut gözlemlerimiz vardır. Fakat samimiyet, içtenlik tek başına yetmez. Basiret de gereklidir. "Deki; işte benim yolum budur. Ben ve bana uyanlar basiret üzere Allah'a çağırıyoruz. Allah müşriklerin yakıştırmalarından münezzehtir ve ben müşriklerden değilim.1" (Yusuf/ 108) Bunlar -yüzyılların sonunda müslümanların hayatında meydana gelen sapmalarla birlikte - Islami mirası omuzlam t şiardı, bu mirası' İslamı kabul ederek el üstünde tutuyorlardı. Onlar çok iyi biliyorlardı ki, önüne geleni silip süpüren, ortalığı kasıp kavuran bu batılılaşma akımının hedefi işte bu mirastı, onu dağıtıp ortadan kaldırmaktı. Bu yüzden azgın dalgalar karşısında onu korumak için olağan üstü gayret sarfediyorlardı. Fakat onlar -düzeyleri, içinde bulundukları durumları bakımından- bu mirası düzeltmekten, içine sızmış sapmaları, hastalık yapan unsurları ayıklamaktan acizdiler. Söz konusu miras da -içinde bulunduğu bu durumda-varlığını sürdüremezdi.[90] Bu yüzden sözkonusu grup gelecek kuşaklar içinde varlığını sürdüremezdi.
Nitekim bazen yalnızlığa çekilmekle, bazen ölümle sürekli eridiler, gün geçtikçe varlık sahnesinden çekildiler. Artık azgın batılılaşma akımının önü boştu, her gün biraz daha genişliyordu. Batılı taktisyenlerin bu durumdan dörtköşe oldukları kuşku götürmez bir gerçekti. Bu grup eriyip yok olunca, batıcı akımın önünde hiç bir engel kalmamıştı. Batılılaşma taraftarlarının yolundaki tüm barikatlar bertaraf edilmişti. Tek problem kırsal kesim -özellike Said bölgesi- dindarlarıydı. Bu problemin çözülmesi zor bir iş değildi. Bunun çözümü -yahudi kökenli Amerikalı yazar Morre Berger'in The Arab VVorld Today1 (Bu günkü Arab Alemi) adlı eserinde de belirttiği gibi- şuydu: islam'ın oralardaki kalıntılarını da söküp atmak için 'kent' medeniyetinin ürünlerini kırsal kesime taşımalı. Yani açık-saçık sinema, açık-saçık radyo programları, açık-saçık gazeteler (Bunlar açıksaçık televizyon programlarından önceydi) kırsal kesimlere götürülmeli. (1) 1- Cemal Abdunnasır 'medeniyet ürünleri'nin kırsal kesime götürülmesine özel önem veriyordu. Bunun bir örneği kadınlı erkekli köylü kafilelerinin bir veya bir buçuk Cüneyh gibi sembolik bir ücret karşılığı deniz kenarlarına götürülüp her türlü masrafları karşılanarak iki hafta boyunca sahillerde gezdirilmeleriydi. Tabi köylüler bu iğrenç çıplaklıkları görüp fıtri utanma duygularını yitirsin ve böylece sorun ortadan kalksın. Kısa vadede dejenere olmaları mümkün olmayan dindar insanlar kentlere dolmasın, dolayısıyla kentsel ve kültürel kesimde islam'ın tutunacak bir dalı olmasın diye, son aşamada kırsal kesimin İslam'dan uzaklaştırılması asıl hedeftir. Çünkü kırsal kesim insanı, doğası gereği geri kalmıştır. Bu yüzden düşmanlık için bir kaynak değildir. Yani özgür, uygar ve gelişmiş kentlilerin herhangi bir konuda kırsal kesimi taklit etmeleri düşünülemez. İnançlarını, düşüncelerini, yaşam tarzlarını taklit etmeleri imkansızdır. Bu yüzden dinin -uzun vadede kırsal kesimden de sökülüp atılması amaçlanmışsa dagelişmeleri etkileyecek şekilde kırsal kesimden kente geri dönmesi, sökülüp atıldığı bu ortamı yeniden kendine göre biçimlendirmesi mümkün değildir. Geri kalmışlık mikroplarını da beraberlerinde taşıyarak kentlere göç eden kırsal kesimin dindar insanları, çok geçmeden kentte eriyorlar, geri kalmışlık mikroplarından arınıyorlar veya zayıf bırakılmışlarla birlikte kenar bir semtte yalnızlığa itiliyorlar(J) Böylece din geri kalmış insanların bir değeri haline gelmiştir. Yani ya gerici, kokuşmuş, taşlaşmış, örümcek kafalı kentli şeyhlerin ya da hiç kimsenin benzemek istemediği cahil basit köylülerin bir niteliği olarak varlığını sürdürme durumunda kalmıştır. Hiç kuşukusuz bu durum planlamacıların ve propagandacıların bir başarısıdır. Bunlar daha önce aydınlara, dinin geri bıraktığı veya bizzat kendisinin geri olduğu düşüncesinin aşılamışlardı. Din bütünüyle 'geri kalmış1 bölgere hapsedilince ve insanlar da bunu hergün gözleriyle görünce yukarıdaki taktikler doğrulanmış oluyordu. Artık aydınların dinden uzaklaşmaları daha kolaydı. (Şayet dinleri, inançları hala kalmışsa!) Bir kadını dinden uzaklaştırmak için "yoksa sen de şeyhler gibi veya köylüler gibi mi olmak istiyorsun?" demek yeterliydi. Bu istenmeyen nitelikten, gerikalmışlık suçlamasından kurtulmak için iffetinden, dininden uzaklaşmak zorunda kalırdı.[91]
Bu gün batılılaşma taraftarları insanları hergün biraz daha dinlerinden uzaklaştırıyorlar. Dinden uzaklaşmış grub her alanda belli bir üstünlük sağlamıştır. Toplumu onlar biçimlendiriyorlar. Bunun dışında bir hayat tarzının olmayacağı düşüncesini yayıyorlar. Diledikleri gibi hareket eden kitleleri peşlerinde sürükleyen gerek iktidardaki ve gerekse muhalefetteki ünlü politikacıların tümü laiktir. Bunlar parti tüzüklerine, dini meselelerle ilgilenmediklerini açıkça yazmaktadırlar. Gazete ve dergilerin görüşlerini, kitaplarını, ideolojik ve edebi mücadelelerini yayınladıkları fikir ve edebiyat adamları da laiktirler. Bunlar dini, fikir ve ürünlerinden tamamen dışlamışlardır. Sadece fırsatını buldukça zaman zaman dinle alay etmek için onu ele aldıkları olur. Ulusal ekonomiyi ellerinde tutan önde gelen işadamları da öyle. Gazeteler her gün onlardan sözeder, onlara ilişkin haberler yayınlar. Kitleleri onlara özendirir. Bu adamlar da laiktirler. Faizi mubah görürler, onu gelişmiş çağdaş ekonominin temel uygulamalarından biri olarak görürler. Onlara göre düşmanın pençesinden kurtulabilmemiz için elde etmek zorunda olduğumuz ekonomik gücün en temel dayanağıdır faiz. Toplumu eğlendirme rolünü üstlenen kadın-erkek tüm sanatçılar doğal olarak bundan önce tüm ahlaki değerlen yitiren kimselerdir. Bu ahlaki çöküntü onları sanat(!) dünyasına girmeye layık hale getirmiştir. Gazeteler bu düşük ahlaklı insanları 'yıldız1 ve 'kahraman' olarak sunmaktadır topluma. Kız-erkek tüm gençler onları taklit etmeye, onlara benzemeye çalışıyor. Toplum sürekli bunlarla ilgilenir, onların haberlerini okur, onlardan sözeder hale getiriliyor. Bu düşük düzeyli, ahlak yoksunu insanlar saygı ve taktir uyandıran yüksek sınıf haline geliyor. Batılılaşma mücadelesini veren dindışı çevrelerin çeşitli ad ve arma altında kendilerine göre biçimlendirmedikleri ne kaldı toplum hayatında? İşte bu atmosferde ve toplum değişik katmanlarıyla bu haldeyken, İslam'ı uyanış gerçekleşti. Toplum hayatının içinde bulunduğu durum bakımından tam bir sürprizdi bu. Toplumsal yaşamın yolunda keskin bir dönemeçti. İlk sürpriz, İslam davasını omuzlayanların 'şeyhler1 arasında değil de, toplumun okumuş, entellektüel kesimi arasından çıkan kimseler olmasıydı. Bu durum batıcılar açısından tam anlamıyla bir felaketti. Çünkü teorisyenler dini şeyhlerle sınırlandırıp entellektüel seçkinleri ondan soyutlamayı başardıkları gün, bunu büyük bir zafer olarak algılamışlardı. Çünkü bunu başarmakla dini geri kalmış, yaşamını sürdüme imkanı gittikçe zorlaşmış bir sınıfa özgü bir nitelik haline sokmuştu. Fakat bu gün dini omuzlayan, aydınlara, entellektüellere, efendilere ne yapacaklardı? Aydınlar, entellektüeller batılılaşma davasını omuzlamışlardı. Aynı zamanda teorisyenler, taktisyenler toplumu bütünüyle batının kulu haline getirmek ve İslam'dan uzaklaştırmak için kültür, bilim, uygarlık, ilericilik, bilinç ve kalkınmışlık sembolleri olarak bu efendileri, seçkinleri, entellektüelleri kullanıyorlardı. Bu bakımdan kılık-kıyafetin değiştirilmesi de bir amaca yönelikti. Kıyafet bir bakıma insanın ait olduğu tarafı belirtiyordu. Yani batı kıyafetlerini giyen birisi aynı zamanda giyindiği yere yönelmiş olur. Sözkonusu bölgenin fikrini, geleneğini, yaşama
tarzını ve hayat sistemini de almış olur. Siyasi, ekonomik ve sosyal düzenini kısaca her şeyini benimser. Toplumun aralarında hiç bir bağ bulanmayan iki kesime bölünmesi de bir amaca yöneliktir. Çünkü şeyhler doğuya yani İslam'a yöneliyorlar. Yeni kuşağın onlardan nefret etmelerini sağlayacak, bir daha kimseye öncülük yapamayacak duruma düşürecek şekilde geri kalmışlık, gericilik ve donuklaşmışlık niteliklerini onlara yakıştırıyorlar.[92] Efendiler, seçkinler, entellektüeller ve aydınlar ise, Batı'ya yani Avrupa'ya yöneliyorlar. Bunlara da, başkalarına öncülük etmelerini sağlayacak şekilde ilericilik, geniş ufukluluk, derin kavrayıcılık, uygarlıkla birlikte hareket etmek gibi nitelikler yakıştırıyorlar. Bu yüzden kıyafetin değişmesi beraberinde bakış açısının, dünya görüşünün değişmesini getiriyordu. Bu gün yaşanan sürpriz bakış açıları, dünya görüşleri değişsin diye kılık kıyafetleri değiştirilenlerin, bu kıyafetleriyle islam'a dönmeleri, insanları İslam'a çağırmalarıdır. İkinci sürpriz de şuydu: Toplumun eğitim görmüş aydın kesiminden oluşan yeni islam davetçileri, Batı uygarlığı karşısında kayıtsız kalmıyorlardı. Onu bütünüyle reddetmiyorlardı. Tam tersine batı uygarlığından alınması gereken yönler bulunduğunu, bilimsel ve teknolojik ilerleme, pratik çalışma ruhu ve organizasyon dehası gibi yönlerinden yararlanılması gerektiğini açıkça duyuruyorlardı. Bunun yanısıra dinsizlik, küfür, bir yaratıcının varlığını veya onun evrensel olayları planlayıp yönettiğini inkar eden materyalizm, insanı hayvan düzeyine, hatta ondan da aşağı duruma düşüren ahlaki kokuşmuşluk, vicdani duyguları reddeden, onları pratik hayatın, iş hayatının dışına iten mekanikleşmiş yaşam biçimi, ailesel ve insani bağları kesen bireycilik, egoizm gibi bir müslümanın kesinlikle kaçınması gereken yüzlerininde bulunduğunu kesin bir dille ifade ediyorlardı. Bunların yanısıra batı uygarlığının siyasi, toplumsal ve ekonomik düzeninde hem iyi hem de kötü yönleri vardır. Bu sistemin kötü yönlerini bırakmak zorunludur. Bu sistemin iyi yönlerine (yani İslam'la uyuşan yönlerine) gelince, bunları da Allah katından gelen rabbani kaynaktan almak gerekir. İslam'ın aleyhine başlatılan meşum savaşın taktisyenleri bakımından bu sürpriz birincisinden daha az etkili olmadı... Çünkü, her türlü propagandaya başvurarak yeni kuşağı nefret ettirdikleri şeyhlerin giysileri, islam'ın aleyhindeki haksız savaşta kullandıkları bir silahtı. Ama modern giyimli aydınlar yeni islam davetini omuzlayınca bu silahları işe yaramaz oldu. Şeyhlerin batı uygarlığına karşı takındıkları toptan reddedici tavırda onların elinde bir silahtı ve bunu İslam'a karşı başlattıkları savaşta kullanıyorlardı. Bunlar batı uygarlığını mutlak iyiliğin sembolü olarak nitelendiriyorlardı. Onun her türlü hastanın ve hastalığın şifası olduğunu söylüyorlardı. Sonra şeyhlerin bu uygarlığın toptan reddettiklerini söylüyorlardı. Böylece şeyhler otomatikman kötü bir konuma düşmüş oluyorlardı. Batı uygarlığı ise insanların hedefi haline geliyordu. Fakat entellektüel müslüman davetçiler onların bu silahını da etkisiz hale getirdiler. Çünkü yeni davet
hareketi sözkonusu uygarlığı bir çırpıda reddetmiyordu. Tam tersine bu uygarlığın iyi yönlerinin alınması ve aklı başında olan herkesin üzerinde birleştiği kötü yönlerininde bırakılması çağrısında bulunuyorlardı. Batı uygarlığının yeni İslam davetçileri tarafından bu tarz ayrıştırılıp eleştirilmesi hem teorisyenlerin hem de onların izleyicilerinin öfkesine neden olmuştur. Bunlar -geçen bölümde de söylediğimiz gibi- aydınlara; "Batı uygarlığı tek bir bütündür, bölünmesi, parçalanması mümkün değildir." diyorlardı. Doğal olarak bu iddia asılsızdır. Çünkü tarihte farklı medeniyetlerden seçme usulü bir sentez meydana getirme olayı birkaç kez yaşanmıştır. Bir keresinde ilk müslümanlar, İran ve Bizans cahiliye- uygarlıklarının olumlu yönlerini aldılar, kendi inançlarına uymayan diğer yönlerini ise yanlarına yaklaştırmadılar. Yine Avrupalılar da İslam medeniyetinin ilmi araştırmalarda kullandığı deneysel yöntemi aldılar. Yine astronomi, kimya, tıp, fizik ve matematik alanlarındaki gelişmeleri aldılar, müslümanların denizler hususundaki deneyimlerinden, çizdikleri haritalardan ve coğrafi bilgilerinden yararlanıp bunları daha önce bilmedikleri bölgelerin keşfinde kullandılar. Bu sayede Reca Salih burnunu aşıp yeryüzünün öteki bölgelerine yayıldılar. Endülüs'te, Kuzey Afrika'da ve doğuda müslüman ülkelerin sahip bulundukarı bir çok mimarı tarzı ve medeniyet araçlarını aldılar. Ancak bütün bunların dayanağı olan asıl kaynağı, yani İslam'ı benimsemediler. Bi medeniyetin bazı yönlerini alıp gerisini bırakma şeklindeki seçmeci tutum çağımızda da Japonlar tarafından gerçekleştirildi. -Buna daha önce işaret ettik- Yüce Allah dilediği sürece böyle bir olayı hem günümüzde ve hem de gelecekte gerçekleştirebilir. Evet... Onların iddiaları saçmaydı, asılsızdı. Ama teorisyenler bir amaca yönelik olarak bu fikri yayıyorlardı. Onların korkuları, müslümanlarm seçmeci bir tavırla batı uygarlığına yaklaşıp bu uygarlığın pozitif yönleri ve güç kaynaklarını alıp dinsizlik, ahlaki dejenerasyon gibi olumsuz ve zayıf yönlerini almamalarıydı. Böylece kısmen Japonlar aracılığı ile tattıkları felaketin daha şiddetlisini müslümanlar aracılığı ile tatmak istemiyorlardı.[93] İşte bunun için: "Batı uygarlığını iyisiyle kötüsüyle, acısıyla, tatlısıyla bir bütün olarak almak gerekir" diyorlardı. Bu günkü İslami uyanışın toplumun aydın kesimi aracılığı ile gerçekleşmesi hem teorisyenleri ve hem de onların izleyicilerini güç durumda bırakmıştır. Çünkü bu hareketin batı uygarlığının olumlu yönlerinin alınması gerektiğini söylemesi, batıcıların şeyhlere yönelttikleri gericilik ve donukluk gibi suçlamaları geçersiz kılıyor. Yine bunların Batı uygarlığı karşısında seçmeci bir tavır takınıp batının içine battığı ahlaki çöküntü, psikolojik ve insani yıkım gibi olumsuzluklardan uzak durması, teorisyenlerin önemli bir hedefinin gerçekleşmesini önlüyor. Hedef şuydu: Uygarlık, ilericilik ve kalkınma isimleri altında fesat ve dinsizliği yayma, böylece bu ümmetin varoluş dayanaklarından arta kalanları da yıkıp onları köksüz, hedefsiz, boşlukta debelenen çerçöp yığınları gibi sellere kapılıp gitmesini sağlamaktı. Batı ve batıcılar açısından üzücü sürpriz de şuydu: Yeni davetçiler gelip insanlara şöyle diyorlardı: Müslümanların geri kalmışlıkları, hayatlarındaki donukluk, zayıflık ve her alandaki düşkünlük durumunun sebebi İslam değildir. Bunun asıl sebebi islam'dan uzaklaşmadır, gerçek İslami anlayıştan sapmadır. Gerçek İslam düşüncesi, bozulmamış ilk kaynaklara dönülmesini gerektiriyor. Bu kaynaklar; Allah'ın kitabı, O'nun
Peygamberinin -Salât ve selâm üzerine olsun- sünneti ve gerçek İslam'ı ilk defa pratik dünyada uygulayan ilk müslümanlarm hayatıdır. Bunlar tarihin tanık olduğu olağanüstü bir kuşaktırlar. "İnsanlara örnek olsunlar diye ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmettirler. Batılı teorisyenler ve onların uyduları, İslam'ın donuklaşma, gericilik, geri kalmışlık, uyanış ve kalkınma gücünden yoksun, daha doğrusu uyanış ve kalkınmaya engel olduğu, müslümanlarm bu gün içinde bulundukları durumun müslüman oluşlarının doğal sonucu olduğu düşüncesini aydınların kafalarına yerleştirmişlerdi. Dini hayatlarından uzaklaştırmadıkları sürece geri kalmışlıktan, zayıflıktan, fakirlikten, cehalet ve hastalıktan kurtulamayacaklarını, nitekim Avrupa'nın da böyle yaparak kalkındığını, kendisini kalkınmaktan alıkoyan zincirlen, yani din, ahlak ve gelenek zincirlerini koparmadıkça kalkmamadığını söylemişlerdi... Ama bu gün davetçiler sorunları tamamen değişik bir mecraya koymayı bsaşarmışlardır. Bir kere gerçek islam ile müslümanların islam adı altında yaşadıkları çarpık dini anlayışı birbirinden ayırıyorlar. Aynı şekilde Avrupalıların uzaklaştıkları din ile yüce Allah'ın indirdiği ve asıl kaynaklarını koruyacağı garntisini verdiği, dolayısıyla indiği günki şeklinin koruyan ve her an kendisine dönülebilen dini birbirinden ayırıyorlardı. Yine ortaçağın karanlığında Avrupa'da kurulan ve 'dinadamllarmın1 arzularına, cehaletlerine ve bozguncu hareketlerine göre istedikleri gibi yönettikleri teokratik sistem ile müslümanlar tarafından seçilen ama Allah'ın indirdikleriyle hükmetmek zorunda olan insanların yönettiği Islami yönetim biçimini kesin çizgilerle yayıyorlardı. İslam'da diledikleri gibi yasa koyan, arzularına göre yöneten 'dinadamları* sınıfı yoktur. Alim ve fakihler vardır. Ve bunların kendilerine özgü giysileri yoktur. Bunlar bir sınıf olmadıkları gibi siyasal, toplumsal ve ekonomik bir otoriteleri veya bu bakımdan bir rorunmaları da sözkonusu değildir. Belli bir bilgi düzeyine ulaşmış herhangi bir insan bunlarla tartışabilir, elinde güçlü bir delil varsa içtihatlarının yanlışlığını ortaya koyabilir, islam kendisine bağlanan herkese açık bir dindir. Kavrama yetenekleri oranınıca bu dinin gerçeklerini anlayabilir, bilgide derinleşebilirler. Bu din, belli bir sınıfın tekelinde değildir. Yani dinin nassalarını kendi tekeline alan, kendisinden başka kimseye bu nassları yorumlama hakkı tanımayan, dilediği zaman kuralları değiştirme yetkisine sahip bir kutsallar sınıfı sözkonusu değildir. Şurası bir gerçektir ki, islam davasının yeni taşıyıcıları entellektüel insanların söyledikleri hepten yeni şeyler değildir. Bunlara bezer şeyleri daha önce bazı bakımlardan 'şeyhler'de söylüyarlardı. Çünkü islam'ın gerçekleri bir ve değişmezdirler. Ondan sözedenlerin bir noktada ve bazı açılardan buluşmaları kaçınılmazıdır. Fakat bazı nedenlerden dolayı, bu sözleri 'şeyhler' söylediği için kimse önemsemiyordu -ne dış teorisyenler ne de yerli işbirlikçiler. Birincisi, bunlar 'şeyhler' in sözleriydi... Onlar toplum içinde kaybolmuşlardı. Her ne kadar gerçeğin ifadesi olsa da sözleri de onlarla birlikte kayboluyordu. ikincisi, bunlar konuşmadan öteye geçmiyordu. Arkasından onu destekleyen, hayata geçiren bir hareket gelmiyordu. Bu yüzden daha söylenir söylenmez kaybolup gidiyordu, yani bir mesaja, bir davaya clörüşmüyordu... inanmak, bağlanmak, onu gerçekleştirilmesi gereken bir amaç yapmak için, onun uğrunda her türlü zorluğa katlanmak için kimse etrafında birleşmiyordu. Ayrıca bunlar boş kalıplara göre biçimlendirilmiş sözlerdi, inanç sistemi yüzyıllar boyunca bu kalıplar içinde vicdana hitap etmez, onu hareket geçirmez,
zihinsel, soyut bir manzumeye dönüşmüştü. Bugün için karşıt tarafın akılcılığı ile boy ölçüşemiyordu. Bu yüzden daha ilk etapta aydınlar tarafından reddediliyordu; onlar açısından bu sözler üzerinde yaşanılacak fikirsel bir atmosfer, düşünsel bir besin kaynağı sayılmazdı. Azgın batılılaşma dalgası karşısında ölümcül bir darbe yiyen ruhlarını diriltecek manevi bir gıda değildi. Fakat entellektüel davetçiler aracılığı ile muhataplar ilk kez islam'la karşılaştıkları hissine kapılıyorlar. Oysa islam islam'dır. Gerçekleri kalıcı ve zamana göre değişmezdir. Fakat Islamı algılama yöntemi, insanların onu tanıma metodu asırdan aşıra ve insanların her asırdaki durumlarına, kültürel düzeylerine, ilgi alanlarına, problemlerine, sapmalarına ve hastalıklarına göre değişir. Kuşkusuz soyut zihinsel kalıplar bir durumdu; belli bir çağda insanlar bu durumu yaşadılar. O gün için islam'ın onlara bu şekilde sunulması gerikiyordu. Fakat bu, ideal bir model değildi. Bütün çağlar için geçerli ola bir metot değildi. Bu tutum tüm insanlara ve tüm çağlara gönderilen Kur'an yöntemiyle uyuşmaz. Her kuşak durumlarına ilgi alanlarına ve sorunlarına Kur'an'dan uygun olan karşılığı edinir. Kur'an her seferinde ihtiyaçlarına cevap verir, kalplerinin ve akıllarının kapasitesi oranında gerçeklerini onlara sunar. Fakat Kur'an gerçekleri donuklaşmaz ve belli bir dönemde olduğu gibi kalıplara dönüşmez, insanlara akli donukluk ve hareketsizlik musallat olmadıkçı. İşte 'şeyhler' belli bir döneme damgasını vuran bu kalıpları alıyor ve bunları İslami hayatın ideal modeli olarak sunuyorlar. Çağdaş davetçiler ise hareketi yeniden Kur'an'm hareket metoduna uydurdular. Birbirini izleyen kuşakların kattıkları donukluluğu, kalıplaşmışlığı ayıkladılar. Bundan dolayı muhataplar ilk kez İslam'la karşılaşıyorlarmış gibi bir duyguya kapıldılar. Bu yüzden -yüce Allah'ın dilediği kimseler- açık bir kalp ile, açık bir akıl ile, daha fazlasını isteyen, araştıran bir bilinç ile İslam'a yöneldiler. Bundan daha da önemlisi -ki düşmanlara göre en büyük tehlike de budur-yeni davetin bir 'hareket' olmasıdır. O, kağıtlara yazılı bir 'söz' değildir. Tam tersine gönüllere kazılı bir 'iman'dır. Bu iman gönüllere doluyor ve bonları pratik hayatta hissedilir bir harekete yöneltiyor. Çevresindeki her şeye karşı belli bir tavır takınmasına yol açıyor. Hareket tarzına kendi kuralları uyarınca yön veriyor ve biçimlendiriyor. Dördüncü sürpriz de davetin aydın kesim arasında; doktorlar, mühendisler, öğretmenler ve avukatlar gibi çağdaş kültürü almış, üniversitelerin çeşitli uzmanlık dallarında yetişmiş kimseler arasında köklü biçimde yayılması oldu. Bu tür insanların ebediyen İslam'a dönmeyecekleri, bu tür bir mesaja ilgi duymayacakları sanılıyordu. Oysa 'din' sözü geçen herşeye kulaklarını, kalplerini ve zihinlerini kapatmak üzere eğitilmişlerdi. Hareket noktalarının ve ilgi alanlarının din olması çok uzak bir ihtimaldi. Din artık geçmişte kaldı, kendileri ise geleceği karşılamak üzeredirler(!) din 'garipler'e dayanır, kendileri ise 'realiteler arasında yaşıyorlar(!). Din hurafelerle doludur, kendileri ise bilim çağında yaşıyorlar(!) gibi fikirlerle eğitilmişlerdi.
Peki bunlara ne oldu da uzak tutuldukları bu düşünceye döndüler? Uzaklaştırılmak üzere her türlü çabanın sarfedildiği bu dine geri döndüler? Bu çabada yüzlerce kitap, binlerce makale, üniversitelerde, okullarda verilen binlerce laik ders, binlerce müstehcen resim, film ve şarkı, sokaklarda dolaşan iffetten yoksun binlerce geç kız, dans ve güzellik salonları, binlerce randevu evi ve genelev kullanıldı. Bütün bunlara rağmen ne oldu da bu insanlar islam'a yöneldiler? Bunlar şok etkisi yaratan, beklenmeyen sürprizlerdi. Hiç kuşkusuz islam düşmanları açısından sevindirici değildi bu sürprizler. Doğal olarak 'özgürlük', 'uygarlık' ve 'ilericilik1 çığırtkanları davetin bu sürpriz çıkışı karşısında sessiz kalmadılar. Her türlü yola başvurarak saldırıya geçtiler. En başta kulandıkları yöntem de daveti 'gericilikle damgalamak oldu. Aydınları, islam'dan nefret ettirmenin en etkili yolu buydu. Gerçekte bunlar kendilerini savunmak için İslam'a saldırıyorlardı. "Onlar kendileri inkar ettikleri gibi, keşke siz de inkar etseniz de eşit olsanız" (Nisa/ 89) Ne varki onlar -gönüllü kölelik, kulluk, gereği- her zaman bağlılıklarını sundukları, aralıma kabul etmeleri için onursuzca yakardıkları efendilerini de savunmak amacı ile İslami harekete saldırıyorlardı. Batılılaşma operasyonu sırasında halka zorla benimsettirilen ve batıya azat kabul etmez köleliği öngören işbirlikçi düşünceyi de savunuyorlardı. Onlar kişisel varlıklarını hissetmiyorlardı, varlıkları içlerine sokulan batılıcılık fikriyle içice olmuştu. Öylesine içine düşmüşlerdi ki, bu düşünceyi kendilerine özgü orjinal bir fikir sanıyorlardı. Nasıl tersyoz edildikerinin farkında değildiler. Varlıkları içerden değiştirilmişti. Kendilerine ve çevrelerindeki herşeye dönelik bakışları değiştirilmişti. Bunun farıknda değildiler. Artık efendilerinin gözüyle bakıyorlardı dünyaya bu aydın (!) köleler, doğulu kimliklerini küçümsüyorlardı. Çünkü efendileri bu halleriyle onları küçümsüyordu. Bu yüzden var güçleriyle bu keqimlikten kurtulmak, bu utancı silmek için çırpınıyorlardı. Belki o zaman efendileri kendilerinden memnun kaçaktı, dolayısıyla kendileri de kendilerinden memnun kaçaklardı.[94] Bu yüzden kölelerin islam davatine saldırmaları için efendilerin işaret vermelerine de gerek yoktur çoğu zaman. Çünkü onlar -tersyüz olmuş doğları gereği- islam'a yönelik derim bir düşmanlık beslerler, ondan nefret ederler. Buna rağmen efendiler diretifler vermekten de geri kalmazlar. "Atılan tüm adımlardan daha cüretlisini atmak gerekir. Dine, ahlaka ve geleneğe saldıran daha çok kitap, makale, ders ve arştırma olmalı. Açık-saçık resimler, açık-saçık filmler, açık-saçık öyküler, açık-saçık fikirler gün geçtikçe daha yaygın hale getirlmeli. Çıplak kızlar caddelerde, sokaklarda daha fazla görünmeli. Çünkü bu korkunç tehlikeyi ancak ahlaki çöküntü, gençleri ciddi işlerle ilgilenmekten alıkoyma, onları aşağılık duyguları tatminle uğraştırma, dünyanın basit sorunlarıyla ilgilendirme durdurabilir. Böyle olursa gençler Rabb'lerini unuturlar, ahireti akıllarına bile getirmezler, kallerine giden din menfezleri tıkanır, o zaman bu tehlikeye engel olurlar. Daha doğrusu kendilerini içinde yüzdükleri bataklıktan, iğrençlikten, çirkeften ve çöküntüden yoksun(!) bırakmak isteyen bu davete düşman olurlar."
Fakat onların dizlerinin bağını çözen ası sürpriz bütün bunlardan daha etkileyiciydi. Bu sürpriz, Müslüman Fedailerin 1948 yılında Filistin savaşına katılmalarıydı: Burada günümzeden elli yıl öncesine dönüp anılarımızı tazelememiz gerik. 1987 yılında İsviçre'nin Pal kentinde Siyonist lider Hertzl'in verdiği konferansa bir göz atmamız gerikir. Bu konferasta elli yol içinde Filistin'de bir yahudi devletinin kurulmasının zorunluluğu vurgulanıyor. Ve burada elli yol içinde devletin kuruluşuna sağlayacak stratejiler belirleniyor. Nitekim bu konferanstan elli yıl sonra devlet fiilen kurulmuş oldu. Bu planı hazırlayanlar[95] planın hazırlanışından devletin kuruluşuna kadar geçen süre içinde ne yaptılar? Bilindiği gibi Filistin'in bir paçasını yahudilere satması için Sultan Abdulham'i kandırmaya çalışmakla işe başladılar. Bu istekleri karşısında va'dettikleri ise dünya hayatı isteyen, egenelik ve iktidar peşinde koşan bir yöneticinin vazgeçemeyeceği türden şeylerdi. (Ki onlar Abdulhamid'i de böyle nitelendiriyordarı.) O sırada Osmanlı Devleti kendisine rahat yüzü göstermeyen sorunlarıla çalkalanıyordu. Ekonomik durum içler acısıydı. Ülkenin merkezinde ve ücra köslerinde gün geçmiyordu ki bir çalkantı, bir karmaşa haberi gelmesin. Siyasal bir kriz yaşanıyordu. Bunların baş sorumlusu da üyelerinin büyük çoğunluğu yahudi dönmelerden oluşan İttihad ve Terakki cemiyetiydi.[96] Ayrıcı Rusya ve ingiltere'nin kışkırttığı gayri müslim azınlıklarda büyük rol oynadı. Ruslar kendileri gibi ortadosluk mezhebine bağlı ermenileri kışkırtıyorlardı.[97] İngiltere de diğer azınlıkları ayaklandırıyordu. Yine ilgiltere -Fransa ile birlikte- Lübnan ve Suriye hristiyanlarmın başını çektiği 'arap milliyetçiliği1 akımlarını destekliyordu. Bu yolla rapları isyana ve Osmanlı yönetimine başkaldırmaya sürüklüyordu. Amaç, islam devletini parçalamak, kendi tanımlamlarma göre 'hasta adam'ın işini bitirmek, böylece mirasına konup aralarında paylaşmaktı, işte bu karamsar ortamda Hertzel son derece cömert ve baştan çıkarıcı bir öneriyle çıkar Abdulhamid'in huzuruna... Uzun vadeli borç vermeyi önerir. Krizde olan Osmanlı ekonomisini canlandırmaya ilişkin projeler sunar. Ülkenin her yanındaki azınlıkları kışkırtmaktan vazgeçmeleri için Rusya ve İngiltere nezdinde girişimlerde bulunma sözü verir. Değindiği bu son husus düşmanların devleti yıkmak için kullandıkları ve nefes almasına fırsat vermedikleri en büyük kozdu. Abdulhamid'in cevabı kesin, net ve yiğitçeydi. Zaten müslüman bir lidere de bu yakışırdı. Eğer abdulhamid siyonist-haçlı ortak yapımı İslam ve müslümanları ortadan kaldırma amacına yönelik meşum plana karşı takındığı bilinçli ve tavizsiz tavrından dolayı düşmanlarının intikam amacı ile kişiliğini karalamak için tanımladıkları gibi dünya zevklerinin peşide koşan istipdatçı bir sultan olsaydı, hiç kuşkusuz siyonist-haçlı ortak yapımı planı kabul edip uygulayacaktı. O zaman tıpkı kendisinden sonra mirasını paylaşan, evrensel İslam devletini haçlı-siyonist egemenliğine peşkeş çeken ve böylece 'tarihsel kahramanlar1 olarak lanse edilen hainler gibi o da tarihsel bir kahraman olarak
anılacaktı. Ne varki bu hainlerin kahramanlıkları, müslümanları toplu kıyımdan geçirip ülkelerini ve çıkarlarını haçlı-siyonist ittifakını peşkeş çekmeye yönelik hizmetlerinin bir ödülürdür. Ama o müslüman insan şu ünlü sözünü söylüyor: "Filistin benim toprağım değildir. Orası müslümanlarm toprağıdır. Müslümanlar orayı kanlarıyla sulamışlardır ve her karış toprağında bir şehid yatar... Filistinin bir karış toprağından vazgeçemem." Sonra herkesin bildiği şeyler oldu... Bir yöneticiyi gözden düşürmek için atılan tüm iftiralardan sonra Abdulhamid azledildi, ittihat ve Terakki aracılığı ile 'turancılık' fikri bayraklaştırıldı. Devletin türkleştirilmesi politikası güdüldü. Böylece araplarm tepki gösterip araplık bayrağını kaldırmaları ve Lavvrens'in öderliğinde 'büyük arap devrimi'(!) gerçekleştirmelerine zemin hazırlandı. Amaç müslümanlarm birliğini bozmak, aralarına kin ve düşmanlık tohumlarını serpmek ve daha sonra meydana gelecek gelişmelere uygun bir ortam hazırlamaktı. Sonra 1. Dünya savaşı (1914-1918) çıktı veya çıkarıldı. Kuşkusuz Osmanlı devletine son darbeyi indirmek ve arap dünyasını ondan koparmak amaç. Koparılmak istenen topraklar içinde yahudiler bir devlete kurmak istedikleri ama Osmanlı'nın himayesinde olduğu müddetçe bu isteklerini gerçekleştiremeyeceklerini anladıkları Filistin'de bulunuyordu.[98] Ardından hilafeti kaldırması, müslümanları toplu kıyımdan geçirmesi, hilafetin islam aleminin siyasi ve askeri gücünün merkezi olan Türkiye'nin sırtını islam'a döndürmesi, dolayısıyla Türkiye'yi Avrupa'nın aşağılık, onursuz bir uydusu yapmaıs için Mustafa Kemal getirildi. Aynı zamanda bölgenin geri kalanına örnek olması için de bu adam sahte kahramanlıklarla bezeyip efsaneleştirildi.[99] İşi bitirildikten sonra, 'hasta adam'ın mirası yahudilerin iki sadık dostu Britanya ve Fransa arasında bölüştürüldü. Britanya o sırada haçlı dünyasının lideriydi ve güneş batmayan imporatorluğun sahibiydi. Siyonizmin baş destekçisi de oydu. Ünlü Belfour va'dinin sahibi yahudi kökenli Belfour, imparatorluğun dışişleri bakanıydı. Onun Filistin sorunuyla ilgili olarak atadığı elçi Samuel Hur'da yahudiydi. Bu ortamda devleti kurma hazırlıklarına başlandı. Devletin sahip olduğu topraklar yahudilere teslim edildi. Geri kalan topraklar da yüksek fiyatlarla satın alında. Sonra topraklarını satan yahudi kızları aracılığıyla kandırıldılar ve bütün paralar tekrar yahudilere geri döndü. Bu kızlar Telaviv'de bu benzeri amaçlar için çalıştırılıyorlardı. Filistin çevresinde ise kendi başına ayakta duramayacak güçsüz devletler oluşturuldu. Bunlar ya Britanya'nın ya da Fransa'nın boyunduruğu altındaydılar. Bunların siyasi bir etkinlikleri yoktu. Bunların orduları -ki bunlar mecazi olarak ordu diye isimlendirilirler- göstermelik askeri birliklerdir ve sadece törenler de kullanılabilirdi. Bir diğer hedef de arapları askerlikten ve silah taşımaktan nefret ettirmekti. Zornulu askerlik döneminde arap gençleri aşağılayıcı, onur kırıcı işlerde kullanılırlardı ki, askeri eğitim açısından bunlar gereksiz derler, İngilizler, Faransızlar kendi memleketlerinde askerlerini bu tür işlerde kullanmazlardı. Söz konusu develetçiklerin askerlerinin erzak ve silahı di ingilizler ve fransızlar tarafından temin edilirdi. Şayet İngiltere ve Fransa silah ve erzak vermekten vazgeçselerdi, bu ordular havaya doğru da olsa, bir el bile ateş edemezlerdi.[100]
Bu devletçikler bütün bunların yanısın... Yani siyasi, askeri ve doğal olarak ekonomik güçsüzlüklerinin yanısıra birbirlerine düşman ve hasımdılar. Hiç bir bağ etrafında bir araya gelmezlerdi. Ne İslam, ne araplık ve ne de iyi komşuluk. Bu saydıklarımız sadece düşmanlık ve husumete neden olmaktaydı. Milliyetçilik ve vatanseverlik öncüleri çok önceden va'dedilmiş(!) bu günlere hazırlık niteliğindeki tohumlarını bu topraklara serpmişlerdi. Bu akımların her birinin 'önder'(!) ve 'kahraman(!) olarak lanse ettiği kimseler vardı. Önceki bölümde, Mısır'da Sa'd Zaglul kıssasının anlatmıştık. Her ülkenin benzeri bir kıssası vardı. Söz konusu bölümde de işaret ettiğimiz gibi bunun nedeni, düşünsel işgalin yolaçtığı inanç geriliğiydi. Nitekim bu işgal başarıya ulaştı, zehirli düşüncelerini ümmetin gerçek islam'dan uzak oluşu, sabır ve takva gibi yüce Allah'ın ümmeti zehirli akımlardan koruyan unsurlar olarark nitelediği duygulardan yoksun oluşuydu. "Eğer sabreder ve Allah'tan korkup günahlardan sıkanırsanız onların hilesi size hiç bir zarar vermez." (Al-i İmran/ 120) Bu tür fikirler, ümmetin birliğini bozsun, parçalasın diye sokulmuştur islam ümmetinin arasına, çünkü başka milletlere ve milliyetlere düşmanca yaklaşmak milliyetçiliğin gereğidir. Ortak hedefleri olmakla beraber aralırmdaki kin ve düşmanlık gün geçtikçe güçlenir. Çünkü her biri tek başına hedefe ulaşmak ve diğerlerini bundan yoksun bırakmak ister. Milliyetçilik Avrupa'da yerel sebeblerden dolayı başarılı oldu.[101] Avrupa bunun her zaman başarıyla sonuçlanan bir oyun olduğunu sandı. Çünkü Avrupa -kenid tarihsel süreci içinde- sanayileşme ile birlikte çağdıaşlaştı, İslam dünasmı işgal ederek, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini en son noktasına kadar talan ederek, maddi refahını gerçekleştirdi. Avrupa çelişen ve çatışan milliyetçi duygular yüzünden hem kendisinin ve hem de dünyanın başını bir kaç kez belaya sokup büyük felaktlere yol açmıştır. Müslümanlar gelince. İslam milleti ve İslam yurdu için millyetçilik sadece büyük yıkımlara yol açan bir fitne oldu. Bunun dışında bir şey de elde edemediler. Öncekinden daha güçlü olamadılar. Sadece düşman tarafından daha kolay yutulabilecek küçük lokmalara dönüştüler. 'Hasta adam'ın başına gelen bunca felakete rağmen,düşman bu haliyle onu yutamıyordu.[102] Otuzlu yılların sonlarında, küçük bir çocukken Irak'ın dışişleri bakanının sarfettiği sözleri hala dehşetle ve hayretle hatırlıyorum. Irakın bir hava filosu oluşturduğu zaman şöyle demişti bakan: "elimizde, bir yerde durmadan Kahieryi vurup dönebilecek uçaklarınız var." Ne hayret verici bir şey! ve ne kadar ilginç! Irak uçakları, kendi toprakları içinde -Musul'da- üslenmiş ingiliz kuvvetlerini bombalamaktan acizken, neden Kahireyi bombalamayı düşünüyor? Kahire onlar ne yapmıtşı ki, onu bombalamayı düşünüyorlardı. Fakat bilinçli olarak İslam topraklarına serpilen zehirli tohumlar buna yolaçmıştı. Liderler (!) ve kahramanlar(!) halkın kafasının karşıtırmak için buna önayak oluyorlardı. Fitne arttıkça parçalanma hızlanıyordu, sonuçda düşman karşısında daha zayıf, daha güçsüz ve daha önemsiz bir duruma düşülüyordu.
Eğer müslümanlar yüce Allah'ın emrettiği gibi tek bir ümmet olsalardı, bölgedeki ve başka yerlerdeki haçlı varlığı ve Siyonist varlık güven içinde olabilir miydi? "Hepi'niz birden Allah'ın ipine sanlın, sakın ayrılığa düşmeyin, allah'ın size verdiği nimetini anın. Birbiriniz düşman iken kalplerinizin arasını uzlaştırdı. Onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Ateşten bir çukurun kenraında idiniz de o sizi ondan kurtardı. İşte böylece Allah size ayetlerini açıklamaktadır ki bu sayede doğru yola erişebilesiniz." (Al-i İmran/ 103) Siyonist devletin etrafını saran devletçikler bu durumda oludğuna göre, askeri, siyasi ve ekonomik zaaf içinde bulup birbirleriiyle bir kelime etrafında birleşemeyecek kadar dağınık ve önemsiz oldukarma göre, İslam düşmanlarının korkacağı ne kaldı? Evet bir şey kaldı. Gençler!.. Bu hedef etrafında birleştiği zaman, ona ciddiyetle sarıldığı zaman gençlik büyük ve önemli bir güçtür. Bu yüzden düşmanlar gençliği yüzlaştırmaya, bertaraf etmeye, kafasını çelişkiler ve çöküntüye yol açın zehirli fikirler sokmaya çok önceden başladılar. Ki, belli bir amaç etrafında birleşmesin, hiçbir şeye ciddiyetle sarılmasın. İşte, açık-saçık gazetelerin, filmlerin ve plajların hikmeti(!) budur. Kadını dininden, ahlakında ve geleneğinden çıkarmakla güdülen amaç budur. Kadının soyunarak sokağa çıkmasının ardında bu amaç yatmaktadır. Hem kendisine ve hem de çevresindeki gençlere yıkım getirsin diye kadın evden çıkartıldı ki, hristiyan misyoner 'Zaumer'in amaci gerçekleşsin. Bu misyonerin yahudi mezarlığına gömülmesini vasiyet etmesi, bir yandan kökenini ortaya koyarken, bir yandan da, şahsında somutlaşan haçlı-siyonist ittifakını dile getiriyordu. 1935 yılında Kudüs'te düzenlenen misyonerlikle ilgili konferanda, misyonerlere hitaben şöyle diyordu: "Siz islam memleketlerinde bir kuşak ortaya çıkardınız ki, bunlar ne Allah'ı biliyorlar ve ne de bilmek istiyorlar. Müslümanları islam'dan çıkardınız ama hristiyanlığa sokmadınız. Böylece hristiyan sömürgeciliğinin isteğine uygun bir islam kuşağı ortaya çıktı. Bunlar önemli ve büyük meselelere ilgi duymazlar, rahatı ve tembelliği severler, dünyada bir tek şehvetle ilgilenirler. Göreviniz en mükemmel bir şekilde tamamlandı. En iyi sonuçları elde ettiğiz. Hristiyanlığı berektlendirdiniz. Emparlizm sizden hoşnuttur. Mesajınızın gereğini yerine getirmeye devam ediniz. Mübarek savaşınızın faziletiyle rabbın bereketlerine mazhar oldunuz."[103] Her bakımdan sağlam ve iyi tasarlanmış bu stratejiyle 1948 yılında yahudi devleti kuruldu. Hertzl'in 1897'de verdiği konferanstan elli yıl sonra... Amerika ilanın üzerinden yarım gece geçmeden kurulan devleti tanıdı. On dakika sonra da, dinsiz bir temele dayanan, dünyada din esasına dayalı bir devletin kurulmasını karşı çıkan Rusya yahudi devletini tadığını duyurdu. Devletin resmen ilan edilmesinden önce 1948 yılı boyunca arap orduları(!) ile yahudi çeteleri arasında danışıklı çatışmalar meydana geldi. Ki bütün kuvvetler önceden planlanmış, üzerinde görüş birliği sağlanmış çizgi üzerinde bulunsunlar. Danışıklı arabuluculuklardan biri de Britanya'nın Mısır ordusuna yaptığı erzak sevkiyatmı durdurması, dolayısıyla da savaşın durmasına yolaçmasıydı. -Tesadüfe bakın ki- tam da bölüşüm çizgisine ulaşıldığında erzak sevkiyatı durdurulmuştu.
İşte bu sırada herkesi dehşete düşüren bir sürpriz yaşandı. Hiç kimsenin aklına böyle bir şeyin olacağı gelmemişti. İhvan- Müslimin'e mensup fedailer savaş alınna girdiler. Allah yolunda cihad eden ve Allah için şehid olmayı amaçlayan bir mü'minin kararlılığı ile yiğitçi meydana atıldılar. Yahudiler çok geçmeden bu mücahidlerle savaşmanın, düzmece bir savaş senaryosuyla meydana sürülen ordularla savaşmaktan farklı olduğunu anladılar. Sözkonusu ordular danışıklı savaşın, ortalaşa hazırlanan senrayonun birer aracıydılar. Sadece yahudiler şaşkına dönmediler kuşukasız, haçlı dünyasıda dehşet içinde kalakalmıştı. Yahudailer, bir kaç çatışmadan sonra İhvan-i Müslümin fedaileriyle karşılaşıp "Allahu ekber ve lillahil hald" sadalarmı duyunca, silahlarını, teçhizat ve mühimmatlarını bırakarak canlarını kurtarmak için kaçıyorlardı. Kendilerinin hayatı sevdiği kadar ölümü seven bu fedailerden kurtulmak için can havliyle kaçıyorlardı. Doğrudan savaşa katılmasalarda haçlıların uğradığı şaşkınlık yahudilerinkinden az değildi. Şehid Hasan el-Benna'nın önderliğinde ki İslaml hareket, 1928 yılından itibaren haçlılara büyük sıkıntılar yaşatmıştı. Özellikle, ingilizlerin karargahının bulunduğu İsmailiye bölgesinde, haçlılara zor anlar yaşatmışlardı. O sıralar haçlı dünyasının lideir konumundaki Britanya Hasan el-Benna'nın titizlikle kurduğu cemaati yakından izliyordu, onunla ilgili haberler alıyor, ajanları aracılığıyla cemaatin içine sızmak için büyük çaba serfediyordu. İngiliz oryantalist Gibb'in yazdığı 'Modern Trends in İslam (İslamda modern akımlar)' adlı kitabındaki bir paragrafa yer vermek istiyorum. (İlk baskıdan sonra bu paragraf çıkartılmıştır.) Gibb sözkonusu kitabında, modern İslami akımları Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh'a dayanan bir dipnotta şunları yazıyor:[104] "Bundan sonra (yazarın ele aldığı dönemin üzerinden bir müddet geçtikten sonra) Ihvan-i Müslimin adı verilen bir cemaat ortaya çıktı. Hasan el Benna adında bir kişi liderlik ediyordu. Cemaatin başına geçmesi eskiye dayanıyor. Bununla beraber cemaatin özel bir öneme sahip olduğu ortadadır.11 İfadeden anlaşıldığına göre İngiltere bu cemaaten korkuyor ama içyzünü de tam anlamıyla bilmiyor. Kitabın ilk baskısının gerçekleştiği 1936 yılında durum bundan ibaretti. 1948 yılma kadar yani İhvan Fedaileri'nin Filistin savaşına katılmalarına kadar aynı durum devam etti. Ama bir farkla. İngiltere cemaatten eskisine oranla daha çok korkuyordu. Bunun kanıtı da, 1942 yılında İmam Hasan el-Benna'nın seçimlere aday olmasının önlemek için İngitere'nin doğrudan devreye girmesi[105] ve adaylığı engellemişi, için hükümet başkanı Nuhos Paşaya baskı yapmasıdır. Ancak içine sızmak için sarfettiği bunca istihbarat çalışmasına rağmen İngiltere hiç bir zaman İhvan-i Müslimin cemaatinin
mahiyetini tam olarak öğrenemedi, bu gün bile öğrenibilmiş değildir. Ama korkusu hala sürmektedi. Bu yüzden yahudiler kadar ingilizler içinde bu sürpriz şaşkınlık vericiydi. Britanya -onun şahsında tüm haçlı dünyası- için İhvan-i Müslimin'in eylemi en azından iki bakımdan sürpriz oldu. Her şeyden önce, haçlı dünyası, İslam'a ilişkin olarak kötü bir zanna kıpılmıştı: Güya İslam miadını doldurmuş, tarih sahnesinden çekilmişti. Müslümanların son asırlarda içine düştükleri ölümcül zayıflıktan sonra, İslam'ın yeniden dirilmesi, bir İslami cihad hareketinin doğması imkansızdı.(!) Hindistan'da Kuzey Afrika'da Sudan'da İslam dünyasının diğer bölgelerinde mücadele veren tüm İslami cihad hareketleri sönmüştü, ortadan kaldırılmıştı. Etrafa zehir saçan fikir işgali cihad ruhunu siyasi hareketlere dönüştürmüştü. Bu hareketlerin de en yüce idealleri meydanlarda mitingler düzenlemek meyhanelerin kapılarını, camlarını kırmak, reklam panolarını indirmek, polisleri taşlamak, sonra da görevi yerine getirmiş olmanın hazzı ile gelip evde oturmaktır. Zaman zaman etrafa zarar veren şiddet hareketlerine de giriştikleri olur. Düşman siyasi hareketlerin başlattığı bu 'amansız direniş(!)' karşısında yavaş yavaş geri adım atmak zorunda kalır(!). Oysa düşman ülkeyi teslim edeceği güvenilir yöneticiler ortaya çıkarmanın peşindedir. 'Allah'ın indirdikleriyle hükmetme1 düşüncesinden soyutlanan kişileri bulduğu gün 'bağımsızlık1 tan hemen sonra yönetimi bunlar teslim eder. Otoriteyi bu güvenilir kişilere bırakıp kendisi sahneden çekilir. Bu yüzden haçlıların aklına İslam'ın bir daha bir cihad hareketi olarak dirileceği gelmezdi. Bununla beraber Mısır'daki İhvan-i Müslimin harekitinden korkar, onu sürekli gözetlerlerdi. Gibb'in 'VVhiter islam1 adlı kitabında dile getirdiği endişeyi her zaman içlerinde taşıyorlardı:" Bu dinin oluşturduğu en büyük tehlike zahiri sebepler olmaksızın ve dirilişin gerçekleşeceği yeri önceden kestirme imkanı olmaksızın ansızın ortaya çıkıvermesidir. "Her şeye rağmen haçlılır dirilişin bu şekilde gerçekleşeceğini tahmin etmeyorlardt. ikincisi: Haçlılar çok öncden; Napolyon'un Mısır'ı işgali yıllarında (1798) yani sözkonusu olaylardan bir buçuk asır önce Mısır'daki Islami temelleri çatlatma işine başlamışladı. Bu süre boyunca -önceki bölümde açıkladığımız gibi- islam'ı ortadan kaldırmak ve Mısır'ı nihai olarak İslam dairesinden çıkarmak için her yola başvurdular. Bu çabalar özellikle 1882'de başlayan 1954'e kadar devam eden İngiliz işgali döneminde doruğa çıkmıştır. Bu yüzden söz konusu fedailerin Mısır'dan[106] çıkmış olması, oradan gelip bu nazik zamanda danışıklı dövüşe katılıp planları altüst etmesi haçlılar için sürpriz olmuştu. Bu noktada, haçlılar ve Siyonistler bir hedef üzerinde, dolayısıyla bir karar etrafında birleştiler. Yahudi devletinin işinin rayına oturması, dolyasıyla haçlı emellerinin gerçekleşmesi için bu cemaati etkisiz hale getirmek kaçınılmazdır.
İslam ve arap okyanusunun ortasında bir yahudi devletini kurmak haçlıların ötedenberi güttükleri bir amaçtı. Lord KampI 1908 yılındaki ünlü raporunda buna işaret ediyor. Rapor sahibi uyuyan devin bir gün uyanabilceğini işaret ediyor. Müslümanların aklında böyle bir fikir yokken haçlılar bölgede bölye bir uyanış karşısanda ne yapacaklarına ilişkin planlar yapıyorlardı. Çünkü yüce Allah'ın da bildirdiği gibi onlar bu dini evlatlarından daha iyi biliyorlardı: "Kendilerine kitap verdiğimiz topluluklar, onu kendi oğulllarını tanıdıkları gibi tanırlar." (Bakara/ 146) Britanya o gün için haçlı dünyasının lideri olduğu için ve diğerlerine oranla bölgede daha geniş etkinliğe sahip olduğu için; haçlı ülkelerinin tümünün birden ilgilendiği, bu hususta birbirlerine yardımda bulunduğu hedefin gerçekleşme imkanlarını oluşturma işini ona havale ettelire. her biri bu amacın gerçekleşmesinde en büyük başarım kendisine ait olmasını içtenlikle istemesine rağmen, koşullar öyle gerektirdiği için Britanya'nın bu işi üstlenmesini istedilere. İngiltere bölgede araştırma yapmak üzere -Lordlar Kamarası üyesi- Lord Kampl'ı görevlendirdi. Görevi bölgeyi incelemek ve sonunda bir rapor hazırlayıp tüm ilgililere sunmaktı. Sonunda Lord KampI ünlü raporunu yazdı. Şöyle diyordu: "Burda bir tek halk vardır, okyanustan körfeze kadar konuştukları dil birdir, inandıkları din, yöneldikleri kıble birdir. Kültürleri bir, amaçları birdir ve toprakları da bitişiktir. Ama bu gün için avucumuzun içindedir. Fakat kıpırdamaya başlıyor. Yarın bu dev uyanacak olursa ne olacak halimiz?" Yarın olması beklenen, haçlılaran endişeli bir bekleyiş içinde gözetledikleri gelişme apaçık ortadır. İslam'dan, islam olduğu için nefret eden; müslümanlara müslüman oldukları için kin beslleyen haçlı nefreti bir yana... "Size bir iyilik dokunursa bu onların canını sıkar, başınıza bir musibet gelse, buna da sevinirler." (Al-i İmran/ 120) Evet bu tarihsel kin bir yana, devin uyanması ile birlikte etkilenecek siyasi ve ekonomik çıkarlar sözkonusudur. Çünkü Avrupa, bu günkü durumuna müslümanlarm topraklarını, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini sömürerek ulaşmıştır. Avrupa İslam aleminde yayılmaya başlamadan önce neydi? Ne kadar güçlü olursa olsun, kendi kıtasına kapanıp kalsaydı ve dışarı ile mücadeleye girişmeden önceki gibi kendi iç mücadeleleriyle uğraşmaya devam etseydi ne olabilirdi ki? Avrupa bu günkü gücüne, refah düzeyine, üzerine gökten boşanırcasına yağan servete islam alemine yönelik haçlı işgalleri sayesinde ulaşmıştı. Yarın bu dev uyansa ve talan edilen servetini ve zenginliklerini istese durum ne olacaktı?
Hiç kuşkusuz bu durum Avrupa'nın hayrına olmayacaktı! Şimdi Lord KampI çözüm yolunu öneriyor: "Bölgenin ortasında bize dost ama bölgeye düşman bir devlet oluşturmak suretiyle bu halkı birbirine bağlayan bağı koparmalıyız. Dev uyanmaya kalkıştıkça bir yanına batıp uyuşturacak bir diken işlevinin görmelidir bu devlet." İşte 1948 yılında kurulan yahudi devleti bu amaçla kurulmuştur, işte 1908 yılından beri -eğer bundan önce böyle bir palan yoksa- yürürlüğe konan haçlı planı budur. Bundan dolayı haçlı dünyası ile dünya siyonizmi ortak bir hedef ve ortak bir karar etrafında birleşmişlerdir. "Yahudi devletinin işinin rayına oturması, dolayısıyla haçlı emellerinin gerçekleşmesi için bu cemaatın etkisiz hale getirlmesi kaçınılmazdır." Meselenin ağır, uzun vadeli bir palan tahammülü yoktu. Ahlaki dejenarasyon ve düşünsel saldırı planına yer yoktu. Çünkü bütün bu planlar yürürlükteyken, birbuçuk asırlık kesintisiz çabanın ürünü her türlü yönteme başvuruluyorken, buna rağmen fedailerin Filistin savaşı sırasında ortaya koyudukları İslami diriliş haçlılar için tehlike oluşturan bu şekliyle gerçekleşti... Peki yapılacak ne kalmıştı? Bu güne kadar yapılanlar, olduğu gibi devam etmeliydi. Dine, ahlaka ve geleneği saldıran kitapların basımı ve yayının sürmeliydi. Açık-saçık filmler, müstehcen gazeteler ve her türlü rezaletin sergilendiği plajlar olduğu gibi sürmeliydi. Genç kızlar dün olduğu gibi bu günde ahlaksızca sokaklarda boy göstermeliydiler. Diskotekler, kumarhaneler ve batakhaneler açık olmalıydı. Bunların faaliyetleri katlanarak sürmeliydi. Ancak yaklaşan korkunç tehlikeyi önleyecek bir çözüme başvurmak kaçınılmazdı. Olaylar çorap söküğü gibi geldi... Yabancı ülke elçilerinin İsmailiye bölgesindeki 'Fayd' kentinde Britanya ordu komutanlarıyla bir toplantı düzenleyip Mısır hükümetine, İhvan-i Müslimin probleminin çözümü için faaliyetlerinin durdurulmasının zorunluluğuna ilişktin bir uyarı niteliğindeki bir mesaj iletildi. Bunun ardından tutuklamalar, işkenceler, sürgünler başladı. Şehid Imam'ın 1949 ylınıda bir suikaste kurban gitmesiyle olaylar doruğa çıktı... Bir müslümanın(!) aracılığı ile Şehid İmam'ın öldürülüşünü planlayan haçlılar ve Siyonistler, onun ölümü ile sorunu sonsuza dek çözümleneceğinin, İslam düşmanlarının rahata kavuşacağını, artık bu tür sorunlara kafa yormayacaklarını sanmışlardı. Gafil olmakla beraber onlar bu zanlarmd bir bakıma mazur sayılırlardı. Hasan elBenna'yı öldürtmekle onun kurmuş bulunduğu cemaati yok edeceklerini sanmaları bakımından mazur sayılırlardı. Çünkü el-Benna gerçekte cemaatin her şeyiydi. O, cemaatin kurucusuydu, direktif ve idaresiyle cemaatin en büyük sorumlusuydu, düşünen aklıydı, atan kalbiydi, hareket ettiren ruhuydu. Bu yüzden -ki onlar bu bakımdan mazurdurlar- onu öldürmekle cemaatin dinamizmini kırıcaklarını, onunla birlikte cemaatin de sonsuza dek ortadan kalkacağını sanmışlardı. Ne varki onlar ilahi yasadan habersizdiler: Uğruna kan akıtılan bir hareket ölmezdi!
Çok önemli bir gerçeğin farkında değildiler: Bizzat kendileri, -yüce Allah'ın takdiri gereği- önüne geçmek için bunca kan dökmelerine karşın davanın dirilişine hizmet ediyorlardı. İbrahim Abdulhadi hükümetinin uyguladığı hapis ve terör eylemlerinin üzerinden iki yıl geçmişti ki 1950 yılında Mısır'daki siyasi durumda bir takım değişikler oldu. Bir takım özgürlükler verildi, normal koşullar içinde seçime gidilmesine izin verildi. Bu esnada büyük sürpriz gerçekleşti... Her alanda İslam'a yönelik mühiş eğilim başgösterdi. Üniversitelerdeki talebe birliklerinde yapılan seçimleride, bazı fakültelerde bütünüyle ihvanın adayları seçimleri kazandılar. En azından çoğunluk onlar geçti. İslam doktorlar, mühendisler, avukatlar ve işçiler arasında kök salıyordu. Bütün bunlardan daha da önemlisi ordu ve polis içinde de İslam yayılmaya başlamıştı. Her iki kurumda da, değişik rütbeler de subaylar İslami harekete bağlıydılar ve bunlar kendi kurumlarında ya da başka ortamlarda İslam'ın yayılması için çalışıyorlardı. Bu gelişmeler karşısında haçlılar ve Siyonistler İslami harekete indirdikleri ilk darbenin öldürücü olmadığını anladılar. Öncekinden daha ölümcül, daha etkin ve işbitirci bir dabenin indirilmesi kaçınılmazdı. Şeytanın planına göre bu seferkinden olumlu sonuç alınacaktı. Fakat, bu esnada dünyada meydana gelen olaylar bölgenin haritasını baştan sona değiştirmişti. Ama hedefte her hangi bir değişiklik olmamıştı. Savaşın Britanya ve Fransa'yı yıpratıp ikinci düzeyde devletler statüsüne indirgemişi ile birlikte 'özgür dünyalnm(!) liderliğinin ABD'ye geçmesi ile birlikte haçlı dünyasının liderliği de ona geçmiş oldu. Çünkü sözde özgür dünya gerçekte haçlı dünyasıydı. Haçlı dünyasının liderliği de her zaman engüçlü haçlı devletine geçerdi. Nitekim en güçlü ülke ingiltere olduğu sıralarda haçlı dünyasının lideri de oydu. Amerika askeri ve siyasi olarak önplana çıkınca da liderlik el değiştirdi. Çünkü haçlı dünyasının tümü aslında İslam ile savaş halindedir. Ancak fiili durum gereği liderlik en güçlü devlet hangisiyse ona gerçer. Bu devletler birbirleriyle çekişme halinde olmakla beraber, sözkonusu islam olunca tümü büyük bir dayanışma ve yardımlaşma içinde aynı safta birleşirler. İkincisi; dünya yahudiliğinin odak noktası da İngiltere yerine ABD oldu. Bu demek değildir ki, yahudiler İngiltere ile işbirliği yapmaktan vazgeçtiler. Kesinlikle hayır! Yahudi bulunduğu her yerde amacını hizmet edecek ortamı oluştrur. ister İngiltere'de, Fransa'da, Almanya'da, Rusya'da, Güney Afrika'da olsun hükümetlerle işbirliği yapmaya devam eder. Ne varki, en büyük çıkarlarını (veya kötülüklerini) garantiye almak için odak noktası olarak en güçlü devleti seçerler. Bu yüzden İslami hareket yönelik ölümcül darbe, daha önce yahudilerle İngiltere'nin işbirliği ile planlanırken, şimdi de yahudilerle ABD'nin işbirliğiyle planlanıyordu. Burada İslami uyanışın veya düşmanlaırn karşıt komplolarının tarihini yazacak değiliz. Bu başka bir çalışmanın konusudur ve uzmanlarının yapabileceği bir işitir. Ancak biz -konunun genel akışı içinde- belli başlı tarihsel gelişmelerin geniş bir çerçevisin çizmek amacındayız.
Nitekim biz, ilk cemaatin de tarihin yazmadık ama onun en belirgin özellikerini; yansıtan geniş bir çerçeve çizdik. Tarihsel sapmayı da kronolojik olarak dile getirmedik, sadece tarihsel sapmanın karekteristik çizgilerin belirgin biçimde ortaya koyuduk. Aynı şekilde İslami uyanış süreci içinde yaşanın gelişmeleri kronolojik olarak sunacak değiliz, amacımız tarihsel bir olgu olarak bu sürece değinmek; araştırmamızın elverdiği ölçüde, uyanışın en belirgin çizgilerine, karakteristik özellikerine işaret etmektir. Haçlılar ve Siyonistler İslami hareketi silip süpürecek son bir darbenin gerekliliği üzerinde görüş birliğine vardılar. Bundan dolayı Siyonistler -yeni koşulların geriği olarak- darbenin gerçekleşmesi için ABD ile işbirliğine gittiler. Bunun için uygun gördükleri kişi Cemal Abdünnasır, yöntem de askeri darbeydi. Çağdaş gelişmelerin mantığı gereği, haçlı ve Siyonistlerin doğal olarak bir araya geldikleri yer ABD'ydi. ABD realite olarak haçlıydı, ABD siyasetinin yahudilerin etkisinde olması bakımından da siyonistti. Bu noktadan harektele ABD'nin islam aleminde oynadığı haçlı ve siyonizme aynı anda hizmet rolünü kavrayabiliriz. İslam'a karşı askeri darbe yönteminin kullanılmasına gelince, -geçen bölümün sonunda değindiğimiz gibi- 'M. Kemal'in deneyiminde somutlaşan geçmişte uygulanan bir haçlı-siyonist taktiğine dayanıyor. Haçlılar ve Siyonistler M. Kemal'in deneyimine büyük önem veriyorlar, onu paha biçilmez bir hazine olarak nitelendiriyorlar. Onlar açısından böylesine büyük bir hedefe varmak için bu yöntem bulunmaz bir hazinenedir. Bu hedef, İslam'ı yok etmek, müslümanları kıyımdan geçirmektir. Sözkonusu deneyim, misyonunu yerine getirmek açısından -onlara göre- başarılı olarak değerlendirildiği için ABD -hiç tereddütsüz- daha önce M. Kemal'in kullandığı bu amaç için aynı yöntemi uygulamaya karar verdi. Askerler -psikokojik yapıları gereği- otoriteyi severler, onu kendi ellerinde tutma eğiliminde olurlar. Askeri darbe için, iki temel özelliğe yani büyüklük kompleksi, katı kalplilik ve İslam düşmanlığı gibi temel niteliklere sahip bir adam bulunca, istenen eyemi başarıya ulaştıracak tüm öğeler bulunmuş olur. Artık çılgın asker arzulanan kıyımı gerçekleştirmek üzere arzulanan şiddete başvuracaktır. Akla gelen veya gelmeyen en katı yöntemleri devreye sokacaktı. Otorite arzusu, cinnet düzeyine varan büyüklük kompleksi, katı kalplilik ve İslam düşmanlığı gibi arzulanan tüm unsurları bünyesinde barındırdığı için ilk kez uygulamaya konan M. Kemal'in deneyimi başarılı olmuştu. Kuşkusuz bundan önce deneyim gerekli düzeyde allandırılıp pullandırılmıştı, birazda sahte kahramanlıklarla bulandırımıştır. Bir önceki, dünya savaşında galip çıkan ve Anadolo'yu işgal eden müttefik kuvvetleri onun 'ezici kahramanlığı(!)' karşısında çekilmek zorunda kalmışlardı(!). Artık onun adı 'Gazi M. Kemal'di oysa 'kan dökücü M. Kemal ona daha çok yakışırdı. Bu günse, İslam aleminin ikinci ağırlık merkezi olan Mısır'daki İslami harekete bitirici darbe indirilmek isteniyordu. Çünkü haçlı ve Siyonistlerin aldıkları tüm önlemlere rağmen Mısır hala gerçek bir ağırlık merkezi olmaya devam ediyordu. Ve İslami hareket oradan civar arap ülkelerine, Suriye'ye, Ürdün'e, Irak'a ve Sudan'a sıçramıştı. Önlem alınmayacak olursa daha geniş boyutlu bi yayılma göstermesi de mümkündü.[107]
Bir siz daha şu hususu vurgulamak istiyoruz. Amacımız Islami uyanışın tarihini ve düşmanlarının karşı komplolarını tarihsel olarak sunmak değildir. Asıl amacımız en önemli hedefleri önplana çıkaran en belirgin karakteristik çizgileri işaret etmektir. 26 Ekim 1954 tarihinde İskenderiye komplosu düzenlendi. Ardından Ihvan-i Müslimin'e mensup yirmi bin dolaylarında genç-ihtiyar sıkıyönetim hapishanelerine ve diğer hapishaneler dolduruldu. Bu suçsuz insanlar kelimelerin ifade etmekten aciz kaldığı envai çeşit işkencelerden geçirlid. Bir söz ustası bile, bir hatebet dehası ible yaşanan bu vahşeti nitelemede aciz kalır.[108] Sıkı yönetim hapishanesindeki işkence aletleri 1954 yılından beri -yani iskenderiye komplosundan beş ay önce- hazırlanmıştı. Zebaniler o tarihten itibaren nazi uzmanları tarafından eğitilmişlerdi. Mitlerin esir kamplarında işkence için kullandığı bu uzmanlar o tarihten itibaren bu iş için ücretle tutulmuşlardı.[109] 1954 yılında Ihvan-i Müslimin'in başına gelenler iskenderiye komplosundan başka bir mesel ile de ilintilidir. Bu olayın, Başkan Einzenhauvver'in Filistin sorununu araştırıp çözümü yollarını önermesi için görevlendirdiği 'Jahnston' raporuyla da ilgisi vardır. Johnston üstlendiği görevi yerine getirmiş, bölgeyi gezmiş, araplarla ve yahudilerle görüşmüştü. Sonra üç ana noktaya dayanan ayrıntıl bir rapor hazırlamıştı. Raporum öngördüğü birinci nokta: Ürdün Nehri'nin aşağıdaki şekilde araplarla yahudiler arasnda paylaşılmasıydı. Nehrin kaynağı her iki ülkeden aktığı için Suriye ve Lübnan devletlerinin her ibri suyun % 10'unu alacak. Ürdün ve israil'de suyun % 40'ını alacaktı, israil bu suyu Nakab çölünü sulandırmak için kullancak, böylece üçmilyon civarındaki yeni yahudi göçmenleri barınma imkanına kavuşacaklar. Ürdün ise bu su ile, göçmen araplarm iskan amacı île batı yakasındaki üçmilyon dönüm araziyi sulacak.[110] İkinci nokta: İsrail ile komşu arap ülkelerinin sınırları kesin biçimde belirlenmediğinden[111] bir çok arap, hala arap toprağında olduğunu sanarak İsrail toprağı sanarak arap topraklarına girebiliyorlar. Bu da bölge güvenliğini tehlikeye sokan çatışmalara neden oluyor. Bu nedenle geçici bir süre içinde olsa israil ile arap ülkeleri arasındaki sınırı belirlemek yararlı olur. Nihai sınır daha sonra belirlenir, arap ülkeleri ile İsrail arasında ikiyüz metre genişliğinde bir tampon bölge oluşturulmalıdır.[112] Üçüncü nokta: Bundan sonra araplarla yahudiler arasında üzerinde görüş birliği sağlanamayan sorunlar kalırsa, bu ronları çözümlemek için yuvarlak masa etrafında toplanırlar.[113] Bu rapor ve raporun içerdiği hususlar, bu hususların arapları kandırması, gizli veya açık olarak yahudilere hizmet etmesi şu anda bizi ilgilendirmiyor. Artık tamamen tarihe malolmuştur. Gerçekte bu rapor bir aşamadan başka bir şey değildi. İsrail bundan sonra dilediği gibi genişleme imkanını bulacaktı. Nitekim İsrail bu raporun öngördüğü
hususların tümünü bugün geride bırakmıştır. Batı Şeria'nın tümüne, Ürdün nehrinin yüzde doksanına el koymuştur. Müslümanlardan kimisi katledildi, kimisi yurdundan koparıldı, evsiz barksız mültecilere dönüştürüldü. Bizi asıl ilgilendiren, Johnston'un raporunun sonunda sarfettiği sözlerdir. Ki bu rapor aynı zamanda ABD'nin israil'i o tarihteki sınırları içinde kökleştirmek amacı ile buşvurduğu yöntemi ortaya koyuyor. Amerika'nın amacı israil'in varlığına yasallık kazandırmaktır. İleriye dönük bir adım olarak yahudilerin buna ihtiyaçları vardı. Bundan sonra önceden planlanan ve israil ile ABD arasında üzerinde görüş birliği sağlanan hedeflere emin adımlarla yürünecekti. Raporun son cümlesi şöyleydi: "Fakat, üyelerinin sayısı Mısır ve diğer arap ülkelerinde birmilyon bulan güçlü, silahlı ve tutucu bir örgüt İhvan-i Müsiimin varoldukça... Evet, bu örgüt bu gücüyle varlığını sürdürdükçe bu çözümün gerçekleşmesi mümkün olmayacaktır, ortadoğdu işler rayına oturmayacaktır!" Bunun anlamı gayet açıktı. "Bizim için bu cemaatin işini bitirin ki, bu çözüm gerçekleşsin ve Ortadoğuda işler rayına otursun" demek istiyordu. Haziran 1954 tarihinde rapor başkan Eizenhouvver'e sonuldu ve başkan raporu onayladı. Böylece raporun öngördüğü hususların yürürlüğe girmesi için Cemal Abdunnasır'a işaret verilmiş oldu. İşte bu rapor ve sonrasındaki gelişmeler, iyi niyetli inan Üstad Hasan Seyyid'in telaşının nedinini açık biçimde ortaya koyuyor. Üstad onların içinde yaşıyordu, onlardan duyduklarıyla İhvan-i Müslimin'e ne yapacalarmı iyi biliyordu. Kan içici sahte kahramanın eliyle o iğrenç katliam gerleşti. Bir çok insan ipe çekildi. Suçsuz günahsız gençler zebanilerin elinde işkenceden öldüler. Ülke, uzun yıllar dehşetin kol gezdiği ölümcül bir korkunun gölgesinde yaşadı. Manazara öylesine iç karartıcıydı ki, bir çok insan islami hareketin bir daha geri dönmemek üzere sona erdiği düşüncesine kapılmıştı. Düşmanlar planın başarısından emindiler. 1962 yılında 'Bu Günkü Arap Dünyası1 kitabında Morroe Berger şunları söylüyordu: "Dini akımlarla laik (sekuler) akımlar arasında yinelenen bu çatışmaların en şiddetlisi 1954 yılından sonra Mısırda yaşandı. Aşırı eğilimli İhvan-i Müsiimin cemaati, laik[114] hareketin gittikçe güçlendiğini görünce, 1952 yılında iktidara gelen eski müttefiklerine karşı koydular. Mısır rejimi İhvan-i Müslimin'i acımadan ezdi. Cemaatin İslam birliğini ve dindışı laik milliyetçiliğe karşı çıkmayı öngören çağrısını bastırdı.[115] Çünkü İslam'a göre insanlar ya bütün tavır, davranış, yani pratikleriyle, duygu ve düşünceleriyle dine girerler ya da dinin dışında olurlar. İslam'da bazı hareket ve duyguların dinin çerçevisinin dışında olması buna rağmen sözkonusu kişinin müslüman kabul edilmesi gibi laik bir mantığa yer yoktur. Böyle bir matık ancak dini esasları tahrif edilmiş kilise için geçerlidir. Kilise "Sezar'ın hakkını Sezar'a, tanrının hakkını tanrıya ver11 diyor. Yüce Allah ise şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler, bütün varlığınızla İslam'a girin ve sakın şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o sizin apaçık
düşmanınızdır." (Bakara/ 208) yani tüm benliğinizle, herşeyinizle, tüm duygu ve hareketlerinizle islam'a girin. Yazar bir sonraki sayfada ise şöyle diyor: "Dini akım ile laik akım arasındaki çatışma kaçınılmazdır. Ancak bu çatışmayı bazı dönemlerde ertelemek mümkün olabilir. Şu kadarı var ki bu çatışmanın galibi eninde sonunda dinsiz yani laik milliyetçilik olacaktır."[116] Sonra yazar (sh. 385-387) Rusya, Türkiye ve Mısır'daki toplumsal değişimden uzun uzadıya sözeder. Bundan çıkardığı sonuç ise şudur: "Cemal Abdunnasır eğitim sistemini değiştirmek, sanayileşmeyi teşvik etmek, kadın eğitimine önem vermek ve aile bağlarında değişiklik yapmak suretiyle Mısır'da laik (dinsiz) bir süreç başlatmıştır... Bu süreç ağır işliyor ancak geriye dönüş söz konusu olamaz. (!) Ne varki Cemal Abdunnasır'ı dolayısıyla siyonist-haçlıları dehşete düşüren bir kader bekliyordu. Nasır'ın istihbarat elamanları 1963 yılında İhvan-i Müslimin saflarında bir hareketin belirdiğini, bu hareketin kaynağının ve gücünün kesin olarak bilinmediğini ancak gündün güne geliştiğini rapor ettiler. Bu seferki sürpriz öncekilerden daha etkiliydi! Bütün olup bitenlere rağmen mi? Kuşkusuz İslami uyanış öteden beri ilgililer için, yani haçlılar ve Siyonistler için bir sürprizdi. Hareketin liderinin öldürülmesinden sonra gelişmelerin boyutları da ilgililer için ikinci bir sürprizdi. Abdunnasır'ın tarihte eşi görülmemiş[117] işkencelerinden, katliamlarından sonra, yine de hareketin saflarında etkin bir faaliyetin olması islam düşmanları arasında sarsıcı bir sürprizdi. Bundan dolayı kan içici sözde kahramanın 1965 yılında işlediği cinayetler, döktüğü kanlar, 1954 kıyımından çok daha şiddetli ve dehşet vericiydi. Üçüncü kez söylüryoruz ki, amacımız İslami uyanış sürecini kronojik olarak sunmak değil. Abdunnasır'ın hayatını da yazmak istemiyoruz. İslami hareketi etkisiz kılmık için siyonist-haçlılarm yürürlüğe kuydukları planları birer birer anlatmak da amaçlarımız arasında yer almıyor. Biz sadece bu olguyu, İslami uyanış olgusunu etüt ediyoruz. Bu süreç önce bir adım gönlünde başladı. Allah onun kalbini açmış, ruhuna aydınlanma ve Allah'la iletişim kurmanın arı duygusunu bahsetmişti. Bu sayede islam'ın yüceliğini algılamış ve bu yüceliği pratik hayata yansıtmak için hareket geçmişti. Önceleri bir sofu olarak yaşamını sürdürdü. Çocuk yaştan itibaren bir tasavvuf cemaatine bağlanmışıt. Böylece ruhsal aydınlanması derinleşmiş, kalbi Allah'a ulaşmıştı.
Fakat o, -yüce Allah'ın gerçeği göstermesi sayesinde- İslam'ın sofular arasında temsil edilen, uygulanan biçinden daha geniş kapsamlı, daha büyük olduğunu anladı, islam eksiksiz bir hayat sistemiydi. Sırf kul ile Rab arasındaki manevi bir bağdan ibaret değildi. islam, pratik hayattan uzak tarikat ihvanlarının dar kapsamlı dünyalarıyla sınırlı bireysel nitelikli bir kulluk sistemi değildir. İslarn hem bireysel ve hem de toplumsal boyutları olan bir ibadet sistemidir ve müslüman bir toplumun kurulması ile somutlaşır. Bu toplumda yönetim egemenliği Allah'ın şeriatına aittir. Müslüman devlet Allah'ın şeriatı ile hükmeder. Hakimiyet Allah'a ait değilse yani Allah'ın şeriatı egemen değilse, önce müslüman fert meydana getirmeli, sonra müslüman aile, sonra müslüman toplum, ardından müslüman devlet oluşturmak şeklinde bir sistem içinde aşamalı ve tedrici bir oyl izlemek gerekir. Şehid imam 'Eyyuheş-şebab* adlı risalesinde şunları söylüyor: "Ihvan-i Müslimin'in izlediği hareket metodunun aşamaları belli ve adımları açıktır. Biz ne istediğimizi iyi biliyoruz, bu isteğimizi gerçekleştirecek aracı da biliyoruz. 1- En başta düşüncesi, inancı, ahlakı, duyguları, ameli ve davranışları ile müslüman bir adam istiyoruz. Bizim ferdi oluşumumuz budur. 2- Bundan sona düşüncesi, inancı, ahlakı, duyguları, ameli ve davranışları ile müslüman bir ev istiyoruz. Bu bakımdan biz erkek kadar kadına da önem veriyoruz. Gençler kadar çocukları da önemsiyoruz. Bizim ailevi oluşumumuz da budur. 3- Bundan sonra aynı niteliklere sahip müslüman bir halk istiyoruz. Bu yüzden biz mesajımızın her eve ulaşması, sesimizin her yerde duyulması, düşüncemezin yayılması, köylerde, kasabalarda, kentlerde, merkezlerde, metropolde, taşrada yankılanması için çalışıyoruz. Bu amaç uğrunda hiçbir çabadan geri durmayız, hiçbir aracı terketmeyiz. 4- Bundan sonra da müslüman bir hükümet istiyoruz. Ki, halkı mescide yöneltsin, ardından insanlığı islam'ın yol göstericiliğine kavuştursun. Tıpkı daha önce peygamber efendimizin yakın arkadaşları, Hz. Ebubekir ve Ömer'in (Allah onlardan razı olsun) yaptığı gibi. Bundan dolayı biz, islam esasına dayanmayan, meşruiyetini islam'dan almayan hiç bir yönetim şeklini tanımıyoruz. Şu siyasal partileri, küfür ehlinin ve islam düşmanlarının bize dayattığı şu yönetim biçimlerini kabul etmiyoruz. Her yönüyle Islami olan bir yönetimin kurulması için çalışacağız.[118] Onun kalbinin ve ruhunun derinliklerine nüfuz eden bu ışık -ki, bu gerçeği görmesini sağlayan da bu ışıktır- kuşkusuz ilahi bir yol göstericiliğin sonucuydu. Bu, aynı zamanda yüzyılı aşkın bir bir zamandır genelde tüm İslam alemini, özelde de Mısır'ı etkileyen olayları iyi takip etmenin ve sağlıklı biçimde değerlendirmenin bir göstergesiydi. Daha önce Rifaı Rafi et-Tahtavi'nin, Cemaleddin Afgani'nin, Muhammed Abduh'un ve batı karşısında ruhsal hezimete uğrayan bu yüzden -değişik oranlarda da olsa-batılılışma akımına kapılan diğerlerinin takınması gereken sağlıklı, doğru tavır buydu.
Acaba yukarıda saydığımız bu kişilerin içinde yaşadıkları dönemde Islami açıdan doğru kabul edilebilecek bir hedefe yönelmeleri imkasız mıydı? Acab, içinde yaşadıkları çağın koşulları açısından tek 'mantıklı1 ya da 'mümkün1 olan tek seçenek bu şahsiyetler miydi? Kesinlikle hayır! Onların yaşadığı dönemde Muhammed Abdulvahab'ın arap yarımadasında başlattığı, sağlıklı bir yol izleyen, dosdoğru hareketi, bir örnek olarak gözlerinin önünde duruyordu. Fakat onlar bu harekete yönelmediler, onu örnek almadılar. Tam tersine batı karşısında ruhsal hezimete uğramanın ezikliğini yüreklerinde taşıdıkları için batıya yöneldiler, onu örnek aldılar. Eşya ve olayları planlayıp yönlendiren yüce Allah'tır. Kullarından dilediği kimselerin kalp gözlerini açan, dilediği kimselerin de basiretini körelten O'dur. Ne varki yüce Allah yeryüzünde kullarının davranış ve yönelişleri içinde kendi ezeli planını nasıl yürürlüğe kuyduğunu bize şu şekilde anlatmaktadır. "insanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesad ortaya çıktı" (Rum/ 41) "İşte böyle, onlar Allah'ın indiriğini çirkin gördüler, bundan dolayı, O da, onların amellerini boşa çıkardı." (Muhammed/ 9) "Şüphesiz allah, dilediğini şaşırtıp-saptırır, kendisine katıksızca yöneleni de dosdoğru yola yöneltip iletir. Bunlar, iman edenler ve kalpleri Alah'ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun, kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur." (Ra'd/ 27-28) "Bizim uğrumuzda çaba sarfedenlere} biz şüphesiz onlara yollarımızı gösteririz. Gerçek şu ki, Allah ihsan edenlerle beraberdir." (Ankebut/ 69) Şu halde yukarıda sözünü ettiğimiz bu kişilerin doğru yoldan sapmaları, dolayısıyla da ümmeti peşlerinden sürükleyip doğru yoldan usaklaştırmaları hiç bir şekilde mazur gösterilemez. Aynı zamanda şunu da soruyoruz biz: İslami hareket, ortaya çıktığı dönem yerine, o zaman içinde ortaya çıkmış olsaydı başarıya ulaşması mümkün olabilir miydi? Bu, gaybın kapsamına giren bir olaydır. Kesin bir cevap vermek mükün değildir. Gerçi, yarımadanın tanık olduğu Muhammed b. Abdulvahhab'ın örneği bizde bu haretin o zamanda başarılı olmasının mümkün olduğu düşüncesini uyandırmaktadır. Fakat bu durum, söz konusu şahısların üzerindeki davet yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz. Çünkü yüce Allah bize yönelik sonsuz rahmetinin bir eseri olarak, insanları İslam'a davet etmekle bizi yükümlü tutmuştur. Bu davetimiz ile birlikte belli bir sonuca varma yükümlülüğünü bize vermemiştir. Eğer biz gereği gibi çabalarsak yüce Allah sonuçlarlarla ilgili olarak bizi hesaba çekmeyecektir. Çünkü alınacak sonuçları düzenleyen ve planlayan O'dur. Asıl sorguya çekileceğimiz husus sarfetme yükümlülüğümüz bulunan çabadır. Gerçekten buçabayı sarfettik mi, ne şeklide sarfettik? diye hesaba çekileceğiz.
"Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden, kötülüğü yasalayan bir ümmet meydana gelişin, işte kurtuluşa erenler onlardı." (Al-i Imran/ 104) "Yüce Allah'ın senin aracılığınla bir adamı doğru yola iletmesi, senin açından kızıl develerden daha hayırlıdır." (Buhari, Müslim) "Eğer kuyamet kopsa ve içinizden birinin elinde bir fidan bulunsa, şayet kıyamet kopmadan bu fidanı dikme imkanı varsa diksin." (Buhari) Şayet adı geçen adamlar, Allah'ın mesajının insanlara doğru biçimde ve doğru bir yöntemle sunma yükülülüğünü yerine getirmiş olsalardı, buna rağimen kimse bu çağrıya olumlu karşılık vermeseydi yine de görevlerini yerine getirmiş olurlardı ve Allah katında ileri sürebilecekleri bir mazeretleri olurdu. Sorumluluk çağrıya olumlu karşılık vremeyenlere ait olurdu. Daha önce de söylediğimiz gibi Şehid imam'ın kalbini aydınlatan bu ışık ilahi bir nurdu. Aynı zamanda, yüzyılı aşkın bir süredir, genelde tüm İslam alemini, özlede de Mısır'ı etkileyen gelişmeler doğru biçimde algılayıp değerlendimenin bir sonucuydu. Hiç kuşkusuz bu, hilafeti ortadan kaldırmakla Müslümanlara karşı bir komplo kuran İslam düşmanlarının komplolarını başlarına geçiren ilahi takdirin, ezeli planlamanın somut şekliydi. Hilafet makamının ortadan kaldırılması ile müslümanlarm yüreğine oturan kayıp, İslam alemini baştan başa saran hüzün ve kalplerini pençesine alna ölümcül karamsarlık Hasan el-Benna'yı davet hareketini oluşturmaya itmişti. Kendi kendine şöyle demişti: Madem İslam devleti ortadan kaldırılmıştır, niçin onu yeniden kurmaya çalışmayalım? "Allah emrini yerine getirme gücüne sahiptir. Fakat insanların çoğu bunu bilmez" (Yusuf/ 21) Şehid imam'ın yaşadığı günlerde dava büyük yaygınlık kazandı. Yüzbinlerce insan hareketin safların katıldı.[119] Harekete katılan insanlar değişik karaktere ve eğiiimilere sahiptiler. Harekete katılan bu insanların bir kısmı, İhvan-ı Müslimin'i yeni ve aydın bir tasavvuf cemaati olarak algılayan tasavvuf ehli kimselerdi. Onlara göre bu harekette de onların uyduğu tasavvuf ilkelerine uyuyordu. Ancak bu seferki bidatlardan uzaktı ki, doğru yoldan sapmış bazı sofular bu bidatları tasavvufa bulaştırmıştı. Bu yüzden ihvana uymaları onları alıştıkları yoldun uzaklaştırmayacaktı. Aynı zamanda sofuların içine düştükleri sapmalara da bulaşmayacaklardı. Temiz ve saf bir takım gençler de harekete katılmıştı. Bunlar toplumun içine düştüğü fesattan, çirkeften etkilenmemişlerdi. Bunlar batı uygarlığına karşı da kesin bir tavır içindeydiler. İnanç ve ahlakla çelişmeyen yararlı yönlerinden yararlanmak ama bu uygarlığın materyalist anlayışını, ahlaki çözülmüşlüğünü, cinsellik alanındaki sapıklığını, Allah'ın haram kıldığını helal kabul edişini reddetmek şeklinde ifade edilebilir bu tavırları... Toplum içinde bu tür gençler vardı. Henüz girdaba kapılmamışlardı ve batı kaynaklı çirkeflik satılıklarını, temizliklerini atetmemişti. Fakat gittikçe kaybolurlardı. Toplum içinde dağınık durumda bulunan ve bir amaç etrafında birleşemeyen bireyler
konumundaydılar. köşelerine çekilip yalnızlık içinde ömürlerini tüketmeyi yeğliyorlardı. Kimse onlarla ilgilenmiyordu, ilgilenen de alay etmek için ilgileniyordu. Toplum içinde bir çığır açacak durumda değildiler. Çünkü bunlar tazyikle akan selin mecrasından uzak su birikintileri gibiydiler. Kuruyup gidene kadar bulundukları köşede kalacaklardı. Bu yüzden -varolmalarına rağmen- somut bir varlıkları yoktu. Ama şimdi kendilerini bulmuşlardı! Artık selin mecrasından uzak şuraya buraya serpiştirilmiş su birikintileri değildiler. En azından varolduklarının farkına varmaları bakımından somut birer varlıktılar. Girdabına kapılan, yutan bataklıktan ayrı bağımsız kişilikleri vardı. Bu uğursuz gidişe ters düştükleri için baskıya uğruyorlardı ama varlıklarını, farklılıklarını, yitirmiyorlardı... Her badirede daha bir kenetleniyor, inançları, özgüvenleri daha bir pişiyordu.Hareket her geçen gün gelişiyor. Hızla gelişiyor. Batı menşeli yıkıcı dalga bu geşimenin baskısını hissediyor. Bu gelişmeyi durdurmasa da, yok edemese de, akışını engelleyemese de varlığından dolayı daralıyor, sıkıntı çekiyordu. Dinsel duyarlılığını tatmin için gelen kitleler vardı. Bunların İslam'dan anladıkları sadece bu duyarlılıktı. Şehid Imam'ın konuşmalarından ve derslerinden manevi bir feyz alırlardı. Çünkü yüce Allah ona parlak, derin, etkili bir manevi feyz bahsetmişti. İnsanlar onun kişiliğinin bu karizmatik etkileyiciliği aracılığı ile dinsel duyarlılıklarını tatmin ederlerdi. Böylece cemaate bağlanır, faaliyetlerine katılırlardı. Ancak bu tür insanların başta gelen istekleri manevi haz almak, dinsel duyarlılığı tatmin etmekti. Harekete katılanlar arasında çıkarcı tiplerde vardı. Bunlar o tarihte faaliyet gösteren siyasal partilere mensuptular. İhvan-ı Müslimin'i hızla gelişen, taraftarları çoğalan yeni bir siyasal parti olduğunu veya hızla yol alan, peşine takılan kitlelerin sayısı gittiçe artan bir lokomotif olduğunu sanıyorlardı. Bu yüzden diğer siyasal partilerden çok onun geniş taraftar kitlesiyle yönetime yakın oluduğunu düşünüyorlardı. Şu halde fırsat elden gitmemeliydi. Treni kaçırmamak gerikirdi! 1948-49 darbelerinde bu saydıklarımızın çoğu bir daha geri dönmemek üzere hareketten uzaklaştılar, arkalarına bakmadan kaçtılar. Sofular kaçtılar. Çünkü ihvan-ı Müslimin'in yeni ve aydın bir tasavvuf cemaati olmadığını, bir cihad hareketi olduğunu anlamışlardı. Tarihte ortaya çıkan bütün cihad hareketlerinde olduğu gibi mensuplarının başına türlü musibetlerin, akıl almaz işkencelerin, sürgünlerin, kovulmaların geldiğini görmüşlerdi. Oysa kendileri bunun için gelmemişledi. Bunlara katlancak, sabredecek durumda da değildiler. Şu halde kurtuluş, yolun tehlikelerinden kurtulmaktı. Selamet kaçıştaydı! Çıkarcılar da kaçtılar. Çünkü bu trenin iktidar koltuğuna ulaşmaktan çok uzak olduğunu anlamışlardı. Onlarsa bunun için gelmişlerdi. Bundan başka bir şey bilmezlerdi, başka bir hedefleri olamazdı. Şu halde ileride izini silemeyecekleri bir damga yemeden kaçmak en iyisiydi! Halk kitleleri de kaçtılar. Çünkü hareketin dini duyarlılıklarına hitap eden bir yönü kalmamıştı. Başka bir şey de gelmezdi ellerinden, islam'dan bildikleri buydu. Oysa burada zindan var, işkence var, sürgün var, ölüm var. Onlar bunun için gelmemişlerdi. Buna katlanacak, sabredecek durumda değildiler. Şu halde iktidar sahipleri üzerlerine çullanmadan, onlar da 'onlardan' olmakla suçlamadan kaçmak en selametli yoldu! Ama saf ve temiz gençler kaldılar. Kuşkusuz tümü kalmadı. Gençlerin
tamamı önceden yolun çeşitli engebelerle dolu olduğunu bilmiyordu. Bütünü, bir gün başına çeşitli musibetlerin, akıl almaz işkencelerin, kıyımların geleceğini hesap edemiyordu. Bunun içinde yaşadıkları çirkefe batmış toplumun pisliklerinden uzak, tertemiz bir ortamda gerçekleşen güzel bir yolculuk olduğunu sanıyorlardı. Sadece çoğunun kişisel endişeleri vardı. Endişeleri çirkef ve çöküntü ortamında dinlerini korumaktı. Nitekim peygamber efendimiz de salât ve selem üzerine olsun- buna işaret etmiştir: "Bir gün gelecek, dinini tutan kişi kızgın bir ateş tutmuş gibi olacak" Hapishaneler, gözaltılar, sürgünler ve işkencelere gelince, çoğunun hesabında bu yoktu. Gerçi Şehid İmam 'Beynel emsi vel-yevm' başlıklı risalesinde onlara bu hususu hiç bir kapalılığa yer bırakmayacak şekilde açıklamıştı. "Size şunu açıkça söylemek istiyorum ki, mesajınız hala insanların çoğu tarafından bilinmiyor. Mesajınızı bildikleri, kavradıkları, amacını ve hedefini algıladıkları gün onlardan şiddetli bir düşmanlık göreceksiniz, sert bir tepkiyle karşınıza dikileceklerdir. Önünüzde bir çok meşakkat bulacaksınınz. Bir çok engelle karşılacaksmız. İşte ancak o zaman dava adamlarının yoluna girmiş olursunuz Şimdi ise, hala bilinmiyorsunuz. Henüz ollgunlaşma evresindesiniz, cihada ve mücadeleye hazırlanıyorunuz. Halkın gerçek islam'ı bimeyişi bir engel olarak kurşınıza çıkacaktır. İslami anlayışınızı garipseyen dindarlar, resmi etiketli alimler göreceksiniz. Bunlar sizin İslam adına yürüttüğünüz cihadı yanlış bulacaklardır. Başkanlar, liderler, mevki ve makam sahipleri size karşı kin kusacaklardır. Bütün hükümetler karşınıza dikilecek, her hükümet faaliyetlerinizi sınırlandırmak, yolunuza taş koymak için çalışacaktır. Memleketin yönetimini gaspedenler, size karşı koymak ve davanızın nurunu söndürmek için her yola başvuracaklardır. Zayıf hükümetlerden, düşük ahlaktan yardım isteyeceklerdir, onlara yakaran ama size kin besleyen ellere uzanacaklardır. Hepsi bir araya gelecek davanızın etrafında şüphe bulutları yaymak,haksız suçlamalarda bulunmak için çalışacaklardır. Her türlü kusuru ona yamayacaklardır. Onu insanlara çirkin göstemeye, kötü tanıtmaya gayret edeceklerdir. Bunu yaparken güçlerine,siyasal otoritelerine güvenecek,mali güçlerine ve nüfuzlarına dayanacaklardır. "Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, keni nurunu muhakkak tamamlayacaktır." (Tevbe/ 32) Bu inancınız ve tavrınızla siz, hiç kuşkusuz deneme ve sınama aşamasına gireceksiniz. Zindana atılacak, gözaltında tutulacaksınınz. Yerinizden yurdunuzdan uzaklaştırılacak, sürgün edileceksiniz. Maddi çıkarlarınıza el konulacak, işinize son verilecek, evleriniz gözetim altında tutulacaktır. Sınava tabi tululacağmız bu aşama çok uzun bir dönemi de kapsayabilir. "insanlar sınavdan geçirilmeden yalnızca 'inandık' demekle bırakılacaklarını mı sanıyorlar?" (Ankebut/ 2) Ancak, şunu bilmelisiniz ki, yüce Allah bütün bunlardan sonra mücahidlere zafer, muhsinler sevap va'detmiştir: "Ey iman edenler! size, sizi acıklı azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi?" (Saff/ 10)
"Biz de iman edenleri düşmanlarına karşı destekledik, onlar da üstün geldiler." (Saff, 14) Buna rağmen hala Allah'ın yardımcıları olmakta ısrarlı mısınız?"[120] Son ölümcül darbeden sonra cemaatle kalanlar, bizzat Şehid İmam tarafından eğitilenlerdi. Onnu sınıflandırması ile bunları 1hvan-i amilin1 (eylenci kadeşler) denirdi. Gerçi leride bunların oluşum ve hareketlerinde acele edildiğini gösteren belirtiler görülecekti. Buna da ileriki sayfalarda değineceğiz. Şehid İmam'ın haftalık derslerine katılan yığınların çoğu kaştı. İhvan-i Müslimin'in genel merkezi bunlarla dolradı, buray asığmaz caddelere, sokaklara taşarlardı. Fakat yokanda elde edilecek bir yarar, katedilecek kısa bir mesafe sözkonusu olmadığını tam tersine yolun cihad ve zorluklarla dolu olduğunu görünce hareketi terkettiler.[121] Şehid İmam'ın trenle çıktığı yolculuklarda -ki bu alışkanlığını ömrünün sonuna kadar sürdürdüonu karşılayanlara da kaçtılar. Fakat kitlelerin harekete yönelik bu yoğun ilgi beraberinde bir takım gerçekleri ortaya koymaktadır. Bu bilginin ortaya koyduğu birinci gerçek şudur: Birbuçuk asırdır islam'ı tamamen ortadan kaldırmak, Mısır'ı Avrupa'nın[122] veya Akdeniz havzası uygarlığının[123] veya islam'dan başka herhangi bir şeyin bir parçası yapmaya çalışanların, hala çalışmakta olanların sandıkları gibi bu yığınların gönlünde İslami duyarlılık tamamen son bulmamıştır. İkinci gerçek şudur: Halk kitleleri birleşmek için bir çağrının beklentisi içindedir. insanlar ekmek ve benzeri zaruri ihtiyaçlar için gösterilere katılmasi gibi maddi varlığını ilgilendiren konuların dışında kendi kendine toplanmaz. Halk yığınlarının 'değerler1 için toplanması ise her zaman bir liderin olmasını kaçınılmaz kılar. Nitekim, kriz dönemlerinde halk yığınlarının çevrelerinde birleştiği kimseler din alimleridir. Ya da din alimlerinin kendisi halkı toplanmaya çağırırlar ve halk da onların yol göstericilikleri ile hareket ederler. Ancak alimler sahneden çekilince, ders halkalarının daracık dünyasına ya da kendi iç alemlerine kapanınca dini nitelikli önderlik ortadan kalkar. 'Dinsiz1 (laik) önderlik ortaya çıkar - ya da çıkarılır-. Önceki bölümde değindiğimiz gibi halk yığınları bu sefer laik nitelikli bir önderliğin tutkunu olur. Dini önderlik tekrar sahneye çıkınca, halk yeniden onun etrafında birleşir. Düşünce savaşı, batı haranlığı gibi nedenlerden dolayı dönenlerin sayısı öncekine göre az olsa da... Şu kadarı var ki, bu kümeleşme, önderin toplumu bürüyen olumsuz havayı giderme, kitlelere İslami gerçek ve net şekliyle sunma ve yeni kuşağı İslami gerçekler uyarınca eğitme hususunda başarı kazandığı oranda daha geniş boyutlar kazanmaya müsaittir. Üçüncü gerçek şudur: İslam fıtrat dini (yani insanan öz yapısına uygun din) olduğu için her zaman için kalpleri kendine çekecek özelliğe sahiptir. Bu nedenle insanın fıtratı dejenere olmamışsa, İslam'a girebilir, İslam'a uyması kolay olur. müslümanlarm içnde yaşadığı bu sözde ortam İslam düşmanları tarafından insanları İslam'dan nefret ettirmek ve kalıplaşmışlıklarmın, geri kalmışlıklarının,
zayıflıklarının ve dünya toplumu içinde geri bir konumda oluşlarının sebebinin İslam olduğu kuruntusuna kapılmalarını sağlamak için dayatılmıştır. Bununla beraber İslami gerçeklerin doğru biçinde insanlara sunalması, dağınık kalplerin tekrar ona dönmelerine yolaçabilir. İnsanları İslam bayrağı altında birleştirmeye ilişkin mesaj, tekrar doğal yerlerine döndürebilir. Bu benim dosdoğru olan yolumdur, şu halde ona uyun, sizi onun yolundan ayıracak başka yollar uymayın" (En'am/ 153) İslam'ın yeniden egemen olması için meşakkatli bir cihada ihtiyaç olduğu bir gerçektir... Dünya haçlılığı ile dünya yahudiliğinin bugün İslam aleyhinde başlattıkları korkunç savaşın, arzulanan İslami egemenlik için kaçınılmaz olan cihadı her zamankinden daha meşakkatli, daha ağır kıldığı da bir gerçektir. Öyleki bu cihadın meşakkatine ancak taşıdığı mesajın iblincinde olan karalı müslümanlar katlanabilir. Bu yüzden gün geçtikçe çoğalıyor olsalar da islam çağrısına olumlu karşılık verenler azdır. Bütün bunlar doğrudur... Fakat orta yerde hiçbir zaman değişmeyen bir gerçek vardır. Çünkü bu gerçek bizzat amaçla ilgilidir: 'Yeniden İslam'a dönüş1 hedefi ile ilgilidir. Şu ana kadar fiilen islam'a dönenlerin sayıları ile ilgili değildir. Bu gerçekten dolayıdır ki, İslam düşmanları, işini bitirdiklerini, son ölümcül darbeyi indirdiklerin sandıklan bir sırada davetin sürdüğünü ve hala nefes aldığını gördükçe cinnet geçiriyorlar. Hiç kuşkusuz Hasan el-Benna'nın başlattığı hareket, bir ümmeti yeniden oluşturmaya benzeyen çok önemli bir hareketti... O tarihte İslam Ümmetinin durumu yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarı andırıyordu... Ve o bu duvarı yeniden onardı. Onun yaptığı sadece toplum içinde özelliğini kaybetmemiş duvar olmaya elverişli tuğlaları üstüste koymak değildi. Ya da o, sırf selden arta kalan su birikintilerini biraya getirmeye çalışmadı. O, bu birleştirme operasyonunun yanısıra, bu sağlam ve elverişli tuğlalardan bir bina yaptı; selden artakalan bu su birikintilerinden canlı ve tazyikli bir akım meydana getirdi. Onun yaptığı, İslam'ı insanların içinde bir harekete dönüştürmekti. İnsanların zihinlerindeki İslam'ı bir hayat sisteminine, paratik hayatın vazgeçilmez tavrına dönüştürmekti... İslam'ı 'şeyhlerin' elinden hayattan ve hareketten yoksun kuru kalıplara, Muhammed Abduh'un elinde pratiği değiştirmek için hareket eden ama değişikliğin gerçekleşmesi için 'cihad' etmeyen kültürel ve akli bir hareket, sofuların elinde türbelere, evliyalara ve ziyaretlere, halk yığınlarının elinde miskin bir tevekküle ve hurafelere dönmüşlükten sonra İslam'ı canlı ve hareketli orjinalitesine kavuşturmaktı onun yaptığı... O dönemde ve o bölgede bir insanın böylesine ağır bir yükümlülüğün altına girmesi kolay bir iş değildi. Çünkü haçlılar ve Siyonistler İslam'a son darbeyi indirmek için tüm güçlerini o bölgede yoğunlaştırmışlardı. Batılılaşma hareketi ile birlikte egemen olan
'ben1 merkezli bireyciliğin parça parça ettiği, İslam'ın pratik hayattan aşamalı olarak uzaklaşması ile duyarsızlaşan gönülleri kardeşlik bağı ile birbirine bağlamak kolay değildi. Rahatı düşünen ve ahiretten kopuk bi dünya için çaba sarfetmeyi dününen nefisleri, kendini dava için feda etmek, dünyanın zevklerinden vazgeçmez üzere eğitmek hiçte kolay değildi. Bundan önce ahireti düşünecek olsalardı ya çoğunlukla bireysel kulluk davranışları şeklinde dışa vururdu ya da sadece iyi bir niyet olarak kalırdı. Sadece rahatını düşünen nefisleri, Allah yolunda ölmek -samimi olarak- ve Allah yolunda ölmeyi en büyük arzu olarak değerlendirmek üzere eğitmek kolay değildir. Bir insanın böyle bir göreve soyunması o kadar kolay değildi. Fakat bu büyük kurucunun elinde bütün bunlar çok kolay gerçekleşti. Yüce Allah el-Benna (kurucu, bina edici) isminin gerektirdiği tüm nitelikleri ona bahsetmişti. Ruh aydınlığı, kalp temizliği, Allah için herşeyden geçmek, tükenmez bir aşk, çalışma azmi, meşakkatlere karşı sabır, insanları birarada tutmak için gerekli olan karizmatik lidelik yeteneği ve örgütleyicilik bercerisi gibi yeteneklerle donatmıştı onu. Ne var ki, el-Benna'nın inşa ettiği bu görkemli binanın duvarlarında bazı gedikler vardı ve bunlar zaman içinde etkisini gösteriyordu. Genel kanı, büyük ustanın işin başında bu gediklerin farkında olmadığı, ancak ölümüne yakın zamanlarda bunu görmeye başladığı şeklindedir, ileride de değineceğimiz gibi el-Benna bu gediklerin izleyicilerinin gönüllerinde derin etki bırakmasına izin vermemiştir. Yapıdaki birinci gedik; olması gereken zamandan önce halk kitlelerinin topyekün harekete yönelmesi hususunda gereğinden fazla aceleci olunmasıydı. İnsanların hidayet ermesini, mümkün olan en kısa zamanda olabildiği kadar fazla sayıda insanın doğru yolu bulmasını istemek davetçilerin ve ıslahatçılaran hatta bizzat peygamberelirin gönüllerinde yatan vazgeçilmez beşeri bir arzudur. Nitekim peygamber efendimiz -Salât ve selâm üzerine olsan- insanların hidayete ermelerini içtenlikle ve derin bir arzuyla isterdi. Aynı şekilde insanların halk içerikli mesaja olumlu karşılık vermemeleri onu çok üzerdi. Nitekim yüce Allah bu hususa şu şekilde değiniyor: "Şimdi onlar bu söze inanmayacak olurlarsa sen, onların peşisıra üzülerek kendini kahredeceksin." (Kehf/ 6) "Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete eriştiremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete eriştirir. O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir." (Kasas/ 56) Fakat, eşya ve olaylara yön veren ilahi yasalar sistemi vardır. Ve davet hareketleri de bu yasalar sistemine göre gelişme gösterir. Bu sistem, başlangıçta davetçilere ve ıslahatçılara meşakkatli gibi görünsede hayır içeriklidir. Halk kitlelerinin davet hareketinin hemen başında büyük bir yoğunlukla davete yönelmeleri bu yasalar sisteminin bir gereği değildir ve bunula hayır gerçekleşmez.
Eğer halk kitlelerinin yoğun biçimde davete ilgi duymaları ile hayır gerçekleşseydi, yüce Allah bu hayrı Peygamberi'nden -Salât ve selâm üzerine olsun- ve peygamberinin yaşadığı dönemde yeryüzüne egemen kılmayı, otorite sahibi bir devletinni olmasını takdir ettiği dininden esirgemezdi. Allah'ın kaderinden kopuk olarak dünyevi açıdan olaya baktığımızda, Mekke'de onüç yıl boyunca az sayıdaki insanın Peygamber efendimiz -Salât ve selâm üzerine olsun- davetini kabul etmesinin nedeninin arapların inatları ve dikbaşlılıkları olduğunu sanırız.[124] Fakat olaya Allah'ın kaderi açısından baktığımız zaman anlarız ki, yüce Allah -dileseydi- bir kaç yıl içinde binlerce insanı Peygamberi'nin -Salât ve selâm üzerine olsun-etrafında toplardı. Fakat yüce Allah'ın kaderi bildiğimiz şekilde gelişti kuşkusuz. -O, bir şeye "ol" der o da oluverir.- Bu gelişme davetin iyiliği ve yararı içindi. Çünkü dava bu şekilde daha sağlam bir biçimde yeryüzüne kök salardı. Nitekim bu dava -yüce Allah'ın kaderi uyarınca- başka hiç bir davetin yazmadığı bir tarih yazmıştır. Onüç yıl içinde Mekke'de Hz. Peygamber'in -Salât ve selâm üzerine olsun-çağrısma olumlu karşılık verip kabul edenler, sayıları ikiyüzü geçmeyen az sayıda insandı. Fakat onlar insanlık tarihinin bir benzerine tanık olmadığı o eşsiz neslin çekirdekleri niteliğindeydiler. Sayıları azdı. Evet, ama -el-Benna'nın deyimiyle- tüm binayı ayakta tutan sütunlar onlardı. Tıpkı, binayı yapmadan önce sağlam bir zemine oturtmayı planlayan usta gibi. Ayrıca binayı taşıyacak sütunları da iyi belirlemek gerekir. Taşların ve harcın işlevi sonra gelir, ilahi kader Hz. Peygamer'in -Salât ve selâm üzerine olsun- aracılığı ile böyle yaptı. Yüce Allah az sayıdaki ilk müslümanlarm onun etrafında toptanlarım, onun gözetimi ve direktifleri doğrultusunda yaşamalarını öngördü. Onun kontrolunda eğitilmelirin, bütün enerjilerini ondan almalmn takdir buyurdu. Böylece yüce allah'ın dilemesi ile her baıkmdan sağlam birir sütun oludular. Ardından allah'ın kaderi Ensar'ı devreye soktu. Bunlar da Muhacirlerle birlikte (ki sayıları oldukça azdı) Peygamberimizin -Salât ve selâm üzerine olsun- gözetimi altında eğitim görmeye başladılar. Onun eğitimnden, yönetiminden ve direktiflerinden en olumlu biçinde yararlandılar. (Kuşkusuz bu konuda muhacirler her zaman herkesten öndedirler) Bu, binayı tamamlayacak, kullanılır duruma getirecek tuşlar gelmeye başlamadan önceki aşamaydı. Yüce Allah, bunlar hakkında şöyle buyuruyor: "İnsanların Allah'ın dinine grup grup girdiklerini gördüğün zaman." (Nasr/ 2) İşte, davanın başarısını ve yeryüzünde kök salıp egemenlik kurmasını sağlayan Rabbani eğitim metodu budur. Biran için olayın bu şekilde gerçekleşmetiğini, insanların ilk andan itibaren veya davetin başlangıcından ilk bir kaç yıl içinde akın akın dine girdiğin düşünelim, Acaba bina bu şekilde kurulabilir miydi? Yüce Allah'ın dilediği şekilde yere sağlam oturabir miydi?
Yüce Allah bir şeye "ol" der, o da oluverir. Allah dilese yapar. Bir şeyi takdir etti mi, o şey meydana gelir. Fakat -yüce irade sahibi- yüce Allah evrene, dünyaya ve insan hayatına bazı yasalar egemen kılmıştır. Yüce iradesi uyarınca evrende, yeryüzünde ve insan hayatında bu yasaların yürürlükte olmasını öngörmüştür. Davet hareketi için de az sayıda insanın olumlu karşılık verip inanmasını, bunların kendisi tarafından gönderilen peygamberin gözetimi altında en iyi bir şeklide eğitilmelerini, dolayısıyla binayı ayakta tutacak sütunlar olma niteliğin kazanmalarını öngören bir yasalar sistemini yürürlüğe koymuştur. Eğitim çok çaba gerektiren uzun vadeli ve meşakkatli bir iştir. Allah'ın Peygamberi -Salât ve selâm üzerine olsun- de tarihin tanık olduğu en büyük eğitimcidir. Fakat eğer davetin başladığı ilk andan itibaren binlerce insan çağrısına uyup inansaydı, az sayıdaki ilk müslümanlarda olduğu gibi onları gereği gibi eğitemezdi, istediği biçimde yönlendiremezdi. Ancak o az sayıdaki müslümanlar, en mükemmel şekilde ve en yüksek düzeyde nebevi eğitimeden pay aldılar. Onlar hakkında yüce Allah şöyle buyuruyor: " "Siz insanlara örnek olsun diye ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetisiniz." (Alilmran/ 110) işin bu şekilde sonuçlanması, yüce Allah'ın insan hayatına egemen kıldığı evrensel yasalar sistemi ile ahenkli biçinde yol almak demekti. Hiç kuşkusuz yüce Allah kendisinin öngördüğü bir hikmet uyarınca- bu dini ilgilendiern tüm gelişmelerin sözkonusu yasalarla paralel olarak yürümesini dilemiştir, mucizelere göre değil. Tabiki her hahgi bir müslüman nesil ortaya çıkıp ta tembellik göstererek: "ilk müslümanlar mucizelerle başarıya uluştılar. Risaletin son bulması ile ve peygamberlerin arkasının kesilmesi ile artık mucizeler de gerçekleşmeyecektir." demesin. Bu din için en büyük mucize Allah'an indirdiği kitaptır. Bu kitap Allah'ın kaderi uyarınca kıyamete kadar korunacak ve kalıcı olacaktır. "Kuşkusuz zikri (kitabı) indiren biziz ve onu koruyacak olan da biziz." (Hicr/ 9) Şayet, Bedir savaşında meleklerin müslümanlarla birlikte savaşa katılmaları şeklinde bir mucize gerçekleşmişse bu müslümanlarm kendileri ile birlikte savaşan melekleri görmeleri mucizesidir. Fakat meleklerin mü'minlere güven verme, onların inançlarını pekiştirme, korkularını giderip yüreklerini yatıştırma amacı ile inmeleri, yüce Allah'ın yürürlükte olan bir yasasıdır, dilediği zaman, kullarından hakkedenler için bu yasayı devreye sokar: "Rabbimiz Allah'tır deyip sonra dosdoğru yürüyenlerin üzerine melekler inerler ve onlara korkmayın üzülmeyin size vadolunan cennetle sevinin. Biz dünya hayatında ve ahirette sizin dostlarmızız..." (Fussilet/ 30-31) Yürürlükte olan -Resulullah -Salât ve selâm üzerine olsun- fiilen yaşadığı cahiliyenin hak içerikli mesaja karşı inatçı bir tavır takınması, gerçeğe savaş açması, tehditler savurması, onu sürekli izlemesi ve her yola başvurarak kitlelerin gerçeğe
katılmalarını önlemesi, korkutması ve sindirme yöntemlerine başvurması ve başlangıçta az sayıda insandan başka kimsenin hak davetine inanmaması, imanın bu azınlığın kalplerinde kökleşmesi, dolayısıyla cahiyeyi küçümsemeleri, onun komplolarına karşı sabretmeleri, sarsılmadan cahiyenin karşısında durmaları, başlarına gelen musibetlerin sadece imanlarını arttırması, bütün bu aşamalardan geçerken olgunlaşıp kusurlardan, günahlardan, beşeri za'flardan arınmaları, sonuçta yüce Allah'ın onları emaneti taşımak ve binayı kurmak üzere seçmesi şeklinde özetlenebilir. Mü'minlerin sınavdan geçirilip denenmeleri bir yasadır: "İnsanlar sınavdan gerilmeden sadece "inandık" demekle bırakılacaklarını mı sandılar? Kuşkusuz biz, onlardan önceki ümmetleri de sınavdan geçirdik, kesinlikle Allah doğruları ortaya çıkaracak ve mutlaka yalancıları ortaya koyacaktır." (Ankebut/ 1-3) Düşmanların işi bitirilmeden önce mü'minlerin arındırılmaları bir yasadır: "Allah, mü 'minleri arındırmak ve kafirleri yok etmek için böyle yapar." Sınama aşaması ve arındırma tamamlanıp yüce Allah, kalplerinin herşeyden geçip tamamen kendisine yöneldiğini, Allah ve Resulü'nün her şeyden daha çok onlara sevimli geldiğiği görünce, rabbani yasası onların yeryüzüne egemen olmaları ve insanların grup grup hak içerikli davaya koşmaları şeklinde devreye girer. Sınama ve arındırma aşamasında emaneti taşıyacak olanların eğitiminin önemli bir evresi tamamlanır. İlk etapta cahiliyeyle karşılaşacak olanlar, bunlardır. Bunların daha sonraki aşamalarda dine giren gruplardan ayrı niteliklere sahip olmaları gerikir. Daha sonra dine girenlerden farklı olarak bunlara yarı bir özen gösterilmelidir. Bu iki grup arasındaki fark, binanın tümünü taşıyacak sütunlarla, bunlar üzerinde yükselen taş ve harçtan oluşan duvar arasındaki farkı andırır. Bu sütunların özel bir şekilde yapılmaları, yapıları özel olmalı, dikilecek yeleri özenle seçilmeli ve sütunların dikileceği zaman iyi seçilmelidir. Eğer öngörülen hususlarda gerekli özen gösterilmezse kısa zaman sonra duvarlar çatlar, bina yıkılmaya yüztutar. Bir binanın yapımı için tek başına sütunların yetmediği ve binanın yapımı ile gözönünde bulundurulan amacın gerçekleşmeyeceği bir gerçektir. Şu halde, duvar yapımında kullanılacak, binaya son şeklini verecek, binanın yapımı ile planlanan hedefi gerçekleştirecek daha çok taşa ihtiyaç vardır. Ne varki eğer sen temel atmadan ve sütunları sağlam bir yere oturtmadan veya bunları normal bir şekilde yerine getirmeden taşları dizmeye başlarsan bina heran için yıkılabilir. Böyle bir durumda taşlar birer ağır yük olurlar, hiç bir payanda ile ayakta duramazlar. Eğitim aşamasında, ilk önce cahiliyeye karşı çıkacak öncülerin hazırlığı, istenen tarzda, kusursuzca tamamlanınca, gerçekte bir çok mesele kemdiliğinden çözüme kavuşur. Kuşkusuz bu öncüler -söylediğimiz gibi- aldıkları sağlam eğitim sayesinde cahiyenin çevirdiği dolaplar karşısında sarsılmadan durabilirler. Cahiliye, toprağın
derinliklerine kök salmadan önce yeni daveti susturmak için her türlü yola buşvuracaktır. Çünkü cahiliye çok iyi biliyorki, eğer elinden gelen her şeyi yapmazsa ipin ucunu kaçırabilir ve hareket kontrol edilemez bir çığıra dönüşebilir. Bu yüzden hareketin ilk asasında cahiliyenin uyguladığı baskı çok şiddetlidir. Ancak seçkin mü'minlerden oluşan bu öncüler sözkonusu baskıya karşı direnebilirler. Çünkü onlar liderlerinden, onun eğitminden ve yönlendiriciliğinden gerekli olan enerjiyi almışlardır. Aslında öncülein cahiliye komploları karşısında kazandığı başarı davetin hareket çizgisinde bir dönüm noktasıdır. Onların başarıları, insanların gönüllerini; inandıkları gerçekten dönmeden akıl almaz entrikalar, dayanılmaz işkencelere göğüs geren mü'minlere yöneltir. Bu durum onların destansı direnişleri gerçek içerikli mesajın tanığı olur, yeni ruhları cezbeder, bu gelenler gerçek uğruna cihad ederler ve temel aynı sağlamlığını ve sarsılmazlığını koruyarak genişler. Bu öncülerin bir diğer özellikleri liderin yanında seçkin bir yere sahip olmalarıdır. Ayrıca onlar lider olmak üzere, liderden sonra onun halifeleri olmak üzere eğitilirler. Resulullah'ın -Salât ve selâm üzerine olsun- arkadaşlarına bakıldığında...Onlar dava için, komutanları için tarihin bir benzerine tanık olmadığı şekilde kendilerini feda eden seçkin askerlerdi. Ama aynı zamanda Hz. Peygamber -Salât ve selâm üzerine olsun-, herbirini bir parçası olduğu yapının temel taşı olacak şekilde eğitiyordu. Bu yüzden tarihin tanık olduğu en görkemli, en göz kamaştırıcı şekilde üstlendikleri görevi yerine getirdiler. Onlar insanları Allah'ın dinine göre eğitecek önderler oldular. Resulullah -Salât ve selâm üzerine olsun- da eşsiz eğitimiyle onların önderi oldu. Sonra onlar Hz. Peygamberin -Salât ve selâm üzerine olsun-ardından emanetin taşıyıcıları oldular. Tarihin tanıklığıyla ondan sonra raşit halifeler olarak ümmetin önderleri oldular. Bir bina yapımında izlenecek yol budur. İnsanları Allah'ın dinine davet etmek üzere hareket geçecek bir cemaatin kuruluşunda böyle bir yol izlemek gerekli ve vazgeçilmezdir. Tekrar Şehid İmam'ın kurduğu ve -Allah'ın kaderi uyarınca- İslam ümmetinin hayatında bir dönüm noktası yaptığı görkemli binaya dönecek olursak, halk yığınlarının çok erken dönemlerde yoğun bir şekilde harekete akın ettiğini görürüz. Oysa henüz istenen sağlamlıkta bir temel atılmamıştı, cahiliyeyle karşılaşacak ilknesil için vazgeçilmez nitelikte olan özelliklere aship sütunlar dikilmemişti. Bu noktada akla şöyle bir soru geliyor. Şehid İmam'ın yeterli sayıda eğitimci ve davetçi yetişene kadar etrafında toplanan binlerce insanın harekete katılmasına engel olması mı gerekiyordu? Onları çevresinde toplayabildiği ve azda olsa içelerinde bulunan dini duyarlılığı harekete geçirebildiği halde kaybolup gitmelerine göz yummalı mıydı? Mesele bu şekilde ortaya konunca kuşkusuz verilecek cevap olumsuz olacaktır. Ancak meseleyi bu şekilde ortaya koymak gerçekçi bir tavır değildir! Aslında soruyu şöyle sormamız gerekir: İnsanlar davanın gerçek mahiyetini ve boyotlarmı, davayı
kuşatan atmosferin koşullarını, dava ile dava düşmanlarının arasındaki savaşın gerçek niteliğini, siyonist-haçlı ittifakının İslam'a ve insanları İslam'a döndürmeyi amaçlayan her harekete karşı çevirdikleri dolapları, düzenledikleri entrikaları baştan itibaren bilselerdi, gene bu kadar kısa bir zamanda onbinlerce gruplar halinde harekete katılırlar mıydı? Yeniden Şehid imam'ın geçen sayfalarda sunduğumuz sözlerine dönüyoruz: "Size şunu açıkça söylemek istiyorum ki, mesajınız hala insanların çoğu tartından bilinmiyor. Mesajınızı bildikleri, kavradıkları, amacını ve hedefini algıladıkları gün onlardan şiddetli bir düşmanlık göreceksiniz, sert bir tepkiyle karşınıza dikilecekler. Önünüzde birçok meşakkat bulacaksınız. Bir çok engelle karşılaşakcaksınız. işte ancak o zaman dava adamlarının yoluna girmiş olursunuz.11 İşte sorun burda yatmaktadır. Eğer insanlar, davanın gerçek mahiyetini ve boyutunu bilselerdi -veya onlara bildirilseydi- hiç kuşkusuz rabbani sünnet devreye girecekti. O zaman az sayıda insan davayı benimseyecekti, bunlar kusursuz bir eğitimden gerilecekti. Binayı taşıyan sağlam sütunlar bunlar olacaktı, insanlar akın akın dine girdikleri zaman eğitimci görevini bunlar yapacaktı ve onlar yol buyonca önderlerin yerini alacak hazır durumdaki 'ikinci saf olacaklardı. Kuşkusuz 'Eylemci kardeşler' (ihvan-i Amilin) seçkin askerlerdi. Önderlerinin emriyle hareket eder, onun direktifleri doğrultusunda eylem gerçekleştirirlerdi.[125] Fakat onlar, zamansız bir şekilde gruplar halinde koşup davanın çevresinde kümelenen halk kitlelerini eğitecek önderler olabilecek eğitimden uzaktılar. Çünkü bunlar Şehid İmam'ın da dediği gibi davanın gerçek mahiyetini bilmiyorlardı. Yine onlar -ki bu çok daha tehlikeli bir durumdur- imamdan sonra önderliği devir almaya, uzun ve meşakkatli yolda bu emaneti taşımaya hazır değildiler. Gelişmelerin de tanıklığıyla, bu kusurların davet süreci üzerinde olumsuz etki bırkatığı bir gerçektir. Binayı ayakta tutacak sağlam temeller atılmadan halk kitlelerinin harekete katılımı hususunda acele davranıldığı gibi, gerek iç siyaset sahnesinde ve gerekse Filistin savaşında zamanından önce harekete geçildi. İçeride cemaatın gücünü göstermesi hususunda acele davranıldı. Coşkun mitingler, gösteriler, geziler düzenlendi, dönemin gündemindeki siyasal sorunlara katılmak, komünistlere savaş açmak, Güvenlik Konseyi'nde mısır sorununu desteklemek, gibi meselelere gereksiz yere girildi. Sanki cemaat şunu demek istiyordu: " Biz buradayız ve biz......yapabiliriz." Bir müslüman cemaat o tarihte ortaya çıkan sorunlarla mı ilgilenmeliydi, yoksa bu sorunları doğuran ortamı temelden değiştirip düzeltmeli miydi? Allah'ın hayat sisteminden uzaklaşan bu toplumu yeniden ilahi hayat sistemine döndürmek için mi uğraşmalıydı? gerçeği bir yana... Bu gerçek bir yana hiç kuşkusuz, temeli iyice oturtmadan, dayanıklı sütunlar yerleştirilmeden, gerekli olan eğitim süreci tamamlanmadan, en önemlisi gerekli niteliklere sahip yeterli sayıda insan yetiştirlmeden zamanından önce hareket geçip 'pazu göstermek1 hareket çizgisini, gelişimini büyük ölçüde etkileyen tehlikeli sonuçlar doğurur. Filistin sorununa gelince: İhvan-i Müslimin'e mensup gerillaların Filistin savaşına katılmaları hiç kuşkusuz ilahi bir takdirdi. Fakat bu
olay, sonraki tüm gelişmelir önemli ölçüde etkilemiştir. Allah'ın takdir ettiği bir şey kesinlikle tamamlanacaktır. Ancak Allah'ın kitabı, Allah'ın kaderinin insanların olaylardaki rollerini ve sorumluluklarını dışlamadığını öğretmektedir: "İki katını (Bedir savaşında) düşmanın başına getirdiğiniz bir musibet kendi başınıza gelince, 'bu nereden kaynaklandı?' dediniz. De ki: 'O sizin kendinizden kaynaklandı.' Allah'ın her şeye gücü yeter, iki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelenler Allah'ın izniyle olmuştur." (Al-i İmran/ 165-166) İhvan-i müslimin'e mensup gerillaların Filistin savaşma katılmasını Şehid İmam kendi isteğiyle mi, yoksa gençlerin baskısı ve ısrarları sonucunda mı karar verdiği hususunda elimde şuanda kesin bir kanıt yoktur. Ancak sanıyorum ki, cemaatin günlük politikalara aktif olarak katılması, daha sonra onu bu yönde bir karar almaya zorlamıştır. Cemaatin liderinin isteyerek veya istemeyerek bu karan onaylamış olması o kadar önemli değildir. Çünkü cemaat bundan önce olaylara aktif olarak katılmış ve insanları cihad ve özveriye çağırmıştı. Çünkü cemaatin dayandığı ilkeler, insanları yapmaya çağırdıkları şeyleri, öncelikle kendisinin yapmasını öngörüyordu. Mesele her ne şekilde olursa olsun, hiç kuşkusuz Allah'ın kaderi yerine gelmiştir. Böylece haçlı-siyonist ittifakı Ihvan'ın genelde tüm planları ve özelde de Siyonist devletin varlığına karşı oluşturduğu büyük tehlikeyi farkettiler. Böylece cemaat iyice olgunlaşmadan ve olayları kontrol edebilecek düzeye gelmeden sistemli bir şekilde ardarda katliamlara maruz kaldı. Kitlelerin hareketin etrafında toplanmaları ve zamanından önce bu kitlelerin harekete geçmeleri konusunda acele davranıldığı gibi, bu acele tavır örgütlenmede de sergilendi. Çünkü hareket, olması gereken noktadan başlamadı. Tam tersine sıralamada ondan sonra gelen bir aşama ile yapılanmaya girişildi. İnanç meselesi açık, herkesçe kavranmış ve çözümlenmiş pürüzsüz bir mesele olarak algılandı. Bütün yapacağımız şey, dini duyarlılığı derin uykusundan uyandırmak ve bu duyarlılığı pratik harekete dönüştürmektir. Bundan sonra her şeyin normale döneceği, bütün hedeflerin gerçekleşeceği sanıldı. Daha sonra da açıklayacağımız gibi bu sanı fazlasıyla iyimserdi. Çünkü daha sonraki gelişmeler, inanç sorununu gündeme getirmiş yeniden ele alınmasını ve başlangıç noktasının inancın düzeltilmesi olduğunu ortaya koymuştur. Kitlelerin, daha doğrusu birçok davetçinin, İslam'ın bu ikinci gurbetinde farkında olmadığı anlam kaymalarının ve kaybolmalarının kesin biçimde ortaya konmasının bir zorunluluk olduğunu kanıtlamıştır. Peygamberimiz -salât ve selam üzerine olsun- bu ikinci gurbet dönemine şu şekilde işaret ediyor: "İslam garip başladı ve başladığı gibi tekrar garip olacaktır. Ne mutlu gariplere!" Bu aceleciliği iki ana nedene bağlamamız mümkündür: Birincisi: İslami altyapının varolduğunun kabul edilmesi, yapılacak işin sözkonusu altyapının yeniden inşaa edilmesi
yerine, halkın bir araya getirmesi, bu doğrultuda harekete geçirilmesi, düzenlenmesi, önderlik yapılması, gerekli görülen harekete yöneltilmesi olduğunun sanılmasıdır. ikincisi: Bir yandan dünya siyonizmi ile dünya haçlı ittifakına karşı komak için ne kadarlık bir gücün gerektiğinin önceden kestirilmemesi, bir diğer açıdan da içi koşulların sağlıklı bir analizden geçirilmemesidir. Sözünü ettiğimiz gücün tür veya hacim olarak algılanması sonuç açısından farketmez. Birinci için diyebiliriz ki, Şehid İmam, Mısır toprağında adım atmaya başlamasından sonra kitlelerin yoğun ilgisinden ve davayı karşılama şeklinden dolayı oluşturduğu yapının konumu ile ilgili olarak ileri düzeyde bir iyimserliğe kapılmış olabilir. Çünkü Şehid Imam'ın şehadetine kadar ki yirmili yıllar halk kitlelerinin ihvana yönelik yoğun ilgisiyle geçti. Öyleki bu yıllarda cemaate mensup insanların sayısı ikiye üçe katlandı. Aynı şekilde askerlerinden (eylemci kardeşler) gördüğü yoğun ilgi ve itaat de onu bu iyimserliğe yönletmiş olabilir. Bu askerler onun elinde birer eğitim aracıydılar ve bu şekliyle insanlara güven aşılayarak itaatlareni sağlıyordu. Fakat uygulama ortaya koymuştur ki, bu bakış açısı ortamın gerektirdiğinden fazlasıyla iyimserlik taşımaktadır. Çünkü 'dini heyecan1 başka bir şey İslami altyapı1 da başka bir şeydir... Bu heyecan İslam'a yönelik olsa bile, pratikte bir anlam ifade etmez. Bu heyecana sahip olanların dini öndörtyoz yıldan fazla bir azmandır yaşayan geleneksel dindir. Bu yüzden bu din gerçek şekliyle anlaşılmadan, bilinçli ve basiretli bir yaklaşımla etüt edilmeden tek başına bu duyarlılık yetmez. İslami hareket için 'bilgi' düzeyinde gerekli gerçek anlayış şudur: "Bil ki, Allah'tan başka ilah yoktur." (Muhammed/ 19) Gerekli olan basiret ise şudur: "De ki; işte benim yolum budur. Ben ve bana uyanlar bir basiret üzere Allah'a çağırıyoruz. Allah ortaklardan münezzehtir. Ben müşriklerden değilim." (Yusuf/ 108) Daha önce de söylediğimiz gibi inanç, müslümanların gönlünde korkunç bir erozyona uğramış varlığından eser kalmamıştır. Bu yüzden sözkonusu 'dini duyarlılık' gerçek bir anlam taşımaz. Bütün iftiralarıyla, sapıklıklarıyla korkunç bir savaş başlatan İslam düşmanı çağdaş cahileyeye karşı koyması gereken bir hareket, böylesine gerçekliği bulunmayan heyacanlara dayandırılamaz. İnsanların inançlarında asırların birikimi sonucu, özellikle son asırda meydana gelen büyük çaplı sapma onarılmadan 'dini duyarlılık' gerçek anlamda uyarılamaz, pratik bir hakete dönüştürülemez. Hiç kuşkusuz imam, Tasavvufun ve mürcie akımının neden olduğu nemelazımcılık anlayışını ortadan kaldırdı. Uyuşmuş dini duyarlılığı pratik harekete dönüştürdü. Daha önce de değindiğimiz gibi müslümanlara bu yönden musallat olan bozuklukları gözönünde bulundurduğumuz zaman, Şehid İmam'ın bu yaptıklarının çok önemli olduğunu görürüz. Fakat -özellikle son asırda müslüman ümmete musallat olan- bir diğer felaket de lailahe illallah' ilkesinin korkunç bir anlam erozyonuna uğrayıp içi büş bir slogana dönüşmesidir. Allah'ın Şeriatının yürürlükte olması ile yamdan bağlantılı olan 'hakimiyet1 sorunundan tamamen kopuk biçimde algılanmasıdır. Hiç kuşkusuz bu ümmetin hayatında meydana gelen en büyük tehlike bu sapmadır. İslami
uyanış açısından da bu tehlike sözkonusudur. Öyleki tasavvuf ve mürcie akımlarının neden olduğu nemelazımcılıktan çok, ümmetin varlığı ile yakından ilgisi bulunan bu sorun üzerinde durulmalıdır. İslam ümmeti yaklaşık olarak binüçyüz yıl İslam şeriatının egemenliği altında yaşadı. Bu ümmet namaz kılmak gibi şeriatla yönetilmeyi de bu dinin vazgeçilmez ilkelerinden biri olarak görüyordu. Fakat son yüzyılda haçlılar -onların ardından Siyonistler- İslam alemine egemen oldular. Bu güçler askeri ve düşünsel ağırlıklarını koyarak islam şeriatının yürürlükten kaldırmak, namazı da günlük yaşamın uygulamaları arasından çıkarmak için büyük baskılar uyguladılar. Ümmeti İslam'dan uzaklaştırma amaçlı bu korkunç komplo, atılan her adımdan sonra insanların hala kendilerini müslüman sanmalarını sağlama planına dayanıyor. Önce şeriat yürürlükten kaldırıldı. Bu arada insanları "birşey olmaz size! Namaz kılıp oruç tuttuğunuz sürece siz müslümansmız!" denildi. Sonra namaz -ve diğer tüm ibadetler- hayattan uzaklaştırıldı. İnsanlara da "Bunun size bir zararı dokunmaz! 'lailahe illallah1 dediğiniz sürece siz müslümansmınz!" denildi. Böylece pratik durumun baskısıyla, zihinleri zehirleyen fikir emperyalizminin etkisiyle lailahe illallah1 bütün içeriğinden yoksun hale getirildi. Artık sadece dille söylenen bir slogana dönüştü. Onu söyleyen kişi de bununla müslüman olması için gerekli olan şartı yerine getirdiğini sanacak duruma geldi. Bunu yapmakla 'tanıklık1 görevini tamamladığını, dolayısıyla cennetin kendisini beklediğini sandı. Kalbi 'lailahe İllallah'ın gerçeğini anlamaktan uzak olsa da, hayat tarzı onun içerdiği gerçeklerle çelişse de bu ona bir zarar veremezdi. Şehid İmam'ın öncülük ettiği hareket başladığı zaman yüce Allah'ın merhamet edip de gönlünü şahadet cümlesinin ve dinin gerçek mahiyetini anlayacak şekilde açtığı kimseler hariç, ümmetin durumu bundan ibaretti. Şehid İmam -söylediğimiz gibi- 'lailahe illallah' ilkesinin müslümanlarm(!) gönlünde uğradığı anlam ve içerik kaybının bir yönünü düzeltmeye girişti ki, bu yönü tasavvuf ve mürcie akımları dejenere etmişti. Bunun ardından Allah'ın şeriatının uygulanmasını istedi. İslam şeriatını uygulayacak müslüman bir devletin kurulmasının zorunluluğunu vurguladı. Bu çağrısına kitlelerin yoğun ilgi gösterdiğini gördü, kitlelerin bu ilgisi onda yaklaşımının isabetli olduğu fikrini uyandırdı, dolayısıyla başlangıç noktasında göstermesi gereken dikkate gereken özeni gösteremedi. Oysa daha sonra pratik olarak kanıtlandı ki, bu noktanmı büyük bir onarıma ihtiyacı vardır. Sonra Şehid İmam'ın öldürüldü. Hiç bir şey olmamış gibi bir çok insanın kılı kıpırdamadı. Ardından gerçekte kanlı katil, sözde 'kahraman1 geldi. Müslümanlar için tarihin tanık olduğu en korkunç mezbahalar kuruldu. Birçok insanın kılı kıpırdamadı, hiç birşey olmamış gibi... Hatta bundan da kötüsü oldu. Birçokları, ellerinden müslüman kanı damlayan kanlı katil Nasır'ı alkışladı. 'Müslüman' bir insan için böyle bir tavır normal mıdır? Diğer bir ifadeyle: Eğer insanlar 'lailahe illallah'ın gerçek anlamının ve onun
Allah'ın şeriatının egemen olmasıyla olan vazgeçilmez ilişkisini bileselerdi, böylesine tuhaf, böylesine akılalmaz bir tutum içinde olabilirler miydi? Kuşkusuz böyle birşey olmazdı! Allah'ın şeratinin egemen olmasını isteyen bir davetçi bu kadar basit öldürülmezdi. Tarihin tanık olduğu en korkunç mezbahaları kurarak, Allah'ın şeriatının egemen olmasının isteyen davetçilerin kanma giren sahte kahraman, kanlı katil Nasır işini bu kadar basit göremezdi. Gel görki, ellerinden müslaman kanı süzülen bu katili alkışlayanlar bile oldu. Böyle bir şey ancak 'lailahe illallah' ilkesinin anlamı ve içeriğinin gerçek mahiyetiyle bilinmediği bir ortamda olabilir! Şehid İmmam'ın ve onun yolunu izleyen cemaatin aleyhine yapılan propagandaların meydana getirdiği etkileri, ayrıca da yapılan olumlu propagandaların doğurduğu etkiyi de hesaba katalım. Gene de gerek İmam'ın şehid edilmesi ve gereksiz Nasır katilinin işlediği cinayetler açısından takınılan bu tavır kabul edilemez türdendir. Yapılan propagandalar sonucu, kitlelerin imam'ın şahsının ve cemaatiini aleyhine dönmesini normal kabul etsek bile, bu kitlelerin Allah'ın şeriatının egemen olması sorunu karışında bambaşka bir tavır içinde olması gerekirdi. Allah'ın şeratinin egemen olması sorunu karşısında sesiz kalmak, Allah'ın şeriatının egemen olması çağrısında bulunan davetçilerin katledilmeselerini kılı kıpırdamadan izlemek, ancak 'lailahe illallah' m ne anlam ifade ettiğini ve bu ilkenini Allah'ın şeriatının hakimiyetiyle olan vazgeçilmez bağının gerçek anlamda bilinmediği bir ortamda olabilir. Sadece dille 'lailahe illallah1 söymenini insana müslüman niteliği kazandırdığını ve kişi 'lailahe illallah1 ilkesine ters düşen düşünce ve davranışlara sahip olsa da bu niteliğin ondan ayrılmayacağını sanmak; tek başına Allah'ın şeriatının egemen olmasının -başka değil- ve tek başına Allah'ın şeriatının hükmüne başvurmanın -başka değil- 'lailahe illallah1 ilkesinin vazgeçilmez gereği olduğunu; Allah'ın şeriatı egemen olmadıkça insan günde bin kere lailahe illallah1 dese de müslüman niteliğini kazanamayacağını bilmemek ancak böylesine kör bir cahiliyenin egemen olduğu bir ortamda olabilir. İsanları Allah'ın terazisine koymak ve -bu cehaletle birlikte müslüman veya müslüman olmadıkları değerlendirmesi bir yana[126] diyebiliriz ki, bu cehalet olanca ağırlığıyla insanların hayatlarına, düşüncelerine ve duygularına egemendir. Bu cehalet varoldukça bir İslami altyapı meydana getirmek için atılacak ilk adım insanalır hayatına egemen olan bu cehaleti söküp atmaktır. İslam'ın egemenliğinin önümdeki en büyük engel işte bu cehalettir. Bu engel sanıldığından da büyüktür. İslam'ın hakimiyeti yalnızca Allah'ın şeriatının egemen olması çağrısında bulunan mü'min, mücahid bir 'örgüt'ün bulunması ile gerçekleşemez. Bu cemaatin yönetime gelmesi için hangi yönteme başvurulursa vurulsu, bir yönetim için gerginde dayandığı ve düşmanlarının komplolarına karşı kend in savunan bir dayanağın bulunması kaçınılmazdır.
İslam aleminde bu gün için ayakta duran birçok yönetim şekli vardır. Bunlar ya Amerika'ya, ya da Rusya'ya ya da her ikisine birden -müslümanları katletme, İslami hareketi yoketme gibi durumlarda- dayandıkları için ayakta durabiliryorlar. Ya İslami bir yönetim, yeryüzünde hangi güce dayanacaktır? Doğal olarak Amerika ve Rusya bu yönetimi desteklemeyecektir. Şu halde bu yönetimin kendi halkından bir dayanağı bulunmalıdır. Allah yolunda cihad eden, bu uğurda mücadele ederken kınayanın kınamasına aldırmayan mücahid, mümin, müslüman bir topluluk bulunmalıdır Bir İslami altyapımın varolması, İslam'ın egemenliği için kaçınılmazdır. Bazılarının sandığı gibi, İslami bir yönetimin kurulması için, bütün milletin mümin ve mücahid bir topluma dönüşene kadar beklememiz gerektiğini söylemek istemiyoruz. Yeryüzünde tüm fertleri kararlı, tuttuğunu koparan ve kişiliğinin doruğunda olan bir toplum yoktur. Hatta peygamberimizin öncülüğünde kurulan ilk müslüman topluluğun tüm fertleri de ideal düzeyde değildiler. Aralarında münafıklar, zayıf imanlılar, yükümlülüğünü yerine getirmede ağır davrananlar, ağırdan alanlar vardı. Fakat bunların yanısıra, bütün bunları da taşıyarak yüce Allah'ın önceden tasarladığı hedefine doğru sapmadan yol alabilecek güçte, sağlamlıkta, dayanıklıkta ve kökleşmiş bir İslami temel vardı. Bir İslami altyapı vardı. Birİslami yönetiminin kurulabilmesi için bugün ihtiyaç duyulan şey,makul bir yoğunlukta, yeterli bir düzeyde bir İslami altyapı'dır. Bu altyapı ümmeti, o görkemli hedefe doğru giden çizgide tutacaktır. Toplum içinde münafıkların, zayıf imanlıların, ağır davrananların, ağırdan alanların varlığı bu hedefin gerçekleşmesini engelleyemez. Yeterli ve gerekli özelliklere sahip bir çekirdek kadro niteliğindeki bir altyapının oluşturulmasının önündeki ilk engel, 'Lailahe illallah1 ilkesine ilişkin toplumsal düzeydeki cehalettir. Çünkü müslümanlar boşlukta hareket etmiyorlar. Tarihin tanık olduğu en azgın yerel ve uluslararası düşmanlıkların bakışları arasında yol almaya çalışıyorlardı, islam düşmanları, islami hareketlere karşı başlattıkları amansız savaşta, insanların bu cehaletinden onuna kadar yararlanıyorlar. Bunlar islam memleketlerinde Allah'ın indirdiklerine ve Allah'ın indirdikleriyle hümetmeye çağıranlara karşı savaş açan yönetimlere tam bir yasallık kisvesi giydirmişlerdir. Halk kitleleri de 'lailahe illallah1 ikesine ve bu ilkenin Allah'ın şeriatının egemen olmasıyla olan yakın ve vazgeçilmez ilgisine ilişin derin cehaletleri yüzünden bu yönetimleri normal ve doğal karşılamışlardır. Sonra halk ile islami hareketler arasından nefretten bir duvar örmüşlerdir. Bir de insanlara: "Siz bunların İslam için çalıştıklarını mı sonıyorsunuz? Bunların asıl amaçları iktidara gelmektir, dini ise, siyasi çıkarlarına alet ediyorlar(!)" diyorlar. Dini alet olarak kullanma olgusu insanları tiksindiren ve yoldan uzaklaştıran bir işlev görmektedir. Halk yığınları aşamalı olarak depolitize edilerek, siyasal ve yönetsel sorunlara duyarsız hale getirilmişlerdir. Kimin iktidara gelme için çalıştığı, kimin iktidara geldiği onları pek ilgilendirmiyor. Halk "gelene ağam, gidene paşam" diyerecek duruma getirilmişlerdir. Tıpkı Mütenebbi'nin dedeği gibi: "Birine bir iyilik isabet edince insanlar ona, 'ne hoş!1 derler. Hata eden de hak etti…
Yani müslümanlar iktidara geldikleri zaman halk kitleleri onları alkışlarlar. Fakat amaçlarına ulaşamayıp başarısızlığa uğradıkları zaman da, "Onlar başlarına geleni hak etmişlerdir. Neden iktidardakilere karşı çıktılar ki? Yoksa iktidarı devredin demekle iktidardakilerin bunu yapacaklarını mı sandılar? iktidar sahipleri iktidarlarını korumak zorundadırlar, iktidarlarına karşı çıkanları tepeleme hakkına sahiptirler" derler. Mesele bu şekilde yozlaştırılmıştır. Halkın gözünde iktidara yürüyen, iktidarı ele geçiren herkes eşit konuma getirlmiştir. Yani onlar açısından, allah'ın dininin sınırlarını çizdiği şeklide kimin 'hak1 yolda, kimin 'batıl' yolda olduğu önemli değildir, islam açısından iktidarın meşru (şeriata) uygunluğuna da bakılmaz. Yani iktidardaki Allah'ın indirdikleriyle mi hükmediyor yoksa Allah'ın indirdiklerinin dışındaki bir yasayla mı hümediyor? Bu durum, onları pek ilgilendirmiyor. Bu yozlaşma yüzünden de 'müslüman bir altyapı'nın oluşturulması ertelenmiş oluyor. Yüce Allah'ın egemen olmasına izin verdiği cahiliye hükmüdür diye, Allah'ın hükmünün dışındaki tüm hükümleri reddedecek olan işte bu müslüman çekirdek kadrodur. "Yoksa cahiliye hükmünü nü istiyorlar? Kesin inançlı bir topluluk için Allah'tan daha iyi hüküm veren kim vardır?" (Maide/ 50) "Yoksa dinde onlar için Allah'ın izin vermediği yasalar koyan ortakları mı var?" (Şura/ 21) Bu korkunç cahilliği başka bir sorun izliyor. Bu sorun, islami hareket açısından, 'müslüman altyapı'nın oluşumu için gerekli olan olgunlaşmayı geciktirici bu yozlaşmadan daha tehlikelidir. Halkın bu cahilliği ve duyarsızlığı, tağutlarm İslami cemaatlere saldırma, vahşet ve ölümcül derbeler indirme imkanını vermektedir. Tağut katliamlar yaparken, suçsuz günahsız insanları işkenceden geçirirken, insanları yerinden yurdundan ederken halkın öfkesinden emindir, imam Hasan el-Benna'nın öldürülmesinde oluduğu gibi. Ve tıpkı kanlı katil Nasır'ın gerçekleştirdiği katliamlarda olduğu gibi. Bu katliamlarda cemaata bir daha belini doğrultamayacak darbeler indirmek için cemaatin imamları ve önder kadroları yokedilmişti. Böyle olaylar her zaman ve defalarca yapılabilir. Bu olanları bir de başka bir şekilde düşünelim. Halk kitlelerini 'lailahe illallah1 ilkesinni gerçek anlamını ve Allah'ın şeriatının egemen olmasıyla olan sıkı ve vazgeçilmez ilgisini gerçekten kavradığını, yani yüce Allah'ın ve peygamberinin şu sözlerindeki mesajı algıladığını düşünelim: "Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda senin hükmüne başvurmadıkça, sonrada içlerinde senin verdiğin karara karşı en ufak bir sıkıntı olmasızın tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar" (Nisa/ 65) "Allah'a ve peygambere inandık ve itaat ettik." diyorlar; onlara aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve peygambere çağırdıklarında, bakarsın ki, içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler." (Nur/ 48,48) "Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Resulüne
davet edildiklerinde, müminlerin söyleyeceği: Işittit ve itaat ettik1 sözüdür, işte kurtuluşa erenler bunlardır." (Nur/ 51) Bu günkü toplulukların da, bir müslümanm ancak Allah'ın indirdikleriyle hükmettiği ve ancak Allah'ın şeriatının hükmüne başvurduğu zaman ya da İmam elBenna'nın dediği gibi: "Şehadet cümlelerini diliyle söyleyip gereklerini ve farzları yerine getirdiği zaman" müslüman olabileceğini anladığını düşünelim.[127] Durum ne olurdu acaba? Tağutlar müslüman halkın öfkesinden emin olarak İslam davetçilerini öldürebilirler miydi? 'Lailahe illallah1 ilkesinin içerdiği mesajın gerçek şekliyle kavranması ile birlikte tüm halkın bir günde veya bir gecede kararlı, yollarına dikilen engellere aldırış etmeyen mücahidlere dönüşeceğini, Allah'ın şeriatı için mücadele edip, şeriata saldıran bütün sapık ve azgınlara karşı koyacağının iddia etmiyoruz. Kesinlikle hayır! Hiç kimse böyle bir vehme kapımış değildir! Fakat -en azındanmüslüman bir altyapının oluşması daha kolay ve daha kısa zamanda gerçekleşecektir. O zaman tağutlar, katliamlarını gerçekleştirirken halk çoğunluğundan destek göremeyeceklerdir. Oysa şimdi cinayetlerini işlerken halkın cahilliğinden sonuna kadar yararlanmaktadırlar. Bu yüzden İslam'ı uyanış açısından bu mesele üzerinde yoğunlaşmak son derece önemlidir. İslami bir altyapı oluşturmak için bu noktadan başlamak bir zorunluluktur. Başlangıç noktası bu mesele olmayan her hareket tökezleyecek ve yol uzadıkça uzayacaktır. Bu husus hareketin başlangıcında yeterince belirginleşmemiş olmakla beraber, son dönemlerde, yaşanan deneyimlerin de yardımıyla İmam'ın zihninde meselenin netleştiği anlaşılmatadır. 7 Receb 1367/16 Masıy 1948 tarihinde günlük 1hvan-i Müslümin1 gazetesinde (Yıl 3, sayı 627) Hasan el-Benna'nın imzasıyla yayınlanan 'Me'reketul Mushafeyne Hukmullah?1 başlıklı makele bunu açıkça ortaya koymaktadır: "Şüphesiz Allah'ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için biz sana kitabı hak olarak indirdik. Sakın hainlerin savunucusu olma!" (Nisa/ 105) "Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve onların havalarına uyma, Allah'ın indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtmasınlar diye onlardan sakın. Şayet yüz çevirirlerse bil ki, Allah bir kısım günahları nedeniyle onlara bir musibeti tattırmak istemektedir. Şüphesiz, insanların çoğu fasıklardır. Onlar hala cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin inanan bir topluluk için hükmü, Allah'tan daha güzel olan kimdir?" (Maide/ 59,50) "Aralarında hükmetmesi için, Allah'a ve Resulüne çağırıldıkları zaman mü'min olanların sözü: 'işittik ve itaat ettik' demeleridir, işte kurtuluşa erenler bunlardır." (Nur/ 51)
islam hem dindir, hem devlettir. Bunda şüphe yoktur. Bu ifadenin açık anlamı şudur: islam Rabbani bir şeriattır, insani öğretiler ve toplumsal hükümler içermektedir. Dinin korunması, yayılması, mü'minler arasında hükümlerinin uygulanmasının sağlmanması, mesajının mü'min olmayanlara duyurulması görevi devlet kurumuna yani müslüman topluma başkanlık eden, ümmeti yöneten hakime verilmiştir. Hakim bu hükümlerin korunmasında kusur ederse, artık İslami bir hakim sayılmaz. Devlet yasaları bu görevi dışlayacak şekilde düzenlenirse artık o devlet İslami bir devlet olarak değerlendirilmez. Toplum ya da İslam ümmeti bu ihmale razı olursa, onaylarsa artık o da Islami bir toplum sayılmaz, diliyle böyle bir iddiada bulunsa bile. Müslüman bir hakim için İslam'ın öngördüğü farzlara sıkı sikaya sarılmak, büyük günahlar işlemeden Allah'ın haram kıldığı şeylerden uzak durmak şarttır. Bağlı bulunduğu devletin oluşturduğu ortam, onun müslümanlar arasında İslam'ın hükümlerini uygulamasına elverişli olmadığı sürece yukarıda saydığımız hususlarda onun müslüman bir hakim olarak nitelendirilmesine yetmez. Devletin onlar açısından konumu, onların İslam daveti karşısındaki konumlarına göre belirlenir. Burda tartışmaya, münakaşa etmeye yer yoktur. Yukarıya aldığımız ayetler bunu öngörüyor. Nur suresinde yer alan ayetler Allah'ın indirdikleriyle hükmetmekten kaçınanların iman çerçevesinin dışına çıktıklarını açık biçimde ortaya koymaktadır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onlar derler ki; 'Allah'a ve Resule iman ettik' sonrada bunun ardından onlardan bir grup sırt çevirir Bunlar iman etmiş değildirler. Aralarında hükmetmesi için onlar Allah'a ve Resulüne çağırıldıkları zaman, onlardan bir grup yüz çevirir. Eğer hak onların lehlerinde ise, ona boyun eğerek gelirler. Bunların kalplerinde hastalık mı var? Yoksa kuşkuya mı kapıldılar? Yoksa Allah'ın ve Resulünün kendilerine karşı haksızlık yapacağından mı korkmaktadırlar? Hayır onlar zalim olanlardır. Aralarında hükmetmesi için, Allah'a ve Resulüne çağrıldıkları zaman mü'min olanların sözü: işittik ve itaat ettik' demeleridir, işte kurtuluşa erenler bunlardır." (Nur, 47-51) Maide suresinde yer alan ayetler de Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenleri kafirlikle, zalimlikle ve fasıklıkla nitelendirmektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kafirlerdir -zalimlerdir-fasıklardır." sonra şöyle buyuruyor: "Yoksa hala cahiliye hükmünü mü istiyorlar. Kesin inançlı bir topluluk için hükmü Allah'tan daha güzel olan kimdir?" Allah'ın indirdikleriyle hükmetme olgusunun gerçekleşmesi için devletin anayasasında müslüman bir devlet olduğunun veya devletin resmi dininin islam olduğunun yazılması ya da devletin kişisel meselelerde Allah'ın indirdikleriyle hükmederken, buna karşın cezai, mali ve namus gibi konularda Allah'ın indirdiklerine ters düşen yasalara uymayacağını ilan etmesi yeterli değildir. Davranışları dine uygun veya ters olsa da üstdüzey yöneticilerin müslüman olduklarını söylemeleri de yetmez. Devlet düzeyinde Allah'ın indirdikleriyle hükmetmek demek; devletin bir misyon sahibi olması demektir. En üst düzeye kadar yönetenlerin ve en alt düzeye kadar yönetilenlerin misyonlarının bilincinde olmaları demektir. Bunun devletin rengini belirleyen bir boya olması gerekir, insanlar bununla nitelendirilmeli, toplumlar içinde devlet bununla
tanınmalıdır. Her uygulamasında bu niteliğini önplanda tutmalı, söz ve eylemleriyle dava adına bir bağlantı kurulmalıdır. Dünya devletleri içinde SSCB adında bir devlet vardır. Bu devletin belli ilkeleri, belli bir rengi ve belli bir ideolojisi vardır. Biz bunları benimsemiyor, insanları böyle bir şeye davet etmiyoruz. Fakat biz diyoruz ki, bu devlet dünya toplumları içinde bu rengiyle biliniyor. Devletin tüm uygulamaları, söz ve davranışları işte buna göre belirleniyor. İngiltere ve ABD'de onu taklit ederek demokrasi diye bir rejimin temsilcileri olduklarını ilan ettiler. Gerçi bunlar, çıkar, amaç, koşul ve gelişmeler açısından biribirlerinden farklıdırlar. Neden Mısır'da -ki egemenlik hakkına sahip bağımsız bir ülkedir-uluslararası platformda İslam'a bağlılığıyla, ona karşı duyarlılığıyla, insanları ona uymaya davet etmesiyle, her söz ve eylemiyle onunla bağlantılı kılmasıyla bilinmesin? İşte Allah'ın indirdikleriyle hükmetmenin esası budur. Bu anlam somutlaştığı zaman hiç kuşkunuz olmasın, o zaman yöneticiler İslam'ın öngördüğü farzlara sıkı sıkıya sarılacak, hayatlarını onunla biçimlendireceklerdir. Ardından çıkarılan bütün yasalar ve toplumsal düzenlemeler İslam'ın direktiflerine ve hükümlerine uygun olacaktır. Böylece Allah'ın hükmü ferd, toplum ve devlet planında gerçekleşecektir. Gerekli olan da budur. Bu gerçeklere göre biz ne durumdayız acaba? Dağrusu bunlardan çok uzaktayız. Bütün sermayemiz anayasanın 149. maddesi ve halkın gönlünde ki duygular ve duyarlılıklar ile kimi bireysel ibadetler, ameller ve değerlendirmelerdir. Hükümet ve devlet ise bir kutupta, Alla'ın hükmü ise bir başka kutupta yer alıyor! Sayın hükümet başkanı asıl sorumlu sensin. Sayın Adalet Bakanı özellikle sen sorumlusun. Ey milletvekilleri ve senatörler siz de sorumlusununz, temsil ettiğiniz halk adına. Ve ey Ezher Şeyhi ve saygı değer alimler, yüce Allah'ın sizden aldığı misak gereği üstlendiğiniz ilim ve tebliğ adına sorumlusunuz. Ey millet sen de kendi isteğinle Allah'ın hükmünün dışına çıktığın için sorumlusun. Çünkü bütün otorite ve iktidarların kaynağı sensin. Şu halde yöneticilerinize karşı mücadele edin, onları Allah'ın indirdiklerini uygulamaya zorlayın. Onlarla birlikte mushaf savaşına katılın. Allah'ın izniyle zafer sizin olacaktır" Evet, son dönemlerinde İmam sorunu zihninde netleştirmişti. Ne varki, bu anlamın izleyicilerinin kalplerinde kökleşmesi için uygun zaman ve fırsat bulamadı. Daha önce buna değinmiştik. Dolayısıyla Imam'ın izleyicileri açısından mesele açıklığa kavuşmadı. Bu anlayış stratejilerine, hareketlerine ve düşüncelerine yansımadı. Şehid Imam'ın kurduğu teşkilat açısından vurguladığımız ilk nokta budur, ikinci nokta ise, islami uyanışın -ister istemez- İslam düşmanlarına karşı girişeceği savaşın gerçek boyutlarının sağlıklı biçimde değerlendirilmesi, gerekli olan niteliklerin kazanılması, bu savaşa hazırlık için lazım gelen çabanın harcanması ve gerekli zamanın iyi kullanılmasıdır. Bu hususta sehid İmam'ın kafasında ne gibi bir düşüncenin varolduğunu bilmemiz mümkün değildir. Çünkü henüz genç yaştayken sehid edildi. -
Allah ondan razı olsun-Ve henüz yolun başındaydı. Fakat bize göre hazırlıkta ve harekette acele edildi. Sonra da olanlar oldu. Gerçekte savaş, İslami cemaatlerle onları öldüren, işkence eden, onları sürgün eden, köklerini kurutmaya çalışan tağutlar arasında geçen yerel bir çatışma değildir. Aynı şekilde bu savaş, birkaç vur-kaçla bitecek cinsten de değildir. Bu öyle bir savaştır ki, haçlı dünyası ile dünya siyonizmi bütün İslam düşmanlarını da yanlarına alarak direktifleri, fikir ve görüşleriyle katılmaktadırlar. 1956 yılında bir ingiliz gazetesi şunları yazıyordu: "Cemal Abdunnasır'ın 1952'de gerçekleştirdiği darbeyi destekledik. Çünkü yeni güçlü bir lider olacaktı. Hayat düzeyini yükselterek komünizmle savaşacak ve İsrail'le barış sağlamak suretiyle Ortadoğu'ya barış getirecekti.[128] Ancak o, barışa savaş açmayı yeğledi.[129] Bundan dolayı ona kırgınız. Fakat fanatik İhvan-i Müslimin cemaatini ezdiği için unutmamalıyız." Abdunnasır bu programı uygulamak üzere işbaşına getirilmişti. O da bu programı uygulamak için elinden geleni yaptı......'ün görevi belliydi, İslam'ı ortadan kaldırmak. Gazetenin bu benzetmesi ilginçtir. Çünkü birinci.....'ün görevi İslam aleminin siyasi ve askeri merkezi olan istanbul'da islam'ı yok etmekti........Abdunnasır'ın görevi de İslam aleminin manevi aydınlanma ve kültür merkezi olan Kahire'de islam'ı ortadan kaldırmaktı. Komünizm savaşına gelince onun da yöntemleri değişti ve iş sosyalizmin uygulanması ile sonuçlandı. Amerikalı yahudi 'Walt Rousto'nun da 'Merahilitten Miyetil iktisadiye Fil Biladil Mutehalife adlı kitabında dediği gibi halk komünizmden nefret ediyordu. İsrail'le barış yapmaya gelince, Nasır bunun için elinden gelen her şeyi yaptı, ne varki fiilen barış yapamadan önce öldü. Ancak 'büyük(!)' halefi güzel ahlakı (!) tamamlamak üzere onun rolünü devraldı. İndira Gandhi 1968 yılında ABD'yi ziyaret ederken düzenlediği bir basın toplantısında şöyle diyordu: "Biz Cemal Abdunnasır'ı seviyoruz ve onu destekliyoruz. Çünkü o, fanatik İhvan-i Müslimin örgütünü dağıttı." Onun yakın arkadaşları sabıkalı İslam düşmanlarından oluşuyordu: BM'in ve Abdunasır'ın desteğiyle Kıbrıs'ta müslümanları katleden baş piskopos Makariyos, Yugoslavya'da üç-dört milyon müslümanı katleden yahudi Tito, Hindistan'da müslümanları katleden kimi zaman ateşte yakan, sonra da ülkede huzursuzluk çıkarıyorlar diye resmen yargılayan İndira Ganhi, 1961 yılında BM teşkilatında yaptığı konuşmada oniki yıl sonra Etyopya'da tek dinin olacağını, yani nüfusun % 56'sını oluşturan Müslümanların yokedileceklerini ya da sürüleceklerini söyleyen Haile Selasiye gibi. Dünya iletişim araçları -haçlı, Siyonist, komünist ve kapitalist heber örgütleri- onun boynuna sahte bir kahramanlık yaftasını yapıştırmışlardı, aynı zamanda onun işlediği
cinayetleri de örtbas ediyorlardı. Sahte kahraman cinayetlerini arttırdıkça iletişim araçları onun lehindeki propagandalarının dozunu arttırıyorlardı. Çünkü onlar açısından büyük tehlike oluşturan İslami hareketi yok etmeye çalışıyordu. 1955 yılında 'İnsan Hakları Konseyi' temsilcileri gelip sıkıyönetim hapishanelerini ziyaret ettiler. O sıralar müslümanlarm aleyhine başlatılan sindirme kampanyası doruğa çıkmıştı. Akıl almaz işkenceler uygulanıyordu, barbarca kan dökülüyordu. Bu aralar bir dizi komik mahkemeler kuruldu, kanlı katilin arkadaşları bu mahkemelere başkanlık ediyorlardı. Sonra insan Hakları Konseyi1 bir bildiri yayınlayarak mahkemelerin yargı usullerine uygun biçimde ve özgür(!) bir ortamda kurulduğunu söylediler. Bu, İslam'a karşı beslenen uluslararası düşmanlığı somutlaştıran bir örnektir sadece! Müslüman cemaatin -ister istemez- İslam düşmanlarına karşı giriştiği bu savaş kolay ve kısa vadeli bir savaş değildir. Bu savaşı sonuna kadar sürdürüp başarılı bir sonuç elde etmek için özel niteliklere, özel bir hazırlığa ihtiyaç vardır. Bunun için hazırlığın yapılacağı uygun zaman beklenemez. Belli merkezlerden yöneltilen bu amansız saldırılar, İslami uyanışın karşı karşıya kaldığı tek tehlike değildir. Bunların yanısıra İslami uyanış yeryüzüne egemen olan tüm cahiliye sistemlerine karşı koymak zorundadır, islam coğrafyası da bunun kapsamındadır. Çünkü buralar da cahiliyenin egemenliği altındadır ve yüzde yüz bir nitelik değişimine uğramıştır. Bu durum, islam aleminde yaşanan inanç gerilemesi sonucu islam düşmanlarının egemenlik kurup islam şeriatını yürürlükten kaldırmalarından, din düşmanı fikirlerini yaymalarından bu yana sürmektedir. Bu cahiliyenin bir yönetim şekli, bir düşünce sistemi, bir eğitim yöntemi, propaganda araçları ve pratik yaşam tarzı vardır. Ve tümüde dine ve islam'a karşı düşmanca niteliktedir. İslami uyanış -ister istemez- attığı her adımda, giriştiği her harekette cahiliyenin düşmanlığını bulacaktır karşısında. Katliamlara, işkencelere, sürgünlere, küçük düşürmelere, engellemelere ve nefrete maruz kalacaktır. Her türlü yöntemle kendisine karşı koyulacak. O ise bütün bunlara karşı eşsiz bir donanıma muhtaçtır. Üstün bir siyasi bilince, derin bir düşünce yeteneğine, müslümanları saran düşmanlık kuşağını kestirecek bir ferasete sahip olmalıdır. Savaşın niteliğini, giriştiği savaşta başvurması gereken yöntemleri, araç ve gereçleri bilmeli ve bunlara sahip olmalıdır. Bütün bunların yanısıra, savaşın yerel nitelikli ve belli kuşağı ilgilendiren bir savaş olmadığını bilmesi gerekir. Bu, kuşaklar boyu sürecek bir savaştır, ister dışarıda pusu kurmuş düşmanların saldırıları ile olsun, isterse islam'a ilişkin derin bilgisizlik sebebiyle olsun (ki, bu cehalet İslami altyapının oluşmasını engellemektedir.) bu savaş sürüp gidecektir. Bundan dolayı İslami uyanış yarı yolda tükenmeyen uzun süre dayanan bir nefese muhtaçtır. Şehid İmam'ın eğittiği kuşak en azından iki yönde üstün nietliklere sahipti: Allah yolunda ölmeye hazır, kendini davaya adamış, üstün fedakarlık ruhu ve kardeşleri Allah için birbirine bağlayan derin kardeşlik duygusu... Bu, övgüye değer bir çabaydı. Şehid
İmam bu uğurda zamanını, emeğini, ruhunu ve kanını verdi. Başkası bunu yapamazdı, başkası gereken niteliklere sahip değildi çünkü. Fakat bu kuşak -buna rağmen- büyük ölçüde siyasi bilinçten yoksundu. Bu bilinç sayesinde, güncel politik sorunlarla ilgilenmenin müslüman bir cemaatin görevi olmadığını kavrayabilirlerdi. Müslüman bir cemaatin asıl görevinin işleri rayına sokacak İslam sistemini açıklamak, dünya meselelerinde ilahi sisteme uymamanın sonucu baş gösteren bozulmalara, fesada dikkat çekmek olduğunu bilirlerdi. İslami yönetimi kurup koruyacak bir İslami altyapı mevcut olmadığı sürece İslam aleminin herhangi bir bölgesindeki yönetici değişikliğini kavrayabilirlerdi. Çünkü bu coğrafyada meydana gelen her yönetici değişikliğinde gelen, gedenin İslam'a savaş açmaya ilişkin görevini devralıyor. Değişen sadece araçlar ve yöntemlerdir. Bu kuşak düşünce açısından da yeterli düzeye ulaşmamıştı. Eğer derin bir düşünsel kapasiteye sahip olsalardı, düşmanın kullandığı gizli açık yöntemleri, müslümanları İslam'dan uzaklaştırmak için kimi zaman eğitim sistemiyle, kimi zaman iletişim araçlarıyla, kimi zaman düşünce kurallarıyla ve kimi zaman da yaşam tarzlarıyla gündeme getirdikleri araçları görürlerdi. Başvurulan gizli yöntemlerden birinin islami uyanışı ayrıntı niteliğindeki sorunlara ve çatışmalara yöneltip enerjilerini ve güçlerini buralarda tüketmelerini sağlamak, asıl görevleri olan islami altyapıyı1 oluşturma hedefinden uzaklaştırmak. Başvurulan bu yöntemi kavrayabilselerdi zaman ve yapılanma açısından acele etmeden, uzun bir süreç izleyerek gerekli niteliklere sahip bu altyapıyı oluşturmayı bırakıp gereksiz sorunlarla ilgilenmezlerdi. Karşılama için zorunlu olan dayanıklılıktan da yoksundular. Nefesleri böyle bir çatışmaya yetmiyordu. Ancak bu şekilde de yolun yarısında yorgun düşmeden ardarda inen darbelere karşı koyabilirlerdi. Fakat ilginçtir ki, bu insanlar inançlarında samimi ve fedakar insanlar oldukları halde ilk sarsıntıda; tutukevlerinde ve hapishanelerde yıkıldılar. Bunun nedeni inaçlarının noksanlığı veya fedakarlık duygularından yoksun oluşları değildi. Ne varki sinirleri belli bir zamana göre gerilmişti. Bu zaman içinde zafere ulaşacaklarının, islam'ın egemen olacağını, düşmanın işini bitireceklerini düşünüyorlardı. Ancak vuracakları yerde vurulduklarında, egemenlik kuracakları yerde peşpeşe darbeler yediklerinde, kısa bir zaman dilimine ayarlanmış gergin sinirler yoruldu, bir çokları davet hareketinden çekilip başka alanlara yöneldi veya hareketin yolundan değişik bir çizgide daha az tehlikeli bir davet yöntemine kaydı.[130] Şimdi de Şehid Iman'ın öncülüğünde yarım yüz yılı aşkın bir süredir sahnede beliren İslami uyanışın pratikteki durumuna bir gözatalım... Ortada iki olgu vardır. Biri insanı iyimserliğe yöneltirken, diğeri de samimi davetçileri karamsarlığa itiyor. Birincisi: Altyapının genişlemesi, gençler arasında İslama doğru büyük bir yönelişin olmasıdır. Denebilir ki, islam'a yöneliş gençler arasında başlı başına bir akım haline gelmiştir. Bu akımın belli bir cemaatin faaliyetleriyle veya belli bir cemaatin varlığıyla ilgisi yoktur. Bu kendiliğinden gençlerin gönlünde uyanan bir arzudur. İkincisi: İslami haretin dağınıklığı ve bölünmüşlüğüdür. İslami sahada çok sayıda cemaat vardır. Bunlar birbirleriyle çelişiyor, çatışıyorlar. Birbirlerini eleştirmektedirler. Her biri sadece kendisinin doğru yolda olduğunu, başkalarının sapıklık içinde olduğunu söylemektedirler.
Bu iki olgu değişik yönlere yönelik olmalarına karşın -Allah'ın kaderi uyarınca- aynı zamanda ortaya çıktılar. Kuşkusuz bu durum bazı sebeplerden dolayı gündeme gelmiştir. Altyapının genişlemesi -bir yandan- davetçilerin çabalarını davet hareketine yöneltirken -bir yandan da- İslam düşmanlarının müslümanlara karşı tezgahladıkları katliamları, işkenceleri ve kıyımları gündeme getirdi. Bu, bir ilahi yasadır. Hergün yaşanmasına rağmen İslam düşmanları bunun farkında değildirler. Uğruna kan dökülen bir dava ölmez. Düşmanlar -kinlerinden dolayı- kan dökmekten, katliam yapmaktan, işkence etmekten kendilerini alamazlar. Bunu yaparken davet hareketinin yok ettiklerini sanırlar. Oysa onların yaptıkları ile birlikte Allah'ın kaderi işlevini görmekte, akan bunca kana rağmen, sırtlarda saklayan kırbaçlara rağmen taban genişlemektedir. Kalbi Allah'a bağlı bulunan tek bir adamın şehid düşmesi davaya binlerce hatibin, binlerce kitabın ve binlerce konferansın yapamayacağı kazanımı sağlar. Fakat zalimler bunu bilmezler. İslami hareketin dağınıklığına gelince, bunun bir çok nedeni vardır. Birinci neden: -ki bu en belirgin nedendir- herkesin güvendiği, sevgi, saygı ve takdir duygularıyla kendisine itaat ettiği, dolayısıyla yığınların etafında toplandığı, kalplerin yanında kenetlendiği büyük bir önderin bulunmayışıdır. Kuşkusuz büyük bir önderin varlığı toplumun tüm sorunlarını çözmez. Çünkü her zaman hasta ruhlar bulunur ve bunlar sadece ihtiraslarına, heva ve heveslerine uyarlar. Nitekim insanlığın tanık olduğu en büyük şahsiyet olan Allah'ın Peygamberi Hz. Muhammed1 in -Salât ve selâm üzerine olsun-önderliği Abdullah b. Ubeyy'in kin duymasına ve İslam safından ayrılmasına neden olmuştu. Şehid İmam'ın önderliği de insanlık düzeyinde, tarihte çığır açan büyük önderliklerden biri sayılır. Ne varki onun varlığı cemaat içinde bölünmeleri, hizipleşmeleri önleyememişti. Ancak büyük önderliğin varlığının, toplumsal sorunları büyük ölçüde çözümlediği kuşkusuzdur. Büyük önderlik, gösteriş için veya kişisel üstünlük sağlamak için çalışmayan samimi insanları biraraya getirir. Fedakar ve asker tipleri birleştirir. Asekerler genellikle kişisel arzularından soyutlanmış samimi insanlar olurlar. Böylesine büyük bir önderliğin yokluğunda deneyimsiz, genç ve küçük çaplı liderlikler türer. Bunlarda da çoğu zaman dava içtenliği ile kişisel içtenlik içice girmiş olur. Şeytan herhangi bir gedikten onlara bu hatayı işletir. Her biri kendisinin hak yolda olduğuna inanır. Bu yüzden 'hakka uyanların onu temsil edene uymaları bir zorunluluktur1 diye düşünür. Yani kendisine uyulmalı. Bu nedenle sözkonusu liderler birbirleriyle didişirler, birbirlerini altetmeye çalışırlar: "Falan cemaat -eğer isterse- bana gelip yoluma uymalıdır. Ben ona gitmem, onun yolunu izlemem, çünkü o, doğru yolda değildir." derler. İkinci neden: Bu gün harekete katılan gençlerin büyük çoğunluğu örgütlü bir hareket içinde eğitilmiş değildirler. Çünkü zindanlarda faaliyet gösteren bir örgüt çalışması yoktur. Gençler sadece kitap okuyarak kendilerini eğitmişlerdir. Sadece okumuşlar... Tek başına okuma yetmez. İslami hareketin bir önderi bulunmalıdır. İslami hareketi yönlendirecek, eğitecek, yetiştirecek odur. Şayet, insanları sonsuz ilmiyle yaratan yüce Allah, onlar için kitapların yeterli olacağını taktir etseydi, hiç kuşkusuz Kur'an'ı bir kerede yazılı bir metin halinde indirir,
sonra da insanlara onu nasıl okuyacaklarını öğretirdi. Fakat insanları yaratan yüce Allah ki o herşeyi bilir- gerçeğin ancak bir kalpten diğer bir kalbe, bir öğretenden öğrenciye, vericiden alıcıya geçiş şeklinde etkili olabileceğini biliyordu. Bu yüzden peygamberini Salât ve selâm üzerine olsun- gönderdi ki, öğretici olsun, verici işlevini görsün. Diğer kalplerde ondan öğrensin, mesajı onun aracılığı ile algılasın. Gençler istekli ve gayretlidirler. Ne var ki, okudukları kitaplardan başka bir şey yok ellerinde. Bu yüzden değişik yolları tutuyorlar. Kesin olmasına ve bir anlama yönelik işareti de bilinmesine rağmen bir tek nassın içeriği üzerinde farklı görüşlere sahip olmak akıl için normaldir. Ortada değişik nasslar varsa ve bu nasslarm kesinliği sözkonusu olmadığı gibi içerikleri de kesinlik düzeyinde belirli değilse durum ne olur acaba? İstenen bir şey olmamakla beraber, yol göstericisiz, öğreticisiz ve öndersiz kitap okuyarak kendini yetiştiren bu gençlerin arasında görüş ayrılıklarının başgöstermesi doğaldır. Bu durum üzücüdür kuşkusuz. Gönül isterdiki İslami hareket bir çatı altında birleşsin ve bölünmesin. Çünkü bölünme düşmandan başka kimseye hizmet etmiyor. Ne varki -her zaman söylediğim gibi- bu, sihir değneğiyle çözülecek bir sorun değildir. Büyüsel çözümden kastettiğim, hiç bir zorlukla karşılaşmaksızın kolayca ve çabukça gerçekleşen çözümdür. Ne yazık ki, İslami hareketin karşı karşıya kaldığı sorunların büyük çoğunluğu, bu çeşit büyüsel bir yöntemle çözülmeyen türdendir. Bu sorunların çözümü büyük zorlukları aşmayı, zorluklara karşı sabretmeyi, kesintisiz bir çaba sarfetmeyi ve samimi bir niyet beslemeyi gerektirmektedir. "Ey mü'minler, sabredin ve sabırda yarışın, nöbetlesin, Allah'tan korkun. Umulur ki kurtuluşa erersiniz." (Ali-i İmran/ 200) Buna rağmen -kötü olmakla beraber- ben bu durumdan dolayı o kadar da üzülmüyorum. Çünkü ben bu duruma geçmişin bir kalıntısından çok geleceğe yönelik kıpırdama olarak bakıyorum. Bu durum uzun bir uykudan sonra gerçekleşen bir uyanışın sonucudur, insanlar derin bir uykudan uyandıklarında, başlarına ne geldiğini anladıklarında ve bu durumdan kurtulma mücadelesi verdiklerinde hem de herkesin güvenini kazanmış bir önderin yokluğunda görüş ayrılıklarının, değişik bakış açılarının ortaya çıkması mümkündür. Biri burayı kurtuluş yolu olarak görür, diğeri şurayı, bir üçüncüsü de başka bir yeri görür. Fakat deneyimlerle... Düşe kalka... Yavaş yavaş hangi yolun doğru olduğu, hangi yolun hedefe ulaştıracağı açığa kavuşur. Gelişmeleri planlayıp yönlendirenin insanlar olmadığını bir an bile unutmamalıyız. Eşya ve olayları yönlendiren yüce Allah'tır. Bu dava da O'nundur. Davayı zafere ulaştırmak O'nun yetkisindedir. O bunu garantilemiştir. Dava her zaman O'nun gözetimi altındadır. Dava adamlarının saflarını belirginleştirmeyi, kötülüklerini gidermeyi üzerine almıştır. " Allah inananları sizin durumunuzda bırakacak değildir. Temizi pisten ayıracaktır. Allah size gaybı bidirecek değildir." (Al-i İmran/ 179) Yüce Allah islam safının pis ile temizin içice olacağı şekilde bırakmaz, kullarına gaybı göstermez ve önceden : "Şu temiz, şu da pistir" demez. Ancak mü'minleri deneyimlerden geçirir. Bu süre içinde mü'minler arınıp Allah için herşeyden geçerken temiz olanlarla pis olanlar da belirginleşirler. Deneyimler ve meşakketler sonucu insanlar, bu gruplardan hangisinin evrensel İslam gerçeğini kavradığını, hangisinin doğru kavrayış ile paralel
olarak doğru bir hareket tarzı izlediğini, hangisinin içtenlikle Allah için herşeyden geçtiğini anlayacaklardır. Böylece yüce Allah saftaki pisleri ayıklayıp yokedecektir: "Köpük atılıp gider. İnsanlara fayda veren şeye gelince o yeryüzünde kalır." (Rad/ 17) Her zaman için İslami harekette vazgeçilmez öneme sahip bulunan büyük önderliğe gelince bu, ilahi bir bağıştır, insanlar tarafından birine bu nitelik kazandırılamaz. Çünkü istediğimiz zaman içinde bir önder siparişini verip bu önderi alabileceğimiz bir fabrika yok. Fakat ilahi bağış sözkonusudur, ilahi bir tezgah vardır. Yani deneyler ve sınavlarla mü'minler arınır, bu süreç içinde önderlik için kimin elverişli olduğu ortaya çıkar. Bizim yapmamız gereken bir şey vardır, o da, biran önce aramızdan bir önder çıkarması için dua etmektir. Bunun için niyetimizi ve hareketimizi her türlü beşeri çıkarlar ve arzudan arındırmalıyız ki yüce Allah duamızı kabul buyursun: "Rabb'iniz dedi ki; 'bana dua edin, duanızı kabul edeyim1" (Gafir/ 60) Cennette kendisine arkadaş olması için kendisinden Allah'a dua etmesini isteyen bir adama Peygamberimiz -Salât ve selâm üzerine olsun- şu cevabı verir: "Sen de çok secde ederek bana yardım et." (Müslim) Şayet bu gün gençler karşılarında duran şeyhlere güvenip onlara bağlanmıyorlarsa ve henüz kendisine güvenip uyacakları bir önder de ortaya çıkaramamışlarsa, bu durum sonsuza dek böyle sürmeyecektir. Şu anda olduğu gibi hep böyle sürünceme de kalmayacaktır. Bu, geçici bir aşamadır, bir geçiş dönemidir, insanlar kendi düşünce ve konumlarını değiştirdikleri zaman, kişisel arzu ve çıkarlardan arınıp kendilerini Allah'a adadıkları zaman yüce Allah bu geçici aşamayı daha olumlu bir aşamayla değiştirecektir. İleriki sayfalarda, çağdaş İslami hareketlerde başgösteren görüş ayrılıklarının üzerinde yoğunlaştıkları noktalara değineceğiz. Fakat bundan önce, bu konuda çok önemli olduğuna inandığım bir meseleye dikkat çekmek istiyorum. Kuşkusuz, kavramları ve hareket metodunu düzeltmek, doğrultmak İslami hareket için vazgeçilmez bir başlangıç noktası niteliğindedir. Hareket, tutacağı doğru yolu bilmezse, bu yola yönelmezse umulan meyveleri devşirmesi mümkün olmayacaktır. Fakat yeni bölünmelere yol açarak, yeni tehlikelere meydan vererek böyle bir düzeltme ve doğrultmaya girişmek yanlıştır. Bu girişim başka grupları kıt anlayışlılıkla suçlamak, onları yaralamakla sonuçlanacaktır. Bunlar sonuçsuz çabalardır. Bu çabaların meyvesi acıdır ve şeytanın işine yarar. Dağrultma ve düzetme mücadelesi yumuşak üsluplu bir açıklama ile şer'i delili ortaya koymak ile olur. Çünkü hükümler şer'i delillere dayanır. Ayrıca kişiyi başkasından ayıran ve önceden bir angajmana girmesine neden olan erken bir karar vermeden önce Allah'ın dini hususunda derin bilgiye sahip olmak, uzmanlaşmak kaçınılmazdır. Kişiliğimizi önplana çıkarmadığımız zaman, hak bizim açımızdan nefsimizden daha öncelikli olduğu zaman ve gerçeğe ulaşma çabamız bir plan, bir gözlem ve basiret
dahilinde gelişme gösterdiği zaman perde aralanacak, görüş alanı netleşecek ve izlenecek yol gün gibi ortaya çıkacaktır. Allah'ın yardımı ve müyesser kılmasıyla bu günkü gidişin bu mutlu sona doğru olduğuna inanıyoruz. İslami hareket sahasında faaliyet gösteren cemaatler arasında görüş ayrılıklarına konu olan bir çok mesele vardır. Fakat iki mesele vardır ki, en büyük tartışma bunlar üzerinde yapılmaktadır. Bu meseleler: insanlar hakkında verilecek hüküm ile günümüzde izlenmesi gereken hareket metodudur. Bunlardan başka daha az önemli olan problemler vardır ki, bu iki meseleye değindikten sonra, bunların bir kısmına da işaret edceğiz. İNSANLAR HAKKINDA VERİCEK HÜKÜM MESELESİ Değişik grupların en fazla tartıştıkları, hakkında farklı görüşler ileri sürdükleri meseledir. Gruplar bu konuda iki yönlü olarak aşırıya kaçmışlardır. Bir kısmına göre: 'lailahe illallah' diyen mü'mindir, İslam'ın öngördüğü bir tek amel yapmasa da. Bir kısmına göre de: Bu gün, aksi kanıtlanmadığı sürece insanların temel niteliği küfürdür. Birinci gruptakiler, ameli bir yana pırakıp sadece niyete bakarak insanlar hakkında karar veriyorlar. Öteki gruptakiler ise, niyete bakmaksızın sırf amele bakarak karar veriyorlar. Diğer grupların her biri bu iki aşırı kutup arasında bir yerde yeralmaktadırlar. Bu meseleyle ilgili olarak öteden beri bir kanaate varmıştım. (1965 Yıllından beri) Uzun uzadıya düşündükten sonra bu sonuca varmıştım ve halen görüşümü korumaktayım. Bana göre en büyük problemimimz insanlar hakkında bir hüküm vermek değildir. Asıl problemimz gerçek İslam'ı onlara öğretmemizdir. Bu konu bizi kesinlikle ilgilendirmemelidir. Davet hareketinde bu problemi düşüncemizin ekseni haline getirmemeliyiz, insanları şuradan buradan alıp bu konuyla bağlantılı olarak bir yere oturtmamalıyız. Yapmamız gereken en öncelikli , en önemli ve en verimli hareket insanların bilmedikleri İslami gerçekleri onlara öğretmektir. Bu gerçekler doğrultusunda onları eğitmek ve bunun gereklerini yerine getirmelerini sağlamaktır. İşte gerçek ve verimli hareket budur. Sonuçta insanların pratiğinin değiştirecek olan hareket budur. Kuşaklar boyu süregelen cehaletin sonucu uzaklaştıkları gerçek İslami çizgiye bu şekilde dönerler. Onların bu uzaklaşmaları, özellikle son yüzyılda onları büyük vebal altına sokmaktıdır. Ümmetin gerçek İslam'a ilişkin cehaleti -daha önce de açıkladığımız gibi-İslami hareketin en başta gelen düşmanıdır, davetin önündeki en büyük engeldir. Düşmanlar da daveti engellemek amacı ile başlattıkları savaşta ençok bu cehaletten faydalanmaktadırlar.
Hiç kuşkusuz 'lailahe illallah' ilkesinin gerçek içeriğinden yoksun kof bir slogana dönüşmüş olması, bu içeriğin başta gelen gereğinden uzaklaşmış olması, yani Allah katından gelene uymak ve Allah'ın şeriatına göre hüküm vermekle olan sıkı bağlantısının unutulmuş olması; haçlı-siyonust ittifakına, Allah'ın şeratmı yürürlükten kaldırma, bu arada insanlara müslümanlıklarma kıl kadar halel gelmediğini vehmettirme imkanını vermiştir. İnsanlara demişlerdir ki, "siz 'lailahe illallah1 dediğiniz sürece insanlar
tarafından konulmuş kanunlardan hoşnut olsanız, onları gönül rızasıyla uygulasanız gene de müslüman olarak kalırsınız." Bu sayede düşmanlar, askerlerini islam topraklarından çektikten sonra, yerli halktan işbirlikçiler bulup kendi yerlerine yönetime getirmişlerdir. Bunlar da şeriatı yürürlükten kaldırma eylemini sürdürmektedirler. Buna rağmen bu yönetimler tam bir meşruluk kisvesine bürünmüşlerdir, insanlar da Allah'ın şeratmı uygulamalarını istemeksizin onları -beşeri kanunlarıyla birlikte-kabul etmişlerdir. Ayrıca, 'lailahe illallah1 ilkesinin içeriğine ve bu içeriğin Allah'ın şeriatını egemen kılmakla olan bağlantısına ilişkin bu cehalet, yönetimdeki işbirlikçilerin İslam davetçilerine ikide bir darbeler indirip onları ezmelerine imkan vermektedir. Çünkü onlar dilleriyle 'lailahe illallah1 dedikleri sürece halkın öfkesinden emin olacaklarını biliyorlar. Bu cehaleti yok etmek, insanlara gerçek islam'ı ve 'lailahe illallah' ilkesi ile bu ilkenin başta gelen gereği, yani Allah'ın şeriatını egemen kılmak arasındaki vazgeçilmez bağı öğretmek, insanları bu gerçek doğrultusunda eğitmektir verimli ve öncelikli iş. İslam aleminde insanların durumunu değiştirecek, onları kayıp gerçeğe yeniden döndürecek, böylece onları yeniden özbenliklerine ve dinlerine döndürecek hareket budur. Onlar şartları yerine getirince de yüce Allah onların zaferlerini ve egemenliklerini pekiştirecektir: "Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va'detmiştir ki hiç şühesiz onlardan öncekileri; nasıl 'güç ve iktidar' sahibi kıldıysa, onları da yeryüzünde 'güç ve iktidar sahibi1 kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibadet ederler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar." (Nur/ 55) Bu yüzden davetçilerin çabalarını sözkonusu cehaletin giderilmesine yöneltmeliyiz. Çabaları bölük pörçük olmamalı, insanların durumu hakkında karar vermek, bir amaca hizmet vermeyen sorunlarla ilgilenmemeli. İnsanların müslüman veya kafir olduklarına ilişkin bir hüküm vermek, sorunu çözecek değildir. Böyle bir kararla birlikte insanların pratik durumları da değişmez. Çünkü eğer sen -birinci gruptakiler gibi- kim kelime-i tevhidi söylerse o, mü'mindir, İslam'ın öngördüğü amellerden birini yapmasa bile. O zaman insanlar, içinde yaşadıkları uyuşmuşluktan kurtulamazlar. Düşündükleri tek şey İslam'ın ve imanın gereklerini yerine getirmiş oldukları ve hiç bir amel yapmasalar bile Cennet'in kendilerini beklediği olur. Eğer -ikinci gruptakiler gibi- siz pratik durumunuzdan dolayı kafirsiniz, içinizde beslediğiniz niyetler olumlu bile olsa bu niteliğiniz değişmez. Bu durumda savunma pozisyonuna geçerler ve müslüman olduklarına ilişkin fıkhi deliller aramaya koyulurlar. Gene içinde yaşadıkları durumda bundan dolayı- bir değişiklik olmaz. Fakat -en önce onların hakkında bir hüküm vermeden- onları eğitmek, düşüncelerinin ve kalplerinin ıslah olmasına yolaçar. Bu, insanların durumlarını değiştirmeye ilişkin bir çağrı olur ki, Allah da onları değiştirsin, Yüce Allah'ın buyurduğu gibi: "insanlar kendilerini değiştirmedikçe Allah onların içinde bulundukları durumu değiştirmez." (Rad/ 11) Beni bu tavrı takınmaya iten bir takım değerlendirmeler vardı. Ve hala değerlendirmeler benim için belli ağırlığa sahiptirler. Birinci değerlendirme: Uzun bir geçmişi bulunan sapma sürecini, sapmanın neden olduğu gelişmeleri, kültür
emperyalizmini, islam alimlerinin ümmetin önderliğinden çekilip dinlerinin gerçeklerini öğretme misyonunu bir kenara bırakmış olmalarını, hatta kimi zaman yanlışa yöneltici fetvalarla veya Allah katında meşruluğu bulunmayan uygulamaları şeriata uygun olarak nitelendirip bu tür uygulamaların İslam'da izin verilen ictihad olgusunun kapsamına girdiğini ilan etmelerini uzun uzadıya inceledikten sonra. Evet, bütün bunları enine boyuna incelidikten sonra diyorum ki: Biz bu gün insanlar hakkında bir karar vermeden önce onları eğitme durumundayız, islam'ın günümüzde yaşadığı ikinci gariplik dönemini sona erdirme amacına yönelik bu eğitim süreci hiç de azımsanmayacak bir zaman ve emek harcamayı gerekli kılmaktadır. Çünkü meseleyi kökünden çözümleyecek de bu süreçtir. Bundan sonra, açıklama ve eğitimden sonra yüz çeviren ve eski tavrında ısrar eden seksiz, şüphesiz kafirdir. Çağrıya olumlu karşılık veren de kuşkusuz müslümandır. "Suçluların yolu belli olsun diye ayetleri işte böyle açıklarız." (En'am/ 55) "Helak olan açık bir delille helak olsun, yaşayan da açık bir delille yaşasın." (Enfal/ 42) Aksi kanıtlanmadığı sürece günümüzde insanların temel niteliğinin kafirlik olduğu görüşünde olanlar diyorlarki; "Açıklama ve davetten sonra mesajı kabul edenin bu kabullenişi, onun kabullenmeden önce müşrik olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Çünkü Hz. Peygamber -Salât ve selâm üzerine olsun- de insanlara Allah'ın dinini açıklamış ve öğretmişti. Kimisi karşı çıkmış, kimisi de kabul etmişti. Fakat kubul edenin, kabullenişi onun .hüküm vermesi gibi biz de bu günkü insanların pratik durumlarına göre onlar hakkında hüküm verme hakkına sahibiz. Aksi bir tavır ortaya koyanlar hariç en başta onların müşrik olduğuna karar vererek harekete geçeriz." Bu benzetme bir ölçüde doğrudur fakat iki durum arasında fark vardır. O günkü cahiliyede durumunu bilmeyen, Allah'dan başka ilahlar edindiğinin farkında olmayan, bilerek, ilahlıklarma inanarak, onlara kulluk sunmaya ısrarla devam ederek onlara yöneldiğinden haberdar olmayan kimse yoktu. Aynı şekilde onlar içinde, neye çağırıldığını bilmeyen de yoktu. Herkes, ister bizzat kendilerine veya Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk sundukları tanrıları bir kenara bırakıp tek ve ortaksız Allah'a kulluk sunmaya, Allah'ın dışındaki tüm başvuru ve hüküm kaynaklarını bir kenara bırakmaya çağırdığını biliyordu. Bugün ise, belli bir azınlığın dışında bu tür bilinçli bir tavır yoktur. Bir kısım insanların kafir olduğu kuşkusuzdur. Çünkü çağrıyı reddediyorlar ve neyi reddettiklerini de biliyorlar. Bir kısmının da mü'min olduğu kuşkusuzdur. Çünkü bunlar kabul ediyorlar ve neyi kabul ettilerini biliyorlar.[131] (1) Bazı insanlar da var ki, kendilerinden kesin olarak ne istendiğini bilememe şüphesi ile kuşatılmışlardır. Bu şüphe hakkında imam Ibni Teymiye şöyle diyor: "Yüce Allah'ın Peygamberine -Salât ve selâm üzerine olsun- indirdiği ile hükmetmenin zorunlu olduğuna inanmayan kimsenin kafir olduğunda kuşku yoktur. Kim
Allah'ın indirdiklerine uymaksızın kendi görüşüyle insanlar arasında hüküm vermesinin adalete uygun olduğunu düşünerek bunu helal görürse, o, kafirdir. Hüküm ve adeletle emredilmeyen herhangi bir ümmet yoktur. Bazılarının dinine göre adelet, ileri gelenlerin görüşü olabilir. Hatta kendilerini İslam'a nisbet eden bir çok topluluk yüce Allah'ın indirdiğini bir kenara bırakıp kendi geleneklerine göre hükmediyorlar, ilk dönemlerdeki bedeviler gibi. Hükmüne başvuranlar, kendilerine boyun eğilen emirlerdir. Kitap ve Sünnet'ten ayrı olarak bu emirlerin buyrukları ile hükmetmenin gerektiğine inanırlar, işte bu, küfürdür. Birçok topluluk vardır ki, bunlar İslam'a giriyorlar fakat bunlar, sözü dinlenen ileri gelenlerini emrettiği genel geçer geleneklerden başka bir şeyle hükmetmezler. Bunlar, eğer Allah'ın indirdiklerinden başkasıyla hükmetmenin kendileri için caiz olmadığını öğrenir de buna uymazlarsa ve Allah'ın indirdiklerine ters düşen hükümlerle hükmederlerse, kafir olurlar.[132] İşte bundan dolayı, insanlar hakkında hüküm vermeden önce bu cehaleti ortadan kaldırmak için bir eğitim süresini başlatmak zorunludur. İkinci değerlendirme: Gerçekte tek bir hükmü tüm topluma genelleştirmek mümkün değildir. Çünkü bu toplum içinde birçok insan grupları vardır. Bunlar arasında söylediğimiz gibi- kafir olduklarından şüphe duyulmayan kimseler vardır. Bunlar dini ya da her ne gerekçeyle olursa olsun Allah'ın şeriatıyla hükmetmeyi kesin biçimde reddeden kimselerdir. Örneğin bunların gerekçesi şu olabilir: "Dinin siyasetle, ekonomiyle toplumla ve insanların pratik hayatlarıyla bir ilgisi yoktur. Veya, Şeriat bundan bindörtyüz yıl önce inmiştir, günümüzde uygulamaya elverişli değildir. Yahut "Günümüzdeki gelişme -zamanında elverişli olsa da- geçmişi bir kenara bırakmayı, siyasette, ekonomide, toplumsal yaşamda ve insanların pratik hayatında yeni bir görünüme bürünmeyi gerektiriyor." diyebilirler. İşte bunlar Allah'ın dini ve şeriatı yerine laiklik düşüncesine inanırlar. Toplumda müslüman olduğundan şüyhe duyulmayan kimseler de vardır. Onlar biliyorlarki, islam'a girmek; islam şeriatı ile hükmetmeyi, onun hükmüne başvurmayı gerektirir. Yapabildikleri kadar islam şeratıyla hükmediyorlar da. Mücadele yöntemlerinden biriyle Allah'ın hükmünün egemen olması için çalışırlar. Toplumda nitelikleri belli olmayan geniş bir kitle de vardır. Bunlar ne şuraya ne de buraya kesin olarak oturtacak bir tavırları yoktur. Bu yüzden kimlikleri ilk etapta belli olmaz. Bunlar hakkında farklı görüşler ileri sürülmektedir. Şu kadarı da varki, bunların durumları iyice incelendiğinde tek bir kategoriye girmedikleri görülür. Bunlardan bazılarının dinle hiçbir ilgileri yoktur. Hükmetmiştir, etmemiştir; var mı yokmu onları ilgilendirmez. Bunlar kafirlerdir çünkü inançsızdırlar. Bir kısmı da cehaletlerinden dolayı ilahi hükümleri çiğnemenin, günümüzün zorunlu kıldığı şartlarda caiz olduğuna inanırlar. Çünkü 'alimleri(!)' bu şekilde öğretmiştir onlara. Bunlar İbn-i Teymiye'nin sözünü ettiği bizim de az önce değindiğimiz cehalet şüphesi kapsamına girer. Bir kısmı kalbiyle bu durumdan tiksinir. Ancak kalp ile tiksinmenin bazı gereklerinin olduğunu bilemez. Yanlış olduğuna inanılan şeye katılmamak gibi. Kuşkusuz kalbi iman ile yatışmış olup da zorlananlar bu durumun dışındadırlar. Bir kısmı kendi içinde islam'ın egemen olmasını arzular, ancak bu arzusunu somutlaştırcak bir adım atmaz. Onun beklediği bütünüyle güvenli, kesinlikle hiçbir eziyetle karşılaşmayacağı bir fırsattır. Yani izin verilen bir kolaylığı veya sonu güvenli olan bir fetvayı bekler.
Bunların tümünü bir arada tutan, niteliklerinin gizli oluşu, görünümlerinin içaçıcı olmayışı ve gerçek İslam'dan uzak oluşlarıdır. Bununla beraber bunlardan hiçbirinin gerçek ağırlığı ve etkinliği belli değildir. Bu kesimde yer alan insanlar iki akımın bakışı altındadırlar. Ağır da olsa, açık küfür ve açık iman kamplarına yönelik bir kayma sürecini yaşamaktadırlar. Bir yandan tüm yeryüzüne dinsizliği egemen kılmak isteyen dünya siyonizminin baskısı altındadırlar. Siyonizm, insanların geçen ikiyüz yılda dinden uzaklaşıp her an kopabilecek bir pamuk ipilğiyle bağlı duruma gelmelerini yeterli görmüyor. Onun amacı dini bütünüyle yeryüzünden söküp atmaktır. Ki, 'ümmiler'den hiç kimsenin dini inancı bulunmasın, dolayasıyla yahudilerin dünya egemenliği gerçekleşsin. Bu kesimdeki insanlar Islami hareketin baskısını da yoğun biçimde hissetmektedirler. Islami hareket, onlara diyor ki, tevhid gerçeği -ki bu İslami'dir- sadece şehadet cümlesini dille söylemek suretiyle gerçekleşmez. Şehadeti dille ifade etmenin yanısıra, gereğini yapmak, Allah ve Resulünün emredip de Şehid İmam'ın risalelerinede vurguladığı gibi farzları eksiksiz yerine getirmek gerekir. Bu iki akımın sürekli baskısı altında kalan bu kesimdeki nitelikleri henüz açığa kavuşmamış insanlar, ağır ama sürekli bir hareketlilik yaşamaktadırlar. Yumuşak zeminli dağların zeminlerinin yağışlı mevsimlerde kayması gibi. Böyle dağlardan her seferinde bir parça sağa veya sola kayar, sonunda dağdan eser kalmaz, içinde yaşadığımız bu günlerde de sözkonusu kesimde ağır ama sürekli bir hareketlilik yaşamaktadır. Kimisi açık küfür kampına, kimisi de açık iman kampına kaymaktadır ve gitgide bu ara kesimdeki kitlenin yoğunluğu azalmaktadır. Yirmi yıl önce kendi kendime şöyle diyordum: Şayet bu kitlenin belirgin unsarlara, açık küfür ve açık iman nitelikli unsurlara ayrılması[133] süreci elli yılı alsa bile, bu kitle hakkında karar vermemiz gerekmez. Bu kitlenin hükmü hakkında ihtilafa düşmemiz bundan dolayı zıtlaşmamız, bunu hareket noktamız haline getirip insanları buna göre değerlendirmemiz ve davet hareketine bu meseleyle başlamamız tamamen yersizdir. Şimdi -yirmi yıl sonra (şu an H. 1406 M. 1986)- bu kitlenin belirgin unsurlarına ayrıştığının belirtilerini görüyorum. Bir takım gençler var -her cinsten- ayrılıyor, çözülüyor ve Allah'ın diledikleri harici bir daha geri dönmemek üzere küfür kampına yöneliyorlar. Bir takım gençler de belirgin bir şekilde ve açık biçimde islam'a sarılıyorlar. Bir gelişme daha varki, bunun verdiği mesaj çok daha net ve umut vericidir. Kastettiğim örtülü kızlar olayıdır. Artık üniversiteler, okullar bunlarla dolup taşıyor. Özellikle pratik eğitim veren fakültelerde örtünen kızların sayısı gittikçe artıyor. Oysa bu fakülteler küfrün, dinsizliğin, islam dışı eğilimlerin kaleleri olmak üzere kurulmuşlardı. Onlar bu giysileriyle sadece yerel cahiliyeye değil, dünyaya egemen olan tüm cahiliye sistemlerine meydan okuyorlar. Başları dik onurluca imanlarını haykırıyorlar. Cahiliye mensuplarının küçümseyici ve kin dolu bakışları ve tavırları onları örtünmekten alıkoyamıyor. Cahiliye mensupları zaman zaman hızlarını alamayarak bu tertemiz kızları suçsuz yere, sadece örtündükleri için tutuklayıp hapse atıyorlar veya üzerlerinde değişik tepeleme ve işkence yöntemlerini uyguluyorlar.
Bu gelişme başlıbaşma bir mesajdır, bir çığırdır. Çünkü yahudilerin yeryüzündeki tüm 'ümmiler1 için hazırladıkları plan kadının sonsuza dek bir daha geri dönmemek üzere dininden, ahlakından ve geleneklerinden uzaklaştırılmasını öngörüyordu. Bu, bütün toplumun dejenere olmasının, yozlaşmasının garantisiydi. Böylece ortada çocuklarına küçük yaştan itibaren dinin ilkelerini ve ahlakı öğreten bir 'anne' olmayacaktı. Ayrıca haçlı-siyonist ittifakının müslüman kadın için öngördüğü plan, onun da Avrupalı kadının geçtiği aşamaları bizzat yaşaması esasına dayanıyordu. Bu sayede islam toplumu dejenere olacaktı, artık çocuklarına küçük yaştan itibaren dinin ilkelerini ve ahlakını aşılayan müslüman 'anne' mevcut olmayacaktı. Bunun için haçlı-siyonist ittifakı her türlü çabayı sarfetti. Müslüman kadının vücudunun tümünü veya büyük kısmını soyduktan sonra çıplaklık 'uygar(!)' toplumun temel niteliklerinden, ileriliğin, gelişmişliğin ve serbestliğin bir belirtisi olarak algılandıktan sonra, bir daha islam'a ve islam örtüsüne dönmesini önlemek için her yola başvurdular. Bu yüzden müslüman kızların haçlısiyonist ittiffakmın yollarına koyduğu tüm engelleri aşarak bu şekilde islam örtüsüne -bir inanç olarak, gelenek değil- dönmesi, toplumsal düzeydeki dönüşümü ve nitelikleri belli olmayan kitlenin safları arasındaki ayrışımı çok çarpıcı biçimde ifade etmektedir. Niteliği belli olmayan kitlenin safları arasındaki ayrışımın tamamlanması için veya gidişin netleşmesi için yirmi veya otuz yıl daha gerektiğini varsayalım, bu haliyle bile bana göre Islami kesim arasında insanlar hakkında hüküm verme konusunda süregelen bu tartışmalara gerek yoktur. Çünkü -bana göre- bu tutum hareket halindeki bir cismi doğrultmak için çabalamaya benzer. Biz onun doğrultulması gerektiğinden söz ederken o, bir kaç adımda olsa, yerinden hareket etmektedir. Bu kitledeki harekliliğin yavaş geliştiği somut bir gerçektir. Bu durum bazı davetçilerin canını sıkıyor, bazısı da karamsarlığa kapılıyor. Ancak biz hiç bir şekilde bu günkü durumun iki yönüyle siyah veya beyaz gib netleştiğini söyleyemeyiz. Bu kitle elli yıl önce veya on yıl önce olduğu gibi sürekli değişim halindedir. Değişim hızından çok, değişimin kendisi önemlidir. Üçüncü değerlendirme: Toplumun bu niteliği, henüz belirginleşmemiş kitlesi gerek kendisini kuşatan olumsuz bir etkenle ve gerekse islam'dan söz edildiği zaman kendisini bürüyen 'dini duygular'ın etkisiyle olsun kurulduğu zaman Islami bir yönetime karşı çıkamayacaktır. Bu kitlenin ve özellikle aydın kesimin islam'a ilişkin derin cehaletlerinin; 'lailahe illallah' ilkesi ile Allah'ın şeriatıyla hükmetme arasındaki kaçınılmaz bağlantıya ilişkin bilgisizliklerinin günümüzde İslami harekete karşı bir koz olarak kullanıldığı doğrudur. Geçen sayfalarda da buna değindik ve bunun Islami haretin yolundaki engellerin en büyüğü olduğunu ifade ettik. Fakat benim vurgulamak istediğim şudur: Islami yönetim kurulduğu, yani müslüman taban genişleyip bir Islami yönetim kuracak düzeye geldiği zaman, bu gün için niteliği ve tavrı belirsiz olan bu kitle -eğer bu günkü durumunu sürdürürse ki, bu imkasız bir şeydir- İslami yönetime karşı çıkmayacaktır, İslami bir yönetimin yoluna dikilmeyecektir. Islami yönetime karşı çıkacak olanlar 'inançlılar'dır. Yani komünistler, laikler, dinsizler ve benzeri gruplar İslami şeriata karşı tavır koyacaklardır. Bunlarsa, kitleden sayılmazlar. Bunlar açık küfür kampını seçen kimselerdir. Bu kaygan kitle İslami yönetimin kurulması durumunda karşı çıkacak olsa bile, ona karşı takınacağımız nihai kararı belirlememiz için onun şeriatı en güzel biçimde kavraması için çaba sarfetmek en iyisidir. Bu gün için ona karşı takınacağımız tavır
davettir. Yani 'lailahe illallah' gerçeğini ve islam gerçeğini açıklamaktır. İslam'ı gerçek anlamıyla ve tüm gerekleriyle kabul edenleri eğitmeye çalışmaktır. Bu tür bir davetin, sözkonusu kitle hakkında bir hüküm vermekle ilgisi yoktur. Onlar Allah'ın terazisinde müslüman da olsalar, kafir de olsalar onlara şu anda yöneltilecek davet birdir. İslami hareket içinde faaliyet gösterenleri de dahil tüm insanlara aynı çağrıyı yöneltmek gerekir. Çünkü bunların bir çoğu insanları islam'a davet etmekle meşgul olsalar da 'lailahe illallah1 ilkesinin tüm gereklerini bilmemektedirler. Bunların birçoğu, yüzyıllardan beri ümmetin yaşamında etkili olan mürcie düşüncesinin de etkisiyle, lailahe illallah1 diyen kimse, islam'ın öngördüğü amellerden bir tanesin dahi yerine getirmese, o kimse mü'mindir (!)" diyebiliyorlar. Şayet davetin içeriği -şu aşamada- halkın müslümanlar ve kafirler diye ayrılmalarına göre değişiyorsa ve etkileniyorsa bu durumda böyle bir ayırım yapmak için büyük çaba göstermemiz, son derece titiz davranmamız gerekecektir. Çünkü biz her bir gruba özel bir davet durumunda kalacağız. Ne varki, biz şu anda pratik olarak tüm insanlara ve hatta tavırlarından dolayı müslüman olduklarından ve Allah'a davet eyleminde içten davrandıklarından kuşku duymadığımız İslami hareket mensuplarına yönelttiğimiz davetin içeriği birdir! Taraflar arasında başgösteren bu tartışma ortamında bazıları diyorlarki: "insanlara karşı konumumuzu belirlememiz, ister günlük yaşamda, isterse davet sürecinde onlara kirşi takınacağımız tavrı net biçimde ortaya koymamız için müslüman veya kafir olduklarını belirlememiz bir zorunluluktur, insanlara karşı konumumuzu ve onlarla ilişki kurma yöntemimizi belirlememiz için bütün insanlarla ilgili bir hüküm vermemiz zorunludur" şeklindeki yargı pratik olmaktan çok teoriktir. Çünkü biz pratikte yaptığımız hareketlerin bir çoğunda, bir aile olarak toplumda ilişki içine girmiyoruz. Bizim ilişkimiz toplum içinde belli fertlerledir. Bu ilişki ister evlilik ve hısımlık gibi nitelikli olsun ya da davet ortamında bu dine göre hareket etme şeklinde olsun farketmez. Biz bu alanlarda ilişki içinde bulunduğumuz fertlerin kimliklerini rahatlıkla belirleyebiliriz. Ama bir bütün olarak topluma gelince, onunla ne zaman bu tür bir ilişkiye girebiliriz ki? Biz bu gün içinde yaşadığımız toplumlara 'cahiliye toplumları' diyoruz. Çünkü bu toplumlar Allah'ın şeriatına göre yönetilmiyorlar, onunla hükmetmiyorlar. Tersine insan ürünü cahiliye yasalarıyla yönetiliyor, onunla hükmediyorlar. Ne varki, bu hüküm söz konusu toplumlarda yaşayan tüm fertleri kapsamaz. Tersine bu fertlerin her biri için egemen cahiliye sistemi karşısındaki tutumuna göre somutlaşan bir hüküm sözkonusudur. Egemen sistemden hoşnut olan ondandır, hoşnut olmayan, onu reddeden kimsenin hükmü ise farklıdır. Biz tüm alanlarda, bir bütün olarak toplumla değil bireysel ilişkiler içindeyiz; toplum içindeki fertlerle ilişkimiz vardır. Daha önce de söylediğimiz gibi, fertlerin durumlarını açığa kavuşturabiliriz ve ilişkimizi bu bilgimize dayalı olarak yönlendirebiliriz. Davet hareketi sürecindeki ilişki biçimine gelince, hareket için küfür ve İslam temel niteliklerinden başka nitelikler sözkonusudur. Herşeyden önce hareketin köklü ve sağlam
sütunlara ihtiyacı vardır. Ancak müslümanlığından kuşku duymadığımız samimi kimseler bile olsa, her insan bunun için elverişli değildir. Örneğin Ebuzer (r.a.) seçkin sahabelerden biriydi. İslama sarsılmaz bir inançla bağlıydı. Resulullah'a derinden inanmıştı. Ne varki, insanları Islama davet etmek istediğinde Peygamberimiz -Salât ve selâm üzerine olsun- buna izin vermemişti. Bu iş sonuçlanana kadar, yani islam iyice kökleşene kadar gidip kavminin arasında kalmasını öğütlemişti. Hareket içine alacağımız -veya harekete göre ilişki kuracağımız- insanların seçiminde tek ölçü insanlar düzeyinde yapacağımız kafirlik ve müslümanlık ayırımı değildir. Bundan da öte samimi müslümanlar için de yapılanma aşamasında elverişli olduğuna inandığımız kimseleri seçmek durumundayız. 'Dostluk1 ve 'yardımlaşma' sorununa gelince -inanç açısından son derece önemli olmasına rağmen- şimdiki durumumuzda, bu darmadağınık şaşkın toplumumuz içinde bu kavramların reel ve pratik bir anlamları olmadığı için insanları bunlar için sınıflandırmamız bir değer ifade etmez. Allah'ın şeriatının egemen olduğu bir biriyle kanetlenmiş, tüm uygulamaları ve faaliyetleri şeriata göre biçimlenen bir toplum kurulduğu zaman 'dostluk1 kavramı pratik ve reel içeriğiyle bireysel bir sorun olacaktır veya gerçek bir birlik esasına dayalı olarak bir birine bağlanmamış cahiliye toplumu içindeki grupların sorunu olarak kalacaktır. Biz şu anda bir devlet değiliz ki, insanları kafir-müslüman şeklinde ayırmamızın onların hayatlarında pratik bir etkisi olsun! Söz gelimi mürtedlere, irtidatın cezasını uygulayabilelim. Biz davetçiyiz. Tüm insanlara yönelik bir davetin yükümlülüğü altındayız. Bu mesajı, tüm insanlara aynı ifadelerle sunma durumundayız. Sonra mesajımıza olumlu karşılık verenler arasında, yapılanma aşamasına elverişli olanları seçmektir görevimiz. Ancak Allah'ın terazisinde kesin olarak bilinecek bir mesele vardır ki, bazı gruplar bunu gündemde tutuyorlar. Arkasında namaz kılınacak imamın seçimi meselesi... Bu konuda bizim görüşümüz son derece açıktır: Bir insanı, mutmain olmadığı bir imamın arkasında namaz kılmağa zorlayamayız. Ancak tüm kuşkuları ortadan kaldıran kesin bir kanıt olmaksızın ilk etapta bu imamın kafirliğine karar vermek Allah'ın şeriatına göre caiz değildir.[134] Bu bakımlardan, ben diyorum ki, insanlar hakkında hüküm verme meselesi, bu aşamada hakkında ayrılığa düşüceğimiz, çelişeceğimiz bir mesele değildir. Ve yine diyorum ki, bu mesele, milletlerin ve davet hareketlerinin -bazı davetçiler ağır hareket ettiği düşüncesinde olsalar da- hayatında kısa sayılabilecek bir zaman diliminde kendi kendine çözümlecektir. Çünkü kaygan zeminde yeralan kararsız kitleye yönelik sürekli bir davet haketi onu aşamalı olarak iki belirgin gruba ayrıştıracaktır. Bunların her birinin ayırıcı nitelikleri olacak ve insanlar bunlar hakkında ihtilafa düşmeyeceklerdir. Açık kafir veya açıkça müslüman oldukları belli olacaktır.[135] Ne varki, biz insanlar hakkında bir hüküm verme meselesini şimdilik bir kenara bıraktığınızda, tüm ilgimizi insanları bilmedikleri Islami gerçekler hususunda eğitme olgusuna yöneltmeliyiz, 'lailahe illallah1 ilkesinin ifade ettiği gerçeği olanca açıklığıyla onlara sunmalıyız. Eğer biz onları bu cehaletleriyle başbaşa bırakırsak Allah için yüklendiğimiz emaneti yerine getirmemiş oluruz. Yüce Allah bu hususta Peygamberine Salât ve selâm üzerine olsun- şöyle diyor: " Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmayacak olursan, O'nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun."
(Maide/ 67) Eğer insanlara lailahe illallah1 gerçeğini ve bu gerçeğin Allah'ın şeriatının egemenliğiyle olan vazgeçilmez bağlantısını insanlara öğretmezsek, emaneti yerine getirmiş olmayız. Yüce Allah'ın emrettiği şekilde daveti gerçekleştirmiş olmayız: "Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır." (Ali-i İmran/ 104) Eğer insanlara: "lailahe illallah" diyen biri İslam'ın öngördüğü amellerin tek bir tanesini dahi yapmasa o mü'mindir" -ki bu, mürcie akımının ileri sürdüğü yanlış bir görüştür- desek, onları İslam gerçeği hakkında yanıltmış, onları daha beter yozlaştırmış, olgunlaşmalarını ve belirginleşmelerini geciktirmiş oluruz. Dolayısıyla İslam'ın yeryüzüne egemen olması için vazgeçilmez olan Islami taban' oluşturma faaliyetini ertelemiş oluruz. Böyle yapmakla biz -bilinçli veya bilinçsiz olarak- İslam davetçilerine karşı tağutlara yardım etmiş oluruz. Davetçileri katletmelerine, kitlelerin öfkesinden emin olarak onları kıyımdan geçirmelerine yardımcı oluruz. Zorbaların halkın cehaletinden yararlanmalarına zemin hazırlamış oluruz Aynı şeklide, "lailahe illallah" diyen kimse dünya hayatında müslüman kabul edilir, onun ahiretteki hesabı ise Allah'a aittir" dediğimiz zaman gene insanları yanıltmış oluruz. Aşağıdaki satırlarda böyle bir mesajın ne tür bir aldatmaca, ne tür bir göz boyama içerdiğini açıklayacağız. Kaldıki, bu mesaj gerçeğin ifadesi de olsa, insanların bu günkü durumuna göre bunu açıklamanın zamanı değildir. Çünkü insanlar islam'ın gerçeğinden oldukça uzaktırlar. Bu gerçekten uzak olduklarından dolayı zelil, onursuz ve alçak bir hayat sürdürmektedirler. Şu anda onların ihtiyacı, onları küçümseyecek, horlayacak biri değildir. Onların beklediği kemdilerini gafletlerinden uyandıracak biridir ki, kendilerini değiştirsinler, Allah da onları değiştirisin. Davetçilerin görevi halkın yalandan İslam'a tanıklık etmelerini sağlamak değildir. Onların görevleri arasında halka kıyamet günü Allah'ın terazisinde bir ağırlıkları olmasa bile dünya hayatında nasıl müslüman olabileceklerini göstermek diye bir husus yer almaz. Tersine onların görevi, insanlara nasıl Allah'ın terazisinde gerçek mü'min olabileceklerini, onun katında nasıl kabul göreceklerini açıklamaktır. Yani onların görevi insanlara İslam gerçeğini -şirkten uzak tevhid gerçeğini- açıklamaktır, dünya hayatında müslüman görünmelerini sağlamak değildir. Yukarıda işaret ettiğimiz yanıltıcı görüşün aksine dünya hayatında müslüman görünme olayı bile tek başına 'lailahe illallah1 demekle gerçekleşmez. İnsan lailahe illallah, muhammedun resulullah1 demekle İslam çerçevesine girer. Bu doğrudur. Ve bunu demekle dünya hayatında islam niteliğini kazanırlar. Ancak bu nitelik -sahte veya gerçek olarak- kendiliğinden insana yapışmaz. Ne yaparlarsa yapsınlar hayatları boyunca onlara yapışık da kalmaz. Tersine bu niteliği, heran iyi ameller işleyerek ve biran olsun bu amellerden geri durmayarak pekiştirmek gerekir. Bu niteliğin kalıcı olması için her mesele de Allah'ın şeriatının hükmüne başvurmak ve hiç bir meselede başka hükümlere başvurmamak bir zorunluluktur. Müslüman görünen ile gerçekten müslüman olan kimse Allah'ın şeriatının hükmüne başvurmanın zorunluluğu hususunda birbirlerinden ayrılmazlar. -Dünya hayatında müslüman niteğinin kazanmak için her ikisi için de Allah'ın şeriatının hükmüne başvurmak vazgeçilmez bir husustur.onları birbirinden ayıran husus şudur: Müslüman görünenlerin Allah'ın şeriatının hükmüne başvurmaları münafıklık icabıdır. Böyle bir insan ahirette cehennem ateşinin en
alt tabakasında yer alır. Gerçek müslüman ise, Allah'a içtenlikle itaat ettiğinden, ona derin bir amaçla bağlı olduğundan Allah'ın şeriatının hükmüne başvurur. Bu inancının ve içten itaatinin karşılığı olarak da yüce Allah onu cennetine sokarak ödüllendirir. Kısacası her iki durumda da müslüman niteliğini kazanmak için Allah'ın şeriatının hükmüne başvurmak, onunla yönetilmek bir zorunluluktur. Allah'ın şeriatını uygulayan bir İslam devletinin kurulması durumunda, lailahe illallah, muhammedun resulullah1 diyen kimse kalbindeki niyetine bakılmaksızın- müslüman kabul edilir. Bu kişi şahadet getirdikten sonra ayrıca ondan Allah'ın şeriatının hükmüne başvurup başkasına müracaat etmeme hususunda söz vermesi istenmez. Çünkü bu husus şeriatın egemen oluduğu İslam toplumunda 'lailahe illallah, muhammedun resulullah'ın kesin bir gereğidir, 'lailahe illallah' diyen kimse -münafık veya mü'min olsun-şeriatın hükmüne uymayı da kabul etmiş demektir. Çünkü şeriatın hükümran olduğu bir yerde lailahe illallah'ın otoritesi geçerlidir, ister münafık olsun, ister mü'min olsun kelime-i tevhidi söyleyen bir kişinin şeriatın hükmünün dışına çıkıp başka bir hüküm istemesi düşünülemez. Çünkü böyle bir durumda mürted kabul edilir ve ona had cezası uygulanır. Yani islam'ın fiilen egemen olduğu bir bölgede -ister mü'min, ister münafık olsun- şehadet getiren bir insan aynı anda iki olguyu dile getirmektedir, -bunlara inansın veya inanılmasın- Bu olgulardan birini diliyle, diğerini de pratik hayatıyla ortaya koymaktadır. Diliyle ortaya koyduğu lailahe illallah, muhammedun resulullah'tır. Pratik hayatıyla ortaya koyduğu ise; Allah'ın şeriatından başka bir yasaya uyulmaz ve Allah'ın egemenliğinden başka hiçbir egemenlik yasal değildir... Söz konusu kişi "egemen olması gereken sadece Allah şeriatıdır1 gerçeğini fiilen ortaya koymaktan vazgeçerse -ki bu dille ifade edilmez, ancak dille söylenen 'lailahe illallah'ın kapsamındadır. - o kişi mürted kabul edilir ve İslam'ın egemen olduğu bir ortamda ona had cezası uygulanır, o kişi günde yüz kere 'lailahe illallah, muhammedun resulullah' dese de kafirdir. Eğer bir insana müslüman niteliğini kazandıran sadece şehadet getirmek olsaydı ve bunların pratik gereklerini yerine getirme zorunluluğu olmasaydı; şehadetin içerdiği hükümleri uygulama zorunluluğu olmasaydı, şehadet getirmeye devam ettiği halde böyle bir insana şeriatın hükmüne uymuyor diye had cezası uygulanabilir miydi? Allah'ın hükmüne başvurmaktan kaçınıyor veya şeriatın bazı hükümlerini inkar ediyor diye bir mürtede, şehadet getirmeye devam ettiği halde, had cezası uygulama zorunluluğu kesin biçimde ortaya koyuyor ki, sadece şehadet getirmek insana müslüman niteliğini kazandırmaz. Tersine bir yandan şehadet getirme zorunluluğu varken, bir yandan da şehadet getirmenin vazgeçilmez gereği olan Allah'ın şeriatına uymak gerekir. Şehadet getirilirken gereklerine de uyulacağı ifade edilmiş oluyor. Yani şahadet getirmekle birlikte Allah'ın şeriatına uyma zorunluluğu da kendiliğinden doğmuş oluyor. Böyle bir zorunluluğun dille de ifade edilmesine ilişkin bir nass bulunmasa da, bu gerçek, insanlar arasında din olgusu var oduğundan beri; yüce Allah'ın insanlara 'lailahe illallah, dedirtmeleri için peygamberler göndermesinden beri 'lailahe illallah'ın vazgeçilmez bir gereği olarak algılanmıştır. Öteden beri peygamberlerin insanlara yönelik mesajı: "lailahe illallah deyin . Allah'a kulluk sunun ondan başka ilahınız yoktur" olmuştur.
Şayet durum bunun aksi olsaydı... eğer şahadet cümlesini söylemek sadece Allah'ın şeriatına uymayı, onun dışındaki yasaları reddetmeyi ve ondan başkasının hükmüne başvurmaktan kaçınmayı gerektirmeseydi, bir insanın, kendisinden kabul etmesi ve uyması istenmeyen bir yasaya göre adam öldürmenin cezası olarak dünyada öldürülmesi, ahirette de kalıcı bir azaba çarptırılması yüce Allah'ın adaletine sığar mıydı? Allah'ın şeriatının egemen olduğu bir yerde durum bundan ibarettir. İnsanların dünya hayatında müslüman niteliğini kazanmalarını sağlayan durum budur, içten kafir, münafık olsalarda kelime-i tevhidi söylediklerinde, Allah'ın şeriatına boyun eğdiklerinde, onun dışındaki tüm yasa, düzen ve hükümden kaçındıklarında müslüman kabul edilirler. Bu durumda mü'min ile münafık arasındaki fark şudur: Münafık inanmadan ikiyüzlülüğün gereği olarak Allah'ın şeriatına uyar, mü'min ise, bir inanç olarak itaat eder, cenneti ve Allah'ın hoşnutluğunu umarak Allah'ın şeriatının hükmüne başvurur. Allah'ın şeriatının egemen olmaması durumuna gelince, peygamber efendimiz böyle bir durumda, bir insanın nasıl müslüman niteliğini hakkedeceğini ve niteliğin ne şekilde kalıcılığını sürdüreceğini şöyle açıklamıştır: " Benden önce yüce Allah'ın herhangi bir ümmete gönderdiği hiçbir peygamber yoktur ki, ümmetinden havarileri ve yakın arkadaşları olmasın. Bunlar onun sünnetine sarılırlar ve emirlerine uyarlardı. Sonra bu peygamberlerin açtığı çığırı başkaları izledi. Bunlar yapmadıkları şeyleri söylediler, emredilmedikleri şeyleri yaptılar. Kim bunlara karşı eliyle cihad etse o, mü'mindir, kim diliyle cihda etse o, mü'mindir. Kim kalbiyle cihad etse o, mü'mindir. Bunun ötesinde bir hardal tanesi kadar iman yoktur." (Müslim")
Burası Arapçasında s.453 Arapçasında 1 sayfa eksik. Hareket metodundan önceki pragraflar (s.454)eksik.
HAREKET METODU Günümüzde insanlan İslama davet etmek amacı ile faaliyet gösteren gruplar, bu aşamada uyulması gereken hareket metodu hakkında birbirinden oldukça farklı görüşlere sahiptirler. Bu görüş ayrılıkları aslında çeyrek yüzyıl öncesinde hemen hemen yok gibiydi. İslami hareket şehid imamın belirlediği ve örgütünü bu esaslara dayandırarak kurduğu hareket metodu uyarınca yol alıyordu. Bu alanda faaliyet gösteren başka gruplar da yoktu. Fakat bugün durum tamamen farklıdır...
Bir çok grup ortaya çıkmış, değişik bakış açılan belirtmiştir. Değişik bakış açılarına paralel olarak değişik tutumlar içine girilmiştir. Bununla beraber tutumları ve yöntemleri değişik de olsa bu grupların büyük çoğunluğunun üzerinde birleştikleri ortak bir nokta vardır... Acelecilik... Şöyle diyorlar: Davet hareketi yarımyüzyılı aşkın bir süredir yürütülüyor. Fakat henüz başarıya ulaşmış değildir. Yani insanları davet ettiği Allah'ın şeriatını egemen kılmak ve toplumun sorunlarını ilahi hayat sistemine göre çözüme kavuşturmak için yönetimi ele almış değildir. Bunu söylerken şunu da ekliyorlar: Komünistler başardılar. Bunlann dışında halka dayanmayan, sözünü etmeye değecek bir yoğunluğa sahip olmayan daha bir çok hareket iktidara gelebildi ama müslümanlar iktidara gelemediler. Şu halde hareket metodunda bir yanlışlık vardır. Dolayısıyla değişiklik yapmak kaçınılmazdır. İşte bu noktadan itibaren görüş ayrılıkları başgösteriyor. Bir kere bu aşamada uyulması zorunlu olan hareket metodunu tartışmadan önce bu anlayışı düzeltmemiz gerekir. Acaba İslami hareketi, iktidan ele geçiren ve halkları baskıcı rejimleri altında inim inim inleten komünizm, laisizm ve diğer azınlık hareketleri ile karşılaştırmak doğru mudur? Biz herşeyden önce sözkonusu akımların kendi çabaları ile, kendi ağırlıkları ile iktidara gelmediklerini bilmeliyiz. İşte bunların, İslam düşmanlarının teşviki ile gerekli des-teği sağlamaları ve halkı ezip aşağılamaları için lazım gelen maddi gücü devreye sokmaları ile iktidara gelebildiklerini anlamalıyız. Eğer bu noktayı göremezsek davet hareketini yürütecek kapasiteye sahip olmadığımız ortaya çıkar. Çünkü hareketin keskin bir görüşe, uyanık bir bilince ihtiyacı vardır. Bunlar olmadan değil islami hareket, herhangi bir çalışma bile yürütülemez. "Ey Muhammedi De ki; 'Benim yolum budur. Ben ve buna uyanlar, bilerek insanları Allah'a davet ederiz" (Yusuf Suresi/ 108.) Biz bu açık gerçeği kavradığımız zaman ardından veya beraberinde bir çoklarının farkında olmadığı bir diğer gerçeği de kavrayabiliriz. Her iktidar için bir dayanak, varlığım sürdürmesi için bir destek gerekiyorsa; islami yönetimin dayanağı nerede? İslami hareketin varlığım sürdürmesini sağlayacak destek nerede? Komünistler ve laikler gibi iktidan ele geçiren azınlık gruplar islam düşmanlarının gücüne dayanıyor, varlıklarını onların desteği ile sürdürüyorlarsa acaba islam düşmanları -gerek Rusya, gerek Amerika- destek olmalan bir yana islami bir yönetimin kurulmasına izin verirler mi? Yoksa Rusyanın Afganistanda, Amerikanın da güdümündeki ülkelerde yaptığı gibi Müslümanların islami varlıklarım ortaya koymalarına engel olmak için denetimlerini mi sıklaştırırlar?
O halde, dışandan bir destek gelmeyeceğine göre islami yönetimi kurmak için islam ümmetinin içinde bir dayanak oluşturmak gerekir. Peki, bu dayanağın günümüzde var olduğu söylenebilir mi? Buna tereddütsüz "evet" diyenler, islami faaliyetin başlangıçta yaşadığı yanılgının aynısını yaşarlar. Bu yanılgıyı şöyle ifade etmek mümkündür. Şu anda pratik olarak islami bir temel vardır. Bize düşen sadece dini duyarlılığı arındırıp harekete geçirmektir. Böylece sorun çözümlenmiş olur(!) Şayet böyle düşünürsek, davet alanında harcadığımız yarım yüzyılı aşkın süreyi, herhangi bir ibret dersi almadan, istenen keskin görüşlülüğü elde etmek için gerekli olan deneyimi kazanmadan kaybetmiş oluruz. Kuşkusuz gerek imamın şehid edilişi ile gerekse kanlı katilin (Nasınn) katliamıyla yaşadığımız deneyim, var olduğunu sandığımız temelin aslında varolmadığım, bu temeli yeni baştan inşa etmek gerektiğini ortaya koymuştur... Sadece islami çalışmayı yürüten gruplar vardır. Bu gruplarla halk kitleleri arasında ortak bir problemde yoktur. Gerçi katliama ve işkenceye uğratıldıkları zaman, veya kitlelerin vicdanını sarsacak kahramanlıklar ortaya koydukları zaman bu gruplarla halk kitleleri arasında geçici bir duygusal bağ oluşur. Fakat boyutları ve yoğunluğu ne olursa olsun bu geçici duygusal iletişim ile bu gruplar ve halk kitleleri arasında bir ortak problemin varlığı birbirinden tamamen farklı iki ayrı olgudur. Var olması gereken ortak problem Allah'ın şeriatının uygulanması ve yüce Allah'ın emri uyannca diğer tüm yasa sistemlerinin egemenliğine son verilmesidir: "Rabbinizden size indirilen kitaba uyun, ondan başka dostlar edinerek onlara uy mayın" (A'raf Suresi/ 3) "Yoksa cahileyin hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir millet için Allah'tan daha iyi hüküm veren kim vardır?" (Maide Suresi/ 50) Yaşanan deneyimlerin de kanıtladığı gibi bu problemin belirtileri, halk kitlesinin kafasında netleşmemesidir. Uğrunda çaba sarfedilen bu problemin bilinç planındaki temelinin gün geçtikçe kökleştiği, yayıldığı kuşkusuzdur. Günümüzde davet konusunda varılan aşama bunun somut örneğidir. Ne var ki katedilen bu mesafe, islami bir yönetimin kurulması ve kurulduktan sonra varlığını sürdürmesi için gerekli olan birikimin henüz çok gerisindedir. Yüzyıllardan beri özellikle son yüzyılda ümmetin bünyesinde meydana gelen bozulma, yaşanan pratik sapma bir çoklarının düşündüğünden de geniş boyutludur. Az önce de belirttiğimiz gibi sapma sadece hayat tarzı ile sınırlı değildir. Hem düşüncede hem de hayat tarzında bozulma meydana gelmiştir. En başta bu dinin temel ilkesi olan
"Lailahe illallah" kavramı olmak üzere islamın belli başlı ilkelerine ilişkin düşünceler de yoğun sapmalar meydana gelmiştir... Ümmetin durumunu değiştirmek, onu yeniden gerçek İslama döndürmek bir çok insanın düşündüğü gibi kolayca halledilecek bir iş değildir. Bunun için her zaman geçerli olan ilahi yasa uyarınca çok uzun bir zamana, çok büyük bir emeğe şu anda mücadelenin her alanında yaşanan ölümcül bir çalışmaya ihtiyaç vardır. Öncelikle bu dinin bilinmeyen gerçeklerinin günyüzüne çıkarılması gerekir. En başta "Lailahe illallah" kavramından başlamak kaçınılmazdır.[136] Ardından insanların bu gerçekler uyannca, pratik hayatta fiili olarak eğitilmeleri gelir. Bu ise, çok uzun bir mücadeleyi gerektirir ve her zaman geçerli olan ilahi yasa gereğince bir kaç yılda tamamlanması mümkün değildir. Davet için bugüne kadar harcanan zaman ise, milletlerin yaşama süreleri ile karşılaştırıldığında çok kısa bir zaman dilimi olarak belirir. Bu noktada -çoğunluğu gayretli gençlerden oluşan-ateşli aceleciler, aynı kapıya varan iki soru ile dikilirler karşımıza: "Acaba tüm ümmeti İslama göre eğitene kadar beklememiz makul bir davranış mıdır?" Kaldıki bunun gerçekleşmesi de mümkün değildir. "İslam düşmanı yönetimler periyodik olarak saldırılarını yoğunlaştırdıkları, kökümüzü kurutmak için her yönteme başvurduğu, herhangi bir kuşaktan yetiştirdiğimiz gençleri hapislerde çürüttüğü, işkencelerden geçirdiği, öldürdüğü, yok ettiği halde ümmeti topyekün eğitmemiz mümkün müdür?" Birinci soru açısından olaya baktığımızda hiç kimse tüm ümmetin eğitilmesine kadar beklenilmesi gerekir diyemez. Kaldıki, bu olgu dünya realitesine göre fiilen gerçekleşemez. Nitekim peygamber efendimizin -selam üzeri-ne olsun- dönemindeki müslümanlar topyekün onun gözetiminde yetişen, onun eğitimi ile olgunlaşan, yakın arkadaşlarının düzeyinde değildi. Daha doğrusu onun sırdaşı durumundaki yakın arkadaşları bile kendi aralarında farklı düzeylere, üstünlüğe sahiptiler. Üstelik peygamber efendimizin -selam üzerine olsun- yaşadığı yüzyıl geçmiş ve gelecek tüm yüzyılların en hayırlısıdır, nerede kaldı bizim yaşadığımız yüzyıl! Defalarca vurguladığımız gibi hedef, binayı taşıyacak, makul bir yoğunluğa sahip ve böylesine önemli bir hareket için istenen niteliklere en yakın bir temelin oluşturulması-dır. Kuşkusuz bu önem sırf ümmetin hayatı için söz konusu değildir. Bugün bir parçası olduğumuz insanlık alemi içinde geçerlidir bu özenlilik.[137] Meseleye ikinci soru açısından baktığımız zaman, bazı insanların acelecilik unsurunu önplanda tutan bakış açıları doğrultusunda sandıklan gibi, biz bir gençlik kuşağını yetiştirdiğimizde düşmanlarımız onları tutuklamak suretiyle bütün emeğimizi, bütün çalışmalarımızı boşa çıkarmış olmuyorlar. İslami hareketin ilerlemesini önledikleri doğrudur. Hareketi ortadan kaldırmaya gelince çok istemelerine rağmen onlar bile böyle bir iddiada bulunamıyorlar. Tam tersine, her zaman yaşanan realite şudur: Yüce Allah'ın planı ve evrensel yasası uyarınca islam
düşmanlarının gerçekleştirdikleri tüyler ürpertici her korkunç katliamdan sonra yeni bir gençlik dalgası beliriyor, temel sürekli genişliyor. Barbarca işkencelere, öldürmelere, amansız takiplere rağmen islami hareketin boyutlan gün geçtikte genişliyor. Hiç kuşkusuz bütün bunlar yüce Allah'ın planı, değişmez evrensel yasası uyarınca gerçekleşiyor: "Bu, Allah'ın geçmiş milletlere ilişkin yasasıdır. Allah'ın yasasında bir değişiklik göremezsin." (Fetih Suresi/ 23) Aceleciler diyorlar ki; yeterince adam eğittik. Artık çalışma zamanıdır. Bu söz kısa olmasına karşın islami hareketin karşı karşıya kaldığı iki büyük problemin ifadesidir. Bu problemleri teker teker ele alıp açıklamak gerekir. Birincisi: Gerçekten yeterince adam eğittik mi? Bu güne kadar yapılanların yeterli olduğunu veya fazlasını yapmak gerektiğini belirlemek için elimizde hangi kriter vardır? İkincisi: Bu aceleciler "çalışma" kavramı ile neyi kastediyorlar? Önce ikinci sorudan başlıyorum. Çünkü birincisinden daha kolay açıklanabilir. Ayrıca taraf olanların zihinlerinde meselenin boyutlan belirlenmiştir. Fakat birincisini detaylı biçimde açıklamak gerekir. Acelecilerin genç veya yaşlı oluşlarına paralel olarak değişen iki tane belli başlı fikir vardır. İslami hareket alanında açıkça temsil edilmemekle beraber, taraftarlannca açığa vurulmak istenen ve tüm islami harekete yön vermesi hedeflenen bir üçüncü fikir daha var ki ona da ileride değineceğiz. Ateşli ve heyecanlı gençlerin düşüncesi kuvvete başvurarak bir an önce iktidara gelmek, halkı davet aşamasında değil, iktidardayken eğitmektir. Çünkü davet aşamasındaki eğitim, düşmanların islami harekete karşı çıkmaları, sürekli engelleri, biraraya gelindiği her seferinde birliği dağıtmaları yüzünden uzun zaman alır. Uzun bir yol takip etmek gerekir. Çektikleri uzun meşakkatlerin, yol boyunca yedikleri ağır darbelerin, bitmez tükenmez baskıların sonucu yorgun düşmüş yaşlı kuşağın düşüncesi ise, hiç bir zaman iktidar sahipleriyle çatışmaya girmemeyi öngören "Barışçı" davettir. Nitekim bunların bir kanadı parlamentoya ve seçimlere katılmaya eğilimlidir. Siyasi arenada yer alıp etkinlik sağlama, en azından islamın sesini siyasi yapılanmanın içinden duyurma peşindedir. İnsanların hayatına egemen olan bu siyasi teşkilat içinde yeralınmca bu sesin insanların duyguları üzerinde olumlu etki bırakacağı inancındadırlar. Biz herşeyden önce her iki grubun da samimiyetine inanıyoruz. (Aynı inancımız ileride değineceğimiz üçüncü grup için de geçerlidir) Fakat tek başına samimiyet yetmez. Bunun yanında ileri görüşlülük kaçınılmazdır. Çünkü ileriyi görme olgusundan yoksun bir samimiyetin meyvesi çürük olmaya müsaittir.
Tekrar başta söylediğimize dönüyoruz... İslami yönetim dışarıdan ne Rusyadan, ne Amerikadan, ne haçlılardan, ne de siyonistlerden, kısacası müşrik bloka mensup hiç bir güçten destek alamaz. Şu halde içeriden destek bulmalıdır... Peki bir islami yönetim kurulduğunda dayanacağı, bundan sonrada varlığını korumada destek göreceği temel nerede? Söz gelimi bir grup ateşli genç stratejiyi iyi belirleyip "inkılap" yaptılar; İslam coğrafyasının herhangi bir bölgesinde islam hükümeti kurdular. Bu aşamada önemli olan bundan sonra gerekli olan dayanaktan nedir? Örneğin Mısın ele alalım... Önceki bölümlerde "Mısır deneyiminden" söz etmiştik... Bugüne kadar islam coğrafyası içinde en geniş islami potansiyele Afganistan hariç Mısır sahiptir. Acaba, İslami yönetimin dayanması ve her durumda tetikte bekleyen Haçlı ve Siyonist düşmanlardan korunması için bu potansiyel yeterli midir? Diyelim ki Rusya, Afganistanda olduğu gibi, Amerikanın onayı veya teşviki ile bir komünist darbe yapmadı. Veya Amerika zaman zaman yaptığı gibi açıkça cephe almadı veya her zaman yaptığı gibi İsraili saldırması için özendirmedi... Sadece Mısır'ın Buğday ihracatını önledi... Acaba -halihazırda- Mısır halkı, islami yönetim uğruna açlığa katlanabilir mi? Yoksa peşine aç "kitleleri" takmış komünistlerin, Laiklerin, Dinsizlerin önderliğinde gösteriler düzenleyip "ekmek ve özgürlük istiyoruz" mu diyecektir? Realist olmalıyız... ve islami potansiyel, istenen islami bir harekete yeterli olacak düzeyden çok uzaktadır diyebilmeliyiz... Afganistan'daki gibi savaşabilecek, uzun süre düşmanların komplolarına karşı koyabilecek bir potansiyele ihtiyaç vardır. Çünkü Ruslann iğrenç barbarlıkları -savaş veya düşmanlık demiyorum- ile dopdolu altı yılın sonunda gelinen nokta Ruslar açısından ilk günkünün aynısıdır. Mücahidler dağlarda üslenmişler, Rus kuvvetleri ise ovalara egemendirler(î) Mücahidler zaman zaman vadilere akın düzenledikleri halde Rus kuvvetleri dağlara saldırmayı göze alamıyorlar. Üstelik Afgan savaşçılarının ellerinde "geleneksel" savaş gereçleri de yoktur. Günümüzde artık "Antika" olarak adlandırılan birinci cihan harbi kalıntısı silahlarla savaşıyorlar.[138] Fakat, bu tür bir altyapı oluşturmadan iktidarı ele geçirmek için hakim güçlerle çatışmaya girmeye yönelik her girişim sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Keskin bir bakışa, özenle çizilmiş bir plana dayanmayan boş bir çabadır. İşte bu tür bir girişimin en açık örneği Hama katliamıdır. Hama, islami Hareketin sebepleri ne olursa olsun bir daha böyle bir yanılgıya düşmemek için üzerinde düşünülmesi gereken bir realitedir. Ateşli gençler "Afganistandaki gibi bir altyapıyı nereden bulalım? Ki hem böyle bir altyapı oluşsun diye nasıl hareketsiz durabiliriz?" diyecek olurlarsa, onlara şu cevabı veririz: Evet, altyapı yavaş yavaş oluşur. Fakat sürekli genişler, gelişmekten geri durmaz.
Her zaman yeni genç kuşaklar katılır bu altyapıya. Daha baştan itibaren yolun zorluklarını, yoldaki engelleri bilir. Dolayısıyle, ölüm karşısında, işkenceler karşısında nefesini kontrollü kullanır. Bu uzun yolculukta nefesini gereksiz tüketmez. Bir gün -O günü ancak yüce Allah bilir- altyapı olgunlaşacak, genişleyecektir. Kesilmesi güçleşecek bir kıvama gelecektir. İşte o zaman yüce Allah'ın evrensel yasası gereği insanlar dalga dalga ona katılacaktır. O zaman düşman kendisini, istediği zaman kökünü kesebildiği maddi güçten yoksun bir cemaatin değil, tek bir irade etrafında kenetlenmiş bir ümmet karşısında bulacaktır. Ve Allah'ın iradesi müminlerin içine ferahlık veren gelişmeleri günyüzüne çıkaracaktır. Gençlerin "çalışmadan" duracaklanna, sözkonusu altyapı oluşana kadar bekleyeceklerine ilişkin sözü ise "çalışma" kavramına ilişkin dar ve sınırlı bir düşüncenin ürünüdür. Bu dar ve sınırlı düşünce gençlerin kalplerini ve kafalarını doldurmuş, sonuçta "çalışma" kavramı ile silahı alıp düşmana karşı çıkmayı anlayacak duruma gelmişlerdir. Bunun dışındaki bir anlayışı da hiç birşey yapmadan oturmak şeklinde algılamışlardır. Biz de onlara şu soruyu yöneltiyoruz! Öyleyse altyapıyı bu gençler oluşturmayacaksa kim oluşturacak? Altyapıyı kurmakla meşgul olan insanlar "Hiç birşey yapmadan oturuyor" olarak nitelendirilebilirlerini?... Ateşli gençlerin ortaya attığı bu düşüncenin iki nedeni vardır: Birincisi; arzulanan eğitim sürecinin gerçek boyutlarım kavrayamamak. İkincisi; Bu yüzden eğitim sürecinin tamamlandığına; artık ikinci adımı atmanın gerektiğine, yani silahı alıp düşmanın üzerine yürümenin zorunlu hale geldiğine inanmak. Eğitimin, ilk kez cahiliye toplumu ile karşılaşan kuşak ile bütün ümmet veye eğitime ihtiyacı olan toplum açısından gerekli olan boyutlarım açıklamak amacı ile ilk önce eğitim olgusundan sözetmek istiyoruz. Fakat bundan önce de söz konusu aceleci iki grubu tanıtmak istiyoruz. Çünkü eğitim herkes için gereklidir. Hem aceleci gençler, hem yaşlılar hem de ileri de sözünü edeceğimiz üçüncü grup içinde gereklidir. Ayrıca eğitimle ilgili olan herkes için kaçınılmazdır. Her şeyden önce, bugünkü yaşlıların dünkü aceleci gençlerin kalıntıları olduklarını unutmamalıyız. Artık harekete geçme zamanı geldiğine, bir veya bir kaç darbe ile tağutlann yerle bir olacağına, islamın hakim olacağına inanırlardı. Bu gençlerin bir çoğu önceden meydanı terkettiler. Fakat onlardan geriye kalan bugünkü yaşlılar meydanı bırakmadılar, ama şimdi de davanın bir çıkmaza girdiğine, bu yüzden yolu değiştirmek gerektiğine inanıyorlar. Onlar açısından bu görüşün nedeni gayet açıktır. Çünkü, Tağutlara darbe indirecek kuşağın kendileri olacağı yönünde eğitilmişlerdi. Bir kaç yıl içinde indirecekleri darbeler sonucu düşman yenilecek, zafer islamın olacaktı.
Fakat yılların geçmesiyle birlikte üstüste darbe yiyenlerin kendileri olduklarını, her seferinde düşmanın kazançlı çıktığını, kendilerininse darbeleri karşılamaktan başka bir şey yapmadıklarını gördüler. Bu yüzden onlara göre yol tıkanmıştı ve kısa vadede açılacağı da yoktu. Şu halde yine onlara göre tıkanık olmayan bir yol aramak kaçınılmazdı. Onların, sonuca ulaştıncı olduğunu sandıkları yol, daha önce de işaret ettiğimiz gibi parlamentoya girmek, seçimlere katılmak, başka türlü sesini yükseltmesine izin vermediklerine göre islamın sesini oradan duyurmaktı. Silah alıp düşman üzerine yürümeyi benimseyen aceleci gençlerle tartıştığımız, realitenin ışığında Hama'da yaşanan olayların tanıklığı ile makul bir yoğunlukta müslüman bir altyapı oluşmadan iktidar sahipleri ile fiili çatışmaya girmenin boş bir girişim olduğunu ve ancak Ha-ma'daki bir sonucun elde edilebileceğini söylediğimiz gibi tıkanık olmayan bu yola girmekle islami harekete canlılık getirdiklerini ve arzulanan sonuca böylelikle ulaşacaklannı sanan aceleci yaşlılara da karşı çıkıyoruz. Onlara söyleyeceğimiz şudur: Makul bir yoğunlukta "müslüman bir altyapı" oluşmadan önce böyle bir yola başvurmak gereksizdir. Sözgelimi yüzdeyüz müslümanlardan oluşan ve bütün üyeleri Allah'ın şeriatını uygulamayı isteyen bir parlamento oluşturabildik. Peki, islami yönetimin dayanağı ve varlığını sürdürmesinin güvencesi olan "müslüman bir altyapı" olmaksızın bu parlamento ne yapabilir? Bir askeri darbe parlamentoya el koyar. Üyelerini tutuklar, zindanlara doldurur. Ve bir kaç saniye içinde her şey biter. İleri sürülen tüm gerekçelere rağmen, bu, son derece tutarsız basit bir düşüncedir. Bunun yamsıra, aynı zamanda bu düşünce, davanın özüne zarar veren, ilk anda tersi gibi görünmesine yani toprağa kök salmasına, adımlarım hızlandırmasına yardımcı olduğu sanılmasına rağmen daha çok hareketin sekteye uğramasına neden olur, derin yaralar açar. Açılan ilk yara inanç ile ilgilidir. Dini kendisine sadece Allah'ın şeriatını uygulamayı emreden, Allah'ın hükmünden başka tüm hükümlerin kabul edilmesine hoşnut olunmaması, katkıda bulunulmaması gereken cahiliye hükümleri olarak nitelendirirken bir müslüma-mn, Allah'ın indirdiği hükümlerden başkası ile hükmeden, uygulamaları ile her münasebetle Allah'ın şeriatım reddettiğini açıkça ilan eden bir meclise üye olması caiz midir? Bu meclise yönelik dostluk yemini etmesi, bu meclisin ve bu meclisin uyguladığı anayasayı koruyacağına sözver-mesi bir yana, bir müslümanın yalnızca böyle bir meclise katılması bile inanç açısından caiz midir acaba? Yüce Allah'ın şu hükmüne rağmen bir müslümanın cahiliye meclisine üye olarak girmesi doğru mudur? "Allah size indirdiği kitapta 'O'nün ayetlerinin inkar edildiğini, alaya alındığını işittiğinizde başka bir konuya geçmedikleri sürece onlarla birarada oturmamanızı, yoksa sizin de onlar gibi olacağınızı' bildirdi".(Nisa Suresi/ 140)
Bu cahiliye meclislerinde oturanların her zamanki gündemleri Allah'ın şeriatına karşı çıkmak, ona sırt çevirmektir. Başka bir konuya geçmelerini beklemekte boşunadır. Şu halde bir müslüman nasıl onlarla birlikte oturur? Gerekçe olarak ileri sürülenler... Biz onlara islamın görüşünü anlatıyoruz. Allah'ın indirdiği hükümlerden başkası ile hükmedilmesine karşı olduğumuzu sürekli vurgu-luyoruz. Biz resmi kürsüde insanları Allah'ın şeriatını uygulamaya çağırıyoruz... gibi bahaneler, bu tutumun islam inancına ters olduğu gerçeğini ortadan kaldıramaz. Diyorlar ki: Resulullah da, Allah'ın sözünü onlara duyurmak için Kureyş meclisine gitmedi mi? Evet, gitti. Onları uyarmak için meclislerine gitti. Fakat toplantılarına katılmak, onlardan biri olarak orada bulunmak için gitmedi. Allah'ın şeriatını uygulamaları için insanlara çağrıda bulunan bir müslüman, çağdaş cahiliyenin meclisine gidebiliyorsa ve ilk cahiliyenin Resulullah'a izin verdiği gibi bu mecliste konuşmasına izin veriliyorsa, o müslümanın oraya gidip dinini açıkça duyurması bir zorunluluktur. Çünkü böyle bir durumda müslüman o meclisin bir "üyesi" durumuna düşmez. O, meclise dışardan gelmiş bir davetçi-dir. Onlan Allah'ın indirdikleri hükümlere uymaya davet etmek için gelmiştir. Meclis onu kendi üyesi sayamayacağı gibi, o da kendisini meclisin bir üyesi olarak kabul etmez. Konuşmasını yapıp sonra da yoluna devam edecek bir da-vetçidir o. Fakat Hak içerikli mesajı insanlara duyurma firsatı doğuyor gerekçesi ile cahiliye meclisine bir üye olarak katılmanın Allah'ın dininde hiç bir dayanağı yoktur. İkinci yara ise, meselenin "kitleler" nezdinde ciddiyetini yitirmesi şeklinde belirmektedir. Her fırsatta halk kitlelerine, Allah'ın indirdiği hükümlerin dışındaki yasaları uygulamanın yanlış olduğunu, Allah'ın şeriatım uygulayan bir idareden başkasının yasal olmayacağını söylüyoruz. Sonra halk bir de bakıyor ki, bunları söyleyen bizler, insanları katılmamaya çağırdığımız parlamentoya kendimiz giriyoruz. Sonuç ne olacak? Eğer bizler, insanlara batıl olduğunu söylediğimiz bir düzenin yönetim kademelerine katılmak için gerekçeler bulabiliyor s ak, halk kitlelerinin bu batıl düzeni onaylama-masını nasıl bekleyebiliriz? İslami bir yönetime temel oluşturan, Allah'ın hükmünden başkasını reddeden, Allah'ın hükmünden başkasına katılmayı kabul etmeyen is-lami bir altyapı nasıl oluşacak? Biz, parlamentolara girmek suretiyle, islami bir altyapı oluşturmayı kolaylaştıran bir iş başardığımızı sanıyoruz. Halk kitlelesi nezdinde değer verilen resmi kürsülerden seslendiğimiz zaman her şeyin çok daha kolay çözüleceğini zannediyoruz. Oysa, Allah'ın
indirdikleri ile hükmetme meselesinde gösterdiğimiz bu ciddiyetsiz tavır dolayısıyla verdiğimiz bu olumsuz tavizin sonucunda gerçekte islami bir altyapının oluşmasına engel oluyoruz. Bu yüzden bu tür meselelerde Halk kitlelerinin örnek olacağı ideal bir tavır belirginleşmemiş olur. Kanun bilinci olgunlaşıp, başka değil sadece islami bir yönetim kurması gerektiğini bir inanç ilkesi olarak anlayıp, Allah'ın hükmünden başka hükümlerin varlığını kabul etmemesinin şart olduğunu kesinlikle öğrenene kadar islami bir yönetim kurmak için gerekli olan altyapı bu sayede kurulmamış olur. Üçüncü yara ise; yüzyılların deneyimi ile kanıtlandığı gibi "Diplomasi" oyununda daima güçlüler zayıflan yener. Bu oyunda zayıfın güçlüyü aldatmasına, elindeki iktidann bir parçasının kopmasına izin verilmez. Diplomasi oyunundaki güçlülük ve zayıflılığm, ne hak ve batıl ile, ne de çokluk veya azlık ile bir ilgisi vardır. Halk tarafından dışlanan, halkın nefretinin odak noktası haline gelen, bununla beraber içerden askeri güç, dışarıdan da günümüzde yeryüzüne egemen olan herhangi bir şeytani güç tarafından desteklenen mutlu azınlık; taraftarı olmamasına rağmen en güçlü olan taraftır. Buna karşın ezici çoğunluğu oluşturan mustazaflar zayıftırlar. Çoğunluğu temsil etseler bile. Bu yüzden islam düşmanlarının siyasi kurumlarında yeralan islamcı gruplar diplomasi oyununda yenik düşerler. Düşmanlar ise herhalukarda kazançlı çıkarlar. Kendi yanlarına çektikleri islamcı gruplar yardımıyla veya onlarla vardıkları ittifak'ın desteği ile, ya da onların herhangi bir meselede kendi saflarında yeralmaları ile kamuoyundaki görünümlerini güzel göstermeyi başarırlar. Öte yandan islamcıların halk nezdindeki ağırlıklarını da yok ederler. Ayakta durmalarım sağlayan belirgin özelliklerini, kötülüklerden arınmışlıklarını unuttururlar. Çünkü islamcılar, mücadele meydanında taviz vermez tutumlarıyla, çevrelerini saran siyasi cahiliyeye katılmayışlarıyla belirginleşirler, bu sayede insanlar onlann, sadece dünya hayatını arzulayan, yeryüzü nimetlerinin üzerine kuduz köpekler gibi üşüşen cahiliyenin siyasi kurumlarından daha üstün, onlardan daha şerefli bir davanın mansupları olduklarını görürler. Yaptıkları politikada islam ahlakından, hiçbir özellik taşımayan, islamın anlamından uzak bir kurumlardan farklı olduklarını kavrarlar. Cahiliye sembollerini bayraklaştıran, insanları bu sembollerin peşinde yürümeye çağıran, Allah'ın şeriatına sırt çevirmelerim isteyen cahili partilere benzemediklerim farkederler. Ama cahiliyenin parlamentolarına girdikleri zaman, islamcılar bu ayrıcalıklarını bu niteliklerim yitirmişler. Diplomasi oyununda mustazaflarm bir kez olsun, düşmanlarının güdümündeki siyasal yapılanmanın içinde, olayların dümenini kendi lehlerine kırdıkları görülmüş değildir. Çünkü bir tek dişli, çarkın dönüsünü etkilemez. Tersine dişlileri harekete geçiren, dönen çarktır. Öte yandan cahi-liye, hayatın bazı alanlarında islamcıların gerçekleştirdikleri İslahatlara tahammül edemez ve hemen bunları ortadan kaldırmaya, sonuçlarını yoketmeye bakar. Halbuki asıl meselenin laçkalaşması süreci devam eder ve bazı küçük çaplı ıslahatların sağladığı yarar bu ölümcül tavizin zararını karşılayamaz. Tıpkı yüce Allah'ın şu sözünde işaret edildiği gibi:
"Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için bir takım faydalar vardır. Ancak her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür." (Bakara Sûresi/ 219) İslamcılar aşamalı olarak yönetim kademelerine sızarken cahiliyenin uyuyacağı, yine böyle bir gaflet anında islamcıların cahiliye mensuplarını yönetiminden uzaklaştırıp islam şeriatım uygulayacağı kuruntusuna kapılanların bu düşüncelerini basitlikte nitelendirmek bile yeterli değildir. Şayet bazı zihinler gerçekten bu kuruntuya eğilimli iseler "Sudan" deneyimi bunun nedenli boş bir vehim olduğunun en belirgin kanıtıdır. Üçüncü aceleci grub da, "Bilimsel düşünce", "Bilimsel araştırma" taraftarlarından oluşur. Bu tür bir düşünce, Amerikada yaşayan İslamcı Arap gençleri arasında yaygındır. Bununla beraber bu akıma benzer veya onu temsil eden bazı gruplara Avrupa veya "eski dünya"da da rastlanmaktadır. Bu akımın taraftarları "Doğu deneyimi amacına ulaşmış ve artık çıkmaza girmiştir. Bu yüzden islami hareketin önderliğini, yeni bir düşünce yöntemine sahip yeni akıllara teslim etmek gerekir. Bilimsel araştırmalara dayalı bilimsel yöntemle düşünen, İslama bağlı kalarak insanlara sorunlarının çözümünü pratik olarak gösteren öncü kadrolara ihtiyaç vardır. İşte izlenecek yol budur." diyorlar Biz, bu yeni önderliğe bütün kalbimizle başarılar diliyoruz. Ancak bununla birlikte bu yolun tutarsızlıklarını, çarpıklıklarını bilimsel ve pratik yöntemlerle ortaya koymaktan da kendimizi alamıyoruz. "İnsanların tek eksiği karşı karşıya kaldıkları sorunların islami çözümünü bilmeyişleridir. Şayet islami çözümlerin Kapitalist ve sosyalist çözümlerden daha iyi olduğunu bilir ve bu çözümleri içtenlikle benimserlerse, bunun yamsıra bu çözümlerin teorik veya propaganda amaçlı yahut sözde kalan çözümler olmadıklarına tamamen pratik çözümler olduklarına inanırlarsa, topyekün İslama yönelirler, islami bir hükümet kurmak için topluca harekete geçerler." düşüncesi büyük bir ihtimalle adı geçen gençlerin Batı demokrasinin gölgesindeki yaşayışlarından kaynaklanmıştır. Çünkü Batı demokrasilerindeki özgürlük ortamı insanlara istedikleri gibi düşünme, deneme, düşündüğünü söyleme imkanı veriyor. Ve bu ortamda en azından görünürde insanların kabul ettikleri bir düşünceyi pratikte uygulamaya koşmaları ve bunu demokratik yöntemlerle yürürlüğe koymaları ihtimali vardır.[139] Diyelim ki bir varsayım olarak "eski dünya"nın eksiği sorunlann pratik islami çözümünü bilmeyişidir. Eğer karşılaştıkları sorunlar için islamın kapitalizm ve sosyalizmden daha iyi ve daha pratik çözümler ürettiğine ikna olurlarsa derhal islami bir hükümet kurmaya koşacaklardır... Diyelim ki, böyledir... Ve "islam şeriatım uygulamak 'Lailahe illallah Muhammedun Resulullah' cümlesinde ifadesini bulan islam inancının bir parçasıdır ve islam şeriatı uygulanmadığı sürece inanç eksik olur. Bunun için uzun açıklamalara,
davete ve eğitime ihtiyaç vardır. Resulul-lah'ın Allah katından getirdiği şekliyle ilahi inanç sisteminin gerçekten varolması için bütün bunlar kaçınılmazdır" gerçeğini vurgulayan imamın şehid edilişini, bu inancı, bu bilinci haykıran müslümanlan kınp geçiren alçak kan içicinin (Nasır'ın) eliyle gerçekleşen katliamın ortaya koyduğu gerçeği görmezlikten gelelim. Bir an için bu gençlerin düşüncelerini doğru kabul edelim... Ve diyelim ki, sırf pratik islami çözümler içeren Bilimsel araştırmaları sunmak ile insanlar İslama, islami çö-zümün zurunluluğuna inanacaklar. Hemen islami uygulamaya koşacaklar veya uygulanmasını isteyecekler. Peki sonuç ne olacak? Acaba Rusya ve Amerika "Mademki müslümanlar ilmi araştırmalar ve bilimsel düşünme yöntemi sonucu islami bir hükümetin kurulmasının gerekliliğini anladılar. O halde ne halleri varsa görsünler, varsınlar, arzuladıkları islami hükümleri uygulasınlar mı?" diyecekler. Yoksa, yeryüzünde islami bir hükümet kurmaya, islam şeriatını uygulamaya kalkışan müslümanlan şu anda yaptıkları gibi öldürmeleri, sürgün etmeleri, çeşitli işkencelerden geçirmeleri için yerli işbirlikçilerini, kiralık katillerini üzerlerine mi salacaklar? Böyle bir durumda... Acaba, Allah'ın şeriatım uygulamak isteyen müslümanların karşı karşıya kaldıkları barbarca işkencelere katlanmak için tek başına "ikna olmuş-luk" veya "Bilimsel düşünce" yeterli midir? Yoksa "gerçek bir inanca mı ihtiyaç vardır. Bu mesele, küfür iman meselesidir. En iyi çözümü bulma meselesi değildir. Cennet Cehennem meselesidir, dünya hayatında çözüm bekleyen problemler meselesi değildir" diyen ve "insanlara bu şekilde inanmadıkları sürece mümin olamayacaklarını, Allah'ın şeriatından başkası ile yönetilmeyi istemeleri veya Allah'ın hükmünün dışındaki bir hükümden hoşnut olmaları durumunda yine Allah'ın kıyamet günü müslümanlık iddialarını kabul etmeyeceğini" söyleyen bir inanç mı gereklidir? Hiç kuşkusuz islam, dünya ve ahireti birlikte kucaklayan bir dindir. İslam sırf bir inanç sistemi değildir. İslam hem bir inanç hem de eksiksiz bir hayat sistemidir. Bu sis-temde insanlığın dünya hayatındaki tüm ihtiyaçlan gözö-nünde bulundurulmuştur. Daha doğrusu bu sistemde, insanlık hayatının zorunlu bir düzeye yükselmesi, her alanda "güzellik" ve "iyilik/ihsan" derecesine ulaşması öngörülmüştür: "Allah her şeyde güzel davranmayı (ihsan) şart koştu. Öldürdüğünüz birini güzel öldürün. Bir hayvanı keseceğiniz zaman güzel kesin. Bir hayvanı kesince biriniz bıçağını hileylesin, hayvana eziyet etmesin."[140] İslam insanlığın ihtiyaçlarına cevap vermek, geliştirmek ve yükseltmek için hayat sistemlerinin en üstününü ve en iyisini ortaya koyar: "Yoksa onlar cahiliye yönetimini mi istiyorlar? iyi anlayan bir toplum için Allah'tan daha iyi hüküm koyan kim olabilir" (Maide/ 50)
Bütün bunlar doğrudur... Fakat yüce Allah peygamberine öncelikle doğru inanç sistemim yerleştirmesini, insanlara ilahlığın gerçek mahiyetini açıklamasını, Allah'ın belirlediği emir ve yasaklara uymanın bu inanç sisteminin vazgeçilmez gereği olduğunu vurgulamasını emretmiştir. Sonra bu aşamanın ardından insanlığın problemleri için "pratik çözümler" indirmiş ve bu çözümlere uymayı İman-Küfür ve Cennet - Cehennem meselesi olarak vurgulamıştır. "Hayır, Rabbine andolsun ki, senin hükmüne başvurmadıkça iman etmiş olmazlar." (Nisa/ 65) "Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler kafirlerdir" (Maide/ 44) "Rabbiniz tarafından size indirilen kitaba uyun. O'ndan başka velilere uy mayın." (A'raf/ 3) "Yoksa, Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara kanun kılacak ortakları mı vardır?" (Şura/ 21) Şayet biz, Allah'ın şeriatına uymayı veya uymamayı bir iman-küfür, bir cennet cehennem meselesi olarak insanların kafasına yerleştirmeyi bir kenara bırakıp öncelikle problemlerin pratik çözümlerini sunsak, acaba mesele bilimsel araştırmacıların düşündükleri şekilde sonuçlanacak mı? Bilimsel araştırmalar ve etütler sonucu islami çözümün en iyisi olduğuna ikna ettiğin ve sayılan oldukça kabarık olan insanlar: "Tamam ikna olduk! Doğrusu biz islamm bu kadar yüce, bu kadar kapsamlı ve insanların sorunlarım pratik olarak çözümleyecek nitelikte olduğunu bilmiyorduk. Siz gidin kurun islam devletini. Onu kurduğunuz zaman ilk önce itaat edenler biz olacağız" derlerse ne cevap verebilirsin? İslam devleti bu şekilde kurulabilir mi? Teoride ikna olmak realite dünyasından hiçbir şey değiştirmez. Bu gerçek, banş ve güven ortamları için bile geçerlidir. Nerde kaldı baskı ve barbarlığın kolgezdiği or-tamlar! Sokrat ve Aristo'dan günümüze kadar gelen şu "felsefe" yeryüzünün realitesinden bir şey değiştirebildi mi? Bir inanç olmaktan veya bir ideolojinin iskeletini oluşturmaktan öteye geçebildi mi? Böyle bir durumda bir takım değişiklikler meydana gelse dahi bunlar söz konusu ideolojinin sonuçlandır. "Eski dünya" da yaşanan deneyimler ortaya koymuştur ki, bizzat inanç sisteminin onanma ihtiyacı vardır. Çünkü inanç sistemi peşpeşe geçen kuşakların ardından, özellikle son yüzyıllarda içeriğini kaybetmiştir. Gerçek mahiyetinin ciddi olarak açıklanmasına ve insanların bu gerçek doğrultusunda eğitilmesine ihtiyaç vardır. İnsanlann her alandaki davranışlarının siyaset, yönetim, toplum, ekonomi, ilim ve düşünce alanındaki uygulamalarının "Lailahe illallah" ilkesinin gereklerine uygun olması için uzun süreli bir eğitim aşaması kaçınılmaz hale gelmiştir.
Buna rağmen biz, bilimsel araştırma yapanlara, araştırma yapmayın demiyoruz. Aksine, islamm daha önceden gizli kalmış gerçeklerini gün yüzüne çıkarma amacına yö-nelik derin ilmi araştırmaları sevinçle karşılarız... Fakat niçin ve nasıl yapılacak araştırma? Kuşkusuz insanlık hayatında islamda olduğu gibi hem değişmez hem de değişken olgular vardır. Yüce Allah'ın vurguladığı ve değişikliğe uğramadan insan hayatına egemen olmasını dilediği ilkeler vardır. "Lailahe illallah Muhammedun resulullah" cümlesinde evrensel ve eksiksiz anlamı ile ifadesini bulan, Allah tarafından gönderilen herşeye uymayı öngören inanç ilkesi gibi. Mücmel ve ayrıntılı ibadetler gibi. Kimi suçlara verilecek cezalar gibi. Fıkıhçıların ayrıntılı biçimde ortaya koyduklan daha bir çok değişmez ibadet ve inanç ilkesi gibi. Bunun yanısıra Kanun koyucunun (şari'nin) içtihat yapılmasına izin verdiği değişken konular da mevcuttur. Fakat kanun koyucu, bu değişkenliği -sürekliliğine rağmen-değişmez eksenlere ve kalıcı prensiplere bağlamıştır. İnsan hayatında başgösteren gelişmelerin ışığında, bir değişiklik yapma veya varolan ilkeyi geliştirme yönüne gidilirken Allah tarafından belirlenen bu eksenleri ve prensipleri çiğnemek doğru değildir. Şayet biz, bugün çağdaş sorunlara çözüm getirecek islami öneriler belirlemek amacıyla ilmi bir araştırma yapacaksak, bu araştırmayı hangi konuda yapacağız? Bu araştırma değişmez eksenlerle mi, yoksa değişken ayrıntılarla mı ilgili olacaktır? Değişmez eksenlerle ilgili araştırma zorunludur. Çünkü bu mesele dinin vazgeçilmez fıkhının bir parçasıdır. İnsanlann dini gerçeklere ilişkin bilgi kapasitelerinin gelişmesi onların yararınadır. Ve yollarını dosdoğru izlemelerinin garantisidir. Değişken konulara özellikle günümüzde içinden çıkılmaz bir durum arzeden ekonomik sorunlara gelince; bu konuda herhangi bir araştırma yapsak kesin olarak bu araştırmayı kime sunacağız? Ve kimin belirlediği ölçülere göre araştırma yapacağız? Diğer bir ifadeyle hangi milletin veya hangi çağın ihtiyaçlarını esas alarak bu araştırmayı yürüteceğiz? Bugün 1406 (Miladi 1986) yılındayız. Biz, günümüzün ekonomik sorunlarını çözmek için kapitalizm ve sosyalizmden daha üstün olan islami çözümleri belirgin bir şekilde ön planda tutan araştırmayı kime sunacağız? Müslümanlara mı? Yoksa Avrupalı veya Amerikalılara mı? İlk bakışta bu sorunun yersiz olduğu görülür. Çünkü biz araştırmalarımızı elbette müslümanlara sunacağız. Fakat bu soru ile yeni önderliğin dikkatini, boyutlarını ne kadar kavradığını bilmediğimiz bir gerçeğe çekmek istiyoruz:
Bugün tüm yeryüzünde ekonomik sistemlerini cahiliye bataklığından kurtarıp islami ilkelere göre biçimlendirmek için yaptığımız araştırmayı uygulayacak "müslümanlar" nerede? Ayrıca araştırmamızın teoriden çok uygulama ile ilgili olacağını da hatırlatalım. Şu anda uygulayacak kimse bulunmuyorsa, pratik dünyada uygulama imkanı bulunmayan çözümler üretmek için bunca emek, bunca zaman ve bunca enerji harcamak gereksiz değil midir? Şu da bir gerçektir ki, bu çözümler uygulanabilir niteliklere sahip olmadıkları için uygulanamıyor değildirler; Tersine uygulayacak kimse bulunmadığı için veya uygulayacak kimselerin bunu gerçekleştirecek güçleri bulunmadığı için uygulanamıyorlar. Kuşkusuz şöyle diyenler olacaktır: Biz bu araştırmaların sonucu elde edilen pratik çözümleri, bir islam devleti kurulur kurulmaz uygulasm diye koruruz. Kurulan islam devleti incelenmiş, araştırılmış, ayrıntıları ile ortaya konmuş bu güvenilir çözümleri devreye sokar. Artık kuruluş aşamasında neyi uygularım diye bocalamaz. Dolayısıyla dünya devletleri içinde, karşılaştığı sorunları inanç ve hayat sistemi ile çözemiyor gibi bir çaresizliğe düşmez. İlk anda insana mantıklı gibi gelse de bilimsel olarak bir anlam ifade etmez bu söz. Her hangi birisi kalkıp kesin bir tarih vererek -hatta bir tahminde bulunarakhedeflenen islam devletinin ne zaman kurulacağını söyleyebilir mi? Acaba her hangi bir insan hedeflenen islam devleti kurulduğu gün ne tür ekonomik problemlerle karşılaşacağını kesin olarak söyleyebilir mi? (veya bir tahmin yürütebilir mi?) Şu halde ne zaman geleceğini kesin olarak bilmediğimiz, yapısını, biçimini ve mahiyetini kestiremediğimiz bir dönemin sorunları için pratik çözümler üretmeye kalkışmak boş bir uğraşı olmaz mı? Günümüzde en fazla değişkenlik gösteren sorunlar ekonomik sorunlardır. Şayet biz önümüzdeki on yıl içerisinde bir islam devletinin kurulabileceğini tahmin ediyoruz desek-ki bu sözün hiçbir ilmi dayanağı yoktur- acaba, ilmi olarak bu gün araştırmalarımıza esas aldığımız sorunlann önümüzdeki on yılda da süreceğini, dolayısıyla bugünden hazırladığımız pratik islami çözümlerle bu sorunları ortadan kaldırabileceğimizi garantileyebilir miyiz? Diyelim ki, islam devletinin kuruluşu çeyrek veya yarım yüzyılı alacak -Hiç kuşkusuz bu da az önceki varsayım gibi ilmi bir gerçeğe dayanmadan gayba taş atmak gibi bir şeydir- acaba, üzerinde araştırma yaptığımız bu ekonomik sorunlar o güne kadar hiçbir değişikliğe uğramadan kalacak mıdır? Ki, islam devleti kurulur kurulmaz hazırladığımız çözümleri devreye soksun.
Daha doğrusu, herhangi bir dönemde kurulacak islam devletinin karşılaşacağı sorunlar, şimdiye kadar ki araştırmalarımızın özünü oluşturan kapitalist dünyanın karşılaştığı sorunlann aynısı mı olacaktır? İslamın sigortaya ilişkin görüşünü incelemek, sigortanın helal mi yoksa haram mı olduğunu belirlemek, ayrıca İslama uygun bir ekonomik yaşantı için islami bir sigortanın mahiyetini ortaya koymak amacı ile düzenlenen son derece görkemli bir sempozyum hatırlıyorum. İktisatçı olmadığım halde o gün şöyle demiştim.[141] "Korkarım ki, yönümüzü ve emeğimizi, ekonomik hayatımızı kontrol altına alan günümüz kapitalist cahiliyesinin önümüze koyduğu sorunlara yöneltmişiz. Ne var ki bu sorunlar islam devleti kurulduğunda kesinlikle mevcut olmayacaktır. Bu gün sigorta ile ilgili olarak karşılaştığımız problemlerin, islam Beytul malı'nın işlevine son verilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bir islam devleti kurulup "Beytul mal" yeniden işlevini görmeye başladığında bugünkü şekliyle bir sigorta sistemine gerek kalmayacağını kim inkar edebilir ki? Ancak o gün sigortanın helal veya haramlığına ilişkin araştırmamız bir anlam kazanabilir ve emeğimiz de boşa gitmemiş olur." Ne var ki, o görkemli sempozyumda bu uyarıma aldıran olmadı. Bilimin yüksek himmeti ile sigorta sorunu et-raflıcı irdelendi. Fakat bütün katılanların üzerinde birleşmedikleri bir sonuç elde edildi. Buna göre; bu günkü şekliyle sigorta haramdır. Bu yüzden şimdiki sigorta sistemini kıskacına alan faiz'den uzak yeni bir sigorta sistemi geliştirmek zorunludur. Bir de şunu varsayalım. Diyelim ki yüce Allah, islam devletinin kuruluşuna ilişkin normal yasasını işletmedi de kullarına yönelik lütfü, iyiliği ve keremi ile mucize yasasını devreye soktu ve hemen yarın bir islam devleti kuruldu. Hiç bir şeyden haberi olmayan bizler de hazırlıksız yakalandık. İslam devletinin karşılaşacağı sorunları ortadan kaldıracak pratik çözümleri önceden hazırlayamadık. Acaba bu varsayım, söz konusu sorunları ortadan kaldıracak pratik çözümler üretmek için bu günden emek sarfetmemizin gerekçesi olabilir mi? Elbette hayır! Çünkü yüce Allah olayların mucizevi şekilde gelişmesini öngören yasasını yürürlüğe koyunca, beraberinde her türlü problemi anında çözümleyen olağa-nüstülükleri de yaratır. Fakat biz, hiç bir zaman Allah'ın kullarına yönelik rahmetinden ümidimizi kesmemekle beraber yine Allah'ın normal yasası uyannca hareket etmekle yükümlüyüz. Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de bu yasasından şu şekilde söze-der: "Seni yardımıyla ve müminlerle destekleyen O'dur" (Enfal Suresi/ 62) "Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın." (Enfal Suresi/ 60)
Yüce Allah burada dikkatimizi iki önemli olguya çekiyor. Birincisi: Yüce Allah'ın yeryüzüne ilişkin planına (kader) perde olacak savaşçı mü'minlerin bulunması zorunludur... İkincisi: Gerçeğin zafere ulaşması için bu mü'minlerin güçlerinin yettiği kadar kuvvet bulundurmaları kaçınılmazdır. Ancak bundan sonra Allah'ın yardımı gelir. Hiç kuşkusuz ulu Allah, beşeri araçlar ve insanların çabası olmaksızın dinine yardım edemeyecek durumda değildir. O, bir şeye "ol" dedimi, hemen oluverir. Fakat Allah'ın evrensel yasası bu şekilde işliyor: "Allah dileseydi, onlardan intikam alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek ister." (Muhammed Suresi/ 4) "Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar." (Muhammed Suresi/ 7) Bir an bile ulu Allah'ın kullarına yönelik rahmetinden ümidimizi kesmemekle beraber adımlarımızı her zaman için yürürlükte olan ilahi yasaya uydurmakla yükümlüyüz. Bu yasa, en başta makul bir düzeye ulaşmış, mü'min müslüman bir altyapının oluşmasını zorunlu kılıyor. Bundan sonra, söz konusu altyapıyı oluşturan müslüman cemaatin her zaman için yoluna dikilen cahiliyeye karşı yürüteceği uzun bir cihad devresinin ardından islam devletinin kuruluşunu bekleyebiliriz. Mesele bundan ibaret olduğuna göre, müslüman, mü'min, mücahid, dinden döndürme amaçlı baskılara dayanıklı bir altyapı oluşturmayı bir kenara bırakıp "çağdaş problemlere pratik çözümler" aramaya koyulmak yersiz ve yararsız bir girişimdir. Zaman zaman kimi iyi niyetli ve samimi kimi de altında pislik yatan, art niyetli insanların sorulan ile karşılaşıyoruz. Diyorlar ki: İslami düzeninizi kurduğunuz zaman çağın problemlerini nasıl karşılayacaksınız? Örneğin, ekonomik[142] problemler karşısında ne yapacaksınız? Elinizde pratik çözümler var mıdır? Gerek iyi niyetli gerekse artniyet olsun bu tür sorularla karşılaşıyoruz. Biz de hiç farkında olmadan her an aklımızda olması gereken "İslam devletini nasıl kurarız?" so-rusuna cevap aramayı bir yana bırakıp, zaman açısından ondan sonra gelen" islam devleti kurulduğu zaman çağdaş sorunları nasıl çözümleriz?" sorusuna cevap aramaya ko-yuluyoruz. Bazan bu soruların baskısı altında ve çoğu zaman bilinçsizce ikinci sorunun cevabının aynı zamanda birinci sorunun da cevabı olduğunu zannediyoruz. Yani biz, günü-müzün sorunlarına pratik çözümler ürettiğimiz zaman; beraberinde islam devletini kuracak olan müslüman altyapıyı da oluşturmuş oluruz, yanılgısına düşüyoruz. Bu, bir kuruntudur. Bunu daha önce tartıştık ve saçmaladığını ortaya koyduk. Yeryüzünde müslümanları, Allah'ın indirdiği hükümleri uygulayacak bir hükümet kurmaktan alıkoymak için düşmanlar gözlerini dört açmış yoğun baskılarını her an hissettirirken sözkonusu azgın düşmanlığı bertaraf etmek için gerekli olan araç, insanların islamın pratik çözümler ürettiğine ikna olmaları değildir. Bu çetin savaşta tek araç inanç
olmalıdır. İnsanlara bu mesele "iman-küfür" meselesidir, "cennet-cehennem" meselesidir diyen bir inanca sahip olmak kaçınılmazdır savaşımı verebilmek için. İnanç kapısından içeri girmeyen... Yani Allah'ın öngördüğü şekliyle "Lailahe illallah" kapısından girmeyen birisi, er meydanına atılmadan, çağdaş cahiliyenin islamın aleyhine başlattığı çetin savaşa katılmadan, bu gün değilse bile yarın müslümanlarm girmek zorunda kalacakları cihada katılmadan sadece İslama uzaktan bakmaya ve is-lami çözümleri araştırmaya devam edecektir.[143] İkna düzeyi, daha doğrusu "pratik çözümler" üretme yeteneği ne kadar gelişmiş olursa olsun, islam yönetimini kuracak kişi savaşımı uzaktan gözetleyen bu zat olmaya-caktır. Allah izin verirse islam devletini gerçek inanç sistemine bağlı, islam devletini kurmanın "Lailahe İllallah Muhammedun Resulullah" şehadet cümlesinin vazgeçilmez gereği olduğuna inanan, Allah'ın hükmünü yeryüzüne egemen kılmak uğruna başına gelen ölümlerin, çektiği işkencelerin, muttakilere söz verilen cennete girmenin en ucuz ve en güvenli yolu olduğunu bilen mü'minler kuracaktır: "Allah mü'minlerin mallarını ve canlarını karşılığında kendilerine cenneti vermek üzere satın aldı. Onlar Allah yolunda savaşırlar, bu yolda kimi zaman öldürürler ve kimi zaman da öldürülürler. Bu Allah 'in üzerine borç aldığı ve hem Tevrat'ta, hem İncil'de, hem de Kur'an'da yer verdiği bir sözdür. Allah'tan daha çok sözünde duran kim olabilir ki? O halde yaptığınız bu alışverişe sevininiz. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur". (Tevbe Suresi/ 111) İslamcı hareketi çağın problemlerine pratik çözümler üretmeye yöneltme amacını güden yeni önderliğin ruhların karakteristik özelliklerini bilmesi, gelişmeler karşısında her zamankinden çok daha realist olması gerekir. İnsanların yoğun baskısı karşısında bunalarak daha öncelikli olan birinci sorunun cevabım bir yana bırakıp ikinci sorunun cevabını araştırmaya koyulmamalıdır. Kurulacak islam yönetimine dayanak oluşturacak, bundan sonra da bu yönetimin varlığını sürdürmesine yardımcı olacak bilinçli ve mücahid bir "müslüman altyapı" oluşturmak için uzun, yorucu, meşakkatlerle dolu, sonucunu ağır ağır gösteren, insanın tüm enerjisini tüketen eğitim yolunu katletmek bir zorunluluktur. Çünkü, az önce her üç aceleci grubun baş vurdukları yöntemlerin, hareketi donukluktan kurtarıyor görünümünü verseler bile çıkmaza girdiklerini gördük. Buna göre; Müslüman bir altyapı oluşturmadan siyasi otoriteyle girilecek bir çatışma, Tağutlara, zorbalara müslümanları tepeleme, kırıp geçirme fırsatı verir. Bunun ötesinde hiç bir olumlu sonuç vermeyen bir intihar girişimidir. Çünkü kitleler çatışmanın asıl mahiyetinden habersizdirler. Bu zorbaların -yalnızca hareketi önlemek değil- tek amaçlarının İslama düşmanlık olduğunu bilmiyorlar. Her yerde ve her alanda İslama savaş açan Haçlı ve siyonistlerle dostluk ve işbirliği içinde olduklarını bilmiyorlar.[144] Aynı şekilde bilinçli, mücahid ve müslüman bir altaypı olmaksızın cahiliyenin siyasi kurumlarına sızma girişimleri, sorunu halkın gözünde laçkalaştırmaktan, islami bir
yönetimin vazgeçilmez dayanağı olan altyapının olgunlaşmasını geciktirmekten başka hiçbir yarar sağlamayan boş ve anlamsız eylemlerdir. Az önce sözünü ettiğimiz altyapıyı oluşturmadan çağdaş sorunlan ortadan kaldırmak için pratik çözümler aramak emeği boş yere harcamaktır. Hareket halinde ki enerjiyi asıl mecrasından alıp yan alanlara kaydırmaktır. Bu durumda enerji tamamen tükenir de olumlu bir sonuç elde edilmez. Buna rağmen kişi "hareket" ettiği daha doğrusu gerekli hareketi sadece kendisinin yürüttüğü kuruntusuna kapılır. Enerjiyi asıl alanından alıp yan alanlara kaydırmakla neler kaybettiğinin farkına bile varmaz. "Eğitim zorunludur, ilk önce bilinçli, mücahid ve müs-lüman bir altyapı oluşturmak kaçınılmazdır" dediğimiz zaman bir çok soru ve değişik fikirle karşı karşıya kalıyoruz! Bu güne kadar yeterince eğitim yaptık! Ne zamana kadar harekete geçmeden hep eğitimle uğraşacağız? Eğittiğimiz gençleri düşman ortadan kaldırdıktan sonra, yapacağımız eğitimin ne yaran var ki? Eğitim'den neyi kastediyorsunuz? gibi. Şimdi aydınlatıcı projektörlerimizi, eğitimle neyi kastettiğimiz konusuna yöneltmek istiyoruz. Fakat, Allah'ın izniyle hedeflenen verimli ve gerçek tobloyu sağlıklı bir şekilde dikkatlere, sunmaya bir hazırlık olsun diye bazı düşünceleri düzeltmek zorunludur. "Bu güne kadar gerekli olan eğitimi gerçekleştirdik" diyenler, bu alandaki birçok pratik gerçekten habersizdirler. Herhalde bu güne kadar bu alanda gerçekleştirilen en iyi eğitim şekli, Şehid İmam'ın "müslüman kardeşler" üzerinde uyguladığı yöntem olsa gerektir. Bu yöntemin en iyi tarafı da bağlıları arasında gerçekleştirdiği sarsılmaz kardeşlik, kişiliklerine nakşettiği samimi fedakarlık ruhu, ruhlarına kazandırdığı askerlik disiplini, ayrıca "Lailahe illallah" gerçeğini duygularında tasavvuf ve rindlik (murciyelik) anlayışından kurtarıp onları pratik harekete ve çalışmaya yöneltmesidir. Ne var ki, bir çok açıdan gördük ki, bu köklü ve iyi örgütlenmiş eğitim yöntemi de eksiktir. Özellikle imamın şe-hid edilmesinden sonra bu eksikliğin islami hareketin üze-rindeki olumsuz etkilerim gördük... Şehid imam yaşasaydı bu eksikliklerin ne kadarım giderirdi, hangi yönlerini düzeltirdi bilmiyoruz... Fakat pratik alanda görüyoruz ki, askerler sadece asker olmaları için eğitiliyorlar, komutanlarının herhangi bir şekilde ortadan kalkması ile birlikte komutayı devralmaları için değil. Nitekim peygamber efendimiz -salat ve selam üzerine olsun- arkadaşlarını komutası altında birer üstün nitelikli asker olmaları için eğittiği gibi, aynı zamanda "ikinci bir saf olmaları için de eğitiyordu. Yani komutanın ortadan
kalkması ile birlikte komutayı üstlenecek nitelikler kazandırıyordu. Nitekim, ilk dört gerçek halife ve geri kalan sahabeler, atıldıkları alanlarda bu nitelikleri ile belirginleşmişlerdi. İmamın (Hasan el- Benna) şehid edilmesinden sonra gün geçtikçe çağdaş koşullarda islami hareketi yürütecek cemaatin istenen düzeyde, sözünü ettiğimiz bu "ikinci saftan yoksun olduğunu görüyoruz. Bu yüzden Realitenin tanıklığı ile uygulanan eğitim yönteminin bu yönüyle eksik olduğunu, düzeltilmesi gerektiğini anlıyoruz. Yeryüzüne egemen olması belki de kuşaklan alacak davanın uzun ömründe bu gediğin kapatılmasını zorunlu görüyoruz. Daha önce hazırlık aşamasında, harekete geçmek ve bir komutanın emri altındaki askerler olmalannın yanısı-ra bizzat komutanlık ve eğiticilik niteliklerine sahip yeterli sayıda davetçi hazırlamadan önce halk kitlesinin harekete katılmaları konusunda acele ettik ve bunun hareketin gidişi üzerinde ne kadar olumsuz etkilerinin olduğunu gördük. Bundan dolayı, bize düşen- uzun bir sürece hazırlanırken- çağdaş islami hareketi yürüten ilk kuşağın içine düştüğü bu yanılgıyı düzeltmek, yada farkında olmadıkları bu eksikliğe eğilmektir. Yani, hareketin amacına, sürenin uzunluğuna, yakın zorluklarına ve düşmanların muhtemel komplolarına uygun şekilde eğitim yönteminde gerekli değişiklikleri yapmaktır. Bu gün, çeşitli gruplara baktığımızda birçok yönden iyi olan örnekler görebiliyoruz. Bununla beraber, eğitimde büyük bir eksiklik te mevcuttur. "Lailahe illallah" kavramını ve bu kavramın Allah'ın şeiratım hayata egemen kılma yükümlülüğü ile olan yakın ve güçlü ilgisini anlayan, önceleri bir çok davetçinin bile farkında olmadığı ve oldukça kapalı bir kavram olarak algıladığı, "Hakimiyet" meselesini daha iyi kavrayan gençler vardır. Yine, süregelen savaşın içyüzünü, bu savaşta kullanılan gizli açık silahların mahiyetini, çeşitli örgütlerin, eğitim programları ve propaganda yöntemleri ile islam davasına karşı başlatılan savaştaki rollerini bilen gençler vardır. Bu örgütlerin halkı İslama yönelmekten alıkoymak ve ilahi kaynağın yol-göstericiliğinden uzaklaştırmak için siyasi, toplumsal ve ideolojik buhranlar çıkardıklarını bilen uyanık gençler vardır. Fakat bu gençler çoğu zaman gerçek bir birlikten yoksundurlar. Dağınık ve küçük gruplar halinde bir araya gelirler. Bunlar da birbirlerine komplolar kurmanın, birbirlerinin kusurlarını bulmanın peşindedirler. Ya da sevgi ruhu ile değil, düşmanlık anlayışı ile birbirleriyle mücadele etmektedirler. Herhangi bir ayetin tefsiri veya herhangi bir meselenin değerlendirilmesi esnasında başgösteren ilk görüş ayrılığında bu küçük cemaat daha küçük gruplara bölünebilir. Bu da gösteriyor ki, bu gruplar cemaat ruhundan yoksundurlar. Ve güçlü bir bireysellik anlayışına sahiptirler. Oysa öncelikle cahiliyeye karşı koyma yükünü omuzlayacak öncü kuşak bir yana, genel olarak müslüman bir ümmet oluşturmak için gerekli olan eğitim sisteminde bireysellik ruhu ile cemaat ruhunun dengelenmesi kaçınılmazdır. Bireysellik ruhu hesabına cemaat ruhunun yıpranmasına fırsat verilmemelidir. Bireycilik anlayışının güç kazanıp dolayısıyla her bireyin kendi düşüncesi, olaylara ilişkin kendi değerlendirmesi ile övünerek cemaatle kaynaşmamasına, kısacası dengeli bir cemaat anlayışının yok olmasına imkan tanınmamalıdır.[145]
Nitekim bu gençler çoğu zaman hareket deneyiminden de yoksundurlar. (Oysa hareket deneyimi gerekli olan eğitimin vazgeçilmez bir parçasıdır) Bununla beraber bu gençler fikri ağırlıklı konularda önceki kuşağa oranla daha geniş bir birikime sahiptirler. Bu yüzden siyasi otoriteyle bir an önce çatışmaya girmeye, hareketi ileriye veya geriye götürme özelliğinden yoksun meselelerde ya da belli bir ağırlığı ve önemi olmakla beraber bu günkü durumda müslümanların değiştiremeyecekleri konularda güç gösterisinde bulunmaya can atarlar. İskenderiye Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren dini cemaatlere mensup gençler bir keresinde üniversite idaresinin, özelde dini cemaatleri oyuna getirmek genelde de islami ruhu öldürmek amacı ile düzenlediği bir kutlama partisini güç kullanarak önlemek istemişlerdi. Nitekim gençler, bütün resmi düzenlemelere rağmen kutlamanın gerçekleşmesini önleyebilmişlerdi. Dansa, müziğe ve ahlaksız gösterilere izin vermemişlerdi. İşte bu, üniversitelerde faaliyet gösteren dini cemaatlerin gerçekleştirdiği "eylemlerin" bir örneğidir... Fakat, gerçekte bu tür eylemler islami hareket açısından bir anlam ifade ederler mi? Bu tür bir güç gösterisi kuşkusuz ahlaki bir sınır tanımayan "liberal" öğrenci ve öğretim görevlilerini frenleyici bir etken işlevini görür. Bunun sonucu üniversiteli kızlar pistlerdeki dansözler veya podyumlardaki mankenler gibi açılıp saçılmaya, rezil davranışlarda bulunmaya cesaret edemezler. Aslında bunlar, her türlü dini, ahlaki ve geleneksel bağdan sıyrılmış inkarcı Avrupa gençliğinin ilim öğrenildiği saatlerde takındıkları ciddi tavırdan bile yoksundurlar. Yine bu dini cemaatlerin bu tür eylemleri sonucu "özgürlük" çığırtkanı komünist gençler açıkça İslama saldırmaya cesaret edemezler. Bu tür bir güç gösterisini "Düşünce ve Özgürlüğü" veya "üniversite ruhu" adı altında dine, ahlaka ve geleneğe saldırmak suretiyle üniversitedeki kürsülerini garantiye alan profesörlerin İslama dil uzatmalarına da engel olur. Evet, ama!... Eğer, üniversitelerdeki dini cemaatlerin varlıkları kalıcı olsaydı; liberallerin ve komünistlerin ahlakı bozmaya, gençleri dini değerlerden uzaklaştırmaya, aralarında ahlaki çözülmeyi yaygınlaştırmaya yönelik eylemlerini önleyici bir ağırlıkları olsaydı bu davranış uygun bir hareket metodu olarak kabul edilebilirdi. Biraz sonra açıklayacağımız gibi bu cemaatlerin varlıkları geçici olduğuna göre, bu tür bireysel eylemler üniversitelerdeki gerek öğrenci, gerek öğretim görevlisi bozgun-cuların hayatlarındaki realiteyi değiştirir mi? Yoksa bu tür cemaatlerin eline bir fırsat geçmişken bütün çabalarını islam ilkeleri üzerinde gerçek bir eğitime yöneltmeleri daha mı yararlı olur? Kuşkusuz bu cemaatlerin uyarılan sonucu bataklıktan kurtulan her bir genç, her bir öğretim görevlisi dava için, Resulullah'ın buyurduğu gibi dünya ve içindeki tüm varlıklardan daha değerli bir meyvedir.
"Yüce Allah'ın senin aracılığın ile bir insanı doğru yola iletmesi senin için dünya ve içindeki herşeyden daha hayırlıdır." veya "senin için kızıl develerden daha hayırlıdır."[146] Dini cemaatlerin başrol oynadıkları bu "senaryo"da görülen odur ki iktidardakiler komünist ve onların doğal müttefikleri Nasırcıların şiddetli baskısı altında bunalmışlardır. Bu yüzden geçici bir süre için islamcı akımlara müsade etmeleri son derece mantıklıdır. Böylece düzen geniş bir manevra alanı bulmuş oluyor. Kuşkusuz düzenin amacı, toplumu bozgunculuktan, dinsizlikten, küfür ve ahlaki çözülmeden arındırmak veya memleketi bu veba tümörlerden temizlemek için islami akımların gelişmesine yardımcı olmak değildir. Asıl amaç karşı karşıya kaldığı siyasi baskıyı bertaraf etmektir. Bunun yamsıra, güvenlik güçleri aracılığı ile islamcı gençlerin gizli güçlerini ortaya çıkarmaktır. Hiç kuşkunuz olmasın ki, senaryo sona erdikten sonra, mutlaka uygun bir zamanda hareketi dağıtmak veya kökünü kurutmak için en ağır darbeyi indirmekten geri durmayacaktır. Şimdi soralım acaba bu ve benzeri kutlamaları bahane ederek güç gösterisinde bulunmak bu tür bir senaryo karşısında uygun bir hareket tarzı mıdır? Yoksa bu davranış insanın senaryonun sonunda tasarlanan nihai darbeye kendi adımlan ile koşması mıdır? Hiç kuşkusuz Askeri hapishane müdürünün de[147] işaret ettiği gibi tasarlanan darbe kesinlikle gerçekleşecektir. "İlgililer" islami akımın güçlenmeye başladığını hisset-tikleri anda, kaçınılmaz olarak haçlıların, Siyonistlerin ve yeryüzünün her tarafında onlar adına hareket eden tüm güçlerin endişelendikleri bu korkunç tehlikeyi bertaraf etmenin yollarını araştırırlar. Fakat dini cemaatlerin "faaliyetleri" bütünüyle temiz ahlaklı, pisliklerden kaçınan, Rabbini tanıyan, şeytanın iğrençliklerinden haberi olmayan gençler yetiştirmekle sınırlı olunca bu sefer "düzen" onlara karşı güç kullanmakta tereddüt geçirir. Bu cemaatlere karşı barbarca işkence yöntemlerine başvurmaktan çekinir. Çünkü bu vahşi hareket için halk kitlelerine herhangi bir gerekçe gösteremez. Kuşkusuz Güvenlik güçleri durup dururken bir problem çıkarabilirler. İnsanlara, işlemek bir yana hiç düşünmedikleri suçlan yükleyebilirler. Akıl almaz işkence yöntemleri ile insanlan, akıllarına bile gelmeyen suçları "itiraf etmeye zorlayabilirler.[148] Fakat artık halk kitleleri yirmi-otuz yıl önceki gibi olup bitenlerden habersiz değildir. Halkın Güvenlik örgütlerine yönelik güvensizliği güveninden daha ileridedir. Artık düzen için, sadece islami eğitimle uğraşan bir cemaati tepelemek kolay değildir. Protestolarla karşılaşmadan bu cemaat mensuplarını işkencelerden geçirmeyi eskisi gibi gizleyemez. Elbette halk kitlelerinin öfkeye kapılmaları bu zorbaları pek ilgilendirmez. Fakat onlar yaptıklarının her tarafta bilinmesinden hoşlanmazlar. Çünkü bu durumda oyun bozulur ve istenen amaca varılamaz! Hatta egemen güçler yerel işbirlikçilerinin rolünün sona erdiğim artık yeni bir yüzle halkın karşısına çıkılması gerektiğim anladıklan anda kendi elleri ile yerel zorbaları halkı galeyana getirecek davranışlara iterler. Sedat ve Numeyri'ye yaptıkları gibi.
Daha önce, hareketi ileriye ve geriye götürmeyen; realite de herhangi bir değişikliğe yolaçmayan meselelerle zaman ve enerji kaybetmeye bir örnek vermiş ve şu tespitte bulunmuştuk: Dini cemaatler çok geçmeden sahneden çekilecek ve bozguncular yeniden yıkıcı faaliyetlerini sürdüreceklerdir. Şimdi de islam şeriatını uygulamak gibi gerçekten önemli olan bir konuya değinmek istiyoruz. Aslında bu problem ümmetin geneli açısından öncelikli bir problemdir. "Lailahe İllallah Muhammedun Resulullah" diyen her müslümanın Allah'ın şeriatının egemen olması için çalışması farzdır. Çünkü şeriatı uygulamaya çalışmak, şehadet cümlesi ile ilan edilen gerçeğin vazgeçilmez sonucudur. Doğru, ama bir sorun var. İslami bir hükümet kurmanın sonucunda başgöstere-cek problemleri, en başta da Afganistanda olduğu gibi Haçlı ve Siyonistlerin aksi propagandalannı karşılayabileçek bilinçli, savaşçı ve mü'min bir altyapı kurmadan yeryüzünün herhangi bir bölgesinde Allah'ın şeriatını uygulamak gerçekten mümkün müdür? Acaba tek başına "halk baskısı " islami bir yönetim kurmak için yeterli midir? Bu halk, tıpkı Afganistan halkı gibi cihada, uzun bir savaşa, yüce Allah'ın ulu kitabında ifade ettiği gibi korkuya, açlığa, mal, can ve ürün kaybına katlanmaya hazır olmadan bu yönetimi ayakta tutabilir mi? " Ey müminleri sabır ve namaz aracılığı ile yardım isteyin. Çünkü Allah sabırlıların yanındadır. Bir de Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyiniz. Onlar diridirler ama siz bilmezsiniz. Kuşkusuz sizi biraz korkuyla, açlıkla, mal, can ve ürün kaybıyla deneyeceğiz. Sabırlıları müjdele." (Bakara Suresi/ 153-155) Şu halde, zaman ve enerjinin tümünü veya bir kısmım gerçekte hiç bir yararlı sonuç doğurmayan, tersine tıpkı karavana bir atış gibi sadece düşmanın kendi yerini öğ-renmesini sağlayan yüzeysel olaylarda tüketmektense "müslüman bir altyapı" oluşturmak için harcamak daha iyi değil midir? Mesele, islam şeriatını uygulamak için halk kitlelerinin hamaset duygularını alevlendirmek değildir. Bu tek başına yetmez ve realiteyi de değiştirmez. Üstelik sözkonusu halk kitleleri hamaset duygusundan başka da birşeye sahip değildirler. Bu da kolayca alevlendiği gibi aynı kolaylıkla da sönebilir. Ancak bu kitleler, Allah'ın şeriatını uygulamak "lailahe İllallah Muhammedun Resulullah" şeha-det cümlesinde ifadesini bulan gerçeğin vazgeçilmez sonucudur ilkesinden hareketle bir ordu disiplini içinde "örgütlendiği" zaman realitede bir çok şeyi değiştirebilir. Realitede hiç değişikliğe yolaçmayan tepkisel bir hamaset duygusu ile, halkın bu mesele için bir ordu disiplini içinde örgütlenmesi arasında büyük bir fark vardır. Hiç kuşkusuz bu ince aynı zamanda önemli fark meseleye yönelik iki değişik anlayıştan kaynaklanır. Şayet insanlar Allah'ın şeriatını egemen kılma meselesine aslında var olan dinlerini tamamlayan ek bir olgu olarak bakarlarsa, bundan önce de Allah'ın şeriatından
başka bir yasa sistemini benimseseler, içlerinde hiç bir burukluk duymadan O'ndan başkasının hükmüne başvursalar bile yine de müslüman kalacaklarına inanırlarsa, bu mesele karşısındaki en büyük duyarlılıkları işte bu hamaset duygusu olacaktır. Bu da Allah'ın şeriatı karşısına dikilen zorbaların başvurdukları ezici güç karşısında hiçbir işe yaramaz... Fakat insanlar, Allah'ın şeriatından başka bir yasa sistemini benimsediklerinde müslüman olamayacaklarına, yüce Allah böyle bir yetki ve izin vermediği halde insanlann kendi kafalarından uydurdukları yasalara başvuracak olurlarsa, imanlarının eksik değil, tamamen yok olacağına inanırlarsa, o zaman bir ordu disiplini içinde örgütlenerek meselenin üzerine gideceklerdir. Çünkü o zaman mesele zihinlerinde farklı bir boyut kazanmış olur. Artık mesele iman-küfür meselesidir. Bilfiil varolan ve Allah tarafından da onaylanan eksik bir imanın "tamamlanması" kemale ermesi meselesi değil. İnsanlar bir ordu disiplini içinde örgütlenip kendilerini bu meseleye vermedikçe ve bu uğurda her türlü zorluğa katlanıp her türlü fedakarlığı göze almadıkça yeryüzünde Allah'ın şeriatı egemen olamaz. Gelip geçici hamaset duygusu ile, davetçilerin hoşuna da gitse islam düşmanlarının islam aleyhine başlattıkları bu korkunç savaşta gerçek bir mühimmat, bir birikim niteliğini taşımaz. Bu örnekleri, enerjiyi gerçek mecrasına yöneltmek veya sadece belirlenen amaç uğruna özgü kılmak için verdik. Bu da gösteriyor ki, islami hareket sahasında uygulanan eğitimin birtakım eksik tarafları vardır. Çünkü doğru işi bilip onu gerçekleştirmeye çalışmak, aynı şekilde yanlış işi bilip ondan da kaçınmak islam davası için vazgeçilmez bir değere sahip bulunan "Basiretliliğin" bir parçasıdır. Bu aynı zamanda davetçi insanlann hazırlanması için uygulanması gereken eğitim metodunun da bir parçasıdır. Özellikle, kendileri aleyhine çeşitli dolaplar çeviren, komplolar düzenleyen cahiliye ile ilk önce karşılaşacak olan öncü kuşak için vazgeçilmez bir niteliktir bu. Buna bir de, "Bizden sorumlu olan bazı kişiler, kendimizi bütünüyle davet görevine vermemize engel oluyorlar" diye davanın çıkarını kendi kişiliklerinin, kalabalıkların sayısının artmasına ilişkin arzularının önüne geçiren, önderlerini şikayet eden gençlerin sözlerini eklediğimizde mesele daha iyi anlaşılır. Bütün bunlan terazinin bir kefesine koyduğumuz zaman, artık herhangi bir kimse "Yeterinci eğitim yaptık" diye bilir mi? *** Ne zamana kadar fiili harekete geçmeksizin sadece eğitimle uğraşacağız? sorusunu yöneltenlere "On sene veya yirmi sene ye kadar" diye kesin bir cevap veremeyiz. Böyle bir söz, açık bir delile dayanmadan gaybı taşlamak gibidir. Sadece şunu diye biliriz: Oluşturmayı amaçladığımız "altyapı" makul bir yoğunluğa ulaşana kadar eğitim aşaması-nı sürdüreceğiz. Görüldüğü gibi bu cevapta herhangi bir sınırlandırma 189
yoktur. Ne hedeflenen "zaman" ne de göz önünde bulundurulan "yoğunluk" belirlenmiş değildir. Fakat yeryüzünde söz konusu "zaman" ve "yoğunluğu" kesin olarak belirleyecek bir insanın da olmadığı bir gerçektir. Çünkü burada insanın bilemeyeceği gayb alemine özgü unsurlar sözkonu-sudur. Resulullah'm -selam üzerine olsun- önderliğindeki ilk müslüman cemaatin hareket stratejisini vahiy belirliyor-du. Bu strateji uyannca yüce Allah, peygamberine en başta yakın aşiretini uyarmasını emretmişti. Peygamberimiz de bir dönem gizliden gizliye insanları Allah'ın dinine çağırmıştı. Bu sırada yakın akrabalarından gelen eziyetlere katlanmış ve Rabb'inin açıktan davet etmeye ilişkin emrini bekleyerek her türlü zorluğa karşı sabretmişti. Daha sonra peygamberimiz -selam üzerine olsun- insanlara yönelik ilahi mesajı açıkça duyurmuştu. Bunun üzerine mü'minler ağır işkencelerle karşı karşıya kalmışlardı. Bu arada bazılarının içinde eziyetlere aynıyla karşılık verme isteği uyanmıştı. Ama vahiy gelmiş ve "vazgeçin" demişti. Onlar da vazgeçmiş ve ulu Allah savaş izni verene kadar eziyetlere katlanarak sabretmişlerdi. "Kendileriyle savaşılanlara, zulme uğramış olmaları sebebiyle savaş izni verildi. Şüphesiz Allah onlara yardım edecek güçtedir"( Hacc Suresi/ 39) Arkasından sadece mü'minlerle savaşan müşriklere karşı savaşılmasına izin verilmişti. "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, sakın bunun ötesine geçmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez" (Bakara Suresi/ 190) Sonra bütün müşriklerle savaşılmasına ilişkin emir gelmişti: 190 "Müşrikler size karşı nasıl topyekün savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşın" (Tevbe Suresi/ 36) Bu gün ise, peygamberlik misyonları sona ermiş, peygamberlik son bulmuştur. Ve artık müslümanlara! "şu seneye kadar savaştan uzak durun. Şu senede ise savaşın" direktifini verecek vahiy inmeyecektir. Artık mesele yeryüzündeki şartlara ve ulu Allah'ın insanlık hayatına ilişkin kaderini yönlendiren evrensel yasaların dünya realitesine yansıyış biçimine göre geliştirilecek ictihad ve yoruma kalmıştır. İşte bu evrensel yasalar bize diyor ki; Ümmetin bünyesindeki sapma o kadar korkunçtur ki, artık islam, ilk dönemdeki gibi gariptir. Ümmetin yeniden normal çizgiye gelmesi veya islam düşmanı evrensel güçlerin saldırılarına ve darbelerine katlanacak; ulu Allah zafer nasib edip yeryüzündeki egemenliğini pekiştirene kadar baskılara karşı direnecek bir cemaatin oluşması için büyük emeklere ve hiçte kısa olmayan bir zaman dilimine ihtiyaç vardır. Bu cemaatin imanda derinleşmesi, gerçek bir kararlılık ve cesaret örneği göstermesi gerekir. Dünya nimetlerini bir yana bırakıp ahirette kendisini bekleyen
Allah katındaki kalıcı nimetlere göz dikmelidir. Ancak bu sayede istenen sabır yükünü omuzlayabilir. -Günümüzde Afganistan mü-cahidlerinin yaptığı gibi- Bunun yanısıra ümmetin içindeki münafıklar, zayıf imanlılar ve cihad kaçkınları gibi kirli unsurlan rencide etmeden onları insanlık için öngörülen ideal düzeye ulaştırabilir: "Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın ayetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rabb'lerine dayanıp güvenen kimselerdir. Onlar namazlarını dosdoğru kılan ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden harcayan kimselerdir. İşte onlar gerçek müzminlerdir. Onlar için Rabb'leri katında dereceler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır."(Enfal Suresi/ 2-4) "Müminler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. işte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de beklemektedir. Onlar hiç bir şe-kilde sözlerini değiştirmemişlerdir. "(Ahzab/ 23) "Ey Müminler, içinizden kim dininden dönerse bilsin ki, yakında Allah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği onlarda O'nü severler, bunlar müminlere alçak gönüllü kafirlerde karşı onurlu davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler." (Maide suresi/ 54) "Nice peygamberler vardı ki, beraberinde Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler; boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever. "(Al-i İm-ran/ 146) "O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galib gelirse biz ona yakında büyük bir mükafat vereceğiz. "(Nisa/ 74) Buna göre mü'min kadrolann eğitimi için gerekli olan zaman dilimi, şu ayetlerde vurgulanan niteliklerin düşmanla karşılaşma yükümlülüğünü omuzlamak üzere seçilen öncü kuşağın benliğine yerleşmesidir. Bu da gaybın kapsamındaki bir konu olduğu için hiç bir insan bu zaman dilimine bir sınır tayin edemez. Ayrıca burada değişken hususlar da sözkonusudur. Her değişiklik türü ve boyutu oranında sonucu da etkiler doğal olarak. En başta, temel hedefimize varmak için harcamamız gereken emek değişkenlik arzeder. Büyük efor sarfettiğimiz her seferinde daha kısa bir zamanda sonuca varmamız mümkündür. Ama efor sarfetme konusunda gevşek davranırsak veya eforumuzu yanlış yönlere kanalize edersek kuşkusuz önümüzdeki katedilmesi gereken zaman uzayacaktır. İkinci değişken hususta davet ettiğimiz ve eğittiğimiz insanların gösterecekleri olumlu tepkinin zamanı ve boyutudur. Bu ise kesinlikle insanın etkinlik alanının dışındaki bir olgudur: "Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; bilakis, Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi o bilir. "(Kasas/ 56)
Yüce Allah emek sarfetme sorumluluğunu bize vermiştir. Sonuçları ise kendi üzerine almıştır. Çünkü sonuçlar, O'nun belirlediği kader uyarınca ve onun iradesi doğrultu-sunda gerçekleşirler. Biz her zaman Allah'ın lütfunun kereminin beklentisi içinde olmakla beraber biz Allah için sarfettiğimiz emek hususunda samimi ve içten davranırsak ulu Allah davanın yararına olan sonuçlar bahşeder. Nitekim bir tek adamın şehit edilmesi ile ulu Allah'ın bu va'dini doğruladığını gözlerimizle gördük. Bu şehadetin bereketiyle binlerce konuşmanın, binlerce kitabın yapamayacağı akılalmaz gelişmeler oldu dava hesabına.[149] İşte bu, yüce Allah'ın gerçekten kendisine yönelen, sadece kendisine güvenip dayanan, içtenlikle inanan kullarına vadettiği yardımdır. Her zaman değişebilecek üçüncü olgu ise, hem davanın hem de dava düşmanlarının içinde bulunduktan ortamdır. Bu ortam, işlevi itibariyle öngörülen altyapı için uygun olan yoğunluğu belirleyebilir. Eğer yüce Allah uygun bir ortam yaratırsa en küçük bir yoğunluğa sahip bir öncü grup bile şu anda düşlediğimizi, yani Allah'ın hükmünü yeryüzüne egemen kılmayı gerçekleştirebilir ve bu egemenliğin süreklilik kazanması için sarsılmaz bir dayanak işlevini görebilir. Ama eğer ulu Allah öngördüğü bir hikmet uyarınca bundan farklı bir şey dilerse, o zaman belli bir zaman için istediğimiz yoğunluğa ulaşabilmemiz için daha büyük çaba sarfetmemiz gerekir. İster altyapı için gerekli olan yoğunluğu belirlemede olsun, ister altyapıyı kuşatan şartları değerlendirmede olsun verilecek karar yetkili kişilerin içtihadına bağlıdır. İşte bu ve benzeri değişken olgulardan dolayı hiç bir insan bir zaman sınırlandırmasında bulunup "şu seneye kadar eğitim yapacağız, ondan sonra da iktidarı ele geçirme amaçlı eylemlere başlayacağız" diyemez. Bununla beraber bir an bile eğitim işini kulak ardı edemeyeceğimizi bilmemiz gerekir. Çünkü müslüman bireyin eğitimi, islami bir yönetim kurulsa bile ümmet için vazge-çilmez bir hedeftir. Peygamber efendimiz -selam üzerine olsun- devletini kurduktan sonra arkadaşlarını eğitmekten geri durmamış; son anına kadar onları eğitmekle meşgul olmuştur. Örneğin Veda Haccındaki hutbesinin içerisine bakılabilir. Aynı şekilde ondan sonra yönetimi devralan gerçek halifeler de halkı Kur'an ve iktidarın sağladığı imkanlarla eğittiler. Nitekim eğitime gereken önem verilmeyip, normal yöntem değiştikten sonra ümmetin bünyesinde sapmalar başgöstermiştir. Bu arada bu cevabımızın "ne zamana kadar tüm vaktimizi ve çabamızı eğitim alanında sarfedeceğiz?" sorusunu yöneltenlere yönelik olduğunu vurgulamalıyız. "Eğitimin ne önemi var ki, bizim yetiştirdiğimiz her genç kuşağı düşman dağıttıktan sonra?" diyenlere gelince: Daha önce gözle görülen realiteden örnekler göstererek onlara cevap vermiştik. Realite diyor ki: Düşmanın gerçekleştirdiği her katliamdan sonra, yeni gençler katılıyor davanın saflarına. Bu gelenler sadece meydana gelen boşluğu doldurmuyorlar, aynı zamanda altyapının kesintisiz gelişmesine de yardımcı oluyorlar. Biz gaybi bilmiyoruz... Bugün eğittiğimiz bir gencin yarın hemen mi öleceğini yoksa uzun bir ömür mü sürdüreceğini bilemeyiz. Aynı şekilde bu yolda kalıcı mı olacağını yoksa dininden mi döneceğini de şimdiden kestiremeyiz. Fakat bize düşen
doğru bir metod izleyerek tüm çabamızı sürekli eğitim konusunda yoğunlaştırmaktır. Eğer Allah onun uzun bir ömür yaşamasını dilerse kuşkusuz dava için bir destek, bir sürekliliktir. Yüce Allah'ın eğittiğimiz insana şehitlik mertebesini bahşetmesi de aynı şekilde dava için bir güç ve süreklilik demektir. Ama yüce Allah O'nun dininden dönmesini de takdir etmişse de kim Allah'ın kaderinin akışını durdurabilir ki? Hem bir insan bugünden yann başına ne geleceğini bilebilir mi? Bu yüzden bize düşen her halükarda eğitimi sürdürmektir. Çünkü bunun sonuca ulaştıncı biricik yol olduğunu kesinlikle biliyoruz, zorluklarla, meşakkatlerle dolu, yorucu, ağır katedilen ve uzun olsa da. *** Gerekli olan eğitimin en azından bazı boyutlarının açığa kavuşması için bazı gerçeklere işaret etmemiz kaçınılmazdır. Zaten "çağdaş konumumuz'dan" sözeden bir kitapta eğitimin boyutlarını büsbütün görmezlikten gelmemiz mümkün değildir. Bununla beraber eğitimin bütün boyutlarından, bütün eğitim metotlarından burada sözetmemiz de imkansızdır. Bunlar uzmanlık isteyen alanlardır ve bu kitabın kapsamının dışındadır. Burada eğitimin, bir çok boyutlarını ve farklı sahalarının arasından seçip çıkardığımız üç boyutu ile yetiniyoruz. Çünkü bunlar özel öneme sahiptirler. Şu kadarı varki, eği-timin her boyutu özellikle arzulanan "altyapı" açısından büyük öneme sahiptir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Şüphesiz rızık veren, ancak sarsılmaz güce sahip olan Allah'tır."(Zariyat Suresi/ 58) Şayet yolda geçen herhangi bir insana "Rızkım kim veriyor?" diye bir soru yöneltecek olursan, tereddütsüz "Allah!" diyecektir. Fakat bir de bu adama rızkının daraldığı zaman bakarsan: "Falan adam ekmeğime mani oluyor, rızkımı kesiyor" dediğini görürsün. Bu söz ne anlama gelir? Bu söz gösteriyor ki, bu adamın kendini güvencede hissettiği zamanda tereddütsüz olarak söylediği söz, kalpte kökleşmiş pürüzsüz bir inançtan kaynaklanmıyor. Sadece zihninde yereden bir düşünceyi ifade etmişti. Bu düşünce barış ve güvenlik zamanlarında köklü ve sürekli bir inanç intibaını uyandırır. Fakat en ufak bir zorluk karşısında derhal sarsılır. Çünkü derinliklere kök salmış bir inanç niteliğini kazanmamıştır. Acaba böyle bir insan davanın yükünü omuzlayabilir mi? Bu uğurda önüne çıkacak zorluklara göğüs gerebilir mi? "Rızıklan veren sarsılmaz güç sahibi olan Allah'tır, O'dur dirilten ve öldüren, insana zarar ve fayda dokunduran O'dur. Veren, alan O'dur. O'dur her şeyi planlayan. Her şeyin
kontrolü O'nun elindedir." gerçeği pürüzsüz bir inanç şeklinde kalbine yerleşmiş bir insandan başkası davanın ağır yükünü omuzlayabilir mi? Bu inanç bir an için sarsılacak olursa neler olur acaba? Hapishanedeyken bazı insanların bu inançlarının sarsıldığım dolayısıyla davanın öngördüğü hareket çizgisini izlerken adımlarının karıştığını görmüştük. Bunlar falanca adamın kendilerine yarar veya zarar dokundurabilecek-lerini düşünebiliyorlardı. Bu yüzden içinde bulundukları sıkıntıdan kurtarsın diye sözkonusu şahsa yalvarıyorlardı. Ve ayaklan kayıyordu. Böylece dava içindeki fonksiyonları da sona erdi. Hiç kuşkusuz Allah'a tevbe edip bağışlanma dileyecek olurlarsa, ulu Allah onları bağışlayacaktır. Görüldüğü gibi, her şeyi planlayıp yönlendirenin Allah olduğu, insanlar sadece Allah'ın kaderine aracı olurlar. Bir zarara uğrayacak veya bir yarar elde edecek olurlarsa bunun ancak yüce Allah'ın öngördüğü bir kaderin gereği olduğu gerçeğinin pürüzsüz bir inanç olarak insan ruhunun derinliklerine kök salması için nice toplantılara, derslere, konferanslara ve yönlendirmelere ihtiyaç vardır. İşte o zaman insan hem darlıkta hemde bollukta sadece Allah'a yönelir. Artık kesin bir inanç olarak, bütün varlıkların ne kendisine ne de bizzat kendilerine herhangi bir yarar veya zarar dokunduramayacaklannı bilir. Bir zorlukla karşı karşıya kaldığı zaman çünkü davanın yolu dikenlerle, kan ve gözyaşıyla doludur yüce Allah'tan kendisine direnme ve dayanma gücü vermesini ister. Başına gelen herşeye kendisi için belirlenmiş bir kader gözüyle bakar. Ayrıca iman çizgisini takip ettiği sürece kendisi için belirlenen bu kaderin tamamen iyilik olduğunu düşünür. Çünkü "Mü'minin her durumu iyiliktir. Eğer bolluk içinde yaşarsa şükreder, bu, onun için iyiliktir. Eğer bir sıkıntıya düşerse sabreder, bu da aynı şekilde kendisi için iyiliktir. Bu durum sadece mü'min için geçerlidir". Pratik hayata davranış şeklinde yansıyan bu pürüzsüz ve köklü inanç düzeyine ulaşmamış bir insan dava'nın ağır yükünü omuzlayabilir mi? Bu inancın pürüzsüz olarak kalbte kökleşmesi için bir ferdin veya bir cemaatin düzenli ve sürekli bir eğitime ihtiyacı vardır. Bunun gibi eğitilmiş insanlardan meydana gelen sağlam bir altyapı için çok şeye ihtiyaç vardır. Çünkü davanın binası ve Allah izin verirse devletin yapısı bu temele dayanır. Hiç kuşkusuz, peygamber efendimiz -selam üzerine olsun- on üç sene Mekke'de ondan sonra da Medine'de bu şekilde hareket ediyordu. Bu şekilde hareket ediyor ve Mek-ke'deyken "ne zamana kadar birşeyler yapmadan hep eğitimle vakit geçireceğiz?" diye sormuyordu. Çünkü o, -Rabb'inin kendisine bildirmesi sonucu- herşeyden öncelikli olarak hareketin bu olduğunu biliyordu. Üzerinde durulması gereken bu "inanç sistemi"dir... İnanç sisteminin ifadesi olan "Lailahe İllallah" gerçeğinin insan ruhunun derinliklerine köksalması için çalışmaktır en öncelikli hareket... Yapılacak iş sırf düşünce olarak yüce Allah'ın bir olduğunu kabul etmek değildir. Cahiliye döneminde bunu kabul etmek Araplara zor geliyor idiyse de, insan zihninin buna inanmasından daha kolay bir şey yoktur. Fakat bu zihinsel inanca bağlı olarak bir çok ruhsal ve düşünsel çarpıklık varlığını sürdürür. Bunlar da ancak, zorluk veya rahatlık durumlannda ortaya konan
pratik davranışlarla dışa yansıyabilirler. Şu kadan var ki, insanın uğradığı zorluk, her türlü inanç çarpıklığını ortaya koyan güçlü bir mercek niteliğindedir. "Bazı insanlar 'Allah'a inandık'derler. Fakat Allah uğruna eziyete uğratıldıkları zaman insanların işkencesini Allah'ın azabı ile bir tutarlar. "(Ankebut/ 10) "İnsanlar sınanmadan, sadece inandık demekle bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun, biz onlardan önceki toplumları da sınadık. Elbette Allah doğruları ortaya çıkaracak ve elbette yalancıları da belirleyecektir." (Ankebut/ 2-3) Peygamber efendimiz -selam üzerine olsun- "Dar'ul er-kam" olarak bildiğimiz gizli toplantı yerinde arkadaşlarım böyle bir ideal düzeye ulaşmaları için hazırlıyordu. Onları eğitiyor, terbiye ediyordu. Gerçek inanç sistemini öğretiyor ve bu inanç doğrultusunda onları eğitiyordu. Çünkü inanç, zihinlere dolup yerleşecek bir teori değildir. Bu şekliyle inanç pratik hayatta hiç bir etkinlik gösteremez, yaşanan realitenin hiç bir yönünü değişteremez. İnanç, insanların hayatlannda hiçbir değişikliğe önayak olamayan; ayaklan yere basmayan felsefeye benzemez. İnanç odur ki, kalpte pürüzsüz ve sarsılmaz bir gerçeğe dönüşene kadar kökleştikçe kökleşir. Artık kalbi duygular bu gerçeğin yolgöstericiliği ile harekete geçerler. İnsanın ortaya koyduğu hareketler bu gerçeğin doğrultusunda gelişir. İşte "inanç sistemi" realite dünyasında bu şekilde hareket eder. Bir takım şeyleri değiştirir. Yıkar, yeniden yapar. Batılı ortadan kaldırır, gerçeği onun yerine yerleştirir. Peygamber efendimiz -selam üzerine olsun- arkadaşlarını gerçek inanç sistemi doğrultusunda eğitirken, aynı zamanda yüce Allah'ın öngördüğü bir plan gereği kalbi ilgi-lendiren bu gerçeği de gönüllere yerleştiriyordu. Çünkü insanın sergilediği davranışlar bu gerçekten kaynaklanır. Yine peygamber efendimiz Allah'ın şaşmaz planı gereği, tarihte yüce Allah'ın izin verdiği ölçüde olağanüstülükler gerçekleştiren şahsiyetleri de yetiştiriyordu. Kur'an ile... peygamberimizin sürekli yönlendirmeleri ile... Gece namazlan ile... Peygamberimizin pratik önderliği ile... sıkıntıya düştüklerinde onları gözetmesi ile... Onlara yönelik derin sevgisi ile... Evet bunların tümü bir araya gelerek "inanc"ın bu eşsiz kuşağın gönlüne yerleşmesine yardımcı oldular. Tarihte gördüğümüz bu olağanüstülükleri işte bu akıl almaz enerji gerçekleştirdi. Biz, islamın bu ikinci gariplik döneminde, ilk gariplik dönemindeki bu unsura muhtacız. O günkü görkemli düzeyi ile olmasa bile, ona yakın bir düzey ile insanlık islamın bu ikinci gariplik dönemini ortadan kaldırabilir. Bu ne kadar bir zaman alır? İşte onu bilemeyiz. Ama, kesin olarak bunun kaçınılmaz olduğunu biliyoruz. Oluşturulması arzulanan altyapı "Lailahe illallah"
cümlesinde ifadesini bulan inanç gerçeğine dayanmalıdır. Ancak o zaman bu pürüzsüz gerçek köklü bir inanç olarak kalbe yerleşir, davranış olarakta realite dünyasına yansır. Yüce Allah "Müminler ancak kardeştirler" diyor. (Hu-curat Suresi/ 10) Bir insanın sözünü edebileceği en güzel kavramlardan biri de "Kardeşlik"tir. Tıpkı nur gibi şeffaf ve latiftir. Sevimli ve sempatiktir. Acaba Allah'ın kitabında söz konusu edien kardeşlik ne anlama gelir? Geniş bir yolda, güvenlik içinde ve tehlikesiz bir yolculuk yapan iki insan kardeş olabilirler; her biri kardeşinin üzerine sevgi kanatlarını gerebilir. Fakat sen bir de onları daracık ve ancak birinin öne geçip ötekinin onu izlemesine imkan veren bir yolda yürürken seyret. Kim öne geçecek? Ben mi öne geçeceğim yoksa kardeşini öne geçirip onun ardından mı yürüyeceğim? Sonra bu daracık yolun biraz daha daraldığını düşün. Yalnızca bir kişi gidebiliyor ve başka da kimsenin geçmesine imkan vermiyor. Yani kullanılması gereken tek bir fırsat vardır. Ya ben ya da kardeşim. Kim öne geçecek? "Bu fırsatı ben kullanayım, o, başının çaresine baksm"mı diyeceğim, yoksa kardeşime: Sen bu fırsatı değerlendir, ben başımın çaresine bakayım" mı diyeceğim? İşte kardeşliğin mihengi budur. Barış ve güvenlik ortamındaki kardeşlik insana bir külfet getirmez. Kişinin ihtiraslan ile de çelişmez. Hatta, insanın gerçekleşmesi için çabaladığı kişisel ihtiraslardan biri de budur. Çünkü insana psikolojik bir rahatlık verir. Fakat zorluk veya hırs anında kardeşlik gerçek bir sınavdan geçer. Burada insanın kendini tercih edişi ve egoistliği ile başkalarını kendine tercih edişi ve kardeş sevgisi açık seçik ortaya çıkar. İnsan banş ve güvenlik ortamında bunun farkında olmaz. Kendini kardeşliğin her türlü gereğini yerine getirebilecek gerçek bir "kardeş" olarak görür. Mü'min ferdin, mü'min cemaatin ve oluşturulması amaçlanan mü'min "altyapı"yı oluşturan insanların kalplerine bu anlamın kök salıp, zihinlerde yereden ama pratikte etkinliği bulunmayan zihinsel bir gerçek olmaktan kurtulması için nice toplantılara, nice derslere, nice konferanslara ve nice yönlendirmelere ihtiyaç vardır. O zaman bu gerçek kalple bütünleşmiş bir melekeye dönüşür. Orada kökleşir ve Allah'ın kitabında dile getirildiği gibi pratik hareket olarak realite dünyasına yansır: "Daha önce Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı duymazlar. Kendileri muhtaç durumda olsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Haşr Suresi/ 9)
Kuşkusuz peygamberimiz -selam üzerine olsun- on üç sene Mekke'de, ondan sonra da Medine'de arkadaşlarını eğitirken bu ideal düzeye ulaşmaları için çabalıyordu... Ve Mekke'deyken, hiç bir zaman "Daha ne zamana kadar, hiçbir şey yapmaksızın hep bu duyguları eğitmekle uğraşacağız?" diye bir soru yöneltmiyordu, kendi kendine. Çünkü O, Rabb'inin kendisine bildirmesi sonucu biliyordu ki, oluşturmak üzere görevlendirildiği mü'min bir "altyapı"nın temeli budur. Yine bu kardeşliğin islam ümmetinin çekirdeği niteliğindeki mü'min bir altyapının kuruluşu için zorunlu olması bir yana "Lailah İllallah" cümlesinde ifadesini bulan inanç sisteminin realiteye yansıyışının bir parçası olduğunu biliyordu. Çünkü "Lailahe İllallah" gerçeği sadece kalpte yereden derin bir duygu değildir. "Lailahe İllallah" Allah'ın indirdiklerine sarılmaktır. Bu yüzden, Allah tarafından indirilen hükümlere sarılıp uygulamak "Lailahe İllallah"ın gereğidir. Nitekim ulu Allah bu kardeşliği sevmiş ve ondan övgüyle sözetmiştir. Bunu mü'minlerin omuzlarındaki bir görev olarak nitelendirmiştir. Ve bu konuda birçok ayet indirmiştir. Her halde en çarpıcı olanı da şu ayettir: "Ey müminleri Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir niteliktir. Kimde tevbe etmezse işte böyle kimseler zalimlerdir. Ey müminleri Zannın çoğundan kaçının, çünkü zannın bir kısmı günahtır. Bir birinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizin arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir. " (Hucurat Suresi/ 11-12) Kur'an ile... Arkadaşlık ile... Birarada yaşamak ile... Sürekli yönlendirmeler ile... Peygamber efendimizin fiili önderliği ile... Ulu kalbinde arkadaşlarına yönelik olarak beslediği derin sevgisi ile... Onların herbirine gösterdiği içten ilgi ile... Toplum içinde imandan kaynaklanan duyguların yaygınlaşması ile... Evet, peygamber efendimiz, bu yollara başvurarak, birbiriyle gerçekten kardeş olmuş o kitleyi eğitti. Sonraki yıllarda gerçekleşen olağanüstü gelişmeler bu kardeşlik sa-yesinde olmuştu. Birbiriyle kenetlenmiş, birbirini güçlendiren o sarsılmaz yapı işte bu temele dayanarak kurulmuştu. İslamın bu ikinci gariplik döneminde, bizim de ilk gariplik döneminde uygulanan eğitim sistemine ihtiyacımız vardır. O görkemli düzeyde olmasa bile ona yakın bir düzeyde insanlan eğitmemiz bir zorunluluktur. Çünkü cahi-liyenin baskısı tüm bağlan koparmıştır. Bu baskıya dayanacak, tüm zorlamalara rağmen varlığını koruyacak tek bir bağ kalmamıştır. Bu mesele ne kadar zaman alır bilemem. Ama bunun gerekli olduğunu kesinlikle biliyorum. Cahiliyenin tüm entrikalarını ilk elden karşılama yükünü omuzlayacak mü'min "altyapımın hayatında, Laihale illallah'm gereği olan bu ahlak, davranış olarak
gerçekleşmelidir. Ancak o zaman toplum yüce Allah'ın gözetimim hakkedebilir. Tehlikelerle, akıl almaz zorluklarla karşı karşıya kalırken bir biriyle kenetlenmiş, dayanışmalı kardeşler olarak yol alabilmeleri buna bağlıdır. "Düzen" insan hayatı için vazgeçilmez bir olgudur. Özellikle günümüzde ondan, medeniyetin bu ümmete karşı kullandığı bir silah olarak söz ediliyor. İslamın doğduğu toplum -Allah'ın belirlediği bir plan gereği- çok azı hariç sıcak veya ılıman iklimlerin egemen olduğu bir bölgede yaşamaktaydı. Bu toplum da doğal olarak düzensiz bir toplumdu. Bu bölgede hayat genellikle kolay ve rahattır. Çok nadir durumlar hariç kimse açlıktan ölmez. İnsanların soğuktan donarak öldükleri de çok nadirdir. Az bir yiyecek bile insanın enerjisini korumasını sağlayabilir. Çünkü bütün enerjiyi tüketecek ve taze yiyecekler aracılığı ile yeni "yakıta" ihtiyaç duyulacak dondurucu soğuklara rastlanmaz. Aynı şekilde insan zihninde geleceğe yönelik planlar, tedbirler düşünüp depolama gereği de duymaz. Çünkü onun duygularında gelecek, şimdiki zaman gibidir. Şimdi ise, önceden bir hazırlık veya bir plan yapmaksızın şu veya bu şekilde ihtiyacını karşılamaktadır. Bu yüzden insan geleceğe yönelik "stareteji"ler belirleme bakışlarını ve düşüncesini uzaklara dikme gereğini duymaz. Çünkü yarın karşımıza bir problem çıkacak olursa onu da bugünkü problemlerimizi çözdüğümüz gibi nasıl olsa çözeriz. Bu yüzden bölge insanları çevrenin etkisi ile karekter olarak çalışmaya karşı çok isteksiz, ihtirassız ve tokgözlüdürler, bir işte süreklilik gösteremezler. Çünkü onlara göre tok gözlülükle açgözlülük, sonuç açısından farketmez. Bir problem karşısında her ikisi de aynı işlevi görür. Problemin ortadan kalkması ile de hiçbir önemleri kalmaz. Kısacası bu ortamda yetişen insanlar çevrenin etkisinden kurtulmadıkları zamanlar düzenden hoşlanmazlar. Onu taşınmaması gereken ağır bir yük olarak kabul ederler. Böyle bir yükü taşımak ta zorunlu değildir. Tembel insanlar, ileriye dönük planlar yapmaktan, uzaklara göz-dikmekten nefret ederler. Bunu da sinirleri için taşınmaması gereken ağır bir yük olarak düşünürler. Son olarak bunlar tahammülsüz insanlardırlar: geçici bir süre için ve aniden duygulan kabanr, alevlenir. Az sonra bu duyguları yatışır ve hiç alevlenmemiş gibi sönüverir. Artık farklı bir durum alırlar. İslam, onlan içinde bulundukları ortamdan kaynaklanan bu karakterleri ile ele aldı ve bambaşka bir toplum meydana getirdi. Herşeyden önce onları son derece düzenli bir ümmet haline getirdi: düzenli hayattan nefret etmeyen, bu hayatın kurallarını çiğnemeye kalkışamayan, tersine onun için çabalayan, gereklerini itaatle yerine getiren bir toplum haline getirdi. İslamın, bu toplumun asırların birikimi ile, içinde bulunduktan ortamın etkisi ile oluşan karekterlerini değiştirirken başvurduğu tüm yöntemleri sıralayacak değiliz. Fakat siret kitaplarında "Resulallah bizi savaşta sıraya koyduğu gibi Namazda da sıraya koyardı" ifadesini okudukça derinden sarsılırım. Bu ümmeti önemli bir göreve hazırlayan bu olağanüstü eğitimin tutumunu hayretle düşünürüm. "İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet"
olmaya hazırlanırken, bu dinin ruhlarda meydana getirdiği değişiklikleri ve ilk anda değişmez gibi görünen karekterleri nasıl ortadan kaldırdığını dehşetle seyrederim. Peygamberimiz -selam üzerine olsun- Safın düzgün olduğunu görmedikçe namaza başlamazdı. Kendi elleriyle safları düzeltir, omuzları, ayakları aynı hizaya ve birbirine bitişik hale getirirdi. Öyleki namazdaki saf tutma düzeni tıpkı savaştaki askerlerin saf tutuşuna benzerdi. Yani birbirine girmiş sağlam duvarlar gibi. İslam baştan sona düzen ve dikkati gerektiren bir hayat sistemidir. Bununla beraber insanların kusurlarına hoşgörüyle yaklaşır. Kişi hatasında ısrar etmedikçe onu rencide etmez kınamaz. İslam insan ruhu ile uyuşacak, onunla iletişim kuracak yatkınlığa sahiptir. Fakat kesinlikle insan ruhuna araç gereçmiş gibi yaklaşmaz. Onları okşanması gereken duygular olarak ele alır. Sıkıntılarını giderir: "Onlar fena bir şey yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anarlar, günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları Allah'tan başka bağışlayan kim vardır? Onlar yaptıklarında bile bile direnmezler. Onların hareketlerinin karşılığı Rabblerinden bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetlerdir. İyi davrananların ecri ne güzeldir. "(Al-i İmran/ 136) "O sizi seçmiş ve dinde sizin için bir zorluk kılmamış-tır"(Hac/ 78) "Allah sizi zorlamak istemez, Allah sizi arıtıp üzerinize olan nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz" (Maide/ 6) Islamın öngördüğü ibadetlerde belli bir düzenin sözko-nusu olduğu son derece açıktır. Sözgelimi namaz için belli vakitler vardır. Oruç, hacc ve zekat da öyle. Ayrıca bu iba-detlerin her biri kendi içinde ince bir düzeni barındırır. Özellikle namaz ve Hacc ibadeti bunun en belirgin örneğidir. Kur'an-ı kerim, bugün "toplumsal davranış kuralları" dediğimiz prensiplerde düzenlilik ve inceliği öğretir mü'minlere: "Ey mü'minler! kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi farkettirip ev halkına selam vermedikçe girmeyin. Bu, sizin için daha iyidir her halde düşünüp anlarsınız. Orada kimse bulamadınızsa, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Eğer size, "Geri dönün!" denilirse, hemen dönün. Çünkü bu, sizin için daha temiz bir davranıştır. Allah, yaptığınızı bilir. İçinde kendinize ait bir şeylerin bulunduğu oturulmayan bir eve girmenizde herhangi bir sakınca yoktur. Allah, sizin açığa vurduklarınızı da, gizlediklerinizi de bilir"(Nur/ 27-29) "Ey mü'minler! Bir yemek için size izin verilmiş olması hali müstesna, peygamberin evlerine girmeyin. Yemek kabını gözetlemeyin. Davet edildiğiniz vakit girin. Yemeği yediğiniz de hemen dağıtın. Yemekten sonra sohbete dalmayın. Çünkü bu hareketiniz peygamberi üzüyor, fakat o, utanıyordu. Ama Allah, hakkı söylemekten çekinmez. Pey-gamberin hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından
isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır."(Ahzap/ 53) Peygamberimiz -selam üzerine olsun- arkadaşlarını islam eğitimi sistemi doğrultusunda eğitmiş ve onlardan "insani" esaslara dayalı -otomatik olarak işleyen mekanik esaslara değil- en ince detayına kadar düzenlenmiş bir ümmet oluşturmuştu. Bu, islamın ayırıcı özelliğidir. Hayatı her yönüyle bir düzene koyarken, bir alete dönüşmesin diye insanın insanlığını da korur. Aksi takdirde hareket, kendisi için asıl önemli olan ruhsal yönünü yitirir. Islamın gölgesinde insan düzene bağlı kalmakla beraber varlık amacının bilincindedir. Her zaman isteyerek bu amacın gerçekleşmesine çalışır. Otomatik bir hareketle değil. Her şey belli bir düzen içinde cereyan etmekle beraber, islam ümmetinde yapılan hareketlere isteksizlik egemen-değildir. Çünkü her hareketin yasa tarafından kontrol edilmesi söz konusudur. Her hareket için belirlenen yasanın da gerçekleşmesi gereken bir amacı vardır. Bu yüzden insan yaptığı hareketin, serbest bölgede, yani helal dairesinde olup olmadığına bakar. Bunun yamsıra, yaptığı hareketin muhtemel sonuçlarının yasanın amacı ile paralellik oluşturup oluşturmadığına da dikkat eder. Düzen, kontrol ve sonuçlara bakmanın yamsıra islam, insanları uzun solukluluğa, uzak hedeflere bakmaya yöneltir. Çünkü her ferdin ulaşmak istediği uzak bir hedefi vardır. Ümmetin geneli için de uzanıp giden hedefler söz-konusudur. İslam, bireyi sadece dünyasına, yakın geleceğine bakması üzerine eğitmez. Onun için gözle görülür alemin, tüm dünya hayatının ötesinde bir hedef belirler. Onun gayb alemine, ahiret gününe ulaşmasını amaçlar. Bu sayede birey, şimdiki dünyasında, içinde bulunduğu anda ona her hangi bir şey yaparken duygu ve düşüncenin boyutlarını aşan çok uzak bir aleme bakar. Bu alem uzaktır ama, gözlerinin önünde görüyor gibi durmaktadır. Şu anda yaşanıyor gibidir. İnsan, her an gerçekleşmesi için çırpındığı bu hedefi gözönünde bulundurarak hareket eder. Bu hedef cennettir, Allah'ın hoşnutluğudur. Bütün insanlığın duygusunda bundan daha uzak bir hedefin olması mümkün değildir. Bu uzaklığa rağmen insan sürekli onunla ilgilidir, her an tüm varlığının ona bağlı olduğunu hisseder, attığı her adımın kendisini bu uzak hedefe yaklaştırdığını düşünür. "işte böylece sizin insanlar üzerinde şahitler olmanız, Resulün de sizin üzerinizde bir şahit olması için sizi orta bir millet kıldık"(Bakara/ 143) Toplumu ise, islam, asıl görevinin kendi varoluşu ile, içinde bulunduğu anı ile sınırlı olmadığını, dünya hayatı içinden uzanıp ahiret hayatına ulaşan bir hedefinin olduğunu öğreterek eğitir. Bu hedef, tüm insanlığı Allah'ın nuruna çağırmak, tüm yeryüzünde en üstün, en muteber sözün Allah'ın mesajı olması için cihat etmektir. Kıyamet günü tüm insanlığa şahit olmaktır: "Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın"(Enfal/ 39)
"Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayan bir topluluk bulunsun, işte onlar kurtuluşa erenlerdir."(Al-iİmran/ 104) İslam ümmeti kesintisiz on asır boyunca bu hedefi gerçekleştirmek için çalıştı. Bir an bile gayretinden bir şey kaybetmedi, bu amaç için cihad etmekten geri durmadı. Peşpeşe gelen kuşaklar hep bu amaç için çalıştı. İşte bu, ümmetin tarih boyunca giriştiği en uzun soluklu harekettir. Fakat daha önce ana hatlarıyla sunduğumuz[150] ve ümmetin hayatındaki etkilerinden[151] söz ettiğimiz uzanıp gelen sapma akımı, islami gerçekler üzerinde derin ve ka-lıcı izler bıraktı. Bu gerçeklerin ruhlar üzerindeki etkilerini yavaş yavaş bertaraf etti. Gitgide ümmet yeniden bölgesel koşulların, ortamın etkisine girdi. Çünkü ruhlara kök salmış canlı bir inanç sisteminin yokluğunda etkinlik, ortamın eline geçer. Bu yüzden toplum yemden kontrol mekanizmasından nefret eden düzensizliğe, ileriye dönük planlar yapmaktan hoşlanmayan boş vermişliğe düşer. Ve uzak hedeflere göz kaymayı ağır yük gibi algılayan, uzun süreli amaçların peşinden koşmaya güç yetirmeyen kısa solukluğa döndü. Gözlemci bir yaklaşımla bakan herkesin görebileceği gibi, ümmetin durumu bundan ibaret olduğuna göre, bu ümmeti tekrar kim düzeltebilir? Acaba, batıcı siyasi partiler bu ümmeti düzeltebilirler mi? Bu partiler böyle bir hedefi programlarına almadıkları gibi, bunu isteseler de başaramazar... Yüzyıllık deneyim bunun en bariz örneğidir. Bu süre içinde toplum batı taklitçiliği hastalığına tutulmuştur. Bu yüzden batı yanlısı ve batılılaşma taraftarı partiler bu durumu değiştiremezler. Dolayısıyla toplum, düzen tanımazlığını, kontrolden hoşlanmayan boşvermişliğini, bir an için parlayıp sönen heyecanlı ama kısa süreli gayretliliğini arttırmasa bile sürdürmüştür. Acaba böyle bir amacı programlarına koymayan ve böyle birşeyi başarmaktan çok uzak görülen komünist partiler toplumu düzeltebilirler mi? İslam aleminin bazı köşele-rinde çeyrek yüzyılı aşkın bir süredir bu deneyim yaşanmaktadır ve bu durum halkın sapıklığını arttırmaktan başka hiçbir gelişmeye önayak olamamıştır. Artık iyice anlaşılmıştır ki, ortamın etkilerini ancak inanç sistemi giderebilir. Gerçek inanç sistemine bağlı, toplumsal gerçekliğin bilincinde olanı tıpkı Resulullah'm arkadaşları gibi islam eğitim sistemi ile eğitilen mü'min-lerden başkası toplumu düzeltemez. Kuşkusuz islam eğitim sistemi ilk kez yaptığı gibi ruhları yeni baştan şekillendirebilir; düzenli, kontrollü ve uzun mesafeli hedeflere dayanıklı bir ümmet oluşturabilir. Uzun süreli sapmanın sonuçlarını giderip ümmeti daha önce olduğu gibi bu dinin öngördüğü normal haline getirebilir. Elbette, reformdan sözeden bazı insanlann söylediği gibi "Medeniyetin saldırılarını "karşılama amacı ile değil, ümmeti yüce Allah'ın kendisi için öngördüğü "hayırlılığı" yeniden elde etmek için: "Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar ve Allah'a inanırsınız. "(Al-i İmran/ 110)
Bu "Medeniyetin meydan okuyuşlarım" karşılamaktan da öte, sonderece üstün ve göz alıcı bir hedeftir. Dünya ve ahir et iyiliği... Gördüğün gibi, en başta bu anlamın somutlaşması için müslüman ferd, müslüman toplum ve müslüman altyapı daha çok oturuma, derse, konferansa ve yönlendirmeye muhtaçtır. İşte o zaman bu "altyapı" temsil ettiği gerçeği başka insanlara sunabilir. Ardından içinde bulunduğu krizden kurtulup daha yücelere ulaşabilmesi için tüm ümmeti, zorunlu olan bu niteliklerin ve ahlaki kuralların ışığında eğitebilir. Eğitimin değişik alanlarındaki bir çok boyutundan seçtiğimiz bu üç boyut, ütopik bir örnek olmadığı gibi, alternatif niteliği ile de sunulmamışlardır. Bunlar, akılalmaz komplolar kurmak üzere pusuda bekleyen cahiliye toplumu ile karşı karşıya kalmak gibi ağır bir yükü taşıyabilen mümin altyapının oluşması için vazgeçilmez nitelikte olan şartlardır. Biz, eğitimden, aşmamız gereken uzun yoldan sözettiği-miz zaman biraz önce sadece açıklama amacı ile bazı örnekleri sunduğumuz bu vazgeçilmez nitelikte bulunan bo-yutları kastediyoruz. Bu örneklerden ve sözünü etmediğimiz bir çok gerçekten açıkça anlaşılıyor ki eğitim hususunda önümüzde upuzun bir bölüm durmaktadır. Ve "Bundan sonra ne olacak?" sorusunu sorma hakkımız doğmadan önce bu bölümü aşmamız kaçınılmazdır. Eğitimin bazı alanlarında epey mesafe aldık ancak sonuca ulaşamadık, bazı alanlarda ise henüz başlangıç bile yapamadık. Özellikle eğitim alanında acele etmek hiçbir yarar sağlamaz. Bu durum, temel atmadan bir yapı kurmaya benzer. Veya binayı sağlam olmayan bir temele dayandırmak gibidir ki, bina yükseldikçe yıkılmaya yüztu-tar. Böyle bir yolu çok uzun görenler, daha kısa ve daha az hasarlı yollar olabileceğini düşünenler, Hama katliamı ve Sudan'daki "siyasi" girişim deneyimlerinden ders almalıdırlar. Biz eğer olaylardan ders çıkaramıyorsak, bu da bizim yeterli eğitim alamadığımızın, dolayısıyla bu açığı kapatmak zorunda olduğumuzun kanıtıdır. İmdi... Buraya kadar, islami hareket içinde faaliyet gösteren grupların, hakkında görüş ayrılığına düştükleri başta gelen iki sorunu irdeledik. Şimdide "İslami uya-nış"la ilgili konuyu noktalamadan önce bu alanda gündemde olan diğer bazı sorunlara da kısaca değinmek istiyoruz.
DİNLEMEK VE İTAAT ETMEK İslamcı gruplar arasında bölünmelere neden olan bu problemden sözetmek istiyoruz. Bu gruplar henüz farklı bakış açılarını hazmedecek olgunluğa erişmedikleri için, bir meselede, üyelerini "Dinlemek ve itaat etmek" ya da gruptan aynlmak arasında bir tercih yapmak durumunda bırakıyorlar. Kimi zaman da, dinleyip itaat etmezlerse cemaatten ihraç edecekleri tehdidinde bulunurlar. Sonuçta bazıları, farklı bir bakış açısına sahip
olmakla beraber, içindekileri gizleyerek tehditlere boyun eğer. Bazıları da ayrılmayı tercih eder, ya yeni bir cemaat oluşturur ya da islami faaliyetlerden büsbütün vazgeçerek kayıplar hanesine yazılırlar. "Dinlemek ve itaat etmek" problemi gerçekte eğitim sorunları ile yakından ilgili bir problemdir. Eğer, lafı fazla uzatmayalım diye burada bazı açık örneklerden sözetmeye karar vermeseydik, bu meseleyi islami altyapı için arzulanan eğitimin bir boyutu olarak ele almamız uygun düşecekti. Bu mesele ile ilgili olarak sorulması gereken soru şudur: Acaba, şartlar elverirse, nasıl bir devlet kurmayı düşünüyoruz? Resulullah -selam üzerine olsun- ve ondan sonraki ilk iki halifenin kurduklan sura esasına dayalı islam devleti mi yoksa vatandaşlarına mutlak itaati emreden ve söylediği hiç bir şeyin tartışma konusu yapılmasını istemeyen, yasakçı, baskıcı ve askeri bir devlet mi? Bu cemaatlerin çoğunun "yetkilileri" bir konuyu sadece kendilerinin tartışma hakkına sahip olduklarına inanırlar. Bu tartışmanın sonunda çıkan bir kararı cemaatteki tüm üyelerin yani bu "yetkililerden başkaları kabul edip uygulamaları zorunludur. Onların görevi dinlemek ve itiraz etmeksizin itaat etmektir. Bu cemaatler, bunu yaparken muhalifleri cemaatten ihraç etmekle tehdit ederler. Burada önemli bir gerçeği vurgulamak gerekir. Liderinin buyrukları dinlenip itaat edilmiyorsa bir cemaatin ayakta kalması mümkün değildir. Yine burada tarihsel bir gerçeği de hatırlatmak yerinde olacaktır: Hz. Ali'nin -Allah ondan razı olsunyenilmesinin asıl sorumlusu bir görüş etrafında birleşmeyen ve liderlerinin direktiflerine boyun eğmeyen askerleridir. Oysa ki bir mesele tartışılır, araştırılır ve bir karara varılırdı. Komutan bu karan esas alarak hareket stratejisini belirledikten sonra askerleri bu karara itaat ederlerdi. Bu bir gerçektir... Ama, cemaat içinde bazı fertleri "yetkili" sıfatı ile otoriter duruma getirmek, diğer insanları yasal muhalefet bir yana kayıtsız şartsız itaate zorlaması, bu cemaatlerin büyük çoğunluğunun "asker" olarak eğitilmeleri -komutan olarak değilneden olmaktadır. Bu da, komutandan sonra liderliği devralacak "ikinci safin" olamayışının başlıca nedenidir. Daha önce de söylediğimiz gibi eğitim de asıl olan, cemaati, komutanın emirlerini yerine getiren askerler olarak yetiştirmek, bunun yanısıra, komutanın yokluğunda sorumluluğu üstlenecek yeteneklere sahip olmalarım sağlamaktır. Çünkü her lider, bir gün mutlaka yok olacaktır. Bu, insanlığın bugüne kadar gördüğü en büyük askerleri, aynı zamanda en büyük komutanları yetiştiren peygamberimizin -selam üzerine olsunyöntemidir. Peygamberimizin izleyicilerini, insan ruhunun bireysellik ve toplumsallık yönlerini birlikte gözönünde bulundurarak eğitiyordu. İnsan ruhunun toplumsallık yönünün gelişmesi için bireysellik yönünü bastırmak; itaatkar ve komutanının bir dediğini iki etmeyen askerlerin yetişmesini sağlar ama bu yöntem sorumluluk taşıyabilecek kişilerin yetişmesine elverişli değildir. Devletten önce davet, ağır sorumlulukları gerektirir. Bu sorumluluklar yolun her virajında daha iyi belirginleşir.
Eğer fertler itaatten ve verilen emirleri uygulamaktan başka bir şey beceremezlerse, "yetkili"nin sapması ile birlikte tüm cemaatin sapmasından daha kolay bir şey olamaz. Yasal muhalefete gelince; daha önce de işaret ettiğimiz gibi, dinlemek ve itaat etmek yasal bir gerekçeye dayanmalıdır: "İtaat ancak iyilikte söz konusudur"[152] Şu halde "sorumlulara" kayıtsız şartsız itaat sözkonusu değildir. Tartışmadan, karşılıklı konuşmadan ve danışmadan itaat etmek te doğru değildir. Meselenin önemini ve bu önemli meselede ortaya çıkan eğitim yetersizliğini vurgulayıcı, islami pratikten bazı somut örnekler verelim. Bir cemaat, düşüncesinin "Lailahe İllallah diyen, bir tek islami amel işlemese bile mümindir" temeline dayandığını -ki bu, kitap ve sünnete açıkça ters düşen aşırı murciye akımının düşüncesidir- söylüyor sonra da üyelerini bu düşünceyi dinleyip itaat etmeye çağırıp aksi taktirde bölücülük yapmış olacakları tehdidinde bulunabiliyorsa... Bir cemaat, sünnete uymanın zorunlu olmadığını, sünnet üzerinde "içtihat" yapmamız gerektiğim savunuyor. Eski kuşakların sağlam dediği hadislere zayıf, zayıf dediklerine de sağlam diyebileceğimizi, söylüyor. Eskiler sağlam ve doğru kararım vermiş olsalar bile bugünkü durumumuza uymayan hadisleri bir kenara atabileceğimizi söyleyip sonra da üyelerini bu düşünceye kayıtsız şartsız itaate çağırıyor ve aksi tutum sergileyenleri bölücülülte suçluyorsa... Herhangi bir cemaat, Allah'ın şeriatım inkar ederek çağımızda insanlann ona bağlı kalmalarının zorunlu olmadığını iddia ediyorsa; dini -yani islamı- düşüncesinin dayanağı olarak kabul etmeyip onun yerine sosyalist Arap milliyetçiliğini benimseyen partilerin şahsında somutlaşan şeytanla ittifak kuruyorsa, sonra da üyelerinden bu kararı kayıtsız şartsız kabul etmelerini aksi takdirde bölünmeye neden olacakları tehdidinde bulunuyorsa... Bu ve benzeri durumlar olabiliyorsa, "dinlemek ve itaat etmek" ilkelerini yasal ve eğitsel açıdan yenibaştan ele almamız gerekir. Yasal açıdan baktığımız zaman, itaatin şer'i bir dayanağı olmalıdır:" İtaat ancak iyilikte sözkonu-sudur"... Aynı şekilde bu cemaatlerin tüzüklerinde ve eğitim programlarında bir görüş ayrılığı başgösterdiğinde, "sorumluların" yetki alanlarının belirlenmiş olması gerekir. Eğitsel açıdan -ki bu, şer'i açıyla yakından ilgilidir- cemaatin üyeleri Allah'ın dinini derinden kavramalıdırlar. Ne zaman itaat edeceklerini, ne zaman itaat etmeyeceklerini ne zaman "sorumluları" hak çizgisine getirmek için karşılarına dikileceklerini çok iyi bilmelidirler. Dinlemek ve itaat etmenin sorumluluğunun yanısıra, sorumluluk yüklenmek üzere de eğitilmelidirler. Çünkü onlar, gerçeğe ters düşen buyruklan dinleyip, itaat etme hususunda Allah'a karşı sorumludurlar. Yine onlar, Allah'a karşı omuz-ladıklan davadan da sorumludurlar ve "Ey Rabb'imiz, biz liderlerimize ve büyüklerimize uyduk. Onlar da bizi yoldan saptırdılar"(Ahzab, 67) diyerek kendilerim mazur gösteremezler.
Eğer cemaatlerin "sorumluları" karşılarına çıkan meselelerde tamamen içten ve samimi davrandıklarım varsaysak bile diledikleri gibi karar verip sonra da üyeleri kayıtsız şartsız itaate çağırmaya veya onları karşı çıkmaları durumunda bölünmeye neden olmakla suçlamaya devam ettikleri takdirde daha önce bir çok defa meydana geldiği gibi büyük çaplı bölünmeler meydana gelmeye devam edecektir. İslami hareket bu konuda gerçek bir yasal kontrol mekanizmasına kavuşana kadar tökezlemeye devam edecektir. Ve islami alanda faaliyet gösteren cemaatler Hz. Peygamberin -selam üzerine olsunarkadaşlarım eğittiği islamın gerçek ruhundan uzak kalmaya devam edeceklerdir.
İDEAL ÖNDERLİK Bundan önce islami hareket alanındaki parçalanmışlığın, bölünmüşlüğün nedenlerinden birinin, her kesin hayranlıkla, sevgiyle, saygıyla boyun eğip, büyük bir güvenle izlediği büyük bir önderlik mekanizmasının olmayışı olduğundan sözetmiştik. Büyük bir önderliğin olmayışı sonucu her tarafta birbiriyle didişen, birbirinden nefret eden küçük önderlikler ortaya çıkar. Bunların her biri kendi görüşünün ve tutumunun üstünlüğünden dem vurur. Hiçbir zaman uzlaşma ve ortak bir noktada buluşma sözkonusu olamaz. Bu ideal önderliği meydana çıkaracak imkanlara sahip olmadığımızı, bu işi yüce Allah'a bıraktığımızı belirtmiştik. Şu kadan var ki bizim görevimiz samimiyetle ve Allah için özveride bulunarak çalışmaktır. Bu sayede yüce Allah'ın dilediğimizi yerine getirmesini hakkedebiliriz. Nitekim biz, bir diğer açıdan da olaya yaklaşmış ve yüce Allah'ın şu sözünde ifade edildiği gibi önderlerin deneyim ve sınamalar sonucu ortaya çıkıp belirginleştiklerinden sözetmiştik: "Allah temizi pisten ayırdetmeden müminleri sizin bulunduğunuz durumda bırakacak değildir. Bununla beraber Allah size gaybı da bildirecek değildir." (Al-i Îmran/ 179) Konuya yeni bir şey ekleyecek değiliz. Amacımız, günümüzdeki islami hareket için ideal olan önderlik türü hakkında kısa ve öz bir açıklama yapmaktır. Çünkü iç ve dış koşullardan dolayı içinde bulunulan ortam amaç açısından son derece hassas bir durum arzetmektedir. Daha önce de söylediğimiz gibi içerde korkunç bir cehalet vardır ki, bu durum, peygamber efendimizin işaret ettiği islamın ikinci gariplik döneminin başka nedenidir. Dışarda ise, sürekli pusuda bekleyen siyonist ve Haçlıların düşmanlığı ile karşı karşıyayız. Bunlar islami hareketi kökünden sarsmada, hareketi büyümeden önce başını ezmede hiç bir fırsatı ka-çırmazlar. fiillerindeki maddi güçleri, İslama karşı belirledikleri stratejinin gereklerini yerine getirmek için kullanırlar. İşte bu hassas durumlardan dolayı islami hareket içinde "zor bir denge" oluşmaktadır.
Gençler, gerçek islami kimliğe büründüklerinde yani Allah'ın kitabı ile peygamberinin sünnetindeki şekliyle ve ilk kuşak müslümanların uygulamaları ile islami gerçeklere sarıldıkları zaman... Bu gençler içinde bulunduğumuz pratik ortamın bu gerçeklerden uzak olduğunu gördükleri zaman, galeyana gelirler. Öğrendikleri gerçeğe yönelik samimi duyguları, onları realiteye karşı sabırsızlığa ve güç kullanarak bu durumu değiştirmeye iter. İşte bu noktada ilk tehlike sinyali çalar. İslam düşmanlanna, islami hareketi teröristlikle suçlayıp tepeleme fırsatı verilmiş demektir. Bu gençlere: "Bu işten vazgeçin... siyasi otoriteyle çatışmaya girmeyin, çünkü bunun arkası gelmez. Eğitime yönelin..." denildiği zaman, bu sefer umutları kırılır, bir çoğu elini eteğini çeker, büyük bir karamsarlıkla köşesine çekilir. Sonra da zamanın çarkına kapılarak kaybolur gider. Böylesine duyarlı bir ortamda faaliyet gösteren islami hareketin muhtaç olduğu önderlik, eğitim konusunu eksiksiz ele aldığı gibi insanlara: "siyasi otoriteyle çatışmaya girmekten vazgeçin" diyen ve bu isteği yerine getirilen bir önderliktir. İnsanlar, islami duyarlılıklarını yitirmeden, dağılıp gitmeden, karamsarlığın veya zamanın girdabına girip kaybolmadan onun direktiflerini yerine getirirler. Hiç kuşkusuz bu, son derece zor bir görev ve onun kadar da korunması zor bir dengedir... Fakat bu, islamın ilk gariplik döneminde Mekke'deki müslümanların yaşadığı durumun aynısıdır. Onlar, peygamber efendimiz tarafından çok yönlü bir eğitime tabii tutuluyorlarken, aynı zamanda Kureyş'in iğrenç eziyetleriyle de karşı karşıyaydı-lar. Bununla beraber peygamberimiz vahyin direktifi doğrultusunda onlara, "Kureyşlilerle çatışmaya girmekten kaçının" diyordu. Onlar da derin bir teslimiyet duygusu ile peygamberimizin buyruğuna uyuyorlardı. Bununla beraber duyarlılıklarını yitirmiyorlardı. Liderlerinin buyruğunun dışına çıkmıyorlardı. Tersine, gittikçe artan bir teslimiyetle ona bağlanıyor ve Allah'ın rahmetine göz dikerek bekliyorlardı. Elbette, peygamber efendimizin, insanlık tarihi içindeki eşsiz önderliği düzeyinde bir önderlik gelmeyecektir, ancak "Peygamber metodu" örnek olarak sunulmuştur. Onun uygulaması bütün insanlık için yol göstericilik işlevini görür. Bu gerçek ayette şu şekilde ifade edilmiştir: "Andolsun ki, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Resu-lullah en güzel bir örnektir. "(Ahzab/ 21) Fakat, peygamberimizi -selam üzerine olsun- örnek alan ve "peygamber metodunu" gerçek şekliyle uygulayan lider, liderlik için gerekli niteliklere sahip üstün bir insan olmalıdır. Ayrıca şimdiki hassas dengeyi koruyabilecek özel meziyetlere de sahip olmalıdır. Yüce Allah'ın, peygamber efendimizin eliyle ilk gariplik dönemini sona erdirdiği gibi, şu anda yaşadığımız ikinci gariplik dönemini sona erdirmesi için bu nitelikler kaçınılmazdır. Bu, aynı zamanda Gariplerin, peygamber efendimiz -salat ve selam üzerine olsun- tarafından belirlenmiş görevleridir:
"... Ne mutlu Gariplere; insanların sünnetimden tahrif ettiklerini uygulamak suretiyle hayata geçirirler. "(Tirmizi) İstenen niteliklere sahip, günün hassas şartlarım yeterli düzeyde kavramış bir önderlik ortaya çıktığı zaman, en doğru hareket metodu bilindikten sonra dağınık durumdaki grupların çoğu bu önderliğin etrafında kenetlene-cektir. Eğer cahiliye bu liderin varlığına tahammül edemeyip daha önceki liderlere yaptığı gibi onu öldürecek olursa, bu ölüm dava için yeni bir doğuş olacaktır. Gerçek hareket metodu bilindikten sonra dava meşalesi kesinlikle sönme-yecektir.
CAHİLİYENİN OKULLARINDA ÖĞRENİM GÖREBİLİR MİYİZ? İşte, kendini Allah davasına adamış, gayretli ve samimi bazı gençlerin yanlış ve tehlikeli tutumlarından biri daha... Fakültenin son sınıfına gelmiştir. Fakat birden okulu terkediyor. Çünkü "cahiliye" kurumudur. Kıtkanat geçindiği bir iş bulup köşesine çekilmiştir. Kendine göre nefsini ve onun isteklerini yenmiş, dünya hayatı ve çekici nimetlerini elinin tersiyle itmiştir. Allah ve davası için her şeyden soyutlanmıştır. Örnek hayatı kendi nefsinde gerçekleştirmiştir!... Okul ve enstitülerimizdeki müfredat programlarının açıkça cahiliye karekterli olduğundan şüphe etmiyoruz. Düşünce savaşından sözederken vurguladığımız gibi bu programlar bizi islamdan döndürmek için düşmanlarımız tarafindan belirlenmiştir. Düşünce savaşında başvurulan en büyük ve en tehlikeli silahlardan biri okullardaki müfredat programlandır. Bu programların, sürekli milliyetçilik, ırkçılık, laiklik ve sosyalizm[153] propagandasını yapması Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenleri açıkça övüp göklere çıkarman bile büyük bir günahtır. Fakat gerçekte bu programların zararı bununla sınırlı değildir. Bunlar, son aşamada kulları Allah'a kul olmaktan çıkarmayı hedefleyen din karşıtı bir kültür, bir bilim oluştururlar.[154] Ayrıca biz, cahiliye kültüründen uzaklaşmaya -aniden-eğitimi yanda bırakmaya karar veren her hangi bir gencin samimiyetinden de şüphe etmiyoruz. Buna rağmen o genç, basiretsizliğini ortaya koyan korkunç bir hata işlemektedir. Bu kitapta defalarca tek başına samimiyetin yeterli olmadığını, bunun yamsıra bir müslümanın keskin bir ferasete, ileri görüşlülüğe sahip olmasının da gerekli olduğunu vurguladık. Nitekim yüce Allah, peygamberimize de bu direktifi vermektedir: "Ey Muhammedi De ki: 'Benim yolum budur. Ben ve bana uyanlar bilerek (ala basiretin) insanları Allah'a çağırırız. Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben asla Allah'a ortak koşanlardan değilim. "(Yusuf/ 108)
Bu şekilde çekip gidenlerin gözardı ettikleri mesele kendi içinde bir çok gerçeği barındırmaktadır: Birincisi; Eğer hepimiz, cahiliye kültürü ve bilimini öğreniyoruz gerekçesiyle kültür ve bilimden uzaklaşırsak, düşmanlarımıza bize karşı kullanacakları önemli bir silahı teslim etmiş oluruz. İnsanların duygularında islam davası cehaletle bir tutulacaktır. Bilim, dinden uzaklaşma, dine ters düşme şeklinde algılanacaktır. Nitekim islami uyanıştan önce durum bundan ibaretti. Düşmanlar insanları dinden nefret ettirmek için bunu bol bol kullanırlardı. Bu incelememizin başında da vurguladığımız gibi, islami uyanışın kozu, yeni daveti üstlenenlerin "efendi/seçkin" kimseler olmasıydı. Bunlar, çağdaş ilerici kültürü almış, buna rağmen dine dönmüşlerdi, insanları dine çağırıyorlardı. İşte bu, düşman için kötü bir sürprizdi. Bu yüzden düşman islami uyanışa karşı nasıl bir strateji uygulayacağım uzun süre tespit edemedi. Sonuçta korkunç kininden dolayı islami harekete barbarca darbeler indirmeye kalkıştı. İşte bu darbelerin sonunda Allah'ın planı gereği islami altyapı gelişti ve gençler daha çok İslama yönelmeye başladılar. Hangi gerekçeyle olursa olsun eğer biz, bugün kültür ve bilimden uzaklaşırsak islami hareket, islam aleyhinde yürütülen korkunç savaşta sahip olduğu günün en önemli sebeplerinden birini yitirecek ve bizler yeniden uyanış önceki duruma döneceğiz. Nasıl olduğunu bilmeden, hiç bir şekilde hesaba katmadan, insanların dinden kaçması için islam düşmanlarına yardımcı olacağız. İkincisi; Bugün okullarda, üniversitelerde okutulan bilimin tümü yanlış değildir. Tümü kaçınılması gereken zararlı bilgiler değildir. Bu bilgilerin cahiliye ruhuyla öğretildikleri bir gerçektir. Çünkü biz, pozitif bilime ilişkin ders kitabımızda, yaratan Allah'tır. "Allah herşeyi yarattı, sonra da gideceği yolu gösterdi."[155] diyeceğimize, Tabiat yarattı diyoruz. Tabiatın falan varlığa şöyle şöyle özellikler bahşettiğinden sözediyoruz. "Tabiat kanunlan"ınn kesin olduğunu söylüyoruz.[156] Sanki öğrencilere yüce Allah isterse de bu kanunları değiştiremez, durduramaz denmek isteniyor. Bunlar körükörüne Avrupa kaynaklanndan tercüme edip üzerine kendi adımızı koyduğumuz bilgilerdir. Avrupa da Kili-se'nin tutumundan dolayı, bilimin bu din karşıtı kimliğe büründüğüne bakmadan ve bunun gerçek bilim olmadığını, tersine ihtiras ve arzuların bilime bulaştığını düşünmeden olduğu gibi aktanyoruz. Bunlann tümü doğrudur... Fakat bu, Tıbba, mühendisliğe, matematiğe ve diğer ilim dallarına ihtiyacımızın olmadığı anlamına gelmez. Bu demek değildir ki, bütün bunları hayatımızdan atabiliriz ve ancak o zaman doğru ve sağlıklı bir hayata kavuşmuş oluruz. Bu tür ilimler canlılar için hayati öneme sahiptirler. Gerekçemiz ne olursa olsun eğer bu ilimleri öğrenmeyecek olursak, varlığımızın bir yönü eksik kalır. Aynı zamanda yüce Allah'ın bize yüklediği yeryüzündeki Halifelik görevini yerine getirme hususunda yetersiz kalırız. Yeryüzü Halifeliği; yeryüzüne egemen olmak, dünyayı inşa edip bayındır hale getirmektir. Yüce Allah bu görev için Adem'e bütün isimleri öğretti, Ademoğullanna kulak, göz ve kalp gibi organlar bahşetti.
"Allah sizi annelerinizin karnından birşey bilmez halde çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalp vermiştir. "(Nahl/ 78) Üçüncüsü; Bu ümmetin görevi, insanlığa yolgöstericilik yapıp onları hakka dayalı ilahi hayat sistemine ulaştırmaktır: "Böylece sizi insanlara şahid ve örnek olmanız için orta bir ümmet kıldık. Peygamber de size şahid ve örnek-tir"(Bakara/ 143) Bugünkü islami hareket, sapık insanlığa bir mesaj taşımaktadır. Onlan bu mesaj aracılığı ile hakka dayalı ilahi hayat sistemine ulaştırmayı amaçlamaktadır.[157] Acaba, islami hareket genelde tüm hayatın, özelde de günümüz hayat biçiminin çok önemli bir yönünden habersizse, o zaman insanlığa yol göstericilik yapabilir mi? Yoksa, çağdaş cahiliye'nin bilgi birikiminden haberdar olması, sonra da ona yol göstericilik yaparak hayat biçimim düzeltmesi mi gerekir? Kuşkusuz bunu ancak bilgi ile yapabilir, cehaletle değil. Çünkü cehalet insanı hiç bir olumlu sonuca götürmez. Bizzat yaşadığım bir deneyimi anlatayım: Yüksek öğretmen Enstütüsünde öğrenciyken, Freud üzerine yaptığım bir araştırma, çağdaş batı hayat biçiminin boşluklarını ve batı düşüncesindeki sapıklıkları görmemi sağladı. Bu sayede Eğitim ve psikoloji gibi konulara yönelik gerçek islami yönteme ilişkin bilgim biraz daha arttı. Bu yüzden, yüce Allah'ın da belirttiği gibi şöyle diyorum: "Bize bu gerçekleri gösteren Allah'a hamd olsun. Eğer Allah bu gerçekleri bize göstermeseydi, kuşkusuz biz göremezdik." (A'raf/ 43) Eğer benim kalbim ve düşüncem batı "biliminden" habersiz olsaydı, bu bilimin içindeki boşlukları nasıl bilecektim? Doğru düşünme yöntemini nasıl öğrenecektim? Hayır hayır!... Bu gençlerin okulları bırakıp gitmeleri sadece din düşmanlarının işine gelir.
"CAHİLİYE TOPLUMU" İÇİNDE HANGİ GÖREVLERİ ALABİLİRİZ: Her şeyden önce "cahiliye toplumu" derken ne kastettiğimizi açıklamalıyız. Çünkü islamın ikinci gariplik döneminde zihinleri bulandıran kavram kargaşası içinde bu kavram da rahatlıkla yanlış anlaşılabilir.
Daha önce de söylediğimiz gibi bu gün içinde yaşadığımız toplumlar cahiliye toplumlarıdır. Çünkü bu toplumlar, Allah'ın şeriatı ile hükmetmiyor, onunla yönetilmiyorlar. Cahiliye sistemleri ile yönetiliyor, cahiliye kanunlarını uyguluyorlar. Ulu Allah'ın kitabında belirttiği gibi Allah'ın hükmünün dışındaki tüm hükümler, cahiliye hükümleridir. "Cahiliye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir millet için Allah'tan daha iyi hüküm veren kim vardır?" (Maide, 50) Bu ayet, Allah katında üçüncüsü olmayan iki tür yönetim biçimi olduğunu açıkça ortaya koyuyor: Ya Allah'ın hükmü ya da cahiliye hükmü... Fakat biz bu toplumları Allah'ın indirdikleri hükümlerin dışındaki hükümleri uyguladıkları için cahiliye toplumu olarak nitelendirdik. Meselenin bu toplumlara mensup insanlann bireysel inançları ile ilgisi yoktur. Bu insanlar, müslüman veya kafir olabilirler. Müslüman ve kafir karışık ta olabilirler.[158] Toplumun niteliği, içinde bulunan bireylerin kişisel inançlarından çok uygulanan yönetim biçimine bağlıdır. Bu da tıpkı, bir memleketin "Dar'ul - İslam" veya "Dar'ul- Harp" olarak nitelendirilmesinde, o memleketin vatandaşlarının bireysel inançlarından çok egemenliğin kaynağına bakılması gibidir. Allah'ın Resulü hicret edip Allah'ın hükmünü egemen kıldığı sırada, işin başında müslümanlar azınlık durumunda olmalarına rağmen "Medine" Dar'ul islamdı. Müslümanlar Mısırı fethedip, Allah'ın şeriatını uygulamaya başladıktan sonra, halkın çoğunluğu müslüman olmadığı ve uzun süre öylece kaldığı halde orası da Dar'ul islamdı. Hindistan da Dar'ul islamdı: Müslümanlar fethedip Allah'ın şeriatım egemen kılmışlardı. Bununla beraber, islamın sekiz yüzyıllık egemenliği boyunca Hindu halka oranla müslümanlar azınlık durumunda kaldılar. Günümüzde de aynı durum devam etmektedir. Bunun tersi de doğrudur. Haçlılar islam alemine saldırırken, bir takım Hristiyan devletler kurmuşlardı. Bunların bazıları ikiyüzyıl kadar yaşadılar. Bu devletlerin sınırlan içinde yaşayan insanların çoğunluğu müslüman olmasına rağmen oralar Dar'ul-Harpti. Bu gerçeği bildikten sonra, zorunlu olarak, Allah'ın şeriatını uygulamadıkları için bu toplumları cahiliye toplumu olarak nitelendirmemizden dolayı gündeme gelen diğer meseleyi ele almalıyız: "Bu toplumlardaki insanlara ne diyeceğiz?" Bu meseleye ilişkin görüşümüzü daha önce belirtmiş ve şöyle demiştik: Şu anda öğretme durumundayız, insanlar aleyhinde hükümler çıkaracak durumda değiliz. Fakat biz, öğretme durumundayken yüce Allah'ın bu meseleye ilişkin hükmünü açıklamalıyız. Ki, insanlar öğrensinler, Allah'ın hükmüne ilişkin net bilgiye dayanarak tavırlarını belirtsinler. Toplumun cahiliye niteliği ise, şu şekilde açıklanabilir. Ortada bir "cahiliye şemsiyesi" vardır. Bu şemsiyenin gölgesi Allah'ın indirdiklerinden başkası ile hükmetmek şeklinde toplum üzerine yansımaktadır. Bu gölge, Allah'ın dinine davet edenler de dahil herkesi kaplamaktadır. Bu gölgenin altında bulunan insanların durumu peygamber efendimizin belirttiği gibi bu şemsiyeye yönelik tavırlarına bağlıdır. Kim hoşnutsa ondandır. İnkar edene gelince, onun için özel bir hüküm vardır:
"... Onlara karşı eliyle cihad eden mü'mindir... Diliyle cihad eden mü'mindir... Kalbi ile cihad eden mü'mindir... Bunların dışındaki insanlarda hardal tanesi kadar iman yoktur. "(Müslim) "... Ondan tiksinen uzaklaşmıştır, inkar eden kurtulmuştur. Fakat hoşnut olan ve onları izleyen onlardandır" ( Müslim) Toplumun durumu ve Allah'ın bu durumdaki topluma ilişkin hükmü bu olduğuna göre, bu toplumda görev almanın durumu nedir? Müslümanlar -yani Allah'ın indirdiklerinin dışındaki hükümleri inkar edenler- için aslolan imkanlan ölçüsünde cahiliye yönetiminin baskısından uzak yerlerde bulunmalarıdır. Fakat bu, herkesi kapsayacak şekilde genelleştirilemez. Çünkü geçim şartlan birçok insanı, hem kendilerinin hem de bakmakla yükümlü oldukları insanların geçimi için bu baskının altına girmeye zorlamaktadır. Görüldüğü gibi, bu da bir çok insan için bir zorunluluktur. Şu halde bu insanların bu zorunluluğun baskısı altında ne tür işlerde çalışmaları doğrudur? Gerçekte bu konuda en ince detayına kadar inmiş bir sınırlandırma yapılamaz. Fakat genel olarak şunu söyleyebiliriz: Görev "otorite"ye yakın oldukça zorunlu olarak müslümamn konumu da bu görevden uzak olacaktır. Sözgelimi müslüman bir doktar, tıpla ilgili görevlerde çalışabilir. Bununla beraber hayat tarzının, vicdanının ve insanlararası ilişkilerindeki tutumunun temizliği ile insanlara islamı sevdiren bir örnek olabilir. Aynı zamanda işi ile ilgili alanın dışına çıkmadan, cahüiye sisteminin doğrudan müdahalesinden uzak bir şekilde çalışabilir. Mühendis de öyle... Ama öğretmen -kaçınılmaz olarak- belli ölçüde üzerindeki cahiliye baskısına boyun eğer. İslam dışı hayat sistemlerini öğretmek veya cahiliyenin direktifine uyarak, Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyen Tağutları (zorbaları) göklere çıkarmak gibi. Fakat, buna rağmen öğretmen, tertemiz davranışları ile, üstün ahlakı ile, aşağılık davranışlardan uzak hayatı ile, kişiliği, dini ve ahlaki üstünlüğü ile, pratik olarak islamın nasıl cahiliyeden farklı olduğunu açıklayabilir. Şu da var ki, bu "görevliler" yaptıkları işin türüne göre cahiliyenin baskısından uzak veya yakın bulunabilirler. Fakat hiçbir zaman bir müslüman "Bakan" olmamalıdır. .. Çünkü bu durumda cahiliyenin dolaysız baskısı altına girecek ve hiç bir şekilde bu baskıdan kurtulamayacaktır. En basitinden, inkar ettiği cahiliyenin hükmüne veya Allah'ın indirdiklerinden başkası ile hükmeden Diktatör Tağutlara (zorbalara) bağlı kalacağına, onları koruyacağına yemin edecektir. Bir müslüman, Allah'ın şeriatına ters düşen yasalara göre hareket edilen kurumlarda da yer alamaz. Çünkü bu durumda Allah'ın hükmüne ters düşmekten kurtulamaz.
Daha önce de söylediğimiz gibi bu konuda ileri sürülen hiç bir gerekçe bu eylemi mazur gösteremez. Fakat, Hz. Yusufun -selam üzerine olsun- Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyen Krala söylediği şu sözü kanıt olarak ileri sürmek bazı insanların hoşuna gidiyor. Şöyle demişti Hz. Yusuf: "Beni memleketin Hazinelerine memur et, çünkü ben, korumasını ve yönetmesini bilirim. "(Yusuf/ 55) Oysa bu adamların kendi durumları ile Hz. Yusufun durumu arasında karşılaştırma yapmaları yanlıştır. Bir kere Hz. Yusuf, Kral kendisine: "Bu gün sen yanımızda büyük yetki sahibi ve güvenilir birisin"(Yusuf/ 54) demeden, "Beni memleketin hazinelerine memur et" deme-miştir. Yani Kral kendisine yüksek bir makam ve büyük yetkiler tanımıştır. Dolayısıyla Hz. Yusuf, başkalarının emrinde bir memur değil, sözü dinlenir bir amir konumundaydı. İşte meselenin canalıcı noktası, iki durum arasındaki yol aynmı budur... Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyen bir cahiliye yönetimi, bir müslümana! "Gel, her hangi bir bakanlığı üstlen. Tasarlayıcı ve uygulayıcı sen ol. Senin işine karışmayaca-ğımız gibi bütün emirlerini de eksiksiz uygulayacağız" dese, bu durumda o müslümamn öneriyi kabul edip üstesinden gelebileceğine inandığı, ayrıca davası için bir dayanak, Allah'ın şeriatını uygulamak için bir fırsat olarak kullanabileceğini düşündüğü bakanlık görevini üstlenmesinde bir sakınca yoktur. Fakat, günümüzde böyle bir şeyin olması mümkün müdür? Böyle bir şey olmayacağına göre, davanın elde edeceği bütün geçici kazançlar Kuşkusuz dava böyle bir durumda kimi geçici başarılar elde eder.- Allah'ın indirdikleriyle hükmetme meselesinin halk kitleleri nezdindeki ciddiyetini ve önemini yitirmesine sebep olabilir. Ayrıca islami yönetimin kurulup egemenliğinin pekişmesi için vazgeçilmez olan "Müslüman altyapının" oluşmasının gecikmesi ile meydana gelen zaran karşılayamaz. İSLAM DÜZENİNİN İYİLİKLERİNİ ANLATMAKLA İNSANLARI İSLAMA YÖNELTEBİLİR MİYİZ? Diyorlar ki: "Teşvik etme... 'Kalpleri ısındırma' amacı ile özellikle gençlere islam düzeninin iyiliklerim anlatmalıyız. Çünkü gençler fikir savaşında çağdaş düşünce akım-larının özellikle Demokrasi ve sosyalizmin yıkıcı propagandasının etkisine açık durumdadırlar. Bu yüzden islam düzeninin söz konusu düzenlerden daha üstün olduğunu
anlatmalıyız. İslama ilişkin sağlıklı bir bilginin olmadığı bu dönemde fikir savaşının neden olduğu düşünce kargaşasını ancak bu şekilde önleyebiliriz."... Her hangi bir yazarın islam düzeni ile ilgili bir kitap yazmasına itirazımız yok. Fakat gözönünde bulundurmamız gereken bir takım sakıncalar sözkonusudur. Birinci sakınca; İslami savunmaktır! İslami itham altında görüp kalemlerimizi savunma amacı ile bilememiz, uzak durulması gereken son derece yanlış bir yöntemdir. Çünkü ilahi hayat sisteminin suçlamalardan kurtulmak için insanlann savunmasına ve yapılan suçlamalardan beraat ettiğinin insanlar tarafından duyurulmasına ihtiyacı yoktur. Allah'ın dininin, hareket alanının aklanması için herhangi bir insanın kendi kafasından söyleceği bir söze ihtiyaç olduğunu düşünmemiz, inancımızda büyük bir eksiklik olduğunun açık kanıtıdır. Tersine insanlar her zaman islami gerçeklerin kendilerine anlatılmasına muhtaçtırlar: "Sana, insanlara gönderileni açıklayasın diye Kur'anı indirdik. Belki düşünürler. "(Nahl/ 44) Şu halde en doğru hareket metodu islami gerçekleri insanlara açıklamaktır. Çünkü bütün kuşaklarıyla birlikte insanlık bu açıklamaya her zaman muhtaçtır. Özellikle çağdaş kuşağın, islamın ikinci gariplik döneminde, islami gerçeklere ilişkin koyu bir cahalet içinde olduğu için böyle bir açıklamaya son derece muhtaçtır. Onlara islami gerçekleri açıklarken, bilgisizliklerinden dolayı zihinlerinde uyanan veya düşmanlann müslümanlan dinlerinden döndürmek için yaydıkları kuşkular üzerinde durup konuyla ilgili gerçeği açıklamak suretiyle söz konusu kuşkulan gidermeye çalışmamızda herhangi bir sakınca yoktur. Fakat islami savunmaya gelince; bu yöntem başta kendim olmak üzere bazı islamcı yazarlann içine düştükleri bir tuzaktır. Bu yazarlar, müsteşriklerin ve islam düş-manlarının "kültürlü" gençleri dinlerinden döndürmek için başlattıkları kesintisiz ve ölümcül saldırılar karşısında ruhlarda başgösteren iç hezimetin sonucu böyle bir yönteme başvuruyorlardı. İlk dönemlerde, düşmanların yaydıkları bu tür şüphelere cevap vermek amacı ile "islamın etrafındaki şüpheler" kitabını yazmıştım. Aslında kitap bilinen anlamda bir "savunma" niteliğinde değildir. Daha çok çağdaş Batı cahili-yesine yönelik sert hücumlar içeriyordu. Bu durum, çağdaş bir müsteşrik olan ffNılferd Cantol Smitlfin ilgisini çekmiş ve "modern Tarihte islam" adlı eserinde bu kitaptan öfkeli ifadelerle sözetmiştir. Buna rağmen, kitabın yedinci baskısının önsözünde, kitabın yöntemine katılmadığımı belirtmiş ve uyulması gereken doğru metoda ilişkin görüşümü: "Yapılması gereken, her şeyden önce insanlara islami gerçekleri anlatmaktır, şüpheleri ortaya koyup onlara cevap vermek değildir" diye yazmıştım. Yine o önsözde, bir kaç kere söz konusu
kitabı, şayet basılmasaydı ve çoğu zaman iznim ve bilgim dışında bir çok dile cevrilmeseydi, eserlerim arasından çıkarmayı düşündüğümü, fakat sonunda olduğu gibi bırakmaya karar verdiğimi, bununla beraber kitabın yönteminin yanlış olduğunu, bu tür şüpheler karşısında izlenecek doğru yöntemin bu olmadığını vurgulamıştım. İkinci sakınca: yazarın islami savunmaya yönelik arzusundan dolayı İslama yabancı olan bazı kavramların literatürümüze girmesidir. Bu da önceki gibi, düşmanların saldırıları karşısında içine düşülen ruhsal hezimetin bir sonucudur. İslam, "çağdaş uygarlığın kadına verdiği tüm hakları tanıyor" dediğimiz zaman... İslam, "sadece müslümanlara yönelen saldırılan bertaraf etmek için, yani savunma amacı ile savaşın" dediğimiz zaman... "Özel mülkiyetin varlığı zararlı olmaya başlayınca helal yoldan elde edilmiş olsa bile islami yönetimde devlet, şahısların mallarına el koyabilir veya millileştirebilir," de-diğimiz zaman... İslam "beşeri düzenlerin kültür birikimlerine açılmaya, onlardan yararlanmaya karşı değildir veya islam demokratik yahut sosyalist bir düzendir" dediğimiz zaman... Bazı iyi niyetli yazarların kitaplannda yer verdikleri bu ve benzeri sözler söylediğimiz zaman, bu tür bir "savunma" ile biz İslama hizmet etmiş olmayız. Aslında Allah'ın dini açısından bu yöntem gerçek bir savunma da sayılmaz. Biz, bu tutumumuzla, islamın berrak gerçeğini bulandırmış, bilinçli veya bilinçsiz olarak islamda olmayan şeyleri ona maletmiş oluruz. Çünkü çağdaş cahiliye uygarlığı "Kişisel Özgürlük" adı altında erkeğe verdiği gibi kadına açılıp saçılma, ahlaksızlık, edepsizlik hakkını vermiştir. Peki islam bir kadın veya erkeğin böyle yapmasına izin verir mi? Batı uygarlığı, kadın erkek eşitliği maskesi altında kadının erkekleşmesine ve kadınlığının bozulmasına çalışıyor. Acaba islam bunu hoş karşılar mı? Yine bu uygarlık kadım erkeğin egemenliğinden çıkarmaya ve kadının erkeğe düşman gözüyle bakmasını sağlamaya çalışıyor. Peki islam, cahiliyenin kadını böylesine tersyüz etmesini, yüce Allah'ın iki eşin yaratılışına dayanak kıldığı hikmetin dışına çıkarmasını, iki eş arasındaki ilişkiyi huzur, sevgi ve şefkatten uzaklaştırıp bunalıma, rekabete, ayrılık ve parçalanmaya dönüştürmesini hoş karşılar mı? "İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranızda muhabbet ve rahmet varetmesi O'nün varlığının belgelerindendir."(Rum/ 21) Aslında iğrenç müsteşrikler Kadın konusunda İslama saldırılarda bulunup, çeşitli laf oyunlarıyla "islam kadım küçümsüyor, ona insani haklarını vermiyor" derken, bazı insanların kuşkusuz iyi niyetle çıkıp islamı savunmak amacı ile "Kesinlikle bu suçlama doğru değildir. İslam, çağdaş medeniyetin verdiği tüm haklan kadına vermiştir." demelerini amaçlamaktadır. Böylece islamı savunduklarını sanan bu insanlar kendileri için kurulan tuzağa düşüyorlar ve kadının içine düştüğü fıtrat ve ahlak bozukluğunu islam
şemsiyesi altına sokuyorlar... Müsteşriklerin hayranlarından bazıları da -iyice tuzağa düşerek- şöyle diyorlar: İslam kadını ezmez, onu horlamaz. İslam gelişme ve ilerlemeye elverişli uygar bir düzendir. Onu anlamayanların ileri sürdükleri gibi donuk ve katı bir sistem değildir. Biz de onların yazdıklarına delil arıyor ve diyoruz ki: İnsaflı(!) Müsteşrikler de islamın ilerici ve uygar bir sistem olduğunu kabul ediyorlar(!) Buna benzer bir konu da "savunma savaşı" meselesidir. Müsteşrikler durmadan İslama saldırıyor ve "islam kılıç zoruyla yayılmıştır" diyorlar. Amaçlan bellidir. Bazı iyi niyetli insanların çıkıp "Kesinlikle... islam sadece kendim savunmak için savaşır" desin ve böylece kurulan tuzağa düşsünler. Yani müslümanlar islamı yaymak için cihad etme düşüncesini akıllarından çıkarsınlar. Çünkü islam düşmanlan cihaddan korktuklan kadar başka hiç bir şeyden korkmazlar. Kuşkusuz islam yüce Allah'ın emri uyannca kılıç kullanır. Fakat inanç sistemini insanlara zorla kabul ettirmek için değil, gerçeği insanlardan gizleyen cahiliye rejimlerini ortadan kaldırmak için. Cahiliye düzenleri bertaraf edilince artık insanlar özgürdürler, islam inancını kabul etmeye zorlanmazlar. Nitekim, Mısır'da Kiptiler, Suriye ile Lübnan'da Hristiyanlar ve Hindistanda Mecusiler islam inancını kabul etmeye zorlanmaksızın günümüze kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. Komünistler de ferdi mülkiyete izin veriyor diye İslama yoğun saldırılarda bulunmaktadırlar. Onlann da amaçları bellidir. Bazı insanlar çıkıp, islamı savunmak amacı ile: "Kesinlikle!... islam 'toplumsal adaleti1 gerçekleştirmek için devlete fertlerin mallarına el koyma, millileştirme yetkisini vermiştir" desinler ve kurulan tuzağa düşsünler. Yani sosyalizmi islam şemsiyesi altına soksunlar. Komünizmin, islam dünyasında gerçekleştirmek istediği başlıca hedef budur. Çünkü, Rusya'nın direktifi ile belirlenen strateji şudur: Müslüman ismi taşıyan komünizm propagandacıları, düşüncelerine islamdan kılıflar bulacaklar. Bununla beraber islamı gerçek mahiyetinden uzaklaştırıp sosyalizm kisvesine büründürecekler. Böylece islam memleketlerindeki komünizm savaşı daha kolay yürütülecek. İslam, toplumsal adaleti sağlamak ve şer'i amaçlara ters düşmekten dolayı bozulan toplumsal dengeyi yeniden kurmak için özel yöntemlere başvurur. Ama bu özel yön-temlerden biri, helal yoldan kazanılan mala el koymak veya millileştirmek değildir.[159] Tabii konuyu burada geniş boyutlarıyla ele alma imkanına sahip değiliz. Sadece, islamı savunduğunu sanan, iyi niyetli kişilerin tuttukları yanlış yola dikkat çekmek istedik. İslamın beşeri kültür birikimine ve insan aklının ürünü düzenlere açık olduğu meselesi de öyle... Hiç kuşkusuz amacı islamı cıvıklaştırmaktır, berrak or-jinalitesini bozup onun "başka düzenlere kanşmaz, onlarla kaynaşmaz benzersiz ilahi düzen" kimliğinden uzaklaştır-maktır: "Böylece sizi insanlara şahid ve örnek olmanız için ör-
tada bir ümmet kıldık. Peygamber de size şahid ve örnektir."(Bakara/ 143) "Allah'ın verdiği renge uyun; rengi Allah'ınkinden daha güzel olan kim vardır? 'Biz O'na kulluk edenleriz' deyin "(Bakara/ 138) "Cahiliye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir millet için Allah'tan daha iyi hüküm veren kim vardır." (Maide/ 50) Böyle bir görüşü savunanlar -bilinçli veya bilinçsiz olarak- batı sistemleri karşısında duydukları ezikliği, ruhsal hezimeti dışa vurmuş oluyorlar. İslamın bu tür sistemlerden yararlı ve amacına ters düşmeyen yönleri olabileceğini söyleyerek islamı insanlara şirin göstermeye çalışıyorlar. Sanki içten içe islam sisteminin yalnız başına yeterli olacağından kuşku duyuyor gibidirler. Veya sanki islam, bu tür düzenlerden alıntı yapmaz, onlarla kaynaşmaz diyecek olurlarsa, islamdan uzaklaşanlar gittikçe uzaklaşır, artık davete kulak vermezler endişesi içindedirler. İslamı sevdirmek, bir amaçtır... Ama onun gerçek mahiyetini çarpıtarak değil... islamda olmayan bir şeyi ona maletmekle değil... "Kalpleri ısındırmak" amacıyla ilahi yol göstericilikten uzak cahiliye sistemleri ile uzlaşmaya gitmek, onlara şirin görünmeye çalışmak değildir. "Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar. "(Kalem/ 9) Kalpleri İslama ısındırmak, onu Allah'ın indirdiği şekliyle, orjinal berraklığı içinde kapsamlı ve eksiksiz bir hayat sistemi olarak sunmakla olur. Onun, Allah'ın hayat sisteminden ayrılan beşeri sistemlerden yapılacak yamalara ihtiyacı yoktur: "Bu gün, size dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin için islamiyeti beğendim." (Maide/ 3) Müslümanlar, islam ile Beşeri düzenleri birbirleriyle kaynaştırma yoluna girmeden, insan düşüncesinin doğru olan yönlerinden yararlanırlar. Çünkü Allah'ın sanatı insan yapısı ile karışmaz, onunla kaynaşmaz. İslam-demok-rasi, islam-sosyalizm arasında olduğu gibi arasında benzerlikler, ortak yönler varmış gibi görünse de bu yanıltıcıdır. İslam ile bu düzenler arasında bazı benzerlikler olduğu doğrudur. Fakat doğrusu hatta tarihsel determinizm açısından- bazı beşeri düzenlerin İslama yaklaştıklarını veya bazı noktalarda İslama benzediklerini söylemektir. Bunun tersi doğru değildir. Beşeri düzenler asılmış gibi, onlar daha önce varmış da islam onlardan esinlenmiş, onlardan alıntı yapmış gibi davranmak yanlıştır. Ayrıca şunu da söylemek zorundayız: İslam ile bu beşeri sistemler arasındaki kimi alanlardaki görünüm benzerliği bu sistemlerin dayandıkları temel ile islamın dayandığı temel arasındaki büyük farklılığı bize unutturmamalı-dır. İslamın temelinde kulluk
sunulan merci Allah'tır. Kanun koyucu Allah'tır. Diğer sistemlerin temelinde ise kulluk sunulan merci Allah ile birlikte veya O'nsuz başka tanrılardır. Kanun koyucu, heva ve hevesine uyan, ihtiraslarına göre hareket eden, kapsamlı ve her şeyi kuşatıcı ilimden yoksun insandır. Bu yüzden, kulluk sunulan merci gerçek ilah olduğu zaman insanın insanlığı gerçekleşir. Ama kulluk sunulan merci, Allah'ın dışında vatan, millet, ideoloji, lider veya dolar gibi düzmece ilahlar olunca insanın insanlığı yarım kalır. O zaman, yasama yoluyla insanlann bir kısmı, diğer kısmına kulluk eder. Kanun koyucu her şeyi bilen ve herşeyden haberdar olan Allah olunca eksiksiz adalet gerçekleşir. Kanun koyucu insan olunca, adalet hep yarım yamalak kalır. O zaman bir yönüyle zulüm hep ayakta kalır. İnsanlar bu zulmü değiştirmek istedikçe yeni zulümler işler.[160] Üçüncü sakınca ise; daha önce işaret ettiğimiz gibi "islam sadece çağdaş sorunlan çözümlemekle kalmaz, aynı zamanda en üstün çözümü getirir" savım kanıtlamak için günün sorunlarına ayrıntılı çözümler bulmanın peşine düşmektir. Bu sakınca şundan ileri geliyor: Daha önce de değindiğimiz gibi bu pratik çözümler, gerçekte pratik değildirler. Çünkü uygulanamazlar. Kuşkusuz bizzat uygulanamaz nitelikte oldukları için değil. Fakat mevcut çözümlerin en üstünü olsalar bile, pratikte onlan uygulayacak kimse bulunmadığı için. Örneğin -kendi yanımızda, bu pratik çözümlerle ona hitap ettiğimizi varsaydığımız- Batı, bizimle ilgilenmez, sözlerimizi dinlemez bile. Çünkü müslüman değildir. Onunla islam arasında engel oluşturan Haçlı zihniyeti, Batının bizim, onun sorunlarına elindeki tüm çözümlerden daha üstün çözümler bulduğumuza ilişkin mesajımızı dinlemesini önleyecek kadar yoğun ve katmerlidir. Batılılar arasında müslüman olanlar da bizim sunduğumuz pratik çözümlerden dolayı değil, ruhsal açlık hissettikleri için müslüman oluyorlar. Müslüman genci -veya islamdan kaçtığı halde müslüman ismini taşıyan genciİslama döndürmenin yolu, islamın çağdaş sorunlan çözecek pratik çözümler üretebildiğine, demokrasi ve komünizmden daha üstün yollar önerdiğine inandırmak değildir. Buna gerçekten inansa bile o zaman sana şöyle diyecektir: "Gidin islami yönetiminizi, islam düzeninizi kurun, o zaman sizi destekleriz "... Çünkü söz konusu genç -insanı uygulamaya zorlayan- inanç noktasından davet edilmemiştir. Sadece akli düşünme noktasından davet edilmiştir. O da insanı yerinden kımıldatmaz, özellikle harekete geçmek, işkencelere uğramak, sürgün edilmek, öldürülmek anlamına geliyorsa!... Batılı sistemleri fiilen uygulayan, güçlü, kuvvetli egemen devletler vardır. İslam düzeni ise gençleri üstünlüğüne inandırsak bile güçlü, kuvvetli ve egemen bir devlet ta-rafından uygulanmıyor. Bu yüzden beşeri düzenlere yönelenler "Demokrasi dükkanında", "komünizm dükkanında" satılan hazır mallar bulacaklardır. İslam tarafında ise, mevcudu bulunmayan malların pazarlandığını göreceklerdir. Pazarlamacı, benim satmak istediğim mallar o dükkanlarda gördüklerinden üstündür dese bile her hangi bir değişiklik olmayacaktır. Eğer müşteri "inanan" biri değilse, sana rahatlıkla şöyle diyecektir: Sen malını getirdiğin zaman senden alırım. Ama şimdi hazır olanı alacağım. Bu yüzden her zaman, davetin kapısı inançtır diyoruz. Bu da "Lailahe İllallah, Muhammedun Resulullah" kapısıdır. İnanç kapısından girmeyenin gözü hep dışarda olacaktır.
Bizim, insanlara anlatmakla yükümlü olduğumuz, inanç, siyaset, ekonomi, eğitim ve toplumsal yapıya ilişkin dinin değişmez değerleridir. Bu değerleri, her müslüman kuşağa, anlayacakları bir dille, yaşadıktan deneyim ve karşılaştıkları sorun aracılığı ile anlatmak bir görevdir. Bununla beraber tarihte eşi gö-rülmemiş bir kavram kargaşasını yaşayan, düşüncesi karışan, duygulan şaşkına dönen günümüz kuşağına bunlan açıklamak ise çok daha zorunlu bir görevdir. Bu meseleleri bilmek, mü'minin imanım daha da kök-leştirir. Dinine ilişkin gerçekleri öğrendikçe inancı pekişir. Gerçeği samimiyetle araştıran bazı şaşkınlar kendine gelir, boşluktan kurtularak doğru yola ulaşır. Burada şöyle bir soru yöneltilebilir: Siyaset, ekonomi v.s. konularına ilişkin "değişmez temellerden" sözetme-mizle, ayrıntılardan sözetmemiz arasında ne fark var? İs-lamdan kaçanlann "islami pratik çözümlerin" daha üstün olduğuna inandıktan sonra geri dönmeleri açısından ay-nntılara girmek daha uygun bir yol değil midir? Ama mesele gerçekte böyle değildir. Çünkü "pratik çözümler" arayan kişi, genellikle, en kötü anlamıyla "realisttir". Eğer hazırda herhangi bir mal bulamazsa veya realiteyle uyuşan bir pratik göremezse, başka mağazalara bakacaktır. Fakat "temelleri" ve "değerleri" araştıran kişi köktencidir, gerçeğin peşindedir. Onu gördüğü yerde hemen ilgi duyar, sonra ona inanır, ardından hayata geçmesi için cihad eder. Dördüncü sakınca; Düşmanlarımızın hedefi, gerçeği öğrenmekten çok müslümanlan, gerçekleşmesi için çalıştıkları amaçları hakkında karamsarlığa düşürmek için önümüze sürdükleri problemler aracılığı ile yavaş yavaş bizi kendilerine uyruk haline getirmeleridir. Örnek olarak"siyaset teorisini" ele alalım. Sana diyecekler ki; "islamın bir siyaset teorisi yoktur. Veya davet görevini yürüten müslümanlar siyaset teorisine ilişkin netleşmiş bir düşünceye sahip değildirler. Şu halde nasıl devlet kuracaklar?" Bazı samimi kimseler de islamın bir siyaset teorisinin olduğunu kanıtlamak amacı ile önlerine uzatılan bu oltaya takılırlar. Bu teoriyi, kitap, sünnet, Hz. Peygamber dönemi ile dört halife dönemindeki fiili uygulamadan örnekler getirerek açıklamaya çalışırlar. Şayet Allah dilerse bununda iyi yönleri olur. Fakat, acaba bu sorunu ilk önce ortaya atanlar, bu "meydan okuma"nın bilimsel detaylı ve köklüce cevaplandınldığım gördükleri zaman susarlar mı? Kesinlikle hayır! Çünkü daha baştan itibaren amaçları gerçeği öğrenmek değildir.
Sonra şunu diyecekler: -nitekim fiilen dediler de- ülke-lerinizdeki azınlıkları ne yapacaksınız?[161] Amerika ve Rusya'yı ne yapacaksınız? Dine dayalı devlet düşüncesini onaylamayan uluslararası kamuoyu karşısında ne yapacaksınız? gibi onlarca, yüzlerce soru... Eğer onlara "şu halde ne yapalım?" diye soracak olursan, sonunda göreceksin ki, siyasi kimlikleri uyarınca, yani Rusya veya Amerika'dan hangisine kul olmuşlarsa, senin de onlardan birine uymanı isterler. İlmi tartışma veya mevzuyu inceleme adı altında seni bu hedefe sürüklediklerini farkedersin. Şayet, islami gerçekleri açıklamak şeklinde ifade edebileceğimiz asıl çizgimizi unutup, onların durmadan önümüze çıkardıkları ve bu gidişle de vazgeçmeyecekleri sorunla-rın peşine düşersek, emeğimizin gereksiz yere harcanması, uğruna düşünce ürettiğimiz, araştırma yaptığımız, yazı yazıp insanlara tanıtmaya uğraştığımız asıl hedefimizi kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalırız. Zaten düşmanlarımızın amacı da budur. Israrla bu tutumlarını sürdürmeleri bu yüzdendir. Bizim karanlık bir yola canla başla koyulduğumuzu gördükçe hain bir iştahla ellerini ovuştururlar. Gayri müslim azınlıkların varlığı, Rusya ve Amerika'nın yolumuza taş koyması, uluslararası kamuoyunun istememesi gibi problemler, Allah'ın hükmünü yeryüzüne egemen kılmaya ilişkin Rabbani yükümlülüğü ortadan kaldırmaz. Az önce sıraladığımız bu tür engellerden dolayı, bu yükümlülüğün müslümanlarm omuzlarından kalktığına inananlar, Allah'ın ilim ve hikmet sıfatını yok sayıyorlar. O'nun kudret ve kuvvet sıfatını hesaba katmıyorlar. Sanki onlar, yüce Allah'ın (haşa) ilerde islamın hakimiyetini önleyecek şartların ortaya çıkacağını bilmediğini varsayıyorlar. Onlara göre yüce Allah (haşa) gerçekleşme imkanı olmayan, hikmetle çelişen bir yükümlülük yüklemiştir müs-lümanlara. Yine onların iddialarına göre yüce Allah mü'minlere yardım edecek, yardımı ile onları destekleyecek durumda değildir. Çünkü Rusya ve Amerika (haşa) ondan daha güçlüdür. Ulu Allah bizim kendisine inanmamızı ve uğrunda cihad etmemizi şart koşmuştur. Bunun ötesini kendi üzerine almıştır. Bu gün gözlerimizle Afganistanda mucizeye benzer gelişmeler görüyoruz. Her türlü silah'tan (aşağı yukarı) yoksun bir halkın, kesintisiz altı yıldır, tarihte benzeri görül-memiş bir vahşete, bir barbarlığa karşı yürüttüğü destansı mücadeleyi seyrediyoruz. Buna rağmen düşman, mü'min mücahitlerin direnişini kıramıyor. Bu tür mücadeleleri başlatanlarla sürekli tartışmak, onlann ikna olmalarına yolaçmaz. Çünkü onlar gerçeği ortaya çıkarma amacında değildirler. Onların kinleri de bitmez. Onlar her halükarda islamdan hoşlanmazlar. Onlar bundan sonra da şu veya bu beşeri güce kulluk sunmaya devam edeceklerdir: "Sen onları iftiraları ile başbaşa bırak"(En'am/ 112)
Son olarak dikkat çekmek istediğimiz sakınca ise, "ilmi araştırma" sorununun yavaş yavaş bizi "islami bir altyapı" oluşturmak için vazgeçilmez nitelikte olan eğitim gö-revinden alıkoymasıdır. Daha önce buna işaret etmiştik. Böyle bir durumda biz gereksiz işlerle meşgulken bizden istenen her türlü görevi yaptığımızı zannedebiliriz. Bir grup araştırmacının, hareket, insanlarla iletişim kurma ve eğitim görevini yürütmeden çok bu tür konularla uğraşmasında bir sakınca yoktur. Fakat bütün bir cemaatin bu işe yönelmesi, sonra da islami harekette üstüne düşeni yerine getirdiğini sanması tehlikelidir... Çünkü bu, sonuçta hareketi öldürür ve araştırma konuları arttıkça islami altyapı da daralır.
AŞIRILIK Karekter olarak aşırılığı sevmem. Sadece bu meselede değil. Her konuda öyleyim. Aslında bu meselede söylenecek çok söz vardır. En başta, islami hareket alanında faaliyet gösteren bazı cemaatlerin ve bazı gençlerin aşırı gittikleri doğrudur. Fakat bunların sayısı, belli bir amaç için tüm hareketi aşı-rılıkla suçlayan abartmacıların göstermeye çalıştıkları kadar korkunç boyutlarda değildir. İster nefret ettirme, ister teşvik etme, ister kışkırtma amacı ile olsun aşırılığı tasvir ederken abartılı ifadelerle olayı olduğundan korkunç gösterenler, sakal bırakan her delikanlıyı, örtünen her genç kızı veya Allah'ın şeriatının uygulanmasını isteyen her kişiyi aşırılıkla nitelendirirler. Kuşkusuz sakal bırakan her bin delikanlıdan biri veya islami öçlülere göre örtünen her bin genç kızdan biri yahut Allah'ın şeriatının uygulanmasını isteyen bin insandan biri aşın davranışlarda bulunabilir. Fakat o bin kişinin tümünü aşırılıkla nitelendirmek, islami hareket ile kitleler arasında nefretten bir duvar örme amacına yöneliktir. Maksat, hızla gelişen islami hareketi durdurmak, gelişmesini önlemektir. Bununla bütün islami hareketi aşırılıkla nitelendirmek böylece Allah'ın şeriatının uygulanmasını isteyen müslümanlan ezmek isteyen Diktatör zorbaların eline bir bahane vermektir. Şu halde, aşırılığa karşı eserler veren islamcı yazarlar sözlerinin nereye vardığına baksınlar. Bu sözlerin, islami hareket içindeki en ılımlı gruplar aleyhinde bile nasıl kul-lanıldığına baksınlar... Yüce Allah, kitabında şöyle buyuruyor: "Allah'tan başka yalvarıp yakardıklarına sövmeyin ki onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah'a sövmesinler." (Enam/ 108)
Asılsız ve düzmece oldukları halde, zerre kadar gerçeklik payı taşımadıkları halde ulu Allah, müşriklerin Allah'ı bir yana bırakarak kulluk sundukları sahte tanrılara sö-vülmesini yasaklamıştır. Çünkü böyle yapmak, Allah düşmanlarının islamın kutsal değerlerine sövmelerine neden olabilir. Şu halde sırf aşırılığı sevmediğimizi vurgulayalım veya kendimize yönelik aşırılık suçlamasından kurtulalım diye Batıl taraftarlarına kalemlerimizle nasıl yardımcı olabiliriz? Sonunda bize karşı kullanılacak bir silah nasıl veririz düşmana? Şu atasözü bu durumu çok güzel ifade etmektedir: "Aslında beni, beyaz öküzü yediğin gün yemiştin."[162] İkincisi; ileri gidiyorlar diye aşın gruplara savaş açanlar, ılımlılığa, orta yolculuğa dönülmesi gerektiğini ileri sürenler, aslında o gruplara karşı bu sebepten dolayı sa-vaşmıyorlar. Gençleri, Allah'ın şeriatının uygulanması hususunda ısrar etmeye, Allah'ın şeriatından başka yönetim biçimini kabul etmemeye yönelttiği için savaş açıyorlar. İşte onların istemedikleri, kabul edemedikleri budur. Şu halde aleyhinde savaş başlatılan islamdır, aşırı gruplar değil. Gerçekte, islami insanların pratik yaşayışı haline getirme isteğidir yasak olan. Çünkü düşmanlar, islamın bu şekilde kalmasını istiyorlar. Yani islamsız islam. İslama savaş açanlar, aşırılık aleyhtarlığı maskesinin arkasına saklansalar da, şu gerçek her türlü perdenin gerisinden açıkça görülecektir: Gerçekte savaşılan islamdır ve yeryüzünde yokedilmek veya sürülmek istenen de müs-lümanlardır: "Milletinin cevabı sadece, onları kasabanızdan çıkarın, güya onlar temiz kalmaya uğraşan insanlarmış demek oldu." (A'raf/ 82) Bu konuda söylenecek son söz şudur: Aşırılığa yol açan ve onu uygulamalarıyla sürekli besleyen, Allah'ın indir-dikleriyle hükmetmeyen, dolayısıyla Allah'ın şeriatının egemen olmasını isteyen müslümanlan katleden, kurşuna dizen yönetimlerdir. Yoksa... Eğer bu yönetimler yüce Allah'ın emrettiği şekliyle Allah'ın indirdikleriyle hükmetselerdi, aşın uçlar nereden türeyecekti? Eğer Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyen bu yönetimler, en azından "Lailahe illallah Muhammedurresulullah" diyen herkesin boynunun borcu olan Allah'ın şeriatının uygulanmasını isteyen müslümanlara "adi" suçlulara verdiği hakları tanısaydı, onlara da kendilerini savunma fir-satını verseydi, onlan yapsın, yapmasın bazı eylemleri itiraf etmeye zorlamak için işkence yöntemlerine başvurmasaydı. Zora dayalı ve şeriata uygun olmasalar bile normal yasaları onlar için de işletselerdi, en azından böyle yapsalardı, aşın hareketler nerden türeyecekti? Şunu hiç bir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız: Aşırılığın yayılıp beslenmesinin en başta gelen ve en büyük etkeni, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyen, Allah'ın şeriatının egemen olmasını isteyen müslümanlara karşı tarihte eşi görülmemiş barbarca baskı ve sindirme yöntemlerini uygulayan bu günkü yönetimlerdir. Şunu da unutmamalıyız ki; Bu yönetimler aynı anda üç suç birden işlemektedirler. Birincisi, şeriatının uygulanmasını
emreden Allah'ın emrini dinlememek. İkincisi, Orman kanununda bile yeralmayan cinayetler işlemek, toplu kıyımlar yapmak. Üçüncüsü, gençler arasında ilk iki cinayete bir tepki olarak ortaya çıkan aşırılık ruhunu beslemek. Şu gerçeği de hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız: Gerçek nedenleri ortadan kaldırılmadıkça aşırılığa son vermek mümkün değildir. Yani, yöneticiler, Allah'ın indir-dikleriyle hükmetmeye ilişkin Allah'ın emrine olumlu karşılık vermelidirler. Ya da en azından Allah'ın şeriatının egemen olmasını isteyenlere karşı başlattıkları barbarca sindirme yöntemlerinden vazgeçmelidirler. Yeryüzünün her tarafında müslümanlar arasında girişilen kıyımlar, Allah'ın dilediği kadar sürüp gidecek aşırılık ateşinin yakıtı niteliğindedir. Şu halde gerçekten aşırılıktan şikayetçi olanlar, gerçekten bu hastalığı tedavi etmek niyetinde olanlar, tuttukları yolu gözden geçirsinler... Buraya kadar, islami hareket sahasında karşı karşıya kalınan bazı sorunlara değindik. İslami uyanışla bağlantılı bu bölümün sonunda, tarihinin bu aşamasında omuzuna binmiş davet görevini özetlememiz yerinde olacaktır. Davet, ilahi mesajı duyurma ve bu mesaj doğrultusunda insanları eğitme görevidir. Mekkede'ki ilk davet döneminde uygulanan peygamber metodunu göz önünde bulun-durarak. .. İlahi mesajı duyurma görevi şu demektir: Daveti kitlelere ulaştırma fırsatı doğunca, onlara bilmedikleri "lailahe İllallah" gerçeği öğretmek ve bu gerçeğin Allah'ın şeriatını egemen kılmakla yakından ilgili olduğunu vurgulamaktır. Bu gün müslümanların içine düştükleri zilletin, onur kinci durumun, zayıflığın, geri kalmışlığın, yenilmişliğin nedeninin "Lailahe İllallah"ın asıl içeriğim kaybedip sadece dille söylenen sıradan bir söze dönüşmesi olduğunu anlatmaktır: Bunun da Allah'ın indirdiği islam olmadığım söylemektir. Yüce Allah'ın dünya ve ahirette hoşnut olup geçerliliğini kabul ettiği islamın, "Lailahe İllallah Muham-medun Resulallah" kelimesini söyleyip gereklerini yerine getirmek, farzlan uygulamak olduğunu anlatmaktır. Müslümanların Doğu ve Batıdan alınma herhangi bir ideoloji ile, veya her hangi bir hayat sistemi ile tekrar egemenlik kuramayacaklarını söylemektir. Bunun ancak gerçekten Allah'a dönmekle, yani gerek inanca özgü konularda, gerek bireysel ve sembolik kulluk kastı taşıyan davranışlarda, gerek herhangi bir meselede Allah'ın şeriatına göre hükmetmede, tek ve ortaksız Allah'a kulluk sunmakla mümkün olacağını açıklamaktır. Tastamam yüzyıldır Doğu ve Batıdan alınan ideolojiler zayıflığı, onur kırıcı ortamı, zilleti, zaran, egemenlik ve istikrardan gittikçe uzaklaşmayı arttırmaktan, başka bir şey getirmediğini vurgulamaktır. İlahi mesajı kabul eden insanlan eğitme görevi ise, gerçekte davet hareketinin yerine getirdiği en önemli görevdir. Çünkü bu, kurtuluş yoludur. Şartlar ne olursa olsun, zorlukta, rahatlıkta, genişlik ve darlıkta hiç durmadan kesintisiz sürmesi gereken bir görevdir bu.
İslami bir altyapı kurmak için gerekli olan eğitim sistemi, sıradan müslümanlar değil, örnek bir nesil çıkarmayı hedefler. Tıpkı, binayı ayakta tutacak sağlam sütunlar gibi. İlk hedef olarak; yabancı unsurlardan, bid'at ve sapmalardan arındırılmış bir inancı gerektiriyor; Kuşaklar boyu yapılan eklemelerden, sapmalardan ve neredeyse katışıksız tevhid inancını cahiliye putperestliğine dönüştürmüş bulunan sapıklıklardan uzak, tıpkı ilk kuşak müslümanlarınki gibi bir inancın varlığım zorunludur. İkinci hedef; bu inancın gereklerine ilişkin bilinçli bir kavrayışa ihtiyaç vardır. Bu inancın gerekleri, Allah'ın kitabında ve peygamberimizin -selam üzerine olsunsünnetinde yeralan bütün yükümlülüklere ve direktiflerdir. İşte bu dinin yüceliği ve tarihin tanık olduğu en görkemli realiteyi ortaya çıkaran ve bu dini omuzlayan bu ümmetin yüceliği, söz konusu yükümlülük ve direktiflerin yüceliğinden, insan ruhunun ve hayatın her yönünü kapsayıcı niteliğinden kaynaklanır. Üçüncü hedef; bu inancı, realite dünyasında yaşanan uygulamalı bir gerçeğe dönüştürecek bir eğitime ihtiyaç vardır. Bu eğitim de, ilahlığın ifade ettiği anlamların, pratik bir uygulamaya temel oluşturacak, kalbte yereden pürüzsüz bir gerçeğe dönüşene kadar derinlere uzanıp kökleşmesini gerektiriyor. Zorlukta imtihan ve bollukla imtihanda sarsılmayan pürüzsüz bir inancı zorunlu kılıyor. "Lailahe illallah" ahlakının doğrudan doğruya insan ruhundan fışkıran pratik bir gerçek halini alacak şekilde kökleşmesi gerekir. 'Lailahe illallah' ahlakı, insanın sergilediği tüm davranıştan kapsayacak kadar geniş ve kuşatıcı bir kavramdır. Örneğin, kardeşlik, 'Lailahe illallah'ın öngördüğü ahlak kurallarından biridir. Dayanışma bir "lailahe illallah" ahlakıdır. Zorluklara karşı sabır ve direnme bir "lailahe illallah" ahlakıdır. Hakkı gerçekleştirme hususunda gözünü budaktan sakınmama, cesaret bir "lailahe illallah" ahlakıdır. Düzenli ve kontrollü bir hayat sürdürme bir "lailahe illallah" ahlakıdır. Gerçeği bilip onu izleme de bir "lailahe illallah" ahlakıdır. Çağdaş dünyanın durumuna, bu günkü şartlan içinde müslümanların durumuna, düşmanların islam aleyhine kurdukları tuzaklara, çevirdikleri dolaplara, fikir savaşı ve diğer savaş yöntemleriyle müslümanların hayatını karıştırmalarına ilişkin siyasi bilinçte ihtiyaç duyulan unsurlardan biridir. Zamanı gelmeden adım atmamayı, vakit gelince de gereği gibi harekete geçmeyi ve yararlanmadıkça fırsatı elden kaçırmamayı öngören bir hareket bilinci de lazımdır. Hem ferdin içinde hem de toplum bünyesinde ferdi ve toplumsal istekleri dengelemek gerekir. Bu sayede ferd, azgın bir zorbaya; aynı zamanda ister doğru ister yanlış olsun toplumun yaptığı herşeyi kabul eden güdük bir unsura dönüşmez. Toplum da ferdin kişiliğini ezen azgın bir despotizme veya birlik ve bağlılıktan yoksun başıboş bir kalabalık niteliğini almaz.
Bunların yamsıra sağlıklı bir fıkıh bilgisine ihtiyaç vardır: kişi neyi alacağını, neyi bırakacağını, ne zaman dinleyip itaat etmesi gerektiğini ve ne zaman itaat edip dinlerse mahvolacağım bilir. İşte öngörülen eğitimin çok ve ağır gereklerinden dolayı, özellikle aşağı yukarı islamın bütün değerlerinden soyutlanmış bir ümmet içinde doğru bir metod doğrultusunda hem kendilerini hem de başkalarım eğitebilecek yeterli sayıda davetçi eğitimciler yetişmeden önce adım atmada acele edilmemelidir, kitlelerin büyük çapta davetin saflarına katılması hususunda acele edilmemelidir. Çünkü bu acelecilik davete hiçbir şey kazandırmaz, sadece yoluna taş koyar, normal seyrini önler. *** Halk kitlelerinin ilgisine, islamdan sözedildiği zaman meydana gelen duygu coşkunluğuna rağmen, gerçekte bir "müslüman altyapı"nın mevcud olmadığım aklımızdan çı-karmamalıyız. Bu duygusal bir coşkunluktur, buna dayanarak gerçek bir yapı, gerçek bir hareket oluşturmak imkansızdır. Yenibaştan bir yapılanma gerekir istenen "alt-yapı"nın oluşumu için. Birer birer kenetlenmiş yapı kurulana kadar. Tıpkı peygamberimizin -selam üzerine olsun-kurduğu ilk müslüman cemaat gibi. Aynı düzeye ulaşılma-sa bile, aynı metodu izleyerek bu yapıyı kurmak gerekir. Resulullah ve ilerde oluşacak islam ümmetine altyapı niteliğinde eğittiği ilk müslüman cemaat güzel bir modeldir çünkü. *** Ayrıca islam ile düşmanları arasındaki savaşın gelip geçici bir çatışma olmadığını, kuşaklar boyu süren uzun ve çileli bir çarpışma olduğunu da aklımızdan çıkarmamalıyız. Bu yüzden bu ağır yükü omuzlamak üzere oluşturulan "altyapının, uzun nefesli, yaman sabırlı, derin bir Allah inancına sahip ona yönelik derin bir tevekkül duygusu ile, işin gerektirdiği zorluklara hazır hale gelmek... İslamın günümüzdeki garipliğini ortadan kaldırmak, taze fidanı selin akıntısından kurtarıp bir kez daha dikip toprağın derinliklerine köksalmasını sağlamak için gerekli olan fedakarlıkta bulunabilecek, emeğim, malım, kanını ve düşüncesini bu yola koyacak niteliklere sahip bir toplum oluşturmak bir zorunluluktur. İstenen niteliklere sahip ve uygun yoğunlukta bir altyapı oluşunca ulu Allah insanların içinde bulundukları durumu değiştirecektir. Çünkü onlar üzerlerine düştüğü kadarıyla kendilerim değiştirmişlerdir. İstenen şartı yerine getirmiş olacakları için yüce Allah bir kez daha onları yeryüzüne egemen kılacaktır: "Allah içinizden iman edip iyi ameller işleyenlere, kendilerini tıpkı daha önceki mü'minler gibi yeryüzünde egemen kılacağını, kendileri için seçtiği dinlerini sarsılmaz temellere oturtacağını ve korkularını güvene dönüştüreceğini vadetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler, hiç bir şeyi bana ortak koşmazlar. "(Nur/ 55)
Bundan sonraki bölümde, geleceğe bakmaya çalışacağız, bakışlarımızı içinde bulunduğumuz anın ötesine uzatacağız...
GELECEĞE BAKIŞ Önceki bölümlerde, sapma akımının vardığı sonuçlardan; zayıflıktan, zilletten, onur kırıcı duruma düşmekten, her yönüyle zarara uğramaktan ve düşman karşısında ağır yenilgiye uğramaktan sözederken ayrıntılı biçimde sunduğumuz bütün olumsuz şartların sonucu bugün islam alemi iç karartıcı, kötü bir dönem yaşıyor. Bunun yanısıra, islam alemi konjüktürel iktisadi, siyasi, toplumsal, düşünsel ve psikolojik krizlerle bocalıyor. Yakın gelecekte islam alemi için düşünülen manzara, bütün bunlardan daha korkunçtur. Çünkü düşmanlar bugüne kadar islam alemi bünyesinde yaptıkları tahribatlarla yetinmemişler. Daha büyük tahribatlar ve geniş boyutlu parçalanmalar meydana getirmeyi düşünüyorlar. Onlar gerçekte dörtyüz yıldan beri belirlenen yolu izliyorlar. Bu süreç müslümanların Endülüs'ten sürülmeleri ile başlar. Ardından müslümanların geri kalan bölgelerden de kovulması, kindar haçlı egemenliğine boyun eğmelerinin sağlanması ve ilk haçlı savaşlarında alınan ağır yenilgilerin intikamının alınması için yeni Haçlı savaşları başlar. Haçlılar ilk saldırılarında büyü mal ve can kaybına uğramalarına rağmen eli boş dönmüşlerdi. Üstelik Avrupa'nın göbeğinde bir müslüman devlet kurulmuş ve bu devlet üç yüz yıl boyunca sürekli ilerlemiştir. Hristiyan şehirlerini birer birer ele geçirip egemenliği altına almıştı. Bu şehirlerin on milyonları bulan halkları islam inancını benimsemişti. Ne varki islam alemi, yirminci yüzyılın başından itibaren emperyalizmden kurtulduğunu, yeniden yapılandığını, idari yapısını iyileştirdiğini, artık ileriye, yani güçlülüğe, uygarlığa ve kalkınmışlığa doğru adım atabileceğini sanmıştı. Acaba bu zan gerçek miydi? Kuşkusuz daha önce müslüman halkların genel niteliği cehalet iken yirminci yüzyıl boyunca eğitim yaygınlaştı. Salgın hastalıklar kol geziyorken sağlık durumunda da belirli bir düzelme görüldü. Yerel hammaddeyi işleten bü-yük-küçük sanayi kuruluşları meydana geldi. Daha önce her şey dışarıdan alımyorken ve halk en basit bir malzemeyi üretecek durumda değilken, ihtiyaç duyulan bazı malları üretecek duruma geldi. Ordular son derece ilkel silahlan kullamyorken, modern silahlara kavuştular. Sanayide, tarımda ve onarım alanında modern araç-gereçler kullanılmaya başlandı. Caddelerde otomobillerden geçilmiyor. Evlerimizde televizyonlar eksik değil. Fakat bu görüntüler, ilk bakışta sanıldığı gibi gerçeği yansıtmıyorlar. Kimisi gerçek, kimisi de yanıltıcı olabilir. Genel olarak durum, ikinci dünya savaşından sonra meydana
gelen şartlardan biraz daha iyiydi. İkinci dünya savaşından sonraki durum, yüzyılın ilk yarısında yaşanan yüzeysel ilerlemenin ardından bir düşüş olarak nitelendirilmektedir. Nasıl oldu bu durum? Neden durumlar tersine döndü ve günden güne bu düşüş neden artarak devam etti. İç etkenlerden dolayı mı? Yoksa dış etkenlerden dolayı mı? Yoksa iç ve dış olaylar birlikte mi etkili oldular? Şu halde, ilk önce başlangıçtaki zahiri düzelmeyi ele alalım. Hiç şüphesiz, gerek emperyalizmin isteği ile gerekse isteği dışında bir ölçüde maddi ilerleme gerçekleşmiştir. Emperyalizme karşı gelişen isyan ruhu, halkı harekete geçirmiş; ısrarlı bir şekilde okuyup öğrenmeye, üretmeye, hayatlarında bozuk gördükleri tarafları düzeltmeye yö-neltmiştir. Fakat, kalkınmışlığa, uygarlığa ve ilerlemeye doğru yürüyen bu halklar önemli bir tehlikenin farkında değildirler. Bütün emperyalist ülkelerin, varlığının temel taşına, yani İslama karşı uyguladıkları dehşet verici komplonun farkında değildirler. Emperyalist ülkelerin islam aleminden çekilmeden önce yürürlüğü koydukları "zehirleme" planım görmüyorlar. İslam aleminde hayat biçimini kontrolüne geçiren, onu uygarlaştırmaya çalışan ama islamdışı ilkeleri esas alan Laik önderler ortaya çıkmadıkça Emperyalistler bu bölge-den çekilmediler. Müslüman(!) kadın "özgürlüğüne" kavuşmadan, yani dininden, ahlakından, geleneğinden kurtulup erkekleri baştan çıkaracak bir fitne unsuru olarak sokağa dökülmeden bu topraklan terketmediler emperyalistler. Batı toplumunda mevcut olan tüm zehirli tohumlan islam aleminin her tarafına saçmadan çekip gitmediler. Ama oradaki yıkımı geciktirme işlevini gören etkenleri ge-tirmediler. Cinsel anarşizm, ahlaki çözülme, ailesel parçalanma, ruhsal boşluk, psikolojik çöküntü, bunalım, intihar, sinir hastalıkları, içki, suç, bireycilik, değerleri hiçe sayma, maddi zevkin peşine düşüp kendini kaptırma gibi tohumlar saçarak gittiler. Bünyesine bu zehirli tohumlar ekilen halklar gerçekten kalkmabildiler mi? Gerçekten uyandılar mı? Gerçekten güç ve yükselmeye doğru giden bir yol mu tuttular? Yoksa, sürekli bir çöküş, görünürde ilerlemişliği andıran gelişmelere rağmen değişmez bir zayıflık mı yaşanıyor? Kuşkusuz aklı başında olan insanlar bütün bunların tehlikesini görüp halklarını uyardılar. Ama Allah'ın merhamet ettikleri hariç bu halklar uyarıcılara aldırmadı. Deliler
gibi dillerim çıkanp bu zehirli tohumların biraz daha verilmesini istediler, aldıkça biraz daha, biraz daha diye yalvardılar. Daha önce, düşünce savaşına alet olanlara, bilinçli, bilinçsiz işbirlikçilere ve bunun sonucu sözkonusu halkların bünyesinde meydana gelen sürekli yıkıma ilişkin söyledik-lerimizi burada yeniden anlatmaya gerek yoktur. Bütün bunlarla beraber emperyalizme başkaldıran "Devrimcilerin", emperyalizmi yenip ülkelerinden kovduklarını ve gerçekte özgür olmadıkları aksine batıya kulluk illetine yakalandıkları halde kendilerini özgür sanarak yan gelip yatmalarına rağmen, bu gevşemenin sonucu emperyalizmin geride bıraktığı zehirli tohumların daha etkili olmasına rağmen... Bütün bunlara rağmen, bölge halkları hızlı bir tempoyla, hırslı bir yürüyüş tutturmuşlardı. Fakat bu hızlı tempo, uluslarararası sahnede meydana gelen radikal değişik-liklerden, daha önceki güçlerin yerini daha dişli ve daha kötülerin almasından sonra büyük ölçüde yavaşladı. İkinci dünya savaşı, dünya üzerindeki siyasi dengelerde köklü değişikliklere neden oldu. O güne kadar "iki süper güç", yani yeryüzünde zorbaca egemen iki ülke olan İngiltere ve Fransa vardı. Ötekiler, ikisinin emperyalist gölgesinde yaşam savaşı veren ikinci derecede güçler konumundaydılar. Bir çok alanda bu iki süper güçle çekişiyor olsalar bile durum böyleydi. Sykspykut antlaşması imzalanana kadar bu iki süpergüç arasında da sert çekişmeler mevcuttu. Bu anlaşma ile, nüfuz alanlarını aralannda paylaştıktan sonra çekişme sona ermişti. Fakat birbirleriyle çelişen bütün güçlerin üzerinde birleştikleri ortak bir yönleri vardı: İslamla karşılaştıkları zaman bütün çekişmeleri unutuyor, dayanışmaya girip güçbirliği yapan tek saf halini alırlardı. Örneğin Büyük Britanya 1882 yılında Mısırı işgal etmiş ve Muhammed Ali döneminden Hidiv İsmail dönemine kadar süren Fransa'nın siyasi nüfuzuna son vermişti. Ama, hiç bir Fransız misyonerlik teşkilatına, Fransız kültür kurumlarına, Napolyonun kurduğu Firavunlar dönemi eserleri enstitüsüne karışmamış. Çünkü burada İngiliz, Fransıza olan düşmanlığını ve nefretini unutuyor, ikisinin de ortak bir düşmanı yok etmek için çalıştığını, dolayısıyla dayanışma içinde hareket etmeleri gerektiğini hatırlıyor. Bundan daha çarpıcı olan bir örnek de şudur: Fransız kültürü ile beslenmiş, tamamen Fransız isteklerine göre hareket eden Dr. Taha Hüseyin, "cahiliye şiiri" üzerine yazdığı kitapta, Kur'an'a ve bütün kutsal değerlere saldırması nedeniyle Ezher'in öfkesini çekmişti. Ezher uleması Taha Hüseyin'in unvanının elinden alınıp mahkemeye verilmesini istemişti. Fransa taraftan ve Fransız kültürü ile beslenmiş Taha Hüseyini Britanya yüksek Delegesi savunmuştu. Delege, Başbakanın makamına gitmiş ve "ne zamana kadar sürecek bu ayıp?" demişti. Bunun üzerine Taha Hüseyin hakkında başlatılan soruşturma derhal durdurulmuş, Ezher de sesini kesmişti. Fırtına dinmiş ve "Doktor(!)M da unvanını korumuştu.
İkinci dünya savaşından önce dünyada işler böyle yürütülüyordu. İki süper güç her tarafa egemendi, ikinci derecede güçler de onlarla çekişiyordu. Ama iş İslama gelince, hepsi ortak amaç etrafında, islamla savaşma noktasında birbiriyle yardımlaşıyordu. Bu savaşta kullandıkları en büyük araçlar, fikir saldırısı, kadın özgürlüğü, toplumu dejenere etme, her alanda laik liderler önplana çıkarmaktı. Bunları da Haçlı emperyalizminin temsil ettiği siyasi ve ekonomik egemenliğin desteği ile yürütüyorlardı. Fakat savaş bu iki süper gücün sahneden çekilmesine neden oldu. Onlann yerine iki yeni barbar güç ortaya çıktı. Rusya ve Amerika sahneye çıktılar. Bundan da önemlisi Yahudi nüfuzu su yüzüne çıktı. Başka bir kitapta[163] açıkladığımız gibi tesadüfen Yahudi tefecilerin eliyle gerçekleşen sanayi Devriminden buyana Batı dünyasında bir Yahudi nüfuzu sözkonusuydu. Ama bu nüfuz ikinci dünya savaşından sonraki gibi hiç bir zaman bu kadar yayılmamış, bu kadar belirginleşmemişti. Yahudiler Doğu ve Batı bloklarının ikisine de egemen oldular. Dünya siyaseti Yahudilerin eline geçti. Daha önce iki dünya savaşı arasındaki dönemde Fransa ve İngiltere aracılığı ile yaptıklarından çok daha fazla ve daha açık olarak iki yeni barbar güç aracılığı ile siyasetlerini yürütmeye başladılar. Yahudiler, islam aleminin merkezine yerleşip Filistin topraklan üzerinde Devletlerini kurdular. Bunun için iki emperyalist güçten yararlandılar. Yahudi Devletini ilk tanıyan ülke Amerika oldu. On dakika sonra da Rusya tanıdı. Komünist ideolojinin tamamen karşı çıkmasına rağmen, açıkça dini temellere dayanan bu devleti tanıdı. Allah'ın takdiri gereği, Yahudi Devletinin kuruluşu sırasında şu tarihsel olay meydana geldi: Devletin kurulması üzerine müslüman fedailer Yahudilere karşı savaşmaya başladılar. O zaman, Siyonistler ve Haçlılar elbirliği edip islam aleminin merkezinde kurdukları devletin, şayet isla-mi hareket varlığını sürdürecek olursa, sınırlarının genişlemesi bir yana varlığının da tehdit altında olduğunu anladılar. O zaman, bütün düşmanlıklar aynı noktada buluştu ve tarihte eşi görülmemiş sertlikte bir karara varıldı. İslami hareket kesinlikle ortadan kaldırılmalı ve üç kuvvet, Rusya, Amerika ve Yahudiler İslama ve müslümanlara saldın hususunda işbirliği yapmalı... Bunun sonucu, geçmişteki uygulamalardan çok daha sert yöntemlerle yeni bir "Yıkma" aşaması başlatıldı. Bu aşama şu iki belli başlı stratejiyle somutlaşmaktadır: Müslümanları hunharca kesmeli, İslam aleminde kurulan devletleri, özellikle Arap ülkelerini sürekli bölmek, parçalamak... Şurası bir gerçektir ki, hunharca katliamlar daha önce Büyük Britanyanın eliyle, yahudilerin hesabına 1948-1949 yıllarında başlamıştı: O yıllarda "müslüman kardeşler" mensupları tutuklanmaya başlanmış ve Hasan el-Benna şehid edilmişti. Benzeri olayların İngiltere ve Fransa'nın eliyle islam aleminin her tarafında ve her zaman gerçekleştirilebilir. Fakat yeni dönemde daha ezici ve daha fazla kitlesel kıyıma yolaçıcı
yöntemlere başvuruldu. Bu yöntem, emperyalist güçlerin belli bir amaç uğruna, "büyüklük" payesi ve iktidar uğruna yapmayacakları şey bulunmayan "Büyüklük" delisi taş kalplilerin eliyle gerçekleştirdikleri askeri darbelerdir. Böylece hunharca katliamlar birbirini izledi. Beraberinde de her alanda ahlaki çözülme aldı başım gitti. Toplumsal çözülme daha önce "kadın özgürlüğü" adı altında kendiliğinden gelişip, yavaş yavaş meyvesini vermek üzere planlanmıştı. Fakat bu plan -Askerlerin eliyle- ve bir amaç uğruna bilinçli olarak yaygınlaştırıldı, hızlandırıldı. Birgün Cemal Abdunnasır halk diliyle[164] ateşli bir konuşma yapıyordu. Bu konuşma esnasında halkın yadırgadığı bir ifade kullandı. Fakat daha sonra ne demek istediğini anlamışlardı. Şöyle diyordu -Fakat İsrailin bir tavrından dolayı canının sıkkın olduğu belliydi.[165] Aynı şekilde, toplumsal değer yargılarının yok edilmesi de, ilk elden emperyalistler aracılığı ile ve "Bağımsızlık" döneminde toplumun bünyesine zehirli tohumların serpil-mesi ve dinin hayattan uzaklaştırılması sonucu kendi kendine yaygınlaşmaya bırakılmıştı. Ancak bu bozulma, askerlerin eliyle hızla yayıldı. Çünkü İslama karşı amansız bir savaş başlatıldı, bütün temiz ve iyi nitelikli insanlar yönetim kademelerinden uzaklaştırıldı, rüzgar ne yönden eserse ona göre şekil alan dalkavuklar, yağcılar önemli kadrolara yerleştirildi. Öyleki artık rüşvet toplumun temeli haline geldi. İnsanlararası ilişkilerin özü sahtekarlık oldu. Kapkaççılık kimsenin gizleme gereği duymadığı normal bir davranış haline geldi. Kısacası: Resulullah'ın -selam üzerine olsun- buyurduğu gibi, iyi olan kötü, kötü olan da iyi olarak algılandı. Yani bütün değerler altüst oldu. Bütün bunlar, Düşman tarafından belirlenen genel siyasetin bir parçasıydı. Amaç, yahudi'nin isteklerine direnecek bir unsur kalmasın, birlikten eser bulunmasın diye İsraile komşu olan halkları temelden sarsmak, bölüp parçalamaktır. Devletlerin durumuna gelince 14 Şubat 1982 tarihinde, Yahudi "Kiyfunin" gazetesinde yayınlanan bu makale her-şeyi anlatmaktadır. "Reca Carudi", İsraile komşu ülkelerde uygulanmak istenen ve Fiilen Lübnanda tatbik edilen, arkası da yakında gelecek olan siyaseti açıklamak amacı ile hazırladığı "Siyonizm Dosyası" adlı eserinde söz konusu makaleden alıntılar yapar: "Sina'yı bütün zenginlikleriyle birlikte geri almak öncelikli bir hedeftir... Ama Camp David antlaşması şimdilik bizi birbirimizden ayırmıştır. Petrol ve petrol ürünlerinden yoksun bırakıldık, bu alanda bir çok malımızı feda etmek zorunda bırakıldık. Şimdi Sina'daki eski durumu, yani uğursuz Sedat'ın ziyaretinden ve onunla 1979'da varılan antlaşmadan önceki durumu yeniden geri getirmemiz kaçınılmazdır." "Mısırın ekonomik durumu, Mısır rejiminin karekteri, Arap politikası gibi etkenler, sonunda İsraili müdahale etmeye zorlayacak koşulları doğuracaktır. Çünkü Mısır, iç çekişmelerden dolayı, artık bizim için stratejik bir problem oluşturamaz. Biz, Mısırı 24 saat içinde 1968 savaşından sonraki durumuna sokabiliriz. Artık Mısır için "Arap
Aleminin Lideri" olma efsanesi bitmiştir. Mısır gücünün %50'sini yitirmiştir. Bir birlik olarak Mısır ruhsuz bir ceset gibidir. Özellikle giderek artan ve yükselen müslümanhristiyan cepheleşmesi açısından yaklaştığımızda, hedefimiz Mısın seksenli yıllarda birbirinden ayrı coğrafi bölgeler şeklinde bölmek olmalıdır." "Mısırın bölünmesi gerçekleşip merkezi otorite ortadan kalktıktan sonra Libya, Sudan gibi ülkelerin çözülmeden kurtulmaları imkansızlaşır. Yukarı Mısırda bir kipti hükümeti kurmak, bölgesel küçük rejimler oluşturmak tarihsel gelişmelerin anahtarı olacaktır. Şimdilik antlaşma bu durumu geciktiriyor. Ama bu, meydana gelmesi kaçınılmaz bir gelişmedir ve uzun süre geciktirilemez." "Batı cephesindeki sorunlara oranla Doğu cephesindeki sorunlar hem daha çok, hem daha karmaşıktır. Ama dış görünüş bunun tersi istikamettedir. Lübnanın beş parçaya bölünmesi, Arap ülkelerinde uygulanması gereken stratejiyi açıklayıcı niteliktedir. Irak ve Suriye'yi etnik veya dini ayrılıkları esas alarak bölmek, bizim için uzun vadede ger-çekleştirilmesi gereken bir hedef olmalıdır. Bu amaç uğruna atılacak ilk adım sözkonusu devletlerin askeri güçlerini kırmaktır." "Suriye'nin etnik yapısı onu, kıyıda bir Şii devlet, Halep bölgesinde bir Sünni devlet bir de Şam'da olmak üzere üç parçaya bölünmeye doğru sürüklüyor. Bir dürzi bölgesi oluşturmak, bize bağlı Golan bölgesinde bir devlete dönüşmeye yöneliktir. Bu devlet Horan'ı ve Urdünün kuzeyini de içine alabilir. Böyle bir devlet, uzun vadede bölge banşı ve güvenliğinin garantisi olacaktır. Bu da, gerçekleştirmeyi düşündüğümüz hedefler arasındadır." "Irak ise, petrol zenginidir. Aynı zamanda iç çekişmelere gebedir. Bizim açımızdan Irak'ın bölünmesi, Suriye birliğinin dağılmasından daha önemlidir. Çünkü Irak, kısa vadede İsrail için en büyük tehdit konumundadır. Bir Suriye-Irak savaşı bize karşı büyük çaplı kampanyaya kalkışmadan önce Irak'ın çökertilmesine yardımcı olabilir. Araplararası her iç çekişme bizim yararımıza olacak ve Araplann bölünmelerine yardımcı olacaktır. Büyük bir ihtimalle İran-Irak savaşı Arap saflarının zayıflayıp çözülmesi ile sonuçlanacaktır." "Ürdün her an stratejik bir hedeftir. Kral Hüseyin yönetimi son bulup parçalanmadıkça, dolayısıyla yönetim Filistinli çoğunluğun eline geçmedikçe uzun vadede bizim için bir tehlike oluşturmaz. İsrail siyasetçileri bu meseleye dikkat etmelidirler. Çünkü bu değişiklik, büyük çoğunluğu Araplardan oluşan Batı yakası sorununun çözümlenmesi anlamına gelir. Bu, Araplann ister banş yoluyla, ister savaşta doğu yakasına göçetmeleri, ekonomik ve nüfus gelişmesinin dondurulması, ilerdeki değişiklikler için sağlam garantiler niteliğindedirler. Bu işi hızlandırmak için bütün çabamızı sarf etmek zorundayız." "Şahıs egemenliği planını ve ara çözümleri veya bir arada barış içinde yaşamayı öngören, yani peşinde iki milletin kesin ayrılığını zorlaştıran her türlü planı reddetmek gerekir."
"İsrailli Araplar (Yani Filistinliler) Ürdün'den başka bir vatanlarının olamayacağını ve Yahudilerin Akdeniz ile Ürdün nehri arasındaki bölge üzerindeki egemenliklerini tanımadıkça güven içinde yaşayamayacaklarını anlamalıdırlar. Nükleer çağın eşiğine gelmiş olan ülkemizin yahudi nüfusunun dörtte üçlük kısmının sahilde sıkışıp kalmasına razı olması beklenemez. İç politikamızın öncelikli görevi bu nüfusu dağıtmaktır. Çünkü Yehuda, Şamara ve Celil bölgeleri bir millet olarak varlığımızı sürdürmemizin yegane garantisidirler. Şayet dağlık bölgelerdeki nüfus çoğunluğu bizim lehimize olmazsa bizim de akibetimiz, bu bölgeleri kaybeden Haçlıların akibetinden farksız olacaktır." "Yerleşim alanları, stratejik bölgeler ve ekonomi alanlarında bölgeye yeniden denge getirmek için çalışmalıyız. Bu, varmak istediğimiz hedeflerin başında olmalıdır. Bu, aynı zamanda "Yedi kuyu"dan yukan celil bölgesine kadar uzanan bölgenin su kaynaklarına sahip olmanın da garantisidir. Ve bu bölgede bu gün bir tek yahudi yoktur." İslam alemi açısından şimdiki gelişmeler işte bu denli iç karartıcıdır. Amerikanın açık, Rusya'nın sessiz ve gizli desteği ile Yahudi Devletinin yaşaması ve genişlemesi için önümüzdeki yıllarda daha da kötü durumlara sokulmak istenmektedir. Rusya, İsrailin her saldırısı karşısında kınamalarla yetinip, Araplara da destek vadeder. Ama 1948'den günümüze kadar süren saldırı ve genişleme karşısında somut bir şey yapmaz. Sen elindeki bıçakla bir başkasının boğazını kesen adamın yanında durur ve "Ayıptır be adam, bu yaptığın doğru değildir" demekle ye-tinirsen, bu adamın hiç bir engelle karşılaşmaksızın cinayet işlemesine yardımcı oluyorsun demektir. Çünkü senin bağırıp çağırman bir süre sonra boşlukta kaybolur, ama suçlu, suç işlemeye devam eder. İşte iki süper gücün islam ve müslümanlara karşı takındıkları tutumun gerçek mahiyeti bundan ibarettir. Rusya, Amerikanın nüfuz alanına giren bölgelerde İslama karşı başlatılan savaşta komünizm propagandası yaparak Amerikaya yardımcı olur. Tıpkı önceki iki süper güç olan Britanya ve Fransa gibi bu iki süper güç de islam karşısında düşmanlıklarını ve rakipliklerini unutarak dayanışma içinde hareket ederler. Ama bu ikisi daha vahşi ve daha hunharca davranıyor. Bu dayanışma, Rusya'nın Amerika tarafından gerçekleştirilen müslüman katliamım örtmesi, Amerikanın da onun müslümanlara karşı işlediği cinayetleri örtmesi şeklinde somutlaşmaktadır. Her iki süper güç İslama karşı duydukları özel kinlerim gerçekleştirirken aynı zamanda uluslar arası siyonizm hesabına çalışırlar. Önceki bölümlerden de anlaşılacağı gibi İslami hareketin yolu, hiçte küçük ve kolay olmayan problemlerle doludur. Bu problemlerin en belirgini, bu alanda faaliyet gös-teren cemaatlerin bölünmüşlüğü, dağınıklığı, bazılarının birbirleriyle savaşması, buna karşın bütün islami grupları bir araya getirecek bir büyük önderliğin olmayışıdır. Bunun yamsıra; inanç, hareket, düşünce ve siyasi eğitim açısından yetersizlik de büyük bir problemdir. Bu manzara karşısında müslümanlar için tasarlanan kötülüklere ek olarak bazı insanlar duruyor ve adeta yolun tamamen kapalı olduğunu, dirilişin yıkılmak üzere ol-duğunu, karanlığın yeniden döndüğünü görüyorlar.
Ama bu, doğru değildir. İslami dirilişi yok etmek için bu korkunç planlan hazırlayan islam düşmanları dahi bunun doğru olmadığını biliyorlar. İslami dirilişi yok etmek için harcadıkları bütün çabalara rağmen, yok edemediklerini biliyor ve bu kadar çalışmadan sonra dirilişin, uyanışın daha geniş boyutlara varmasından korkuyorlar. İslami dirilişin, uyanışın Allah'ın izniyle kalıcı olacağını, gittikçe gelişip daha geniş boyutlara varacağını, geleceğin islam damgası taşıyacağını söylediğimiz zaman, gaybı taşlamak kabilinden dayanaksız bir söz söylemiş olmuyoruz. Tersine bunu gözle görülen realiteye bakarak ve ulu Allah'ın varlık alemine egemen kıldığı evrensel yasa sistemine dayanarak söylüyoruz. Şu halde, bir çok olayla dolu bu son dönemde ulu Allah'ın bu ümmet için belirlediği takdirin işleyişini izlemeye çalışalım. Şayet yüce Allah, bu ümmetin ölmesini, işlevinin sona ermesini, tarih sahnesinden çekilmesini taktir etseydi, herhalde bunun için en uygun fırsat Atatürk'ün Halifeliği kaldırmasıydı. Çünkü o olayla birlikte, islam aleminin dört bir yanını koyu bir karanlık, ümitsiz bir karamsarlık kaplamıştı. Müslümanlar koruyucusunu kaybetmiş yetimler gibi hissetmişlerdir kendilerini. Yedikleri darbe ümit kinci nitelikte ağır bir darbeydi. Fakat yüce Allah'ın belirlediği kader, bizzat bu olayın, yeni bir uyanışa, yeniden dirilişe başlangıç olmasını öngördü. Şayet yüce Allah, düşmanlann bu uyanışı bastırmalarını, yoketmelerini, nefes almasını önlemelerini takdir etseydi, her halde, ikinci Atatürk'ün -Cemal Abdunnasıryaptıklan, islami hareket aleyhine başlattığı vahşi savaş, hareketin yokolması, tarih sahnesinden çekilmesi için en uygun firsattı. Fakat şu ana kadar gördüğümüz o dur ki, işlenen her katliamın ardından yeni bir gençlik dalgası islami harekete katılıyor, destek oluyor. Daha doğrusu genel eğilimin İslama yönelik olduğunu, islamın Allah katından geldiği şekliyle eksiksiz, kapsamlı uygulanışı isteğinin ağır bastığını görüyoruz. Bu istek gençlik arasında başlı başına bir akımdır ve belli bir gruba özgü bir düşünce niteliğinde değildir. Şu veya bu cemaata bağlı olsun veya herhangi bir cemaate bağlı olmasın[166] genel olarak tüm gençlerin düşüncesi budur. "İslami uyanış" bölümünde bu milletin yeniden İslama dönüş yapmasının şaşırtıcı olmadığını, asıl şaşırtıcı olanın islamı bırakıp başka taraflara yönelmeleri olduğunu, bu şaşırtıcılığın daha büyüğünün ise, şimdiki anormal durumlarını sürdürüp doğal kalp atışlarına dönmemeleri olduğunu söylemiştik. Daha önce de söylediğimiz gibi, ümmetin şu anki kaçış pozisyonunun en büyük nedeni, Batı uygarlığının baştan çıkarıcı cazibesine kapılmalarıydı. O zaman "Aydınlar"
kendi kendilerine şöyle diyorlardı: "İşte bakın, Avrupa kafir ve inkarcıdır. Buna rağmen güçlüdür, uygardır, egemenliği sağlam temellere dayalıdır. Dindar olmadığı halde ahlâklıdır! Öte yandan bizler dindarız, ama zayıf ve geri kalmışız. Bütün bunlar bir yana, biz ahlâksız bir milletiz. Şu halde bu dini terketmeliyiz. Tıpkı kalkınmak ve uygarlaşmak için dinini bırakan Avrupa gibi yapmalıyız..." Sonra bu Aydınlar "sapma akımının sonuçlan" bölümünde işaret ettiğimiz şartlarda milletin geri kalanımda peşlerine takdılar. Ama bugün denklemin iki ucunda da bir yanlışın olduğu, uygarlığın baştan çıkarıcı cazibesine kapılmanın başladığı günden çok daha net biçimde ortaya çıkmıştır. Evet, Avrupa inkarcıdır, kafirdir buna rağmen güçlülük için gerekli olan her imkana sahiptir... Fakat başlangıçta "Aydmlar"ın da sandığı gibi inkarcılığın ve kafirliğinin etkileri hayatında yok değildir. Avrupa'nın inkarcı ve kafir oluşunun sosyal yapısı üzerinde derin etkileri vardır. Bunlardan biri uygarlığın doğuşundan beri ona eşlik edip giderek artan bir dozda devam eden bunalımdır. Diğeri de sonun da karşısına çıkmak üzere bekleyen çöküştür. Birincisi, psikolojik, sinirsel ve düşünsel "BunalınV'dır. Çünkü -maddi zenginliğin bütün kapılarını üzerlerine açan-yüce Allah, evrensel yasasının gereği onlara yaptığı uyarıyı unutmamıştır. Yüce Allah ta eskiden beri insanlığı şu hususta uyarmıştır: Şayet Rabb'inin emrine başkaldırırsa, Allah bir süre için -yavaş yavaş akibetine sürüklensin diye- dünya nimetlerinden bolca yararlanmasına izin verecektir. Ama bereket ve kalp huzuru bahsetmeyecektir. Çünkü bunlar imana bağlı olgulardır. Ve yüce Allah bunları, kendisine yönelen, sürekli kendisini zikreden, ilahlı-ğını tanıyan ve kendisine yönelik kulluk görevini yerine getiren mü'minlerden başkasına bahşetmez. "Eğer kasabaların halkı inanmış ve Bize karşı gelmekten sakınmış olsalardı, onlara göğün ve yerin bolluklarını verirdik"(A'raf/ 96) "Onlar inanmışlar ve kalpleri Allah'ı anmakla huzura kavuşmuştur. Dikkat edin! Kalpler ancak Allah'ı anmakla huzura kavuşur''(Ra'd/ 28) "Bunalım" doğduğu günden beri bu uygarlığın en belirgin özelliğidir. Ancak bunalımın sonuçlan gün geçtikçe daha bir belirginleşmektedir. Kendi istatistikleri sürekli bu-nalımın gerek psikolojik ve sinirsel hastalıklar, gerek çıl-darma ve intihar, gerek alkol ve uyuşturucu tutkunluğu, gerek suça yatkınlık, gerek ailesel ve toplumsal bağların kopması şeklinde artarak devam ettiğini söylüyor. Kafirlik ve inkarcılığın diğer sonucu ise, bu uygarlığı bekleyen çöküştür. Buna, aklı başında birçok düşünür, hem de bu uygarlığa mensup olanları dikkat çekmiştir. Ne yazık ki bu düşünürler kendilerini bu kaçınılmaz akibetten kurtaramamışlar. Çünkü kendileri çökmekte olan binanın içinden başkalarını uyarmaya çalışıyorlar. Şu kadarı varki, bu gün yeryüzüne egemen olan batı uygarlığı çöküşten söz ettiğimiz zaman bazı insanların zannettikleri gibi o kadar çabuk çökmeyecektir. Çünkü bu günkü uygarlık kaçınılmaz çöküşü geciktirici etkenlerden olan güç ve aktiviteye sahiptir.
Batı uygarlığı bilim gücüne sahiptir. Çalışma hususunda müthiş bir sabır ve dayanma gücüne, idari dehaya, sorunları inceleme ve çözüm yollan arama hususunda pratik bir ruha ve hayatın bir çok alanlarında son derece yararlı ve kolaylaştırıcı imkanlara sahiptir. Sözgelimi, emek yükünü insanın omuzlarından kaldırıp makinalara yüklemeye çalışmaktadır. İşte bütün bunlar dökülen yapıyı ayakta tutuyor, çöküşe sürükleyen "günahlarına rağmen hızlı bir yıkılışa engel oluyor. Evet... Ama bütün bunlar kaçınılmaz akibeti durduramazlar. Çünkü bu, Allah'ın varlık alemine egemen kıldığı değişmez yasasıdır. "Ahlak" meselesine gelince, batı uygarlığının "çıkarcı" bir ahlak anlayışına sahip olduğu, bunun gerçek bir "ahlak" olmadığı ortaya çıkmıştır. Dış görünüşü güzeldir, ama köksüzdür. Çünkü gerçek ahlak kaynağından, yani dinden beslenmiyor. Bu yüzden kurumaya yüz tutmuştur. Nitekim ikinci Dünya savaşından sonra ortaya çıkan kuşak yavaş yavaş bu ahlaktan uzaklaşmış, ya suça yönelmiş ya da başıboşluğa ve sorumsuzluğa yönelmiştir. Bu oran günden güne artmaktadır. Öte yandan bu gün müslümanlann içinde bulundukları durumun onların müslüman oluşlarının bir sonucu olmadığı da ortaya çıkmıştır. Bu durum, uzun süreli sapma çiz-gisinin sonucu başta gelen islami kavramların aşamalı olarak anlam kaybına uğramalarından kaynaklanıyor. Bunun sonucu, "Lailahe illallah" kavramı asıl anlamından uzaklaşmış ve bütün islam dini, ruh'tan yoksun gelenekler yığınına dönüşmüştür. Bu gerçeğin, bir yandan batı uygarlığı açısından, bir yandan da müslümanların son yüzyıllardaki realitesi açısından son derece açık oluşunun kuşkusuz islami uyanış üzerinde büyük etsisi olmuştur. Ortaya çıkan yeni kuşaklarca kesintisiz sürdürülen bir realitedir bu. Çağdaş cahi-liyenin çarpıklıktan gün yüzüne çıktıkça, insanlar islamın Allah'ın kitabındaki ve peygamberinin -salat ve selam üzerine olsun- sünnetindeki gerçek mahiyetini kavradıkça bu gerçek net bir şekilde anlaşılacaktır. İlk kuşak müslümanların (selef) hayatındaki pratik uygulamayı anladıkça, bunun yamsıra bu ümmetin şu anda dinin gerçeğine olan uzaklığının boyutlarını algıladıkça bu realite daha somut biçimde gün yüzüne çıkacaktır. İki yönlü gerçekliğiyle bu bilinç, artık yok edilemez. Avrupa, Allah katından gelen dine karşı inatçı ısrarını sür-dürse bile ilahi evrensel yasa uyarınca hızla sürüklendiği çöküşü durduramaz. Ve "Lailahe illallah" gerçeği ile, Allah katından gelen dinin mahiyetinin anlaşılmasının önüne geçemez. Çünkü artık gençlerin ellerinde tartışma götürmez kanıtlar vardır ve gün gibi aşikar bir pratik hayat mevcuttur. İslami uyanışı besleyen kaynaklardan biri de, halkın karşı karşıya kaldığı sorunların çözümü için uygulanan sistemlerin başarısızlığı ile halkın kendilerine bağladığı ümitleri boşa çıkaran laik liderlerin başanszılığa uğramalarında somutlaşıyor. Yarım yüzyıldan beridir Doğu ve Batı Avrupa'dan alınan sistemlerin pratik sonucu, somut bir gerçek olarak gözler önündedir.
"Müslümanların" güçlenmeleri...
sürekli
zayıflamaları,
buna
karşın
düşmanların
giderek
Büyük islam Devleti parçalandı, islam alemi parçalara bölündü. Sonra bu parçalar da daha küçük parçalara bölündü. Bu günde daha fazla ezilmesi ve daha küçük parça-lara bölünmesi için eldeki parçalar da öğütülüyor. Yoksulluk arttı. Bilinçsizce ve sorumsuzca yapılan borçların faizleri altından kalkılacak gibi değildir. Bununla beraber "Sosyalizmin"!!) gölgesinde yeni sömürücü bir sınıf ortaya çıktı. Bu sınıfın elinde, tamamı halkın ekmeğinden kırpılan, alın terinden çalınan hayali bir servet birikti. Ahlak çöktü, değerler darmadağın oldu. Halklar, birlik ve dayanışma ruhunu yitirip egoist fertlere veya birbirini boğazlayan gruplara bölündü. Ülkeler güvenliklerini kay-bettiler ve kurtuluş yolu bulunmayan sürekli bir tedirginliğin girdabına düştüler. En kutsal bölgelerinden biri islam aleminin merkezinden koparıldı ve burada bir yahudi Devleti kuruldu. Batı, islam ülkesinde gayri müslim devletler kurmak için altyapı oluşturmaya çalışıyor. Her tarafta müslüman halklara yönelik saldırılar devam ediyor: Hindistan'da, Habeşistan'da, Eritre'de, Somali'de, Uganda'da, Filipinler'de katliam sürüyor. Bunun yanısıra Afganistan'da müslümanlara karşı amansız bir savaş sürüyor. Komünist dünyada müslümanlar ölümcül bir baskı altında inim inim inliyorlar. Batıdan alınan sistemler ne yaptı? Ne yaptı laik liderler? Bütün bunlar onlann gözler önünde veya bizzat onların eliyle meydana geldi. Bu dehşet verici durumun taraf-larından biri, başlıca nedenlerinden biri de onlardı çünkü. İnsanlar bu sistemlerden ve bu liderlerden ümitlerim kesince nereye yönelecekler? Hiç kuşkusuz bu durum isla-mi uyanışı besleyen ve önü alınmaz olgulardan biridir. Batıdan alınan bu sistemler, beraberinde gizli veya açık olarak iki bloktan birine kul olmayı getiriyor. Kullukla da aydınlanma olmaz, hiçbir sorun çözümlenmez. Veya her hangi bir sorun çözümlense de bu, milletin kaçınılmaz akibetine yönelik oluyor, tıpkı daha büyük bir çukura girsin diye, bir çukurdan çıkmak gibi. Bu sefer öyle bir çukura düşüyor ki, artık kurtuluş imkansızdır. Sahte liderler, halklarını gerçek anlamda kurtaramazlar. Çünkü bu, onları bulundukları makamlara getirenlerin, izleyecekleri siyasetleri belirleyenlerin çıkarına zarar verir. Onlar bu makamlara kölelerin değil, efendilerin çıkarına hizmet etmek için getirilmişlerdir. Ayrıca efendiler bu liderlerin gerçekten başarılı olmalarına da izin vermezler. Bu, onlann çıkarına ters düşer. Aynı şekilde bu sahte liderler de efendilerin burunlarını sürtme başarısını gösteremezler. Çünkü iktidarı onlara bahşeden bu efendilerdir. Bu liderler bir gün onlara itaat etmeyecek olurlarsa, onları bertaraf etmekten daha kolay ne var ki!...
Efendiler bu güç dengeyi sağlamak için, bütün islam ülkesinde halkların gözlerini kamaştıran ve çıkarları için xçalıştıkları vehmini uyandıran "Ebedi Lider" msyonunu ortaya çıkardılar. Ama aslında sahte kahramanlıklar perdesi altında efendilerin çıkannı koruyan kuklalardır. Ne varki, çok geçmeden oyun anlaşılıyor. Halk, Ebedi Lideri'nin sahnede göz kamaştırıcı kahramanlığı başanyla oynarken aslında kendisini, onur kinci bir zillete, yüz kızartıcı bir pozisyona, yoksulluğa ve başı boşluğa mahkum ettiğini anlıyor. Ebedi liderin yönetimi altında geçirdikleri her bir yıl içinde kat kat gerilediğini görüyor. Sürecin sonunda, halklar oynanan oyundan ve oyunculardan bıkınca, kurtuluş arzusuyla günden güne artan kalabalık sayılarla İslama yöneliyor. *** İslam Coğrafyasındaki yahudi unsurun varlığı da "isla-mi uyanış" selini besleyen kaynaklardan biridir. Bu devlet, Haçlı ve Siyonistlerin ortak entrikaları sonucu kuruldu. Lord Cambel'in açıklaması da bunu açıkça ortaya koyuyor. Bölgede efendilerin çıkarına ters düşen gelişmeleri, ayaklanmaları bastırma işlevini yerine getirmesi amaçlanmıştır. Nitekim bu devlet işlevini yerine getirdi ve getirmeye devam ediyor da. Yahudiler, şeytani zekalarına rağmen, kendi çıkarlarına ters düşen davranışlarda bulunurlar. İslam ve müslü-manlara yönelik olarak kalplerini dolduran derin nefret ve kin dolayısıyla kendilerini böyle davranmaktan alıkoyamıyorlar. "Ey Muhammedi Mü'minlere en şiddetli düşman olarak, insanlardan yahudileri ve Allah'a ortak koşanları bulursun. "((Maide/ 82) Onlar, Arap ülkelerini aşağılayarak onurlarını kıracaklardır. Bunun için bir sınır da tanımayacaklardır. Çünkü istedikleri egemenlik ve genişlemedir. Bu yüzden sürekli artan bir tepkinin oluşmasına neden oluyorlar. Daha önce seksenli yıllarda uygulamak istedikleri planı gördük. Acaba yahudiler, bir noktada durup kendilerine şöyle diyebilirler mi?: Artık bu kadarı yeter! Makul bir sı-nırda durmalıyız ki, bizim için tehlikeli olabilecek bir tepkiyle karşılaşmayalım! Kesinlikle hayır! Onlar -derin kinlerinden dolayı- bir yerde durmaz, eldekiyle yetinmezler. Şeytan onları dür-tükler ve durmadan ileri gitmelerini ister. Tepki oluştuğu zaman -ki bir gün mutlaka oluşacaktır-insanlar nereye yönelecekler? Amacına ulaşsın diye İsraile destek veren, saldırmaya teşvik eden Batı-başta Amerika olmak üzere- halkın batı yanlısı partilere yönelebileceğini düşünebilir misin?
Yoksa, sadece laf olsun diye: Ayıp be Adam, bu yaptığın doru değildir" demekle yetinen, ama adamın avını güven içinde boğazlamasına seyirci kalan komünist partilere mi yöneleceğini düşünüyorsun? İslamdan başka bir yere yönelemezler! Yahudiler bunu biliyorlar. Zaman zaman da dışa vuruyorlar. Tehlikeye dikkat çekiyorlar. Fakat içlerindeki kara kin, çılgın egemenlik ve genişleme arzusu bir yerde dur-malarına engel olmuyor, onları daha çok kötülük yapmaya, daha fazla azgınlaşmaya itiyor. *** Olaylara yön veren yüce bir kader, bir plan vardır. Gelişmeleri belli bir noktaya, islami uyanışa doğru yönlendiren ilahi bir takdir sözkonusudur. İslami uyanış için gerekli olan bütün etkenler mevcuttur. Bir kısmı hazır, bir kısmı da yoldadır. Bu etkenlere karşı -daha önce söylediğimiz gibi- düşmanın elinden birşey gelmiyor. Batı ne uygarlığının çöküşünü durdurabiliyor ne de bölgedeki işbirlikçilerinin halkların nazarında başarılı görünmelerini sağlayabiliyor. Ne de Yahudinin bölgedeki varlığına son verebiliyorlar. Ne de durdurak bilmeyen saldırılarına, zorbalıklarına engel olabiliyorlar. Onlar -Allah'ın öngördüğü bir plan uyarınca- sadece bir şey yapabiliyorlar: Öldürme, kesme, kovalama, işkence ve zülüm etme. Bu da islami hareketi yoketmiyor, aksine, onu ayıklıyor, arındırıyor, karşı koyacak duruma getiriyor. İşleri planlayıp yönlendiren ulu Allah'tır. Allah'ın belirlediği kader uyarınca, dünyadaki tüm gelişmeler, ortaya çıkan tüm şartlar islami uyanışın varlığının sağlam temellere dayanmasına, kökleşmesine, insanlığın geleceğine damgasını vuran en belirgin çizgi olmasına yardımcı oluyor. Allah'ın kaderi uyarınca, bütün Allah düşmanları normal işlerini yaparken ve İslama karşı içlerinde biriken yaman kinin etkisiyle bazı hareketlerde bulunurlar. İşte bu hareketler, bu görevin, yani islami uyanışın varlığının sağlam temellere dayanması ve kök salması görevinin yerine gelmesine hizmet ediyor. Kuşkusuz müslümanlar bu esnada zevkli bir gezintiye çıkacak değillerdir. İzledikleri yol da güllük gülistanlık olmayacaktır. Tersine, ter, gözyaşı, kan, işkence, yorucu bir çaba, korkularla, yırtıcı hayvanlarla, kan içicilerle dolu bir yol yürüyecektir. Bu yolda ardarda şehitler verilecektir.
Ama kervan yazın kavurucu sıcağında da, kışın dondurucu soğuğunda da durmadan yoluna devam edecektir. "Gevşemeyin, üzülmeyin inanmışsanız, mutlaka en üs-tünsünüzdür. Eğer siz bir yara aldıysanız, şüphesiz o topluluk da benzeri bir yara almıştır. Allah'ın gerçekten ina-nanları belirtmesi ve içinizden şahidler edinmesi, Allah'ın inananları arıtması ve inkar edenleri yok etmesi için, insanlar arasında bu günleri bazan lehe, bazan aleyhe döndürür durur. Allah, zulmedenleri sevmez. Yoksa içinizden Allah cihad edenleri ve sabredenleri belirtmeden cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?" (Al-i İmran/ 139-142) Bu sürecin sonunda yüce Allah, uğruna cihad eden ordulara yönelik değişmez va'di uyarınca onlara zafer veriyor ve onların yeryüzündeki egemenliklerim pekiştiriyor: "Allah, aranızdaki iman edip iyi ameller işleyenlere, kendilerini tıpkı daha önceki müminler gibi yeryüzünde egemen kılacağını, kendileri için seçtiği dinlerini sarsılmaz temellere oturtacağını ve korkularını güvene dönüştüreceğini vaadetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. "(Nur/ 55) Doğal olarak dinin sağlam dayanaklara oturtulması, yani yeryüzüne egemen olması, nasıl olacaktır bilemeyiz. Bu, gaybi ilgilendiren bir olgudur. Şu kadarı var ki, pey-gamber efendimizin bazı hadislerinde söz konusu egemenliğe ilişkin bazı işaretler verilmiştir. Bu gün yeryüzüne egemen olanlar Yahudilerdir. Dünya siyasetini onlar belirtiyorlar. İslama ve müslümanlara karşı kurulan tuzaklar onların kafalarından çıkar.[167] Özel-likle İsrailin çevresindeki bölgelerde meydana gelen gelişmeler, tamamen onların kontrolündedir. Hz. peygamberimiz -selam üzerine ölsün- şöyle buyuruyor: "Müslümanlarla Yahudiler savaşmadıkça ve müslü-manlar onları öldürmedikçe kıyamet kopmaz. Öyleki Ya-hudiler bu savaşta taşların ve ağaçların arkasına sakla-nır da, o taş ve ağaç: 'Ey müslüman, ey Allah'ın kulu, arkamda saklanan bir yahudi var, gel öldür onu' diye sesle-necektir" (Müslim) Yahudiler bu hadisi biliyor ve inanıyorlar. Nitekim hadisin sonunda şöyle bir ifade vardır: "Ancak Garkad ağacı hariç. Çünkü bu ağaç Yahudi ağacıdır." Bu yüzden Yahudiler Filistindeki evlerinin çevresine Garkad ağacını dikiyorlar. Bu da hadisin doğruluğuna inandıklarının kanıtıdır. Bu hadisten hareketle, müslümanlarla Yahudiler arasında çetin bir savaş patlak verecektir. Müslümanların bu savaşta, Araplık, milliyetçilik ve vatan topraklan gibi sahte değerler yerine "Lailahe illallah" bayrağı altında, Allah'ın takdiri uyarınca kesin bir zafer kazanacaklannı ve bu olayın tarihin akışını değiştirecek nitelikte olacağım söyleyebiliriz. Resulullah -selam üzerine olsun- vahyin kendisine öğrettiği şekliyle, peygamber olarak ümmetinin gelecekteki tarihine ilişkin bilgiler sunarken şöyle buyuruyor: "Pey-gamberlik misyonu Allah'ın dilediği kadar aranızda kalacaktır. Sonra yüce Allah
dilediği zaman onu aranızdan kaldıracaktır. Onu, peygamberlik metoduna göre hareket eden Halifelik sistemi izleyecektir. Bu sistem, Allah'ın devam etmesini istediği kadar devam edecektir. Sonra yüce Allah bu sistemin ortadan kalkmasını isteyince son bulacaktır. Yerine iktidar düşkünü kırallık sistemi kurulacaktır. Bu sistem de Allah'ın devam etmesini istediği kadar devam edecektir. Sonra Alah bu sistemin son bulmasını isteyince onu ortadan kaldıracaktır. Onu zora dayalı zorba yönetim biçimi izleyecektir. O da, Allah'ın devam etmesini istediği kadar devam edecektir. Sonra Allah'ın iradesiyle ortadan kalkacaktır. Sonra peygamberlik metoduna göre hareket eden halifelik sistemi kurulacaktır". Bu sözlerden sonra peygamberimiz susmuştur.[168] Bu hadisten hareketle, müslümanlarm hayatında yeni bir dönemin eşiğinde olduğumuzu söyleyebiliriz: Bu dönemde peygamber metoduna göre hareket eden gerçek ha-lifelikle yönetileceklerdir. İslamın bu gün yaşadığı gariplik dönemi sona erecek ve ümmet yeniden yeryüzüne egemen olacak, egemenliği sağlam temellere dayanacaktır... Şimdi biz, tekrar bu gün islam aleminde başgösteren islami uyanışa bakalım... Acaba bu uyanış, va'dedilen egemenliğe doğru giden bir yol mudur? Bu, gaybın kapsamına giren bir olgudur ve bir insan bu konuda bir kehanette bulunamaz. Sadece bu uyanışın egemenliğe uzanan yolun belirtisi olduğunu söyleyebiliriz. Eğer ulu Allah, bu uyanışı temsil eden insanların kalplerinde içtenlik ve samimiyet olduğunu, Allah için her şeyden soyutlandığını, gerçek bir imana sahip olduğunu, güçlü ve ödün vermez bir iradeye sahip olduğunu bilirse, kuşkusuz yollarım sağlamlaştıracak, görevini yerine getirmesine yardımcı olacaktır. Aksi takdirde onların yerine başka insanları ortaya çıkaracaktır: "Eğer O'ndan yüz çevirirseniz sizi ortadan kaldırır, sizin gibi olmayacak bir milleti yerine getirir. "(Muhammed/ 38) Ama her halükarda yüce Allah planım uygulayacaktır. "Allah buyruğunu yerine getirendir. Allah "(Talak/ 3)
herşey için bir plan belirlemiştir.
** * Yüce Allah, müslüman ümmetin yeryüzündeki egemenliğim pekiştirince o zaman insanlık hayatında köklü değişiklikler olacaktır. Yüce Allah'ın bu ümmete, insanlığa şahid ve örnek olması, peygamberin de ona şahit ve örnek olması için orta bir ümmet yapması Allah'ın ona yönelik bir lütfudur. Ulu Allah, insanlığın bütün durumlarını bu ümmetin durumu ile bağlantılı kılmıştır. Eğer bu millet doğru yola girer ve yeryüzündeki egemenliği pekişirse her yönüyle iyilikler içinde yüzer. Bu iyilikler dünyanın dörtbir yanına yansır. Nitekim Avrupa'nın doğu ve batıdaki müslümanlarla sürtüşmesi sonucu ortaya çağın karanlıklarından çıkıp aydınlanmaya başladığı sırada bu ümmetin sahip bulunduğu iyi meziyetlerden etkilenmiştir. Ama bu
millet, dininden uzaklaştığı ve rabbini unuttuğu zaman bedbahtlaşmış, beraberinde de tüm insanlık bedbahtlığının girdabına girmiştir. Bu gün insanlığın hayatına hükmeden Avrupa ca-hiliyesi, ancak islam ümmetinin misyonundan uzaklaşması sonucu bu denli azgmlaşabilmiş, yeryüzünde bir fesat unsuru haline gelebilmiştir. Avrupa azgınlaştıkça, kabardıkça bu islam ümmetine sömürü, saldın ve azgınlık şeklinde yansımıştır. Yahudiler, Avrupai cahiliye hayatının açık deliklerinden sızarak tüm insanlığı kontrolü altına almıştır. Bunu birbaşka kitapta etraflıca anlattık.[169] Bu çılgın ve nefret karekterli egemenlik yüzünden tüm insanlık günden güne mutsuzluğu artarak bunalımın girdabına düşmektedir. (7) Yazarın "çağdaş fikir akımları" adlı eserine bakınız. Çünkü yahudiler bütün insanları, bu şeytan kavmin sırtına binmesi için Allah tarafından yaratılan eşekler olarak tanımlarlar. İslam ümmeti gerçek İslama dönünce ve yüce Allah da verdiği doğru söz uyannca onun yeryüzündeki egemenliğini pekiştirince hiç kuşkusuz yeryüzünün çehresi değişe-cektir. Nitekim islam ilk defa geldiği sırada insanlık cehennemi bir uçurumun tam kenarında duruyordu. C.H. Demsen "Uygarlığın duygusal temelleri" (E motions as tehe Ba-sis of Civilization) adlı eserinde şunları söylemektedir: "Beşinci ve Altınca yüzyıllarda uygar dünya yıkılmaya yüz tutmuş, içine düştüğü anarşizm bakımından bir yarın kenarında duruyordu. Çünkü bir uygarlığın ayakta kalmasına yardımcı olan inanç sistemi yıkılmıştı. Yerini dolduracak bir düşünce de geliştirilmemişti. Bu bakımdan insanlığın dörtbin yıllık emeğinin ürünü olan en büyük medeniyetin çökmeye, dağılmaya yüz tuttuğu ve insanlığın bir kez daha düzensizliğe doğru yuvarlandığı görülebiliyordu. Çünkü kabileler birbiriyle savaşıyor, birbirini boğazlıyordu. Kanun, nizam tanımıyordu. Hıristiyanlığın meydana getirdiği sistem, birleştiricilik ve düzenlilik getireceğine bölünmeye, yıkılmaya önayak oluyordu. Medeniyet, gölgesi tüm dünyayı kaplayan dalları birbirine girmiş ulu bir ağaç gibiydi. Ama artık zayıflamış, bünyesini kemiren hastalık her tarafı kaplamıştı. İşte tam bu kapsamlı bozulmanın doruklara çıktığı bir sırada, tüm insanlığı birleştiren adam dünyaya geldi. Bu gün insanlık bir kez daha çağdaş cahiliyenin öncülügünde çöküşe, yokoluşa doğru yuvarlanıyor. Nitekim zaman zaman bu uygarlığın "düşünürlerinden" bazıları da belli dönemlerde bunu dile getiriyorlar. Ne yazık ki, insanlığı kaplayan çılgın girdap arasında bu sesler kaybolup gidiyor. İnsanlığı islamdan başkası yokoluştan kurtaramaz...
Tıpkı ilk defa yaptığı gibi... Ama bir farkla: Bu gün is-lamın yolu üzerinde pusu kuran düşmanlar, ilk dönemin yoluna dikilen düşmanlardan daha zorludurlar. Şimdiki cahiliye, ilk cahiliyeden daha iğrençtir. Bununla beraber, insanlığın bu kriz döneminde verdiği kayıplar, kurtuluş yolu arayan binlerce insanın her yıl Avrupa'da, Amerika'da, Avustralya'da, Asya'da[170] ve Afrika da İslama girmesine neden oluyor. Eğer islam şu anda mevcut olsaydı, gerçek bir islam toplumu tarafından temsil edilseydi, hiç kuşkusuz binler, milyonlara dönüşecekti. Çünkü insanlığın tüm problemleri için islam gerçek bir çözümdür. Bugün -Batı medeniyetinin gölgesinde- insanlığın başta gelen problemi; ilahi kılavuzluğa karşı büyüklük kompleksine kapılmasıdır. Çünkü Avrupadaki Kilise sayesinde din, insanlann mallarını, ruhlarını ve akıllarım yiyen, onları bilimsel araştırmalardan alıkoyan, yeryüzünü imar etmelerine engel olan, dünya hayatını bir kenara bırakıp ilgilerini ahirete yöneltmelerini isteyen çirkin bir cadıdır.[171] İşte bütün kötülük, bütün bedbahtlık başta gelen bu canalıcı noktadan kaynaklandı: Beşer "aklı" veya diğer bir ifadeyle beşer arzusu ve ihtirası, hayat sistemini belirlemeye kalkıştı. Artık, ister kapitalizm olsun, ister komünizm olsun, ister bireycilik olsun, ister toplumculuk olsun, ister çıkarcı ahlak sisteminde olsun, ister ahlaksızlıktan olsun, insan heva ve hevesinin ürünü tüm sistemlerde zillet ve zülüm kaçınılmaz oldu. İnsanlık ilahi şeriatın, ilahi hayat sisteminin yokluğunda cinsel sınır tanımazlık, ahlaki çöküntü, doymak nedir bilmeyen maddi hırs ve vahşi savaşlann arasında sığmaksız bir şaşkına döndü. Bu başta gelen ve can alıcı sorunu çözümleyecek olan islamdır. Çünkü islam, ilahlık makamına gerçek değerim veren ve aynı zamanda Allah'ın onurlandırması ile insana onurlu bir makam biçen tek dindir: "Andolsun ki, biz insanoğullarını şerefli kıldık, onların karada ve denizde gezmesini sağladık, temiz şeylerle onları rızıklandırdık, yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık"(İsra/ 70) İslam, insan kalbini saygı ve korkunun yanısıra derin bir sevgiyle Allah'a bağlayan bir dindir. Kullar için kulluğu bir zorluk haline getirmez. Onu bir onur, bir üstünlük belirtisi, bir aydınlık ve şeffaflık olarak öngörür. İslam, insan ruhunu hayvansal duyguların tortularından arındırırken, aynı zamanda yüce Allah'ın faal olması için yarattığı pasif kalmasını istemediği iç güdüleri pasivi-ze etmeyen bir dindir. Ne var ki bu iç güdüler, insana yaraşır yücelikte doğal mecrasına kanalize edilirler.
İslam, insanın özyaratılışındaki kulluk sunma isteği ile, bilme arzusunu birbirinden ayırmayan bir dindir. Bunlar insanın özyaratılışmda yeralan ve birbiriyle uyum oluşturan iki temel unsurdurlar. Birlikte faaliyet göstererek insanın ruhsal yapısını dengelerler. İslam, insan hayatının her yönünü; siyasi, ekonomik, toplumsal, düşünsel, ruhsal, ahlaki ve sanatsal yönlerini yönlendirecek ilahi hayat sistemini içeren bir dindir. Bu sistemi latif olan, herşeyden haberdar olan, herşeyi bilen ve her yaptığı yerinde olan Allah indirmiştir. Allah insan ruhunu yaratmıştır. Bu yüzden onu düzeltecek, ona uyacak şeyleri herkesten iyi bilir. Sahip bulunduğu araçları ve tedavi yollarını en iyi o bilir. Şu anda elbirliği edip insanlığı bu dine yönelmekten alıkoyan etkenleri görelim: Avrupada Kilisenin İslama karşı oluşturduğu Haçlı zihniyeti bunlardan biridir. Bu etkenlerden biri de Yahudilerin İslama yönelik düşmanlıklarıdır. Kilise aracılığı ile "din" kavramının yozlaşması da bir etkendir. Çağdaş cahiliyenin insan ruhunda neden olduğu alçaklıkta bir başka etkendir. İslamın gerçek mahiyetini bilmemek de insanlığı İslama yönelmekten alıkoyan etkenlerden biridir. Fakat, müslümanlarm bu günkü pratik durumları, düşünce ve davranış olarak islamın gerçek mahiyetinden çok uzaktadır. Bu da, insanları İslama girmekten alıkoyan en büyük etkendir. Nitekim İslama bağlanan ilk müslümanlarm davranışları, islamın yeryüzünün geniş bir bölgesinde yayılmasının başlıca etkeniydi. Aynı şekilde bu gün müslüman olduklarını ileri süren insanların hayat biçimlerinin, her alandaki geri kalmışlıklarının, insanlararası ilişkilerde sergiledikleri kötü ahlaklarının islamın önündeki engellerden biri olduğunu görüyoruz. Bu gün, Avrupalıların müslüman olmaları için müslümanlarm ilim ve keşiflerde Avrupayı geçmesi beklenemez. Çünkü Batının eksiği ilim ve keşif değildir. Onların yoksun bulundukları doğru, gerçek bir hayat sistemidir. Sadece bir yönünü değil, insanı kapsamlılığı ve eksiksizliği ile tüm yönleriyle ele alan ve insan enerjisini dengeli ve ahenkli bir şekilde hareket etmek üzere serbest bırakan bir sistemdir onların eksiği. Onların eksiği; Çağdaş cahiliye hayatı içinde tanrılaş-tırdıklan bütün düzmece tanrılara inanmasıdır. Şayet ırk ve milliyet tanrısını, bilim tanrısını, akıl tanrısını, maddi üretim tanrısını, cinsellik tanrısını, heva ve heves tanrısını, ihtiras tanrısını hayattan söküp atarsa, tek ve ortaksız Allah'a kulluk sunarsa, dolayısıyla başkasıyla birlikte değil, sadece O'nun hayat sistemini uygularsa kurtuluşa ererler. Bundan sonra sahip bulundukları bütün
pozitif enerjiler, ilahi yol göstericilikle yol aldıkları için birer yapıcı güce dönüşürler. Bu günkü gibi, zararlı birer fitne unsuru olamazlar. Yeryüzünde egemenlik kurdukça Allah'ın yolundan uzaklaşıp gittikçe azgınlaşmalarına dolayısıyla yokluğa yaklaşmalarına neden olmazlar. Tek Allah'a kulluk esasına dayalı ve tek Allah'a kulluk sunma ilkesine göre şekillenen bu hayat sistemini islam önerir. İşte müslümanlar bunu insanlığa gösterebilirler, insanlığı da ona yöneltebilirler. Ama bizzat kendilerinin doğru yolda olmaları şartıyla. Şimdiki islami uyanışın, insanlığın yolunu aydınlataçak bu düzeye ulaşması içtenlikle arzulanmaktadır. Daha önce de söylediğimiz gibi, islamın yolunda pusu kuran amansız düşmanlar, ona karşı ilan edilen korkunç savaş, bunun yamsıra milletin dinden habersiz oluşu, dü-şünce ve davranış olarak ondan çok uzakta bulunuşu bakımından bu amaca ulaşmak kolay olmayacaktır. Fakat daha önce de söylediğimiz gibi belirtiler, engellerden daha ağır basıyor. Engeller, şimdiki zamanda ve yakın gelecekte Haçlı ve Siyonistlerin müslümanlara yönelik kin dolu eylemlerinde somutlaşıyor. Fakat belirtiler islam ümmetini ve tüm insanlığı bekleyen büyük geleceği müjdeliyor. Belirtiler, engellerden daha ağır basıyor, çünkü tarihin tanıklığı bu yöndedir. Batı uygarlığının yokluğa doğru sürüklendiği bir sırada islami uyanışın önplana çıkması bunun göstergesidir. Günümüzde ve yakın gelecekte bir takım engeller var. Çünkü ne batı uygarlığı tamamen çökmüş, ne de islami uyanış gereken olgunluk düzeyine ulaşmıştır. Eğer bu şartlar altında iki kuvvet arasında bir çarpışma başgöste-recek olsa ilk etapta maddi gücü elinde bulunduran taraf, çökmeye yüz tutmuş olsa bile galip gelecektir. Çünkü gerçeği temsil eden taraf henüz zayıflık ve deneme aşamasını geçmemiştir. Sonra ilahi yasalar öngörüldüğü şekliyle işlevlerini görürler, mü'minler zayıflık aşamasından çıkar, sağlam, mücahid, sabırlı ve dayanıklı mü'min bir altyapının şahsında güçlülük aşamasına geçerler, artık cahiliyeye kafa tutacak, ona karşı koyacak duruma gelirler. O gün yüce Allah mücahid, mü'min topluluğu yardımıyla destekleyecek, kendisinden kat kat fazla müşrik kuvvetlere karşı ona zafer bahşedecektir: "Karşı karşıya gelen iki topluluğun durumlarında sizin için ibret vardır; biri Allah yolunda savaşanlardır, diğeri inkarcılardır ki, bunlar karşı tarafı gözleriyle kendilerinin iki misli görüyorlardı.[172] "Allah dilediğini yardımıyla destekler. Bunda görebilenler için ibret vardır." (Al-i İmran/ 13)
Afganistanda yaşanan savaş, gelecekte olabilecek duruma bir örnektir. Doğusuyla, Batısıyla bütün dünya Afgan mücahidleri-nin Rusları yenmelerine engel olmak için köpekler gibi canla başla çalışıyorlar. Çünkü biliyorlar ki eğer bu olay, bu şekilde noktalanacak olursa, tarihin akışını değiştirebilir. Biz mücahidlerin üstünlük kurup sağlam bir zafer kazanmalarım temenni etmekle beraber, sürmekte olan bu savaşın yarın nasıl bir gelişme göstereceğini bilemeyiz. Fakat şunu söyleyebiliriz ki, dinsizlik ve inkar kampı ile dayanışma içinde hareket eden Haçlılar, söyledikleri gibi onurlarını korumak ve gerçekten de bu olayı izleyecek önemli tarihsel sonuçlann endişesiyle mücahidlerin kesin bir zafer kazanmasını önleme başarısını gösterseler bile, bu olayın tarihsel tanıklığı kalıcı olacaktır. Müslümanların, sağlam, mücahid ve mü'min altyapılarım tamamladıkları gelecekte gözönünde bulundurulacak bir örnek olarak duracaktır. O zaman cahiliye, muazzam bir birlik oluşturmuş "İslam Ümmetini" karşısında bulacaktır, bu gün Afa-nistanda olduğu gibi tüm ağırlıklarıyla köpekler gibi başına üşüşecekleri tek bir halkı veya islam aleminin dört bir yanına dağılmış, birbirinden kopuk küçük bir grubu değil!... Haçlılar ve Siyonistler bu meselenin farkındadırlar. Bu yüzden kuruluşunu tamamlamadan önce bu altyapıyı yıkmaya çalışıyorlar. Amaç, tüm insanlığı kapsayan zora dayalı egemenliklerini korumaktır kuşkusuz. Ne var ki tarih onlann arzulanm tersi yönünde hareket ediyor. Hiç kuşkusuz yıllar önce B. Russol'un da söylediği gibi Beyaz Adamın devri sona erdi. Artık askeri, maddi ve ilmi gücünü yitirdiği için değil elbette. Fakat bütün bu güçleri bir araya getirip hayat için elverişli bir "gıda" meydana getiremediği için. İslam bu gıdaya sahiptir... İnsanlık İslama yönelince, işte sadece o zaman ilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler ileriye dönük hale gelebilir, gerçek halifelik sistemine yardımcı unsurlar haline ge-lirler. Bu günkü gibi insanlığı ruhsal ve ahlaki çöküntüye, yokluğa sürüklemeleri söz konusu olamaz o zaman. Bu gün islami uyanışı varlık sahnesinin önplanına çıkaran, aynı zamanda materyalist Batı uygarlığının çökmeye yüz tuttuğunu gözler önüne seren tarihsel realite, buy-ruğunu yerine getiren Allah'ın geleceğe işaret eden kaderidir, planıdır. Evet gelecek islamındır... Tarih bunu gösteriyor. Burada son bitiş cümleleri eksik (Arapça 550)
[1] vardır.
Cennette de bu tercüme derecelerinin karşılığı olan değişik dereceler
[2] (2) İbni Asakir (Hz. Enes'e dayanarak). [3] Oysa hicri beşinci yüzyılda yaşayan İmam-ı Gazali, tasavvufa eğilimli olmasına rağmen farz-ı ayn ve farz-ı kifaye olan ilim dallarından sözediyor ve dünya ilimlerini farz-ı kifaye kategorisine ayırıyordu. Ayrıca da ümmetin yeterli evlâtları bu farz-ı kifayeyi yerine getirmemeleri halinde bütün ümmetin bu yüzden günahkâr olacağını vurguluyordu. Fakat daha sonra öyle bir dönem geldi ki, bu bilim dalları islâm ümmetinin hesabından tümü ile düştü. [4] Daha önce "sapma akımı"ndan sözederken belirtiğimiz gibi Kur'an'da ve hadislerde dünya, insanı Allah'a iman etmekten ve Allah yolunda cihad etmekten alıkoyduğu takdirde, bu gerekçeden dolayı kınanıyor. Fakat bunun yanında yeryüzünün eteklerinde dolaşarak yüce Allah'ın nimetlerini aramayı ve yeryüzünü ilâhi metod uyarınca kalkındırmayı telkin eden islâm direktifleri gayet açıktır. [5]
Savaş gücünün gerilemesi konusunda ilerde yeri gelince konuşacağız.
[6] İsteyenler "Mezahibu Fikriyyetün Muasıretün" adlı eserimizin "el-akliye (Rasyonalizm)" başlıklı bölümüne başvurabilirler. [7]
Wilford C. Smith, "el-İslâm fıtarihil hadis", s.105-106, 1966, Baskı IV.
[8] Macellan, Papaya bir çok kez yazı ile başvurarak Filipinlere doğru yapılacak bir gezi hazırlanmasına izin vermesini istemişti. Ona göre bu gezinin amacı, Filipinlerde yaşayan kâfirleri (yani müslümanları) Hristiyan egemenliği altına sokmaktı. Sonunda istediği izni kopararak ünlü "bilimsel" gezisine çıktı. Gezisinin sonunda müslüman toprakları üzerinde Hristiyan bayrağı dalgalandırmaya kalkışınca yerli müslümanlar tarafından öldürüldü. Gerçek durum bu olduğu halde biz okul çağındaki yavrularımıza Macellan'ı öldürenlerin onun gerçekleştirdiği "bilimsel" gezinin değerini anlayamayan yerli "barbarlar" olduklarını öğretiriz. [9] Geniş bilgi isteyenler, müslüman gezginlerin "seyahatnamelerine, bunlara örnek olarak "İbni Batuta Seyahatnamesine bakabilirler. [10]
Mısır ve Kuzey Afrikada böyle oldu.
[11] Orta ve Batı Afrikada böyle oldu. [12] Hindistan ve Endonezyada böyle oldu.
[13] s. 52-58.
Muhammed Esed "el-İslâmu âlâ mufterek-ı Hurukı", Tere- Ömer Ferruh,
[14] Bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyenler Ömer Ferruh'un bir arkadaşı ile birlikte kaleme aldığı "et-Tebşir vel İstimar" adlı esere başvurabilirler. [15] "Düşünce Emperyalizmi" başlığını taşıyan gelecek bölümde baskısı nitelikte olmayan bu sinsi metodlardan ayrıntılı biçimde sözedeceğiz. [16] Rahip Zuvamer, İslâm ülkelerinde gerçekleştirilen Hristiyanlığı yayma faaliyetlerinde önemli roller üstlenmiş olan bir protestan misyoneridir. Fakat bu sıfatına rağmen öldükten sonra yahudi mezarlığna gömülmeyi vasiyyet etti. [17] Daha geniş bilgi için Muhibuddin Hatip tarafından "el-garetü ala alemil islâmi" adı ile arapçaya çevrilen esere başvurunuz. [18] Rahip Zumare'nin hristiyanların, müslümanları hristiyanlaştır-mak amacında olmadıkları şeklindeki sözlerine olduğu gibi hristiyan olmanın, müslümanlann lâyık olmadıkları bir şeref olduğu biçimindeki yakışıksız gerekçelendirmesine de önem vermemek gerekir. Bu sözler misyonerlerin, müslümanları hristiyanlaştırma girişimleri sırasında uğradıkları başarısızlığı örtbas etmek amacı ile söylenmiştir. Tıpkı Kedinin yetişemediği ete murdar demesi gibi. [19] (4) Avrupada yaşayan müslümanlar, Batılıların meselâ kapalı giyimli müslüman kadınları karşısında nasıl gizlenmez bir kin duyduklarını yakından görmüşlerdir. [20] (5) "el-garetü âlâ alemil İslâmî", sh-57-58, Darussudiyyel linneşr, Cidde [21] (6) Haçlı misyonerleri islâmı ortadan kaldırma amacına yönelik gayretlerini şu iki noktada yoğunlaştırdılar: İstanbul ve Kahire İstanbul, islâm aleminin siyasi ve askeri güç merkezi olduğu için, Kahire de Kültürel ve manevi aydınlanma merkezi, olduğu için. Merkezlerin bu farklı konumlarına paralel olarak İstanbul ile ilgili çalışmaları daha çok siyasi ve askeri nitelik taşırken Kahiredeki çalışmalarının ağırlığını düşünce ve kültür alanlarında yoğunlaştırdıkları görülür. Bundan dolayı "Düşünce Emperyalizm"ini anlatırken Mısır deneyini büyüteç altına alıyor, bunun yanında tarih sürecini gözden geçirirken Türkiye deneyini incelemmeyi plânlıyoruz. [22] (7) Tercümenin üslubunun düşük olduğu görülüyor. Fakat bu, o zamanın aydın dilinden daha çok halk diline yakın olan üslubuna uygun düşüyordu. Burada Fransız devriminin ünlü "Özgürlük, kardeşlik ve eşitlik" sloganına açıkça işaret ediliyor. Bilindiği gibi bu slogan, aynı zamanda "masonluğun" sloganıdır. [23] Napolyon, burada açıkça belirtiyor ki, Mısıra saldırmasının amaçlarından biri, egemenlik alanları olan Suriye ve Mısır'da oturan Fransızlara sözde "horlayıcı ve
aşağılayıcı" biçimde davranan kölemenlerden intikam almaktır. Fakat bu saldırının sonuçları üzerine yazı yazan araştırmacılar, bu örtülü haçlı amacından hiç söz etmezler. [24] Burada, "böyle diyenleri kulaklarından tutup bana getirin" der gibidir. [25] Müslümanlara yöneltilen ve kendisinin de bir müslüman olduğunu kanıtlamak amacı güden bir bildiride "Eski yunan asıllı hristiyanlar" demek olan "Cericiyye"ye, müslüman sıfatlı önderler arasında neden yer verdiğini anlamadım. [26] Bu bildirinin tam metnini görmek isteyenler şu kaynağa başvurabilirler: (Acayib-ul Asar fi Teracum-il Asar", Abdurrahman Ceberrutî, s. 182-183, Beyrut) [27] (12) Bu bilginin adı Şeyh şerkavi'dir. Napolyon ondan çok nefret ederdi. [28] (14) Adı geçen eserin ikinci cildinin 231, 244-245, 251, 272-273, 302, 436-437 inci sayfalarına başvurunuz. [29] (15) Bu çağrı son derece önemli olmasına rağmen ondan çok seyrek olarak sözediliyor. Bakınız "el-Mefahim vel mustalahat as-sehyoniyye" s. 243, Ehram yayınları, 1979, "es-Sehayinet-ül Mesihiyyun" maddesi. [30] (16) Daha geniş bilgi edinmek isteyenler "Mezahibu Fikriyye Muası-re" adlı eserimizin "Devr-ul Yehud Fi ifsad-ı Urubba" başlıklı bölümüne başvurabilirler. [31] (17) Mısır halkı, bu Fransız istilâsına karşı eşine az rastlanır bir kahramanlıkta savaştı. Fakat öğrencilerimizle mektep hocalarımızın elden ele dolaştırdıkları kitapların yazdıkları gibi onlar bu savaşa "Mısır" milleti sıfatı ile "Fransız" milletine karşı vermiş değillerdi. Bunun yerine toprakları kâfirler tarafından işgale uğramış "müslümanlar" olarak bu direnişe girişmişlerdi. Bu direnişin "Haçlılar"a karşı yöneltilmiş bir "ci-had" savaşı oluşunu en kesin kanıtı islâm alimlerinin komutası altında yürütülüşü ve ana direniş merkezi niteliğini kazanan Ezher medresesinin Napolyonun öfkesini yoğunlaştırdığı yer olarak ortaya çıkması idi. Bu gerçeğin en çarpıcı dedili de işgal birliklerinin Fransız komutanını öldüren Süleyman Halebi'nin bir Mısırlı değil, soyadından da anlaşılacağı üzere Halepli bir müslüman oluşu idi. O zaman henüz "miliyetçilik" diye bir akım olmadığı için Mısır halkını, Fransızlara karşı direnişe sürükleyen faktör bu değildi. Bundan dolayı bu direnişi şimdi okullarda okuttuğumuz gibi anlatmak, tarihe karşı en büyük iftira olur. Ayrıca bu asılsız yakıştırma, müslümanlann beyinlerinde çöreklenmiş bir düşünce emperyalizmi tortusudur. [32] (18) Muhammed Ali, Cemal Abdünnasır,... ve benzerleri gibi İslama karşı verilen haçlı savaşının kritik dönemlerinde seçilen kimselerin hep mevki düşkünü ve katı kalbli olmaları rastlantı sonucu değildir. Çünkü bu iki özellik bu önemli(!) rolü oynayabilmek için gereklidir. [33] (19) Son yenilgiden sonra müslümanlarm değer yargılarının sözünü ettiğimiz konuda bile ne kadar değiştiğini anlayabilmek için "Ruz-ul Yusuf dergisinde yayınlanan
şu satırlara göz gezdirmemiz yeterlidir: "Ne zamana kadar gerici kalacağız. Bir adam düşününüz ki, eşi ile birlikte yolda yürürken karısının bir arkadaşı ile karşılaşıyor ve adam ile karısı arasında neler konuşulduğunu işitebilmek için inatla yanlarında kalıyor, başbaşa konuşmalarına fırsat vermiyor. [34] (20) Lord Crommer, "Modern Mısır (Modern Egypt)" Birinci bölüm, 1905. [35] (21) Ben bu metni vaktiyle "Mission and missionaries (misyonerlik ve misyonerler)" adlı eserde okumuştum. Bu kitap, "Methef-ul Britani" kütüphanesinin dışanya çıkarılması yasak kitapları arasında yeralıyordu. Fakat bir dostum, aynı kitaba Asyut'ta oturan bir kıptinm evinde rastladı ve durumu bana bildikdikten sonra kitabı ele geçirdi. Fakat milâdî takvimle 1965 yılındaki olaylar sırasında islamcı çalışmalar yaptığı suçlaması ile tutuklanınca bu kitabı kaybetti. Bu kitaba rastlayacak okuyucumun bu meni belgelendirmesini umar ve kendisine şimdiden teşekkür ederim. [36] (22) Kahirenin banliyösindeki geniş bahçeli "villâ" ların kirası yüz elli kuruş, bir okka (yani bir tam ve bir çeyrek kilo) şeker iki buçuk kuruş, yirmi tane iri yumurta bir kuruştu. Gündelik hayatın diğer ihtiyaçlarının fiyatını varın siz bunlarla karşılaştırın. [37] Yaşayan yabancı dilleri inceleyenler bilirler ki, Fransızca son derece karmaşık bir dildir. Bu dilde fiiller üç değişik gurubu ayrılır. Ayrıca her guruba eklenen öyle kural dışı fiiller var ki, ekli oldukları gurubun kurallarına göre çekilmezler. Bunun yanında her guruba giren fiiller altı değişik zaman kipine göre değişik çekime uğrar. Oysa Arapça fiillerin sadece mazi (geçmiş zaman), muzari (geniş ve şimdiki zaman) ve emir kiplerinden oluşmuş üç değişik zaman çekimi vardır. Bu dilin telâffuzu da karmaşık ve mantık dışıdır. Açıkça mantık dışı olan müzekker ve mü-ennes ayırımı da işin cabası. İngilizce ise görünüşte biraz daha kolaydır. Ama bu dilde bol bulunan deyimler (idioms) tamamen kuralsızdır.Her birini teker teker ezberlemek gerekir. Zaman kiplerinin sayısı da Fransızcada olduğu gibi altı tanedir. Telâfuz bu dilde kuralsızdır. Meselâ OUGH harf gurubu, bulundukları kelimeye göre altı değişik bir biçimde okunurlar: Enough, Dough, Though, Thorough ve Through sözcüklerinde olduğu gibi.
[38] Meselâ Türkiye müslümanları, Arapça harfler değiştirilerek yerine lâtin harfleri konmakla, türkçeye yerleşen arapça kelimeler ayıklanmakla ve böylece islâm kültürü ile bağlantı kurma imkanından yoksun kuşakların yetişmesine zemin hazırlamakla ve bu yeni kuşakların büsbütün dinsiz yetişmeleri planlanmakla islâmî kültür köklerinden koparıldı. Mısır'da da Abdülaziz Fehmi ve benzerleri gibi bazı kimseler bu tür değişikliklere giriştiler. Ama bu girişimler ölü doğdu, hiç bir başarıya ulaşamadı. [39] (25) Daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler "Mezahibu Fikriyye Mua-sıre" adlı eserimizin "el-İlmaniyye" başlılkıl bölümüne başvurabilirler.
[40] (26) "Din dersinde öğretim metodu" adı altında küçük bir kitap yayınlamak niyetindeyim. [41] (27) Söz konusu basmakalıp cümleye "meşhur" dememizin sebebi şu ki, bu cümle önce Mısır'da biçimlenmiş ve arkasından Arap aleminin çoğuna yayılmıştır. [42] (28) bu arada Asya ve Afrikadaki puta tapan yığınların varlığı bile öğrencilerin dikkatlerinden kaçırılır. [43] (29) Yüce Allah (c.c) insanların davranışlarında hür olmalarını ve bunun yanında yaptıklarından sorumlu olmalarını takdir etti. Bu takdirin sonucu olarak insanların bazılarının mümin ve diğer bazılarının kâfir olması olgusu ile karşı karşıya kalıyoruz. Oysa "Eğer yüce Allah isteseydi, insanlar bir tek ümmet olurlardı" Yani onlan mümin olmaya zorlardı. Fakat O, böyle olmasını istemedi. [44] (30) "el-Musteşrıkuni vel islâm" adlı eserimizde bu konu oldukça geniş bir biçimde incelenmiştir. [45] (31) "Keyfe nektübu Tarihel İslâm" adlı eserimizde bu konu hakkında oldukça geniş bilgi verilmiştir. [46] (32) Şimdiki Kurtuluş meydanında bulunan Hilton Otelinin yerinde. [47] (33) Şimdiki Kahire Ticaret Külliyesinin yerinde. [48] (34) Bir kaç sayfa önceki Lord Crommer'in sözlerini hatırlayalım. [49] (35) "Laiklik"terimi "Mezahibu Fikriyye Muasıre" adlı eserimizde belirttiğimiz gibi Fransızca Secularizm teriminin yanlış bir tercümesidir. Bu terim, sosyal hayatı din dışı temellere dayandırmak anlamına gelir. Buna göre karşılığıda kullanılması gereken terim "lâdinilik (din dişilik )olmalı idi. [50] Bu gerçek geçen yüzyılda bu günkü kadar belirgin değildi. Bununla birlikte sağduyu sahipleri bugünlere geleceğini o günden görebiliyorlardı. [51] Bu tercüme ve yayın faliyetlerinde rol alanlar arasında Lüblanlı hristiyanlar başı çekiyorlardı. Onlann haçlı planları ile ilişkileri açıktı. [52] Bak "el-Garetü alel alemil İslhamiyyi", tere. Muhibuddin el-Ha-tıb (Önsözü). [53] Daha geniş bilgi edinmek isteyenler "SİYON PROTOKOLLERİ" adlı eserin 2 nolu protokolüne başvurabilir. [54] Daha geniş bilgi için "Mezahibu Fikriyye Muasire" adlı eserimizin "Devr elVahud fi ifsad-ı Avrupa" başlıklı bölümüne başvurabilir.
[55] Bu düşünceleri Mısırda yayımlamaya çalışanların başında Şıbli Şumeyl ile Selâmet Musa adındaki iki hristiyan ile sözde Müslüman İsmail Muzhır adlı şahıslar gelir. Gerçi işin içinde başkalarıda var ama onların önemli bir etkisi yoktur. [56] (42) Yahut daha sonra ortaya çıkacağı üzere "dünya haçlılığı ile yahudiliği." [57] (43) Nazlı Paşanın bu konferans salonu ile bu salonun Muhammed Abduh ve Saad Zağlül'ün yanlış yollara sürüklenmeleri üzerindeki ve genel olarak Mısırın sosyal ve politik düşüncesi üzerindeki etkisinden ileride sözedeceğiz. [58] (44) Bu yayınların büyük bir çoğunluğu Kahire ile Pariste çıkardı. Ayrıca arap milliyetçiliğini savunan veya Lübnanlı yada Suriyeli hristiyan olan bu gizli derneklerin üyelerinin hayatı da Kahire ile Paris arasında geçerdi. Yani bu işler, "hasta adam"ı bir an önce öldürüp de mirasına konmak için can atan İngiltere ile Fransanın koruması ve gözetimi altında yürütülüyordu. [59] (45) İlerde tekrar belirteceğimiz üzere Cemaleddin-i Afgani, halifeliğin türklerin elinden alınarak araplara verilmesini savunuyordu. Oysa o pek keskin zekâsı ile pekâla biliyordu ki, o dönemde araplar böyle bir sorumluluğu yüklenmeleri sözkonusu olamayacak derecede zayıftılar. Ayrıca Afgani, masonluğu ve dinler arası kardeşliği de savunuyordu. [60] (46) Bu konu ayrıntılı biçimde açıklanmalı ve islâmiyetin "Basm-ya-yın" politikası geniş bir biçimde ortaya konmalıdır. İnşallah uzman bir yazar bu konuda bir kitap kaleme alarak müslümanlara islâm propagandasının "vaaz vermek" demek olmadığını, bunun islâm'ın bakış açısı ile ve islâmiyetin tutumuna göre sosyal hayatın bütün meselelerini ele alıp değerlendirmek demek olduğunu öğretir. [61] (47) Böyle bir şey mümkün değildi. Çünkü bu gazetelerin kendileri düşünce emperyalizminin birer aracı idiler. [62] (48) "Mezahibu fıkriyye muasıre" adlı kitabımda sanayi devrimi ile bu devrimin yolaçtığı sosyal bozulmalardan sözettim. Orada belirttiğim gibi bu sosyal bozukluklar, sanayi alanında gelişmenin doğal ve kaçınılmaz sonuçları değildi, bu yozlaşmalar sinsi birer yahudi plânı olarak ortaya çıkmışlardı. [63] (49) Yani uluslararası yahudiliğin bu yozlaşmadaki rolünü ve bu ahlâk bunalımının yolaçtığı psikolojik ve sosyal sonuçları bir an için bir yana bırakarak. [64] (50) Daha önce belirttiğimiz gibi sosyal bir kanunmuş gibi görünen "mağlubun taklit yolu ile galibin potasında eriyeceği" varsayımı inanç ümmeti" için geçerli değildir. Eğer "Bu ümmetin inancı zayıfladı da bundan dolayı düşmanın potasında erimesi kaçınılmaz oldu" denecek olursa buna karşılık "zayıflık başka, yokolmak başka şeydir" deriz. Sözkonusu basının yapmaya çalıştığı ve nerede ise başardığ bu inancı büsbütün yoketmekti. Onun gerçek rolü budur.
[65] (51) İslâmda "din adamları" diye bir zümre yoktur. Bu gerçeği çeşitli kitabımızın bir çok yerinde bir çok kez vurguladık. Fakat islâm düşmanları buna rağmen ısrarla bu deyimi kullanmaktadırlar. [66] (52) Daha geniş bilgi için "Kasım Eminin Hatıraları" adlı esere başvurabilirsiniz. [67] (53) İleride görüleceği gibi ikinci kitabı olan "Yeni Kadın"da bu saçma görüşünden vazgeçtiğini belirtmiştir. [68] (54) Gelecek alt bölümde Saad Zağlül'ün yeni Mısır'ın hayatında oynadığı rolden sözedeceğiz. [69] (55) Kasım Emin'in yirminci ölüm yıldönümü anısına çıkan "Hilâl" dergisi, 1 Haziran 1928, s. 948. [70] (56) Hilâl dergisi, l Haziran 1928, s. 949. [71] (57) Avrupadaki bu mesele ile bu meseleye bağlı gelişmeler hakkında "Mezahibu Fikriyye Muasire" adlı eserimizin "Devrul yahudi fi ifsadi Avrupa" başlıklı bölümünde bilgi verilmiştir. [72] (58) "Mezahibu Fikriyye muasıra" adlı eserimizin "Devrul Yahudi fi ifsadı Avrupa" başlıklı bölümünde sanayi devrimini ve bu devrimin Batı toplumu üzerindeki etkilerini anlatırken bu sebepleri ayrıntılı biçimde anlatmaya çalıştım. [73] (59) Daha önceki bir dipnotta bu gerçeğe değinerek tarihi gerçeklere ters düşen bazı yaygaracılara cevap vermeye çalıştım. Böyleleri kapalı kadın giyiminin, islâmdan öncesine dayanan bedevi bir arap geleneği olduğunu ileri sürerler. Oysa sözkonusu dipnotta Hz. Ayşe'nin, Medineli (Ensar) kadınları "kapalı giyimi emreden ayet inince hepsi elbiselerinin uzantılarını kapıp onlarla açık kalan tarafların örtmeye giriştiler" diyerek övmesi bu iddianın aslı olmadığını gösterir. [74] (60) Oysa bu gün müslüman ismi taşıyan bazı hayasız islâm dönekleri bu iddiayı ileri sürüyor, buna bağlı olarak Allah'a Peygambere ve Allah'ın dinine zalimlik yaftası yapıştırıyorlar. [75] Acaba bu hak kadınlardan hangi dönemde gaspedildi, Allah aşkına! [76] (2) Gelecek alt bölümde bu salonlardan sözedeceğiz. [77] (63) Gelecek alt bölümde Mısır devriminde sözedeceğiz. [78] (64) Bu hanımın gerçek adı Safıyye Mustafa Fehmidir. Fakat Batılaşmanın, Batı kaynaklı düşünce emperyalizminin etkisi ile onlardaki kadınların, kocalarının soyadı ile anılmaları geleneğine uyarak kocası Saad Zağlül'ün soyadı ile Safiye Zağlul
diye anılmayı benimsedi. Fakat halk kitleleri bu değişik isimlendirme geleneğini farkedip karşısına çıkmadı. [79] (65) Nitekim kadının islâm kıyafetinden soyunduğunu bu meydanın o zamana kadar "İsmailiye Meydanı" olan adı, bu sözde büyük olayın anısını ebedileştirmek için "Kurtuluş Meydanı" olarak değiştirildi. [80] (66) Bin Bellâ bu sözleri ile önemli bir gerçeğin üzerinden farkında olmayarak perdeyi kaldırıyordu. Bu gerçek müslüman kadınları açık giyinmeye çağıran, kapalı giyimden vazgeçmeye çağıran asıl kaynağın sömürgeci haçlılar olduğu gerçeğidir. [81] (67) Söylendiğine göre Ahmed b. Bellâ, iktidardan uzaklaştırılışını izleyen sürgünlük döneminde tekrar İslama dönmüş, hatta konuşmaları ve yazıları ile halkı İslama çağırmaya başlamıştır. Bizler insanların hidayete ermesini, eğri gidişlerini değiştirip doğru yolu bulmalarını sadece sevinçle karşılarız. Fakat burada belirtmek istediğimiz sadece şudur ki, bu zat iktidarı döneminde açıkça İslama karşı idi. [82] (68) Sözkonusu kadın gösterisi sırasında, baş örtülerinin çıkarılıp ateşe verilmesini kimin plânladığını kesinlikle bilmiyoruz. Fakat o günden sonraki olayların akışından edindiğimiz izlenime göre Kasım Emin'in samimi dostu, onu destek vaadi ile yoluna devam etmeye teşvik etmiş olan Saad Zağlul, ülkede bu tür adımların atılmasını coşku ile karşılıyor ve eşinin bu tür hareketlere ele başılık etmesini sağlıyordu. Saad Zağlul'un Mısır devriminin, bir islâm devriminden, islâmdan uzak "Milliyetçi bir devrim"e dönüşmesi hususunda oynamış olduğu rolü, bu kitabın ilerdeki sayfalarında anlatacağız. [83] (69) Tırnak içinde sunduğumuz ifadeler ya "Moda" dergilerinde ya da gündelik gazetelerin"kadm eklerinde aynen yayınlanmıştır. [84] (70) Tıpkı Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun aşağıdaki hadiste buyurduğu gibi: [85] (70) İşte kız okullarında aynen erkek okullarındaki programların uygulanmasının "hikmeti" buydu. Böylece kadın-erkek eşitliğine gerekçe bulunacak ve buradan hareket edilerek kadına "toplumu bozma" hakkı sağlanacaktı. Bu işin bundan daha az önemli bir başka hikmeti de eğitim biçiminde meydana getirilen "eşitlik" yolu ile "erkeğin üstünlüğü" ilkesini ortadan kaldırmak ya da hiç değilse sarsmaktır. [86] (72) Gerçekten zaman zaman kız öğrenciler, erkek akranlarından daha başarılı oluyorlardı. Çünkü öğrenciler sokaklarda, kahvelerde ve arkadaşları ile birlikte oynadıkları çeşitli oyunlarda vakit öldürürlerken akranları olan kız öğrenciler evlerinde derslerine çalışıyorlardı. Bunun yanında kızların "kadınlık gururları"nı okşayan erkeğe üstün gelme duygusunun da bu başarıda payı vardı. [87] (73) Daha geniş bilgi edinmek isteyenler "Mezahibu Fikriyye Muasıre" adlı eserimizin "Devrul Yahudi fi Ifsad-ı Avrupa" başlıklı bölümüne başvurabilirler.
[88] (74) Yüce Allah (c.c.) Nur suresinin ondokuzuncu ayetinde şöyle buyuruyor; "Müminler arasında edepsizliğin yayılmasını isteyenleri dünyada ve Ahirette acı bir azap beklemektedir" [89] (76) Daha geniş bilgi edinmek isteyenler "Mezahubi Fikriryye Muası-re" adlı eserimizin "Devrûl Yahudi fi İfsadi Avrupa" başlıklı bölümüne başvurabilirler. [90] (1- Burda kastedilen bilimsel ve kavramsal anlamıyla miras değildir. Maksat müslümanların tarihsel mirasıdır. İşte bunun köklü bir ayıklanmaya ihtiyacı vardır. Kuşaklar boyu başgösteren -özellikle son dönemlerdeki-sapmalardan ayıklanması gerekiyordu. (Sapma çizgisi bölümüne bakınız.) [91] 1- Bir plajda genç bir kız bir ressamın kumlar üzerinde palaj giysileri içindeki resmini çizmesini istemişti. Fakat görkemli manzara (!) ressamın ilgisini çekmemişti. Kızdan biraz daha açılmasını istemişti, -demek yeterince açık görmemişti- Fakat kız bu isteği yerine getirmemişti. Bunun üzerine ressam: "Sen köylü müsün nesin?" diye çıkışmıştı. Kızcağız bu suçlamadan, geri kalmışlık suçlamasından kurtulmak için hemen istenileni yapmıştır.) [92] (1- Daha önce de değindiğimiz gibi bunlar da düşmanların kendilerine bu yakıştırmalarda bulunmalarını haklı çıkaracak tutumlar sergilemiyor değildirler.) [93] Japonların onlara verdiği zarar: Onların pazarlarına rakip olmaları, pazarlarını daraltmaları şeklindedir. Ama müslümanlarm yitirdikleri benliklerine dönmeleriyle birlikte batılıların yaşayacakları felaket korkunçtur. Bir kere müslümanlardan çaldıkları hammeddeleri kaybedeceklerdir. Müslümanları ezmek ve egemenliklerine boyun eğdirmek için kullandıkları siyasi hegemonyalarını yitireceklerdir. Yine batılıların çok iyi bilipte müslümanım diyen insanların bilmediği daha birçok gelişme olacaktır.) [94] (1- Bu konuya ilişkin olarak Dr. Hüseyin Fevzi'nin 'Sindebadu Asri' (Çağdaş Sindebad) kitabında yazdıkları ile Dr. Zeki Necip Muhmud'un doğuyu yerdiği 'Fikr uşŞarki' adlı kitabi ile batıyı övdüğü 'Fikr ui-Garbi' adlı kitabında yazdıklarına bakılabilir. Bir de (Tonby'nin) Dr. Nebil Suphi tarafından arapçaya çevrilen islam ve Batı1 başlıklı makalesinden de söz etmek gerekir. Burada şöyle deniyor: Biz müslüman türkleri sürekli sıkıştırdık nihayet İslam'ı bırakap bizi taklit etmeye başladılar. Böyle yapınca da onları horladık, küçümsedik. Çünkü kendisine kişilik veren bir düşüncesi yoktu artık.!!) [95] İleride de değineceğimiz gibi bu plan haçlı-siyonizm ortak yapımıdır. Sadece haçlı veya sadece Siyonist bir plan değildir.) [96] Bu yahudiler daha önce Batıda yaşıyorlardı. Engizisyon mahkemelerinden kurtulmak için Endülüsten kaçan müslümanlarla birlikte Osmanlıya sığınmışlardı. Sonra müslümanlaşmaları ve Balkanlara göçetmeleri yönünde gizli bir emir aldılar, işte burada Osmanlı saltanatının yıkılması için kendilerine verilen rolü başarıyla oynadılar.)
[97] Ruslar ortadokstular, bu yüzden Ortodoks ermenilerle aralarında kuvvetli bağlar vardı. Onlara Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtırlardı.) [98] (1- VVilliem Car "Ahcar ala rikatiş-Şatranc" adlı eserinde şöyle diyor: "Yahudiler bir yahudi devletine hazırlık amacıyla Osmanlı Devleti'ni ortadan kaldırmak için birinci dünya savaşını çıkarttılar. II. Dünya savaşını da bu devleti fiilen kurmak için çıkarttılar." Bu sözlerde gerçek payı vardır. Car'ın yahudileri korkunç göstermedeki abartmasını bir yana bırakırsık, yahudilerin her iki fırsatı da amaçlarına ulaşmak için değerlendirdikelerinde kuşku yoktur. ) [99] (1- Cemal Abdunnasır birkaç kez Mustafa Kemal'i örnek aldığını söylemiştir.) [100] 1948 yılında Filistin toprakları üzerinde tezgahlanan danışıklı savaşta bu durum fiilen yaşandı. İngiltere arap ordularının erzaklarını kesince savaş durdu ve Filistin'in paylaşımı gerçekleştirildi. [101] Çağdaş Fikir akımları kitabının 'Milliyetçilik, Yurtseverlik' bölümüne bakınız.) [102] 'el-Garefu alel alemil İslami1 adlı eserde, bir misyoner şöyle diyor: "Avrupa 'hasta adam'dan korkuyordu. Çünkü arkasında bir parmak işaretiyle cihada koşabilecek üçyüzmilyon insan vardı.) [103] 'el-Muhattataful isti'mariye fi muhafatil' islam' Muhammed Mahmud Savvaf, sh. 218) [104] (1- Burada kitabın içeriğini eleştirmeyeceğiz. 'Oryantalisler ve islam' adlı eserde bu kitabı geniş biçimde eleştirdim.) [105] (2- Seçimlere katılma hususundaki görüşümüzü bu bölümde açıklaycağız.) [106] (1- Daha önce düşmanların bütün İslam ülkelerinden çok Türkiye ve Mısırdaki İslami varlığı yıkmaya yöneldiklerini söylemiştik. Bunun başlıca nedeni Türkiye'nin hilafetin, siyasi ve askeri gücün merkezi, Mısır'ında Ezheryani müslümanların ilmi ve ruhi aydınlıklarının merkezi oluşuduru.) [107] İngilizler bu tehlikeyi yıllar önce sezdiler. Bu yüzden Mısır'a yönelik politikalarında köklü değişikiklere gittiler. Amaçlan ağır, sağlam ve etkin adımlarla barışçı bir şekilde tehlikeyi bertaraf etmekti. Bundan önceki stratejileri Mısır'ı bütünüyle arap ve islam dünyasından koparmak, Firavunluk dönemi özlemleriyle biçimlenmiş bir milliyetçiliği ön plana çıkarmak şeklindeydi. Geçen bölümde bu stratejiye işaret ettik. Bu arada dini duyarlılığı öldüren, insanı önemli hedeflerin peşinde koşmaktan alıkoyan ahlaki çözülme ve dejenerasyona yönelik faaliyetler de ihtimal göstermelik lider ancak bu kadarını biliyordu. Ancak darbenin gerçek lideri Abdunnasır her şeyi biliyordu kuşkusuz.)
[108] Sıkıyönetim hapishanesinde yaşanan vahşeti uzaktan da olsa tavsif eder ümidiyle okurlara bir örneği anlatmak istiyorum. 1954 yılında olaydan yaklaşık olarak bir ay sonra Şubat ayında gözaltına alındım. Şehid Yusuf Talat da benden kırk sekiz saat önce tutuklanmıştı. Üç hafta boyunca onu aramış, nihayet yerini belirleyip gözaltına almışlardı. Sıkıyönetim hapishanesindeki geleneğe göre tutuklanan her gruba karşılama (!) yapılırdı. Biz buna espiri olarak 'karşılama töreni' diyorduk. Cezaevi gardiyanları zindanın kapısında yan yana dizilirlerdi. Gelen her tutuklunun adı yazıldığı sırada, gardiyanların önünden geçerken her biri ya bir kırbaç ya bir tekme ya bir baston darbesini inrirdi, tutukluya. Kimisi bir yumruk, kimisi demir bir sopa rastgele yapıştırırdı tutuklunun her hangi bir yerine. Bunu bilinçli olarak yapıyorlardı. Amaç ilk andan itibaren tutukluların yüreğine korku salmaktı. Bu, devletin müslümanların üzerinde estirdiği genel terörün bir parçasıydı. Benimle birlikte tutuklanan herkes gibi ben de 'karşılama töreninden1 nasibimi aldım. Fakat - gardiyanların bana yaptıklarını kardeşler anlatana kadar- Şehid Yusuf Talat'a yapılanları görünce bütün bunuları unuttum. Zavallı adam zindanın kapısından kayıt bölmesine getirilene kadar öyle bir şiddete maruz kalmıştı ki, insan görmeye dayanamıyordu. Yusuf iri cüsseli, sağlam yapılı ve dolgun birisiydi, inancının derinliği ve gerçeği söylemedeki pervasızlığı yanısıra güçlü-kuvvetli oluşuyla da bilinirdi. Yukarıda da söylediğim gibi gözaltına alınışının üzerinden henüz kırksekiz saat geçmişti. Fakat görünüşü beni dehşete düşürdü. Kan ve tentürdiyot sızan sargı bezleri bacaklarından ayaklarına kadar iniyordu. Her iki kolu da aynı şekilde kanlı, tentürdiyotlu sargılar içindeydi, iki zebani ona eşlik ediyordu. Biri önden birde arkadan geliyordu, her adımda bir iki kırbaç iniyordu kanlı bacaklarına. Biri önden biri arkadan vuruyordu. Buna rağmen her seferinde attığı adım beş santimi geçmiyordu. Hiç kuşkusuz, zindanın kapısından kayıt bürosunu kadar katettiği bu mesafede üzerine inen yakıcı kırbaç darbeleri altında yapabilseydi, bir santim bile olsa adımını geniş atacaktı. Fakat yediği darbelerin etkisiyle mecali tükenmişti. Bu yüzden onu gördüğüm zaman 'karşılama töreninde' bana yapılanları unutuverdim. Tutuklanmadan önce, bu hapishaneye uygulanan işkence türlerine ilişkin çeşitli söylentiler duymuştum. Fakat bu dehşet verici manzarayı görmeden önce duyduklarım, işkenceyi gerçek şekliyle somutlaştıramıyordu zihnimde.) [109] 1965 yılında sıkıyönetim hapishanesindeki soruşturma esnasında sorgucu bana şöyle dedi: (Bu konuşma sorgulama raşivine geçmiştir.) "Bir topluluğun önünde iskenderiye olayları komplodur demişsin" Ben: "Böyle söylemedim" dedim. "Peki ne söyledin?" dedi. Onlara dedim ki; "iskenderiye olayları gerçekten olsaydı veya almasaydı bile İhvan'ın başına gelenler önceden planlanmıştı" dedim. Sorgucu hoşnut olmaya nbir tavırla: "Bunun böyle olduğuna ilişkin kanıtın nedir?" dedi. Şunları söyledim: "Hasan Seyyid adında bir arkadaşım vardı. Cemal Abdunnasır ona çok güvenirdi. 1952 yılından bu yana aramızda sağlam bir arkadaşlık kurulmuştu. 1954 yılının Haziran ayının sonlarına doğru bir akşam vakti bürosunda onu ziyaret ettim. (Avukat olarak çalışıyordu.) Çabucak işlerini tamamladı ve bana "gel" dedi. Sora bürosunun kapısını içirden kitledi. "Çok önemli bir iş için seni görmek istedim. Herhangi bir şekilde hükümetle İhvan arasındaki çatışmayı dudurmak istiyoruz" dedi. Ben: "Çatışma filan oldu bitti artık nasıl duduracaksınız" dedim. "Anlaşmayı (o tarihlerde ingilizlerle hükümet arasında yapılan bir anlaşmayı kastediyordu. İhvan bu anlaşmaya bir çok açıdan karşı çıkıyordu)
eleştirmekten vaz geçsinler" dedi. "Bu konudaki görüşlerini kamoyuna duyurmuş bulunuyorlar, artık ne yapılabilir ki?" dedim. "Politikadan uzak dursunlar ve dini bir örgüt olduklarını ilan etsinler" dedi. "Bunu kendilerini korumak için mi yapsınlar yani dayandıkları temelleri mi yıksınlar? Onların hareketleri en kapsamlı biçimde İslam'ı uygulamak esasına dayanıyor. Politika da bunun bir parçasıdır. Bu gün siyasetten çekilecek olurlarsa, hangi ilkeye dayanacaklar?" dedim. "Kriz atlatılana kadar, geçici bir süre için böyle bir tavır alsınlar. Sen onların başına nelerin geleceğini bilmiyorsun?" dedi. "Başlarına ne gelecekmiş" dedim. Cevap vermekte tereddüt etti. Bunun üzerine soruyu yineledim. "Ben içlerinde yaşıyorum. Ne olacağını biliyorum. Yani lideri tutuklayıp cemaatin ileri gelen şahsiyetlerinden biracını idam ettikleri, binlerce genci İbrahim Abdulhadi aracılığı ile işkenceden geçirdikleri zaman dava sona erer" dedi. " Bu sekide dava sona ermez." dedim. Sözüme karşı çıkarak: "Öyle sanıyorum ki, bu tür sıkıntılar dava adamlarının mücadele kararlılıklarını biler diyeceksin. Ben bu sözü senden çok daha fazla anlıyorum. Fakat davanın tekrar eski düzeyine gelebilmesi için, yüzyıl gerekecektir" dedi. "Günümüzde olaylar çok çabuk gelişiyor. Bir gelişmenin yüzyılı alması artık mümkün değildir. Bununla beraber benim elimden ne gelir ki?" dedim. "Kardeşin Seyyid'le görüş ve hükümetle zıtlaşma, çatışma politasını bir şekilde durdurmasını iste" dedi. Ona "Evet bunu yapacağım" dedi. Fakat kerdeşimle son tutuklamalardan önce buluşma imkanı bulamadım.) [110] Böylece dünya komuoyunu ilgi odağı haline gelen mülteciler sorunu çözümlenmiş oldu. Nihayet yahudiler çeşitli yöntemlerle kamuoyunun ilgisini mületcilerden uzaklaştırabilmişti.) [111] O tarihte arap ülkeleri İsrail'i tanımıyorlardı ve 'sözde israil devleti1 diyorlardı. Dolayısıyla ortada resmen tanınmış sınırlı söz konusu değildi.) [112] Johnston'un o tarihte nihai bir sınırın belirlenmesini, istemediği açıkça anlaşılıyor. Ki israil'i bağlayan bir durum sözkonusu olmasın. Johnston'un istediği İsrail'in varlığına yasallık kazandırmaktır. Bundan sonra sınırını genişletmesinin ber sakıncası yoktur.) [113] Böylece barış sağlamya ortam hazırlanıyor.) [114] 'Secular' yani laiklik arapçaya 'ilmaniye' şeklinde tercüme edilir. Oysa bu tercüme yanlıştır. Bu kelimenin 'dinsizlik1 olarak tercüme edilmesi gerikir. ('Çağdaş Fikir Akımları' kitabının laiklik bölümüne bakınız) [115] Anchor Books edition, Nev York, 1964 II. Bası sh. 319) [116] Age. sh. 320) [117] (2- İslam'ı yok etmek için Endülüs'te kurulan engizisyon mahkemeleri hariç. Daha önce bunu işaret etemiştik.) [118] Şehid imam Hasan el-Benna'ın 'Risalelerine bakınız.
[119] Bazı kaynaklar, Şehid imam'ı şahadetinden sonra yarım milyon insanın harekete katıldığını belirtir. Ancak titiz bir sayım yapılmış değildir.) [120] Hasan el Benna 'Risaleler' sh. 108-109) [121] (1- Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Eğer yakın bir yarar ve orta bir sefer olsaydı, onlar mutlaka seni izlerlerdi. Ama zorluk onlara uzak geldi." (Tevbe/ 42) [122] Hidiv İsmail'e atitir bu söz [123] Bu da Taha Hüseyin'in sözüdür. [124] Yüce Allah Şöyle buyuruyor: "Biz bun (Kur'an'ı) senin dilinle kolaylaştırdık, takva sahiplerine müjde vermen ve direnen bir kavmi uyarıp korkutman için" (Meryem/ 97) [125] (1- Gerçi Şehid imam hayatının son günlerinde cemaat tarafından görevlendirilen bazı kişilerin sorumsuz davranışlarından şikayet ediyordu. Fakat bu tür istisnalar kuralı değiştirmez. Yani, askerlerin komutanlarına itaat ettiği, ister istemez ona uyduğu gerçeğini değiştiremez.) [126] İleride bu konuya değineceğiz. [127] Hasan el Benna 'et-Tealim-1 risalesinde "Şehadet cümlesini diliyle söyleyen, bunların gereklerini ve farzları yerine getiren bir müslüman herhangi bir görüşünden veya işlediği bir günahdan dolayı tekfir etmeyiz" diyor. Sh. 539 Hasan el Benna'nın 'şehadetin gereklerinden1 kastettiği, hayatın her alanında Allah'ın indirdikleriyle hükmetmektir. Bu, imanın şartıdır ve bu olmadan iman olmaz: "Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda senin hükmüne başvurmadıkça, sonrada içlerinde senin verdiğin karara karşı en ufak bir sıkıntı olmaksızın tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar." (Nisa/ 65) Burada bir mesele karşımıza çıkıyor. Bu da bir çok insanın kafasını karıştırıyor. Kastettiğimiz, günah meselesidir. Ümmetin ortak görüşüne göre günah, Allah'ın indirdiklerine ters düşen bir amel olmakla beraber işleyen kimseyi iman çerçevesinin dışına çıkarmaz. Aslında bu iki yaklaşım arasında bir çelişki yoktur. Çünkü günah işleyen kimse, bu yaptığının günah olduğunu kabul ettiği zaman Allah'ın indirdikleriyle hükmediyor, eşya ve olayları onun terazisiyle ölçüyor demektir. Şehvetine ve ihtirasına yenik düşerek bu suçu, işlediği günahı helal kabul ederse bu durumda Allah'tan başkasının hükmüyle hükmediyor, ondan başkasının terazisiyle ölçüyor demektir, bu yüzden kafir olur. Aslında bu kişi söz konusu günahı işlemeksizin sırf helal saydığı için kafir olur. Çünkü -organlarıyla bu suçu işlemiş olsa bile- kalbi ile insanı iman çerçevesinin dışına çıaran bir tavır sergilemiş olur. Yani kendi nefsini Allah'a eş koşmuş olur. allah'm izni olmaksızın bir şeyi helal kılmış veya haram kılmış olur. Oysa helal ve haram, belirleme de, serbest ve yasak koymada tek yetkili yüce allah'ttr. Bu O'nun ortaksız yaratıcı olmasının zorunlu bir gereğidir: "Dikkat edin, yartma ve emir yetkisi
O'na aittir." (Araf, 54) Bu ayet, günah işleyen işlediği günahın helal olduğuna inanmadıkça, yani bu konuda Allah'ın hükmüne ters düşen bir hüküm vermedikçe insanı iman çerçevesinin dışına çıkarmadığını açık biçimde ortaya koymaktadır. Bununla beraber, ümmetin ortak görüşüne göre, bazı ameller vardır ki, bunlarda yapanın niyeti, helal sayıp saymadığı sorulmaz. Çünkü bu ameller bizzat küfrü ifade ederler. Puta secde etmek, Allah'ın kitabına dil uzatmak, Allah'ın peygamberine -selat ve selam üzerine olsun- sövmek, İslam düşmanlarına yardım etmek, Allah'ı bir yana bırakarak kendi başına helaller ve haramlar belirlemek yani Allah'ın şeriatından başka bir konunla hükmetmek gibi.) [128] İşte üçüncü program ya da 'hareket protokolü' dedikleri budur. [129] Süveyş kanalının millileştirilmesini kastediyor. [130] Konunun akışı içinde hareketin yolunda beliren bazı dönemeçlerden sözedilecektir. [131] Dışgörünüşleri itibariyle. Kalplerini ise ancak Allah bilir. [132] (1- İbni Teymiye, fetava, Mecmuatut- Tevhid 12. Risale, sh. 278) [133] (1- Gerçekte yeryüzünde -Peygamberimizin -Salât ve selâm üzerine olsuntoplumu da dahil- tamamen unsurları ayrışmış bir toplum yoktur. Her zaman durumları belli olmayan gruplar olur. Ancak bizim kastettiğimiz topluma niteliğini kazandıran belli başlı gruplardır.) [134] (1- Ibn- Kudame'nin 'el-Muğni' adlı eserinde şöyle deniliyor: Bir adam müslümanlığından kuşku duyduğu ve hünsa olması ihtimali bulunan bir insanın arkasında namaz kılarsa imamın küfrü ve müşkül hünsa olduğu açığa çıkmadığı sürece namazı geçerlidir. Çünkü namaz kılanların bu tavırları, özellikle imam olması zahiren hünsalıktan uzak olduğunu gösterir. Ancak namazdan sonra imamın kafirliği veya müşkül hünsalığı ortaya çıkarsa, namazı yenilemek gerekir... (Yazarın verdiği örnek küfür hükmünü verme noktasında Allah'ın şeriatının fiilen hakim olduğu islam toplumu için geçerlidir. -Çeviren-) [135] Az önce dedik ki, yeryüzünde hiç bir toplum yoktur ki tüm fertleri açıkça belli olsun. Peygamber toplumu da bu genellemenin içindedir. Her toplumda 'münafıklar' bulunur. Allah'ın indirdikleriyle hükmeden müslüman toplumda bunların hükmü, 'lailahe illallah' dedikleri ve Allah'ın şeriatına uydukları sürece 'müslüman1 şeklindedir. Ama şehadet kelimesini getirseler bile Allah'ın şeriatına uymazlarsa, mürted kabul edilirler. [136] Yazarın "Düzeltilmesi gereken kavramlar" kitabına bakabilirsiniz.
[137] İleride ele alacağımız "Geleceğe bakış" bölümünde bu noktaya değineceğiz.
[138] Afgan savaşının mesajı ve ona ilişkin değerlendirmelerimize "Geleceğe bakış" bölümünde yer vereceğiz. [139] Bu gençlerin Amerikan toplumu ile içli dışlı olmalarına rağmen, Demokrasinin arkasında uluslar arası siyonizmin olduğu ve siyonizmin çıkarı ile çelişen hiçbir fikir akımının pratikte uygulanmasına izin verilmediği gerçeğinin farkında olmayışları şaşırtıcıdır. [140] Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai ve İbni Mace. Dileyen "Peygamberden iktibaslar" kitabının "kesilecek hayvana eziyet etmeme" bölümüne bakabilir. [141] "Arzular ve Sakıncalar" başlıklı tebliğde. [142] Siyasi, toplumsal v.s. gibi... [143] Bu savaş bugün en kapsamlı şekliyle Afganistanda ve her yerdeki islamcı cemaatlara karşı sürmektedir. Ve yarın islam düşmanları müslü-man ümmete karşı en acımasız şekliyle bir savaş başlatmaktan çekinmeyeceklerdir. Bir sonraki "geleceğe bakış" bölümüne bakınız. [144] Askeri Hapishanede bulunduğumuz günlerde bir sabah Hapishane müdürü ile daha sonraları feci bir trafik kazasında paramparça olmak suretiyle Allah tarafından cezalandırılan en büyük celladı Hamza el-Bisyani çıka geldiler. Bizler, her gün sabah saat altıdan akşam dört buçuğa kadar süren sistematik işkencenin uygulandığı işkence Taburun-daydık. Küçük celladının buyruklarına ne kadar bağlı olduğunu göstermek için huzurunda hızlı adımlarla koşuşup saygı gösterisinde bulunmasının ardından, Atının üzerinden bize dönerek şunları söyledi Hamza el-Bisyuni: "Bütün yaptıklarımıza rağmen hala yaşıyorsunuz O... çocuklan. Daha ne yapalım size? Bütün yapabildiğimiz birkaç yılda bir sizleri toplayıp sürüm sürüm süründürmektir." Yani bir bahane olsun olmasın bu uygulamalar çok önceden planlamıştır demek istiyordu. [145] Konunun akışı içinde "Dinlemek ve itaat etmek" meselesine değineceğiz. [146] Geçen sayfalarda bu hadise işaret edilmiştir. [147] Sh. 514'deki dipnot. [148] Nasırın iktidarı sırasında şöyle bir fıkra anlatılırdı: Bir gün Nasır Kalemini kaybeder ve bütün aramalara rağmen bulamaz. İçişleri Bakanına haber verir ve kalemi kimin aldığını araştırmasını ister. İçişleri Bakanı hemen isteneni yapar. Bir saat sonra Abdunnasır Bakanı arar ve kalemi bulduğunu dolayısıyla aramadan vazgeçmesini ister.
Bunun üzerine Bakan şu cevabı verir: Ama efendim, Beş kişi yakaladık, beşi de kaleminizi aldığını "itiraf etti!!! [149] Yazar, burada Seyyid Kutub'un şehit edilişini kastediyor olsa gerektir. (Çev.) [150] "Sapma akımı" bölümüne bkz. [151] "Sapmanın sonuçları" bölümüne bkz. [152] Buhari - Müslim. [153] Yazarın "çağdaş fikir akımları" kitabına bakınız. [154] Geçen bölümdeki "düşünce savaşı" başlığı ile sunulan bölüme ve "çağdaş fikir akımları kitabında yeralan "laiklik" bölümüne bakınız. [155] Taha, 50. [156] Bu gün artık bilimde bu kanunların "kesin" olmadığını söylüyor. Sadece birbirini destekleyen bir takım "ihtimallerden" sözediyor. [157] Bir sonraki "Geleceğe bakış" bölümünde bu gerçeğe değineceğiz. [158] Günümüzde olduğu gibi. [159] Ebu Yusuf, "el-Harac" kitabında der ki; "Devlet Başkanı, Beytul malın ihtiyaç duyduğu miktarı zenginlerin mallarından alabilir. [160] Daha geniş bilgi için yazarın "Çağdaş fikir akımları" kitabının "Demokrasi" bölümüne bakınız: [161] İslami yönetime karşı ileri sürülen hayret verici konulardan biri de gayri müslüm azınlıklar sorunudur. Yeryüzünün birçok bölgesinde müslüman azınlıklar var ve onların o ülke halklarının dini inançlarını yaşamalarına engel oluşturmaları düşünülmediği gibi buna müsade de edilmez. Peki, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmek islamın ayrılmaz bir parçısı olduğu halde gayri müslim azınlıkların müslüman çoğunluğun inançlannı uygulamalarına engel olma hakkı nerden doğuyor? [162] Hikaye şöyledir: Bir sürü kızıl öküzün arasında bir de Beyaz öküz varmış. Rengi başkadır diye bu öküzü sevmezlermiş, Ondan nefret ederlermiş. Bir gün Aslan gelmiş ve yemek üzere aralanndan birini vermelerini istemiş. Onlarda Beyaz öküzden kurtulmak için onu vermişler Aslana. Fakat bir süre sonra aslan yine gelmiş ve yemek üzere bir öküz daha istemiş. Daha sonra parçalamak üzere birinin üzerine atlamış. Aslanın pençesindeki öküz şöyle demiş: "Aslında beni, Beyaz öküzü yediğin gün yemiştin."
[163] Daha geniş, bilgi için, yazarın "çağdaş fikir akımları" kitabında yeralan "Avrupa'nın bozulmasında Yahudilerin oynadığı rol" bölümüne bakılabilir. [164] "Büyük Önderlerin"(!) en büyük özelliği, islam düşmanlarının arzusu gereği edebi Arapçıyı konuşamamaktadır. Emperyalistler uşaklarını onların bilgisi dahilinde veya onlardan habersiz halk dilini iyi konuşanlar arasından seçerler. [165] Bilindiği gibi Yahudiler, -ne kadar hizmet etselerde- kendi çıkarlarına önem verdikleri kadar uşaklarının duygularına değer vermezler. Okuyucular hatırlarki, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı kendilerine akıl almaz hizmetler sunduğu halde onu bile, çok kere incitmişlerdir. [166] Aslında birbirini seven, birbiriyle kaynaşmış, islami pratik olarak yaşayan ve İslama davet eden bir cemaat olmaksızın islam için çalışmak yeterli olmaz. Ama biz burada fiili bir durumu dile getirdik. [167] Hiç kuşkusuz, Haçlılarla sıkı bir dayanışma içindedirler bu konuda. [168] İmam Ahmed Huzeyfe b. Yeman'a dayanak rivayet etmiştir. [169] "el-İslam ven-Nizam'al alemiy el-Cedid" Te'lif: Mevla Muhammed Ali, Araçaya çeviren: Ahmed Lud es-Sahar. [170] Bugün Japonya ve Korede büyük cemaatler İslama girmiştir. [171] "Çağdaş Fikir Akımları" "Laiklik" bölümüne bakınız. [172]
Aslında kendileri onların üç katıydılar.