OSMAN AYSU AŞK OYUNU
"Gerilim ve macera romanlarının büyük ustası sizi yine entrikalı bir ask ortamında heyecanın zirvesine çıkaracak" Genç iş adamının babasının ölümü bir anda hayatının büyük ölçüde değişmesine ve içinden çıkılmaz bir girdaba kapılmasına neden olacaktır. Bunca yıllık yargıları bir anda değişecek, ahlak ve değer ölçüleri zedelenecek, hayatını bundan sonrası için ne denli sağlıklı ve isabetli bir karar vereceğini bilemeyecektir. Bir anda erişilmesi çok zor bir servetin mirasçısı haline gelmiştir. Kendi halinde bir doktor olarak tanıdığı babasının ölümüyle birlikte onun holding sahibi çok zengin bir işadamı olduğunu öğrenmek yeterince şaşırtıcı olmuştur. Ama asıl sorun bu değildir. Babası açılan vasiyetnamesinde geride bıraktığı genç eşiyle evlenmesini ve holdingi birlikte yürütmelerini şart koşmuştur.
Osman Aysu Aşk Oyunu ISBN 975-503-132-4 9"78975S"031323" EVRİM YAYINEVİ Kadıköy iş Merkezi Neşet Ömer Sok. No: 10/ 73-78 Tel: (0216) 347 49 63 Fax: (0216)347 7612 EVRİM 34710 Kadıköy/İSTANBUL http://www.evrimkitap.com e-mail:
[email protected]
Osman Aysu Aşk Oyunu Çatı katındaki odanın kapısına geldiğimde kısa bir duraklama geçirdim. Sanki içimden yükselen bir his odaya girmememi söylüyordu. Bu anlamsız duygunun neden kaynaklandığını kesinlikle bilmiyordum.Usulca tokmağı çevirip kapıyı ittim, pervazın yanındaki elektrik düğmesini el yordamıyla bularak çevirdim. Çıplak ampulün sarı ışığıyla aydınlanan odaya bir göz attım. Düzensiz, bakımsız ve sanki yıllardır el değmemiş görünümündeydi. Uzun zamandır kapalı kalmanın doğurduğu havasızlıktan burnuma küf ve rutubet kokusu çarptı. Bir gariplik sezinledim. Burası rahmetli babamın hayatı boyunca sürdürdüğü intizamlı yaşamı, alışkanlıkları ve derli topluluğuyla sanki tezat teşkil ediyordu. Bu dağınık ve metruk oda, onun hayatından geri kalan bir yer olamazdı. Anılarımla yargılarım
arasında beni rahatsız eden bir çatışma başlamıştı ve ne olduğunu kestiremediğim tedirgin bir ruh hâli dalga dalga benliğimi kaplıyordu.. Küf kokan tozlu odanın içinde birkaç adım attım. Cilâsı bozulmuş, yer yer kabarmış parkelerin üzerine atılmış eski püskü, şeklini kaybetmiş iki boş bavul, bir bacağı kırık olduğundan yan yatmış hezaren iskemle, nedense kimseye verilmeden bu güne kadar saklanmış bjrkaç bakır tencere, babamın gençliğinden kalma akordeon ve yaprakları sararmış dizi dizi eski tarih mecmuaları sonsuzluğa kadar akıbetlerini bekler bir hava içinde terkedilmişliği yaşıyorlardı. Çok uzun zamandan beri bu odaya girmediğimi hatırladım birden; belki on beş seneden beri, daha doğrusu bu evden çıktığımdan beri adımımı atmamıştım. Ziyaretlerim sırasında da, haliyle çatı katına çıkmak gereğini duymamıştım hiç. Meğer ne çok lüzumsuz eşya birikmiş burada, diye düşündüm bir an. Bakışlarımı etrafta dolaştırmaya devam ettim. Babamın anılarına sadık, eskiye değer verdiğini, alıştığı eşyalardan kolay kopamadığını bilirdim, ama bu kadarını da tahmin ve tasavvur edememiştim doğrusu. Burası bir eskici dükkanı gibiydi; köşeye atılmış bisikletimi görünce irkilmekten kendimi alamadım. Sünnetim de amcam hediye etmişti.
Jantı eğrilmiş, selesinin derisi yırtılmış haliyle bir köşede duruyordu. Neredeyse bana aidiyetini bile zor hatırlamıştım. Başka bir yanda annemden kalma Singer marka dikiş makinesi, irili ufaklı mücevher kutuları, katlanıp bohça haline getirilmiş daha bir yığın atılacak eşya doluydu yerlerde. Babamın bunları niye muhafaza ettiğini anlayamamıştım. Sanki burada bir tarih yatıyordu; ailemizin geçmişi, birlikteliğimizin geriye kalmış anılarının sembolleşmiş eşyaları. İçimi bir hüzün kapladı. Aşağı katlar geçen hafta vefat eden babamın sıcak ve alıştığım, yakından tanıdığım hayatının izlerini taşıyordu; her şey normaldi. İntizamlı, bakımlı ve tertemiz. Lâkin bu oda, onun kişiliğine ters düşen bir pislik içindeydi. Ayrıca bütün bu gereksiz eşyaları saklamasına rağmen neden onları darmadağınık bıraktığını da anlamamıştım. Üzerini kesif toz kaplamış anneme ait boş mücevher kutularından birini yerden aldım. Onu gayet iyi hatırlıyordum. İçi siyah kadifeyle kaplı, üzeri minelerle bezenmiş Fransız yapımı bir mahfazaydı. İçinde pırlantalarla kaplı zümrüt seti dururdu. İri küpeler, mekik yüzük ve şahane gerdanlığı. Anneme çok yakışırdı. Kuğu misâli ince uzun boynunda gerdanlığı bir an görür gibi oldum. Sonra, aklıma geldi birden; acaba
annemin mücevherleri ne olmuştu? Vefatı yaklaşık on beş yılı aşıyordu, içimi acı bir hüzün kapladı. Neredeyse bu odaya girdiğime pişman olmuştum. En iyisi uygun bir zamanda yeniden gelip bu evde esaslı bir tasfiye ve temizlik yapmam gerekecekti. Geçmişin anıları âdete omuzlarıma çökmüştü. Işığı kapatıp dışarı çıkmak istedim. Ama yapamadım; o izah edemediğim içimdeki tuhaf duygu, sanki orada kalmaya, döküntü eşyaları karıştırmaya zorluyordu beni. Duraksadım yeniden; burada beni araştırmaya zorlayan ne olabilirdi ki? Hepsi miadını doldurmuş, kullanım özelliklerini yitirmiş bir yığın eski püskü şeyler. Sadece anılarımı tazeleyen bir nostalji deposu. Hepsi o kadar.. Elektrik düğmesine uzanan kolum havada kaldı. Kapının önünde durup bekledim. Sanki beni çağıran o tılsımlı şeyin ne olduğunu anlamak istercesine yeniden dağınık ve etrafa saçılmış eşyalara baktım. Geçen hafta babamın cenazesinden sonra emektar uşak Yahya Efendi teslim etmişti evin anahtarlarını. Neredeyse tüm ömrü babamın yanında geçirmişmiş, namuslu, dürüst ve sadık bir insandı. Kendimi bildiğim bileli bu evde yaşamıştı. O yalnız bir uşak değil, babamın can yoldaşıydı da. Hadi, babam bu eşyaların atılmasına ijtin vermemişti, ama Yahya Efendi acaba niye burayı temiz tutmamış, babamın kıyamadığı eski eşyaları derleyip toplamamıştı?
Yoksa hayattayken buraya girmesini yasaklamış mıydı? Bu düşünce biraz 6açma geldi, aklım yatmadı. Zaten kapı da kilitli değildi. İçimde beni tedirgin eden duyguyla eşyalara yeniden bir göz attım. Özellikle de tam karşıma isabet eden geniş duvarın dibinde istiflenmiş büyük mukavva kutulara baktım. Acaba içlerinde ne vardı? Babamın kütüphanesinde yer kalmadığı için buraya çıkarttığı eski kitaplar mı? Yaklaşıp içlerine baktım; çoğu boştu. İnanılır gibi değildi; boş kutuları bile buraya yığmışlardı. Yan tarafta, ilkokul çağındayken babamın bana yaptırdığı dört raflı maun kitaplık bile buradaydı. Elimde olmadan gülümsedim, yirmi yıl evvelinin beynime üşüşen tatlı anılarıyla kitaplığa yaklaştım. Şimdi raflarda kısmen kırık biblolar, vazolar, içlerine tükenmez kalem doldurulmuş çatlak bardaklar ve daha bir yığın öteberi istif edilmişti. Fakat beni asıl hayrete düşüren şey kitaplığa yaklaştıkça içimdeki o garip duygunun da şiddetinin artmasıydı. Sanki aradığım şeye yaklaştığımı hissediyordum. Bu durum önce bana komik geldi. Bit pazarına benzeyen oda da ne bulabilirdim ki? Sonra gözüm üçüncü rafta duran mukavva kutuya takıldı. Nedense önüne geçilmez bir
istek, onu açıp içine bakmamı söylüyordu. Kalp atışlarım hızlanmış, sebepsiz yere vücudumu ter kaplamıştı. Dilim damağım kurumuştu birden. Gözlerim sanki hedefine ulaşmaya çalışan bir roket gibi kutuya kilitlenmişti. Bu odada kalmamı sağlayan o esrarengiz tılsım kutunun içindeydi. Bunu hissediyor fakat, nedense ellerimi üstü tozla kaplanmış kutuya uzatamıyordum. Ürkeklik, bir tür korku veya geleceğimi değiştirecek bir felaketin habercisi vardı içimde sanki.. Bunları duyumsadığım için kendimle dalga geçmek istedim. Bu olsa olsa bir evham, ya da babasıyla ilişkileri bozuk bir evlâdın nedamet endişesi olabilirdi. Yani bir tür suçluluk kompleksi. Her an babamla olan çekişmemi yargılayıp hükme bağlayacak bir suç delili.İşin aslına bakılırsa, üç gündür kendimi yargılıyor, geçmişin sık sık muhasebesini yapmaya çalışıyor-dum; çok daha önceleri yapmam gereken ve doğruyu bulmam icap ederken, yılların ihmâli şimdi benliğimde fırtınalar ve pişmanlıklar yaratıyordu. Sanırım evlâtlık vazifelerimi hakkıyla yerine getirememiştim. işin garip yanı babamı severdim, ama bu hissimi özellikle son on yıldır ondan saklamaya ve
esirgemeye çalışmıştım. Annemin zamansız ve âni ölümünden sonra aramız iyiden iyiye açılmış, görüşmelerimiz asgari düzeye inmişti. Annemin ölümünden âdeta onu sorumlu tutmuş ve suçlamıştım. Gerçekten suçlu muydu? Bilmiyordum; bu gün de bilmiyorum hâlâ.. İnsanları suçlamak kolaydı, asıl zor olan masumiyetlerine inanmak ve bu yolda çaba harcamaktı. Annesine aşırı düşkün bir evlât olarak bu cehti göstermiş miydim acaba? Gösterdiğim pek söylenemezdi; hiç kuşkusuz hissi ve tesir altında kalarak hükme varmış, babamı ihmâl etmiş, uzak ve mesafeli davranmıştım. Büyülenmiş gibi o tozlu kutuya bakmaya devam ediyordum. Elim uzanamıyordu bir türlü.. Belki de korkuyordum.. İçimdeki o titreşimler, benliğimi saran heyecan, o kutunun bu güne kadar bilmediğim bazı ailevi sırları açığa çıkaracağı endişesi yaratıyordu ben de.. İlk bakışta komik ve anlamsız bir saplantı olarak gözükebilirdi; çatı katındaki bu terkedilmiş
odada duygularımı zorlayan, bunca yıllık hissiyatımı değiştiren ne tür bir gerçekle karşılaşabilirdim ki? Vesvese, çocukça bir endişeydi benim ki. O kutudan değil, beynime saplanan düşüncelerden sıyrılmalıydım asıl. Nihayet tozlu kutuyu raftan aldım. Hafifçe salladım. Sallayınca içindeki nesnenin hareket ettiğini fark ettim, sağa sola bir kayma olmuştu. Acaba içinde ne vardı? Belki çok saçma sapan bir şey, asla saklanmaya gerek duyulmayacak, tıpkı buradaki diğer eşyalar gibi bir an önce çöp tenekesine atılacak bir nesne.. O zamana kadar babamın bilmediğim saklama huyunun başka bir tezahürü. Ama kapağı açamıyordum bir türlü. Önce üzerindeki yoğun toz tabakasını hafifçe üfledim. Kalkan tozların genzime kaçmasını önlemek için bir iki adım geri çekildim. Buna rağmen nefesimle birlikte yoğun toz bulutunun burun deliklerime dolduğunu hissetmiştim. Kutunun kapağını kaldırdım sonunda. Hiç beklemediğim bir şey çıktı içinden. Deri kaplı, irice bir defter. Hani çoğunlukla genç kızların tuttukları, sayfalarına ilk aşklarını ya da arkadaşlarının düşüncelerini kaydettirdikleri, ufak kilidi olan, abuk subuk cümlelerin yer aldığı
çirişten bir defter. Artık zamanımızda genç kızların bu heveslerinin devam edip etmediğini bile bilmiyordum. Elimde olmadan gülümsedim önce. Her halde annemin genç kızlığından kalma olmalıydı. Bu evde yaşadığım sürelerde onu hiç görmemiştim. Annem ölünceye kadar romantik kalmış bir kadındı zaten; her halde genç kızlığında tuttuğu bu defteri saklamıştı. Hatta emindim ki, babam bile defterin varlığından annemin vefatına kadar mutlaka haberdar olmamıştı. Annem kendi kişiliğini açığa vuracak şeyleri sır gibi saklardı. Bir süre öylece kaldım. Belki elime canlı bir hazine geçmişti. Müfide Hanımın gençlik heyecanları.. Acaba bunca yıldır saklı kalan anılarını okumam, ona karşı saygısızlık mı olacaktı? Birden karar veremedim. O kadar asil ve muhterem bir kadındı ki, kaleme aldıklarını muhtemelen tebessüm ederek okumam, onun yüreğimde ve beynimde yer eden aziz anısına hürmetsizlik olacak gibi geldi bir an. Nereden bakılsa, elli yıl belki de daha fazla süreli bir geçmişin saf ve çocukça heyecanlarına tanık olacaktım.
Defteri kutudan çıkardım; ellerimin arasında kutsal bir emaneti taşırcasına tuttum bir süre. Sayfalara göz atamadım. Gözlerim buğulanır gibi oldu; galiba sevmediğim bu huyumu annemden almış olmalıydım, bir erkeğe yakışmayacak kadar duygusal yapım vardı. Daha babamı kaybedeli bir hafta olmasına rağmen, şu an annemin anılarının ruhumda yarattığı eziklikle ağlamaya hazır bir hale gelmiştim. Hayır, diye mırıldandım kendi kendime. Tabii ki okuyacaktım, bundan daha doğal ne olabilirdi ki, sevinmeliydim hatta, şöyle bir düşündüm, bu annemden kalan en canlı mirastı.. Kendi el yazısı.. Bana kalan en kıymetli eşyası. maddiyatın ötesinde bir değer..
Her
türlü
Defter kilitli değildi. Her halde babam, annemin ölümünden sonra onu bulunca açıp okumuş, atmaya kıyamamış ama sonunda yeterince değerli bulmayarak bu eski eşyaların bulunduğu çatı katına çıkarıp, diğer eski eşyalar gibi akıbetine terk etmişti. Tıpkı bisikletim, kendi akordeonu veya bacağı kırık hezaren sandalye gibi.. Sinirlenir gibi oldum.
Yıllardır babama süren gelen kırgınlığım yeniden alevlendi. Anneme olan sevgimi ve aşırı düşkünlüğümü bilirdi; en azından bu defterden beni de haberdar etmesi, istiyorsam saklama imkanımı bana sağlaması gerekirdi. Oysa annemin böyle bir deftere sahip olduğunu ancak yıllar sonra öğrenebiliyordum, hem de tamamen tesadüfen. Annemden kalan en büyük mirastan beni mahrum etmişti. Artık ölmüş bir insanın arkasından kötü şeyler düşünmek istemiyordum, ama bu babamla aramdaki ruhsal uçurumun en tipik örneklerinden biriydi işte. Hayatta ki maddi değerlerin hepsini bilir fakat mânevi kıymetleri takdir edemezdi, daha doğrusu etmezdi. Aslında annemin anılarını bu küflü ve tozlu çatı katı odasında okumaya hiç niyetim yoktu; defteri bu akşam kendi evime götürecek, çalışma odamdaki rahat koltuğuma gömülerek okuyacaktım. Belki içindeki satırlar -belki değil kesinlikle öyleydi- babamla tanışmadan önce kaleme alınmış çocuksu duyguların ifadesiydi, ama ne olursa olsun, onlar annemin hisleriydi ve ben onları rahat ve alıştığım atmosferde okumak istiyordum. Ne bu pis oda da, ne de bir türlü bana ait olduğunu kabullenemediğim babamın evinde.. Ama o an olmayacak bir şey yaptım. İçimden bir his, bir özlem duygusu, sanki bana
annemden bir şey getirecekmiş gibi el yazısını görmek isteği yarattı. Deri kaplı defterin kapağını açtım. Büyük şaşkınlığa da o zaman kapıldım. Bu annemin el yazısı değildi. Bakışlarım donuklaştı. Annemin hatıra defterini bulduğuma kendimi öyle şartlandırmıştım ki, durumu kabullenemedim önce. Aptallaşmış olarak satırlara baktım.. Garipseyerek ilk bir iki satırı okudum. Neden sonra uyandım. Bu babamın el yazısıydı. Ayrıca buna tam olarak hatırat da denemezdi, belki uzun ve fasılalı zaman dilimleri içinde tutulmuş notlardı. Babam yazmayı hiç sevmezdi. Asla böyle bir alışkanlığı da olmamıştı. Onun anılarını kaleme alacağını düşünemezdim. Nedense her doktor gibi onun da kaligrafisi berbattı, yazdıklarını zor okuyordum, ama ifadesi hayli düzgün, çarpıcı ve akıcıydı. Babam hakkında bir daha yanılmıştım. İçime çöken burukluk devam ediyordu, fakat bu
defa otuz beş yaşını süren bir erişkin olarak kendimi suçluyordum. Acaba nerede hata etmiştim? Ona hak ettiği sevgiyi verememiş miydim? Tek suçlu o muydu? Hiç mi ben de hata yoktu? Üstelik elimde tuttuğum defterin daha ilk sayfası bana tahsis edilmiş, aramızdaki baba - oğul münasebetini gayet objektif bir şekilde analize çalışmıştı.. Defteri kapattım, koltuğumun altına sıkıştırarak elektriği söndürüp dağınık odadan çıktım. İki kat aşağıya inerek babamın çalışma odasına girdim. O saatte villada tek basmaydım. Bir müddet kararsızlık içinde bocaladım; kapının önünde duran arabama binip kendi evime gitmek istiyordum, fakat bunu yapamayacağımı çabuk anladım. O defterin içinde yazılanları bir tür babamın vasiyeti şeklinde kabul etmiştim. İlk sayfada yazılanlar yalnız aramızdaki ilişkinin bir çözümlemesi değil, bundan sonra ne yapmamı, ne şekilde davranmamı gösteren bir tavsiyeler yumağı olabilirdi. Defterdekileri derhal okumazsam, rahatlayamayacağımı anlamıştım artık. Deri kaplı defteri masanın üzerine bıraktım. Masanın üzerindeki lambayı yakarak babamın maroken koltuğuna oturdum; yine de bir süre defterin
kapağını açamadım. Babamın vefatını takip eden şu bir hafta içinde hiç aklıma gelmemişti, acaba babamın resmî bir vasiyetnamesi var mıydı? Yığınla hukukçu dostu, arkadaşı mevcuttu, belki son arzularını tanzim eden bir yazılı belge tanzim ettirmiş olabilirdi. İtiraf edeyim ki geriye bıraktığı zengin mal varlığı pek umurumda değildi, bunu şimdiye kadar beynimde hiç mesele etmemiştim, şimdi de etmiyordum. Ama önemli bir an yaşadığım içime doğuyordu. Ayrıca o defterin muhtevası beni korkutuyordu da. Orada beklemediğim gerçeklerle karşılaşacaktım. Belki de babamla, geçmişimle, hatta geleceğimle hesaplaşma zamanı gelmişti. Daraldığımı, boğulacak gibi olduğumu hissettim, gömleğimin yaka düğmesini açıp, kravatımı gevşettim. Koltuğa yaslanıp sallanmaya başladım. Gözlerimi defterden ayıramıyordum. Çatı katında bulduğum defter hiç şüphesiz babamın mirasıyla ilgili olamazdı; ayrıca bıraktığı hatırı sayılır mirasın gözümde pek itibarı da yoktu ama aramızdaki baba - oğul ilişkisini sonsuza kadar etkileyeceğini daha ilk satırından anlamıştım. Acaba o satırları niye yazmıştı?
Bunu bana elime geçecek şekilde yazıp ulaşmasını neden sağlamamıştı? Ya da kendisine yaptığım çok nadir ziyaretlerimden birinde söz konusu etmemişti? En azından buna hakkı vardı.. Fikirlerini bana açsa, karşılıklı tartışır, belki de aramızdaki askıda kalmış ihtilâfları bir noktaya bağlardık. Ama babam bunu hiç yapmamış, denemeye teşebbüs dahi etmemişti.. Odanın havası ağırlaşır gibi geldi bana. Bakışlarım etrafta dolaştı. Tüm eşyalar, haliyle onun özelliklerini ve zevklerini yansıtıyordu. Meslekî kitapları, koyu ve insanın içine kasvet veren mobilyalarıyla tam bir Reha Şahin klasiği.. Pahalı fakat zevksiz ve ruhsuz eşyalar. Çoğunu ilk defa görüyormuşum gibi inceledim. Her taraf tertemizdi. Bakımlı ve derli toplu. Odaya onun kokusunun sindiğini söyleyebilirdim. Hafif bir tütün ve İngiliz Atkinson kolonyasının belli belirsiz kokusu. Babam kendisini pek yenileyemeyen insanlardan biriydi; zevklerini ve alışkanlıklarını asla değiştirmezdi. Masanın üzerindeki saatime bir göz
defteri
yeniden
açtım,
attım ve ilk sayfadan olmak üzere okumaya başladım. Bitirdiğimde çalışma odasının duvarındaki pandüllü antika saat on biri vuruyordu. Sanki başka bir âlemdeydim artık. Okuduklarım tüm benliğimi altüst etmişti. Zaman zaman satırlara tam bir dehşete kapılarak, bir korku romanı okuyormuş gibi titreyerek devam etmiştim. Bu durumum hiç de abartılı değildi; çünkü şimdiye kadar bilmediğim, hatta aklımın köşesinden bile geçmeyecek bazı aile sırlarını öğrenmiş bulunuyordum. önce inanmak istemedim, bir yanlışlık olabileceğini düşündüm. Ne var ki tümünün gerçek olması gerekiyordu, zira olaylar en yetkili kişi tarafından kaleme alınmıştı. Yerimden kalkamadım bir süre. Tir tir titriyordum. Öğrendiklerimi içime sindirmem oldukça zor olacaktı. Uzun süre masanın başında öylece kaldım.. Pek yanılmamıştım; babamın kaleme aldıklarını bir nevi vasiyetname demek yanlış olmazdı; ama ilk bakışta anlayamadığım hususlarda mevcuttu. Zira son sayfanın altına bir tarih atmıştı ve o tarih yedi yıl öncesine aitti.
Peki, sonra ne olmuştu? Neden babam bu yazdıklarını ortaya çıkarmak ya da bana eriştirmek yerine yukarıdaki o küflü odanın dağınıklığına terk etmişti? Bunları hiçbir zaman öğrenmemek ihtimalim de mevcuttu. Oradaki tüm eşyaları çöpe atabilirdim. Belki yasal ve geçerli bir vasiyetnamesi vardır, diye düşündüm sonra. Acaba tatsız ve şok edici gerçeği kanun yoluyla mı öğrenmemi tercih etmişti? Mümkündü, hatta babamın kişiliğine daha uygun düşen bir çözümdü bu. Kızgın mıydım? Hayır.. Ama tarifsiz bir hayal kırıklığı yaşadığım muhakkaktı. Galiba çok şaşırmıştım. Bütün değer yargılarım ters yüz olmuştu. O an ne düşüneceğimi kestiremiyordum.... Avukat Mehmet Ali Çayırlı beni gözleri yaşararak karşıladı. Upuzun kollarını iki yana açarak hasretle kucakladı. Hislerini içtenlikle ifade ettiğine emindim. Mehmet Ali amca babamın en sevdiğim arkadaşıydı ve onu çocukluğumdan beri tanırdım. Uzun süre birbirimize sarılı kaldık. Nihayet iri pençe gibi ellerini omzumdan çekmeden bir adım geriledi ve nemli gözlerini yüzüme dikti. Sesi titrek ve hüzünlüydü.
"Avukatlar meramını iyi anlatan, güzel konuşan insanlar olarak bilinir ama ne yazık ki ben, bu durumlarda fazla konuşkan ve ağzı lâf yapan insanlardan değilim. Üzüntümü nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum. Takdir edersin, baban çocukluk arkadaşımdır, üniversiteye kadar aynı okullarda hatta aynı sınıflarda okuduk; ona sevgim yıllanmış bir arkadaşlığın ötesinde kardeşlik seviyesindedir. O da rahmetli amcanın vefatından sonra beni kardeşi yerine koymuştur. Sana üzüntümü anlatacak kelimeler bulamıyorum, hâlâ kabullenemediğim bir boşluk içindeyim." "Sağ olun, Mehmet Ali mırıldandım. "Biliyorum."
Bey
amca"
diye
"Geç otur şöyle" diyerek bana yer gösterdi. Masasının karşısındaki geniş ve rahat maroken koltuğa oturduğumda yüreğim tarif edilmez çarpıntılar içindeydi. Az sonra ruhumu kemiren şüpheleri giderecek yasal cevap ve izahatları alacağımı düşünüyordum. Şayet dün gece babamın çalışma odasında okuduğum o garip ve yarım kalmış defterin içindekiler doğruysa, tüm hayatımın gidişatını değiştirecek olağandışı gerçeklerle yüz yüze gelecektim. Sabır ve metanetimi muhafaza etmeliydim. Mehmet
Ali
bey
masasının
arkasındaki
koltuğuna oturur oturmaz ne kadar diken üstünde ve huzursuz olduğunu anlamakta gecikmedim. O her zamanki neşeli, güler yüzlü, babacan ve her zaman duruma hâkim olan kişiliğinden eser kalmamıştı. Sanki az sonra patlayacak fırtına hazırlanıyormuş gibi tedirginlik içindeydi. İlk iş olarak telefondan kâtibini arayarak, gelecek her türlü telefonu kendisine bağlamamasını tembih etti. Yaşlanmış ve kırışıklıklarla kaplı yüzünden telâşını kavramam çok kolay olmuştu. "Acını takdir ediyorum" diye giriş yaptı. Sonra duraklayıp yüzüme baktı. Galiba elimde değildi. Öyle değişik duygular içindeydim ki, üzüntüm bir gerçek ise de en az içine düştüğüm kuşku ve tereddütlerde hislerimi aynı oranda etkiliyordu. Korkarım daha fazla dayanamayacaktım, bir an önce konuya girmek ve hakikatlerle yüzleşmek isteği galebe çalıyordu. Yüzümün durgun ve sakin ifadesine rağmen, ruhumda esen rüzgârları anlamış gibi, sessiz ve durağan tavrımı inceledi. Ve sanırım o an endişelendi. Konuyu değiştirmek isteğiyle avukat taktiğine başvurdu.
tecrübeli
bir
"Bu ziyaretini neye borçluyum, bakıyım" dedi babacan bir tavırla. Anladığım kadarıyla mevzua
direk kendisi bekliyordu.
girmektense,
benim
açmamı
Hiç tereddüt etmeden sordum. "Siz babamın en yakın arkadaşıydınız" dedim. "Her halde bilirsiniz, babam vasiyetname hazırladı mı?" Bu soruma hazırlıklı olmalıydı, ama ona rağmen yüzünün sarardığını hissettim. Koltuğunda geriye yaslanıp, kalın çerçeveli gözlüğünü çıkardı. Bir an sessiz kalıp yüzümde hâsıl olan merakı kontrole çalıştı. Artık vereceği cevap pek önemli değildi, çünkü acı da olsa gerçeği kavramıştım. O not defterinden öğrendiklerim doğruydu. İçimin allak bullak olduğunu duyumsadım, neredeyse kusacaktım, insanoğlu bir tuhaftı, gerçekleri kavrasa bile son ana kadar, hakikatler resmiyet kazanıncaya değin kabullenmek istemiyor, isteklerinin ve sağduyusunun galebe çalmasını umuyordu. Hâlâ babamın avukatının ağzından soruma onay almadığım halde, başım önüme düştü ve gerçeği kabullenmek zorunda kaldığımı anladım. Mehmet Ali Bey, "Evet" diye fısıldadı güçlükle. "Babanın bir vasiyetnamesi var. Onu istekleri
doğrultusunda ben kaleme aldım. Noter'e de onaylattık." Kısa bir sessizlik oldu. Yaşlı adam hafifçe içini çektî. "Bu vasiyetnamenin muhtevasını açıklamanın bana düşmesinden dolayı çok üzgünüm. Zira senin için çok şaşırtıcı bazı hükümleri olduğu muhakkak." Her şeye rağmen hafifçe gülümsemeyi başardım. "Evet, sanırım bunu biliyorum." Yaşlı avukat aniden irkilerek yüzüme baktı. Şaşırarak kekeledi. "Biliyor musun?" Başımı salladım. "Fakat nasıl olur? Baban bunu daima senden saklamaya çalıştı.." Her hangi bir açıklama yapmadım. Yaşlı adamın kalın gözlük camları arkasındaki göz bebekleri sanki daha da irileşmişti. Yüzüme hayretle bakıyordu. "Yoksa vefatından önce senle konuştu mu?" "Hayır" dedim. "Bu şansı yakalamayı çok isterdim, ama olmadı. Aslında bu görüşmeye ikimizin de ihtiyacı vardı; neden benden sakladığını bir türlü anlamıyorum."
Mehmet Ali amcanın omuzlan çöker gibi oldu. Yine de üzerinden büyük bir yük kalkmış gibi rahatladığını hissetmiştim. Babamın büyük sırrını yüzüme karşı açıklamanın sıkıntısından kurtulmanın rahatlığını yaşıyordu o an. Neden sonra aklına takılan soruyla dikkatini yeniden bana çevirip sordu. "Bunu nasıl öğrendin?" "Babamın tuttuğu bir hatıra defterinden." Kendini tutamayarak güldü. "Hatıra defteri mi? Bak, buna çok şaşırdım doğrusu. Rahmetli Reha'nın anılarını yazmak gibi bir alışkanlığı olduğunu hiç sanmazdım." "Ben de" diye mırıldandım. "Babam gibi birisi için biraz fazla romantik, değil mi?" Yüzüme biraz yadırgayarak baktı. "Hepimizin içinde böyle alenen açığa vuramayacağımız duygular vardır. Kim bilir, o yazdıkları da baban için bir kaçış, bir rahatlamaydı belki. Eskiden, yıllar önce, lise sıralarında çok iyi şiir yazdığını bilir miydin?" "Hayır" dedim, önleyemediğim sert ses tonumla.
Şu an Reha Şahin'in gençlik yılları ve hassasiyeti beni hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. Artık ona baba demeye bile zorlanıyordum. Beynimde soracağım o kadar sual birikmişti ki ister istemez onları bir sıraya koymak ve önem derecesine göre karşılıklarını almak istiyordum. Karşımdaki her ne kadar babamın çok yakın ve sevdiği bir arkadaşıysa da, her şeyden önce kanun adamıydı ve sorularıma dürüstlükle cevap vermek zorundaydı. Ayrıca ailemle ilişkilerimi açıklayıp netleştirecek başka tanıdığım da yoktu. "Bu acı gerçeği siz ne zaman öğrendiniz?" Utanmış gibi gözlerini benden kaçırıp önüne baktı ve fısıldar gibi konuştu. "Baban vasiyetnamesini tanzim ettirirken" dedi. Hiddetle ateş saçan gözlerimi yaşlı adama diktim. Böyle bir cevap vereceğini hiç düşünmemiştim, çünkü yalan söylüyordu. Yalan söylediğini babamın notlarından rahatça çıkarmıştım. "Neden bana tüm gerçekleri olduğu anlatmıyorsunuz?" diye homurdandım.
gibi
Mehmet Ali bey yeniden şaşkınlıkla yüzümü baktı.
"Attila, evladım" dedi. "Neden gerçekleri senden saklayayım ki? Artık bunun ne yararı var? Ayrıca ben bir hukuk adamıyım ve bu noktada kardeşim kadar sevdiğim babanın son arzularını yerine getirmek görevim. Sarsılacağını tahmin etmiştim ama bunu kabullenmen gerekir." Önce sustum. Zira kabullenmek yaşlı avukatın rahatlıkla söylediği kadar kolay değildi. Babamın notlarından onların öz evlâtları olmadığımı öğrenmiştim. Bu sır benden otuz beş sene saklanmıştı. Yerimde kim olsa aynı yıkımı geçirmesi doğaldı. Düngece sabaha kadar uyuyamamış, tüm geçmişimi, kendimi hatırladığım ilk yıllardan beri anılarımda canlandırmıştım. Babamla (daha doğrusu dün geceye kadar tabii babam olduğunu sandığım Reha beyle) aramdaki aykırılığı, sık sık düştüğümüz ihtilâfları, fikir uyuşmazlıklarını, birbirimize itici gelen davranışları şimdi daha iyi takdir ediyordum; bir yerde tabii nesep farklılığının sonuçları olmalıydı, bu çekişmeler. Ne de olsa aynı kanı taşımıyorduk. Ama anam, beni doğuran kadın olduğundan asla şüphe etmediğim o muhterem kadın, ona olan duygularıma ne demeliydi? Galiba öğrendiğim gerçeğin beni en fazla rahatsız eden yanı bu olmalıydı..
Oturduğum koltukta boğulacak gibiydim Sonra kendimi biraz toparlamaya çalışarak söylendim. "Bana gerçekleri tüm çıplaklığıyla anlatmıyorsunuz" diye fikrimi yineledim. Yaşlı avukat, "Neden böyle düşünüyorsun Attila?" dedi soğukkanlılıkla. "Çünkü yıllar evvel Şahin ailesi beni evlat edinirken sizde şahitlik yapmışsınız. Bunu da düngece o bahsettiğim notlardan çıkardım. Oysa şimdi bana vasiyetname tanzimi sırasında öğrendiğinizi söylüyorsunuz." Mehmet Ali amca aptallaşmış bir edayla yüzüme bakmaya başladı. Sanki nutku tutulmuştu adamcağızın. Hayretten kalın dudaklarının hafifçe aralandığını görüyordum. Bir iki saniye bön bön yüzüme bakmaya devam etti.. "Sen., sen.." diye geveledi ağzının içinde. "Bunu yeni mi öğrendin? Yani dün gece babanın notlarından mı?" Doğal bir savunmaya geçerek kükredim. "Ne sandınız ya? Başka nasıl bilebilirdim?" Yaşlı adam gerçek bir hayrete düşmüştü. "Çok üzgünüm" diye mırıldandı. "Bunu yıllardan beri bildiğini sanıyordum."
"Kimse bana bir şey söylemedi." "Müfide hanım da bahsetmedi mi?" "Hayır.. Asla.." "Fakat Reha.. Bana..." "Hakikatleri anlattığını mı söylemişti?" Yaşlı avukat durakladı biraz. "Tam olarak değil.. Ama son yıllarda aranızdaki uyuşmazlığın biraz da bundan kaynaklandığını sanıyordum." "Kesinlikle değil" dedim. "Bunlar daha ziyade mizaç ve karakter farkından, düşüncelerimizdeki terslikten kaynaklanan şeylerdi." Mehmet Ali bey birden koltuğundan fırladı, kalın çerçeveli gözlüğünü çıkararak gözlerini ovuşturmaya başladı, sonra tam bir şaşkınlık içinde pencerenin önüne giderek bana sırtını çevirip dışarıyı seyretmeye başladı. Aslında onun sokağa bakmadığını, beynindekileri tarttığını fark ettim. Garipseyerek arkasından baktım. Yaşlı avukattaki bu ani değişikliği anlayamamıştım. Tedirginliği nedendi acaba? Hele Şahin ailesinin öz oğlu olmadığımı yıllardan beri biliyorsa takındığı bu şaşkın tutum nedendi?
Sessizce beklemeyi yeğledim. Bana asırlar gibi gelen birkaç dakika sonra Mehmet Ali bey geri döndü, hüzünlü bir çehreyle pencerenin kenarından bana baktı. "Onlar için ne düşünüyorsun?" dedi. "Bilmiyorum.. Ben de bütün ^ece bu sorunun cevabını bulmaya çalıştım. Çok düşündüm. Annem hârika bir kadındı. Eşi bulunmaz bir insan. Vakitsiz öldü. Bana durumu neden açıklamadığını hâlâ anlamış değilim. Yaşıyor olsaydı belki bu fırtınayı daha rahat atlatabilirdim. Öz annemin verebileceği tüm sevgiyi bana vermişti. Fakat Reha bey için..." Yaşlı avukat müdahale etti. "Yapma Attila oğlum! Babandan Reha bey diye bahsetme.. Belki fikren uyuşamadığınız noktalar olmuştur, ama o sana daima öz evladı gibi davrandı, hiçbir isteğini geri çevirmedi, tüm görevlerini yerine getirdi, en iyi şartlarda seni okuttu, meslek sahibi kıldı, bir istediğini iki etmedi....." Mehmet Ali amca babamı savunmaya devam ediyordu, ama o anda birden beynim çalışmaya başladı, düşüncelere boğuldum, yaşlı adama odaklanan bakışlarım yoğunlaştı, söylediklerini dinlemiyor fakat aklıma yeni takılan soruyla endişeleniyordum. Onun için asıl mesele evlat edinilmiş olmam değildi; çünkü o bu gerçeği
zaten bildiğimi sanıyordu. Oysa konuşmaya başlarken vasiyetname hükümlerini açıklamaktan dolayı çok üzüleceğini ifade etmişti. İrkildim birden. Bundan daha kötüsü ne olabilirdi ki? Miras meselesi mi? Reha bey benden servetini mi kaçırmıştı? Hiç umurumda <3 değildi, ben de zengin biri sayılırdım. Mirasını dilediğine bırakabilirdi. Sonra yavaş yavaş düşüncelerimi toparlamaya başladım. Bu bir avukatın nezaretinde kaleme alınmış, Noter'den geçirilmiş resmi bir vasiyetnameydi. Kanuni bir hata olamazdı; en azından yasal aksaklığı Mehmet Ali amca babamı uyararak yol gösterirdi. Kanunlardan pek anlamazdım ama herkesin bildiği kadarıyla mirasta mahfuz hisse denen bir kural vardı, yani miras bırakan kimse, kanuni mirasçılarının haklarını vasiyet tarikiyle bertaraf edemezlerdi ve ben Şahin ailesinin halihazırda tek mirasçısıydım. O halde bu yaşlı adamı rahatsız eden şey neydi? "Bir dakika" dedim. Avukat susarak önüne baktı. uyandığımı anlamıştı sanırım.
Yeni
yeni
"Az önce vasiyetnamede bana açıklamaktan çekindiğiniz ve bir türlü söylemeye cesaret edemediğiniz bir husus var, değil mi?" diye sordum. Mehmet Ali bey çekinerek gözlerimin içine bakıyordu. Yutkundu, söze nereden gireceğini bilemez bir edayla ellerini pantolonun cebine soktu, sonra yeniden koltuğuna çöktü. "Evet" diye mırıldandı. "Aslında seni oldukça rahatsız edici bir durum var. Babanın isteği üzerine onun vefatına kadar bu konuyu kimseye açmamayı kendisine söz vermiştim. Bu gün artık zamanı geldi. Ne var ki, yıllardan beri bildiğini sandığım evlat edinme işini de yeni öğrendiğinden üst üste gelen bu bilgiler seni şok edecek nitelikte. Bu benim için de çok zor, fakat söylemek zorundayım." "Lütfen konuya gelin" dedim. "Öğrendiğimden daha tatsız bir haberle karşılaşacağımı hiç sanmıyorum." Gözlerini kırpıştırarak yüzüme bakmaya devam etti. Konuya hemen girememişti. O an beyninde hâlâ haberi bana nasıl söylemesi gerektiğinin hesabını yaptığını sezinlemiştim.
Nihayet baklayı ağzından çıkardı. "Baban iki sene evvel yeni bir izdivaç yaptı" diyebildi. İlk ağızda söylediğini iyi anlayamadığımı düşündüm. Yanlış işitmiş olmalıydım. Babam ve ikinci bir evlilik.. Komikti bu.. İnanılmaz bir şey..Rüyamda görsem zaten inanmazdım. Dona kalmış bir halde yaşlı avukatın suratına baktım. Şaka mı yapıyordu acaba? Babam yetmiş yaşına gelmiş biriydi; o yaştan sonra evlenmeye kalkmasını mantığım almıyordu. Hem az da olsa, zaman zaman babamın evine habersiz ziyaretlerimde olmuştu ama bunların hiç birisinde evde bir kadın görmemiştim. Nihayet dayanamadım. "Bu bir şaka mı?" diye sordum Şayet öyleyse çok tatsızdı, hele daha yediğim ilk darbenin yıkımını üzerimden atamadan, böyle bir takılmayı asla kaldıramazdım. Mehmet Ali beye kötü bir lâf etmemek için kendimi zorladım. Ama sonra gerçek birden kafama dank etti. Yaşlı avukat beni severdi ve böyle bir ruh haleti içinde boğulurken şaka yapmayacak kadar olgun ve anlayışlı bir insandı. Bu tür bir densizliği asla yapmazdı.
İnanmak istemiyordum fakat ummadığım bir gerçekle karşı karşıya kaldığımı da anlamakta gecikmedim. O an ne mi düşündüm? Tam olarak bilmiyorum. Galiba düşüncelerim, hislerim, geçmişimle ilgili bağlarım karman çorman olmuş, nasıl bir değerlendirme yapacağımı bilememenin aczine kapılmıştım. Sırıtmış bile olabilirim. Konuşamıyordum. Muhtemelen bir şok geçiriyordum o an.. Nitekim Mehmet Ali bey de ilk şok dalgasının üzerimdeki etkisinin hafiflemesini, olayı içime sindirmemi arzu edercesine, bir süre sessiz kalıp beklemeyi yeğlemişti. Ne kadar süre o halde kaldığımızı hatırlamıyorum. Mideme saplanmış bir krampın acını duyumsuyordum. Dilim damağım kurumuş, ellerim titremeye başlamıştı. Nedense ilk aklıma gelen, annemin azap çektiğine inandığım ruhu oldu. Şayet ruhlar bu dünyada olup bitenleri takip edebiliyorlarsa, o muhterem kadın kim bilir ne acılar çekiyordu.. Önce bu beni büsbütün çıldırtır gibi yaptı. Öfkem tepeme sıçradı. Annemin hiçbir şekilde üzülmesine cevaz veremezdim; ama sonra yavaş yavaş daha mantıklı düşünmeye
başladım, bunca senedir öz annem diye baktığım Müfide hanımın öleli yıllar olmuştu; belki babamın da uygun ve yaşıyla mütenasip bir kadınla evlenmesi kaçınılmazdı. Fakat anlayamadığım husus, neden bunca yıl beklediği ve yeni izdivacını cümle âlemden sakladığıydı. Belki utanmış, ya da benden çekinmişti. Çünkü bu evliliğe onay vermeyeceğimi tahmin etmiş olmalıydı. Oturduğum koltukta kaykıldım. İşte bu da Reha beyle iletişim kurumamamızın başka bir sonucuydu. Belki de yine hissi davranıyordum, ne de olsa o da yaşlı bir adamdı ve bakıma ihtiyacı vardı. Erkekler yaşlandıkça biraz daha bencil ve çıkarlarına düşkün oluyorlardı. Parası pulu, evinde hizmetkârı vardı ama yaşamda hiçbir şey insanın karısının yerini tutamazdı. Belki de kalp hastalığına yakalandıktan sonra evindeki düzeni çekip çevirecek, ona daha yakın olacak bir kadının varlığını ihtiyaç olarak hissetmişti. Keşke bana durumu açsaydı, diye düşündüm. Biliyordum; dün geceden beri öğrendiğim tüm şok edici sonuçlara rağmen, aslında onu daima sevmiş, çıkardığım bütün hır gürlere rağmen kalbimdeki varlığını hiçbir zaman bütünüyle söküp atmamıştım. Onun da bunu bildiğine emindim. Hayatının son deminde bile beni incitmemeye çalışmıştı.
Sonra içimdeki merak yeniden alevlendi. Babamın yeni karısı neredeydi? Öyle ya, onu bilen Mehmet Ali amcadan başka kimse yoktu, garip değil miydi bu durum.. Babamın ölüm anında bile onu gören olmamıştı. Bu ne biçim evlilikti? Karısı şayet kocasının en kötü anında dahi yanında olmazsa, ne işe yarayacak, ne faydası olacaktı? Cenazede de öyle birine rastlamamıştım. Gerçi bundan pek emin olamazdım, aslında epey üzgün ve dalgındım. Tanıdık tanımadık bir yığın insanın taziyelerini kabul etmiştim, haliyle tanımadığım bir kadın da o sırada gözden kaçmış olabilirdi. Birden uyandım; bu ne biçim bir evlilikti. Neden yeni karısı babamın yanında değildi? İzdivaçtaki garipliği yeni yeni fark ediyordum. Karşımda sessizliğini koruyan avukata sordum. "Babam ölürken bu kadın yanında değil miydi?" "Hiç sanmıyorum Atilla" dedi. "Bu da ne demek oluyor? Böyle evlilik mi olur? En zor gününde yanında değilse niçin onunla evlenmeye kalktı?"
Yaşlı adam yeniden yutkundu. "Haklısın" diye fısıldadı. "Nedenine ben de akıl sır erdiremedim." "Galiba beraber de oturmuyorlardı?" "Aynen öyle." Babamın avukatı beni tasdik ederken utanır gibi önüne bakmıştı yine. İçimdeki öfke yavaş yavaş yerini dayanılmaz bir meraka bırakıyordu. Babamın yeni karısı neyin nesiydi ve birlikte geçirilmeyen bir evlilik ne anlama geliyordu. Biraz daha sakinleşmeye çalıştım. Düşünüyor ama bir anlam veremiyordum bu garip izdivaca. "Onu tanıyor muyum?" diye sordum. "Hiç sanmıyorum" dedi Mehmet Ali bey önün© bakmaya devam ederek. "Ya siz?" "Bir defa gördüm." Yine nutkum tutuldu. Müteakip soruyu hemen yöneltemedim. Hâlâ işin içindeki garipliği tam olarak kavrayamamıştım.
"Babam bu evlilik için size bir gerekçe gösterdi mi?" Avukat hiç tereddüt etmeden, "hayır" dedi. "Yaşlılık ve yalnızlığından olabilir mi?" "Bilemiyorum, ama...." Nedense cümlesinin avukat. Sustu..
sonunu
getirememişti
"Devam edin, lütfen" dedim. "Söylediğin gerekçelerle bu izdivaca kalkıştığını sanmıyorum." Kaşlarım çatıldı. O yaştaki bir adam başka hangi sebeple evliliğe kalkışırdı ki? Her halde bu bir aşk izdivacı olamazdı. "Anlamıyorum" diye mırıldandım. "Çok tuhaf değil mi? Yetmiş yaşındaki bir adam başka hangi nedenle evlenir?" "Hiçbir fikrim yok." "Ama siz onun hayatta en sevdiği arkadaşıydınız, sormadınız mı?" "Sordum tabii, hatta uyardım da.. Ama bu işe karışmamamı söyledi." Büsbütün meraklanmıştım.
Birlikte yaşamadıklarına göre olayın bambaşka bir boyutu olmalıydı. Belki karşısına çıkan yaşlı bir kadına acımış, ona maddi destek sağlamaya kalkışmış da olabilirdi. Zira babamın insana ters gelen böyle yanları da olmuştu hep. "Kadın hasta, bakıma muhtaç filan mıydı?" diye sordum. Mehmet Ali amca yine olumsuzca başını salladı. O zaman aklıma daha çirkin bir ihtimal geldi. Belki de bu kadınla ilişkisinin evveliyatı vardı, geçmiş yıllardan kalma, hatta annemin yaşadığı devrelere kadar uzanan eski bir rabıta. Olamaz mıydı? Bütün tersliklerine rağmen, babamı aile hayatına bağlı, dışarıda gözü olmayan, ailesine merbut biri olarak tanımıştım. Fakat yine de belli olmazdı, belki geçmişindeki eski bir macerayı ömrünün son demlerinde evlenerek noktalamaya kalkışabilirdi. Bir tür borç ödeme gibi. Bilemiyordum.. Kafam karmakarışıktı. Bütün gece bende tam bir şok yaratan nesep meselesini düşünmüş, şimdi de öğrendiğim bu evliliğin üzerimde yarattığı yıkımla savaşıyordum. İki dayanılmaz olay üst üste gelmişti. Kafam durmuş, âdeta düşünemez hâle gelmiştim.
Aslında kızgın ve kırgındım; ama onlardan hâlâ anne ve baba diye bahsediyordum. Kan bağımın olmayışı fazla bir şey değiştirmemişti; ne de olsa otuz beş yıllık bir ömrü onlarla birlikte yaşamış, halli hamur olmuş, aile kavramıyla ilgili tüm değerleri yine onlar vasıtasıyla kazanmıştım. Uğradığım sukutu hayâl içimdeki duyguları bir çırpıda yok edemezdi. Müthiş bir eziklik hissetmeme rağmen sordum. "Bu kadın çok yaşlı mı?" Mehmet Ali bey bir süre yüzümü tedirgin nazarlarla süzdü. Adamcağız yine konuşmakta zorlanıyor gibiydi. Nihayet, "O senden küçük Attila" dedi. "Ne!" diye bağırdım. Sesimin yükselmesine engel olamamıştım. Yaşlı avukat da kızarmıştı mahcubiyetinden. "Doğru mu söylüyorsunuz?" "Üzgünüm evlâdım, ama gerçek bu." İnanamıyordum bir türlü. Çıldırmış mıydı bu adam? Yoksa geçirdiği kalp krizinden evvel aklî melekelerinde bir bozukluk mu olmuştu?
"Nasıl olur?" diye homurdandım. "Babam kızı yaşında biriyle nasıl evlenebilir?" "Ne yazık ki öyle. Ben de sebeple itiraz etmiştim zaten." "Ama yine de evlendi." "Maalesef." O zaman aklıma bambaşka bir neden geldi. Babamın cinsel hayatı hakkında hiçbir fikrim yoktu, bunu hiç düşünmek gereğini bile duymamıştım zaten. Erkeklerin uzun zaman cinsel hayatlarının kaybolmadığını kuşkusuz biliyordum; yoksa bir kazaya uğramış, genç bir kadınla giriştiği ilişkide onu hâmile mi bırakmıştı? Artık utanma hissini unutarak dilimin ucuna gelen soruyu yönelttim. "O kadından bir çocuğu mu oldu yoksa?" "Hayır" dedi yaşlı avukat. "Bunu bilmiyorum. En azından vasiyetnamede böyle bir çocuk için tahsis edilmiş bir hüküm yok." Biraz rahatlar gibi oldum. Ama miras hissemin bölünmesinden değil, sadece ailem olarak tanıdığım insanların ayrıca utanç sayılacak bir
leke ile töhmet altında kalmasından kurtulmuştum. Gerçi öyle de olsa bu yasalara uygun düşerdi ama benim toplum içindeki itibarımı zedeleyeceğine kuşku yoktu. Sonra yine bencil davranıyorum, diye düşünmeye başladım. Acele hüküm vermemeliydim; bu normal bir izdivaç görünmüyordu gözüme. Bir terslik, bir anormallik, bir olağan dişilik vardı olayda. Aklıma, mantığıma uygun düşmüyordu; birlikte geçirilmeyen bir yaşam, eşin herkesten saklanması ve asla uygun düşmeyecek bir yaş farkı.. Acaba babam böyle bir şeye neye kalkışmıştı? Yoksa o kadın, babamın kolay tava gelecek yaşlı ve zengin bir doktor görmüş, mirasına konabilmek için çeşitli hilelerle evliliğe mi zorlamıştı? Galiba akla yatkın tek izah tarzı bu olabilirdi. Aksi halde, benden de küçük olduğuna göre babam gibi yetmişine gelmiş bir ihtiyarda ne bulabilirdi ki? Sanırım beynimde mâkul bir çözüm bulmuştum artık. Hafif, iffetsiz, avantüre, fazla frapan biri olmalıydı. Yaşlı bir adama kancayı takıp, onu baştan çıkararak parasına konmayı planlayan pespayenin biri.. Asıl aklımın almadığı babam
gibi ciddi ve olgun sayılacak birinin nasıl olup da öyle birinin peşinden gitmesiydi. Ama erkek milleti ne yazık ki böyleydi; en olmayacak zamanlarda, en umulmayan kadınlara zaaf gösterirlerdi. içimden şirret, şırfıntı, fahişe, diye söylendim. Gerçekten de öyle düşünüyordum, neyse ki aklımdan geçirdiklerimi babamın en yakın arkadaşı duymuyordu. "Nasıl biri?" diye sordum Mehmet Ali Bey'e. Saçma bir soruydu elbette. Her ne olursa olsun, babamın eski dostu, ölmüş arkadaşının arkasından karısını çekiştirecek değildi ya.. Yaşlı avukat her zaman ki gibi kısa bir duraklamadan sonra, "Benim fikir beyan etmem, sanırım doğru olmaz. Zira onu yeterince tanıdığımı söyleyemem" dedi. "Bir kere karşılaştığım insan hakkında doğru bir hükme varmam çok zor. Seni de etkilemek istemem." "Anlıyorum" diye mırıldandım. Pespayenin teki, demeye dili varmıyordu tabii. En azından babama duyduğu bunca yıllık sevgi ve dostluk buna engeldi. Arkadaşının arkasından onun ruhunu taciz edecek tarzda konuşamazdı, ama ben hissiyatım mükemmelen anlamıştım.
"Her halde aşağılık kadının teki olmalı" diye söylendim. "Zengin avına çıkmış ve turnayı gözünden vurmuş bir fahişe. O yaşta, yetmişlik bir adamı kafa kola aldığına bakılırsa." "Erken hükme varma, Attila" dedi Mehmet Ali bey. Yine garipseyerek yüzüne baktım. "Başka ne olabilir ki? Aklınıza daha farklı bir şey geliyor mu?" Yaşlı adam yerinde ezilip büzülür gibi oldu. Başka bir şeyler bildiğini fakat bana açıklamaya çekindiğini hisseder gibi olmuştum. Dik dik yüzüne bakmaya devam ettim. "Yanıldığın bir nokta var" diye utanarak fısıldadı âdeta. "Neymiş o?" "Babanın anlattığına göre asıl kadının peşinde koşan, onu evlenmeye ikna için gayret gösteren bizim Reha imiş," kadın değil.." Küçümseyen bir eda ile gülümsedim. "Yapmayın Mehmet Ali bey amca" dedim. "Siz olgun ve deneyimli birisiniz, böyle kadınlarını tanırsınız, hiç dişi köpek kuyruk sallamasa erkeği peşinden gider mi? Belli ki önce babamı
kendine bağlamış, sonra taktik gereği uzaklaşmış ve babamı evliliğe icbar etmiştir. Tövbe, tövbe; belki kalp krizi de o yüzden gelmiştir. Yetmiş yaşındaki bir adamın o yaştaki bir kadınla...." Çekinerek cümlemin sonunu getiremedim. Arif olan ne demek istediğimi anlardı. Fakat Mehmet Ali Bey başını iki yana salladıktan sonra, "Bu yorumlarına katılmıyorum" diyerek beni hayrete düşürdü. "Dilediğini düşünmekte serbestsin tabii, ama yerinde olsam, önce onu tanır ancak sonra kesin kanaatimi izhar ederdim. Hem önünde sonunda onunla tanışmak zorunda kalacaksın." "Asla" diye gürledim. "Öyle bir çirkefle, asla tanışmak istemem." Yaşlı adam şaşkın şaşkın yüzüme baktı. "Ama bu tanışma kaçınılmaz" diye mırıldandı. Asabi bir sesle, "Hayır!" diye homurdandım. "Kimse beni onunla tanışmaya icbar edemez. Kesinlikle olmaz." "Fakat geniş bir mamelekin müşterek mirasçılarısınız, önünde sonunda karşılaşmak mecburiyetinde kalacaksınız."
Kendimi zor frenledim. Yaşlı adam haklıydı. Galiba miras meselesini çözmek için buna mecbur olabilirdim. Ama o sırada o kadar tepem atmıştı ki, hani bir an ailem diye tanıdığım insanlardan kalacak her türlü intikali bile ret edebilirdim. Düşündükçe küplere biniyordum, fakat sonra bunun kızgınlık, bir buhran anında ağzımdan çıkmış cümleler olduğunu anlamakta gecikmedim. Çok aptalca bir davranış olurdu. Onların öz oğlu olmasam bile yasal olarak kanuni mirasçısıydım; üstelik kalan mirasın miktar ve mahiyeti hakkında da bir bilgim yoktu. Gerekli müdahaleyi yapmazsam o şırfıntı çok daha fazla hak talep edebilirdi belki. Çünkü onun gerçek niyeti buydu. "Haklısınız" diye mırıldandım. "Yine de onunla karşılaşmak istemiyorum. En iyisi bütün bu işlerle benim adıma vekâleten siz meşgul olun. Ne de olsa babamın en yakın arkadaşısınız ve beni bebekliğimden beri tanırsınız. Bu yardımı benden esirgeyeceğinizi sanmıyorum." "İmkânım olsa bundan şeref duyardım Attila" dedi Mehmet Ali Bey gözlerini benden kaçırmaya çalışarak. "Ne demek istiyorsunuz? Yani beni temsil etmekten kaçınıyor musunuz?" "Ne münasebet! Yalnız bu işte seni temsil edemem."
"Neden?" "Çünkü babanın son isteğini yerine getirmek zorundayım. Ben Merve Hanımın avukatlığını yapacağım." Sanki dona kaldım. Açıkça itiraf etmese dahi dürüstlüğünden şüphe etmediğim bu adam o şırfıntıyı müdafaa etmeye çalışıyordu. Bunu sezinlemiştim. Zaten açıkça söylemişti de; babamın vasiyetini yerine getiriyormuş. Kendimi tutamadım ayağa fırladım. "Anlaşıldı" dedim. "Kendime bir avukat bulmalıyım. Zamanınızı aldığım için üzgünüm, özür dilerim." Yaşlı adam arkamdan seslendi, beni durdurmak istedi. Öyle gerilmiştim ki, artık hiçbir güç beni durduramazdı. Sokağa çıkıp, arabamın direksiyonuna geçinceye kadar sinirimden titreyip durdum. Dün geceden beri hayatımın akışı değişmişti. Yaşam boyu hiç ummadığım silleleri peş peşi sıra yiyordum. İşin en acısı, bundan daha da beterinin başıma gelemeyeceği inancıydı. Meğer ne safmışım!
Asıl macera yeni başlıyormuş... Avukat Mehmet Ali Bey'le yaptığım görüşmeden yaklaşık bir hafta sonraydı; Sirkeci'deki işyerimde ortaklarımdan Emin Soysal'la ithalat rejimindeki daralmalardan bahsederken, kapı açılıp içeriye şirket avukatımız Nejat Zorlu girdi. Nejat henüz genç bir avukattı, ama çalışkan, becerikli, atak ve tuttuğunu koparan bir delikanlıydı. En önemlisi de mesleğinin genel prensiplerine bağlı ve ağzı sıkıydı. Bu yanını bildiğim için, onu bir kenara çekmiş başıma gelen felâketi bütün teferruatıyla anlatmış ve hukuki yardım istemiştim. Aynı zamanda şirketimizin hukuk müşaviri olduğu için meselemi hemen kabullenmiş ve beni rahatlatmıştı. Tabii ortaklarım babamın vefatından haberdardılar, bu nedenle de Nejat'ın meseleyle ilgilenmesini çok doğal karşılamışlardı, fakat hiç birine öğrendiğim ailevi sırlarımı açıklamamıştım. Nejat'a da sıkı sıkı tembih etmiş ve hiç kimseye bir şey söylememesini özellikle belirtmiştim. Babamın vasiyetnamesi bu gün Sulh Hukuk Mahkemesinde açılacak ve her şey ortaya çıkacaktı. Nejat'ın dönüşünü dört göz bekliyordum. Arkadaşım Emin anlayış göstererek bizi yalnız bırakmak için odamdan çıktı. Bir süre Nejat'ı meraklı gözlerle süzdüm.
"Eee? Ne haber?" diye sordum. "Vaila ağabey, şu senin üvey annen yamanmış doğrusu!" dedi. Kaşlarım çatılmıştı her halde ki, bizim hukuk müşaviri hemen devam etti. "Kızma ağabey, ama hiç de umduğum gibi birisiyle karşılaşmadım." "Ne demek istiyorsun?" "Nasıl diyeyim, bana öyle bir tip çizmiştin ki karşıma cadaloz, ağzı lâf yapan, biraz hafifmeşrep, anlarsın ya işte, öyle birinin çıkacağını sanmıştım." Biraz şaşırmıştım. Demek mahkemeye avukat Mehmet Ali Bey tarafından temsil edilmesine rağmen utanmadan o da gelmişti. Kadında ne ar, ne haya vardı. Havsalam almıyordu, o yaşta biri olarak yetmiş yaşındaki adamın karısı olarak hâkim huzuruna sıkılmadan nasıl çıkabilmişti acaba. Kim bilir, duruşmayı takip edenler hakkında ne düşünmüşlerdi.. "Ne yani?" diye homurdandım. "Söylediğimden farklı biri mi çıktı karşına?" Nejat biraz sıkılır gibi oldu.
"Ağabey, sen Merve eminsin, değil mi?"
hanımı
görmediğine
"Şeytan görsün yüzünü" diye söylendim. "Darılma ama senin rahmetli peder doğrusu çok zevk sahibi biriymiş." "Yahu, neler söylüyorsun sen!" "Vallahi ağabey, dedim ya gücenmek yok ama Merve hanım şimdiye kadar gördüğüm en güzel en kibar ve en hanımefendi insanlardan biri. Keşke bu marazayı doğurmadan evvel onunla bir görüşseydin." Belki halisane bir kızdırmaya yetmişti.
temenniydi
ama
beni
"Sen sadede gel" dedim. "Mesele bitti mi?" "Evet. Yasal olarak öyle. Vasiyetnamenin bir suretini de sana getirdim. Bir itirazın varsa, bunu dava konusu edebiliriz." Çantasından çıkardığı belgeyi masamın üzerine bırakmıştı. İtiraf edeyim ki sadece göz ucuyla bakabildim. Ailemden kalan mirasa yaklaşmak istemiyordum. Öğrendiklerimden sonra, bu gün
hâlâ soy adını taşıdığım Şahin ailesine karşı küsmüş, gücenmiş, kırılmıştım, mirasta da gözüm yoktu. Birkaç saniye beynimden geçenlerle boğuşurken Nejat söylenmeye devam etti. "Babanın bu kadar zengin olduğunu bilmiyordum ağabey. Yerinde olsam bu ekonomik şartlar altında ticaret yapmak gibi bir çılgınlıktan vazgeçer, iratlarımla gül gibi geçinirdim." Neler zırvalıyor bu oğlan, diye şaşkın şaşkın yüzüne baktım tekrar. Evet, babam varlıktı bir adamdı, miras olarak da hayli şey bıraktığını tahmin ediyordum. Levent'de oturduğu villa, Şişli'de iki dairesi, Eminönü'nde bir hanın yarı hissesi, Bodrum'da hemen hemen hiç gitmediği bir yazlığı vardı. Bankada da iki yüz milyar kadar nakit parası olduğunu biliyordum. Hiç de fena bir mamelek sayılmazdı, hele bir doktor için. Ama Nejat'ın abarttığı kadar da değildi. "Ne iradı yahu?" diye söylendim. Bunları küçümsemiyordum tabii, ama beş ortak kurduğumuz şirkette bana hatırı sayılır bir gelir sağlıyordu. On seneyi aşkın bir zamandan beri yurt dışından tıbbi cihazlar ithal edip satıyorduk. Oldukça kârlı bir işti.
"Aman ağabey, ne diyorsun sen? Bundan âlâsı can sağlığı. O okul bile sizin şirketin yıllık gelirini yüze katlar." "Ne okulu?" dedim hayretle. "Gerçekten haberin yok mu? Baban bir okullar zincirinin sahibiymiş. Şu getirdiğim listeye bir göz at. Bu kadarını hiç tahmin etmezdim. Bana beyan ettiğin gayrimenkuller zaten devede kulak. Bankadaki nakit miktarına gelince.." Nejat göz kırpıp bir ıslık çaldı. "Söylesene yahu, ne kadarmış?" diye diklendim yeniden. "Vallahi" dedi genç avukatımız, "Ben merhumun yerinde olsam çeşitli bankalara dağıttığı paraları toplar, kendi adıma bir banka kurardım." "Saçmala" diye söylendim. "Yoksa başka bir mahkemeye mi girdin yanlışlıkla. Benim babam sadece bir doktordu, hem de sıradan bir mütehassıs. Bu kadar parası pulu olamaz." "Sen öyle san. Şu anda mülti milyardersin. Bilseydim senden okkalı bir vekâlet ücreti isterdim. Bu sefer ucuza kapattın ama bir daha elimden böyle ucuza kurtulamazsın. Sana verdiğim listeyi inceleyince dudakların uçuklayacak. Ama bir yandan da üzülüyorum."
"O nedenmiş?" "Seni kaybedeceğiz de ondan. Her halde bu şirkette çalışmazsın artık." Nejat'ın hâlâ benle dalga geçip geçmediğini anlayamamıştım; mizaç olarak şakacı bir gençti fakat bu kadar ileri gideceğini de sanmazdım. Gayri ihtiyari masama uzattığı dosyaya şöyle bir göz attım yeniden. Oldukça kalın bir klasördü. Afallamıştım. Bu bana olanaksız gibi geliyordu. Yoksa babam gizli gizli bir takım dümenler mi çevirmişti? Ortalama on beş yirmi senede bu denli servet edinmek imkânsızdı. Babamın karakterini bilmesem, bunun kara para ile yapılmış bir servet olduğunu da düşünebilirdim. Fakat onla bir yığın fikir ayrılığımız olmasına rağmen, namuslu kişiliğinden kuşku duyamazdım. Yine de tereddüte kapıldım. Öyle ya, Dr. Reha Şahin doğumumdan beri bir yığın dümenler çevirmişti. Gerçek nesebimi benden gizlemiş, ömrünün son yıllarındaki evliliğini herkesten saklamıştı. Tam o sırada Nejat'ın yüz ifadesinin birden değiştiğini fark ettim. "Bazı kötü haberlerim de var ağabey" dedi.
"Anlat bakalım, onları da söyle." Sıkıntılı bir ifadeyle suratıma baktı. "Vasiyetnamede bir yığın şart var." "Şart mı? Ne şartı?" "Rahmetli her iki mirasçısına da bazı kısıtlayıcı hükümler getirmiş." "Nasıl yani? Anlamadım." Nejat karşıma geçip bir süre odanın içinde dolaşarak durumu bana nasıl açıklayacağını bulmaya çalıştı, Sonunda, "Kısaca şöyle ifade edebilirim, bazı malları on yıl boyunca satamaz, mevcut şirketleri yine vasiyetnamede belirtilen sürenin dolmasından önce tasfiye cihetine gidemezseniz. En kötüsü de belgede ayrı ayrı belirtilmiş bazı müesseseleri müşterek çalıştırma mükellefiyetiniz getirilmiş." "Kiminle? O pespaye karıyla mı?" "Aynen öyle ağabey. Tabii aynen lâfını sadece mükellefiyetiniz için kullanıyorum, çünkü sen ne düşünürsen düşün, pespaye kelimesini Merve hanıma yakıştırmam olanaksız." Hırsla avukatıma baktım. "Yani sen şimdi bana babamın mirasından
ancak onunla çalışırsam edebileceğimi söylüyorsun?"
mı
istifade
"Durumu anlamış sayılırsın ağabey." "Ya kabul etmezsem?" "O zaman ikiniz de hapı yutarsınız. Çünkü vasiyetname şartlarına riayet edilmemesi halinde mahfuz hisseniz dışındaki nisabın tamamının bazı hayır kurumlarına terki şartı getirilmiş. Bunun anlamı hakkınızı elde edebilmeniz için yıllarca sürecek davaların sonucuna rıza göstermeniz demektir." "Lanet olsun" diye bağırdım. "Ben o karının yüzünü bile görmek istemem." Nejat omuzlarını silkti. "Bir şey diyemem ağabey, alt tarafı bu senin karar vereceğin bir husus. Ama anlamadığım bir husus var; hissiyatını takdir etmeye çalışıyorum lâkin bu kadar mazbut, ciddi ve olağanüstü güzel bir hanımı neden şırfıntılıkla itham ediyorsun? Baban ona âşık olmuşsa buna hiç şaşmam. Benim babam da görse rahat sevdalanırdı. Ben de karşısında konuşurken zaman zaman dilim tutuldu. Yemin ederim." O an yerimden kalkıp Nejat'ın yüzüne bir yumruk atmak istedim.
Yoksa damarıma basmak için kasten mi böyle konuşuyordu.. Onu oda da bırakıp hışımla dışarıya fırladım. Daha fazla dinleyemeyecektim... O gece erkenden eve döndüm. Zaten son bir haftadır çalışacak halde değildim. Zihnim yorgun, bedenim fiziki olarak çökmüş haldeydi. Son bir hafta içinde yeterince çarpıcı ve sarsıcı bir yığın olay yaşamıştım. Babamın çatı katında ki odasında bulduğum defterden sonra sakin ve mutlu geçen hayatım inanılmaz derecede cehennem hayatına dönmüştü. Aslında traji-komik bir durumdu. Bir çırpıda daha bebekken evlât edinildiğimi, hakiki ana babamın trafik kazasında ölmüş Antalyalı bir çift olduğunu (bu bilgiyi de babamın ünlü not defterinden) öğrenmiştim, insanın yıllar boyu gerçek babası diye kabullendiği kişinin, velev ki bazı sorunlar yaşasak bile, ölümü yeterince sarsıcıydı. Tüm bunların üstüne yetmişlik babamın genç bir kadınla evlendiğini haber alıyordum. Tabii işin komik yanı ise şu an bir mülti milyarder sayılmamdı.. Ne düşüneceğimi bilemiyordum. Aslında gerçekleri kabul etmek zorundaydım.
Böyle bir serveti kaprisler uğruna tepmeye kalkışmak tek kelime ile aptallık sayılırdı. Tamam, bir takım prensiplerden, hayatımın değer doğrultularından sapmak zorunda değildim, ama babam benden habersiz evlendi diye de, her halde kalan mirası ret edecek hâlim yoktu. Benim ki biraz" da işgüzarlık, avukatlara hava atmaktı. Önünde sonunda gerçekleri kabul edecek, kuzu kuzu boyun eğecektim. Haziran ayı sonundaydık ve havalar çok ısınmıştı. Eve döner dönmez kendimi duşun altına attım. Buz gibi soğuk su biraz kendime gelmemi sağladı. Daha giyinirken telefon çaldı. Belgin'di arayan. Son flörtüm. İki aydır birlikte çıkıyorduk. Şirketimin sık sık çalıştığı bankalardan birinde memure idi. Uzun boylu, havalı bir kız. Pek ilgi duymuyordum ama şu an görüştüğüm bir başkası da yoktu. Babamın vefat ettiğini bildiğinden şu sıralar fazla arar olmuştu, sözde beni teselli etmek, oyalamaktı isteği. Cenazeye de izin alıp iştirak etmişti. Ama asıl amacının benimle evlenmek olduğunu biliyordum. Onun indinde ideal bir koca adayıydım. Zengin, genç ve yakışıklı. Bir yere gidip yemek yiyelim, dedi. Tabii sonra da geceyi benim evde geçirecekti.
Bu akşam ona katlanamazdım. Zaten ilişkimiz gittikçe rutin bir hâl almaya ve sıkıcı olmaya başlamıştı. Bir mazeret uydurdum, önemli bir iş yemeğine çıkacağımı söyledim. Sanırım inanmadı ama fazla üstelemedi de. Telefonu kapattıktan sonra kendime soğuk bir bira açıp kadın milleti hakkında düşünmeye başladım. Hepsi birbirinin eşiydi; hırslı, bencil ve fırsat düşkünü. Bir kadın düşmanı değildim kuşkusuz, fakat şimdi Belgin'in şu telefonunu düşündükçe sinirleniyordum. Gerçek amacı beni üzüntülü bir anımda oyalamak filan değildi tabii, sırf öyle gözükmekti. Sözde anlayışlı, müşfik ve ilgili havalara yatıyordu. Zihnim bir süre Belgin üzerinde durduktan sonra mihaniki olarak Merve denen kadına saplandı yine. Şuuraltıma yerleşmişti zaten; tarifsiz bir hınçla karışık içimden söküp atamıyordum. Kanımca tam bir profesyoneldi kadın. İşini iyi bilen, genç yaşına rağmen usta ve baştan çıkarıcılığı hakkıyla yapan kurnaz biri. Her kılığa, her şekle bürünüyor da olmalıydı. Bunu nereden mi çıkarıyordum; cevabı çok kolaydı, zira her gören yanılgıya düşüyor, onu kibar, onurlu, âsâletli sanıyordu. Hele şu bizim avukat Nejat'a çok şaşmıştım; akıllı, zeki, insanları ilk görüşte tanıyan biri sanırdım, meğer
hazâ dangalağın tekiymiş. Kadınları hiç anlamayan, takdir ölçüleri olmayan bir budala. Nasıl da bahsetmişti Merve denen o aşağılık yaratıktan. Emindim, babamdan kalan inanılmaz servete konunca, dünyaları ben yarattım havasıyla kasılıp, mahkemede herkese poz kesmiş olmalıydı.. Biramı masamın üzerine koyup, Nejat'ın getirdiği dosyayı çantamdan çıkardım. Sayfaları birer birer çevirip incelemeye başladım. Gerçekten inanılmazdı. Beni asıl hayrete düşüren nokta babamın bu serveti nasıl yaptığı noktasıydı. Sevinmek mi yoksa üzülmek mi gerektiğini kestiremiyordum. Babamı hep bir doktor olarak düşünmüştüm, ticaretten anlamayan, sadece mesleğine dönük, üstelik mesleğinde de fazla temayüz etmemiş, dünya görüşü dar, kendini pek yenilemek ihtiyacı duymayan, biraz tutucu bir eski kuşak adamı. Meğerse hiç tanımadığım ne cevherlere sahipmiş. Kaba bir ayırımla terekesini üçe bölmüştü. Yasal nispetler dahilinde bana bıraktığı malların miktarı daha çoktu. Onlara bakmadım bile, hızla geçtim. İkinci bölümde o aşağılık kadına münhasıran terk edilen malların listesi sıralanmıştı. Benim hakkımdan çok daha az olmasına rağmen tüylerim diken diken olarak
okudum. Meğer bilmediğim neleri varmış. Önemsiz gibi olmakla beraber şaşırıyordum. Mesela son model Mercedes arabasını karısına bırakmıştı. Hayret etmekte haklıydım. Zira babamı bir Mercedes'e binerken hiç görmemiştim. Son ana kadar kullandığı eski bir yerli Opel'i vardı. O koca 500 SEL Mercedes'i nerede saklamıştı? Bu gizlilik niye idi? Ayrıca o şırfıntıya inanılmaz miktarda nakit para bırakmıştı. Kabaca saydım, ona kalan yedi adet gayrimenkul vardı. Üç iş hanı, üç apartman ve Boğaz'da bir yalı. Damarlarımdaki kanın çekildiğini hissettim. Üçüncü bölüm ise işletme, tesis, şirket, otel, okul tarzındaki kullanılması ve idamesi birlikte yürütmemiz şartına bağlanmış mallara hasredilmişti. Ve ne yazık ki servetin ağırlığı burada zikredilen kalemlerde toplanıyordu. Homurdanarak önümdeki dosyayı ittim. Belki nankörlük ediyordum ama bir baba oğluna böyle bir azizlik yapamazdı. Ancak ölümünden sonra ortaya çıkan bir üvey anne ile böyle bir münasebet yürütülemezdi. Bunu yapamazdım.
Kesinlikle olsun..
yapamazdım.
Neticesi
ne
olursa
O kadının yüzünü bile görmek istemiyordum... Belki inanamayacaksınız ama bir ay böyle geçti. Babamdan intikal eden hiçbir malla ilgilenmedim. Avukat Mehmet Ali Bey hiç beni arayıp sormadı. Bizim Nejat'ta şirkete geldiği günlerde etrafımda dolaşıyor, fakat ağzını açıp tek kelime etmiyordu. Meraktan çatladığına emindim, ama hakkını da teslim etmek gerekirdi, mesleğinin sır saklama kuralına riayet etmiş, miras sorunlarımla ilgili öğrendiklerini hiç kimseye açmamıştı. Tâ ki posta kanalıyla o davet şirketime gelinceye kadar.. Zarfı açtığımda önce ne olduğunu bile anlamamıştım. Gelen davetiyeyi garipseyerek okudum; adının bile bana bir şey ifade etmediği bir okulun idare meclisi toplantısına çağrıydı. Hatta öyle ki, ilk nazarda bir isim veya adres yanlışlığı yapıldığını sandım; jeton neden sonra düştü. Bu babamın okullarından biriydi, yanlışlık filan yoktu. Biran ne yapacağımı koltukta kasılıp kaldım.
şaşırdım.
Oturduğum
Olaylardan uzak kalmaya çalışsam da, bazı
zorunluluklar önünde sonunda beni bir karar vermeye itecekti; bunun farkındaydım ve işte o anlardan biri gelip çatmıştı. Yazıyı bir daha okudum ve sonra tam bir kararlılık içinde kağıdı buruşturup masamın altındaki çöp sepetine attım. Hiç kuşkusuz okulun ölen patronunun ikinci vârisi olarak aynı davetiye Merve denen kadına da gönderilmişti ve ben onunla kesinkes karşılaşmak istemiyordum. Arkama yaslandım ve düşünmeye başladım. Bir şeyler yapmak zorundaydım. Bu böyle devam edemezdi. Daha henüz çok zor geçecek bir dönemin başlangıcında sayılırdım; bunu takiben daha bir sürü farklı müesseselerden davetler alacağım kuşkusuzdu. Aldığım her çağrıyı çöp kutusuna atamazdım. Ya kendim gidecektim, ya da sırf bu işlere bakacak bir temsilci bulmak mecburiyetindeydim. Eğri oturup doğru konuşmalıydım, aradan zaman geçtikçe bigâne kalarak bu muazzam serveti kaybetmek istemiyordum da. Bir hususu daha itiraf etmeliydim. Her ne kadar o kadından tiksiniyorsam da, şiddetle merak ettiğim de bir vakıa idi. Bütün inkârıma rağmen, kendimle ters düştüğüm, nefretime karşın, hiç olmazsa bir defa olsun onu
tanımak istiyordum. Kendime kızıyordum da, içimdeki merak bir zaaf olarak beni rahatsız ediyordu. Bazen hiddetlenip lanet olsun, şeytan görsün yüzünü dememe rağmen, diğer yandan da babam gibi bir erkeği avucunun içine alan, bu denli güçlü kadını tanımak hakkım gibi geliyordu bana. Bir süre şirketteki çalışma odamın açık penceresinden içeriye dolan temmuz sıcağıyla bunaldım. Alnımda biriken terleri sildim. Bu odaya hemen bir klima taktırmak farz olmuştu artık. Beynimi o kadının gölgelediği düşüncelerden arıtmak istiyordum. İşte, mağlubiyetimin, irademe yenik düşmemin ilk başlangıcı da o ana rastladı. Engelleyemediğini bir dürtü ile buruşturup çöp sepetine attığım davetiyeyi sepetten çıkarıp aldım. Buruşuklukları elimle düzeltip masamın üzerine koydum. Tekrar okudum; toplantı beş gün sonraydı.. Ve o toplantıya gitmeye karar^verdim.. Haklı olarak, aldığım bu kararı.yadırgamış, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu, demiş olabilirsiniz. Ama durum pek sandığınız gibi değildi; aslında bir plan yapmıştım ve o toplantıya iştirak gibi bir niyetim yoktu. Okula gidecek ama toplantıya kesinlikle katılacak değildim. Amacımın ne
olduğunu söylemeye gerek yok sanırım, sadece o aşüfte kadını uzaktan da olsa görebilmekti amacım. Okula telefon ederek nerede olduğunu öğrendim. Antetli kağıdın üzerinde okulun telefon numaraları yazılıydı. Müdüre muhatap olmuştum, adamcağız kim olduğumu anlayınca inanılmaz bir saygıyla bana her türlü yardımda bulunmuştu. Sıcak bir temmuz günüydü. Şirketten çıktım ve nereye gittiğimi kimseye söylemeden doğruca Bakırköy'e yollandım. Anadolu yakasında oturduğum için Bakırköy havalisini pek iyi' bilmezdim ama sora sonra okula buldum. Herkes okulu biliyordu o yakada. İçeriye girmedim tabii; benim Honda'yı tam giriş kapısındaki uygun bir yeri seçerek park ettim ve beklemeye başladım. Yaklaşık yarım saat evvel gitmiştim. Zamanı ayarlamam mükemmeldi. İdare heyetine mensup olanlar arabalarıyla gelip araçlarını okulun bahçesine sokacaklardı. Böylece okulun bahçesinden içeriye girinceye kadar onları rahatlıkla seyredebilecektim. Beklemeye başladım. Okul, vakıf statüsünde olabilirdi, emin değildim. İdare heyeti denildiğine göre bu ihtimal olasılık kazanıyordu.
Aslına bakılırsa biraz huzursuzdum da. Ben, Merve denilen kadını tanımıyordum ama onun beni daha önceden tanıyıp tanımadığı konusunda bir bilgim yoktu. Belki babam bir vesileyle beni ona göstermiş olabilirdi. Bu yüzden görünmekten çekiniyordum. Vakit yaklaşırken arabalar yavaş yavaş okula gelmeye başladılar. Gelenlerin hemen hepsi erkekti. Nihayet dörde beş kala gri bir 500 SEL okula yaklaştı. Dikkat kesildim. Honda'nın içinde hafifçe büzüldüm ama gözlerim Mercedes' in sürücü mahallindeydi. Haspanın arabasını özel şoförü kullanıyordu. Şişman, iri yarı bir adam. Nedense direksiyonda kadını göreceğimi sandığım için önce boş bulundum. Arka koltukta oturan kadını ilk planda seçememiştim. Araba bahçeye girdi. Şoför hemen yerinden fırlayarak arka kapıyı açtı. Allah'tan park ettiğim yerin oldukça yakınına çekmişti adam arabayı. Rahatlıkla görebilecektim kadını. Nefesimi keserek baktım. Mercedes'in içinden genç bir kadın çıktı. Otuz yaşlarında olmalıydı. Doğrusu sukutu hayale
uğramıştım; esmer, kara kuru, hiçbir fiziki özelliği olmayan, sıradan, her gün sokaklarda yüzlerce emsalini gördüğümüz bir kadın. Tam bir düş kırıklığı olmuştu benim için. Acaba babam bunun nesine tutulmuş ve işi evliliğe kadar götürmüştü. Güzel, çarpıcı, hani ilk bakışta insanı etkileyecek bir tip olsa, gam yemeyecektim. Oysa kısa boylu, geniş kalçalı, kocaman burunlu biriydi. Gayet rahat görmüştüm.Demek babamı etkileyen fiziki güzelliği değildi. Bilemezdim tabii, belki yatakta yaşlı bir adamın aklını başından alacak kadar hünerli olabilirdi. Ya da inanılmaz derecede zekiydi, Reha Şahin'i aklıyla tavlamıştı. Sert ve otoriter olduğunu şoförüne muamelesinden anladım. Yüzü hiç gülmüyordu. Arabadan inince adamcağızla birkaç kelime konuştu; bulunduğum yerden ne dediğini duyamamıştım tabii ama emirler verdiği muhakkaktı. Giyim kuşamı da zevksizdi. Sırtında beyaz keten bir döpiyes vardı fakat giydiklerini hiç göstermiyordu. Hızlı adımlarla okul binasına yürüyüp gözden kayboldu. İçimden bizim Nejat'a söylenmeye devam ettim.
Yahu, bu kadının nesini beğenmişti? Hani herkesi etkileyecek nitelikte bir güzelliğe sahipti? Sokakta görsem, yüzüne bakmazdım. Acaba yanılıyor muyum, diye kuşkuya düştüm. Olur ya, tek 500 SEL onun altında değildi. Emin olmak için arabamdan inip bahçede duran arabanın plakasına bir göz attım. Belki okul idare heyetinin başka bir üyesiydi. Fakat plaka numarası tutuyordu. Vasiyetnameden öğrendiğim plakayla aynı numaraydı. O an ki duygularımı ifade de şimdi bile zorlanıyorum. Önce şunu söyleyebilirim; ilk hissettiğim şey bir rahatlama olmuştu. Şayet Merve, bana abartılarak anlatıldığı kadar güzel ve çarpıcı bir kadın olsaydı korkacaktım. Neden mi? Bilmiyorum. Çünkü güzel kadınlar benim için daima potansiyel tehlike oluştururlardı. Kâinatın kuruluşundan beri değişmeyen bir kuraldı bu; Tanrı kadını erkeğin başına musallat olması için yaratmıştı. Onları her zaman suça iten yaratıklardı. Örnek mi, işte babam. Adam yetmiş yaşından sonra bile bu çirkin yaratığın esiri olmuştu. Bana itici gelmişti, ama pedere hiç de öyle gözükmediği ortadaydı. Bundan
sonra
hayatım
boyunca
onunla
mücadele edeceğim aşikârdı. Ya çarpıcı ve çekici bir kadın olsaydı, mutlaka beni de etkileyebilirdi. Ama fiziğinden hoşlanmadığım bir kadınla savaşmak daha kolaydı. Neredeyse sevinmeye başladığımı söyleyebilirdim. Belki zekiydi. Ama bu vasfını hiç umursamadım. Ben ondan çok daha zeki biriydim. Artık Merve Şahin'e savaş açabilirdim. Honda'nın motorunu çalıştırırken, meydan!" diye homurdandım içimden.
"Hodri
Aramızda nefretin oluşturduğu muazzam bir savaş başlıyordu... O gece mehtabın on dördüydü. Aydede göğe bütün ihtişamıyla yerleşmiş, geceyi gündüze çeviren ışınlarını Boğaz'ın pürüzsüz, kımıldamadan, her türlü çırpıntıdan uzak derin sularına yansıtmıştı. Ağustosun başlarındaydık, tıpkı şairin dediği gibi, "vakit akşam, mevsim mütehayyil Bebek'te" Ben de gezi teknesine diğer bazı davetli misafirler gibi Bebek'ten binmiştim. Eski okul arkadaşım Orçun'un nişan gecesiydi. Merasim iki katlı mükellef ve lüks bir teknede yapılıyordu. Davetliler mümkün olduğunca seçilip dar tutulmasına rağmen, yine de en azından yüz
kişilik bir liste oluşturulmuştu. Elimde yayvan bir şampanya kadehiyle teknenin üst güvertesinde mehtap seyrediyordum. İstanbul'lular bilirler, mehtap Beykoz üzerinden kıpkırmızı doğar, sonra sararır, geniş bir yay çizerek yükselirken beyaza dönüşür ve o muhteşem ışıltılarını tabii yakamozlar yaratarak suya aksettirir. Galiba daha önce de ifade ettim, aşırı duygusal, romantik yanı ağır basan yapıda bir insanım. Bu şairane manzarada duygulanmamak elimde değildi. Kalabalıktan biraz ayrı kalmayı tercih etmiştim. Nişan merasimi yapılmış, arkadaşımı ve çok cici bir kız olan nişanlısını hararetle tebrik ettikten sonra daha az tenha olan üst güverteye atmıştım kendimi. Belki de asosya! bir yapım vardı. Tanımadığım, ömrümde hiç görmediğim insanların arasına karışarak eğlenmeyi pek beceremiyordum. Yapay yaklaşımlar, içten ve samimi görünmeye yönelik sahte jestler, fırsatını bulur bulmaz başlayan tenkit ve çekiştirmelerden rahatsız oluyordum. Teknenin kıç tarafında ve yalnızdım. Şampanyamdan bir yudum aldım. Hayli ileride dev bir tanker, Boğazın derin sularını yararak Marmara'ya açılıyordu.
"Hârika bir görüntü, değil mi?" dedi genç bir kadın sesi arkamdan Başımı çevirip, bana söylenip söylenmediğini anlamak için baktım. Hafif genizden gelen, berrak, akıcı fakat kısık bir sesti. Sanki ruhumdaki duygusallığı bozmamak, daldığım hayallerden beni uzaklaştırmamak isteyen bir tonda. "Evet, haklısınız" diyemedim.
demek
isterdim,
ama
İki metre kadar arkamda duruyordu. Yanıma bu kadar yaklaştığını da duymamıştım. İster şaşırma, ister dona kalma değin, ya da ne isterseniz onu değin, ama gerçek olan, o an sadece arkamdaki genç kadına ağzımdan tek kelime çıkmadan baka kaldığımdı.. Belki duygularım size, o esnadaki heyecanımla orantılı olarak biraz mübalağalı gelebilir; kim bilir, belki öyledir de.. Ama yine de güzelliğin bazı değişmez unsurları vardır, yani herkesin tereddütsüz kabul ettiği temel vasıflar. Mesela uzun bir boy gibi. Karşımdaki genç kadın öyleydi. Uzun, mütenasip ve ölçülü.. Sırtında ayak bileklerine kadar varan sarı bir tuvalet. Omuz dekoltesini örten ince şeffaf bir şal. Kumral renkteki uzun saçları da topuz
yapılarak tepesinde toplanmıştı. Sanki bir zarafet âbidesiydi o haliyle, Yalnız zarafeti ve uzun boyu muydu onu güzel kılan? Değildi tabii. Teknenin solgun ışıkları altında gözlerine takıldı bakışlarım.
parıldayan
İri göz bebekleri yeşilin en güzeline sahipti.. İnanamamıştım, derin bir hayranlıkla ile seyrediyordum. Oldukça düzgün bir burun, hafif etli dudaklar ve pürüzsüz bir cilt. Ay ışığı hafif makyajlı suratında menevişli hâreler yaratıyordu sanki. Pırıltılı, yanıp sönen ışıklar.. Nefesim kesilir gibi oldu biran. Bu kadar saattir onu teknede nasıl fark edemediğime şaştım. Asla gözden kaçacak biri değildi zira.. Yüzüme bakmıyordu.Yeşil gözlerini yusyuvarlak mehtaba dikmiş, muhtemelen az önce yaşadığım hüznü duyumsuyordu o anda. Sanki aynı şeyleri, aynı anda yaşıyorduk. Gerçi ben, sorusuna şaşkınlığımdan cevap verememiştim ama, sanırım cevap vermeme de gerek yoktu. Neler hissettiğimi anladığına emindim. Adeta duygularımı onaylamıştı. Müstesna bir an yaşıyorduk. Sarı tuvaletli genç hanım beşeri varlığıyla, doğal
güzelliğin ve mükemmeliyetin tamamlayıcısı durumundaydı o tablo içinde. Mehtap, ışıldayan deniz, teknenin alt katından akseden romantik müzik ve insan güzelliğinin kusursuz bir örneği.. Hangi erkek mest olmazdı ki? Gözlerim buğulandı. Doğru söylüyorum, utanmasam, ağlayabilirdim. Genç kadın sanki hayal âlemime birden iniveren bir serap gibiydi. Bir süre onu sessizce seyrettikten sonra bakışlarımı yeniden mehtaba çevirdim. İçimi bir korku kapladı; onun hayâl gücümün bir oyunu olmasından, anlık bir halüsinasyon gördüğümden çekindim. Hızla başımı yeniden çevirerek yanımda olup olmadığına baktım. Yerinde duruyordu. Ne varlığı ne de işittiğim sesi beynimin bir oyunu değildi. Bir şeyler söylemek zorundaydım. "Ne tuhaf, değil mi?" diye mırıldandım. "Şu koca teknede bizden başka bu güzelliği fark eden yok." "Galiba haklısınız." İlk defa yeşil gözlerini önümüzdeki manzaradan
alarak bana çevirdi. Tane tane fakat içten bir yakınmayı ifade ederek konuştu. "İnsanoğlu mutluluğu, huzuru hep maddi dünya nimetlerinde arıyor. Aşağıda yeni nişanlanan çifti bir nebze mazur görebilirim ama ya diğerleri? Onlar neyin peşindeler? içki, eğlence, paranın verdiği şımarıklık ve tam bir dejeneresans. Birbirlerinin gözünü oymaya çalışan bir yığın insan. Konuşmalarına bir kulak verin, dedikodular, çekiştirmeler, küçümsemeler, hafife almalar, kısacası tam bir kokuşmuşluk." Hafifçe gülümsedim. "Onun için mi kaçtınız buraya?" "Evet, çok sıkıldım." "Ben de" dedim. Sustu. Yeniden mehtabı seyretmeye başladık. Aslında ağzı lâf yapan bir erkektim ama konuşursam âdeta o sihrin bozulacağından korkuyordum. Aramızdaki sessizliği yine o bozdu. "Erkek tarafından mısınız?" diye sordu.
"Evet. Orçun'un okul arkadaşıyım. Ya siz?" "Ben de Nilay'ın arkadaşıyım." Artık tanışmak gereğini duymuştum. "Adım Attila" dedim. "Attila Şahin." "Benimki de Bo." Anlamamıştım. "Pardon?" diye fısıldadım. Aynı kelimeyi tekrarladı. "Sadece Bo.." Hayatımda hiç böyle isim duymamıştım. Yoksa yabancı mıydı? Lâkin bir yabancının bu kadar düzgün Türkçe konuşabileceğini sanmıyordum. "Bo mu?" dedim yeniden. "Evet. Beni öyle çağırırlar.. Özellikle dostlarım." Birden yüreğim hızla çarpmaya başladı. Açıklamasındaki özellikle dostlarım vurgulaması oldukça manidardı. "Gerçek adınızın kısaltılmışı mı?" diye sordum. "Pek öyle sayılmaz. yakıştırması."
Arkadaşlarımın
bir
"Yoksa., yoksa Bo Derek'e benzediğiniz için mi
size böyle diyorlar?" Gülümsedi ama cevap vermedi. Dikkatle onu inceledim; bence Bo Derek'ten çok daha güzeldi. Sonra nasıl oldu bilmiyorum, pervasızca mırıldandım. "Bence ondan çok daha güzelsiniz. Bo Derek elinize su bile dökemez. Arkadaşlarınız size haksızlık etmişler." "Teşekkür ederim" dedi. "iltifat ediyorsunuz." "Hayır. Sadece hakkınızı teslim ediyorum." Bu defa karşılık vermedi. "Nilay Hanım'la arkadaşlığınız eski mi?" diye sordum. "Oldukça, izmir Kolejinden." "İzmir'li misiniz?" "Evet, Karşıyaka'lıyım. Ya siz?" "Ben İstanbulluyum. Buraya nişan nedeniyle mi geldiniz?" "Hayır, burada yaşıyorum."
Sırf kompliman yapmak için, "hayret!" diye fısıldadım. Niyetim neden, diye sormasını beklemekti. O zaman hemen yeni bir iltifat cümlesi patlatacaktım. Ama uzun süre niye hayret ettiğimi sormadı. Hatta kullandığım kelimenin boşlukta kaldığını düşünmeye başlamıştım ki, nihayet, "Neden hayret ettiniz?" dedi. "Aynı şehirde yaşamamıza rağmen sizi fark edememiş olmamdan." Sonra bir düşündüm; oldukça yersiz ve basit bir kompliman yapmıştım, ama ağzımdan çıkmıştı bir kere. Pişman oldum. Beni duymamış gibi mehtabı seyretmeye devam etti. Sanırım iltifatımı bu kere banal bulmuştu. Durumu hemen kurtarmak gereğini hissettim ama kaş yaparken göz çıkarmamak için bu kere dikkatli davranmalıydım. Tam ağzımı açacağım sırada gülümsedi. "istanbul'un mısınız?"
bütün
güzel
kadınlarını
tanır
Ne yapabilirdim, ok yaydan çıkmıştı bir kere. Yavan komplimanıma devam zorunda hissettim kendimi. "Tanımam tabii, ama sizin giBr müstesna bir
güzeli fark etmemek büyük hata." "Acaba ay kaçta batar?" dedi birden bire. Konuyu değiştirmek istiyordu her halde. "Sabahın beşine doğru" dedim. "Fakat busabah şüpheliyim." Şaşırmış gibi bakışlarını yüzüme doğrulttu.
mehtaptan çevirip
"Neden?" "Bugece onun da vaktini şaşıracağından eminim. Mutlaka kendini dağıtmış olmalı. Bunca yıllık ay bile kendini bu kadar hayranlıkla seyreden bir güzele vefasızlık yapamaz, hiç olmazsa biraz daha size o sihirli ışıklarını yollamaya devam eder." "Şair gibi konuşuyorsunuz" dedi. "Hayır" dedim. "Kompliman yapayım derken kelimeleri yüzüme gözüme bulaştırdım, yavan ve aptalca şeyler ^' söylediğimin farkındayım." Tepki göstermedi. Bir süre daha Boğaz'ın ışıltılı manzarasını seyretmeye devam etti. Bu arada hafif hafif esmeye başlayan rüzgârdan üşümeye başlamış gibi kollarıyla bedenini kavradı, omuzlarındaki
şalı sıkıştırdı. "Üşüyorsanız size ceketimi verebilirim" dedim. Hatta hemen beyaz smokin ceketimi çıkarmaya davrandım. "Teşekkür ederim, üşümüyorum" dedi. Büyük bir hûşû içinde ayı, parıldayan yıldızları ve mehtabın sulardaki aksini seyretmeye devam ediyordu. Fazla konuşkan biri olmadığını anlamıştım. Yanıma gevezelik etmek için gelmediği aşikârdı. Doğrusu onu daha yakından tanımak, hakkında çok şey öğrenmek istiyordum; fakat sessiz ve dalgın hâli, manzaradan ziyadesiyle etkilenmiş olması, ister istemez beni de sessiz kalmaya itti. Tabiatın güzelliğini paylaşmaya devam ettik. Basiretim bağlandı, nedense konuşamadım. O sihirli atmosferi bozmak istemiyordum. Sonra birden, "iyi geceler" diyerek yanımdan uzaklaşmaya başladı. Gidişi de gelişi gibi âni olmuştu. Ne yapacağımı şaşırdım, başlamamış ilişkinin böyle birden kesilmesini istemiyordum, önce durdurmak, en azından kendisini bir daha görüp göremeyeceğimi sormak istedim, ama dediğim gibi basiretim bağlanmıştı. Tek kelime edemedim, hatta iyi geceler temennisine karşılık dahi veremedim. Arkasından bakakaldım. Hızlı
adımlarla merdivenlere doğru yürüdü ve teknenin bir alt katına, davetli kalabalığının bulunduğu kısma indi. Böyle bir hal ilk defa başıma geliyordu. İtiraf edeyim ki ömrü hayatımda bir kadının güzelliğinden hiç böyle etkilenmemiştim. Her halde şaşkınlığım ve böyle pasif davranmam da bundan kaynaklanmıştı. Kısa bir an ne yapacağımı düşündüm; en akla yakın olanı ardından aşağıya inmekti ve onunla yeniden konuşmak şansını elde etmeye çalışmaktı. Neden olmasın, dedim içimden. Aynı teknenin içindeki davetlilerdendik. Her ne kadar müşterek başka dostlarımız yoksa da, nişanlılar vardı. Bir fırsatını bulup arkadaşım Orçun'u bir köşeye çeker ve kız hakkında bilgi alabilirdim. Orçun'la son yıllarda eskisi kadar sık görüşemiyorsak da, birbirimizi severdik. Önce gözlerimle kalabalığı taradım ve kızı buldum. Zaten göze çarpmaması olanaksızdı, uzun boyu, endamı ve sihirli havasıyla hemen dikkat çekiyordu. Daha çok genç erkeklerin bulunduğu bir grubun içine karışmıştı. Hiç şaşmadım. Uzaktan bile grubun erkeklerinin onunla nasıl ilgilendikleri belli oluyordu. Aramızda epey mesafe vardı ama bulunduğum yerden rahat görüyordum. Daha ziyade anlatılanları zoraki dinler bir havadaydı; sanırım sıkılmıştı.
O gruba yaklaşmadım. Bizim Orçun kolunda nişanlısı ile misafirlerini dolaşıyor, mutlu gecelerinin zevkini çıkarıyorlardı. Nilay'ı tanımıyordum, ilk defa bu gece görmüştüm. Hemen yanlarına yaklaşıp o kızı sormam yakışık almazdı. Belki Orçun'u bir ara yalnız yakalarım, diye düşündüm. Fakat o umduğum fırsat hiç doğmayacağa benziyordu. Bir kenara çekildim ve beklemeye başladım. Kâh nişanlıları gözetliyor, kâh dikkat çekmeden, grubun içinde sıkılmış havasını devam ettiren kızı kolluyordum. Bir ara Orçun ile Nilay bana doğru yaklaşmaya başladılar, mutlaka yanıma da geleceklerdi. Ama tam o sırada bir aksilik oldu ve nişanlılardan önce Rıza Amcanın birden koluma girdiğini gördüm. Rıza amca Orçun'un babasıydı. Her dem neşeli, güler yüzlü, babacan ve şakacı biriydi. Üstelik bugece mutluluğunun ve aldığı alkolün rahatlığı da çabasıydı. "Vay Attila oğlum, nerelerdeydin yahu, seni bütüngece göremedim" diye siteme başladı. "Hatta az önce seni Orçun'a soruyordum." Mecburen gülümseyerek mırıldandım. "Buralardayım Rıza amca, ben de sizi kutlamak istedim ama kalabalıktan bir türlü fırsatını bulup
yaklaşamadım" diye geveledim ağzımın içinde. "Darısı senin başına. Elini çabuk tut, artık karta kaçıyorsunuz ha!" diye takıldı. "Kısmet, amca" diyebildim. "Aslında ben de istiyorum, söylediğiniz gibi zamanı geldi sayılır, ama ben Orçun gibi şanslı değilim, şöyle eli yüzü düzgün, kafama denk birini bulamadım, gitti." "Zamanı geldi de geçiyor bile, ama sen biraz kaytarıyorsun gibi geliyor bana" diye gülümsedi. Sonra birden hatırlamış gibi yüzünü buruşturup üzgün bir hava takındı. "Üzücü haberi iki gün evvel bizim oğlandan işittim, babanı kaybetmişsin, Allah sana uzun ömürler versin oğlum" diye taziyede bulundu. "Sizler sağ olun, efendim." "Kaç yaşındaydı peder?" "Yetmiş, efendim." "Vah, vah.. Yanılmıyorsam doktordu, değil mi?" "Evet." "Vefat sebebi neydi?" "Kalp" dedim.
Her o yaştaki adamın ölüme yaklaşım korkusuyla başını salladı. "Heyhat!" diye mırıldandı. "Ölüm kaçınılmaz, hepimizin mukadder akıbeti; yeter ki sıralı olsun." "Haklısınız" diye fısıldadım. Bir yandan da gözlerim yaklaşan yeni nişanlı çiftte idi. Nihayet yanımıza gelmişlerdi; Orçun'la sarılıp öpüştüm, Nilay'ı da tebrik ettim. Sevimli bir kızdı, konuşkan,neşeli, yerinde duramaz birine benziyordu. Fakat ne yazık ki o sırada Bo hakkında bir şey sormam olanaksızdı. Hatta Rıza amcanın, hazır oğlu yanımıza gelmişken bana tekrar takılmasını, evlenmekten söz açmasını bekledim; ama nedense yaşlı adam hiç oralı olmamıştı, o konuyu unutmuş gibi davranıyordu. Çaresiz ben de susmak zorunda kaldım. Zaten diğer misafirlerle de meşgul olmak zorundaki çiftler yanımda fazla oyalanmamışlar ve uzaklaşmışlardı. Rıza amca da onların peşinden gitti. Yine yalnız kalmıştım. Elimdeki şampanya kadehinden bir yudum daha alırken aklımı çelen kıza uzaktan baktım. Bir kere olsun başını çevirip bulunduğum yöne bakmamıştı. Muhtemelen aşağı indiğimden bile
haberdar değildi. Nedense sıkılmıştım. İçimi bir ateş bastı. Teknenin bütün camları açık olduğu halde ter içinde kalmıştım, kendimi yeniden üst kata attım. Az evvel mehtabı seyrettiğim yere döndüm. İçimi bir sıkıntı kaplamıştı, bir tür burukluk. Nedenini tam olarak kestiremiyordum ama karşılaştığım o muhteşem kadından yeterince yüz bulamamanın ezikliği olabilirdi. Kadın erkek ilişkilerinde yeterince şanslı olduğum söylenebilirdi; genellikle genç kadınların fazlasıyla dikkatini çeken biriydim. Yakışıklı, paralı, romantik ve bekâr..Bundan iyi vasıflar can sağlığıydı. Üstelik, sevecen, ağzı lâf yapabilen ve karşı cinse her zaman nâzik ve uysal davranan biriydim. Ama Bo denen hanım yine de fazla yüz vermemişti bana.. İçimden bir his bu geceki rastlantının bir başlangıç olduğunu söylüyordu. Onunla daha pek çok kere karşılaşacağımdan emindim sanki. Duyularıma güvenirdim; şimdiye kadar hiç yanıltmamışlardı beni. Yarın, olmazsa öbür gün Orçun'u arayacak ve o kadını soracaktım.
Tekne hareket noktamız olan Bebek'e döndüğünde dikkat kesildim. Tekneden ilk çıkanlar arasındaydım. Teknenin başında oyalandım. Sarışın âfet merdivenlerden birkaç arkadaşıyla birlikte indi. Uzaktan izliyordum. Rıhtımda onlarla vedalaştı sonra park ettiği Audi'ye bir erkekle geldi. Uzun boylu, havalı bir gençti yanındaki. Arabaya birlikte bineceklerini sandım. Ama kız orada yanındaki erkeğe de veda etti. Hatta sadece mesafeli bir şekilde el sıkıştılar. Galiba aralarındaki ilişki tahmin ettiğim boyutta değildi. Oldukça yakın sayılırdım onlara. İlgisiz gibi görünerek arabamın kilidini açıyor, park kâhyasını bekliyor havalarına yatıyordum. İşte o an beni gördüğüne emin oldum, çok kısa bir süre bakışlarımız birbirine değer gibi oldu. Fakat nazarları hiç üzerimde durmadı, hiç görmemiş gibi davrandı. Belki yerimde başka biri olsa, bu duruma bozulur, en azından bir tebessüm, gördüğünü belirten bir işaret umar, beklentiye kapılırdı. Bense sevindim; bu hiç değişmeyen kadın taktiğiydi. Gerçekten ilgi duyan kadın; daha umursamaz, aldırmaz davranışlara kalkışır, yaklaşımın öncelikle erkekten gelmesini
beklerdi. Oradaki varlığımı fark ettiğine emindim, oysa bir gülümsemeyi bile çok görmüştü. Kadın cinsi konusundaki tecrübelerime güvenerek gülümsedim ve rahatladım. Bu iş olacaktı; daha ismini bile doğru dürüst bilmediğim güzel Bo mutlaka yaşantıma girecekti. İçime doğuyordu. Arabama binip motoru çalıştırdım. Evimin yolunu tutarken ilk fırsatta Orçun'a edeceğim telefonu düşünüyordum artık... Ertesi gün ilk işim Orçun'u aramak oldu. Yurt dışında da inşaatlar yapan ünlü bir firmanın baş mühendisiydi. Ama santraldaki kız hafta sonuna kadar izinli olduğunu söyledi. Aslında bunu tahmin etmeliydim, nişan nedeniyle üç beş gün izin alması çok doğaldı. Çaresiz bekleyecektim; lâkin hafta sonunu zor ettim. Aklım o kıza öylesine takılmıştı ki, ne kendi işimle ne de muallakta kalan miras işleriyle hiç ilgilenemedim. Pazartesi sabahı şirkete gelir gelmez telefona sarıldım. Orçun nihayet karşımdaydı. Tabii önce hal hatır sorarak, nişan hayatının nasıl gittiğinden dem vurarak girizgâh yaptım. Her şeyden habersiz olan arkadaşım tabii gerçek niyetimin ne olduğunu bilmeden samimi cevaplar veriyordu
bana. Nihayet ağzımdaki baklayı çıkardım. "Yahu Orçun" dedim. "O gece nefis bir kızla tanıştım, üst güvertede kısa bir konuşma yaptık, mehtap seyrettik ama kim olduğunu, hatta adını bile öğrenemedim." inanmazmış gibi, "Yok yahu!" dedi. "Adı Bo'ymuş. Arkadaşlarının taktığı bir ad. Bir ismin kısaltması da olabilir, ya da şu ünlü Bo Derek'e benzediği için yapılmış bir benzetme de. Bana söylediği kadarıyla Nilay'ın arkadaşıymış. Onun hakkında senden bilgi istiyorum." "Bo mu dedin?" "Evet, öyle." Hattın öbür ucunda bir sessizlik oldu. Orçun'un düşündüğünü anladım. "Emin misin, Attila? Çünkü ben Nilay'ın bütün arkadaşlarını tanırım. O isimde birini hatırlamıyorum." "Nasıl olur yahu? Hârika bir kızdı, tanımaman imkânsız." "Vallahi bilmiyorum." "Belki kızı başka bir isimle tanıyorsundur."
"Olabilir. Biraz tarif etsene." "Uzun boylu, sarışın, yeşil gözlü, nefes kesen biri. Saçlarını topuz yapıp tepesinde toplamıştı, uzun bir de sarı tuvalet giymişti." Orçun hâlâ müteredditti. Az kalsın arkadaşımın kör olduğunu düşünmeye başlayacaktım. O güzellikteki bir kadını hatırlayamaması olanaksızdı. Üstelik az buçuk tarif de vermiştim. Neden sonra, "Ha, sakın Berrin olmasın" dedi. İrkildim. Bo ve Berrin.. İki isim de B ile başlıyordu, o olması mümkündü. Yalnız arkadaşımın hayretindeki sakın kelimesi dikkatimi çekmişti. Üstelik sesinin tonunda da hafif bir yadırgama vardı. "Mümkündür" diye fısıldadım. "Onu tanıyor musun?" "Yahya Efendi" dedim. "Aklıma bir şey geldi. Yaşlandığını, artık yorulduğunu kabul ediyorum, dinlenmek Senin de hakkın, fakat memleketine dönmeden önce senden son bir ricada bulunabilir miyim?" "Aman Küçük Bey ne demek, tabii, emredin." Yahya Efendinin aslen Trakyalı olduğunu biliyordum; daha doğrusu Rumelili muhacir bir aileden geldiğini. Yanılmıyorsam, dedesi Balkan Harbi sırasında Edirne'ye veya Tekirdağ'a göç etmiş. Şivesinde belli belirsiz bir çalma hissedilir, fakat çocukluğundan beri İstanbul'da yaşadığından dili kusursuzdur. Babamın yaptığı en isabetli iş ona da mirasından bir miktar para
ve Fatih'te üç odalı bir daire bırakmasıydı. Sır saklayan, ağzı sıkı bir insan olduğunu bilirdim, ama o da vasiyetnamede yer aldığına göre duruşmaya iştirak etmiş ve babamın karısı Merve'yi görmüş olmalıydı. Artık her şey bittiğine göre belki onu biraz konuşturabilirdim. Ayrıca yalnız babamın o garip evliliği değil, annemin ölümünden sonra nasıl olup da, inanılmaz bir servet elde ettiği konusunda da belki bilgisi olabilirdi. "Düşündüm de" dedim. "Babamdan kalan bazı eşyaları tasfiye etmek, satmak, bir kısmını hayır kurumlarına bağışlamak istiyorum." Pür dikkat beni dinliyordu. "Acaba o işleri tamamlayıncaya kadar bana yardımcı olabilir misin?" Rahatlar gibi oldu. "Tabii Küçük Bey, memnuniyetle" dedi. "Siz nasıl arzu ederseniz." "Teşekkür ederim Yahya Efendi" dedim ben de. "İşe öncelikle Levent'deki villadan başlamak istiyorum. Yani pederin oturduğu evden." Kısa bir an yüzü gölgelenir gibi oldu. Sanki dilinin ucuna kadar gelen sözcükleri güçlükle tuttuğunu sezinledim. Görgü ve terbiyesi
konuşmasına mâni olmuştu. Kanımca bunca yıllık hizmet ettiği ailenin bireyleri arasındaki ihtilâftan üzgündü, ama gönlünün adeta can yoldaşı olduğu babamdan yana olduğunu hissetmiştim. Belki teklifimi geri çevirmemesi de sırf onun 3 hatıralarına olan saygıdan kaynaklanıyordu. Ne de olsa, kanun S, indinde Reha Şahin'in oğluydum. ^ Yerinde hoşnutsuzca kıpırdadığını fark ettim. Bir şeyler ^ söylemek istiyor, ama görgüsü ve alışkanlıkları mâni oluyordu. Sonunda dayanamadı. "Küçük Bey" dedi. "O evi ne yapacaksınız? Bu soruyu sormak haddime değil ama..." Hiç duraksamadan cevap verdim. "İçindeki eşyaları tasfiye ettikten sonra her halde satacağım. Oraları artık iş muhiti oldu. Sanırım rahatlıkla talibi çıkar." "Sanırım.. Fakat..." getiremiyordu bir türlü.
Cümlesinin
sonunu
"Evet?" "Orası anılarınızla doludur. Çocukluğunuz da orada geçti. Bilmem ki..."
Kaşlarım hafifçe çatılarak yüzüne baktım. Derin bir nefes aldım. "Olayları biliyorsun, değil mi?" "Evet efendim. Fakat yine de en azından muhterem Müfide Hanımın hatıraları için o evi tutsanız, nasıl olur. Rahmetli hanımefendi o villayı çok severdi. Anımsadığım kadarıyla en güzel yıllarını da orada geçirmişti. Böyle bir tavsiyede bulunmak bana düşmez, ama şu sıralarda yaşadığınız ruh haletini takdir ediyorum; kırgın, kızgın ve üzüntülüsünüz. Lâkin sinirleriniz biraz yatışınca duruma bambaşka bir açıdan bakacağınıza inanıyorum." Yaşlı hizmetkârın söylediklerini düşündüm bir an. Haklı olabilir miydi acaba? İnsan beyni bir tuhaftı, bin bir sual aynı anda kafama üşüşüyor, çok çeşitli duygular aynı anda ruhumu kaplıyordu. Öğrendiğim gerçekler hakikaten beni allak bullak etmişti, ve lâkin değişmeyen bazı durumlarda vardı. Mesela Müfide hanımın öz annem olmaması vakıası ben de hissi bir değişime yol açmamıştı. Onu hâlâ seviyor ve aynı şiddetle özlüyordum. Her halde gerçek annem de olsa, aynı ölçüde severdim. Belki yanlış davranan, öğrendiğim acı gerçekleri içime sindiremeyerek hatalı tepkiler gösteren bendim. Karar veremiyordum.
"Evet, annem mırıldandım.
o
evi
çok
severdi"
diye
Yahya Efendi ümitlenir gibi oldu. "Ya babamın ikinci evliliğini değerlendiriyorsun?" diye sordum.
nasıl
Bu beklenmedik sualim karşısında yaşlı adam birden sarardı. "Affedersiniz Küçük Bey ama o konuda fikir beyan etmek bana düşmez" diye utanarak kekeledi. "Hadi, Yahya Efendi" dedim. "Sen de artık bu ailenin bir ferdi sayılırsın. Kendimi bildiğim bileli seni tanırım. Özellikle annemin vefatından sonra kendini babama adadın. Seni sadece evin bir hizmetkârı olarak düşünemem, babamın can yoldaşıydın." "O sizin teveccühünüz efendim. haddimi bilirim."
Ama
ben
"Boş ver, anlat bana.. Babam neden gizlice evlendi? Senin haberin var mıydı?" Yaşlı adam bir an önüne baktı. "Evet, Küçük Bey" diye fısıldadı. "Rahmetli babanız evlendiğini bana söylemişti. Fakat bu evliliği kimseye açıklamamam içinde sıkı sıkıya talimat vermişti. Özellikle de size."
"Neden?" "Sanırım karşı çıkmanızdan ve bu evliliği tasvip etmemenizden çekiniyordu." Sesimi çıkarmadım önce. Ama aklıma gelen soruyu dayanamayarak sordum. "Bu ne biçim bir evlilikti kuzum? Sanırım Levent'deki evde birlikte yaşamadılar, değil mi? Öyle olsa duyulur görülürdü; ben babamla ihtilaflarımıza, çekişmelerimize rağmen zaman zaman habersiz geldiğim olurdu, ama o kadını evde hiç görmedim." Yahya Efendi çekinerek başını salladı. "Haklısınız. Merve Hanım Levent'deki eve hiç gelmedi." "Nerede yaşadılar peki? Şu Boğazdaki yalıda mı?" Yaşlı adam gittikçe bunalmaya başlamıştı. "İtimat edin, bilgim yok efendim." Garip bir durumdu. İster istemez merakım artıyordu. Babam o sakil aşüfte ile metres hayatı yaşasa bunu anlayabilirdim, ama resmen evlenmişti. "Hadi, hadi utanma. Sen bilirsin, söyle bana. Artık olan oldu. Geçmişi değiştiremeyiz." "İnanın
bilmiyorum." Israr etmedim. Daha ilk karşılaşmamızda onu bu kadar sıkıştırmamın anlamı yoktu. Nasıl olsa ilerdeki günlerde ağzından lâf alırdım. Şu sırada babama yılların verdiği sadakat duygusuyla bocaladığını, sevdiği ve saydığı bir adamın arkasından konuşmak istemediğini anlamıştım. Ama her şeye rağmen beni de severdi, zaman içinde bir şeyler öğrenirdim. "Beni asıl hayrete düşüren, babamın o çirkin karıda ne bulduğu oldu." Yahya Efendi birden irkilerek yüzüme baktı. "Çirkin mi dediniz?" "Öyle ya! Gençliğinden başka nesi var ki? Fettanlığı hariç tabii.." Kekeledi. "Merve hanımı gördünüz mü?" Emektar Yahya Efendi'den gerçeği saklayacak değildim. "Evet, bir defa. Ama uzaktan" dedim. Meraklanarak sordu. "Nerede?" "Bir iki gün evvel babama ait bir okulun idare meclisinden davet aldım. İtiraf edeyim ki sırf o
kadını görmek için gittim. Ama toplantıya iştirak etmedim tabii. Arabamı bir köşeye çektim ve gelişini bekledim. Şoförlü Mercedes'iyle geldi haspa. Genç ama kaknem bir karı. Doğrusu babamın bu kadar zevksiz olduğunu bilmezdim, her halde işvelerine esir oldu. Ne de olsa babam yaşındaki erkekler böylelerine çabuk yenik düşerler." Yahya Efendi hayretle yüzüme bakıyordu. Hayretinin nedenini pek kavrayamamıştım. Ama içime bir kurt düştü. "Ya sen? Onu hiç gördün mü?" "Evet, Küçük Bey.. Vasiyetnamenin açılması sırasında gördüm ilk defa." Garipseyerek yüzüne baktım. "Yanılmamışım, değil mi? Pespayenin teki." Beni onaylamasını bekliyordum, ama bizim emektar hizmetkârdan hiç ses çıkmıyordu. Kaşlarım çatıldı yeniden. "Neden cevap vermiyorsun?" "Şey., efendim..."
"Ne? Yoksa benimle aynı fikirde değil misin?" Adamcağız kızarıp bozarmaya başlamıştı. Korkarım aynı görüşü paylaşmıyorduk. "Bilmem ki, nasıl ifade etsem..." diye bocaladı. "Hadi çekinme, söyle. Gücenmem." "Efendim, Merve hanım çok olgun, aydın, anlayışlı, aşırı nâzik, son derece kibar ve bulunduğu mevkii hazmetmiş bir insan gibi göründü bana. Olsa olsa tek sorun, rahmetli beyefendi ile aralarındaki yaş farkı. Bunu ben de anlayamadım." Sinirli bir kahkaha attım. Oysa ben her şeyi gayet iyi anlıyordum. Tilki kadar kurnaz ve müthiş becerikli olduğu ayan beyan ortadaydı. O lanet karı, herkesin nabzına göre şerbet vermeyi gayet iyi beceriyor, istediği yerde, istediği kılığa bürünmeyi biliyordu. Tabii mahkemede de son derece olgun ve masum görünmeyi başarmıştı. Planının halkalarından biriydi o safha da. Şaşırmamak elde değildi, kadında müthiş bir etkileme gücü olmalıydı. Babamı çeşitli hilelerle nasıl kafa kola almışsa, bizim salak şirket avukatı Nejat'la Yahya Efendi'yi de aldatmayı
becermişti. İnanılır gibi değildi, her ikisi de o aşağılık kadından saygı ve hürmetle bahsediyorlardı. Sonra birden karşımdaki yaşlı adamın bir sözüne aklım takıldı. Acaba ben mi yanlış algılamıştım, az önce kadından bahsederken, vasiyetnamenin açılması sırasında görmüştüm ilk defa ibaresini kullanmıştı. Bu ifadeden onunla daha sonra da görüştüğü anlamını çıkarabilir miydim acaba? Bu defa daha temkinli yaklaşmak istedim. "Merve hanımı daha sonra da gördün mü?" diye sordum. Kıpkırmızı kesildi, lâkin öyle dürüst bir insandı ki, asla yalana kalkışmayacağını bilirdim. Ezilip büzülerek, "Evet, Küçük Bey" diye fısıldadı. "Bir kere daha görüştük." İlgimi çekmişti. "Nerede?" dedim. "Yeniköy'deki yalıda. Beni davjlt etti." "Davet mi etti?" Doğrusu şaşırmıştım. O para yiyici aşüftenin, ailenin emektar uşağıyla ne ilişkisi olabilirdi?
Mutlaka bir art niyeti olmalıydı. Yoksa babamdan kalanları az bulmuş, daha konabileceği kenarda köşede kalmış başka varlıkları da araştırmıştı. O tıynette ki bir kadın bu densizliği de yapabilirdi, öyle ya, diye düşündüm, ne de olsa vasiyetnamenin tanzim tarihi ile babamın ölümü arasında belirli bir zaman geçmişti. Böylesine zengin bir mameleke haiz bir adam, o süreçte de yeni bir şeyler kazanabilirdi. Sinirden hafif başladım.
hafif
dudaklarımı
dişlemeye
"Evet" diye fısıldadı bizim emektar. "Sebep? Niye çağırmış?" "Küçük Bey, bunu açıklamasam galiba daha iyi olur." Tamam, diye düşündüm. Bir bit yeniği olduğunu sezinle-miştim zaten. "Ağzını aradı, değil mi? Babamın kıyıda köşede başka mal varlığı var mı diye." "Estağfurullah efendim, ne münasebet. Merve hanım asla böyle bir şeye tevessül etmez; zaten ben de muhterem pederinizin bu denli bir servete sahip olduğunu hiç bilmiyordum." Vay canına be, diye homurdandım içimden, iki
görüşmede o şıllık nasılda Yahya Efendiyi tesirine almıştı, bizim ihtiyar hemen kadını müdafaaya başlamıştı. Utanmadan birde, Merve hanım böyle şeye tevessül etmez diyordu. Yavaş yavaş Üsteledim.
tepem
atmaya
başlıyordu.
"Anlat bana. Seni neden yalıya çağırdı?" Sesim galiba biraz sert çıkmıştı. Yaşlı adam bakışlarını benden kaçırdı. "İtimat edin, anlatmaktan hicap duyacağım." "Yine de anlatmanı istiyorum." Sanki emir verir gibi konuşmuştum. Sesimdeki öfke çok belirgindi. "Şey efendim., hanımefendi..."
nasıl
açıklasam
ki..
Merve
"Evet?" "Babanızın tüm eli açıklığına rağmen, bununla yetinmeyip...." Yine kızararak önüne bakmıştı. "Devam et" dedim.
"Bana hatırı sayılır bir çek yazdı." Gayri ihtiyari afallamıştım. Bu o fırsatçı kadından hiç beklemediğim bir davranıştı. Acaba neyin peşinde koşuyordu bu sürtük? Yaşlı hizmetkârı kazanmaya çalışmasındaki amaç ne olabilirdi. Düşünmeye başladım; işin aslına bakılırsa biraz utanmıştım da. Asıl böyle bir jesti benim yapmam beklenirdi. Gerçi babam onu unutmamış, mirasından az da olsa bir şeyler bırakmıştı, ama bunca yıllık hizmeti dokunan, ona âdeta can yoldaşlığı yapan birine benim de bir jeste bulunmam gerekmez miydi? Utanmıştım şimdi. Ama hâlâ bu davranışın altında bir art niyet aramaya devam ediyordum. Bir süre sessiz kaldım. Taktik değiştirdim sonra, "Aferin" diye mırıldandım. "Ondan böyle bir beklemezdim doğrusu, şaşırttı beni."
davranış
Yahya Efendi yine huzursuzca kıpırdandı. Çekinerek yüzüme baktı.
yerinde
"Beni mazur görün Küçük Bey, bu suali sormam haddime düşmez ama, neden Merve hanıma karşı bu kadar husumet duyuyorsunuz?" Aslında bu soru beni çileden çıkarmaya, kafamın kontağının atmasına yeterli olabilirdi ama büyük bir gayret sarfıyla sükunetimi muhafaza etmeyi
becerdim. Her an köpürmeye hazır hiddetimi bastırdım, hatta sırıtmayı bile denedim. "Bence, o bir leş kargası, ceset arayan tam bir akbaba" diye homurdandım. "Ve babam onun için mükemmel bir avdı. Yaşlı, ölüme yakın ve çok zengin. Onu kendine esir etti ve evlenerek ölümünü bekledi. Allah bilir, neticeyi sağlamak için ölümünü de çabuklaştırmak istemiş olabilir. Ondan ne beklenebilir ki?" Yahya Efendi sanki damarıma basmak istiyordu. "Onu tanımadan nasıl varabiliyorsunuz?"
böyle
bir
hükme
Onu hâlâ himayeye çalışmasını mantığım almıyordu. Acaba ben mi yanlış düşünüyordum? Bafıa göre olayların seyri o kadar açık ve meydandaydı ki, başka bir yorum getirmek âdeta imkânsızdı. Yetmiş yaşında bir adam ve henüz otuzunu ya bulmuş ya da bulmamış genç bir kadın. Böyle bir çiftin izdivacında maddi çıkarın dışında ne düşünülürdü? Aşk mı? Hadi canım sen de? Hele babam tipindeki biri, aşk denen kavramı ancak lügatlerden tanıyabilirdi. Duygusallığı sıfırdı. Yıllardır öz anam diye tanıdığım Müfide hanıma da âşık olmamıştı. Onların ki görücü usulü yapılmış bir
evlilikti. Ya seks? Belki.. Buna emin olamazdım. Babamın cinsel yaşamı hakkında hiç bilgim yoktu. Kim bilir, yaşamı boyunca tanımadığı cinselliği muhtemelen o şırfıntı ona tattırmış olabilirdi. Kalp krizi ve doğal bir ölüm sebebi işte.. Ne de olsa yetmiş yaşındaydı.. Bari çekici bir kadın elde etse yine gam yemezdim, bula bula sakil, tipsiz birini seçmişti. Yahya Efendinin söylediğini bir daha düşündüm. Gerçekten de onu tanımıyordum. Bu kadının insanları böylesine etkileyen nasıl bir meziyeti vardı acaba? Biraz daha sakinleşmeyi bekledim. Sonra gülümsedim. "Anlaşılan bu hanım seni bayağı etkisi altına almış Yahya Efendi" dedim. "Haklısınız, Küçük Bey. Yaşlı olmasaydım teklifini tereddütsüz kabul ederdim." "Ne teklifi?" diye sordum hemen. "Yalıda çalışan personelin başına geçmemi ve bir tür vekil harçlık yapmamı istediler benden. Allah gani gani rahmet etsin, babanız benden
kendilerine çok iyi bahsetmiş." Sinirden kendimi yiyordum ama belli etmemeye çalıştım. "Sırf yaşlılık nedeniyle mi kabul etmedin? Bence sıhhatin yerinde görünüyor. Ayrıca sana yapılan teklif seni fazla da yormazdı; anladığım kadarıyla yalıda çalışanlara nezaret edecektin sadece." "Haklısınız efendim. Ama asıl reddedişimin sebebi yaşlılık da değildi." Merakla yüzüne baktım. "Neydi o halde?" "Siz, efendim" dedi. "Anlayamadım, ben mi?" dedim gayrı ihtiyari. Yaşlı emektarımız yine utanmış gibi önüne baktı. "Ben bunca yıl ailenize hizmet ettim. Bundan da şeref duydum. Ne var ki, Merve hanımdan hoşlanmadığınızı biliyorum. Sizin onayınız olmadan o teklifi kabul edemezdim." Sinirli sinirli sırıtmaya devam ettim. "Bu beni ilgilendirmez Yahya Efendi" dedim. "Zaten son on
beş yıldır ben artık senin hizmet verdiğin evde oturmuyorum. Bağlılık telâkkine teşekkür ederim, ama bu tamamen senin karar vereceğin bir husus." O anda birden Yahya Efendi'nin yaptığı bu beklenmedik ziyaretin sebebini anladım. Yaşlı adam sırf bu teklifi bana açıklamak ve rızamı almak için gelmişti. Her zaman sahip olduğu kadirşinaslığın bir örneğiydi yine. Ben böyle bir şeyi asla düşünemezdim. Fakat diğer yandan da küplere biniyordum, o soysuz kadın babamın emektarını da sahiplenmeye kalkıyordu, kızmamak elde değildi. Başka birini bulamaz mıydı sanki.. "Öyle demeyin Küçük Bey" diye mırıldandı. "Sizin onayınız olmazsa asla kabul edemem." "Benim açımdan hiçbir sakıncası yok. Hem unutma ki, ben onaylamasam bile sen yine de Şahin ailesinin bir ferdine hizmet edeceksin. Ama bir şartım var." "Emredin Küçük Bey" dedi. "O kadından biraz mehil istedi şu Levent'deki evi birlikte tasfiye edelim." Yaşlı adamın gözleri ışıldadı.
Mutluluğunu yüzünden okumak mümkündü, ama nedense benim içime ifade edemeyeceğim bir hüzün çökmüştü. Sanki o şırfıntı çocukluğumu paylaştığım başka bir insanı daha elimden alıyormuş gibi bir hisse kapıldığımı duyumsuyordum... Ertesi gün üçe doğru işyerimdeki odamda iki ortağımla birlikte, gümrük komisyoncumuzla aksayan bazı çekimleri tartışırken cep telefonum çaldı. Müzakerenin en can alıcı yerindeydik; içimden kim bu münasebetsiz diye söyle.nerek telefonu açtım. "Merhaba Attila" dedi Orçun. Dün arkadaşımı aradığımı tamamen unutmuştum, ya da onun bu kadar çabuk karşılık vereceğini düşünmemiştim. Sarışın âfeti hatırlar hatırlamaz yüreğim birden deli gibi çarpmaya başladı. Orçun bu kadar çabuk aradığına göre mutlak onunla ilgili bir haber iletecekti. Nefesim kesilir gibi oldu ama bunu hissettirmemeye çalışarak, "Ne haber yahu, işte misin?" diye anlamsız bir soru sordum. "Şantiyedeyim" dedi. "Sana sevineceğin bir haberim var. Nilay'la konuştum. Berrin'e gerçekten Bo diyorlarmış. Nilay şimdi benden haber bekliyor, bugece müsaitsen kıza telefon edecek, dördümüz yemeğe çıkacağız. Nasıl ama, hızlı çalışıyorum, değil mi?" "Helâl" diye fısıldadım.
Tabii telefon gelince odadaki konuşmalar kesilmiş ve benim telefon görüşmesinin bitmesi için bekleyiş başlamıştı. Zamanlama kötüydü ve rahat konuşamıyordum. Orçun hattın öbür ucunda gülüyordu. Ürkerek sordum. "Geleceğinden emin misin?" "Saçmalama yahu!" dedi. "Neden gelmesin ki?" Sesimi biraz daha kısarak konuştum. "Nilay benden bahsetmiş mi? Adımı vermiş mi ona?" "Yoo.. Daha aramadı bile. Senin bugece müsait olup olmadığını öğrenmek istiyor." "Müsaitim müsait.." Orçun keyifle söylenmeye devam etti. "Oh, bakıyorum benziyorsun."
abayı
fena
yakmışa
"Yok canım, o kadar büyütme. Ama hoş birine benziyor."
Yeterince rahat konuşamıyordum. İş ortaklarım ve gümrük komisyoncusu olan zat genellikle iş yerimdeki titizliğime alıştıklarından daha şimdiden yüzüme bir tuhaf bakmaya başlamışlardı bile. Sevinmesine sevinmiştim ama Orçun'un bir an önce telefonu kapatmasını bekliyordum. "Ben seni bir saat sonra arar neticeyi öğrenirim" dedim. "Tamam, oldu" dedi ve telefonu kapattı. Keyfim yerine gelmişti. Doğrusu komisyoncu ile olan ihtilâfımızı hiç iplemiyordum o an. Tek isteğim meseleyi bir an önce neticeye bağlamak ve yalnız kalmaktı. Fakat gösterdiğim tüm gayretlere rağmen münakaşa uzadı. Yarım saat geçti, bir neticeye varamadık. Aradan bir on beş dakika daha geçti, hâlâ sonuç alamamıştık. Oysa ben heyecandan yerimde duramıyordum. Nihayet, "Kusura bakmayın beyler. Benim bir başka randevum daha var, çıkmak zorundayım" dedim. Çaresiz ayağa kalktılar. Sorunun çözümünü başka bir güne erteledik. Oda boşalır boşatmaz telefona sarıldım. "Ne haber, koçum" dedim. "Berrin'le görüştünüz mü?" "Tamamdır arkadaşım, önce buluşup bir yemek
yiyeceğiz, sonra da Laila'ya gideceğiz. İtirazın var mı?" "Nasıl olur ki?" "Bu iyiliğimi unutma. Ama bütün masraflar senden." "Kabul" diye sırıttım. İnanılmaz güzel gözleri vardı. O yeşil gözlerin ihtişamını, gezi teknesinde, ay ışığının altında görmüş, etkisi içime işlemişti fakat sanırım asla bu güzelliği size uygun kelimelerle anlatmamışım. Bakışlarımı özellikle gözlerinden alamıyordum Berrin'in: Sanki şimdi anlatabilecek miyim? Çok şüpheliyim; zira kelime dağarcığım-daki zenginlik bunu ifadeye yeterli değil. Müthiş bir şey bu; çarpıcı, şok edici, titretici. Zaten yüksek voltajlı bir elektrik akımına tutulmuş gibiydim. Şimdi aranızda, biraz mübalağa ettiğimi, duygularımı abarttığımı düşünenler olabilir, oysa hiç de öyle değildi. Ona baktıkça sersemleşiyordum. Hatta yalnız gözlerinden bahsetmekle haksızlık da ediyordum. O bütünüyle kusursuzdu; kusursuz ne kelime, şahaneydi. Böylesine zarafet ancak
Tanrı vergisi olabilirdi. Ayrıca Berrin her giydiğini kendisine yakıştıran biriydi. İlk defasında onu sarı bir tuvalet içinde görmüştüm; bugece ise oldukça sade bir giyimi vardı, fakat bana daha çarpıcı görünüyordu. Beyaz bir pantolon, omuzlardan askılı dekolte bir bluz ve sandaletler. Güneşten iyice bronzlarmış cildi ve göbeği zaman zaman sırtındaki bluzun oynamasıyla ortaya çıkıyordu. Orçun'la Nilay onu evinden almışlardı. Arnavutköy'deki yeni açılmış bir restoranda buluşmuştuk. Tanıştırma faslımız ilginç oldu. Nilay beni tanıştırırken Berrin gülümsedi. "Beyefendiyle biz zaten tanışmıştık" dedi. "Sizin nişan gecenizde. Hatta bir süre birlikte mehtap seyrettik." Nilay şaşırarak, "Öyle mi?" diye mırıldandı sevinmiş görünerek. Orçun'la hazırladığımız plandan Nilay'ın haberi olup olmadığını anlayamadım; şayet varsa, mükemmel bir mizansen yaratıyordu doğrusu. Ben bile bu karşılaşmanın tesadüfî olduğuna inanabilirdim. Yemeğin pek neşeli geçtiğini söyleyemem. Sebebi ise bendim.. Garip bir tutukluğa bürünmüştüm. Genellikle çok konuşan, mevzuu bulmakta hiç zorlanmayan, her zaman espri
yapabilen yaradılışta olmama rağmen, sanki o benliğim gitmiş, yerine sessiz, sorulunca cevap veren, pısırık, dümdüz, hiçbir yaratıcılığı olmayan, sıradan biri haline gelmiştim. Nedenini bilmiyordum. Bilâkis sevinip coşacağıma, gittikçe kilitleniyordum. Gerçek kişiliğimi bilen Orçun üzerimdeki ataleti anlamak için zaman zaman gözlerini yüzüme dikip bana bakıyordu, senin neyin var, dercesine. Haklıydı da, bu buluşmayı ben istemiş, şimdi de dut yemiş bülbül gibi sessizleşmiştim. İşin kötüsü Nilay da beni yeterince tanımıyordu; belki içinden, soğuk, sevimsiz, toplum adamı değil, diye düşünebilirdi. Durumumun farkındaydım. Yemekte içtiğimiz şaraptan medet umdum. Ancak üçüncü kadehten sonra biraz çenem açılır gibi oldu. Yavaş yavaş açılmaya başladım. Galiba asıl neden şaşkınlığımdı. Hayatım boyunca bu denli güzel bir kadınla karşılaşmamıştım. Diyebilirsiniz ki, iyi ya, bu seni neden durgunlaştırdı, keyiflenip daha coşkulu, daha neşeli olman gerekmez mi? Haklısınız. O neşeyi yakalamak için bütün şartlar uygundu.
Nefis bir yaz gecesi, ılık esen bir meltem, güzel yemekler, Fransız şarabı ve karşımda hayatım boyunca gördüğüm en güzel kadın.. Daha ne isteyebilirdim.. Sanırım beni kendime getiren yüzündeki ifade oldu. Düş kırıklığı..
(lerrin'in
Beni karşısında görünce önce memnun olduğunu sezinlemiştim. Nişan gecesi teknede yanımdan birden bire uzaklaşmasına rağmen benden hoşlandığını sezinlemiştim; bu nedenle de buakşam ki sürpriz karşılaşmadan hoşnuttu. Ama durgunluğumla onu hayal kırıklığına uğratmıştım şimdi. Normal halime dönüşümde bomba gibi oldu. Ani, birden bire ve pervasızca. Kızın gözlerinin içine bakarak, "Siz hayatımda gördüğüm en güzel kızsınız" dedim. Ne tepki göstereceğini merak ediyordum. Belki biraz kızaracak, hoşuna gidecek ve iltifatım için teşekkür edecek sandım. Ama hiç de tahmin ettiğim gibi olmadı. "Hanımlara kompliman yapmak için üç kadeh şarap içmeniz mi gerekli?" dedi. Afallamıştım. "Hayır, kesinlikle şart değil" diyebildim.
Burun kıvırdı. Ortam birden soğumuştu. Ne yapacağımı şaşırdım. Yine anlamsız mı konuşmuştum acaba? Teknede de buna benzer bir iltifattan sonra yanımdan uzaklaşmıştı. Orçun sözde imdadıma yetişti. "Ayağını denk al Berrin" diye güldü. "Attila müthiş çapkındır." "Sanırım öyle. dökemeyeceğini altında."
Bo Derek'in elime su söylemişti bana mehtap
Israr ettim. "Yine de öyle düşünüyorum." Berrin bir süre dikkatle yüzüme baktı. Sonra birden ilgisiz bir soru sordu. "Ne iş yaparsınız Attila Bey?" Hemen hatırladım. Ogece de ay kaçta batar diye konuyu değiştirmişti birden. Belki de bu sık sık başvurduğu bir taktikti. "Ticaretle meşgul olurum." dedim. Gülümser gibi yapıp hafifçe dudaklarını büzdü, sanki küçümser gibi. "Ne tür ticaret?"
"Tıbbi araç ve gereç ithal ederim." Bu kez sadece başını sallamakla yetindi. "Kârlı bir iş mi?" "Fena sayılmaz, idare eder" diye mırıldandım. Orçun yine araya değişik bir türü."
girdi.
"Baba
mesleğinin
Berrin gözlerini kısarak sordu. "Nasıl yani?" Orçun hemen yanıtladı. "Babası doktordu Attila'nın. Oğlu doktorluğu seçmedi ama baba mesleği ile ilgili bir ticaret şirketi kurdu. Sen idare eder demesine de bakma, kazancı iyidir. Benimkini katlar. Üniversiteye kadar aynı okullarda okuduk, ama şimdi ben para kazanacağım diye şantiyelerde güneş altında kavrulurken, o klimalı lüks bürolarda oturup kazancını depolar." "Abartma" diye söylendim. "Az evvel söylediğimde yalan değildi, şehrin en hızlı playboy'larındandır." Berrin tekrar gülümsedi ama yorum yapmadı.
Yine sustum. Gözlerim kızın uzun parmaklı ellerine takıldı. Elleri güzel ve bakımlıydı. Sağ elinde iri taşlı hârika bir yüzük vardı. Bendeki intibaı zengin bir ailenin, çalışmayan ve koca bekleyen kızı olduğu tarzındaydı. Tabii buradaki bekleyen tabirini sadece lâfın gelişi düşünmüştüm. Yüzlerce talibinin olduğundan hiç şüphem yoktu. Anlaşılan kafasına ya da babasının servetine denk bir genç henüz karşısına çıkmamıştı. "Ya siz?" dedim. "Henüz sizin hakkınızda hiçbir şey bilmiyorum." "Ne öğrenmek istiyorsunuz ki?'îj "Hakkınızdaki her şeyi." Hep beraber gülüştük. Berrin, "Sorun öyleyse" cevaplamaya çalışayım."
dedi.
"Ben
de
"Tamam. İlk sorum geliyor. Ev kızısınız, değil mi?" Garip garip yüzüme baktı. "Ne demek bu?"
"Yani çalışmıyorsunuz." "İlk tahminiz yanlış, çünkü çalışıyorum." Bozulur gibi oldum. "Pekâlâ.. Durun bulayım. Çok ünlü bir holdingin patron sekreterisiniz." "Yine yanıldınız. Ben kendi işimin patronuyum." Kaşlarım çatıldı. "Tamam" diye mırıldandım. "Bir reklam ajansınız var.." "Hayır." Nilay ile Orçun kıs kıs gülüyorlardı. Tahminlerimi sıralamaya devam ettim. "Eczacısınız. Ecza depolarınız da olabilir." "Hayır." "Öyleyse trikotaj işindesiniz.. Bir butik sahibi filan.." "Yine yanıldınız." İnat ediyordum. Buluncaya kadar da aklıma
gelen ihtimalleri sıralayacaktım. Ama nedense aklıma bu güzel yaratığa yakıştırabileceğim başka meslekler gelmiyordu. Sanki yardım istercesine nişanlı çifte baktım. Pek oralı olmadılar ve de tiyo vermeye kalkışmadılar. Tam o sırada beklenmedik bir olay oldu. Yanımızdan kalabalık bir grupla birlikte geçen genç bir adam tam bizim masanın önündeyken, "Bo" diye bağırdı. "Bu ne hoş rastlantı!" Başımı kaldırıp adama baktım. Benim yaşlarımda, güneş yanığı tenli, atletik, havalı biriydi. Üstelik oldukça da yakışıklıydı. Şakaklarında birkaç tel ak vardı. Hemen eğilip Berrin'in elini kavramıştı, hem de iki eliyle. Artistik bir hava içinde kızın elini dudaklarına götürmüştü. Ne yalan söyleyeyim, o an birden bozuluverdim, ama bu hissimi tabii belli etmemeye çalıştım. Berrin'de yerinden fırlamış, adamın elini öpmesiyle yetinmemiş boynuna sarılmıştı. "Nerelerdeydin mırıldanmıştı.
Haldun,
özledik
seni"
"Tatildeydim. Mayorka'da.." "Belli, kömür gibi yanmışsın. Nasıl oraları?"
diye
"Hârika. Nefis günler geçirdim. Ya sen? Neler yapıyorsun?" "Hep bildiğin gibi, çalışmaya devam." "Yeter yahu!..Biraz da dinlen artık. Önümüzdeki hafta bana gelsene. Cem'le Tuğçe'de olacaklar. Dip avcılığı yaparız." "Söz vermeyim, ama gelmeye çalışırım. Şu sıralar gerçekten yoruldum." "Bekleyeceğim ha, atlatma sakın.. By.." dedi ve kendisini çekiştiren grubun arkasından ilerledi Haldun denen kişi.. Giderken de bizim masadaki tanımadığı kişilere tebessüm eder gibi sıradan bir jest yapmıştı. Aslında Berrin'le daha bu ilk buluşmamızda; doğal olarak yaşamında bir sürü arkadaşı veya flörtü olabilirdi, tavır almaya, surat asmaya kesinlikle hakkım yoktu. Onun yerinde başka buluştuğum bir kız olsa, hiç umursamazdım. Ama nedense bu defa içimde burukluk ve ezilmişlik hissettim. Kendine gel Attila, dedim içimden. Sana ne oluyor, kıza şimdiden ipotek koyacak değilsin ya, diye söylendim. Eski bir arkadaşla karşılaşmanın ne mahzuru olabilirdi ki? Mutlaka suratım asılmıştı. Zoraki gülümsemeye çalışarak Nilay'la konuşmaya başladım; niyetim
o adamla ilgilenmediğimi çocuksu bir eda ile sergilemekti. Fakat Berrin'in faaliyeti ile ilgili sorularımı da bıçak gibi kesmiştim. İşin şaşılacak kısmı masadakiler de yarım kalan oyuna devam için istekli davranmamışlardı. O konu kapatıldı, ben de merak etmeme rağmen öğrenemedim. Açıkça itiraf etmek gerekirse Haldun denen adamı düpedüz kıskanmıştım. Neyse ki benim asla soramayacağım soruyu, adam uzaklaşır uzaklaşmaz Nilay sordu. "Bo kim bu adam?" Berrin şaşırmış gibi, "Tanımıyor musunuz?" dedi. "Haldun Karaman. Armatör. Sosyetenin en hızlı insanlarından biridir. Sedef adasında nefis bir evi vardır. Sualtı avcılığına meraklıdır. Kupaları, madalyaları filan var. İyi çocuktur." Orçun sırıttı. "Anlayalım, yoksa aranızda bir numara mı var?" "Yok canım.. arkadaşız."
Fesatlık
etmeyin..
Sadece
Ama nedense genç kadının yüzü hafifçe kızarır gibi olmuştu. Benim ise yüzüm büsbütün asıldı.
Yemeğin ondan sonraki kısmı oldukça durgun geçti. Tam açılmaya yüz tutan çenem iyice kapanmıştı. Tatsız ve sevimsiz bir ortam yaratmamak için devamlı kendimi zorluyordum. On bir sularında Laila'ya gitmek üzere masadan kalktık. Hani o sırada biri, bu kadar eğlence yeter, evlerimize dönelim mi dese, ilk kabul edecek kişi ben olurdum.. Genç oluşuma bakmayın, yaşıtlarıma göre eğlenceye daha az düşkün biriydim. Ve Laila'ya bu ilkgidişimdi. Mâruf eğlence mekânı tahminimden çok daha kalabalıktı. İnsanlar üst üste, ite kaka, anlayamadığım bir hengame içinde sözde eğlenmeye çalışıyorlardı. Yüksek volümle çalınan müzik âdeta kulaklarımı tırmalıyordu. Bir ara Orçun ile Nilay dansa kalktılar. Tabii bunun adına dans denirse. İnsanların estetikten uzak, devamlı birbirlerine çarparak, oldukları yerde tepindikleri garip platforma.. Berrin yüzüme baktı. Anladığım kadarıyla o da dansa kalkmak arzusundaydı. Ben teklif de bulunmadım. Ama o, "Biz de dans edelim mi?" dedi.
Çaresiz, o itişmenin içine katıldık. Birbirimizin vücuduyla temas halinde değildik, tabii başka birinin arkadan veya yandan dürtmesiyle oluşan gayri iradi çarpışmaları saymazsak. Bu tür danslardan hoşlanmasam da Berrin'in çok iyi dans ettiğini, vücudunun inanılmaz yumuşaklığını, ritme uyumundaki ahenk ve beceriyi kabul zorundaydım. Keşke slow, vals gibi artık pek rağbet görmeyen ama bana gerçek dansı hatırlatan türde bir müziğin eşliğinde dönseydik. Berrin âdeta kendi kendine dans ediyordu. Benim yaptığım ise daha ziyade onu seyretmekti. Doğrusu bundan da zevk almaya başlamıştım. Mümkün olduğu kadar göz göze gelmemeye çalışıyordu benimle. ilk defa o zaman uyandım; galiba benden hoşlanmamıştı. Haksız da sayılmazdı. Kibar, anlayışlı, nazik davranamamıştım. Konuşmalarım bile ürkütücü olmuştu. O zaman daha iyi anladım; biz de birbirimizi iten, ters gelen bir şeyler mevcuttu. Kızın hârika fiziği, mükemmel yüz hatları, tek kelimeyle şahaneydi. Fakat eksik olan bir şeyler de vardı. Gereken elektrik akışını, uyumu,
birlikteliği sağlayamıyorduk. Ondan hoşlandığımı söyleyemezdim artık, itici, kendini beğenmiş, etrafa hava basan, kasıntı bir tip olarak görmeye başlamıştım şimdi. Güzelliğine hâlâ bir şey söyleyemezdim ama nişan gecesi müthiş etkisi altında kaldığım kadını galiba gözümde fazla büyütmüştüm. Pek umduğum gibi biri çıkmamıştı. Dans ederken konuşmuyorduk neşelenemediğimi anladı.
da.
Nihayet
bende.
"Nasıl
"İsterseniz bırakalım" dedi. Kayıtsızca isterseniz."
omuz
silktim
Berrin o mahşerî kalabalığı yararak nispeten tenha bir yer bulmaya çalıştı. Sessizce arkasından onu takip ediyordum. Nişanlı arkadaşlarımızı kalabalığın ipinde kaybetmiştik. Deniz kenarına yaklaştık. Soluklanmaya çalıştı; o benim gibi değil, epey tepinip terlemişti. Bir süre konuşmadan durduk. Sanırım o da sıkılmaya başlamıştı. Bana pek bakmıyor, gözleriyle dans pistindekileri inceliyor, bir yandan da zarif vücuduyla hâlâ müziğin ritmine uyarak tempo tutuyordu. En azından rast gele bir konu açıp konuşmam gerekirdi, ama söyleyecek tek bir kelime
bulamıyordum ne yazık ki. Sonunda o konuştu. "Galiba dans etmeyi pek sevmiyorsunuz" dedi. "Evet" dedim, "özellikle böyle hızlı dansları." Yüzüme bakmadan, mırıldandı.
"Belli
oluyor"
diye
"Kusura bakmayın. Üzgünüm." "Yok canım, hiç önemli değil." "Eğlencenizi bozmak istemezdim." "Dedim ya, dert değil. Ben arkadaşlarla sık sık dansa giderim zaten." Anlayamıyordum bir türlü; ogece teknede sessizce yanıma yaklaşan, romantik bir havada mehtap seyreden kızla, şimdi yanımda surat asan kadın arasında sanki dağlar kadar fark vardı. Teknedeki kız, hayalperest, dejenere telâkki ettiği sosyete toplantılarından uzak duran, hatta onları küçümseyen lâflar ederken, şimdi yanımdaki, İstanbul sosyetesinin en flaş uğrak yeri olan bu mekândan müthiş zevk alan davranışlar içindeydi. Tam bir tezat yaratıyordu. Kasten böyle davranıp davranmadığı hususunda bir an şüpheye düştüm. Ama böyle davranması
için neden yoktu. Her halde nişan gecesi ben yanılmış, onun hakkında çok iyimser düşünmüştüm. Bir süre yine sustuk. Kalabalık daha da artıyordu. Bir ara saatime baktım. Sanırım gözünden kaçmamıştı. "Gitmek mi istiyorsunuz?" diye sordu. Ya ben davranışlarımla halimi çok belli ediyordum, ya da o aklımdan geçenleri rahatlıkla okuyordu. Evet dersem, artık çok ayıp olacaktı. İster istemez inkâr cihetine gittim. "Yok canım!" diye mırıldandım. "Onu da nereden çıkardınız?" "Sıkıldınız. Bu çok belli." Durumu kurtarmaya çalıştım. "Genellikle kalabalık yerlerden pek hoşlanmam. Sakin ve tenha yerleri her zaman tercih ederim. Birde şu yüksek volümlü çalınan müzik. Alışamadım gitti." Yüzüme bakıp gülümsedi. "Yalan söylemeyi hiç beceremiyorsunuz." "Yalan söylemiyorum ki?"
"Ne kalabalıktan, ne de müzikten sıkıldınız. Sizi sıkan benim." "Yapmayın, gerçek bu."
haksızlık
ediyorsunuz."
"Ama
"Günahımı aldığınızın farkında mısınız? Çok güzel bir kadınsınız; hangi erkek sizin yanınızda sıkılabilir ki?" Bu kez sert bir edayla yüzüme baktı. "Lütfen şu banal iltifatları bırakın artık. Gerçekleri söylemek her zaman meziyettir. Beni güzel bulduğunuzun farkındayım tabii, ama kişiliğim, ruh yapım beklediğiniz gibi çıkmadı ve siz de bozuldunuz. Şu anda sırf Nilay ve Orçun için yanımdasınız, onlar olmasa bir dakika burada durmaz, kaçar gidersiniz." Suratım asıldı ama son cümlelerine itiraz etmemem, söylediklerini onayladığım anlamına gelebilirdi. Cevap veremedim. Hâlâ beni inceliyordu. "Bu buluşmayı siz ayarladınız, değil mi?" diye sordu birden gözümün içine bakarak. İçimden yalan söylemek gelmedi. Kartları açık oynamak daha yararlıydı.
"Evet" dedim. "Her halde Orçun'a çok ısrar etmiş olmalısınız." "Öyle." "Nişan gecesi beni çok mu beğenmiştiniz? Çok mu etkiledim sizi." "Evet." "Ama bu gece hiç de etkilenmiş bir haliniz yok." Susmak zorunda kaldım. Hissiyatımı anlatmak çok anlamsız geldi bana. Cevap vermeyince o konuştu tekrar. "Duygularınızın bu denli değişmesine sebep ne?" "Sanırım bunu tartışmanın bir anlamı yok. Yararı da..""Belki vardır." "Sanmıyorum. Siz yine de bir deneyin. Hiç olmazsa Nilay ile Orçun dönünceye kadar konuşacak bir şeyimiz olur." Benden günah gitmişti. Madem ki gerçek duygularımı, uğradığım hayal kırıklığını bilmek istiyordu, ben de söyleyecektim.
"Hata ben "Yanılmışım."
de
oldu"
diye
fısıldadım.
"Hangi konuda?" Yutkundum yeniden. Kendimi zorlayarak o nefis yeşil gözlerinin içine baktım. "Terslik bende. Galiba sizden çok şey bekledim." "Ne gibi? Çekinmeyin konuşun. Ben hiç bozulmam." "Yine de anlamanız biraz zor. Zira bu benim kişiliğim, yapımla ilgili bir sorun." "Belli olmaz, belki anlarım." "Ben aşırı duygusal, fazla romantik bir insanımdır. O gece mehtabı seyrederken derin bir hüzün içindeydim. Bir anda yanı başımda dünyalar güzeli bir kadın peydah oluverdi. Neye uğradığımı şaşırdım. Fiziğiniz, yüz güzelliğinizle tabiatın mükemmelliğini âdeta tamamlayan bir haliniz vardı. Sanki tablonun eksik kalan yanına bütünlemeye gelmiştiniz o an. Beni asıl şaşırtan şey ise duygularınızdaki erişilmezlik oldu. Birlikte olduğumuz o kısa süreçte beni büyülediniz, ruhumda fırtınalar yarattınız. Hızla yanımdan uzaklaşıp gittiğinizde de dünyam karardı ve o an sizi hayatıma girecek, yaşantımı değiştirecek insan olarak değerlendirdim."
"Çok ilginç!" dedi Berrin. "Sonra?" Zevklenmiş gibi gülümsüyordu. "Ama o bir anlık teşhisim yanlışmış. Gerçeği bu gece anladım." "Nasıl? Yani beni umduğunuz gibi bulmadınız mı?" Başımı önüme eğdim. "Lütfen beni daha fazla konuşturmayın. Komik duruma düştüğümün farkındayım." "Devam edin. Bunu bilmek Başladığınızın sonunu getirin."
hakkım.
"Bunu şöyle de ifade edebilirim. Bir serap görmüşüm. Kana kana içeceğim bir su kaynağı, bir vaha umarken karşıma kurumuş bir kuyu çıktı." Manidar bir şekilde suratıma baktı. "Yalan söylemeyi beceremediğinizi etmiştim. Ayrıca bu size yakışmıyor da."
ifade
"Anlayamadım?" "Anlaşılmayacak nesi var bu söylediğimin?" "Ama yalan söylemiyorum." "Söylüyorsunuz!" Kaşları çatılmış, gözleri hiddetle ışıldamaya
başlamıştı. "Ne yalanı?" diye sordum. Sesini biraz yükselterek hafifce bağırdı. "Kıskandınız!" "Kimi?" "Hadi utanmayın, itiraf edin. Haldun'u kıskandınız." "Haldun'da kim?" "Restoranda karşılaştığımız o yakışıklı adam." İster istemez duraladım. Sanırım Berrin ruhumu okuyordu. Ama işin acı yanı, bu gerçeği henüz kendimin bile kabul edememesiydi. O karşılaşmadan sonra birden ruhum kararmış, duygularım allak bullak olmuştu. Kıskanmanın kökünde insanın kendine olan zaafı, acımasızlığı ve güvensizliği yatardı. Özellik-le de itimatsızlığı. Pek tabiidir ki aşk olmadan kıskançlık da olmazdı. Ama benim henüz bilmediğim, anlamadığım husus gerçekten Berrin'e âşık olup olmadığımdı. Mehtaplı bir gecede, bir teknenin üst güvertesinde üç beş dakikalık bir beraberlikten sonra insan aşk denen o gayya kuyusuna düşer miydi acaba? Tuhaf, alışık olmadığım, hatta bu güne değin yaşamadığım bir mücadele verdiğim doğruydu, lâkin bunu aşk diye mi yorumlayacaktım? Dudaklarım kıpırdadı, ağzım açıldı ama sesim çıkmadı.
Berrin muzaffer fakat hain bir edayla bastırdı. "Kıskandığınızı kabul ediyorsunuz, değil mi? Aslında değişen ben değil, sizsiniz. Aşk kadar eski, yaradılışın bu menfi duygusu, bir anda benliğinizi kapladı ve bencil, kaba, hatta saldırgan oldunuz. Gerçekleri kabul edemeyen, hoşgörüsüz bir yaradılışınız var. Korkaksınız da. Ruhunuzu okuyorum; bakın nasıl sindiniz. Ağzınızı açıp, tek kelime edemiyor, kendinizi savunamıyorsunuz. Çünkü aczinizi yüzünüze vurdum." Âdeta dona kalmıştım. Kadının cüretkârlığı beni korkutmuştu. Haklı olabilirdi, lâkin ne olursa olsun bir insanla daha tanıştığınız ilk gece yüzüne karşı beyninizden geçen bu sert ve haşin yargıları acımasızca sıralamak bana göre bir şey değildi. Sindiğim de doğruydu; Berrin sanki ruhuma bir ayna tutmuştu. Kendimi savunacak kelimeleri bir türlü bulamıyordum.. Allah'tan imdadıma Orçun'la Nilay yetişti. Sıcaktan ve danstan ter içinde kalan Nilay, "Neredeydiniz?" diye sordu. "Deminden beri sizi arıyoruz. Bir ara pistte sizi gördük ama sonra kaybettik."
Hem konuşuyor, hem de serinlemek için üst iki düğmesi açık bluzunu yakasından tutup sallıyordu. Ben cevap verecek halde değildim. Neyse ki Berrin konuştu. "Biz de yorulduk. Attila Bey çok hoş dans ediyor ama onun temposuna ayak uyduramadım, ben pes ettim." Nilay hayretle mırıldandı. "Sen mi? Ayol sen sabahlara kadar dans edersin, nasıl oldu da bu kadar çabuk yoruldun?" Az evvel bana kullandığı kelimelerden zehir akan Berrin sanki kimlik değiştirmişti. "Bu gün zaten çok yorgundum" diye devam etti. Sonra bana g dönerek, "Attila Bey acaba beni eve kadar bırakabilir misiniz? Yarın sabah erken kalkmalıyım Aptal aptal üçünün de yüzüne baktım Genç nişanlılar önce itiraz ettiler. "Yahu daha çok erken, geleli ne kadar oldu ki?" Orçun, aramızda bir şeylerin ters gittiğinden şüphelenir gibi yüzüme baktı, öyle sersemlemiştim ki, muhtemelen yüzümün ifadesi her şeyi anlatıyordu. Fakat Berrin beklemediğim bir şey daha yaptı ve koluma girdi. Sanki Orçun'un beyninde çöreklenen kuşkuları yok etmek istercesine. Vücudum elektriklendi. Böyle bir yaklaşım, fizikî temas beklemiyordum. Her şeye rağmen yüreğim çarpmaya başlamıştı. Keten ceketimin
kumaşı üzerinden bile Berrin'in elinin yakıcı sıcaklığını hissedebiliyordum. Müthiş biraktristti. Duygularını mükemmel saklayabiliyordu. Sanki bir anda iyi anlaşan iki arkadaş kesilmiştik. Nilay somurttu, erken canım daha, diye söylendi. Ayrılmamızı istemiyordu. Ben tenis maçı seyreden bir meraklı gibi topun geliş gidişine uygun şekilde bakışlarımı bir nişanlılara bir Berrin'e çeviriyordum. Bir ara ağzımı açacak, lâfa karışacak gibi oldum, ama derhal kolumdaki tazyik arttı. Konuşmamı istemiyordu. Hayret, ne kadar da kendinden emindi ve ben gerçeklen de sustum. Onunla gitmeye hazırdım.. Nişanlılarla vedalaşıp Laila'dan ayrıldık. Benim arabaya gelinceye kadar da hiç konuşmadık. Berrin bir adım kadar önümden vakur ve son derece ahenkli yürüyordu. Gerek Laila'dan çıkışta, gerekse arabamı park ettiğim yere kadar gidişte yolda herkesin bakışları Berrin'in üzerindeydi. Hem rahatsız oluyordum, hem de tipik erkeklere has bir gurur duyuyordum. Zira o bakışların çoğu, kim bu güzel kadının yanındaki erkek, diye bir de bana takılıyordu O an daha başka neler mi hissediyordum? İnanın, bilmiyordum. Sanki otomatiğe bağlanmış bir makine gibiydim. Kafamın içi boşalmış, düşünme yetisini yitirmiş, bir hamle sonra ne
yapacağını bilmeyen bir satranç oyuncusunun çaresizliği içinde yürüyordum sadece. Arabanın yanına gelince doğru şoför mahallindeki kapının yanına geldim ve kilidi açtım. Tam adımımı içeriye atacağım sırada, Berrin'in öteki kapının önünde dimdik durarak beklediğini fark ettim. Ne yalan söyleyeyim, önce neden öyle durup beklediğini anlamamıştım. Yüzüne baktım, soğuk bir ifadeyle arabaya bineceği kapıyı açmamı beklediğini sezinledim. Basit bir görgü kuralıydı, ama şimdiye kadar çıktığım kızlar böyle teferruat kabilinden kuralları iplemez, kilit açılınca kendileri içeriye dalarlardı. Yeniden arabanın ön tarafından dolaşıp yanına gittim, kapıyı açtım ve o içeri girdikten sonra dikkatle kapattım. Yanına döndüğümde, "Affedersiniz, dalgınlığıma verin" diye mırıldandım. Yine müstehzi ve küçümseyen bir ses tonuyla, "Önemli değil" dedi. "Bugece epey sarsıldığınızı biliyorum, yanınızdaki genç bir hanımın kapısını açmayı düşünecek durumda bile değilsiniz." Alay mı ediyordu acaba? Ciddi ciddi kuşku duyuyordum. Yoksa gösterdiğim zaaf, arkasından kendimin de yorumlaya-madan verdiğim açıklar ve surat asmalarla, duygularımı
bu kadar mı aleni belli ediyordum? Motoru çalıştırıp vitesi drive'a aldım. Berrin'i bir an evvel evine bırakmaktı niyetim. Yola çıktıktan sonra aklıma geldi. "Nereye sordum.
gideceğiz?
Eviniz
nerede?"
diye
Gülümseyerek yüzüme baktı. "Sahiden, benden bir an evvel kurtulmak istiyor musunuz?" dedi. Yine cevap veremedim. Bilmiyordum ki.. O an müthiş canımı sıktığı gerçekti. Ama ondan ayrıldıktan S sonra neler hissedeceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Belki de bin pişman olacaktım. Suskun kalışımdan cesaret buldu "Hadi, gerçeği, yani benden ayrılmak istemediğinizi söylesenize. Utanıyorsunuz, değil mi? Kaba davranışlarınızdan sonra pişmanlık duyduğunuzu itiraf bu kadar zor mu?" Kızgınlığım galebe çalmaya başladı. Ne sanıyordu bu kadın kendini? Böyle bilgiççe havalarda konuşma cesaretini nasıl bulabilirdi benimle? Ayrıca ona kabalık ettiğim de
söylenemezdi; ne yapmıştım yani, ağzımdan kötü ve çirkin bir kelime mi çıkmıştı? Arabanın kapısını ona açmamak da, her halde bu kadar büyütülecek bir davranış değildi. Nihayet dayanamayarak homurdandım. "Size kaba bir davranış sergilemediğimi sanıyorum. Kapıyı açmaktaki ihmalim için de özür diledim zaten. Sanırım sizi bir an evvel evinize bırakmam en hayalısı olacak." "Tamam öyleyse. Tarabya'da oturuyorum. Gidebiliriz. Şayet size oraya gitmek zor gelecekse, beni burada hemen bırakabilirsiniz. Taksiyle de gidebilirim." Ya sabır, dedim içimden. Berrin insanı tahrik etmede bire birdi. Hani şeytan, bas frene, aç kapıyı, pekâlâ inmek istiyorsan in, diyeceği geliyordu. Ama genç bir hanıma asla böyle bir davranışta bulunamazdım tabii. Çaresiz kalarak suratımı astım, gaza bastım. Rumeli Hisarı'na kadar hiç konuşmadık. Koltuğunda yan oturmuş, bakışlarını üzerime çevirmiş beni inceliyordu. Hem de biteviye, nazarlarını hiç üzerimden ayırmadan..
"Biliyor musunuz, çok yakışıklı bir adamsınız" dedi. Bunu bir iltifat ya da ortamı yumuşatacak bir lâftan ziyade ürkerek dinledim. Acaba arkasından ne gelecekti? Muhtemelen yeni bir suçlamanın ilk atağı..
Ya da damarıma basacak yeni bir cümle.. Sesim çıkmadı. "Bu yaşa kadar neden evlenmediniz?" Eh, çok da ters bir soru sayılmazdı. Yine de bu ortamda sorulacak bir soru değildi, ama en azından sinirlenmeden karşılık verebilirdim. Tek kelimeyle özetledim. "Kısmet." "Hiç sanmam! Orçun yemekte çok çapkın olduğunuzu söylemişti; her halde bir sürü hanımla ilişkiye girmişsinizdir, aralarında hiç mi güzel ve âşık olacağınız birini bulamadınız?" "Hayır, bulamadım." "Tâ ki bana rastlayıncaya kadar, değil mi?" Dudaklarımı kemirmeye başladım. Direksiyonu tutan parmaklarımın boğumları simite sıkı sıkıya sarılmaktan bembeyaz olmuştu. Bu kadar kendinden emin konuşan bir insanla hiç karşılaşmamıştım.
"Bunu da nereden çıkardınız?" diye söylendim hafif alaycı bir sesle. "Saklamanızın hiç gereği yok, söyleyin de rahatlayın.. Bana deli gibi âşıksınız. Hani şu ilk görüşte aşk denenlerden. Nişan gecesi beni mehtap altında gördüğünüz anda aklınız başınızdan gitti. İşte, hayalimdeki kadın, dediniz. Hatta daha da ötesi, deli divaneye döndünüz, gözünüz benden başkasını görmez oldu. Eminim ki her gece rüyalarınıza giriyorum. Sırılsıklam bana tutulmuş haldesiniz." Nutkum tutuldu; ama pervasızlığından ziyade içimi okunmasından korkuya kapılmıştım. Güçlükle, "Hayır!" dedim. O ise, "Evet!" dedi. Niye? Acaba neden beni bu itirafa zorluyordu? Ne geçecekti eline? Üstelik mizacen bu tür baskılara hiç tahammül edemeyen biriydim. Aklıma birden Orçun'a ilk telefon edişimde Berrin hakkında söylediği bazı yakıştırmalar geldi. Yanılmıyorsam onun hakkında üşütük, kafadan kontak filan gibi lâflar etmişti. O sıralar bunun üzerinde hiç durmamıştım ama şimdi ciddi tereddütlerim doğdu birden. Bu kadının
gerçekten aklından dengesizlikti bu.
zoru
mu
vardı?
Ne
Bütün gece laçka olan sinirlerim daha fazlasını kaldırmadı. Frene bastım, arabayı yolun iyice sağına çektim. "Bakın" diye homurdandım. "Niye böyle davrandığınızı anlamıyorum; nişan gecesi sizden hoşlandığımı da söyledim, etkinizde kaldığımı da. Ama size âşık filan değilim. Kimseye de o kadar kolay âşık olmam. Tamam mı?" Suratı asıldı. "Sesinizin tonuna dikkat edin" dedi. "Yine kabalaşmaya başladınız. Ayrıca sizi uyarmama rağmen hâlâ yalan söylemeye de devam ediyorsunuz." Bu kadın beni çıldırtabilirdi. En iyisi bu münakaşayı kaplamaktı. Kulaklarımı tıkamam gerecekti. Artık ona cevap vermemeye kararlıydım. Tekrar arabayı çalıştırdım ve yola düzüldüm. Tarabya sırtlarındaki villasına gelinceye kadar da tek kelime etmedim. Arabadan inerken sanki damarıma basan o değilmiş gibi yumuşacık bir sesle, "Beni evime kadar getirdiğiniz için teşekkür ederim" dedi.
Artık mecburen, "Estağfurullah" demek zorunda kaldım. Bu defa da arabadan inmesi için çıkıp kapıyı açmamıştım. Açık pencereye eğildi, "Yine görüşeceğiz" dedi. İçimden, hiç sanmıyorum, diye geçirdim; lâkin bunu ona ifade etmedim tabii. Elini sallayıp bahçe kapısına doğru yürürken, "Bugece beni yine rüyanızda göreceksiniz" diye gülümsüyordu... Cumartesi günü sabahleyin erkenden Levent'deki eski eve gittim. O sabah Yahya Efendi ile buluşacak ve eşyaların tasfiyesine girişecektim. Emektar hizmetkârla konuştuktan sonra evin satılması hususunda aldığım kararı galiba bir kere daha gözden geçirmek zorundaydım. İçeriye daha girdiğim ilk anda sanki rahmetli annemin ten kokusunu duyar gibi oldum. Her sıkıştığım anda sinesine koştuğum o aziz kadının. Bunun bir beyin algılaması, bir çağrışım, bir özlem olduğunun farkındaydım elbette. Küçük yaşta beni evlât edinmiş olması, ona duyduğum hislerin değişmesine neden olmamıştı, hatta aradan geçen bunca yıla rağmen hâlâ onu özlememe de. Yaz sıcağı ve havasızlık evde koku yaratmıştı. İlk işim perdeleri çekip, pencereleri açmak oldu. Aynı anda boğucu bir sıcaklık içeriye doldu, yüzümü yaladı. Yine de bulunduğum katın bütün
pencerelerini açarak evin içinde sirkülasyonu sağlamağa çalıştım. Hiç kuşkusuz evler özelliklerini yansıtır.
içinde
hava
yaşayanların
Burası da annemin vefatından sonra artık bir yuva havasını kaybetmiş sadece babamın evi halini almıştı. Döşemeler, tefriş özelliği, on beş yıl içinde yavaş yavaş değişen yeni eşyalar kesinlikle babamın zevklerini hatırlatıyordu bana. Nedense bazı şeyleri yeni yeni düşünüyordum. Aklıma bazı sorular takılmaya başlamıştı, meselâ babamın bıraktığı büyük servete rağmen hayattayken neden burada yaşadığını hiç düşünmemiştim. Burası kazancı vasat düzeyde olan bir doktorun mütevazı evi olabilirdi, ama o terekeyi bırakan bir insanın evi, asla olamazdı. Babam sanki servetini hayattayken saklamak, gözlerden uzak tutmak istemişti. Ama neden? Bunun mantıklı bir açıklaması olabilir miydi? Benden mal kaçırmayı düşünmüş olamazdı, netice itibariyle yasaların ön gördüğü oranlarda malları yine bana kalmıştı ve o da düzenlediği vasiyetname ile bunu istemişti. Aksi söz konusu olsaydı daha sağken mallarının büyük bir kısmını satar savar ya da şu fırsatçı karısı
Merve'ye bir şekilde hibe ederdi. Ama bunu yapmamıştı. Kadına büyük bir servet kaldığı doğruydu ama benim hakkımı da çiğnememişti. Bu işin içinde henüz çözemediğim bir sır olmalıydı. Son yıllarda babamla sık sık sürtüşmelere girdiğimiz, münakaşalar yaptığımız, hatta atıştığımız doğruydu. Bazen haftalarca bu eve uğramazdım, ama yine de bütünüyle dargın değildik. Ona ilgisizliğimi kabul ediyordum; acaba bu nedenle mi son yıllarda hayatındaki büyük maddi değişimi bana açıklamaktan kaçınmıştı? Saçma, diye mırıldandım kendi kendime. Düşündüğüm gibi olmadığı ortadaydı. Tabii aklımın bir köşesinde de hep bu kazancın yasal olmadığı fikri yatıyordu. Ben de ticaretle meşgul oluyordum, kimse namuslu bir yaşamla bu kadar kısa süreçte bu denli bir servet sahibi olamazdı. Burnum birtakım pis kokular alıyordu. Bu servetin kökünde bir pislik olduğu ayan beyan belliydi. Belki de beynimde yer eden bu düşüncelerle babamın | çalışma odasına doğru yürüdüm. Sanki orada beni aydınlara- S, cak, kafam da şekillenen soruların cevabını bulacağıma dair ^ bir his vardı içimde. Hayattayken babam bu odadan dışarı ^ çıkmaz, evdeki vaktinin büyük
bir kısmını burada geçirirdi. Hem de annemin yaşadığı, burayı sıcak ve yaşanılır bir yuva kıldığı zamanlarda bile.. Gözlerimle duvarları şöyle bir taradım. Kütüphanesi mesleki kitaplarla doluydu. Raflara sıralanmış, dizi dizi, ciltli tıp kitapları. Hatırladığım kadarıyla peder okumayı severdi; bir merakı da tarihti. Odadaki başka bir bölümde de yine bu konu da yazılmış çeşitli kitaplar, mecmualar birikmişti. Dışardan bakıldığında ömrünü tababet ve tarihe adamış, birini kendine meslek seçmiş, diğerini de özel bir merak kabullenmiş yetmiş yaşındaki bir adamın, düzgün ve bakımlı çalışma odasıydı. Ama artık gerçeğin böyle olmadığını biliyordum. Benim için henüz muamrrik da olsa hakikat bundan çok farklıydı. Babamın hayatında hiç bilmediğim gizli sırları vardı ve ben henüz bunları düşünme gereği bile duymamıştım. Doktorluktan elde edilemeyecek bir servet ve kimseye varlığını açıklamadığı gizli bir evlilik.. . Yine aklım Merve denen o kadına takıldı. Onu âdeta servet avcısı bir fahişe gibi görüyordum, öyle ya, o yaştaki bir kadın babamla varlığının dışında hangi nedenle evlenirdi ki?
Babamın servetinin kökünde de kara para olmalıydı. Bu kadar çeşitli yatırım sahalarına koyacak sermayeyi nereden bulabilirdi ki sıradan bir uzman hekim? Paranın parayı getirdiği doğruydu, lâkin meselenin başında haksız bir kazanç yoksa, on beş, yirmi yılda bu denli bir servet kazanılamazdı. Tabii aklımı kurcalayan bir nokta daha vardı; yetmiş yaşında bir adam sahne arkasında kalarak, bunca müesseseyi nasıl başarılı bir şekilde yönetmişti? Hâlâ incelemeye kalkışmadığım için onca kuruluşun kârlılık durumu hakkında bir bilgim yoktu ama beş ortak biz, bir anonim şirketi bile zor yönetiyorduk. y. Babam ise bunca şirketini büyük bir başarıyla şimdiye kadar yürütmüştü. Her halde son derece tecrübeli, profesyonel idareciler kullanmıştı. Gidip masasına oturdum. Bir süre hareketsiz kalarak öylece düşünmeye başladım. Tanıdığım kadarıyla Reha Şahin her zaman tedbirli ve dikkatli bir adamdı. Boş ve ölçüsüz adımlar atmazdı. Bir an için usulsüzlük ve yolsuzluklara karıştığını varsaysam da, en azından bunun tedbirlerini alırdı. Bu kadar servet başı boş bırakılmazdı; onun yaşında artık
tabii ölüme yakın bir insan, hele kalbinden de rahatsızsa, mutlaka bırakacağı geniş terekesinin çarçur olmamasına gayret gösterirdi. Üstelik babamı, haliyle en iyi tanıyan insanlardan biriydim, huyunu suyunu bilirdim. Her ne kadar son yılları uyum içinde geçirmediysek de bana son bir mesajı olduğuna emindim. Bu tanzim ettiği vasiyetname ile halledeceği bir konu değildi. İster istemez, bu evin çatı katındaki o odada bulduğum, yedi yıl önce kaleme almaya kalkıştığı yarım kalmış notları anımsadım. Nedense o tarihte sonunu getirmemişti. Sebebini bilmiyordum ama benim adıma tanzim edilmiş başka evrak bulacağıma emindim. Meselâ uzun ve açıklayıcı, aydınlatan bir mektup.
her
konuyu
Neden olmasındı? Sanırım bu biraz da onun görevi, hatta mecbur olduğu bir şeydi. Sürpriz olan yalnız bıraktığı servet değil, yaptığı izdivaçtı da. Tabii en önemlisi de onun kanından olmadığım ve yıllar önce evlât edinildiğimdi. Reha bey de, Müfide hanım da yıllarca bu gerçeği başarıyla benden saklamayı bilmişlerdi. Çocukluk yıllarımda bu davranışlarını anlayışla karşılardım ama neden kocaman bir adam olduğumda hakikati benden gizlemişlerdi. Bilmeyi istediğim o kadar çok şey vardı ki;
babamın ya da Reha Bey'in âni ölümüyle hayatımın seyrini değiştiren bir yığın vakayla karşılaşmıştım. Aslında trajedi ile komedi içice geçmiş bir haldeydi. Otuz beş yaşımda, doğduğumdan bu yana anam babam bildiğim insanların gerçekte beni evlat edinmiş olduklarını, yine son yıllarımızı ihtilaflı sürdüğümüz babamın yeni bir karısı olduğu öğreniyordum ve bütün bu şoklar yetmezcesine ardından da bir anda bıraktığı miras yoluyla müthiş zengin oluyordum. Hüzünle gülümsedim. Cidden hem hazin hem de komik bir durum vardı ortada. Bir türlü kabullenemediğim acı gerçekler de.. Babamın bana bıraktığı bir mektup, gerçekleri açıklayan bir belge aramayı düşünmüştüm önce. Ama şimdi bu biraz anlamsız gelmeye başlamıştı. Bu denli önemli ailevî sırları açıklayan bir yazıyı, her halde çalışma odasındaki çekmeceye veya evin bir köşesine bırakmazdı. Bildiğim kadarıyla babamın evde bir kasası da yoktu. Bunu, az sonra Yahya Efendi gelince ona sormalıydım, ne de olsa evden ayrılışımın üzerinden yıllar geçmişti. Bir banka kasasında da saklayabilirdi, ama onu da vasiyetnamede belirtirdi ve hatırladığım
kadarıyla vasiyetnamede de öyle bir kalem yer almıyordu. O yarım kalmış notları neden yazmaktan vazgeçmişti acaba? Hem de yedi sene evvel.. Yırtıp atmamıştı da. Öylece bırakmış, o kullanılmayan çatı katında akıbetine terk etmişti. Tuhaftı.. Şayet ölümünden sonra bu sıçları gerekçeleriyle öğrenmemi istese, en azından müşterek bir tanıdığımıza bırakırdı. Ne Yahya Efendi ne de eski dostu ve arkadaşı Mehmet Ali Bey bana böyle bir şeyden bahis etmemişlerdi. Yavaş yavaş bu işte bir gariplik olduğuna inanmaya başlamıştım. Önümdeki yazı masasının gözlerini çekerek araştırmaya başladım. Şuurlu, belirli bir amaç güderek değil, sadece içlerinde ne olduğunu anlamak, görmek için. Babam tertipli bir adamdı oldum olası. Masanın gözlerindeki eşyalarda düzenli ve itina ile yerleştirilmişti. Pek fazla bir şey de yoktu zaten. Bir iki sene evvelinin ajandaları, kağıtlar, beş altı tane dolma kalem vesaire.. Evinde bilgisayarı, faksı bile yoktu. Koca maun masanın üzerinde bir sumen, telefon ve antika bir gece lambası vardı. Tam gözleri yerine iterken dış kapının anahtarla açıldığını duydum.
Yahya Efendi gelmiş olmalıydı. Oturduğum yerden kalkmadım. Yaşlı adamın sesini duydum. "Küçük Bey.. Burada mısınız?" "Çalışma odasındayım Yahya Efendi. Gel.." diye seslendim. Az sonra kapının eşiğinde saygılı duruşuyla göründü. Yaz kış siyah elbiseler giyerdi nedense, bu onun alışkanlığıydı sanırım, mevsimine göre kalın veya ince, ama daima siyah. Ona bakınca birden şaşırdım, tanıyamadım âdeta. Sırtında beyaz, kısa kollu bir gömlek, altında da mavi bir pantolon vardı. Yıllar boyu onu evde ve sokakta hep siyah giysiler içinde görmeye alıştığım için irkilerek gülümsedim. "Bu ne kılık kıyafet Yahya Efendi!" dedim. "Seni tanıyamadım birden." Yakınır gibi yüzüme baktı. "Sormayın Küçük yadırgıyorum" dedi.
Bey,
ben
de
çok
Ne demek istediğini anlamamıştım. İnsanın kendi seçtiği giysilerini yadırgaması tuhaf değil miydi? "Niye siyah elbiselerini çıkardın?" "Hanımefendinin emri." Toparlayamadım birden. "Hanımefendi de kim?" diye sordum. "Merve Hanım." Anında başıma kan hücum eder gibi oldu, tepem attı. O kaknem kadın, yaşlı bir adamın giyim alışkanlıklarına da mı karışıyordu şimdi. Üstelik Yahya Efendi her zaman temiz pak ve itinalı giyinirdi. Bir defa olsun kirli bir gömlek veya kravatsız görmemiştim onu. Ayrıca itiyat haline getirdiği giyimi, şimdi sırtına giydiklerinden çok daha zevkli ve ona ağır başlı bir hizmetkâr havası verirdi. Zaten bana sorarsanız, onu hiçbir zaman babamın uşağı gözüyle görmemiştim, o bu evin ayrılmaz bir parçası ve bütünleyicisiydi. "Rezalet!" diye bağırdım. Hatta biraz da ağzımı bozarak, "O karı ne karışıyormuş senin kılık kıyafetine" diye söylendim. Yahya Efendi her boynunu büktü.
zamanki
sevecenliğiyle
"Sinirlenmeyin Küçük Bey" "Benim pek şikayetim yok."
diye
fısıldadı.
Hırsımı alamamıştım. Homurdandım. "Bakıyorum, yeni işverenine hemen ısınmışsın, şikâyet etmiyorsun." "inanın efendim, o çok iyi biri. Tanımış olsaydınız, siz de öyle düşünecektiniz." Beni ilgilendirmez, diye düşündüm. Bizim emektar, madem yeni hanımından memnundu, gerisi onun bileceği işti. "Her neyse" dedim. "İşe girişmeden önce sana bir şey sormak istiyorum." "Tabii, Küçük Bey. Buyurun." "Babam bu eve yeni bir kasa getirdi mi?" Yahya Efendi gözlerini kırpıştjjrarak sordu. "Ne kasası, para kasası mı demek istiyorsunuz?"' "Evet." "Hayır, Küçük Bey." "Emin misin?" "Kesinlikle efendim. Öyle olsa mutlaka haberim olurdu." Ben de tahmin etmiştim zaten. Bu defa soruyu değiştirerek sordum.
"Peki, gizli evraklarını nerede saklardı?" "Gizli evrak anlamadım."
mı
dediniz?
Ne
kastettiğinizi
"Canım, bu kadar şirketi, müessesesi, iş yerleri olan birinin mutlaka saklayacağı evrakları da olması gerekir. Evde böyle bir kasa veya gizli bir dolap olması lâzım." Yahya Efendi bir süre düşündü. "Haklısınız efendim, ama ben bilmiyorum. Dedim ya olsa bana söylerdi." Anladığım kadarıyla böyle bir yer yoktu. Babamın bana olanları açıklayan bir yazılı bir metin, mektup veya evrak bıraktığı fikrinden vazgeçmeliydim artık. Yaşamının getirdiği bütün sürprizlerle beni baş başa bırakmayı tercih etmişti anlaşılan. Oturduğum koltuktan kalktım, ellerimi cebime sokarak, açık pencerelerden içeriye dolan temmuz sıcağından bunalarak dolaşmaya başladım. Yahya Efendi sessiz duruşuyla, benim huzursuz şekilde dolaşmamı seyrediyordu. "Şu çatıdaki oda" dedim. "Neden oradaki eski eşyaları tasfiye etmediniz?" İlk defa bizim emektar sararır gibi oldu.
"Rahmetli babanız orayı hiç dokunmamamı emretmişti" dedi. "Ama orası toz içinde. Hiç bakılmamış." "Biliyorum, efendim." "Üstelik saklanacak bir şey de yok. Bir takım eski eşyalar ve malzeme dolu. Boş kutular, kırık dökük sandalyeler, çocukluğumdan kalma bisiklet falan." "Evet, Küçük Bey. Fakat babanız nedense orayı hep kilitli tutardı. Hatta anahtarını da devamlı yanında taşırdı. Belki hatırlarsınız, vefatından sonra anahtarı ben de size teslim etmiştim." İçime bir şüphe düştü. Babamın o odaya çok güvendiği can yoldaşını bile sokmaması çok ilginçti. Yoksa aradığım evrak, mektup her neyse orada mı saklıydı? Gerçi bir kere içeri girmiş ve üstünkörü bakmıştım, hatta geçmişimle ilgili, Şahin ailesinin öz oğulları olmadığımı da orada bulduğum defterden öğrenmiştim, ama bu yeterli değildi. Orada daha geniş bilgiler içeren bir şeyler olmalıydı. Babamın bana karşı bu kadar ketum davranacağını hiç sanmıyordum. Ani bir kararla mırıldandım.
"İşe önce o odadan başlayacağız" dedim. Yahya Efendi başını isterseniz, efendim"
önüne
eğip,
"Nasıl
dedi. Fakat halindeki tedirginliği şimdi daha iyi hissediyordum. Yoksa bu adamın bana söylemekten çekindiği bir husus vardı galiba. Merdivenler doğru yürürken tuttum. Ürkerek bana baktı.
birden
kolunu
"Yahya Efendi" dedim. "Sana daha önce de sordum; babamın bu kadar serveti nasıl yaptığı konusunda gerçekten bir fikrin yok mu?" "Küçük Bey, inanın yok. Olsa söylemez miyim hiç?" "Sen onun hizmetkârı değil, aynı zamanda arkadaşı, can yoldaşıydın. Benden fazla seninle birlikte oldu. Her insan gibi onunda dertleşmeye ihtiyacı vardı; ben hâlâ bazı şeyleri sana anlattığına inanıyorum." Kekeleyerek, "Ne gibi?" diye sordu. "Bu servetin altında kara para var mı?" "Tövbe deyin Küçük Bey! O jıe biçim söz! Hiç rahmetli beyefendi öyle işlere kalkışacak biri miydi?"
Omuzlarımı silkip söylendim. "Sen onu külahıma anlat. Bu servet başka türlü kazanılır mı? Bak, mektepten mezun olduğumdan beri ben degece gündüz demeden çalışıyorum, ticaret hayatının ne demek olduğunu az buçuk öğrendim ama babamın malvarlığının ellide birine bile sahip değilim. Kimse aksini bana inandıramaz, bu parada bir pislik var, fakat henüz öğrenemedim." "Yanılıyorsunuz Küçük Bey. Ben ihtimal vermiyorum." "Ne yani? Sıradan bir bevliye mütehassısının yirmi senede bu kadar zengin olmasını neyle açıklıyorsun? işin içinde bir takım dolaplar döndüğünü fark etmiyor musun? Olacak şey mi bu?" Yaşlı adam söylediklerime kırılmış gibi sustu. Hayatı boyunca sevip, sadakatle hizmet verdiği adamı, oğlunun bu tarz konuşup suçlamasından müteessir olmuştu. Onun zaviyesinden yaptığım babamın anılarına tecavüzdü. Ben de meseleyi daha fazla uzatmadım. Bir yararı olmayacağını anlamıştım. Yahya Efendi bir şeyler bilse bile, bunu henüz benimle paylaşmaya hazır değildi. Fakat bu durum ona biraz kırılmama engel olmadı. Sanki kendimi ihanete uğramış gibi hissediyordum. Merdivenleri tırmanarak üst kata çıkarken düşünmeye başladım. Niye herkes bana karşıydı
acaba? Bunca yıllık, aileye aralıksız hizmet vermiş şu adam bile, belli etmemeye çalışsa bile bana cephe almıştı. Örnek mi; işte misali ortadaydı, o lanet Merve denen kadının yanında çalışmayı benim yanımda çalışmaya tercih etmişti. Gerçi ben ona bir teklifte bulunmamıştım, ihtiyacım yoktu zira. Ama niye babamın karısının hizmetine girmeyi kabullenmişti? Üstelik ihtiyacı da yoktu. Mirastan kalan para ve ev son günlerini rahatlıkla geçirmeye yeterliydi. Tam bir olumsuzluk nefret ediyordum.
içindeydim;
herkesten
Belki de, Yahya Efendiyi de kıskanıyordum Merve'den. Düşüncem kendime bile çocukça geldi ama kıskançlık kavramı beynimde oluşunca, birden Berrin'i hatırladım. Asıl beni kıskançlıkla itham eden oydu. Yoksa kendimi tahlilde zorluk mu çekiyorum? Gerçekten kıskanç biri miydim? Yahya Efendinin Merve'ye hizmete kalkışmasını hakikaten kıskanıyor muydum? Kıskançlık değildi bu, kabul edemezdim. Olsa olsa vefasızlık örneği olarak yorumlayabilirdim. Ömrünü bizim yanımızda geçirmiş bir adamın, üç kuruşluk bir beklenti uğruna bu yaşta tanımadığı bir kadının yanına yerleşmesinin başka nasıl yorumlayabilirdim ki? Hızla çatı katına çıktım.
Yahya Efendi soluk soluğa peşimden basamakları tırmanıyordu. Cebimden daha önce bana teslim ettiği anahtar destesini çıkardığım anda birden aklıma geldi; kapı kilitli olamazdı, son defa bu odaya girdiğimde kapıyı kilitli bulmamıştım, gayet net hatırlıyordum. Anahtar destesi elimde, hafızamın bana bir oyun oynayıp oynamadığını düşündüm. Yanılmadığıma emindim, zaten Yahya Efendi de bana bir uyarıda bulunmamıştı. Durakladım, sonra yaşlı adama dönüp sordum. "Bu kapının hep kilitli olduğunu söylemiştin, değil mi?" "Evet, küçük bey." "Peki babamın vefatından sonra hiç bu odaya girdin mi?" "Hayır, asla.." "Temizlik filan yapmak için de girmedin mi?" İhtiyar adam alınmış gibi yüzüme baktı. "O odanın temizlenmediğini siz de biliyorsunuz" dedi. Israr ettim.
"Ya da merak için?" "Hayır. Zaten orada merak edeceğim ne olabilirdi ki? Ayrıca rahmetli pederiniz oraya bir şey kaldıracaksa genellikle bunu bana yaptırırdı." "Kendi de hep senin yanında mı olurdu?" Yahya Efendi yine bakışlarım öne eğdi. "Evet, efendim." Bizim emektara bir şey demedim, ama kuşkularım daha da arttı. Bunca yıldır yanında çalıştırdığı adama dahi güvenmediğine göre burada mutlaka bir şey saklamıştı bizim peder. Yeniden şüphelenmeye başlamıştım. Kapıyı açtım, öylece durup içeriye baktım. Gün ışığında bile tek pencerenin tahta panjurları çekili olduğundan içerisi loştu. Panjur aralıklarından sızan güneş kesitler halinde zeminde ve duvarlarda hatlar oluşturuyordu. İlk girdiğimde burnuma çarpan toz ve hafif nem kokusunu yine hissettim. Yahya Efendi arkamda sanki odaya girme yasağı hâlâ devam ediyormuş gibi kımıldamadan duruyordu. "Gelsene" dedim.
İsteksizce odaya adımını attı. Dağınıklığa şöyle bir gözden geçirdi. "Nereden başlamamı istersiniz, Küçük Bey" diye sordu. "Hiç fark etmez, nereden istersen oradan başla. Yalnız atacağın her şeyin içine bakmak istiyorum." Yaşlı adam, sanırım ne istediğimi anlamasına rağmen hiç sesini çıkarmadı. Gömleğinin kollarını sıvadı, işe başladı. Önce boş mukavva kutuları yerden alıp muntazam şekilde istifleyerek odanın dışına çıkarmaya başlamıştı. Ben de hiç kımıldamadan düşüncelere dalmış dalgın ve hareketsiz duruyordum. Tabii yaşlı adama benim de yardım etmem gerekecekti. Tam harekete geçeceğim sırada ufak bir şey dikkatimi çekti. Bu her hangi bir nesne, ya da seneler önce odaya bırakılmış bir eşya değildi. Ama gördüğüm şey bir anda irkilmeme sebep olmuştu. Yanılıyor muyum, acaba diye bir daha baktım. Yanılmadığım kesindi. Gözlerim irileşti.. Baktığım şey, tozla kaplı ahşap zemindeki belirgin ayak izleriydi..Bu izler bir kadın
ayakkabısına aitti. İnce bir topuk ve hemen önünde elips şeklinde bir yuvarlak.. Odaya giren meçhul ziyaretçi bu tozlu zeminde epey dolaşmış olmalıydı. Zira yere biraz dikkatlice bakınca aynı ayak izlerinin etrafa yayılmış olduğunu gördüm. O an bulduğum izlerden Yahya Efendi'yi haberdar etmek istemedim önce. Bakışlarımı ona çevirdim, hâlâ odanın öbür ucundaki boş karton kutuları kaldırmakla meşguldü. Yere çömeldim sanki yerdeki atılmış bir eşyayı inceliyormuş gibi yaparak ayak izlerine tekrar baktım. İlk vardığım sonuç şuydu: bu izler kesinlikle yeniydi, hem de çok yeni. Net ve açıktılar. Zemini kaplamış toz tabakası içinde hemen seçiliyorlardı. Ayrıca ayak izinin oluşturduğu alanlarda henüz toz oluşmamıştı. Bu da o izlerin kısa zaman önce oluştuğunun deliliydi. Yanılmıyorsam izleri dekolte, uzun ve sivri topuklu bir ayakkabı bırakmıştı. Ne küçük, ne de fazla büyük bir ayak.. Otuz sekiz, ya da otuz dokuz numara giyen bir kadın ayağı.. Bence Merve denen kadının ayağına uygundu. Yaptığım bir tahminden ibaretti sadece, ama biraz dikkatlice düşünürsem bu odaya ondan başka kimsenin giremeyeceğini anlamak için kâhin olmaya da gerek yoktu..
Biraz aklım karışır gibi oldu. Yahya Efendi, Merve'nin bu eve hiç gelmediğini söylemişti, tabii doğru söylüyorsa. Ama o kadın ne de olsa babamın karısıydı ve odanın anahtarını her zaman için babamdan alması mümkündü. ( belki buna çalma da diyebilirdim ) Artık bu evde esrarengiz bir takım dolapların dönmeye başladığından emindim. Sanırım birisi babamın ölümünden sonra bu eve girmiş ve bana ait bir şeyi çalmıştı. Muhtemelen sırf babamın bana bıraktığı ve bazı sırlarını açıkladığı bir itirafnameyi.. Tabii bu benim yorumumdu. Belki kendi kendime ahkâm yürütüyor, gerçekte olmamış şeyleri beynimde canlandırıyordum, ama böyle düşünmem içinde çok sebep vardı. En başlıcası ise babamın bu odayı devamlı kilitli tutmasıydı. İçinde sadece eski püskü, atılacak eşyaların saklandığı bir oda neden devamlı kilit altında tutulurdu ki? Biraz düşününce, babamın eve neden bir kasa almadığını da galiba şimdi anlamaya başlıyordum. Babam sakladığı sırra yalnız benim ulaşmamı istemişti. Yasal olarak başka mirasçılar da olduğuna göre bir kasa mevcut olsa, onun açılması sırasında onlarında bulunması yasa gereğiydi. Oysa babam itiraflarının yanılmıyorsam sadece benim
tarafımdan öğrenilmesini istemişti. Vardığım netice sinirlerimi iyice gerdi. Eğildiğim yerden doğruldum. Birkaç saniye yine düşünmeye devam ettim. Birkaç gün evvel buraya yalnız geldiğim sırada o izleri fark etmemiştim. O sırada geceydi ve elektriği yakmıştım; muhtemelen de o yüzden dikkatimi çekmemişti yerdeki ayak izleri. Ayrıca o an üzgün ve sinirliydim, gözümden kaçması çok doğaldı. Bu gün bile güneş ışığında izleri tamamen tesadüf eseri görmüştüm. O kadın her kim ise buraya yakın tarihte girmişti. Benim ve Yahya Efendi'nin burada olmadığımızı biliyordu. Daha da önemlisi ne aradığının farkındaydı. Daha başkasından şüphelenmeye hiç gerek yoktu. Bu işi yapan ancak Merve denen o rezil karı olabilirdi. Ağır bir küfür dudaklarımın ucuna kadar geldi. Artık çizmeyi aşmıştı. İstemesem de, onunla hesaplaşmak sanırım farz olmuştu... Baş ucumda çın çın öten telefonun ziliyle gözlerimi açtım, uyku sersemi gözlerimi kırpıştırırken etrafa bakındım. Yatak odam çoktan yükselen güneş ışığıyla kaynıyordu. Telefonu açmadan önce oflaya poflaya kol saatime baktım; sabahın onuydu.
Günlerden pazardı ama ben pazar sabahları bile bu kadar geç kalkmazdım. Telefon çalmaya devam ediyordu. Öylesine yorgundum ki bir an telefonu açmamayı bile düşündüm. Dün Yahya Efendi'den ayrıldıktan sonra tepeme sıçrayan sinirlerimi yatıştırmak için bir arkadaşıma telefon etmiş ve buluşarak Boğaz'a gitmiştik. Şöyle böyle üçten gece yarısı bire kadar içki içince sabahleyin uyanamamıştım. Yatakta doğruldum. Başım kazan gibiydi ve müthiş zonkluyordu. Uykulu bir sesle, "Alo!" dedim. Genizden gelen kısık bir kadın sesi, "Günaydın" dedi. "Yoksa sizi uyandırdım mı?" Arayanı tanıyamamıştım. "Affedersiniz, mırıldandım.
tanıyamadım
efendim"
diye
"Beni hayal kırıklığına uğrattınız, ciddi misiniz, beni tanımadınız mı?" Kendimi zorladım; ses bana uzun zamandır görmediğim Sema'yı anımsatmıştı. Ama o da bana siz diye hitap etmezdi. Üç dört ay kadar
onunla çıkmıştım. "Sema!" dedim. "Hayır, bilemediniz" dedi. Biraz daha kendimi toparlamaya çalıştım. Kim olabilirdi ki? Sonra aklıma Mine geldi. Sesi asıl ona benziyordu ve böyle şakalara da bayılırdı. Aslında hoş bir kızdı Mine, ama evlenip mühendis eşiyle Manchester'a gittiğini işitmiştim. Bu sefer gülümsemeye çalışıp, yayvan bir ses tonuyla, "Mine, sensin" dedim. Hattın öbür ucunda kısa bir sessizlik oldu. "Anlaşılan aklınıza gelmeyeceğim, çok yazık. Eğer kendimi tanıtmazsam galiba tüm eski sevgililerinizi birer birer tarayacaksınız." AmanAllahım, bu konuşma tarzına yabancı değildim. Birden kanım çekilir gibi oldu. Bu oydu, Berrin.. Fakat beni arayacağını hiç tahmin etmemiştim. Hem de bu kadar çabuk..
O anda ilk isteğim telefonu kapatmak oldu, ama yapamadım. Çok ayıp olurdu ve mizacım böyle bir davranışa müsait değildi. Kekeleyerek, diyebildim.
"Berrin
hanım,
siz
misiniz?"
"Çok şükür! Nihayet hatırlayabildiniz. Demek yanılmışım, hiç unutamayacağınızı sanmıştım oysaki." Ne diyeceğimi şaşırdım. Geceden kalmaydım, başım ağrıyordu ve doğrusu onu çekecek halde değildim. Ayrıca sabahın köründe beni neden aramış olabilirdi ki? "Buyrun" dedim. "Ne arzu etmiştiniz?" "Ooo.." dedi. "Soğuk ve mesafeli bir konuşma. Bana hâlâ kırgın mısınız?" Ne diyebilirdim ki? Her halde yeniden ağız dalaşına kalkacak hâlim yoktu. "Rica ederim" diye fısıldadım. "Kırgın olduğunuzu biliyorum. O geceden sonra epey düşündüm, sanırım benim de hatam oldu, size haksızlık ettim, fazla üstünüze geldim." "Boş verin, o kadar önemli değil."
"Hayır, benim için önemli. Korkarım hakkımda menfi şeyler düşündünüz." "Olayı fazla büyütüyorsunuz." "Sizden özür dilemek istiyorum." Kısa kesmenin tek çaresi her halde özür beyanını kabul etmekti. Atlatmak için, "Peki, madem ısrar ediyorsunuz, ben de bu samimi dileğinizi kabul ediyorum" diye mırıldandım. "Ama öyle olmaz." "Anlayamadım, nasıl yani?" "Bu gün davetlimsiniz." "Ne daveti?" "Hava çok sıcak. Havuza girip soğuk bir içki içmek istemez misiniz?" Ne diyordu bu kadın? Yani beni bir otel havuzuna mı çağırıyordu? Cevap vermeden önce bir süre düşündüm. Önce hiç cazip gelmedi, ama sonra itiraf edeyim ki mantığımla duygularım çatışmaya başladı. Berrin bana çok batıcı geliyordu ama güzelliğine olan zaafımı inkâr edemezdim. Hem sonra bir daha denemekte ne sakınca vardı. Hata yaptığını
kabul ediyor, üstelik özür de diliyordu. Daha ne isteyebilirdim ki? "Hangi otelde buluşacağız?" diye sordum. Güldü. "Otelde değil. O gece beni bıraktığınız evimin bahçesinde büyük bir havuzum var. Baş başa olacağız, başka davetlim de yok." Kabul etmeliyiz ki erkek milleti çok zayıf yaradılışlıydı. O an sanki bütün hiddetimi unutuvermiştim. "Peki" diyiverdim.. Zonklayan başım için önce aç karnına iki aspirin içtim. Tıraş olurken daha bana mısın dememişti, özellikle şakaklarımda sanki davullar çalıyordu. Soğuk suyun altına girerek uzun süren bir duş yaptım. Kahvaltı edecek hâlim yoktu, zaten dün gece yediğim abur cubur şeylerden sonra hiç açlık hissi duymuyordum. Sadece buz gibi portakal suyu içtim. Lavabonun başında dişlerimi fırçaladıktan sonra aynaya akseden suratıma baktım. Dün geceki içki âleminden sonra gözlerim hafif kanlı ve altları tabalanmış gibi geldi bana. Yine de fena sayılmazdım. Dudaklarımı gererek fırçaladığım bembeyaz dişlerime inceledim, sonra itina ile
saçlarımı fırçaladım. Yanaklarıma after shave ferahlık vermişti.
sürdüğüm
Gardırobumu açtım, bir ân ne giyeceğimi düşündüm. Berrin'e o kadar atıp tutmama rağmen tatlı bir heyecanın içimi kapladığını duyumsuyordum. Lacoste marka lâcivert tshirt'ümü, beyaz ince İtalyan keteninden yapılma pantolonumu giydim, ayağıma da Dexter'mi geçirdim. Aynaya son bir kere baktım, oldukça havalı görünüyordum. Keyifle arabanın anahtarlarını kaptım ve evden çıktım. Aslına bakılırsa Berrin'e yapacağım bu pazar ziyareti benim için iyi olacaktı. Zihnen epey yorgundum ve bu yaz işlerimin yoğunluğu yüzünden uzun süreli bir tatil yapacağımı hiç sanmıyordum. Havuz sefası ise oldukça cazip gelmişti. Slip mayomu da içime giymeyi unutmamıştım. . Trafik oldukça rahattı. Yol Ortaköy'e kadar hiç tıkanmadı. Arnavutköy'den sonra yine rahatladı. Evden çıktıktan kırk dakika sonra Berrin'in Tarabya sırtlarındaki villasına varmıştım. Villanın kalın ferforje kapısını beyaz ceketli bir uşak açtı ve nâzik bir edayla arabamı park edeceğim yeri gösterdi. O gece pek dikkat etmemiştim ama Berrin'in yaşadığı villayı görünce gayri ihtiyari irkildim.
İki katlı, muhteşem bir mimariye sahip villaydı. Acaba burada yalnız mı yaşıyordu? Aklıma hemen bir sürü soru takılmaya başladı. Gerçekten de onun hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Genç nişanlılarla yemeğe çıktığımız o gece de tartışmaktan ve birbirimizin damarına basmaktan başka bir şey yapmamıştık. O kadar genç bir kadın, bu yaşta nasıl böyle bir eve sahip olabilirdi? Belki de ailesine aitti. Öyle ya, onun yalnız yaşayıp yaşamadığını dahi bilmiyordum. Az sonra içerde anne babasıyla karşılaşırsam şaşırmamam gerekirdi. Belki de başından bir evlilik de geçmiş olabilirdi. Aklıma Merve geldi; o da gençti ama babam gibi yetmişlik bir adamı tavlamış ve ölümünden sonra da muazzam bir mirasa konmuştu. Berrin de buna benzer bir olayı yaşamış olabilirdi. Hem de o çirkin Merve ile mukayese edilemeyecek kadar güzeldi. Arabadan inerken aklıma düşüncelerle biraz keyfim kaçtı.
üşüşen
bu
Uşağın arkasından çiçeklerle kaplı bahçeyi geçerek ön verandaya yaklaştık. Berrin'i gördüm. Veranda da bambu koltuklardan birine oturmuş elindeki mecmuayı karıştırıyordu. Beni görünce tüm azametiyle yerinden kalktı.
Yine bir an nefesim kesilir gibi oldu. İsa'nın hakkı İsa'ya, Sezar'ın hakkı Sezar'aydı. Hayatımda bu denli muhteşem bir yaratık görmemiştim. Sanki insanın nefesini kesmek için yaratılmıştı. Yüzünü aydınlatan bir tebessümle verandanın iki basamağını inerek beni karşılamak üzere yaklaşmaya başladı. İri yeşil gözlerinin içinde sevinç ve neşe görüyordum. Dostça elini uzatarak, "Hoş geldiniz Attila Bey" dedi. İhtişamı yanında, o ölçüde de samimi ve içten görünüyordu. Sanırım artık damarıma basmaktan, üstüme üstüme gelmekten vazgeçmişti. Galiba aramızda bir tür sulh akdi imzalanmıştı. Ben de aynı içtenlikle gülerek yaklaştım. "Hoş bulduk" dedim. Ummadığım bir jestle elimi bıraktı, kırk yıllık dost gibi koluma girerek beni evin içine doğru sürükledi. "Aç mısınız?Öğle yemeği yediniz mi?" diye sordu. "Teşekkür ederim, yemek yemedim ama yiyecek halim de yok." "Nasıl isterseniz, acıkınca bir şeyler atıştırırız.
Gelin içeri önce biraz dinlenip soluklanın, bu gün hava çok sıcak." Beni bahçeye bakan sürgülü camlardan geçirerek çok geniş bir salona aldı. Evin içi de dışı gibi şahaneydi. Daha ilk bakışta İngiliz zevkine göre dekore edilmiş, ahşap ağırlıklı, bol eşya ile doldurulmuş, rahat ve huzur verici bir mekândı burası. Salonun bahçeye bakan duvarı baştan aşağı camdı, diğer üç duvar ise ahşapla kaplanmıştı. Oldukça koyu renkli kaplamanın üzerinde hemen dikkatimi çeken üç büyük yağlı boya tablo gördüm. İşin ilginç yanı üçünün de portre oluşuydu. Az aralıklarla duvara yerleştirilmişlerdi. Berrin tablolarla ilgilendiğimi görünce, kolumdan çıkmadan onlara doğru yaklaştırdı beni. Yüzünden eksik etmediği tebessümü ile, "Ailemin üç kuşak erkekleri" dedi. İlgilenmiştim. Önce en soldaki tablonun altında durdum. Sarıklı, uzun beyaz sakallı bir adama aitti. "Büyük babamın babası" dedi. "Müderrismiş. Sarığına sakalına bakma; aydın, ileri görüşlü, bir Osmanlı ilim adamı. Hukukçuymuş." Sonra gözüm yanındaki tabloya takıldı. Sert hatlı, şahin bakışlı, başında kalpağı, Enver Paşa tipi bıyığıyla bir Osmanlı zabiti..
"Büyük babam, miralay Fethi Efendi. Galiçya cephesinde şehit düşmüş." Anlıyorum dercesine başımı salladım. Berrin üçüncü tabloyu işaret etti. "Bu da kardeşi Rıdvan Bey." Önce babası sanmıştım, ama değilmiş. Otuzlu yıllardan kaldığı izlenimi veren, ablak yüzlü, badem bıyıklı, gömleğinin yuvarlak yakası iğneyle tutturulmuş, kravatlı, saçları briyantinle taranmış gibi parlak intibaı veren sevimli bir çehre." "Çok ilginç" dedim. "Sanırım ressamın fırçasından çıkmış."
hepsi
aynı
"öyle" dedi. "Beş sene evvel eski fotoğraflardan yararlanarak ressam Ulvi Alkar'a yaptırdım." Her halde ünlü bir ressam olmalıydı, ama ne yazık ki tanımıyordum. "Çok hoş" demek zorunda kaldım. "Aile bağlarına önem veririm. Onlar benim geçmişim ve hepsi kıymetli insanlardır, şu veya bu şekilde topluma hizmet vermiş, düzenin ilerlemesine katkıları olmuş müstesna insanlardır."
"Sizin yaptığınız da kadirşinaslık örneği." Tevazu göstereceğini düşünmüştüm, sözümü kabullenerek başını salladı.
ama
Merakımı yenemedim. "Ya babanız? Onun tablosu asılı değil mi?" Şaşırmış gibi yüzüme baktı. "O halen hayatta. Ama Allah geçinden versin, bir ölüm vâki olursa, haliyle o da bu duvardaki yerini alacaktır. Babam hepsinden daha müstesna biridir, benim için erişilmez, fevkalâde bir insandır. Babam olduğu için söylemiyorum, gerçekten öyledir. Bana hayatta yol göstermiş, iyiyi, doğruyu, ideali seçmemde rehber olmuş, her sıkıştığım ve başımın daraldığı anda imdadıma yetişmiş biridir." Berrin'i biraz da şaşkınlıkla dinliyordum. Ağzının bu kadarda iyi lâf yaptığını bilmiyordum doğrusu. Onu daha ziyade, ukala, kendini beğenmiş, züppe ve şımarık bir kadın olduğu izlenimini taşıyordum. Ama anladığım kadarıyla Berrin'in her zaman insanları şaşırtan bir yanı vardı. O nişan gecesi güzelliği ve mehtap altındaki duygusallığıyla kanıma girmiş, bir görüşte kendini bana bağlamış, sonraki
buluşmada ise dayanılmaz iticiliği, mağrurluğu ve küstahlığıyla da tüm ilk duygularımı bir anda yok edivermişti. Anlaşılmaz bir kadındı ve ben henüz hangi kişiliğinin daha ağır bastığı hakkında bir fikir sahibi olamamıştım. Fakat değişmeyen tek bir yanı vardı; o da çekiciliğiydi. İtiraf zorundaydım, Berrin sadece güzel değil, inanılmaz derecede cinsel cazibesi de olan bir kadındı. Ve bu çekiciliği onun en doğal yanıydı; çevresine bunu o denli rahat yayıyordu ki, insan ister istemez cereyana kapılmış gibi sarsılarak onu izlemek zorunda kalıyordu. Çok sade giyinmişti. Sırtında kolsuz pembe bir penye, beyaz bol ve ince kumaştan pantolon, ayağında da sandalet vardı. Yüzüne ise hiç makyaj yapmamıştı. Ama geldiğim andan itibaren girdaba kapılmış gibi kendimi çırpınan, âciz ve imkansız bir insan olarak görüyordum. "Soğuk bir şey içmek ister misiniz?" diye sordu. Aklım bir karış havada, "Fena olmaz" diye mırıldandım. "Alkollü, alkolsüz?" Aslında dün geceden kalma baş ağrım tam
manasıyla geçmemişti. Halk arasında yaygın fakat yanlış o inanca, yani çivi çiviyi söker düşüncesine kapılarak, "Alkollü, lütfen" dedim. Berrin ağır ve ahenkli adımlarla salondan çıktı. O çıkıncaya kadar ben de arkasından zevkle onu seyrettim. Kadın da yürümenin apayrı bir yetenek olduğunu bilecek kadar deneyim sahibi bir erkektim. Zarafetle cazibe, basitlikle zevksizliği bir bakışta ayırt edebilirdim. Hayatımda onun kadar havalı yürüyen bir kadına çok az şahit olmuştum. Bir an kuşkuya düştüm, acaba ben mi bazı şeyleri îzam ediyordum. Çünkü genellikle öyle olurdu; erkek bir defa kadından hoşlanmaya başlamışsa, gözünde onun her şeyini büyütür, yakıştırmalar yapar, olmayan meziyetleri hep onda toplardı. Kendimi sınamaya karar verdim. Dönüşünü bekledim; bundan sonra Berrin'i daha objektif, varsayımlarımın etkisinde kalmadan incelemeye gayret edecektim. Bunu becerip beceremeyeceğimi bilmiyordum, ama denemeye değerdi. Hatta çok zevkli bir uğraş da olabilirdi.. Salona döndüğünde bıraktığım yerden onu incelemeye devam ettim; oldukça müşkülpesent biri sayılırdım, en küçük falso hemen gözüme batardı, şimdi eksik ya da kusurlu addedeceğim bir davranış, bir jest, hatta bir mimik
kolluyordum. Lâkin kusursuzdu; hem kusursuz ne kelime, tam anlamıyla mükemmeldi. Karşımdaki koltuğa oturuşu, bacak bacak üstüne atışı, kollarını, ellerini kullanışı, konuşurken seçtiği kelimeler, ses tonu, vurgulamaları, ölçülü tebessümü bedii yani estetik olarak fevkalâdeydi. İnsanı oyalamasını da çok iyi beceriyordu. Şimdiye kadar havadan sudan, dereden tepeden dem vurmuştu; zaten daha ziyade konuşan oydu, ben dinlemek ya da onu onaylamakla idare ediyordum durumu. Ama bunun böyle devam etmeyeceğini de biliyordum. Art niyetlerim geri gelmeye başlamıştı yeniden. Acaba beni evine niye çağırmıştı? Sırf o son görüşmemizde yaşadıklarımızı telâfi etmek, samimi şekilde özür dilemek için mi? Ama hatalı olan sadece o muydu? Anlamsız bir kıskançlıkla surat asan, kaba davranan, hatta saygısız davranışlarda bulunan ben değil miydim? Gerçekte özür dilemesi gereken de ben olmalıydım. Öyleyse niye böyle davranıyordu? Benden hoşlandığı için mi?
Kadınların genellikle hoşlandığı bir tip olduğumu biliyordum, ama anladığım kadarıyla Berrin sadece yakışıklılığım için bana yüz verecek bir kadın değildi. Tam bunları düşünürken, genç, siyah elbiseli, beyaz prostelalı bir hizmetçi elinde tepsi içinde iki uzun ve soğutulmuş bardakla içeriye girdi, içinde buz parçacıkları yüzen mentollü bir kokteyl getirmişti. İçkilerimizi ellerimize aldığımızda Berrin gülümseyerek yüzüme baktı. Bardağı dudaklarına götürürken, "Yeni başlayacak, kavgasız ve uzun sürecek bir arkadaşlığın şerefine" dedi. Ben de tebessüm ederek başımı salladım ve bardaktan bir yudum aldım. Sonra mahcup bir edayla, "Asıl özür dileyecek biri varsa, o da ben olmalıyım" diye fısıldadım. "O gece gerçekten anlayışsız ve kaba davrandım size." "Kıskandınız" dedi inci gibi muntazam ve beyaz dişlerini göstererek. "Oysa Haldun eski bir arkadaşımdı, hepsi o kadar. Asla flörtüm veya özel samimiyetimiz olan biri değildi." "Yine de öyle davranmamalıydım." Yerinden kalktı, elindeki içki bardağıyla oturduğum geniş kanepenin biraz uzağına hafif mesafe bırakarak oturdu. Işıl ışıl gözleriyle beni
süzüyordu. İnce uzun parmaklarını uzatarak boş olan elimi kavradı. "Sizin çok hassas ve romantik biri olduğunuzu biliyorum; ay ışığında o üç beş dakikalık zaman içinde, bunu bütün benliğimde hissettim. Fazla duygusal olan insanların kıskanç olmaları biraz da kaçınılmaz bir şeydir, âdeta yapılarının gereği. Bunu fazla abartmanızın hiç anlamı yok. Hem kıskançlık dozunda kaldığı sürece karşı taraf içinde hoş ve gurur verici bir duygudur. Ben o geceden çok memnun kaldığımı itiraf edebilirim." Yutkundum ve gene ne diyeceğimi bilemedim. Böylece o geceki tartışmanın odak noktasını ister istemez kabul zorunda kalıyordum. Berrin gerçekten de çok taktisyendi. Basit bir yaklaşım ve manevrayla kendisine âşık olduğumu bana yine onaylatıyordu. Gerçekten de öyle miydim acaba? Onu rüyalarımda hiç görmemiştim, bu güne kadar da hatırlamak dahi istemiyordum. Ama bunlar samimi hislerim miydi, yoksa kendime bile yalan mı söylüyordum? Neden bu sabah telefonunu alır almaz koşa koşa gelmiştim, özrünü telefonda geçiştirip, davetini nazikâne bir şekilde geçiştiremez miydim? Benim bozukluğum safsata, palavraydı. Ben bu kadına ilk gördüğüm andan beri tutulmuştum, şu anda bile onu bir mabude, bir ilahe, sanki erişilmez bir kadın gibi görüyordum.
Elimin üstünde duran parmaklarını geri çekmedi. Birbirimizin gözlerinin içine bakıyorduk ve ben konuşa-mıyordum. "Haklısınız" diyebildim sonunda. "Ogece aniden bir sinir krizine kapıldım." "Biliyorum" dedi. Sonra bakımlı dudaklarımın üzerine götürdü ve bastırırken, "Susun.. Artık o konuşmayın, kapatalım" diye fısıldadı.
ellerini hafifçe konuyu
O an dudaklarımın üzerindeki ince parmakları kavrayıp doyasıya öpmek arzusuyla kıvrandım. Ellerinden dünyanın en güzel parfümünden daha hoş tabii bir ten kokusu yükseliyor, genzime siniyordu. Yavaşça elini geri çekti. Oyuncağı elinden alınmış bir çocuğa döndüm sanki. Belki yanımdan da kalkacaktı. Ha yanımda oturmuş, ha iki metre ilerdeki koltukta, ne fark ederdi ki, ama yanımdan kalkmasını istemiyordum. Mahzun bakışlarla süzdüm. Beni anlamış gibi yerinden kalkmadı, sadece biraz geri çekildi. "Madem ki anlaştık, şu halde sorun bitmiş sayılır" dedi. Böyle bir hal hiç başıma gelmemişti. Beni yeterince tanımadığınız için, bu tür ortamlarda
konuşma zorluğu çeken, pısırık ve tecrübesiz biri zehabına kapılabilirsiniz; gerçekte asla öyle biri değildim, fakat konuşamadığım, şaşkın ve çaresiz kaldığım bir vakıaydı. Berrin'in bu halimi anlamasından çekindim. Neyse ki imdada yetişen yine o oldu. "Mayonuzu getirdiniz mi?" diye sordu. "İçimde" diyebildim tek kelimeyle. "Yüzmek ister misiniz?" "Tabii, seve seve.." Kalktık. O muhteşem salondan geçerek evin arka bahçesine doğru içerden yürüdük. Uzun ve dar bir koridoru geçmiştik ama bir ara kapıdan çıkınca sanki kendimi cennetin içinde buldum. Her taraf zümrüt yeşili çimlerle kaplıydı. Ortadaki dört köşe geniş yüzme havuzunun dört bir yanı icabında bir sürü misafiri ağırlayacak kadar sandalye, şezlong ve masalarla donatılmıştı. Çimlerin otuz metre kadar sonra bittiği hattan itibaren nefis çiçekler ve ufak salkım söğüt ağaçları süslüyordu etrafı. Çevreyi buruna hoş gelen çiçek ve yeni kesilmiş çim kokuları sarmıştı. "Burası harika bir yer" diye mırıldandım. "Beğendiğinize sevindim" dedi.
Güzel olmasına güzeldi kuşkusuz, ama orayı cennet gibi görmeme asıl sebep kuşkusuz Berrin'in varlığıydı. Beni havuza yakın şezlongların birine oturduktan sonra, "İzin verirseniz, ben de gidip mayomu giyeyim" dedi. "Ben dönünceye kadar burada oyalanacağınız dergiler filan var. Sizi çok bekletmem zaten." O dönüp gözden kaybolunca hemen soyunup üstümdekileri çıkararak boş iskemlelerden birinin üstüne bıraktım. Ağustos ayında olmamıza rağmen tenimi bronzlaştıracak hiç vaktim olmamıştı henüz. Keyifle şezlonga uzandım. Her şey umduğumdan da iyi gidiyordu şimdilik. Gözlerimi yumdum, kendimi sıcak ve yakıcı güneşe bıraktım. Birgece evvelinden beynimi rahatsız eden bin bir kuşkuyla aşırıya kaçan aldığım alkol sonucu, berbat geçeceğini düşündüğüm bir pazar sabahı Berrin'in ummadığım telefonuyla bir anda beni mutluluğa gark eden bir güne dönüşmüştü. Zevkten uçuyordum âdeta. Kısa bir süre sonra ağustos güneşi vücudumu yakmaya başlamıştı, ama ben asıl yangının yüreğimde başladığının farkındaydım. Daha şimdiden onun dönüşünü gözlüyordum, az
sonra taş zemin üzerinde tahta takunyaların çıkardığı sesleri duyunca gözleri açarak başımı sesin geldiği yöne çevirdim. Yine aynı şaşkınlığı yaşadım. Galiba buna alışmalıydım artık. Bu hep süregelecekti. Ama şaşmakta haklıydım, zira ilk defa Berrin'i daracık bir bikiniyle görüyordum. Lütfen, ifademe bakıp da beni gayri medeni, kadın açlığı çeken, ömründe ilk defa bikinili bir kadın gören, şaşkolozun teki sanmayın. Lâkin gerçek şu ki, bir mayonun güzel bir kadına bu denli yakıştığına ilk defa şahit oluyordum. Utanmasam gözlerim fal taşı gibi açılacaktı. Neyse ki komik duruma düşmemek için hızla pek aldırmıyormuşum gibi davranıp, hemen başımı başka tarafa çevirdim. Halbuki o muhteşem yarı çıplak vücudun, ahenkli yürüyüşünü görmek, daha doğru bir ifade ile beynime nakşetmek istiyordum. Ne yapayım, elimde değildi; netice olarak ben böyle biriydim. Kadın güzelliğinden yalnız şehevî bir haz değil, o bedende sanatsal zevk arardım ve Berrin bana ruhumdaki estetik açlığa cevap verebilen bu güne kadar rastladığım nâdir kadınlardandı, hatta belki de tek insandı. Tekrar bakışlarımı ona çevirdim, ama elimden geldiğince gözlerinin içine bakmaya çalışıyordum. Yuvarlak omuzlarına, yeterince
dolgun göğüslerine, incecik beline, uzun ve mütenasip bacaklarına doyasıya bakmamak için mücadele veriyordum. O da, her zaman yaşadığım ve bir türlü saklamaya muvaffak olamadığım hayranlığımı anlamış olmalıydı. Emin değildim, ama evden çıktıktan sonra yanıma oldukça yavaş adımlarla, sanki güzelliğini enine boyuna seyrettirmek istercesine yavaş adımlarla gelmişti. Elinde getirdiği iki havluyu ve bir güneş kremini yanımızdaki masanın üzerine bıraktı. Sanki sırf lâf olsun diye, "Bu gün çok sıcak, değil mi?" dedi. Şezlongda doğrulmuş, yan oturmuş, onun yanı başıma uzanmasını bekliyordum. "Hakikaten çok sıcak Berrin hanım" dedim. Güldü. "Artık bana berrin hanım hanım diye hitaptan vazgeçin. “Siz”leri de kaldırın; biraz yapay olmuyor mu? Biz artık arkadaşız." Canıma minnetti. "Nasıl istersen Berrin" dedim. "Benim için hava hoş. Hatta dilersen yakın arkadaşlarının sana
dediği gibi Bo' da diyebilirim." Tam karşımdaki şezlonga oturdu. Neredeyse dizlerimiz birbirine değecekti. Bir an söylediğimi düşünür gibi yaptı, kısa bir an kararsız kaldı. "Hayır" dedi sonra. "Sen baİıa Bo deme.." "Neden? Bütün yakın arkadaşların sana Bo diyorlarmış." Bu defa hiç duraklamadan cevap verdi. "Çünkü sen yakın arkadaşlarımdan daha yakınsın bana. Bana âşıksın. Beni deliler gibi seven bir erkeğin bana Bo demesini istemiyorum. Senin bir ayrıcalığın olmalı." Âşık kelimesine itiraz etmedim bu kez. "Ama seni rüyalarımda görmüyorum" diye takıldım. Hafifçe gülümsemeyi de ihmal etmedim. Hınzırca bir ifadeyle yüzünü buruşturdu. "İnanmıyorum!" diye sanki sitem etti. Karşısında çocuklaşmış gibiydim.
"Vallahi!" dedim. "Seni tanıdığımdan beri hiç rüyama girmedin." Şakacıktan suratını astı. "Şimdiye kadar çoktan girmiş olmam lâzımdı, ama bugece gireceğime eminim." Yine güldüm. "Seni bu kadar emin konuşturan şey nedir?" "Bikinili görüntüm. Beni bu halde gördükten sonra değil geceleri rüyanda, gündüz uyanıkken bile hayalinden çıkmayacağım." Belki size basit bir konuşma tarzı gibi gelebilir. Sıradan, şımarıkça, hatta banal. Bir başka zaman, bir başka yerde ve bir başka kadınla olsa, bana da öyle gelirdi. Ama Berrin, hani o her zaman ölçülü, mesafeli, ciddi ve görgü kurallarına kayıtsız uyulmasını isteyen kadın, şimdi gitmiş, yerine sanki on beş yaş daha genç, yeni yetme, hoppa ama yaptığı şımarıklığı son derece kendisine yakıştıran biri gelmişti. Ve ben onun çizdiği yadırgamıyordum.
bu
yeni
profili
hiç
Tam ona karşılık vermeye çalışırken, takunyalarını çıkarıp tabanları kızgın taşlara değince hafif bir çığlık attı ve hemen ayaklarını
kaldırıp şezlonga aldı. "Ayaklarım yandı!" diye söylendi. Ben de yanan o ayaklara baktım. Kusursuz, güzel ve bakımlıydı. Tırnaklarında naturel denen çok açık ojeler vardı. Gözlerimim ayaklarına takıldığını görünce, acısını unutmuş gibi sordu. "Beğendin mi ayaklarımı?" "Her şeyin gibi o da mükemmel. Nefes kesici diyebilirim." Bakışlarımın hâlâ ayaklarından ayrılmadığını görünce hınzırca başını salladı. "Söyle bakıyım" diye mırıldandı. "Yoksa ayak fetişisti misin?" "Yok canım, ama güzel olan her uzvu seyretmek bana zevk verir." "Sema ile Mine'nin de ayakları güzel miydi?" Gülümseyerek ışıldayan göz bebeklerine Sabahleyin ettiği telefonda sesini alamadığım için eskiden çıktığım verdiğim adlarını unutmamıştı. Şimdi sırası bana gelmişti.
baktım. birden kızların sırıtma
"Ne o?" dedim. "Yoksa kıskandın mı?" "Olabilir.. Sen Haldun'u nasıl kıskandın." "Ya kıskançlık hakkında attığın nutuklar ne olacak? Hani kıskançlığın insanın kendine olan güvensizliğinin yarattığı bir illet olduğunu söylüyordun." Söylediğimi hiç duymamış gibi bacaklarını oturduğum şezlongun üzerine uzattı ayaklarını hemen yanı başıma dayadı. Aynı çocuksu havayla sordu. "Söyle bakalım, onlarınki mi güzeldi, benim ki mi?" "Tabii ki, senin ki" dedim. "Yalancı!" "Bana inanmıyor musun?" "İnanmak istiyorum ama kim bilir o kızları da baştan çıkarmak için ne taktikler kullanmış, ne güzel sözler söylemişsindir." Nedense bu çocuksu konuşmalardan büyük keyif alıyordum. Sırıtmaya devam ettim. "Ben seni baştan çıkarmak için daha güzel
sözler söylemedim ki hiç." "Hadi oradan, numara yapma. Nişan gecesi teknede mehtap seyrederken ettiğin lâfları unuttuğumu mu sanıyorsun." "Ne demiştim ki?" "Bir çeşit ilân-ı aşktı kullandığın kelimeler." "Hiç hatırlamıyorum." "Yine yalan! istersen hatırlatayım." "Hatırlat bakalım." "Arkadaşlarımın beni Bo diye çağırdığını söyleyince, o sizin elinize su dökemez, demiştin unuttun mu? Sadece o kadar da değil; ayrıca bu koca şehirde benim güzelliğimi fark edememiş olmanın da büyük bir hata olduğunu iddia etmiştin. Yoksa onu da mı unuttun?" "Evet, bunları anımsıyorum." "Ama asıl hoşuma giden iltifatın ogece mehtabın geç batacağı esprisiydi." Önemsemiyormuş gibi omuzlarımı silktim. "Bunlar ilerde sana yapacağım iltifatların, daha doğrusu ifadeye çalışacağım gerçek duygularımın yanında hiç kalır." Gözleri yeniden ışıldadı. Sevinmiş gibi, "Sahi mi?" diye sordu. "Beni o kadar çok mu seviyorsun?"
Takılmaya devam ettim. "Henüz sana öyle bir cümle söylemedim ama." "Peki, ne zaman söyleyeceksin?" "Bilmiyorum." Beni ciddiye mi aldı nedir, birden bozulur gibi bacaklarını topladı kendi şezlonguna boylu boyunca uzandı, suratını astı. "Ne o, bozuldun mu?" dedim. "Yoo!" Ama sesi kırgın ve durgun çıkmıştı. Üsteledim. "inkâr etme, sana aşkımı itiraf etmediğim için bozuldun." Birden ciddileşti. "Beni çocuk mu sandın Attila! Benim yaşımdaki bir kadın karşısındaki erkeğin hislerini hiç anlamaz olur mu? Sadece şakalaştık.." Dikkat ettim, yüzüne baktım, gözlerini benden kaçırdı. Galiba cidden bozulmuştu. İşi fazla uzatmamak için hemen mırıldandım.
"Sen hayatta gördüğüm en güzel kadınsın ve seni çılgınlar gibi seviyorum. Tamam mı? İstediğin oldu mu şimdi? Ayrıca bu itiraf ömrümde en keyif aldığım şey. Bundan sonra da her fırsatta kulağına fısıldayacağım, tâ ki sen bıkana kadar." Hiç oralı olmadı. Yüzünde en ufak bir memnuniyet ve gevşeme sezemedim. Ne hissettiğini de anlayamıyordum.. "İstediğini söyledim işte, hoşuna gitmedi mi?" diye sordum. Neden sonra başını bana çevirdi. "Ekonomi politikamız hakkında düşünüyorsun? Enflasyon oranını standartlarına çekebilecek miyiz?" dedi.
ne AB
Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı! Bu atmosferde edilecek lâf mıydı bu! Galiba Berrin eski kimliğine, o hoşlanmadığım inatçı ve ukala kimliğine dönüşmek üzereydi. Bu geçişleri, farklı ruh hallerine bürünmeyi, doğrusu kusursuz başarıyordu. Kızgın ve yakıcı güneşten de olabilir, tepem yeniden atmaya başlıyordu.
Ne yapmıştım ki ben? Sadece şakalaşıyorduk.. Takılmalarımı ciddiye almış olamazdı.. Üstelik onu sevdiğimi de itiraf etmiştim. Daha ne diyebilirdim ki. Yeterince gerçekçi ya da romantik mi bulmamıştı yoksa? İçimden, sinirlenme, sakın ol Attila, diye söylendim kendi kendime. Berrin'i olduğu gibi kabul etmek zorundaydım; ne zaman kızacağı ya da neye bozulacağı belli olmayan, sinirlendiği zaman çekilmez ve müthiş can sıkıcı, hatta ukalâ ve iğneleyici, fakat uysal ve kendi halinde olduğu zaman da dünyalar tatlısı bir kadındı. Güzelliği onla beraber yaşamak, hayatı müşterek yudumlamak inanılmaz bir zevkti. Emindim, şimdi yaptığı jestte bir sitem ifadesiydi. Aslında bana bozulduğu, kızdığı filan yoktu, öyle görünüyordu. Kısacası naz yapıyordu. Ona kendi silahıyla karşılık vermeyi daha uygun buldum. Sesime ciddi bir hava vererek, "Hiç sanmam" dedim. "Neyi sanmazsın?" "Enflasyon oranını çekebileceğimizi."
AB
standartlarına
Böyle bir karşılık vereceğimi sanmıyordu tabii. O yine aşktan, sevgiden, aramızda yeni yeni filizlenen arkadaşlıktan bahsedeceğimi, o konuyu kapatmayacağımı düşünmüştü mutlaka. Nitekim asık suratıyla homurdandı. "Yanılmışım" dedi. "Sen beni sevmiyorsun." Fırsatı hiç kaçırmadım. "Nasıl yani? AB standartında mı?" dedim. Başını çevirdi. "Hain domuz!" diye söylendi. Ama tüm gayretine rağmen gülümsemişti esprime. Ben de güldüm. Sonra birden yattığı yerde doğruldu, ayaklarına yüksek ökçeli plaj takunyalarını geçirdi, yandaki masanın üzerinde duran güneş kremini alarak bana uzattı. "Hadi" dedi. "Boş durma! Zaten bu gün ağzın lâf yapmıyor bari sırtıma biraz yağ sür." "Memnuniyetle." Bana sırtını döndü. Bikini mayosunun atkılarını indirdi. O muhteşem sırtı, duru cildini şimdi rahatlıkla seyredebiliyordum. Yüzü bana dönük
olmadığı için bakışlarımdaki cüretkârlık artmış, dilediğim şekilde seyir imkânım doğmuştu. Omuzları yusyuvarlak, beli pek çok kadını kıskandıracak kadar incecikti. Oturur pozisyonda olmasına rağmen kalçalarında en ufak bir fazlalık görünmüyordu. Ufacık bikininin alt parçasının belinin hayli altında kalan kısmında çok hafif sarı ayva tüylerini seçebildim. Elime bol miktarda güneş kreminden boşalttım, sonra yavaş yavaş omuzlarından başlayarak cildine yedirmeye başladım. Önümde gayet sakin ve sessiz oturuyordu. Ama ben Güzelliğini
heyecanlanmaya
başlamıştım.
seyretmek keyif vericiydi, fakat iki genç insanın, böyle bir ortamda, ten teması başlayınca doğrusu iradesine hâkim olması oldukça müşkülleşiyordu. Evinde her zaman istifade edeceği havuzu olmasına rağmen, ben ilk defa teninin yeterince bronzlaşmadığını fark ediyordum. "Cildin pek yanık değil" güneşlenmiyor musun?" Soruma cevap vermedi.
dedim.
"Sık
sık
"Sırtımın biraz daha karşılık verdi.
aşağılarına
sür"
diye
Gülümsedim yine. "Şu üst parçanın kopçalarını çözüp çıkarabilir miyim? O zaman bütün sırtını kremlemiş olurum." "Daha da neler! Daha ilk buluşmada buna izin vereceğimi mi sanıyorsun? "Ne fark eder ki?" "Çok şey fark eder!" "Anlamıyorum. Elime takılan ufacık bir bez parçası. Hem onun kapattığı kısım yanmadığı için iz yapacak. Nasıl olsa arka da oturduğum için bir şey görmeyeceğim." "Olmaz!." "Sen bilirsin.." Sustuk yine.. Bir süre sonra iğneleyici bir şekilde sordu. "Rahatsız mı oldun?" "Ne rahatsızlığı?"
"Vücudumu kremlemekten." "Niye rahatsız olayım ki? Yorucu bir şey değil yaptığım." "Onu kastetmedim.." Ne demek istediğini gayet iyi anlıyordum tabii, ama anlamazlığa vurdum. "Neyi kast ettin peki?" Bir süre düşündü. "Hiç!" dedi. "Lâf olsun diye söyledim." Vücudu sırtına sürdüğüm kremi iyice emmişti cildi, ama ben omuzlarını ovuşturmaya hâlâ devam ediyordum. "Bacaklarına da süreyim mi?" diye sordum. "Hayır. Onu kendim de yapabilirim." Sonra sanki çok tabii bir şey soruyormuşum gibi devam ettim sesimin tonunu hiç değiştirmeden. "Seni dudaklarından öpebilir miyim?" O da aynı rahatlıkla cevap verdi.
"Hayır. Henüz zamanı değil." "Peki o ne zaman olacak?" "Sanırım daha çok bekleyeceksin. Şaka yaptığını sanıyordum ama Berrin ciddiydi. Bikinisinin atkılarını yerleştirdi ve birden şezlongdan fırlayarak havuzun yanına koştu ve değme yüzücülere taş çıkarak bir ustalıkla balıklama suya daldı.. Çaresiz ben de peşinden gittim... Anlattıklarımı buraya kadar okuduysanız, muhtemelen bunun sıradan bir aşk hikâyesi olduğunu düşünmüşsünüzdür. Fazla özelliği olmayan, güzel bir kadın üzerine kurulu, benzerlerini sık sık yaşadığımız yavan bir hikâye. Sanırım sizin yerinizde olsam ben de aynı şeyi düşünürdüm. Heyhat, mesele hiç de yaşadığım aşk hikâyesi ile sınırlı değildi. Ama bunu anlamam biraz zaman alacaktı. Yine de başıma çöreklenen sıkıntıların hiç birini o sıralar tam kavrayamamıştım.. Berrin ile geçirdiğim o pazarın ertesi günü, tatlı beklentiler ve umutlar içinde kendimi işime vermiş çalışıyordum. Oakşam bana telefon edecek ve birlikte yemeğe çıkacaktık. Tüm aksilikler gelen telefonla başladı. Ama arayan Berrin değil Merve idi.. Tabii
o
şirret
ve
haris
kadının
beni
arayabileceğini hiç düşünmemiştim. Aklımdan dahi geçirmiyordum. Neyse ki odamda yalnızdım. Santralda çalışan kız, "Beyefendi bir hanım sizi arıyor" deyince aklıma doğal olarak Berrin geldi. Zaten dört göz ne zaman arayacak diye bekliyordum. Hatta az kaldı, "Merhaba sevgilim" diyecektim, neyse ki sadece "Buyurun, efendim" demişim. Tanrı korumuş.. Kuru, ruhsuz ve bed bir ses, "Attila bey'le mi konuşuyorum?" diye sordu. Berrin olmadığını anlayınca keyfim kaçmıştı. Şartlandığım için onun yumuşak, hafif genizden gelen sesini duyacağımı sanıyordum. "Buyurun efendim, benim" dedim. "Ben, Merve Şahin" demez mi.. Buz kestim birden.. Dilim tutuldu âdeta.. O şırfıntı beni arayabilecek en son kişi olmalıydı. Kısa bir an ne yapacağıma karar veremedim, ya pat diye telefonu yüzüne kapatacaktım, ya da ne cüretle beni aradığını bağıra çağıra soracaktım.. İkisini de yapmadım. Neyse ki, sağduyum galebe çaldı. Nasıl mı? Kafamı işlettim.
Her ne kadar o kadından hoşlanmıyorsam da, zeki ve uyanık olduğunu kabul ediyordum; ortada ciddi bir sorun olmalıydı. Aksi halde o da beni aramazdı. Her halde benim yakışıklı havama âşık değildi. Üstelik mesele her ne ise bunu benim avukatım Nejat'la değil, ancak benimle görüşerek çözebileceğini biliyor olmalıydı. Aklın yolu birdi; menfaatim gereği kadınla telefon görüşmesi yapmak zorunda olduğumu idrak ettim, lâkin kadına duyduğum husumet içimi yakıyordu. Güçlükle hislerime hâkim olmaya çalıştım. Neden sonra ağzımdan tek bir kelime çıktı. "Evet?" "Sizi rahatsız ettiğim için üzgünüm" dedi. "Benden hoşlanmadığınızı ve hakkımda bir takım menfi duygular taşıdığınızı biliyorum." Ses tonu da anımsadığım yüzü kadar itici gelmişti bana. "Lütfen hemen konuya girin, size ayıracak vaktim yok." "Benim de niyetim o zaten. Santaş'ın idare meclisi toplantısında bir görüş ayrılığı yaşıyoruz. Diğer iki idare meclisi üyesiyle aramda fikir ihtilafı var."
Kadının ne dediğini bile anlamamıştım. Babamdan intikal eden şirketlere öyle bigane kalmıştım ki, sözünü ettiği şirketi tanımıyordum bile. Beynimi zorladım, her halde bahsettiği şirket idaresinden müşterek sorumlu olduklarımızdandı. "Ne istiyorsunuz?" demek zorunda kaldım. "Bu akşam ki idare meclisi toplantısına iştirak etmenizi. Aksi halde alınacak karar aleyhimize olacak. Bu sorumluluğu tek başıma taşımak istemem. Vasiyet hükümlerine büyük ilgisizlik gösteriyorsunuz, uğrayacağınız maddi zarar beni ilgilendirmez ama en azından pederinizin son arzularını, mirası kabul ettiğinize göre yerine getirmek zorundasınız." İçimden küfür etmek geldi. Haris kadın şimdi de bana yol göstermeye, görevlerimi yerine getirmem için uyarmaya kalkışıyordu. Bir an düşündüm. Olayın mahiyetini hâlâ tam olarak anlamamıştım lâkin esasta haklı olabilirdi. Babamdan intikal eden mirası reddetmediğime göre gerekeni yapmalıydım. Ani bir karar verdim. "idare Meclisi toplantısı kaçta?" diye sordum.
"Saat on yedide." "Şirket binası nerede?" diye sordum bu defa. Bilmememe şaşırmış gibi, "Gayrettepe'de, Kule handa" dedi. Hanı biliyordum. "Tamam" diye mırıldandım. Kendimin bile şaştığı yumuşak bir ifadeyle, "Beşte orada olurum." "Lütfen" dedi. "Yarım saat önce gelin ki size gerekli bilgileri vereyim." "Oldu." Merve telefonu kapattı. Sırtımı koltuğuma dayadığımda hâlâ nasıl böyle bir karar verdiğimin şaşkınlığı içindeydim... Meğer bizim peder, az saman altından su yürüten biri değil miymiş? Kule Hanın şimdiye kadar kim bilir kaç defa önünden geçmiş, ama bir vesile çıkıp içine girmemiştim; babamın sahip olduğu en büyük şirketlerden birinin bu merkezde yer aldığını nereden bilebilirdim ki? Dört büyük asansörün bulunduğu giriş katında ki han sâkinlerinin yer aldığı levhada Santaş şirketinin üç katı işgal ettiğini gördüm. Şirketin
ilk bölümü beşinci kattaydı. Beşinci katın düğmesine bastım. Tesadüf kabinde tek basmaydım. Bilinçsizce kravatımı düzeltip hafifçe sıkıştırdım, ceketimin düğmesini ilikledim. Pırıl pırıl boyalı ayakkabılarıma son bir kere baktım, sonra da davranışıma sinirli sinirli güldüm. Bu dikkat, bu itina kimeydi? Desise ve aldatmalarla babamın hayatına giren, onun servetini ele geçirmeye çalışan bir kadına mı? Çok iğrençti.. Ama o nispette de hayatın gerçeğiydi bu. Kadınlar birer asalaktı. Eskiden de böyle mi düşünürdüm; hayır, kesinlikle değil. Ama bu son hadise ve sıfatı ne olursa olsun kanaatimin değişmesine, genelleme yapmama yol açmıştı. Genç bir kadın, yetmiş yaşındaki bir adamla ancak ulaşmayı tasarladığı servet için evlenirdi. Düşündükçe geriliyordum. Sakin ol, dedim kendi kendime. Sinirlenmenin hiç yararı yoktu. Ayrıca olayı kabul edemesem de acı bir gerçek ortadaydı. Ben de menfaatlerimi gözetmeye başlamıştım, bu görüşmeyi dahi çıkarlarım için kabul etmiştim. Beşinci katta asansörden indim.
Oldukça şık ve modern tefriş edilmiş bir iş yeriydi. Giriş kapısının tam karşısında bir banko vardı ve arkasında da güler yüzlü, cici bici bir kız oturuyordu. Beni görünce nezâketle doğruldu. "Buyurun beyefendi, size nasıl yardımcı olabilirim?" diye sordu. "Merve hanımla görüşmek istemiştim" dedim. "Randevunuz var mıydı?" Biraz afalladım. Yoksa kadın burada fiilen çalışıyor muydu? Şayet öyleyse, doğrusu buna çok şaşardım. Bana göre o, sadece pederin şirketinin getirdiği paraları tüketen bir asalak olmalıydı. Kendimi tutamadım. "Merve hanım burada görevli mi?" diye sordum. Kız da hayretle yüzüme baktı. "Merve Şahin hanımı kastediyorsunuz, değil mi?" "Evet" diyerek başımı salladım. "Kendileri şirketimizin idare meclisi reisidir." Nerdeyse dona kalacaktım. Yoksa avukat Mehmet Ali Bey'le, bizim Nejat
haklı mıydılar? "Kendilerine hemen geldiğinizi efendim. İsminiz lütfen?"
bildirelim
"Attila Şahin" dedim. Kız bön bön yüzüme baktı önce. Soy adım kızın uyanmasına yetmiş, aileden olduğumu geç de olsa anlamıştı. Hemen telefona sarıldı, muhtemelen Merve'nin sekreterini arayarak, "Attila Şahin Bey geldiler, efendim" dedi. Sessizce izliyordum. Kız telefonu kapatınca bankonun arkasından top gibi fırladı. "Odası yedinci kattadır efendim; lütfen beni takip edin sizi götüreyim." İki kat daha yukarı çıkmak için asansöre yeniden bindik... Yanılmamıştım. Eni sayılırdı Merve..
konu
çirkin
bir
kadın
En azından, benim zevkime hiç hitap etmediği ortadaydı. İri burnu, uzunca bir yüzü, donuk ve anlamsız bakışları vardı. Boyu da oldukça kısaydı. Bizim pederin bu kadında ne bulduğunu gerçekten merak ettim o an. Her halde yetmiş
yaşındaki adamı cezbedecek olmalıydı muhakkak.
bir
yeteneği
Güzelliği bulunmadığına göre belki seks gücü.. İnsanoğlu bir tuhaftı gerçekten; kendimden utanmalıydım, daha ilk defa gördüğüm bir kadını, ondan ne kadar nefret edersem edeyim, salt cinsel açıdan incelemeye almam kuşkusuz ahlâki değerlerime uygun düşmüyordu. Ne var ki bakış açım böyleydi.. Ben odaya girince oturduğu masanın ardında ayağa kalkmıştı. Zevksizdi de. Oldukça genç sayılacağı için, belki de biraz daha yaşlı ve doldurduğu makama uygun düşer mülahazasıyla tayyör giymişti. Açık bej rengi, ince ve sanırım pahalı bir kumaştan, ama hiç yakışmamıştı. Okul bahçesinde onu gizlice ilk seyrettiğim anda da sırtında yine tayyör vardı. Saçları kısa kesilmişti ve kumraldı. El sıkışmadık. Ama bana hemen oturmam için yer gösterdi. Elinden geldiği kadar nâzik davranmaya gayret gösteriyordu. Onun da en az benim kadar heyecanlı olduğunu anlamakta gecikmedim. Kolay değildi kuşkusuz. Can düşmanı iki miras ortağı nihayet karşı karşıya idik.
Fakat gözleri cin gibiydi. Daha ilk bakışta zekâ fışkırdığını hissettim. Beni uğraştıracağı muhakkak gibiydi. Dalaşmamız kaçınılmazdı. Israrla ne tip bir insan olduğunu anlamak için yüzüne bakıyordum. Bana aynı şekilde karşılık veriyordu. Hiç de çekinen bir hali yoktu; sabırla bana meydan okumaya devam ediyordu. İlk o konuştu, hem de sakin, ölçülü ve kibar bir ses tonuyla. "Ricamı kabul edip davetime geldiğiniz için teşekkür ederim" diye lâfa girdi. "Bu karşılaşmaya hiç istekli olmadığınızı çok iyi tahmin edebiliyorum, fakat rahmetli eşimin vasiyeti gereği ne yazık ki zaman zaman karşılaşmak zarureti kaçınılmaz. Bundan böyle nasıl bir tutum takınacağınız hakkında fikir sahibi değilim fakat bildiğiniz gibi terekeye ait bazı malların idaresi hususunda müşterek faaliyet göstermemiz gerekiyor." Kısa bir an sustu ve gözlerimin içine bakmaya devam etti. Yaşından beklenmeyen bir ciddiyet ve sanki yıllardır şirket yönetiminde tecrübeli biri gibi girizgah yapmıştı. Ama fırsatı hiç kaçırmadım. "Durumu sadece müşterek menfaatimiz açısından değerlendirin lütfen" dedim.
Utanıp sıkılacağını sanmıştım; kibarca ve aklımca iğneli bir lâf ettiğimi, kendisine taş attığımı düşünmüştüm. Ama o büyük bir pişkinlik içinde beni tasdik etti. "Bir açıdan haklı sayılırsınız" dedi. "Menfaatimiz bunu gerektiriyor." Vay canına, diye homurdandım içimden. Çok pişkindi. "Rahmetlinin vefatını takip eden bir ay içinde bazı aksamalar ve yönetimde çatlaklar hasıl oldu. Her şirkette olabilecek hadiselerden, ayrıca nakit akışımızda da problemler yaşıyoruz. Üstelik yalnız bu şirkette değil, hemen hemen hepsinde. Tabii beni ilgilendiren sadece müşterek yönetmekle zorunlu olduğumuz şirket ve müesseselerle ilgili bu açıklamam. Sizin miras hissenize düşenlerle alâkamı kestim."İster istemez afallayarak yüzüne baktım. "Onların yönetimiyle de siz mi meşguldünüz?" diye sordum. "Haberiniz olduğunu sanmıyorum ama ben Şahin Holding'in Genel Müdürüydüm. Holding'de her şey benden sorulurdu." Dayanamadım. "Ya babam? O ne yapardı?"
Yüzü bir an üzüntüyle gölgelenir gibi oldu. "Babanız yaşlı ve kalp hastasıydı. Bu çalışma temposuna tahammülü olanaksızdı. Son beş senedir hiçbir işle meşgul olmuyordu." Bir an utanır gibi oldum. Sanki babamdan değil de bir yabancıdan bahseder gibi konuşuyordum. Ama çabuk sıyrıldım o ruh haletinden, şayet bunları bilmiyorsam tek sorumlusu ben değildim. Babam son yirmi yılki yaşamı hakkında bana hiç açıklama yapmamıştı, ben onu hâlâ sıradan bir semt doktoru olarak tanıyordum. "Neyse" dedi Merve. "Artık geçmişi didiklemenin bir yararı yok, bu ikimizi de incitmekten, yaralamaktan öteye gitmez. Bundan böyle geleceğe bakmak, isabetli kararlar almak mecburiyetindeyiz. İlk olarak Santaş'ın durumunu ele almak zorundayız. Bu Holding'in temel şirketidir, ne var ki idare meclisinde benimle aynı görüşü paylaşmayan bazı yöneticiler var. Ellerinde geldiği ölçüde müşkülat çıkarıyor ve beni yıpratmaya çalışıyorlar." Ne yazık ki dikkatimi yeterince veremiyordum. İçimi bir sıkıntı ve huzursuzluk kaplamıştı. İşin ilginç yanı tüm gelişmelerden habersiz olarak bu şirketi babamın malı olarak görmekte zorlanıyor, kendimi yabancı ve olayların dışında biri gibi
hissediyordum. Menfaatten de öte, bu kadına yardım etmek gerekebilirdi ama içimde öylesine bir burukluk vardı ki, bir türlü anlayış ve uyum sağlayamıyor, yardım edecek gücü kendimde bulamıyordum. Nerdeyse geldiğime pişman olmuş haldeydim. Mantığımla hislerim yine boğuşmaya başlamıştı. Merve'ye duyduğum antipati yeniden yoğunlaşıyordu. Belki de haksızlık ediyordum. Doğrusu kadın umduğum gibi basit, seviyesiz ve şırfıntı biri çıkmamıştı, bilâkis, otoriter, genç yaşına rağmen makamını dolduran ve iş deneyimi olan biri gibi görünmüştü gözüme. Geçmişini de merak etmeye başlamıştım şimdi, duyduğum tüm husumete rağmen. Dikkatli bakılırsa otuz yaşında bile gözükmüyordu; pek tabiidir ki bu yaşta bir holdingin genel müdürü mevkiine yükselmesi sırf çalışkanlık ve becerisinden olamazdı, mutlaka babamın nüfuzundan istifade etmiş, onun tercih ve torpiliyie yükselmişti. Beş senedir bu görevde olduğunu iddia etmesine rağmen, anladığım kadarıyla, babam aleni olmasa da onu çekip çevirmişti. Bunun en açık delili de, ölümünün üzerinden daha bir ay geçer geçmez işlerin sarpa sarmaya başlamasıydı. Bu denli büyük bir şirketi yönetmesem de, ne de
olsa ben de bir anonim şirket yöneticisiydim, belki ona yardım da edebilirdim. Ama bu sanıldığı kadar kolay değildi, her şeyden önce şirket yöneticilerini, mali müşavirleri, hukukçuları tanımam, defterleri onların desteği ile incelemem, ancak ondan sonra sağlıklı kararlar almam ve duruma müdahale etmem mümkündü. Bunu yapar mıydım, bilmiyordum. Müşterek çıkarlarımız yapmamı gerektiriyordu. Fakat nedense o an birden aklıma Levent'deki evin çatı katında gördüğüm ayak izleri geldi. O izler ancak bu kadına ait olabilirdi. Bir yolunu bulmuş ve babamın orada gizlediği bazı şeyleri ortadan kaldırmıştı. Henüz onların ne olduğu hakkında bir bilgim yoktu, fakat babamın münhasıran onları benim için orada sakladığına emindim. Aslında bu konuyu epey düşünecek vaktim olmuştu. Belki babam yazıp sakladıkları için en ideal yeri seçmişti; kendi evinin çatısındaki bir dağınık odası. Yani kimsenin orada önemli bir şeyin saklanacağını düşünemeyeceği mahal. Bir ev kasası veya banka kasası olsa mutlaka Merve oraya erişirdi. Belki de yanılıyordum. Zira Merve, emin gördüğüm o kilitli odaya da
girmeyi başarmıştı. Demek kocasından şüphelenmiş ve bazı şeyleri kendisinden sakladığını şu veya bu şekilde öğrenmişti. Bir an o odaya niye girdiğini ve oradan ne aldığını sormayı düşündüm. Ama bu çok manasız olurdu, nasıl olsa kabul etmez, inkâr cihetine giderdi ve benim o izlerin kendisine ait olduğunu ispat için elimde hiç koz yoktu. Kısacası komik duruma düşebilirdim. Umduğumdan zeki çıktığını kabullenmek zorundaydım. Hatta şimdi adımlarımı daha da dikkatli atmak zorundaydım, açık vermeye hiç gelmezdi. En iyisi bilmiyormuş gibi oyuna devam etmek şimdilik daha hayırlıydı. Koltuğuma yaslandım ve soğuk bir şekilde sordum. "Şu idare meclisinin size karşı çıkan üyeleri" dedim. "Aranızdaki sürtüşmenin sebebi ne?" Hemen sorumu yanıtlamadı. Sanki böyle bir soruya muhatap olacağını daha önceden hesaplamış gibi kısa bir an düşündü. ı "Ana sebep çok belli" dedi. "Beni yönetimden uzaklaştırmak. Yapım itibariyle biraz sert ve müsamahasızımdır. Gerektiğinde acımasız kararlar alabilirim. Eşimin sağlığında pek tabiidir buna cesaret edemiyorlardı. Ama onun vefatıyla
ortaya çıkan yönetim yararlanmaya kalkıştılar." "Nasıl?" dedim.
boşluğundan
Bir an sıkılır gibi yüzü asıldı. "Dedikodular çabuk yayılır" diye mırıldandı. "Reha beyin vefatıyla hemen sizinle aramızdaki ihtilâfı çabuk öğrendiler." Kendimi tutamadım, "Pek de haksız değiller" diye homurdandım. "Ama bu bir ilgilendirmez."
aile
sorunu.
Onları
hiç
"Yanılıyorsunuz." Telaşa kapılır gibi yeniden yüzüme baktı. "Henüz defterleri incelemedim ama" dedim, "Yasalara en büyük hissedarlar her halde siz ve benim. Şayet aramızda bir anlaşma zemini doğmazsa bu ihtilâf haliyle şirket yönetimine de aksedecektir. Onların da bu nedenle endişeye kapılmaları çok doğal." "Olabilir, ama bu neticeyi değiştirmez" dedi. "Şüpheliyim."
Birden hırçınlaşır gibi oldu. Yüzü kızardı. O an ters bir şey söyleyeceğini sandım, fakat sonra çabuk toparlandı. "Hiç olmazsa bazı konularda, en azından müşterek menfaatlerimiz açısından bana yardımcı olmayacak mısınız?" diye sordu. "Bunu düşüneceğim." "Ama vaktimiz yok. Söylediğim gibi toplantı bu akşam." "Üzgünüm ama durumu incelemeden önce size müspet veya menfi bir cevap veremem." Sinirlendiğini hissediyordum, büsbütün keyiflendiriyordu.
bu
ise
beni
"Toplantıya katılmayacak mısınız?" "Hayır." "Ama buakşam ki toplantıda aleyhimize bir karar alabilirler." "Sizin de iştirak etmemenizi tavsiye ederim." "Bu neyi değiştirir ki?" "Zaman kazanmanızı."
Sustu yine. Hareket tarzımdan hiç memnun kalmadığı açıkça belli oluyordu. İlk defa gülümsedi ama sinirli ve meydan okurcasına. Israrla gözlerimin içine bakıyordu. "Benden nefret ediyorsunuz, değil mi?" diye sordu aniden. "Lütfen şahsi duygularımızı işin içine karıştırmayalım. Buraya bundan bahsetmek için gelmedim, yalnızca idare meclisinin alacağı kararın mahiyetini öğrenmek istemiştim." Ama oralı olmadı. "Bana kızgınlık ve nefret duymanız çok anlamsız. Şayet birine kızacak iseniz bu babanız olmalıydı. Ben sizin varlığınızı bile Reha öğrendim."
beyle
evlendikten
yıllar
sonra
Bence artık konu kapanmış ve ziyaretim bitmiş sayılırdı. Her halde bu kadınla oturup bir aile rezaletini tartışacak değildim. Yerimden kalktım, küçümseyen nazarlarım üzerine toplandı. "Size kararımı sonra bildiririm" dedim ve arkama bakmadan odasından çıktım. Sanırım hırsından köpürüyordu. Asla babam gibi beni emellerine âlet edemezdi.
Gerçekten de konuyu inceleyecek ve sonra kararımı bildirecektim. Bu onunla çatışmamızın ilk raunduydu ve Merve kaybetmişti. Nedense asansörle aşağıya inerken, kendimi çok rahatlamış hissediyordum. Servet avcısı kadın ilk dersini almıştı... Swiss Otelin terasında buluşacaktık Berrin'le.Akşam yemeği için daha önceden otele telefon etmiş alanı sınırlayan çiçeklerle kaplı çapraz bordürün hemen yanındaki iki kişilik masalardan birini ayırtmıştım. Terasa geldiğimde buluşmamıza daha yarım saatten fazla vardı. Önce tenteli bar kısmına geçtim. Niyetim, Berrin gelinceye kadar iyice gerilen sinirlerimi yatıştırmak için bir kadeh içki içmekti. Kule Han'da Merve'nin yanından ayrılırken önce kendimi rahat ve sanki bir maç kazanmış gibi huzurlu hissediyordum. Ama Gayrettepe'den yavaş yavaş Berrin'le buluşacağım otele doğru arabamı sürerken kafam yine karışmaya, önümüzdeki günlerin hiç de kolay geçmeyeceğine dair düşüncem galebe çalmaya başladı. Çok tuhaftı, bir anda tahmin ve tasavvur edemeyeceğim bir mirasa konmuştum birden, şimdi oldukça zengin bir adam sayılırdım, ama zenginlik beraberinde bir yığın sıkıntıları da getirmişti. En azından idari ve hukuki bir sürü pürüz vardı önümde. Daha
babamın servetinden tek bir kuruş dahi harcamamış, en ufak bir malına el sürmemiştim. Batan güneşe bakarak martinimi yudumlarken yarın bizim Nejat'la bir kere daha konuşmam gerektiğini kabullendim. En azından veraset vergisi için beyanname tanzim etmem gerekiyordu. Daha süresi vardı ama beyannameyi vermemiştim henüz. Ayrıca bir karara varmıştım; Merve denen o kadınla bir daha karşılaşmak istemiyordum, gerekiyorsa Nejat'a vekâletname verecek şirketler ve müesseseler nezdinde ki temsil hakkımı onun marifetiyle kullanacaktım. O kadının lanet yüzünü şeytan görsündü. İkide birde terasın girişine bakıyordum. Nihayet sevgilim göründü. Berrin'i henüz sevgilim diye vasıflandırmam belki hataydı ama daha uygun bir kelime bulamıyordum. O sadece çıktığım kız, flörtüm veya arkadaşım değildi muhakkak; kısa sürede bundan çok daha öte bir durum hasıl olmuştu aramızda. Bir kere onu şiddetle özlüyordum; görmediğim anlarda hep yanımda istiyor, müteakkip buluşmaya kadar vaktin nasıl geçeceğini bilemiyordum. Yaşımızın verdiği doğal bir gerçek daha vardı; onu arzuluyordum. İçimdeki o doğal kıpırtı daha iki basamaklı merdivenin başında görünür görünmez benliğimi yakıp tutuşturmaya başladı. Ve ben hiç de haksız değildim.
Terasın yemek kısmı henüz oldukça tenha sayılırdı ama daha kalabalık olan bar bölümündeki istisnasız bütün başlar bir anda Berrin'e çevrildi, hem de kadınlı erkekli. Duyamıyor ama hissediyordum, sanki konuşmalar, şakalaşmalar, gülmeler kesilmiş, dikkatler bir anda terasa yeni bir güneş gibi doğan sevgilime çevrilmişti. Terasın müşterileri âdeta derin bir hayranlık ve takdirle onu süzüyorlardı. Bu duygu ancak hissedilebilirdi ve Berrin de buna alışıktı sanırım. Bir kraliçe ihtişamıyla bir an o iki basamağın başında durdu, insanlara tepeden bakan o erişilmez mağrur edasıyla iri yeşil gözlerini kısa bir an beni görebilmek için etrafta dolaştırdı Öylesine mest olmuş ve zevklenmiştim ki, varlığımı gösterecek ^er hangi bir jestte bulunmayı idrak edemedim. O kısa saniyelerin devam etmesini, beni gururlandıran o seyir ânının uzamasını diledim içimden. Yüzde yüz emindim, masalardaki erkekler içlerinden acaba bu dünya güzelini bekleyen erkek kim diye, çoktan merak etmeye başlamışlardı bile. Yeşil, şifon, kendinden desenli bir elbise giymişti. Boyu dizleri hizasında, iki ince atkıyla
tutturulduğundan omuzları meydandaydı. Ayağına da gözlerinin renginde dekolte pabuçlar giymişti. Gerçi benim sevgilimdi ama o an benim de terastaki tüm erkekler gibi nefesim kesilmişti. Güçlükle oturduğum yerden ayağa kalktım. Şef garsonda yıldırım hızıyla Berrin'in yanında bitivermişti zaten. Beni görünce gülümseyiverdi. Hayret, onun hâlâ bazı olağanüstü niteliklerini bir kalemde fark edememiştim. Meselâ gülümsemesi de öyleydi. Son derece içten bir gülüş. Ama dudakları iki yana aralanıp, inci gibi beyaz dişleri göründüğünde yüzünün hatları ve ifadesi inanılmaz derecede güzelleşiyordu. Ve ben bunu sanki o ana kadar hiç tespit edememiş, ya da yeterince değerlendirememiştim. Aslında bu onun doğallığının tezahürüydü. Barda kalmadık. Çiçekler arasındaki ufak köşe masamıza geçtik. Oturduğumuzda sevgilimin yeşil gözleri mutluluktan ışıldıyordu. Önce biraz havadan sudan konuştuk, yarın akşam Rumeli Hisarı'nda davetli olduğu bir konserden, yaklaşık yirmi gün sonra Londra'ya yapacağı bir iş gezisinden, Greenpeace'in bu sabah gerçekleştirdiği bir eylemden, gazete haberlerine göre Julia Roberts'ın son
sevgilisinin Amerika'da yaşayan Türk asıllı bir iş adamı olduğundan filan bahsettik. Sonra bir ara Berrin gözlerini merakla yüzüme çevirerek sordu. "Nen var senin? Yüzün biraz asık görünüyor, bir şeye mi sinirlendin?" Demek her şeye rağmen bu akşamüstü yaşadığım gerginliği üzerimden atamamıştım, her halde halimden anlamıştı. "Yok, önemli bir şey değil" dedim. Dudaklarını şakacıktan büzerek çocuk edasıyla konuştu. "Yoksa bana mı bozuldun?" "Ne münasebet! Sana niye bozulayım ki?" "Bilmem, ikimiz de pinpirikli insanlarız; ne zaman neye bozulacağımız hiç belli olmaz." Gülümsemeye çalıştım. Gerçekten de yaşadığım dakikaların kıymetini bilmeli, doya doya içime sindirmeliydim. Merve denen lanet kadının davranışları keyfimi kaçırmamalıydı. Alt tarafı bu sürtüşmenin ana nedeni maddiyattı; belki biraz aptalca bir düşünce olabilirdi ama şu an karşımda yüreğimi titreten güzellikte bir kadınla
otururken o konuyu düşünmemem gerekirdi. "Boş ver" dedim. "Şu an dünyanın en mutlu insanıyım. Daha ne isteyebilirim, karşımda kalbimi çalan nefis bir kadın, hârika bir gün batışı, romantik bir ortam, müzik ve içki. Gerisi can sağlığı." Yüzüme kuşkuyla baktı. "Ama tüm bunlara rağmen, sen yine de huzursuzsun. Beynini kurcalayan bir şey var." O yeşil, enfes gözlerin ta derinliklerine baktım ve birden farkına vardım. Tuhaftı ama ikimizde birbirimiz hakkında çok az şey biliyorduk. Hatta daha Berrin'in soy adını dahi öğrenmemiştim. İrkildim birden. Yanılmıyorsam bu dördüncü görüşmemizdi. İlk defa nişan gecesi tanımıştım onu, daha sonra dörtlü yemeğe çıkmış, pazar günü de evine çağırmıştı beni. Bir yığın lâf etmiştik, ama kimliğimizi, ailelerimizi, geçmişimizi konu eden tek kelime etmemiştik. Şaşkınlığımı o da fark etmişti. "Ne oldu?" diye sordu. "Biliyor musun, daha birbirimizi bile yeterince tanımıyoruz" dedim. Önce bir düşündü, sonra, "Haklısın" diye mırıldandı. "Hadi tanışalım." Güldüm. "Önce kim başlayacak?"
"Sen" dedi. "Bana tüm geçmişini anlatacaksın, ama hiçbir şeyi gizlemeden. En ufak flörtlerini bile bilmek isterim. Hani şu Sema'ları, Mine'leri filan da." Durgunlaştım birden. Sanırım gözlerim daldı. Acaba Berrin'e oldukça tuhaf hayat hikâyemi özetleyebilir miydim? Ne yazık ki kendim bile doğru dürüst bilmiyordum. Hem bunları bütün çıplaklığıyla açıklamamın ne anlamı vardı? Yine de sevdiğim bu kadına yalan söyleyemezdim, gerçekleri saklamak yapıma, kişiliğime ters düşen bir davranış olurdu. Sessiz kaldığımı görünce sitem eder gibi sordu. "Ne o, istediğimi anlatman çok mu zor? Hayatına çok mu kadın girdi? Merak etme, kıskanmam, onlar artık geçmişte kaldı. Şimdi artık ben varım ve hepsiyle başa çıkabilirim, benim o tür komplekslerim yoktur." * Tebessüm etmeye çalıştım yeniden. "Sorun hayatıma girmiş kadınlar değil, zaten tahmin ettiğin kadar da fazla değil sayısı." . "Numara yapma, ne kadar çekici ve yere bakan yürek yakan biri olduğunu anladım." Yine sessiz kaldığımı görünce şaka yapmayı bıraktı. Birden ciddileşti.
"Affedersin" diye mırıldandı. "Galiba hayatında bana açıklamaktan çekindiğin bir yan var, öyle ise ısrar edemem." "Hayır" diye başımı salladım. "Sandığın gibi değil." Kısa bir duralamadan sonra ailem hakkındaki bildiğim her şeyi Berrin'e anlatmaya karar verdim. Aslında ne utanılacak ne de sıkılacak bir yanı yoktu hayatımın. "Ben gerçek anne ve babamı hiç görmedim. Ben bir yaşındayken bir aile tarafından resmen evlât edinilmişim. Ne yazık ki bu gerçeği bile yaklaşık bir buçuk iki ay evvel öğrendim." Berrin büyük bir hayretle yüzüme baktı, ama hiç sesi çıkmadı. "Öz anam babam Antalya'lıymışlar ve bildiğim kadarıyla bir trafik kazasında ölmüşler. Beni Reha ve Müfide Şahin çifti evlat edinip nüfuslarına geçirmiş. Reha Bey doktordu, Müfide hanım da bir ev kadını. Onları hep öz anam babam olarak bildim, tâ ki iki ay öncesine kadar." Berrin dayanamadı ve sordu. "Niye sana gerçeği bu kadar geç açıkladılar? Artık kocaman bir insan olmuşsun, zor da olsa bunu kabul edebilirdin." Hazin bir şekilde gülümsedim.
"Haklısın, fakat gerçeği onlar bana açıklamadı." Sevgilim başını olumsuzca iki yana salladı. "Anlıyorum; bu daha da kötü. Olayın iç yüzünü tesadüfen bu sırrı bilen birinden öğrendin, değil mi?" "Hayır" dedim. "Babamın yarım kalmış yazılı itirafından." Yüzü buruştu sevgilimin. "Her halde senin için kahredici ve sarsıcı bir an olmuştur. Ne dediler?" "Bilmediğin çok şey var daha" diye fısıldadım. "Annem yani Müfide hanım öleli on beş seneyi geçiyor. Dünyada tanıdığım en iyi, en hassas, en muhterem kadındı. Belki sağ olsaydı çok yıkılırdı gerçeği öğrendiğime. İşin garip cilvesine bak ki, evlât edinildiğimi babamın da ölümünden sonra öğrendim." Berrin başını önüne eğdi. "Gerçekten çok trajik" diyebildi kısık bir sesle. "Evet" diye fısıldadım. "Baban ne zaman vefat etti?"
"Bir buçuk, iki ay evvel. Birlikte oturmuyorduk. Ölümünden sonra sözünü ettiğim o itirafı da evinde tesadüfen buldum zaten." "Aman Allah'ım! Senin için ne kadar zor olmalı.." "Biracıdan öyle." İfademden henüz söylemediğim bir başka yan olduğunu anlamıştı sanırım. İrkilerek yüzüme bakmaya devam ediyordu. "Dahası da mı var?" "Evet, âdeta esrarengiz bir öykü gibi." "Nasıl yani?" "Reha bey, yani babam büyüklükte bir miras bıraktı."
bana
inanılmaz
Gözleri irileşti sevgilimin. "Doktor olduğunu söylemiştin." "Doğru, hem de sıradan bir uzman hekimdi; yani asla böyle bir serveti kazanacak biri değildi. Tam anlamıyla bir şoka girdim. Sayfalar tutan bir vasiyetname bırakmış." İlk şaşkınlığı atlatınca göz kırptı bana.
"Daha ne istiyorsun, işin iş. (İemek ki iyi insanlarmış, bak onların sayesinde çalışmadan bir servete konmuşsun." Yüzümün aşıklığı devam ediyordu. Berrin homurdandı. "Peki, seni rahatsız eden nedir? Yoksa kendini o mirası hak etmiş görmüyor musun?" Kısa bir an durakladım. "Berrin" dedim. "Babam on beş yirmi senede kesinlikle böyle bir serveti meşru yollardan elde edemezdi." "Yani?" "Bilmiyorum. Senin anlayacağın, yasal yollardan elde edilmiş bir zenginlik olamaz, bu birikimin altında bir pislik var gibi geliyor." "Emin olamazsın" dedi. "Türkiye'de işini bilen insanlar çabuk köşeyi dönüyorlar, bu yaşam tarzını, bu felsefeyi biz yarattık, yollarını da icat ettik." "Ama onların hepsi haksız kazançtı, altlarında kara para kokusu var."
hep
Sustu Berrin. Masaya getirttiğimiz California şarabından bir yudum almakla yetindi. Kendimi toparlayınca devam ettim.
"Sorunum bu kadarla da bitmiyor." "Dahası da mı var?" "Hem de nasıl.. Babam benden habersiz evlenmiş. Suratımın bu günkü aşıklığı da ondan, buraya gelmeden az evvel ilk defa onunla görüştüm." "Yani böyle öğrendin?"
bir
kadının
varlığını
yeni
mi
"Vasiyetnamenin açılmasından az önce babamın avukatından. Hepsi üst üste geldi. Bu kadar şaşırtıcı olayları nasıl kabullendiğime ben bile şaşıyorum. Kadın dayanılmaz biri." "Vah sevgilim vah!.. Seni anlamaya çalışıyorum; çok zor olmalı. Hele o yaştaki kadınlar kaknem ve acuze olurlar. Mutlaka çıkar evliliğidir bu.. Ama anlamadığım bir nokta var. Babanla görüşmüyor muydun, evine hiç gitmez miydin?" "O da muammanın başka bir yanı" dedim. "Nasıl yani?" "Bu alıştığımız, bildiğimiz evliliklerden değil." "Anlamadım?" "Ben de.. Fakat galiba birlikte yaşamamışlar.."
"Ayol öyle evlilik mi olur?" "Babam yetmiş yaşındaydı, karısı ise daha otuzunda bile yok.." Berrin'in iri yeşil gözleri hayretle açıldı. "Ne dedin?" "Maalesef öyle." Sevgilim sanki kendi cinsinden utanmış gibi sessizliğe büründü. Aklından geçenleri tahmin ediyordum. "Evet" diye fısıldadım. "Ben de önce senin gibi düşündüm, hatta babam kalpten öldüğü için aklıma daha kötü şeyler de geldi ama yanında çalışan emektar uşağımız babamın evliliğinin sandığımız gibi olmadığını ısrarla söyledi bana." "Çok garip" dedi Berrin. "Bu işe bir anlam veremedim. Olayı bir de kadın açısından düşünsene. O yaşta ki bir kadın, yetmiş yaşındaki bir adamla neden evlenmiş olabilir?" "Çok açık değil mi? Tabii ki o servete ortak olmak için." "Acaba mı? Aklına başka bir ihtimal gelmiyor mu?"
"Ne tür bir ihtimal?" "Bilmiyorum, ama olayı oldukça garipsedim. Bana kalsa mutlaka bu izdivacın altında başka bir neden vardır." Aklıma daha da kötü bir olasılık geldi birden. "Yani babamın kızı düşünüyorsun?"
iğfal
ettiğini
filan
mı
"Bu da bir ihtimal." "öyle olsa daha normal, cinselliğe dayanan bir evlilik sürdürmezler miydi?" / "Bunu nereden bileceksin?" "Dedim ya, uşağımızın ifadesinden. O yalan söylemez. Bundan şüphelenseydi mutlaka bana çıtlatırdı." "O zaman söylediğimi bir daha düşün." "Neyi?" "Babanın evlilik kararı almasındaki olası başka nedenleri." "Hadi, canım!" diye homurdandım. "Başka neden aramam abes.. Ortada zengin bir adam ve onun servetine göz dikerek bir şekilde onu
evliliğe zorlayan paraya düşkün, muhteris bir kadın. Olay bu kadar açık." Berrin susmak zorunda kaldı. Çünkü en akla yakın ihtimal, çizdiğim yoldu.. Yemeğimiz bitmişti, ama Berrin'in yerinde duramaz bir hali vardı. Hesabı ödediğim sırada, kulağıma eğilip, "Hemen ayrılacak mıyız?" diye sordu. "Yoo" dedim. "Bir planın var mı?" "Geçen hafta Kuruçeşme'de bir yere gittim. New Yorker.. Bilirsin her halde, eskiden Bebek'te bir restorandı. Şimdi Kuruçeşme'de yaz sezonu açtı. Yeşillikler içinde, Akdeniz sahillerinin şık mekânlarından hiç farkı yok. Özenli servisi ve kaliteli müziği var, ne dersin, geceye orada devam edelim mi?" "Nasıl istersen." Masamızdan kalktık. Berrin koluma girdi. Masaların arasından süzülerek yürümeye başladık. Yine bütün gözler üzerimizdeydi ve zevkten mest olmuş haldeydim. İkimiz de arabalarımızı otelin bahçesine bırakmıştık. Berrin kendi arabasıyla gitmemizi teklif etti. Benimkini orada bıraktık ve sevgilimin Audi'sine bindik.
O arabayı kullanırken hayran bakışlarla onu seyrediyordum. New Yorker inanılmaz derecede kalabalıktı. Birer içki aldık, kadehler elimizde kalabalığın içine katıldık; sanırım oteldeki yemekte içtiğimiz şarap üstüne burada yuvarladığımız baccardi de gergin sinirlerime oldukça iyi gelmişti. Berrin'de havasındaydı, hemen çalan müziğin ritmine uyarak dans etmeye başladık. Bu defa fazla hareketli müzikten hiç şikâyetim yoktu. "Hınzır!" diye mırıldandı. "Bak, isteyince ne güzel dans ediyormuşsun." Aslında benimki bir tür boşalmaydı; ihtiyacım olan bir deşarj. Gerçekten de aşırı hareket, alkol ve sevgilimin havası rahatlamama yol açmıştı. Berrin de o kadar hoştu ki. Müziğe uyumu, ritme ahenk sağlaması ve bunu estetik bir zarafet içinde başarması gözüme sunulan bir ziyafet gibi geliyordu. O zaman farkına vardım, bu gece sutyen kullanmıyordu galiba. Göğüs uçları kabarmış, giysisinin ince kumaşı altında belirginleşmişti. Durmaksızın sıçradıkça iri göğüsleri de hopluyordu. Bir ara slow çalmaya başlayınca ona sıkı sıkıya sarıldım. Kalabalık pistte tek vücut gibi dans etmeye başladık. Kulağına eğildim, fısıltı halinde mırıldandım. "Bu geceyi nasıl noktalayacağız?"
"Ben de çok istiyorum" diye karşılık verdi. "Hem de deliler gibi.. Ama olmaz!" "Neden?" "Henüz zamanı gelmedi." "Seni çılgınlar gibi istediğimin farkında değil misin?" "Farkındayım." "O halde daha ne bekliyoruz? İstersen benim evime gidelim." "Hayır, Attila.. Israr etme lütfen." "Bana bir açıklama yapmak zorundasın. Hayatıma girdin, dengemi bozdun,gece gündüz seni arzular hâle geldim. Niye şimdi, hayır diyorsun?" Sevgilim hafifçe başını gözlerimin içine baktı.
göğsümden
çekip
"Henüz erken.. Yalnız duygusal olarak değil, fikir olarak da beynimin bunu kabul etmesi gerekiyor." "O da ne demek? Az önce sen de istediğini söylemedin mi?" Yine hınzırca gülümsedi. "Evet, söyledim. Ama daha zamanı gelmedi." "Şaka mı yapıyorsun?"
İkimizde uzun boyluyduk, önce dudaklarını hafifçe yanağıma değdirip beni öptü, sonra, "Henüz daha rüyalarına bile giremedim" diye fısıldadı. "Nerden biliyorsun?" "Çünkü bana söylemedin." İkimiz de birbirimizi seviyor ve arzuluyorduk, fakat Berrin'in neden kaçınılmaz sonuca ulaşmaktan çekindiğini anlayamamıştım. Ne var ki bu neticenin tarafların müşterek arzusuyla gerçekleşmesini kabullenecek kadar medeni bir insandım. Henüz erken diyorsa her halde bir bildiği vardı, içimin gitmesine rağmen ısrar etmedim. Surat da asmadım. O da anlayışıma, bana daha sıkı sarılarak karşılık verdi.. Ertesi sabah geç uyanabildim. Saat ikiye doğru New Yorker'dan ayrılmış, Berrin'i evine bırakmış, taksiyle Swiss Otele dönerek parktan arabamı almış, eve dönmem ise üçü bulmuştu, belki de üç buçuğu.. Kafayı vurup hemen yatmıştım. Neyse ki aldığım soğuk duşla biraz toparlanarak alelacele işe yollandım. O gün şirkette önemli bir randevum vardı ve çalıştığımız bankalardan birinin müdürü ile de görüşmem gerekiyordu. Ayrıca Nejat da şirkete gelecekti ve onunla da şu miras meselesi üzerinde bazı konuşacaklarım olacaktı.
Gün boyu uykusuzluktan hayal-i fener gibi dolaştım. Nejat'la görüşmem ise ancak saat on yedi civarında mümkün oldu. Şirketten çıkmaya hazırlanıyordu ki, odama çağırdım. "Hayrola abi!" diye odama daldı. "Bir sorun mu var?" Yüzümden düşen bin parça olmalıydı ki, daha ben ağzımı açmadan, "Tamam, anladım" diye homurdandı. "Yine şu miras konusu. Söyle bakalım, mesele nedir bu defa?" Gayet kısa kestim. "Umumi vekilim olmanı istiyorum" dedim. Şaşırmış gibi yüzüme baktı. "Ne yapacağım?" "Benim yapmam gereken her şeyi.." Ardından bir kahkaha attı. "Yani serbest istiyorsun?"
avukatlığı
terk
etmemi
mi
Kaşlarımı çattım. Şaka kaldıracak hiç halim yoktu. Homurdandım. "Ne demek bu? Aklınca espri mi yapıyorsun?"
"Kesinlikle değil abi.. Ama yanlış anlamadıysam, sana miras tarikiyle kalan işlerde seni temsil yetkisi vermek istiyorsun, değil mi?" "Çok şükür anladın." "Ben anladım da, galiba anlamayan sensin abi." "Açık konuş.. Ne söylemek istiyorsun?" Nejat sırıttı. "Sana verdiğim dosyayı inceledin mi?" "İnceledim tabii. Ne var?" "Yapma abi, tüm o işleri yürütmem için bu mesleği terk etmem gerekir. Nasıl hepsinin peşinde koşabilirim, ona zaman mı yeter?" "Ne fark eder, ulan! Karun kadar zengin olduğumu söyleyen sen değil misin? Hak ettiğin ücreti öderim." Allah'tan Nejat'la iyi dosttuk. Ona taş atmalarımı, takılmalarımı hiç önemsemezdi, yaş olarak da benden küçüktü. Ciddi olduğumu anlayınca durakladı birden. "Abi, ne istediğinin farkında mısın?" diye sordu endişeli bakışlarla. "Tabii" dedim.
"Abi bu isteğin avukatlıktan ziyade şirket idareciliğiyle ilgili, benim ihtisas saham değil ki. Ne anlarım ben?" Esasında haklıydı gösterdim.
ama
hemen
kararlılığımı
"Sıkıştığın anda sana yardımcı olur, fikir veririm. Gereken her şeyi bana sorabilirsin." Garip garip yüzüme baktı. "Bana yol göstermek düşmez ama yerinde olsam, buradaki hisseleri ya satar ya da işleri başkasına devredip hemen rahmetli pederin işinin başına geçerdim. Teklifini şaka gibi değerlendirdim, olacak şey mi bu abi? Ne yaptığının farkında mısın?" "Evet, farkındayım. O işleri benim adıma senin yürütmeni istiyorum." Ciddi olduğumu anlayınca Nejat telâşlandı. "Yetişemem abi" diye yakınmaya başladı. "Hem işler öyle yürümez." "Maddi bakımdan endişelenme. Ne istersen ödemeye hazırım." Durup düşünmeye başladı. Kararsızlığı her halinden belli oluyordu.
"Niye bu iş için bizim şirketten güvendiğin bir arkadaşını seçmiyorsun. Hem onlar bu konuda benden daha deneyimliler. Üstelik bu idarecilik işi." "Ben seni istiyorum." Yeniden endişeli bir şekilde yüzüme baktı. "Merve hanım yüzünden mi?" "Evet" dedim kısaca. Yerinden kalktı, odanın içinde bir iki tur attı. "Tek sebep o mu?" "Daha başka ne olsun? O karıya tahammül edemiyorum." "İnanmıyorum, abi!" "Nedenmiş o?" "Yapma, Attila abi.. Ben onun kadar hoş, anlayışlı, kibar..." Cümlesinin sonunu getiremeden sustu. Gaf yaptığını anlamış gibi önüne baktı. Yutkundu. Sonra, "Kuzum ne alıp veremediğin var Merve hanımla? Sırf rahmetli pederinin karısı olduğu için mi bozuluyorsun ona?"
"Bu konuyu daha evvel konuşmuştuk" diye terslendim. "Karının aklı bir boka ermiyor, şirket yöneticileri de ondan beceriksizliği yüzünden şikayetçiler." "Nereden biliyorsun?" Baklayı ağzımdan çıkardım nihayet. "Dün onunla tanıştım." Gözleri fal taşı gibi açıldı ve sırıttı. "Nasıl buldun ama? Hârika biri değil mi?" Patlamamak için kendimi zor tutuyordum. "Şimdi kafana bir şey atarım ha!" diye bağırdım. "Alay mı ediyorsun benimle?" "Yo, gayet ciddiyim.. Ondan yetenekli birini nereden bulacaksın. İşlerin başında onun bulunması bile aslında senin için bir lütuf. Mehmet Ali Bey'de aynı şeyi söylüyordu." "Bırak Allah'ını seversen" diye homurdandım. "Kadın tam bir felâket, hırs kumkuması.. Ama anladığım kadarıyla bu defa paçaları sıkışmış, yönetimden uzaklaştırmak istiyorlar. 0 nedenle de denize düşenin yılana sarılması gibi benden yardım istedi. Her neyse, bana düşün taşın ve
yarına kadar cevap ver. Tabii, seni zorlayamam, ama kabul edersen hemen yarın birlikte Noter'e gidip geniş kapsamlı bir vekâletname vermek istiyorum." Nejat süklüm püklüm, "Pekâlâ, abi" dedi. Sanki teklifimi zoraki kabul ediyormuş gibi isteksiz bir havaya bürünmüştü. İçimden, bu oğlan enayi mi ne, diye düşündüm. Ona korkunç bir gelir kapısı sağlıyordum, tereddütü bile abesti. Koşuşturmaktan imanı gevreyecekti, fakat ona hak ettiğini de fazlasıyla ödeyecektim. En önemlisi de Nejat'ın dürüstlüğüne inanırdım... Nejat odamdan çıktıktan sonra arkama yaslanıp Berrin'i düşünmeye başladım. Beni fazla etkilemeye başlamış, ağır ağır hayatıma girerken âdeta onsuz yapamayacağımı anlamıştım. Dün gece ikiye kadar beraberdik ama çoktan onu özlemeye başlamıştım bile. Her anlamda mükemmel bir insandı. Yalnızca fiziki güzelliğine tutulmuş değildim, zeki, hazırcevap, esprili, anlayışlı ve bir kadında aranacak her türlü meziyete sahipti. İşin bir ilginç yanı da babamın ölümüyle birlikte tüm yaşamım değişivermişti birden. Birtakım şoklar yaşamıştım; hiç ummadığım, aklımın köşesine dahi getiremeyeceğim, gerçeklerle karşılaşmıştım.
En önemlisi konduğum mirastı; bu konuda beni uyaran dostlar haklıydılar da, manasız kaprisleri, surat asmaları bırakıp babamdan intikal eden serveti yönetmeye, idarenin başına geçmeye çoktan kalkışmalıydım. Şu ufak çaplı şirketimi niye yönetiyordum sanki, para kazanmak için değil mi? Babam ise benimkini yüzlerce katlayacak bir mamelek bırakmıştı bana, daha ne isteyebilirdim ki? Yaptığım sırf kapristi. Merve denen kadının varlığını kabullenememek. Daha doğrusu, babamın gizli evliliğini içime sindiremiyordum. Bunu bir tür, yıllarca öz annem diye tanıdığım Müfide Hanıma ve bana yapılmış bir ihanet gibi değerlendiriyordum. İşin kötü yanı fazla duygusal davrandığımın da bilinci içinde olmamdı. Adamcağızın yeniden evlenmeye hakkı olamaz mıydı yani? Eşi ölen pek çok insan yeniden evleniyordu. Hele ilerleyen yaşlarda hayatı biriyle paylaşmak kaçınılmaz oluyordu, belki babam da yaşına uygun, mütevazı bir kadın seçse bu duyguları yaşamayacak, daha anlayışlı olabilecektim. Ama o, neredeyse kızı yaşında biriyle evlenmişti.. Üstelik oldukça garip bir izdivaçtı bu. Düşündükçe aklım karışıyordu. Babam niye o" kadını seçmişti ve niye alıştığımız, normal bir
evlilik düzeni sürdürmemişti? Bu evlilikte bir seks hayatı yok muydu? Hadi, , Ân babam zaviyesinden bunu yok sayabilirdik, pek de anormal değildi, ama ya o yaştaki bir kadın için ne denebilirdi? Rahibe değildi ya bu! Babam evliliğini neden benden saklamıştı? önceleri benden çekindiğini, zaten oldukça bozuk olan ilişkilerimizin bütünüyle sona ereceğini düşünmüş olacağını sanmıştım. Lâkin aradan zaman geçtikçe şimdi bu olasılığın pek geçerli olmadığını anlıyordum. Galiba pederi yeterince iyi tanıyamamıştım; o katı, sert ve anlayışsız davranışlarının ardında, şimdiye kadar fark edemediğim bir duyarlılık, ileriye dönük sağlam ve güçlü bir gelecek yaratmak telâşı mevcuttu. Belki bana güvenememiş, azimli, sebatkâr ve tuttuğunu koparacak bir yatırımcı ruhu görememişti bende. Boş verdim. Daha fazlasını düşünmek istemiyordum o anda. Her şey olacağına varırdı. Tabii ki babamdan kalan mirası reddedecek değildim, ama doğrusu fazla da mühimsemiyordum; işte babamla olaylara bakış açımızda ki belirgin ayrılıklardan biri de bu tip şeylerdi, ben daima kendi emeğimin karşılığını almaya şartlanmış insanlardan biriydim, o ise hayatta karşısına çıkan her fırsatı değerlendirmeye çalışır ve
yetişme çağımda da hep bunu bana telkin etmeye gayret ederdi. Belki yıllar önce benden ümidini kesmiş, kurduğu dev holdingi yürütemeyeceğimi kabullenmişti. Zihnimi boşaltmak ihtiyacındaydım ve bunun tek çaresi Berrin'di. Cep telefonunun numarasını çevirdim. Yorgun sesi kulağıma aksetti. "Efendim?" "Merhaba sevgilim. Seni özledim" dedim. "Ben de." "Buakşam buluşuyor muyuz?" "Çok isterdim ama imkânsız." "Neden?" "Ne yazık ki atlatamayacağım bir iş yemeğine çıkmak zorundayım, ingiltere'den gelen üç misafirim var. Çok da önemli." Biranda bütün keyfim kaçmıştı. Onun da bir iş kadını, hatta işinin patronu olduğunu unutuvermiştim.
"Ne aksilik!" gideceksiniz?"
diye
söylendim.
"Nereye
"Daha bilmiyorum. Sekreterime Hilton'un Roof un da ya da Ceylan Continental Otel'in de masa ayırtmasını tembih ettim ama nerede ayırttığını henüz soracak vaktim olmadı. Yarıngece buluşuruz olur mu?" "Nasıl istersen" diye mırıldandım. "Yarın sabah beni ara" dedi ve telefonu kapattı. Elinden oyuncağı alınmış bir çocuk gibi mahzunlaşmıştım. Onu arıyordum; bu fırtınalı günlerimde sığınacağım, azgın dalga ve rüzgârlardan koruyan bir liman gibi görüyordum. Bana huzur ve rahatlık veriyordu. Nedense son zamanlar da her şeyi geç idrak eder hale gelmiştim. Birden dün geceki yemek esnasında yaptığımız konuşmalar aklıma geldi. Birbirimizi yeterince tanımadığımızı karşılıklı itiraf etmiş ve hayatlarımız hakkındaki bilgileri vermeye kalkışmıştık. Ama düngece dinlemişti.
yalnız
ben
konuşmuş,
o
Ben hâlâ onun hakkında çok az şey biliyordum. Hatta ne özel hayatı, ne de işi hakkında.. Yakın arkadaşlarının Bo dediğini, bekâr olduğunu ve
Tarabya'da oturduğunu. Hepsi o kadardı.. Gayri ihtiyari irkildim. Sevdiğim kadın hakkında bu kadarcık bilgi çok az değil miydi? Niye o kendinden bahsetmemişti hiç? Gerçi ona o kadar garipsediği bir hikâye"anlatmıştım ki, konunun ciddiyeti, içinde bulunduğum şartların keşmekeşi ve sıkıntılarım karşısında, haklı olarak kızcağız, kendinden konuşmayı pas geçmiş olmalıydı. Aklıma Orçun'un ettiği o lâf geldi yine. Biraz üşütük diye nam salmıştır, demişti.. Ne demek istemişti acaba? Artık onu tanıyordum, ama o sıfatı yakıştıracak hiçbir davranışına şahit olmamıştım. Günahını mı alıyorlardı? Yoksa güzelliğini veya maddi durumunu çekemedikleri için çamur mu atmaya kalkışıyorlardı? İnsanoğlu böyleydi işte, erişemediği ciğere mundar demeğe bayılırdı. Yine de huzurum kaçmıştı. En kötüsü de bugece onsuz ne yapacağım meselesiydi. Onu görmek için can atıyordum; kavak yelleri bütün şiddetiyle başımda esmeye başlamıştı çoktan. Ve ben hiç olmayacak bir şey yapmaya kalkıştım; onu görmeye karar verdim. Nasıl mı?
Misafirleri ile yemeğe çıkacağı otele giderek.. Tabii bu kararı alırken çok hatalı bir şey yaptığımın bilinci içinde değildim. Sadece uzaktan da olsa onu görmek, seyretmek istiyordum. Masumane bir duygu, işte.. Ne var ki, bu masumane heyecanım, sevgilimi görme, onunla aynı çatı altında bulunma, yanında olmasam dahi, bulunduğu yerde yemek yeme arzusu, başıma iş açacaktı. Otuz beş yaşında, kazık kadar adamdım, ama dedim ya, önüne geçemediğim tuhaf bir duygusallığım, baş edemediğim çocuksu bir romantizmim vardı. Kalkıştığım işin anlamsızlığını hiç kuşkusuz idrak ediyordum, üstelik bir gece evvelinden de uykusuzdum, yapılacak en uygun davranış evime dönüp, erkenden yatmaktı. Ama ben doğruca Continental Oteline gittim. Berrin'i görmek, güzelliğini uzaktan da olsa seyretmek istiyordum. Önüne geçilmez bir tutkuydu bu. İrademe hâkim olamıyordum. Bundan evvel hayatıma girmiş olan kadınlara da aynı tutkuyla bağlandığımı sanmayın sakın. Bu ilk defa başıma geliyordu. Daha önce hiçbir kadına bu tür heyecanlar hissetmemiştim. Bu gece iki yabancı erkekle yemek yiyeceği için onu kıskandığımı da düşünmeyin; o erkeklerin yemek boyunca onu arzuyla gizli gizli süzecekleri, baygın baygın gözlerinin içine
bakacakları filan da umurumda değildi. Zaten erkeklerin onu hayran hayran seyretmelerine alışıyordum artık. Bu kaçınılmaz bir vakıaydı, her gittiğimiz yerde, nazarlar hep üstünde toplanıyordu. Şirketten çıktıktan sonra sekiz buçuğa kadar sokaklarda oyalandım. Tam sekiz buçukta oteldeydim. İş adamlarının İngiliz olduklarını Berrin'den öğrenmiştim; her halde onları otelin en seçkin restoranında ağırlardı, olmaları muhtemel her yere baktım, fakat bulamadım. Yoktular. Ufak bir hayal kırıklığı yaşadığımı itiraf edeceğim, ama sorun değildi, sevgilim telefonda Continental veya Hilton demişti. Yine de dokuza kadar otelde oyalandım, sonra artık buraya gelmeyeceklerine aklım kesti. Berrin'in sekreterleri muhtemelen Hilton'a rezervasyon yaptırmıştı. Hilton'a gittim. Bu defa rastlayacağıma emindim artık.
onlara
orada
Doğru Roof'a çıktım. Yemek salonu pek kalabalık değildi. Girişteki servis yetkilisi beni soğuk fakat ölçülü bir nezaketle süzdükten sonra, "Rezervasyonunuz var mıydı, efendim" dedi. Adımı vermenin bir anlamı*yoktu tabii. "Berrin hanım adına bir masa ayrılacaktı" dedim. "Soy adları nedir?" diye sordu.
Acı gerçek bir kere daha yüzüme çarptı. Sevgilimin soy adını dahi bilmiyordum. Komik değil miydi? Ve ben soyadını dahi bilmediğim veya sorma fırsatını bulamadım birine âşıktım. Bozuntuya vermedim. "Üzgünüm ama soyadını demek zorunda kaldım.
hatırlayamıyorum"
Şef garson kısa biran yüzüme baktı, sonra yüksek ve ayaklı bir rahle üzerinde duran rezervasyon" defterine eğilerek verdiğim ismi aradı. "Üzgünüm beyefendi, ama bu isime yapılmış bir rezervasyon yok" dedi. Şaşırma sırası bana gelmişti. "Öyle mi?" diye mırıldandım. "Yanılmış olmalıyım" diyerek yemek salonundan çıktım. Hemen ümidim kırılmadı. Ne de olsa yaz akşamıydı, toplantıları uzun sürmüş veya yemekten önce otelin barına uğrayıp ufak bir aperatif de alabilirlerdi, daha erken sayılırdı. Önce otelin barlarını aradım. Sonra da lobinin nihayetinde ki Grill'e baktım. Yoklardı. Aklıma gelen kötü ihtimali düşünmek istemiyordum; muhtemelen Berrin'in sekreteri onlara bu otellerin dışında bir yer ayarlamış olabilirdi.
Bütün keyfim kaçtı ve onları artık bulamayacağımı anladım. Koca şehirde iz sürmem olanaksızdı, yemeğe çıkılacak o kadar çok yer vardı ki.. Sonra birden Swiss Oteli hatırladım. Öyle ya, daha dün gece sevgilimle oraya gitmiştik ve Berrin çok hoşnut kalmıştı. Bugece de orayı tercih edebilirdi. Yıldırım gibi arabama koştum. Dört yıllık küheylânımı son sürat sürerek Maçka'ya gittim. Terasa çıktığımda gözlerim masaları tarayarak sevgilimi aradı. Nedense, burada bulacağımı sanmıştım, ama yine yoktu. Dün geceden beni, ya da yanımdaki güzeller güzeli sevgilimi anımsayan garsonlar hemen etrafımda gülümseyen çehreleriyle kümeleniverdiler. Lâkin Berrin'siz teras bana hiçbir şey ifade etmiyordu. Kös kös, önüme bakıp evimin yolunu tuttum. Bu gece sevgilimi göremeyeceğimi anlamıştım.. Ertesi sabah Nejat'la notere gidip vekâletname işini hallettikten sonra hemen telefona sarılıp Berrin'i aradım. Tabii dün gece yaptığım çılgınlıktan, kalburüstü otellerin restoranlarında fellek fellek kendisini aradığımdan bahsetmeyecektim.
Eve gidip kendime geldiğimde yaptığın işin anlamsızlığını daha da iyi anlamıştım. Hem çocukça bir davranıştı, hem de sevgilim tarafından görülseydim çirkin bir durum ortaya çıkacaktı, sanki ona güvenmemiş, söylediklerinin doğruluğunu anlamak üzere peşinden gitmiş gibi olacaktım. Utanılacak bir hareket tarzıydı bu, ama gerçek niyetimin aslında o olmadığını, yalnızca sevgilimi görmek için yanıp tutuştuğumu anlatmak cidden zordu. Bana inanmayabilir, yine kıskandığımı düşünebilirdi. Sesi cıvıl cıvıl geldi kulağıma. Bu gün neşeliydi, belki tıpkı benim gibi o da özlem içindeydi.. Hemen, "Bu akşam buluşuyor muyuz?" diye sordum. "Tabii" dedi. istiyorsan."
"Şayet
sevgilini
görmek
"İstiyorsan ne kelime, akşamı dört göz bekliyorum. Seni dün göremedim deli divaneye döndüm." Kıkırdaması kulağıma aksediyordu. "Özel bir programın var mı?" diye sordu.
"Henüz bir şey düşünmedim, ya senin?" Biran durakladı. "Şey..." dedi mütereddit bir şekilde. "Şöyle, yalnız, baş başa kalacağımız bir yere gitsek, 'ne dersin? El âlemin bakışları altında olmak bazen beni sıkıyor, rahat hareket edemiyorum." "Haklısın" dedim. "İstersen bana bir saat ver evine geleyim." "Ben senin evine gelsem. Nasıl olur? Hem nasıl bir yerde oturduğunu da merak ediyorum." Güldüm. "Senin ki gibi muhteşem bir villa değil, mütevazı bir apartman katı" dedim. "Olsun, kast ettiğim o değildi. Yaşadığın yeri, çevreni, özelliklerini, eşyalarında şekillenmiş kişiliğini tanımak istiyorum." "Sen bilirsin" dedim. "Bana göre hava hoş. Umarım hayal kırıklığına uğramazsın." "Hiç sanmıyorum." "Ama..." "Aması ne? Yoksa gelmemi istemiyor musun?"
"Yok canım, ne münasebet.. Lâkin yemeği dışarıda yeriz, malum bekâr evi." "Bir kadın olduğumu unutuyorsun, gerekirse mutfağa girebilirim." Sesli bir kahkaha attım. "Doğrusu seni mutfakta yemek hazırlarken hayal bile edemiyorum." "Yanılıyorsun" diye homurdandı, sitem edercesine. "Gerçi evimde o işleri yardımcılarım yapıyor ama istersem benim elimden de gelir." "Bir sorun daha var" dedim. "Ne sorunu?" "Geceyi benim musun?"
evde
geçirmeyi
düşünüyor
"Bilmiyorum...Olabilir.. Duruma bağlı." Bu zımnen evet demekti.. Damarlarımdaki kanın akışı değişmişti sanki. Yüreğim deli gibi çarpmaya başladı. Muhteşem geçecek bir geceye hazırlanmalıydım. "İstersen seni işinden alayım, karşıya beraber geçelim" dedim. Biran düşündü.
"İyi olurdu ama şu İngilizler yüzünden işten kaçta çıkacağımı bilemiyorum. Sen en iyisi bana adresini ver, en geç sekiz sularında orada olurum" dedi. Pişmiş aşa su katmanın, beraber geçelim diye uzatmanın hiç anlamı yoktu. Hemen evimin adresini yazdırdım, bir de tarifte bulundum. Telefonu kapattığımda ovuşturuyordum..
sevinçten
ellerimi
Erken ayrıldım şirketten. Zaten yerimde duramıyordum. Saat beş sularında çoktan eve varmıştım. Yemek faslı hiç önemli değildi, ayrıca evime ilk gelişinde her halde onu mutfağa sokacak halim de yoktu. Bir şarküteriye uğramış çeşitli mezeler ve bol miktarda bira almıştım. Evdeki dağınıklığı toplamaya başladım; ne de olsa bekârdım, öteye beriye atılmış giysiler, iç çamaşırları, masaların üzerinde unutulmuş içki veya meşrubat bardakları, okunmuş fakat yerlerine konmamış kitaplar, gazetelerle doluydu etraf. Pencereleri açıp odaları havalandırdım, köhne klimayı çalıştırdım, sonra duşa girip uzun uzun yıkandım. Sırtıma ince bir şeyler giydim, mutfağa daldım akşam için dilli, jambonlu sandviçler hazırladım, biraları buzluğa attım ve beklemeye başladım. Artık hazır sayılırdım.
Saat yedi buçuğa doğru yedinci kattaki dairemde, sık sık pencerenin önüne giderek apartman bahçesine gelen yolu gözlemeye başladım. Berrin sekiz demişti. Gerçekten de tam sekize beş kala Audi'si bahçeye girdi. Tam acemi âşıklar gibi kalbim duracaktı neredeyse. Kapıyı açıp asansörden çıkışını bekledim. Asansör mekanik hırıltısıyla katta durdu ve sevgilim kabin kapısını araladı. Beni kapı önünde beklerken bulunca yüzü aydınlandı. "Ooo, bakıyorum kapılarda karşılıyorsun beni" dedi içten bir gülümseyişle. Cevap veremedim, nefesim kesildi. Elinde bir buket beyaz gül ve ambalajından şarap olduğunu sandığım bir şişe tutuyordu; ama nefesimi kesen asıl şey itinalı yaptığı makyajıyla artan güzelliğiydi. Hayran hayran ona baktım.. Konuşamadığımı görerek yanıma yaklaştı ve ılık dudaklarıyla yanağıma bir öpücük kondurdu. İçimden taşan arzular, hemen orada incecik beline sarılıp ihtiraslı dudaklarından açlığımı
giderinceye kadar doya doya öpmemi söylüyordu, ama inanılmaz bir sakinlikle elinden tutup içeriye çekmekle yetindim. Tabii şimdilik.. Berrin çok rahattı, doğruca salona daldı. Getirdikleri için ben teşekkür ederken, oda çiçekleri koyacağı vazo istedi. Az sonra serin salonumun kanepesinde yan yana oturuyorduk. Her zamanki gibi gözleri ışıl ısıldı. Tüm sevecenliği üzerindeydi. Birbirimize yakın oturduğumuzdan teninin yaydığı parfüm kokusunu alabiliyordum. Leylak rengi bir pantolon, az açığı tonda bir bluz ve siyah ince ketenden bir de ceket vardı üzerinde. Siyah tek bantlı dekolte pabuçları ayaklarının güzelliklerini sergiliyordu. "Konuşmayacak mısın? Hep güzelliğimi mi seyredeceksin?" diye takıldı bana. "Ne yapayım, elimde değil!" diye karşılık verdim. "O kadar güzelsin ki, bakmaktan kendimi alamıyorum." "Daha rahat bir şeyler giyip gelmek isterdim ama işten dönüyorum. Bu gün de hava müthiş sıcaktı.."
Hayranlığımı başladım.
gizlemek
için
konu
aramaya
"Misafirlerin gitti mi?" diye sordum. Bakışlarını yüzüme çevirip şaşırmış gibi yüzüme baktı. "Hangi misafirlerim?" "Şu İngilizler canım.." dedim. "Ha, onlar mı? Bugece gidiyorlar." "Nasıl geçti görüşmelerin?" "Eh, işte.. Şöyle böyle." "Dün gece onları yemeğe nereye götürdün?" "Hilton'un roof una" dedi. İrkildim birden. Dün gece orada değildiler. Üstelik bir rezervasyon yapılmadığını da biliyordum. Bana yalan söylüyordu.. Ama niye? Yalan söylemesi için bir neden yoktu ki.. Bozuntuya vermeden ağzını aramaya devam ettim. "Sıkıcı insanlar mıydı?"
"İskoçyalı olanı tam bir felâketti.. O konuşurken afakanlar basıyordu sanki." "Çok oturdunuz mu?" "Yok canım, on da kalktık. Ne de olsa iş görüşmesiydi.." "O halde erken gitmişsinizdir." "Tabii. Sekizde roofdaydık." Konuyu daha fazla deşmemin gereği kalmamıştı. Yalan söylediği kesindi artık.. Fakat nedenini anlamamıştım hâlâ. Böyle bir yemek yenmemişti, hatta muhtemelen İngiliz misafirlerde yoktu. Belli ki Berrin başka bir nedenle ben^atlatmıştı. İşin ilginç yanı neden yalana baş vurduğu idi. Düpedüz bana düngece için buluşamayız diyebilirdi. Ona illaki buluşacağız diye zorlayacak halim yoktu ya.. İster istemez suratım asıldı. O da hemen fark etti tabii. "Nen var?" diye sordu. "Senin hakkında çok az şey biliyorum henüz" dedim.
"Doğru" diye başını salladı. "Sözde Swiss'in terasında konuşacaktık, ama senin anlattıkların o kadar çarpıcı ve inanılmaz geldi ki ben kendimden bahsedecek fırsat bulamadım. Bu gece bol bol sana kendimi anlatırım sevgilim." "İyi olur.. Soy adından başlayalım. Ne garip değil mi, daha soy adını dahi bilmiyorum." "Ciddi mi söylüyorsun? Pes doğrusu! Bu kadar ilgisiz olduğunu bilmiyordum." Omuzlarımı silktim. "Sormaya fırsatım olmadı." "Nilay'larla yemeğe gittiğimizgece tanışma sırasında da söylemedim mi? Yoksa sen mi unuttun?" "Ben unutmam. Sen söylemedin." "Kadızâde.. İşte şimdi öğrendin. Soy adımızı o resmini gördüğün dedemden almışız." Berrin Kadızâde, diye mırıldandım. "Evet, aynen öyle." Gülerek, "Artık unutmazsın sanırım" dedi. "Bilmiyordum ki, unutayım. Şimdi bir şey daha sormak istiyorum."
"Tamam, Attila.. Ne istiyorsan sor, ama lütfen biraz nefes alayım. Sıcaktan çok bunaldım ve bir saattir araba kullanıyorum..Şu bilgilenme işini biraz sonraya erteleyemez misin, lütfen?" diye şikayette bulundu. "Affedersin.. Kusura bakma" diyebildim. "Hadi kalk, bana soğuk bir şey ver. Susuzluktan yanıyorum." Yerimden doğruldum. "Bira, kola veya soğuk su! Hangisini tercih edersin?" Bakışlarını yeniden yüzüme garipseyerek beni incelemeye başladı.
çevirdi,
"İnan, seni anlamakta zorlanıyorum. Bir şey mi oldu aniden, neden yüzünün ifadesi böyle değişiverdi?" Ya ben hislerimi saklamayı hiç beceremiyor, kafam bir şeye takıldı mı hemen suratım asılıyordu, ya da o kurt kadar zekiydi. Bozulan dengemdeki belirtileri hemen anlamıştı. Hoş, bunu anlamak için fazla kurnaz ve zeki olmaya da gerek yoktu ya, ne de olsa yalanı söyleyen oydu ve yalanını yakaladığımı hissetmişti her halde.
Ama bu defa yalanını yüzüne vurmayacaktım. Yeni bir hata yapmak istemiyordum; kabulü zor olmakla beraber, insanoğlunun zaman zaman zararsız sayılacak ufak tefek yalanlara baş vurduğu inkâr edilmez bir hakikat idi. Hepimiz yapardık, bana hiç yalan söylemeyen birini gösterebilir miydiniz? Kim bilir, belki onun da dün gece ne yaptığını ya da nerede olduğunu bana açıklamaktan ala koyan çok önemli bir nedeni olabilirdi. Hem üstelik bana hesap vermek zorunda da değildi. İnkâr cihetine gittim. "Sana öyle gelmiş sevgilim, hiçbir şeyim yok" dedim. Hatta sırıtmaya çalıştım, yüzüme mütebessim ve mutlu bir ifade vermeye gayret ederek. Bir süre yeşil gözlerini yüzüme dikip beni inceledi, kanepede biraz daha yanıma yaklaştı, elini uzatıp hâlâ nemli olan saçlarımı hafifçe okşadı, "Öyleyse, bira istiyorum" diye fısıldadı yumuşacık bir sesle. Öylesine davetkârdı ki, başka bir ortamda, başka bir kadınla olsaydım, hemen kollarımın arasına alıp, hafif aralık dudaklarını ağzımın içinde nefesi kesilinceye kadar öpmekte hiç tereddüt etmezdim. Yapamadım ama..
Yerimden kalkıp mutfağa gittim. Buz dolabından soğuk bira ve kulplu bir bardak alarak gen^döndüm. Berrin ince keten ceketini çıkarmış, bluzunun üst düğmesini açmıştı. Yanına yaklaştığımda belirginleşen göğüs aralıklarının tahrik edici çizgisini fark ettim. Görmezliğe gelerek birayı bardağa boşaltarak uzattım. Bir iki yudum içeceğini sanmıştım, oysa bardağın yarısını bir dikişte yarıladı. "Oh, dünya varmış!" diye mırıldandı. "Ne kadar da susamıştım." Biranın köpükleri dudağının üstüne bulaşmıştı. "Sen içmeyecek misin?" "Daha sonra." "Niye öyle bakıyorsun? Dudaklarıma bulaşan köpüklere mi?" Kağıt peçete arandım; getirmeyi unutmuştum. Hemen elimi cebime atıp mendilimi çıkarmak istedim. Alaycı bir şekilde yüzüme bakarak mırıldandı. "Yoksa mendil mi vereceksin?" "Kağıt peçete mi istersin?" "Hayır.. O köpükleri başka bir şekilde almanı isterdim."
Yapamadım.. Kısa bir şaşkınlık anından sonra kanepeden fırladım. Tabii yine aptalca davranıyor, elime geçen bir fırsatı kullanamıyordum. Berrin'i suçlayamazdım, kendisine yaklaşmam için elinden geleni yapıyordu, ama benim o lanet yapım her şeyi berbat etmeye yeterliydi. Karım değil, nişanlım değil, sadece yeni yeni birlikte çıkmaya başladığımız biriydi, bana hesap vermesini isteyemezdim ya.. Ona rağmen takındığım tavır saçmaydı. Arkamı döndüm, pencerenin yanına kadar giderek boş ve hareketsiz sokağı seyretmeye başladım. Gittikçe kendimi bir açmaza soktuğumun da farkındaydım. İşleri daha da kötüleştiriyordum. "Tamam!" dedi o genizden gelen sesiyle. "Sorun dün gece seninle çıkmamam, değil mi? Bana onun için bozuksun. Nasıl öğrendin bilmiyorum ama doğru, ingiliz misafirlerim yoktu, dün gece de onlarla yemeğe çıkmadım." Arkamı dönmeden sordum. "Niye bana yalan söyledin?" "Mecburdum." "Ne mecburiyeti?"
Sorumu hemen cevaplamadı. Yerinden kalktığını hissettim. "Çok duygusal olduğunu biliyorum. Dünakşam sana açıklayamayacağım başka bir randevum vardı. Gitmek zorundaydım." Ezik ve kırılmış olarak fısıldadım. "Bir erkekle mi?" "Evet, sevgilim." "Hımm! Bakıyorum, itirafta ediyorsun." "Hayır, hayır., sandığın gibi değil." "Allah bilir! İnsan bir defa yalan söylemeye başlarsa, bunun sonu gelmez." "Beni suçlamaya hakkın yok. Hadiseyi bilmiyorsun ki, nasıl böyle yersiz ve ithâmkâr konuşabilirsin? Önce açıklama yapmama fırsat ver." "Gerek var mı? Hem yalan söylediğini hem de bir erkekle buluştuğunu itiraf ettin zaten. Daha ne söyleyeceksin ki?" İyice yanıma yaklaştığını hissettim, ince topuklu
iskarpinlerinin cilalı parkelerde çıkardığı sesi duydum. Tam arkamdaydı. "O atlatamayacağım biriydi" diye fısıldadı. "Onu çok sevdiğim de doğrudur. Bunu senden saklamayacağım." "Tahmin etmeliydim zaten. Senin gibi bir kadının yalnız yaşamayacağını düşünmem gerekirdi. Ben, ahmağın tekiyim." "Evet, sen gerçekten de bir aptalsın" dedi. Ama aynı anda kolları arkadan önce omuzlarıma dolandı sonra sırtımda ağır ağır dolaşarak belime indi ve bana sıkı sıkıya sarıldı. "Benim kıskanç, vesveseli sevgilim.. Düngece buluştuğum adam babamdı. İzmir'den iş için bir günlüğüne gelmişti, düngece onunla beraber olmak zorundaydım. Hakkımda kötü şeyler düşündüğün için şimdi utanmıyor musun?" Sarsıldım.. Acaba doğru mu söylüyordu? Ona inanmak istemiyordum. "Hadi, dön bana.. Bırak bu aptallığı da, sarıl sevgiline." Kollarını belimden çözmemişti. Kenetlenmiş bir
halde kolları arasında geri dönerek yüzüne baktım. "Doğru söylediğini nereden bileyim?" "Gözlerimin içine bak! Yalan söyleyen bir ifade var mı?" "Bilemiyorum." "Okumaya çalış." "Öyleyse niye bana gerçeği söylemedin." "İki sebebi var. Bir ara babamla seni tanıştırmak bile aklımdan geçti ama henüz bunun erken olduğunu düşündüm. İkincisi de vereceğin tepkiyi ölçmek istedim." "Ne tepkisi?" "İşte bu yaptığını. Aslında ölçülü ve rahatsız etmediği sürece beni kıskanman hoşuma gidiyor. Her kadın bunu yaşamak ister. Daha beni ilk gördüğün andan itibaren aklının gittiğini çok iyi biliyordum." Aslında çoktan yelkenleri suya indirmiştim. "Peki, dün gece neredeydin?" diye sordum. "Tarabya'daki evimizde. Yemeği babamla evde yedik. 0 eğlence hayatından, dışarıda
dolaşmaktan hoşlanmaz, ne de olsa yaşlı. Eve telefon etseydin anlardın." "Bana yalnız cep telefonunu vermiştin." "O zaman cebimden arasaydın." "Akıl edemedim" diye homurdandım. "Hadi şimdi, zevzekliği bırak da, şu köpükleri temizle." Dudaklarındaki köpükler çoktan kurumuştu. Ama her şeyi bir anda unutup hafif etli dudaklarını şiddet ve arzu ile öpmeye başladım.. Hayır, tahmin ettiğiniz gibi sevişmedik, sadece bir süre ama kana kana öpüştük. Daha ileri gitmeme Berrin izin vermedi. Dudaklarım boynuna, göğüslerine doğru uzanınca sevgilim hafifçe beni kendinden uzaklaştırdı. "Acele etme!" diye mırıldandı. "Ben de istiyorum ama dün geceki erkeğe verilmiş bir sözüm var." "Ne?" Şaşırmıştım.. homurdandım yeniden.
"Ne
sözü?"
"Babama uslu duracağıma dair söz verdim." "Anlamadım? Ne anlama geliyor bu?"
diye
"İzin verirsen açıklarım, ama dediğim gibi acele etme. Biraz sabırlı ol, çok azgınsın." "Bilmek istiyorum.. Hem de şimdi!" Sevgilim yeniden gözlerini kaçırarak başını göğsüme dayadı, uslu, itaatkâr bir çocuk edasıyla konuşmaya başladı. "Otuzuma geldim" diye mırıldandı. "Tabii benim de ufak tefek gönül maceralarım oldu, bazı yaramazlıklar yaptım, bunu senden gizleyecek değilim. Hatta bazıları ayyuka çıktı. Yani sandığın kadar masum ve saf değilim.." Öfkeliymiş gibi homurdandım. "Zaten kim öyle sanıyor ki!" Beni duymamış gibi devam etti. "Yaşam tarzım sana biraz serbest gelebilir ama ailem oldukça tutucudur." "Eee?" "Geçen sene yaşadığım bir olaydan sonra babama bir söz verdim." "Ne sözü?" "Bir daha gelip geçici ilişkilere girmeyeceğime dair. Bundan sonra hayatıma ancak beni gerçekten seven bir erkeğin girmesine izin vereceğim. Anlıyor musun?"
Söylediklerini toparlamaya çalıştım. Sonra zevkten dört köşe olmuş bir halde ellerimle göğsüme dayalı başını yakalayıp kaldırdım ve gözlerinin içine baktım. "Nihayet o erkeği buldun mu?" diye sordum. Bakışlarını gözlerimden kaçırmadı. "Bilmiyorum" diye fısıldadı. "Bulduğumu sanıyorum ama hâlâ bazı şüphelerim olduğunu söyleyebilirim." Gülümsedim. "Öyle mi? Anlat bakalım, neymiş o şüpheler?" "Birincisi beni deliler gibi sevmesi.." "Onu geç bir kalem. Erkek sana çılgınca âşık. Öbür Şüphelerini söyle." "İkincisi her istediğimi kayıtsız şartsız kabul etmesi. İtiraz ve kaprisleriyle beni üzmemesi." "Ehh!" dedim. "Bu da akla yakın. Zaten seni seven erkeğin, seni üzme şansı yoktur." "Emin misin?" "Kesinlikle." "Son bir şartım daha var." "O nedir?'"
"Geçmişimi olduğu gibi kabul etmesi. Yani eskiden hayatıma girmiş erkekleri yüzüme kakmaması." "Dur bir dakika!" dedim. Hârika yeşil gözleri gölgelenerek yüzüme bakmaya devam etti. Aynı anda kollarımın arasındaki vücudunun hafifçe titrediğini hissettim. "Bu geçmişte çok mu vaka var?" "Olabilir" "O olayların izlerini hâlâ taşıyor musun?" "Hayır.. Geçmiş, geçmişte kaldı." "Bana doğruyu söyle; bir zamanlar sevip de unutamadığın biri mevcut mu?" "Öyle biri yok." "O zaman geçmişi ediyorsun?"
niye
bu
kadar
sorun
Berrin ellerimin arasından kurtulmaya çalıştı, ama bırakmadım. "Sorumu cevapla" dedim. Sesim elimde olmadan biraz gür çıkmıştı.
"Görüyor musun bak" diye fısıldadı. "Şüphelerimde haklıymışım. En iyileri bile konu geçmişimdeki erkeklere dayanınca hemen titizleniyorlar. Bu hep böyle oluyor. Çok yıldım, bıktım usandım artık." "Ben o erkeklerden değilim" dedim. "Ama karım mazisinde Yüreğimde bir eziklik hissediyordum. Uyuşmuş beynim irademi ve hareketlerimi kontrol edemiyordu. Onu seviyordum ve çocuğu olması hiç umurumda değildi. Çocuklu bir kadınla evlenecek olan ilk erkek ben değildim ya? Onu rahatlıkla çocuğuyla da kabul edebilirdim. İki aşk arasında kalan bir erkeğe hâlâ âşıksa buna da tahammül edemem." Hızla kollarımın arasından sıyrıldı. "Kapatalım bu konuyu. Zaten açmam hataydı.” "Hayır, kapatmayacağız. Seni seviyorum ve yalnız seni düşünüyorum. Lanet olsun, o nişan gecesinden beri beynimden hiç çıkmıyorsun, hayatıma bir girdin ve bütün yaşantımı allak bullak ettin. Bu konuyu burada ve şimdi halletmek istiyorum. Geçmişinde kim olursa olsun, ne yaşamışsan yaşa, umurumda değil; yeter ki beni gerçekten sevdiğine emin olayım." Berrin iki adım geri çekildi. "Bundan emin misin?" diye sordu. "Evet, eminim."
"Ya sonra geçmişimle ilgili kabul edemeyeceğin bir gerçekle karşılaşırsan ne yaparsın, bütün sevgin bir anda biter mi?" İster istemez durakladım yine. Bu kadın ne demek istiyordu? Geçmişinde beni bu kadar rahatsız edebilecek ne olabilirdi ki? Sonra birden uyandım. "Yoksa kimsenin bilmediği bir çocuğun filan mı var?" dedim. Şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Hayır, ne münasebet, filan diyeceğini sanıyordum. Ama birden gözleri doldu, hatta iki ufak yaş damlası aniden yanaklarına süzülüverdi. Galiba tahminim doğru çıkmıştı. Aksi halde bu reaksiyonu göstermezdi. Bunu hiç düşünmemiştim; belli ki biraz çalkantılı geçmiş mazisinin karanlık noktası. Sorunu, çocuğuydu.. Sonuçsuz bir ilişkinin gayrı meşru meyvesi.. Kaşlarım çatıldı, öylece kalakaldım. Ağzımdan başka tek kelime çıkmadı.. Berrin göz yaşlarını silmedi. Kanepenin üzerine çıkarıp attığı keten ceketini aldı ve kapıya doğru yürüdü. Arkasından koşup, durdurmak istedim. Fakat sanki ayaklarıma tonlarca demirle pranga vurulmuş kadar hareketsizdim; yerimden kımıldayamıyordum.
Salonun kapısının önünde son bir kere daha durup yüzüme baktı. Sonra görüntüsü kayboldu... Gerçekten pısırık herifin tekiydim, affedilmez bir dangalak. Yaptığım davranışın bağışlanacak yanı yoktu. Belki de hayatımın kadınını elimden kaçırmıştım. Hem de benim için hiç önemi olmayan bir neden yüzünden.. Fakat gecenin ilerleyen saatlerinde balkonumda birbiri ardına viski kadehlerini yudumlarken düşüncelerim yavaş yavaş değişmeye, yaptığım hatanın ötesinde, neden öyle davrandığımı anlamaya çalıştım. Galiba bunda bilinç altımın rolü vardı; ben de çok küçük yaşta ana babamı kaybetmiş ve evlât edinilmiştim. Acaba Berrin'in çocuğu mu beni böyle sessiz kalmaya, çaresizliğe ve bir türlü gerçeği kabul edememe neden olmuştu. Gerçek durumu yıllar sonra öğrenmem ve hakikati kabullene-mem muhtemelen böyle tutarsız davranışımın ana nedeniydi. Ama emin değildim duygularımdan. Belki kendimi aldatıyor, davranışıma bahaneler uydurmaya çalışıyordum. Belki hazmedemediğim sadece çocuk değil, Berrin'in benden önceki yaşamındaki erkeklerdi. Bir tür kıskançlık..
Bir de kendimi uygar, ileri görüşlü, modern ve hayatı yeterince anlamış biri gibi görürdüm. Palavraymış, işte karşılaştığım basit bir olayda ne evsafta biri olduğum ortaya çıkmıştı. Yalnız Berrin'in çocuğu mu? Ya kendi evlât edinilmemdeki uğradığım şok? Ya da babamın ikinci evliliğine gösterdiğim tepki? Onlara ne demeliydi? Geri kalmışlığım nedeniyle, benim için bir hak olan miras hadisesinde bile gereken ilgiyi gösteremeyecek kadar basiretsiz davranmıştım. Asıl kızılacak, ayıplanacak, hor görülecek biri varsa, o da bendim.. Elimdeki kadehten hoyrat bir yudum daha aldım. Şu hayat ne sürprizlerle doluydu. Bu akşama ne ümit ve isteklerle girmiş, ama şu anda evimin balkonumda dudu kuşu gibi yapayalnız ve kaderimle baş başa kalmıştım. Olayların aldığı seyri ve doğan neticeyi bir türlü kabullenemediğim bir gerçekti.. Alkolden medet umuyordum. Boşalan bardağıma üç parmak daha viski koydum. Bu durumu kabullenemezdim. Hemen Berrin'den beni bağışlamasını istemeli, davranışım için tekrar tekrar özür dilemeliydim.
Kim bilir sevgilim şu an ne haldeydi. Kolu kanadı kırık, güvendiği bir erkeğin ne de,nli anlayışsız çıktığının teessürü ile gözyaşı dökmeye devam ediyor olmalıydı. İçeri geçip cep telefonumu alarak yeniden balkona döndüm. Titreyen parmaklarımla sevgilim numarasını tuşladım. Zil çalıyor, ama telefon açılmıyordu. Her halde bana çok bozuktu, arayanın ben olduğumu anlayınca da açmıyordu telefonu. Ama yılmadım, ısrarla aramaya devam ettim. Bezdirip, önünde sonunda açmaya zorlayacaktım. Galiba sonunda telefonu kapalı moduna aldı. Bilinen o mahut teraneyi işitmeye başladım. Ama dediğim gibi ona erişmeye kararlıydım. Evini arayacaktım. Sonra ev telefonunu bilmediğimi hatırladım. Dert değildi, bilinmeyen numaralardan öğrenebilirdim. Nasıl olsa soy adını biliyordum. Karşıma çıkan kıza, Berrin Kadızâde, dedim. "O isimde memuresi..
bir
abonemiz
yok"
dedi
118
Dert değildi, Kadızâde adlarına kayıtlı numaraları istedim bu defa. Kız önce biraz nazlandı, fakat
sarhoş kafa ve peltekleşmeye başlayan dilimle rica edince kabul etti sonunda. Otomatik bandan önüme uzun bir liste çıktı. Dikkatle hepsini kaydettim. Band adreste verseydi işim bir hayli kolaylaşacak ve Tarabya'dan sayıyı en aza indirebilecektim ama şimdilik böyle bir şansım yoktu. Yine de numaraların semt santral koduna göre ikinci bir tasnif yaptım. Alkolde uyuşmuş beynim o an başka çözüm yolu bulamıyordu. Sonuçta elimde yedi tane Kadızâde numarası kalmıştı. Tespit ettiğim numaraları birer birer çevirmeye başladım. İlk telefon hemen açıldı. O saatte uykuda olması gereken ufak bir çocuk açmıştı telefonu. Bir kız çocuğu.. Nedense birden heyecana kapıldım; acaba Berrin'in kızı mıydı? Kekeleyerek, "Berrin hanımla görüşmek istiyorum" dedim. Kız sakin bir sesle, "Bu evde öyle biri yok" dedi ve telefonu kapattı. Aradığım ikinci numarayı da tok sesli bir erkek açtı. Ben isteğimi tekrarlayınca, hemen, "yanlış numara" diyerek ahizeyi yüzüme çarptı.. Sırayla numaraları aramaya devam ettim. 118'den aldığım hiç numara Berrin adına kayıtlı değildi. Ama o villa muhtemelen babası
tarafından yaptırıldığına göre telefon da babasının adına kayıtlı olabilirdi. Ve ben babasının adını da bilmediğimden elimdekilerin hepsini denemek zorundaydım. Sonra aradığım iki numara açılmadı. Her halde evde kimse yoktu. Yavaş yavaş ümitlerim kırılmaya başlıyordu. Listemdeki beşinci numarayı çevirdiğimde genç bir kadın sesi cevap verdi. Berrin olmadığı kesindi, aksi halde sesinden hemen tanırdım. "Berrin hanımla görüşmek istiyorum" dedim. "Kim arıyor, efendim?" Az kalsın heyecandan yerimden sıçrayacaktım. Aradığım evi bulmuştum. Telefonu açan kuvvetli bir olasılıkla hizmetçilerinden biriydi. Zira yanlış numara ya da burada öyle biri yok dememiş, kimin aradığını sormuştu. Keyiften, ağzım kulaklarıma vardı. "Ben, Attila Şahin" dedim. Kız kısa bir duraklama yaşadı. "Fakat, efendim" diye panikler gibi sesi titredi. Onun hemen sözünü kesip, "Çok hayati bir
konudur, hemen görüşmem lâzım. Kızıyla ilgili bir sorun" dedim. Hattın öbür ucunda sanki hizmetçi afallamış gibiydi. "Bir yanlışlık olmadığına emin misiniz?" dedi. "Ne yanlışlığı?" "Acaba başka bir numara mı çevirdiniz?" Önümde duran kağıda bir daha göz atarak numarayı tekrarladım ve ısrar ettim. Hizmetçi olduğunu sandığım kız net bir cevap verdi. "Bir hata olmalı. Çünkü-Berrin hanımefendinin çocuğu yoktur. Ayrıca kendisi üç aydır Amerika'da bulunuyor." Hayal kırıklığına uğramam gerekirdi, ama hiç şaşırmadım. Bu defa doğru yere telefon ettiğime emindim. Bu sevgilimin direktifi olmalıydı, mutlaka bir şekilde kendisine erişeceğimi tahmin etmiş ve evdeki hizmetkârlara beni şaşırtmak için emir vermişti. Bazı arkadaşları ona boşuna üşütmüş demiyorlardı, şimdi ne anlama geldiğini daha iyi anlıyordum. Sözde beni atlatmaya çalışıyordu. Hizmetçiye üstelemedim.
Şimdilik fazla ısrarın anlamı yoktu. Nasıl olsa, villanın numarasını ele geçirmiştim, hem belki ayık ve sağlam bir kafayla onunla görüşmem daha evlâ idi. Varsın, beni atlattığını şansındı.. Bu işin peşini bırakmayacaktım. Onsuz asla yapamayacağımı biliyordum. Telefonu kapattım... Garip fakat gerçekti. Berrin'e olan sevgim hayatımın her yönünü etkiliyordu artık. Sevgiden öte bir şey, güçlü bir tutkuydu yaşadığım. Sanki damarlarıma girmiş ve beynime ulaşmış bir uyuşturucunun etkisindeydim. Onu görememek veya bir daha göremeyeceğimi düşünmek daha şimdiden beni çökertmeye yetmişti. Duygu ve davranışlarımın hiç de sağlıklı olmadığını biliyordum; normalde dört beş defa karşılaştığım ve henüz aramızda güçlü bir anlayış ve beraberliğin bile oluşmadığı bir kadına bu denli zaaf göstermem, kesinlikle mâkul ve anlaşılır bir şey değildi. Ama onu şiddetle arzuluyor ve devamlı yanımda olmasını istiyordum.. Ertesi sabah berbat bir halde uyandım. Ağzımın içi dün gece kaçırdığım fazla içkiden kekremsi bir acılık içindeydi. Boğazım da kupkuruydu. Gözümü açar açmaz baş ucumdaki cep telefonuma sarıldım. Yine onu arayacaktım. Evden aramanın bir yararı yoktu, hizmetkârların
tembihli olduklarını anlamıştım. Cebinden aradım. Zil çalmaya başladı, ama açacağını sanmıyordum. Yanılmışım.. Berrin telefonu açtı. Daha ben tek kelime söylemeden o konuşmaya başladı. "Özür dilemeni, pişman olduğunu söylemeni istemiyorum Attila" dedi. "Fakat sevgilim..." "Lütfen beni dinle. Aslında haklı olan sensin. Sana yalan söyledim. Hayatımda çok önemli biri var ve onu unutamıyorum. Onu seviyorum.. Bu karşılık görmeyen bir aşk, ama ne yazık ki beynimden silemiyorum. Seni bir an bir kurtarıcı, içimde bulunduğum açmazdan beni çekip kurtaracak biri gibi görmek gafletinde bulundum. Ama dün yaşadığımız o kısa an gerçeği bütün çıplaklığı ile bir kere daha yüzüme vurdu. Onsuz yaşayamayacağımı senin kollarında iken çok iyi anladım. Senden özür dilemek zorunda olduğumu biliyorum; bunu asla yapmamalıydım, yok yere seni de ümitlendirip üzüntüye soktum, inan bana, çok üzgünüm. Asıl ben senden özür dilemeliyim. Fakat gerçek bu. Lütfen, beni bağışla." "Fakat, Berrin..."
"Hiç konuşma. Çünkü en ufak bir şansın yok. Onu deliler gibi seviyorum ve hiçbir erkek onu yerini asla alamaz. Senden tekrar özür dilerim. Beni unutmaya çalış. Bunun çok zor olduğunu da sanmıyorum, Allah'tan ilişkimiz daha fazla uzamamıştı. Sen iyi bir insansın; benden çok daha iyilerine lâyık olduğuna da canı gönülden inanıyorum. Kısa zamanda beni unutursun. Senden tek ricam bir daha beni aramaman." Beynimden kızgın hissediyordum.
sular
boşalmış
gibi
Belki kızıp söylenmem, beni niye böyle bir oyuna getirdiği için köpürmem gerekiyordu. Ama hiç kızamadım, sadece bir eziklik yaşadım. Sanki biri matkapla yüreğimi deliyordu. Daha da beteri öylesine sersemlemiştim ki, ağzımdan tek kelime çıkmıyordu. Evimi terk ettikten sonra, bütün hatayı kendimde bulduğumu düşündüğümden, tümgece boyunca hep kendimi suçlamış, onunla ilk temas kurduğumda nasıl özür dileyeceğimi hesaplamaya çalışmıştım. Oysa şimdi bir oyuna, hem de rezilâne bir denemeye tâbi tutulmanın kırıklığı içindeydim. Ama Berrin'in itirafları çok açıktı. Bu oyun bitmişti. Ona daha ne söyleyebilirdim ki? Hele böyle bir olayı ilk defa yaşıyordum ve en
kötüsü gururum feci şekilde kırılmıştı. Başım önüme düştü.. Konuşamadığımı hisseden Berrin, "Hoşça kal" dedi ve telefonu kapattı. Dünyamın karardığını hissetim o an... Aradan yaklaşık bir hafta ya da on gün geçmişti. Tüm enerjimi şirketimin işlerine vermiş, elimden geldiğince Berrin'i düşünmemeye çalışmıştım. Fakat incinen gururum ve sevdiğim kadının yüreğime zehirli ok gibi saplanan sözlerini bir türlü unutamıyor, beynimden söküp atamıyordum. Kuşkusuz tutku denen illet, sıradan bir hastalık gibi kolay kolay atlatılacak, on günde unutulacak cinsten bir şey değildi. Bu arada Nejat babamdan intikal eden malların idaresi için baş döndürücü bir çalışmaya girmiş, inanılmaz bir gayretle uğraşıyordu. İki günde bir bana geniş kapsamlı raporlar veriyor, bazen takıldığı konularda fikrimi almak için akşam geç saatlerde şirketime uğruyordu. Şimdilik ondan memnundum; beni büyük bir yükten kurtarmıştı. Hukuki bir sorunum kalmamıştı; bazı şirketlerden tahminim üstünde nakit akışı başlamıştı. Gelen paraları güvenilir bir bankada açtırdığım yeni hesaba naklediyordum.
Ağustosun sonuna doğru birakşam tam şirketten çıkmaya hazırlanırken Nejat yorgun argın odama daldı. Suratı da bir karış asıktı. Bir şeylerin ters gittiğini hemen anlamıştım. "Hayrola, ne var?" diye sordum. Bitkin bir şekilde karşımdaki koltuğa çöktü. "Üzgünüm ağabey, ama benden bu kadar!" diye mırıldandı. "Ne demek o?" diye sordum. "Sen haklı çıktın.. Şimdiye kadar ağzımı açmadım ama Merve hanım tahammül edilecek biri değilmiş, bu işi daha fazla yürütemeyeceğini." "Şaka mı yapıyorsun?" "Gayet ciddiyim. Yarın istifa ediyorum. Ya yerime başkasını bul, ya da işin başına kendin geç.." "Neler söylüyorsun Nejat? Bu güne kadar en ufak bir şikâyetin yoktu, ne oldu birden?" "Direndim, hem çok direndim ağabey, fakat o kadınla çalışmanın imkânı yok. Ne desem itiraz ediyor, beyaza kara, karaya beyaz diyor. Sanki
beni yıpratmak, uzaklaştırmak için elinden geleni ardına koymuyor. Sen işin başından beri haklıymışsın, onunla kesinlikle çalışılmaz." Buruk bir şekilde gülümsedim. Sonunda Nejat'ta gerçeği görmüştü. Onun ne denli ihtiraslı ve para canlısı olduğunu anlamak için kâhin olmaya hiç gerek yoktu. Babamla evlendiğini işittiğim anda, onun hakkında § hükmümü vermiştim zaten. Şimdi sorun Nejat'ın yerine kimi S, bulacağımdı. Nejat'a daha fazla ısrar edemezdim. Tüm iyi ^ niyetine rağmen ancak on gün dayanabilmişti. Kravatını gevşetip soluklanırken, "Ağabey bardağı taşıran son damla şu Ak Tuğla fabrikasının kapatılması kararında oldu. Bunu kabul edemedim." Bön bön yüzüne baktım. Biraz komikti ama ben böyle bir fabrikanın sahibi olduğumdan bile haberdar değildim. "Neden?" diye sordum. "Anlaşılmaz bir durum ağabey.. Kadın kötü niyetli. Niyetini ya da düşündüğünü anlamadım ama kâr getiren bir tesisi yok yere elden çıkarmak istiyor."
"Mâkul bir gerekçesi var mı?" "Kesinlikle yok. Abülkadin/e Hurşit beyleri çağırdım, onların görüşlerini aldım, ikisi de fabrikanın satılmasının çok yanlış olduğunu söylediler." "Onlar da kim?" diye sordum. "Mali müşavirle, genel muhasebe müdürleri." "Peki, Merve denen bu uğursuz neden satmak ister ki fabrikayı? Kâr getiren bir kuruluşsa sonunda o da zarara uğramaz mı?" Nejat sıkıntıyla yerinde ezilip büzüldü. Sonunda, "Valla abi" diye homurdandı. "Ben kimsenin günahını almak istemem ama..." Sustuğunu görünce ben ısrar ettim. "Hadi çekinme söyle" dedim. "Galiba muvazaalı bir satış olacakmış. Mâli müşavirin iddiası bu. Kadından o da pek hoşlanmıyor. Tabii bunu açıkça ifade etmiyor ama Merve hanım daha şimdiden müşteriyi bulmuş bile. Yani senin anlayacağın tezgâh çoktan kurulmuş. Büyük paralar dönecek ama sonuçta fabrika satılacak."
"İyi de, muvazaa bunun neresinde?" "Anlaşana ağabey, Mâli Müşavirin iddiasını göre fabrika satılacak ama Merve hanım hissesi oranında, satın alan yeni mâlikle ortaklığa devam edecek. Asıl gaye seni saf dışı bırakmak. Muhtemelen bu tür vakalar tekerrür edecek, tâ ki müşterek idare zorunda olduğunuz bütün mallar birer ikişer elden çıkıncaya kadar." Bir an sessiz kalıp düşündüm. Hiç umurumda değildi. Varsın öyle olsundu, hatta bu işime bile gelirdi, önünde sonunda herkes kendi hissesine kavuşur ve bu mecburi ortaklık sona ererdi. Bunun anlamı ise Merve denen o soysuz yaratıktan sonsuza kadar kurtulmam demekti. Keşke imkân olsa da müşterek idare zorunda olduğumuz tüm malları bir çırpıda tasfiye etseydik. "Benim itirazım yok" dedim. Nejat dehşete kapılmış gibi yüzüme baktı. "Yapma ağabey" diye mırıldandı. "Göz göre göre sana kazık atacaklar. Nasıl kabul edersin bunu?" "Senden bir ricam var" dedim. "Emret ağabey. Elimden gelen bir şey ise seve seve yaparım."
"İşe devam et." "Benden bunu isteme. Bu gün avukat Mehmet Ali Bey'le de hafif yollu tartıştık." "O da orada mıydı?" "Evet, zaten Merve hanımın yanından ayrılmıyor. Her gün holdinge geliyor."
hiç
Vay canına, dedim içimden. Babamın can dostu, beni çocukluğumdan beri tanıyan adam şimdi aleyhime çalışıyordu. "Onun bu satıştan haberi var mı?" dedim. "Tabii, olmaz olur mu?" "Fabrikaya talip olan müşteri ile görüşme ne zaman olacak?" "Yarın. Öğleden sonra üçte." "Tamam. O toplantıya ben de iştirak edeceğim. Fakat sen de yanımda olacaksın." Garip garip yüzüme baktı. Sonra korka korka sordu. "Ne geçiyor aklından?"
"Bekle ve gör" dedim. Bir süre kararsız kaldı. "Nasıl istersen" dedi çaresizlik içinde.. Nejat durmadan şikayetlerini anlatmaya devam ediyordu ama artık onu dinlediğimi pek söyleyemezdim. İçimden o kadını parçalamak geçiyordu. Yalnız onu mu, bunca yıllık dost bildiğim, amca diye hitap ettiğim Avukat Mehmet Ali'yi de. İnsanlar menfaat uğruna nasıl da küçülüyorlardı.. O para düşkünü kadın, kim bilir Mehmet Ali amcayı da nasıl avucunun içine almıştı. Belki çok fazla para ödüyordu, belki de babama uyguladığı o mahut taktiğini. Böyle düşündüğüm için kendimden utanmalıydım, gelmiyordu...
ama
içimden
hiç
utanmak
Gayet şıktım. Açık mavi bir elbise, ipek gömlek ve pastel renklerin hâkim olduğu güzel bir kravat takmıştım. Sahi, size söylemeyi unuttum,
yakışıklı bir erkek olmamın yanında, sırtıma geçirdiğim her şeyi gösteren, yakıştıran biriydim de. Havam yerindeydi, asıl en ilginç yanı, inanılmaz derecede sakindim. Buna kendim de şaşıyordum. Nejat'la Kule Han'daki holdingin toplantı salonundaydık. Genç temsilcim heyecandan sapsarıydı. Yerinde duramaz bir haldeydi; dokunsam vücudundaki titremeleri hissedecektim. Oval bir masanın etrafında toplanmıştık. Tam karşımda en sevimsiz haliyle Merve, onun yanında da avukatı Mehmet Ali Bey yer almıştı. Yaşlı adam, bana yine anlayışlı ve müşfik davranmaya çalışıyor, sanki son karşılaşmamızda ki o tatsız münakaşayı hiç yaşamamışız gibi hareket ediyordu. Tercihi ve tutumu nedeniyle ondan sıtkım sıyrılmıştı. Haksız olabilirdim; alt tarafı o bunca yıllık arkadaşının isteğini yerine getiriyor ve vasiyeti üzerine karısının avukatlığını yapıyordu. Bu onun göreviydi, lâkin elimde değildi, sanki eski bir dost tarafından ihanete uğramış gibi hissediyordum kendimi. Masanın ucunda da, bizlerden biraz daha uzakta fabrikaya talip olan Muharrem Sarıkaya oturmuştu. Yaklaşık elli yaşlarında, şişman,
biraz asıktı suratlı, ama becerikli biri olduğu yüzüne bakılır bakılmaz anlaşılan bir adamdı. Ne var ki, tipinden hoşlanmamıştım. Daha ilk görüşte, üç kağıtçı, dalavereci, eline geçen fırsatlara balıklama atlayan bir iş adamı intibaı doğurmuştu bende. Nejat'ın hazırladığı ve dün şirketime getirdiği teklif dosyasını inceliyor havalarında idim. Kahvelerimizi içiyorduk ve henüz mevzua girmemiştik. Bir ara başımı kaldırıp Merve'ye kaçamak bir bakış attım. O da beni inceliyordu. Göz göze geldik, bakışlarını kaçırmadı. Buz gibi, sanki bir piton yılanının soğuk ve ürpertici bakışlarını yakaladım. Benden ne derece nefret ettiği hemen belli oluyordu. Keyiflendim. Az sonra ona unutamayacağı bir oyun oynayacaktım. Sakin görüntüme rağmen sinirlerimin çok gergin olduğunun farkındaydım, ama gerginliğimin asıl nedeninin satış ve bu toplantı olmadığının da bilincindeydim. Sorun ruhumda, beynimde ve on gün önce yaşadıklarımdaydı. Olayın etkisini üzerimden atamamış, sevdiğim kadının yarattığı yıkıntıdan kurtulamamıştım henüz. Şu an onu düşünmek istemiyordum, önümde halli gereken önemli bir mesele vardı, ancak tam anlamıyla ruhumu
kemiren sıkıntıdan kurtulup rahatlayamıyordum bir türlü. Konuya Mehmet Ali Bey girdi. Uzun bir açış konuşması yaptı. Daha önce dosyaya yerleştirilmiş bilgileri tekrarladıktan sonra satışın bizim için en rasyonel tasarruf olduğunu ve tespit edilen bedelin alıcı tarafından kabulü halinde bu işi noktalayabileceğimiz! belirtti. Biraz basma kalıp ve sanki sırf ben orada olduğum için yapılmış, gereksiz bir açış konuşması intibaına kapıldım. Daha önce Nejat'ın satışa muhalif tutumu yüzünden, benimde aynı kanıda olduğumu düşünüyorlardı doğal olarak. Yaşlı avukatın suya sabuna dokunmayan konuşması bitince dikkatler üzerimde toplandı. Sanırım karşı çıkacağımı sanıyorlardı. Oysa ben oldukça uyumlu bir ses tonuyla fikrimi kısa bir cümleyle özetledim. "Satışa prensip olarak bir itirazım yok" dedim. Tabii bu onları şaşırtıp sevindirmek için yapılmış bir girişti. Asıl oyunbozanlığı daha sonraya bırakmıştım, önce Merve'nin daha sonra da Mehmet Ali Bey'in yüzlerine baktım. Hiç de sevinmiş görünmüyorlardı. Hatta şaşırmış halleri açıkça yüzlerinden okunuyordu. İlk toparlanan gençliğine rağmen yine o nefret
ettiğim kadın oldu. Suratı asıldı; bu kabulün altında bir bit yeniği' olduğunu sezinlemiş ve hemen sivri pençelerini avına geçirmek isteyen yırtıcı bir hayvan gibi pusuya yattığını hissetmiştim. "itiraz edeceğinizi sanmıştım Attila Bey" dedi. "Neden edeyim ki?" dedim. "Birbirimizden hoşlanmadığımız ve kalan mirastaki bazı işletmeleri birlikte yürütemeyeceğimiz gün gibi açık. Bu durumda en iyi çözüm onları anlaşarak biran önce tasfiye etmek." "Ama temsilciniz avukat Nejat Bey bize satıştan yana olmadığınızı söylemişti." "Zaten ben de prensip olarak satıştan yana olduğumu söyledim." Yaşlı avukat konuşmamıza müdahale ederek sordu. "Attila evladım, prensipten kastın ne?" Cümlesindeki evlâdım kelimesi beni irkiltti. Artık onu eski bir aile dostu, babamın arkadaşı, kendime yakın biri gibi göremiyordum. Soğuk bir şekilde yüzüne baktım. "Babamın vasiyetinin uygulanma tarzı" dedim. "Yani mirasçılarının müşterek menfaatlerinin zedelenmeden, iradesi doğrultusunda, en yüksek bedelle satılması." .
"Tabii, anlıyorum" diye mırıldandı yaşlı avukat. Fakat Merve'nin yüz hatları gittikçe geriliyordu. "Tespit ettiğimiz satış bedeline bir itirazınız mı var?" "Kuşkusuz" dedim. "Dosyada belirtilen rakamın üç katı." Merve sinirli bir şekilde güldü. "Yani komik ve kesinlikle gerçekçi olmayan bir bedel, değil mi?" "Bu benim takdir ettiğim en uygun fiyat. Aksi halele kâr getiren bir işletmeyi neden elden çıkarayım ki?" Alıcının yüzüne bile bakmıyordum. Zaten o da hiç müdahale etmeden aramızdaki sürtüşmeyi dinliyordu. Merve homurdandı. "O takdirde sizin bu satışı istemediğinizi kabul etmek zorundayız." Keyifle sırıttım. "Takdir size ait."
Hafif alaycı görüntüm kadını çileden çıkarmıştı. Artık sinirliliğini saklamaya dahi gerek görmüyordu. Elinde tuttuğu kalemi masanın üstüne hafif hafif vuruyordu. "Öyleyse konu kapanmıştır" dedi. "Nasıl olur" diye itiraz ettim. "Benim teklifimi kıymetli müşterimizin nasıl değerlendirdiği hakkında henüz fikrini almadık. İzin verin de bir de onu dinleyelim." Adamcağız şaşkın bir halde bir bana bir de onlara baktı. Kötü bir aktör olduğu her halinden belliydi. Artık Nejat'ın dediği gibi satış işinin danışıklı dövüş olduğu açıkça ortaya çıkmıştı. Alıcının rey hakkı yoktu, o sadece gizli bir piyondu Verilen talimat dairesinde ağzını açarak itiraz etmek istercesine kımıldandı ama Merve konuşmasına imkân tanımadı. "Hayır" diye bağırdı. "Kesinlikle bu fiyattan satın almaz." Gülmeye devam ettim. "Bırakında, bunu kendi ağzından duyalım."
Adamcağız hâlâ Merve'ye Konuşabilir miyim, dercesine.
bakıyordu.
Sonun da, "Evet" diye mırıldandı. "İstediğiniz rakam cidden çok fazla." "Tamam" dedim. "O zaman toplantı bitmiştir. Yapacağım bir şey yok." Nejat'la birlikte ayağa kalktık. Gitmeye hazırlanıyorduk. Mehmet Ali Bey'de yerinden fıriadı. Beni durdurmadı, ama hızla yanıma gelerek koluma girdi. Beni adeta sürüklercesine salondan çıkarıp başka bir odaya sürükledi. Bana sahte gelen bir samimiyet içinde gülümsü^ordu, "Yaman adamsın be, Attila" dedi. "Çocukluğunu bilirdim ama sen babandan uzaklaşınca haliyle eski yakınlığımız kalmadığından, ne yaman bir işadamı olduğu bilmiyordum. Pazarlıktaki kesin ve katı tutumun hârikaydı. Müşteri dona kaldı." Girdiğimiz oda ona tahsis edilmişti. Duvarlardaki raflar dizi dizi, ciltli hukuk kitaplarıyla doluydu ve masanın üzerindeki pirinç levhada adı yazılıydı. Demek Merve onu buraya hukuk müşaviri olarak atamıştı ve bundan haberim yoktu. "Kutlarım" dedim. "Yeni işin hayırlı olsun." Çok pişkindi. Kısaca geçiştirmeye çalıştı. "Sağ ol..Babanın vasiyetiydi. Onu kıramazdım tabii."
"Babamın mı, yoksa Merve hanımın isteği mi? Neden onun sağlığında burada yoktun?" "Gel, otur şöyle biraz" diye yer gösterdi. Soruma cevap vermemişti. Aslında oturmayıp odasından Çıkmak belki en doğru tercih olacaktı, fakat bu konu yavaş yavaş içimdeki ifriti kabartmaya ve bendeki mücadele isteğini kamçılamaya oturdum.
başlamıştı.
Gösterdiği
koltuğa
Yüzüme babacan bir ifadeyle baktı. Buradaki herkes aktördü; hem de kötü bir aktör. Tek usta yönetmen pozisyonundaki Merve'ydi. En azından o, isteklerini ve kartlarını açık oynuyor, duygularını saklamaya gerek görmüyordu. "Evlâdım" diye mırıldandı yaşlı adam. "Vazgeç şu inadından, uzatma artık bu anlamsız gerginliği." "Ne demek istiyorsunuz?" diye sordum. "Ne demek istediğimi çok iyi anlıyorsun. Rahmetlinin ruhunun muazzep olduğuna eminim. Onun tek isteği senin mutlu olman ve kendi elleriyle yarattığı servetinin sizin beraberliğinizle daha iyi durumlara taşınmasıydı."
"Acaba babam gerçekten bunu mu istiyordu?" diye sordum. Ama soruyu sorarken yüzümün ifadesi hiçbir anlam taşımıyordu. Yaşlı adam yanıldı ve hemen izahata başladı. "Şüphen mi var? Bunun tek canlı şahidi benim." Sözünü kestim hemen. "Ama son konuşmamızda ölümüne kadar babamın zengin varlığından ve bu serveti nasıl elde ettiğinden hiç haberiniz olmadığını söylemiştiniz." önce duraladı. Gaf yaptığını anlamış gibi kekeledi. "Evet.. Öyle.. Ama vasiyetnamesini hazırlarken bana önemli şeyler anlattı ve ben de onun son arzuları diyebileceğim bazı gerçekleri bu vesileyle öğrendim." Alaylı bir şekilde, "Yaa!" dedim. "Neymiş bu önemli gerçekler?" Kısa bir an tereddüt etti, ağzından baklayı çıkarıp çıkarmamak konusunda kararsız kaldı, sonunda önüne bakarak fısıldadı. "Hiç düşündün mü?" dedi. "Bu muazzam mirasın pratik olarak bölünmeden, ziyana uğramadan kullanılmasının tek çözümü nedir?"
Biraz yadırgayarak yaşlı adamın yüzüne baktım. Neyi anlatmaya çalışıyordu acaba bana? "Hayır" dedim. "Hiç düşünmedim." Hafifçe yutkundu. "Babanın son ve tek isteği Merve hanımla senin evlen-mendi." Âdeta dondum kaldım. Kulaklarımın bana ihanet ettiğini sanıyordum. Yanlış mı duymuştum acaba? Bu adam babamın dul karısıyla evlenmemi bana babamın vasiyeti diye mi yutturmaya kalkışıyordu? Olacak şey miydi bu? Ne örf ve adetler, ne de ahlâk kuralları böyle bir şeye izin verir miydi hiç? Çıldırmış mıydı bu adam? Midemin bulanmaya başladığını hissettim. Her an kusabilirdim. Çılgın gibi tek kelime etmeden odadan dışarıya attım kendimi... O gece yatağımda dönüp durdum. Gözüme uyku girmiyordu bir türlü; duyduklarımı içime sindiremiyordum. Yaşlı adamın bana nasıl böyle bir teklifte bulunduğunu havsalam almıyordu. Yalandı bu. Ya da ardında garip bir entrikanın bulunduğu akıl almaz bir teklif.. O kadından her şeyi bekleyebilirdim.
Benimle evlenmek de isteyebilirdi. Neden istemesin ki, Şahin ailesinin erkekleri mükemmel bir avdılar. Belki de bu planı daha babamın sağlığında düşünmüş olabilirdi, öyle ya mirasın tamamı söz konusuyken, neden kendisine isabet eden yetersiz hisseyle yetinsindi. Bilemiyordum; belki de babamın ölümünü de çabuklaştırmış olan oydu. İlkinin işi bitince sıra ikincisine gelmiş olabilirdi. Paraya aç, muhteris, doyumsuz kadın.. İçimden lanetler okuyordum. Hayatta böyle biriyle hiç karşılaşmamıştım. Kadın da ne ar vardı ne haya.. Düşündükçe sinirlerim beynime üşüşüyordu. Kesinlikle babam böyle bir istekte bulunmuş olamazdı. Onunla anlaşamayıp, zaman zaman ihtilâfa düşsek bile, kişiliğini, dürüstlüğünü bilirdim, öz babam olmasa bile, beni yetiştirip eğitmişti. Haysiyetli, vakur bir adamdı. Böyle bir teklif asla ondan gelmiş olamazdı. Bu Mehmet Ali Bey'le, Merve'nin müşterek planlarıydı. Aksini düşünmek bile abesti.
Ama anlayamadım nokta, yaşlı avukatın bundaki menfaatiydi. Ne bekliyor, ne umuyordu acaba? Üstelik babamın çok eski bir arkadaşıydı; hele benim çocukluğumda içtikleri su ayrı gitmez, bizim evden çıkmazdı. Yıllar sonra arkadaşının oğluna böyle bir rezilliği nasıl yapabilirdi? Merve, diye mırıldandım; mutlaka o haris kadın, yaşlı avukata vazgeçemeyeceği bir menfaat vaadinde bulunmuş olmalıydı. Mehmet Ali Bey'de babam yaşlarındaydı, belki bir iki yaş küçük veya büyük. Her hâl ve kârda meslek yaşamının sonuna gelmiş biriydi. Son demlerini garantiye almak, kendine daha rahat, daha güvenilir bir son hazırlamak için bu rezilliği kabul etmiş olabilirdi. Babamı da anlamakta güçlük çekiyordum. Galiba onu hiç tanıyamamıştım. Bu denli güçlü bir serveti kazanan akıllı ve becerikli biri, nasıl olurdu da yaşamının son yıllarında böyle iki insanın oyununa gelecek zayıflığı gösterebilirdi? Hadi, Merve'ye bir zaaf göstermiş olabilirdi; onu da anlamakta güçlük çekiyordum ya, çünkü bana göre çirkin ve itici bir kadındı, ama erkek milletine dediğim gibi güven olmazdı, belki babamı bir şekilde kandırmayı becermişti, fakat bunca yıllık arkadaşına güvenmesi, tabla teslim olması aklımın alamayacağı bir husustu.
(Jyuyamayacağımı anlayınca yataktan kalktım, pijamamın altını giyip yanıma da soğuk bira alarak balkona çıktım. Saat ikiyi geçiyordu. Şehir sakin ve uykudaydı. Gökyüzü yıldızlarla Kaplı fakat mehtapsızdı. Derin derin nefesler aldım. İçim yanıyordu. Merve de, Mehmet Ali Bey'de bahaneydi aslında. Bu günkü olay aslında sadece çektiğim ıstıraba tuz biber ekmişti. Berrin'i bir türlü aklımdan çıkaramıyordum. Ana meselem oydu. Zaman içinde unutacağımı sanmıştım, ama yanılmışım. Berrin aklımdan çıkmıyordu.. Yeniden yatağa döndüğümde, saat gecenin üçüydü. Ne zaman uykuya daldığımı hatırlamıyordum... Şirket için oldukça kârlı bjr işti; İkitelli mıntıkasında yeni açılan özel bir hastanenin doğum servisinin tüm ekipmanının satışı işini yüklenmiştik. Görüşmeler, uzun süren pazarlıklar sona ermiş ve mutlu sona ererek, şirket ortaklarımdan Hidayetle hastaneden dönüyorduk. Keyifli ve neşemiz yerindeydi. Hidayet'in arabasındaydık.
İkitelli'den çıkmıştık ki açık pencereden asfaltın tam kenarında inşa halindeki bir fabrikanın büyük tabelası gözüme çarptı. Tabelada, Orçun'un çalıştığı inşaat şirketinin adı yazılıydı. Bir an garip bir heyecana kapıldım. Acaba Orçun'la Nilay, Berrin'le olan ilişkimizin sona erdiğini biliyorlar mıydı? Aradan şöyle böyle yirmi gün geçmişti ve ben bu süre içinde nişanlıları görmemiştim. Berrin'in de onlarla ne sıklıkta konuştuğu hakkında bir fikrim yoktu. Hidayet'e, "Biraz durur musun?" dedim. Ortağım neden durmak istediğimi sormadan arabayı yavaşlatıp sağa çekti. "Bir dakika bekle" diyerek arabadan atladım. İnşaat alanı oldukça kalabalıktı. Makineler, vinçler, kamyonlar, devasa kum yığınları arasından geçerek işçiler arasında usta başı görünümlü bir adama yaklaştım. "Affedersiniz, acaba mühendis Orçun Bey şu an burada mı?" diye sordum. Adam eliyle modern bir şantiye kulübesini işaret ederek, "Orada olması gerekir beyim, yoksa gitmiştir, boşuna arama" dedi. Yüreğim çarparak gösterilen kulübeye yürüdüm. Kuşkusuz niyetim eski bir arkadaşa merhaba
demekten çok, Berrin hakkında bilgi almaktı. İtiraf edeyim ki o an utanıyordum da, eğer Orçun hadiseyi biliyor ve işin aslını bir de benden dinlemeye kalkışırsa ona ne anlatacağımı kafamda tasarlamamıştım henüz. Hem çekiniyor, hem de görüşmek istiyordum. Kapıyı tıkırdatarak içeri girdim. Küçük şantiye binasının içi cehennem gibi sıcaktı, içerde Orçun ve başında sarı kaskı olan bir başka mühendis, ufak bir masanın üzerine yaydıkları proje üzerinde tartışıyorlardı. Orçun beni kapıda görünce hayretle yüzüme baktı. Sonra, "Vay Attilacığım, yahu ne işin var burada?" diye yaklaşarak bana sarıldı. Öpüştük. Bana yer gösterdi. "Yok oturamam" dedim. "Bu havaliye bir iş için gelmiş-tik.arabayla geçiyorduk, arkadaşım yol üzerinde beni bekliyor. İnşaatını görünce belki seni bulurum diye bir şansımı denedim." "Ne iyi ettin yahu! Nasılsın bakalım?" "Hep bildiğin gibi. Çalışıp duruyoruz." "Ben de öyle, yorgunluktan bitiyorum valla." "Nilay nasıl?"
Sanki bir nezâket sorusuydu, ama aslında sevgilimle aramızda geçenleri biliyorsa, mutlaka bunu bana bir şekilde çıtlatır, diye sormuştum. "iyidir" dedi. Ama o kadar.. Berrin hakkında tek kelime yöneltmedi bana. Kuşkulandım. Galiba olayı biliyordu. Muhtemelen yaramı deşmemek içinde konuyu açmama inceliğini göstermişti. Büsbütün sıkıldım. Allah'tan imdadıma o yetişti. "Bu hafta sonu ne yapıyorsun?" diye sordu. Yine irkildim. Kuşkuyla yüzüne baktım. "Hayrola, niye sordun?" "Aklıma geldi birden, annenin güzel tambur çaldığını hatırlıyorum, hatta seneler evvel bir gün sizin Levent'deki evde ben de dinlemiştim. Lisede miydik, ortaokulda mıydık şimdi tam çıkaramıyorum ama rahmetli iyi çalardı. Alaturkayı sen de seversin, bilirim.." "Eee?" "Bu hafta sonu sen de gel.. Kalabalık bir grup iki haftadır gidiyoruz. Bu cumartesi gecesi yine gideceğiz." "Nereye yahu?"
"Çengelköy'de, deniz üzerinde, salaş bir meyhane keşfettik. Müthiş tatlı bir yer, öyle lüks, şatafatlı değil, ama balıkları enfes, mezeleri hârika. En hoş yanı da, üç yaşlı adam fasıl yapıyor, daha sonra da eski şarkıları söylüyorlar. Biz de grup halinde iştirak ediyoruz. Yahu, iki haftadır çok eğleniyoruz. Gel, seni de bekleriz, sakın kaçırma." Dayanamadım. "Grupta tanıdığım sordum.
kimseler
var
mı?"
diye
Bir düşündü. "Geçen hafta bizim Oktay'la karısı da vardı. Hatırlıyor musun, yandan çarklı Oktay.." Hatırlamıştım tabii. Liseden arkadaşımızdı; gerçi o yıllardan kalma fazla bir samimiyetim yoktu, hatta ondan pek hoşlanmazdım da, ama görüşmeyeli yıllar olmuştu. Biraz laubali, deyim yerindeyse sulu bir tipti, fakat yıllar hepimizi değiştirmişti. Önce belki Berrin de orada olabilir, diye ümitlenmiştim ama sonra sevgilimin öyle bir yere gelmeyeceğini hemen kabullendim. Ona göre bir eğlence değildi bu. Berrin züppenin tekiydi, salaş meyhanelere tenezzül etmezdi. Bozuntuya vermedim. "Bir işim çıkmazsa, gelirim" dedim.
Gitmeye niyetim yoktu aslında. Gerçi o sıralar müthiş bunalımdaydım, ama rakı içip, alaturka âlemi yapacağım diye tanımadığım bir grubun arasına katılmamın ne anlamı vardı, bilâkis ben insanlardan kaçıyor, yalnızlığı yeğliyordum. "Mutlaka bekliyorum, bizi ekme ha!" diye tembihledi, elime ufak bir kağıda meyhanenin adını yazıp krokisini çizerek tutuşturdu. Vedalaştık ve ayrıldım. Orçun, Berrin hakkında tek kelime etmemiş, ne de bir sual sormuştu. Aramızda geçenleri bilmese, en azından sırıtır, Bo ile vaziyetler ne merkezde, diye takılırdı. Tabii bu durumda ben de kendime yedirip, ona bir şey soramadım... Orçun'un teklifini cumartesi sabahına kadar da unuttum, daha doğrusu bir daha aklıma gelmedi. Berrin'in öyle bir yere gitmeyeceğini düşündüğümden teklifin benim açımdan hiçbir önemi de yoktu. Öyle sanmışım; zira şuuraltım hep acaba o da orada olur mu, diye sorup duruyordu. Aslında her ihtimali değerlendirmek istiyordum. Çünkü iradem ve gururum ona yaklaşmaya, yeniden aramaya müsait değildi. İşi tesadüflere, beklenmeyen karşılaşmalara bırakmak
zorundaydım. Ama bu nasıl olacaktı? Onunla ortak ne muhitim ne de arkadaşlarım vardı. Yine tek ümit Orçun'la Nilay'dı.. Yanıldığımı biliyordum; şayet onların bizi bir araya getirme düşünceleri olsa en azından Orçun beni arar, açıkça aklından geçenleri söylerdi. Oysa bu daveti tamamen bir rastlantı sonucu iş yerine uğradığım bir sırada yapmıştı. Belki aramızda geçenleri dahi bilmiyordu. Hem tanıdığım kadarıyla Berrin hayatının gizli kalmış dramını kimseye açıklamayacak karakterde bir kadındı. Nilay'la ne denli samimi olduğunu bilmiyordum ama içimden bir his ona açılmayacağını söylüyordu. İşin ilginç yanı, o hafta sonu için başka bir davet daha aldım. Hastanesine sık sık malzeme sattığımız Dr. Cengiz Koraman iki günlük bir tekne gezintisi için beni de çağırmıştı. Kocaman bir yatı vardı, rotamızı bilmiyordum ama benim için tercih sebebiydi. İki gün denizlerde dolaşmak, suya girmek, içki içmek, bu sıcak havalarda yelken basmak, Boğaz'da ki salaş bir meyhaneye, çoğunluğunu tanımadığım insanlarla tıkılıp kalmaktan çok daha iyiydi.
Fakat daveti nazikâne bir bahane yaratarak reddettim. Sebep mi? Az da olsa Berrin'i meyhanede bulacağım ümidi..
o
salaş
Cumartesi gecesi arabama atlayıp Çengelköy'e gittim. Meyhaneyi bulmam hiç de zor olmadı. Gerçekten de salaş bir yerdi, hafta sonu olması nedeniyle kalabalıktı da. İçeriye girer girmez davetli olduğum topluluğu hemen gördüm. En azından on beş kişiydiler, belki de daha fazla. Semt sakini müşteriler olmadıkları hemen anlaşılıyordu. Deniz kenarında masaları birleştirilerek yerleşmişlerdi. Gerçekten de üç yaşlı adam keman, tambur ve ut çalıyorlardı. İtiraf etmeliyim ki kalbim duracak gibiydi. Daha içeriye girer girmez, uzaktan masaya bir göz attım, Berrin'e rastlarım umuduyla. Yoktu, tabii.. Olamazdı da. Berrin bu tür eğlencelerin insanı değildi. Çaresiz ve süklüm püklüm adımlarla ilerledim. Benim için gece, daha başlamadan bitmişti. Geldiğime bin pişmandım. Elimde olsa hemen çaktırmadan dışarı çıkar, kaçardım. Hani aklımdan da geçmedi değil.
Ne var ki, daha içeriye adımımı atar atmaz Orçun beni görmüş ve elini sallamaya başlamıştı. İçimden kendime kızıp, lanetler okuyarak masaya yaklaştım. Orçun yerinden fırlamış, neşeli bir halde kolumdan âdeta sürüklercesine masaya getirmişti. Önce tanıştırma faslı başladı. Bir sürü tanımadığım kadınlı erkekli grubun teker teker ellerini sıktım. Oktay'la sarılıp öpüştük; onu oldukça değişmiş buldum, sanki daha ağırlaşmış, o hafızamda yer etmiş, sulu kimliğinden kurtulmuştu. Bana karısını takdim etti. Karısına tanıştığımızdan memnun oldum mealinde birkaç kelime söyledim. Bana ayrılan yere ilerlerken Nilay yolumu kesti. Beklemediğim bir incelikle yanağımdan öptü, sonra, "Yalnız mısın? Bo yok mu?" diye sordu. Ne söyleyeceğimi bilemedim. Kızcağız yadırgamış gibi yüzüme bakıyordu. Nihayet sıkılıp zorlanarak, "Bilmem" demek zorunda kaldım. "Orçun yalnız beni davet etmişti." "Olur mu ayol? Ben de Bo'yu çağırmıştım. Görüşmediniz mi?" Aynı anda çeşitli duyguları bir arada yaşadım.
Anladığım kadarıyla Nilay sevgilimle aramızda geçenlerden haberdar değildi ve Berrin'i de bilmeyerek davet etmişti. Kalbimin güm güm attığını duyuyordum. Nilay'ın suratının asıldığını gördüm, ama bir şey diyemedim. Yerime oturunca da içimi yeniden karamsarlık kapladı. Bir an için boşuna ümide kapılmıştım; hiç kuşkusuz Berrin olayların iç yüzünü onlara anlatacak değildi. Hatta ayrıldığımızı bile söylememiş olmalıydı. O badireden sonra da benim olduğum bir ortama gelmesi söz konusu olamazdı. Ruhumdaki yıkıntı, halime çabuk yansıdı. Daha ilk kadeh rakıda hemen çakır keyif oldum. Tanıdığım kadarıyla Berrin, benim de davetli olduğumu öğrendiyse asla gelmezdi ve Nilay haliyle benimde geleceğimi söylemiş olmalıydı. Bu sıkıntıya katlanmak için çaresiz rakıdan medet umdum. Salaş meyhanenin hakikaten mezeleri lezizdi. Hele artık cinsi tükenmiş topatan kavununu meze tabakları arasında bulmam, çok hoşuma gitmişti. Beyaz peynirle birlikte yendiği zaman en güzel rakı mezesi olurdu. Etrafımdaki insanları tanımadığım için konuşmakta zorluk çekiyordum, aslında girdiğim meclislerde sözü dinlenen, espri
yeteneği olan hoş sohbet bir insan sayılırdım, ne var ki o ruh hali içinde, canım konuşmayı hiç istemiyordu. Daha ziyade dinleyici rolündeydim; bazı bazı hemen yanımda oturanlar, sanki kendilerini mecbur hissederce-sine ufak tefek bir şey söylediklerinde de, sırf geçiştirmek için ya tebessüm ediyor, ya da kısa kısa karşılıklar veriyordum. Benim sessiz, soğuk ve içine fazlaca kapanık biri olduğumu anlayınca da o kadar konuşmayı da yersiz bulup tamamıyla beni masada yokmuş gibi davranmaya başladılar. Galiba zor durumumu tek fark eden Nilay'dı. Bazen bakışlarımız karşılaştığında ister istemez kız üzülmesin diye gülümsemeye gayret ediyordum, fakat hiç de memnun olmadığımı, eğlenceye ayak uydurup, uyum sağlayamadığımı anlamıştı. Bana hissettirmemeye çalışsa da, gözlerindeki hüzünden anlıyordum bunu.. Meğer bizim Orçun'da alaturka musikiden hiç anlamıyor-muş; bana hârika müzik yapıyorlar dediği üç yaşlı sazende, aslında tipik kaldırım çalgıcılarıydı. Hem de en kötülerinden. Ne var ki, masamızda eğlenen gençlerin hiç birinin ne kulağı ne de genel musiki bilgisi, sanırım yok denecek kadar azdı. Havayı daha ben gelmeden bulanlar, çoktan uyumsuz sesleriyle şarkılar söyleyerek, akortsuz enstrümanların
ahenksizliğine iştiraka başlamışlardı bile. Çaresiz bu azaba da katlanacaktım. içimden acı acı gülümsedim; musiki bilgisi derin, yeteneği güçlü olan rahmetli anneciğim, böyle bir vasatta, müziğimizin katledildiğini görse, kahrından bir kere daha ölürdü mutlaka. Zaten oldum olası içki âleminde müziğe karşı çıkmıştı. Saat henüz on sularıydı fakat masadakiler yeterince kafayı bulmuşlar ve saz takımına istedikleri şarkıları çaldırmaya başlamışlardı. Zaten kötü icracıydılar, birde buna ilaveten herkes kendi istediği şarkıyı söyletmeye çalıştığından tam bir makam keşmekeşi doğmuştu. Kafaya göre istenilen her şarkı farklı makamdan olduğu için enstrümanlar doğru dürüst geçiş dahi yapamı-yorlardı. Neyse ki rakı yuvarlıyordum.
kadehlerini
birbiri
ardına
Kafam iyice dumanlanmıştı. Tek kazancım artık lezzetini bile unuttuğum topatan kavun olmuştu. O sırada masadakilerden birinin isteği üzerine, Nereden sevdim, o zâlim kadını şarkısını söylemeye başladılar. Tabii icra yine berbattı. Fakat şarkı birden bana dokundu; hiç şüphesiz hüzünlenişimde içinde bulunduğum ruh halinin de etkisi vardı, tam yaşadığım, unutamadığım, çaresiz aşkıma ayna tutuyordu şarkı. Bu arada,
henüz bir fırsat çıkmadığı için size söylemek imkanı bulamadığım bir yeteneğim daha vardı; o da güzel bariton bir sese sahip oluşumdu. Kendimi tutmasam, neredeyse gözlerim yaşaracaktı. Sırf ağlamama engel olmak için ben de o akortsuz koroya dahil oldum. Pek bilinen bir şarkı olduğu için hemen hemen herkes söylüyordu. Ama düzgün, güçlü ve usule uygun çıkan sesim derhal fark edildi. Yavaş yavaş susup beni dinlemeye başlayanlar oldu. Tanımadığım kişiler dönüp bana bakmaya başlamışlardı. Şarkı bitince önce bir alkış koptu. Sonra sanki konser salonundaymışım gibi herkes ısrarla, "tekrar, tekrar, bir daha" diye tempo tutmaya başladılar. Aslında utangaç bir mizaca sahiptim. Hem utandım, hemde sıkıldım. Fakat temponun ardı kesilmiyordu. Üç yaşlı sazende yeniden aynı şarkıyı çalmaya başlayınca mecbur kalıp ben de söylemeye giriştim. Fakat tuhaftır, bu defa daha güçlü, daha hissederek ve içtenlikle okuyordum parçayı. Bitirdiğimde eskisinden daha kuvvetli bir alkış işittim. Gayri ihtiyari etrafıma gülümsemek zorunda kaldım. Bana duyulan ilgi birden yoğunlaşmıştı; fısıltılardan, aralarında konuşmalarından bu bey gerçek bir ses sanatkarı filan mı, diye birbirlerine sorduklarını duyumsuyordum. Benden epey uzak bir köşede
oturan Orçun, sanırım yakınındakilere annemi ve musikiye olan yatkınlığımı anlatmakla meşguldü, veya ben öyle sanıyordum. Yalnız bizim masalar değil, tüm meyhane beni dinlemiş ve duygulanmıştı. Mahcubiyetimden iyice kabuğuma çekildim ve işte tam o sırada da her nasılsa gözlerim bir ara Nilay'a takıldı. Kız nefis ve duygulu solomdan hiç etkilenmemiş gibi yerinden kalkmış, 5 alkış kabilinden birkaç kere ellerini çırparak, salaş meyhanenin girişine doğru koşmaya başlamıştı. Bir anda içimde fırtınalar koptu, yüreğim titredi. Yoksa... Nilay'ı aceleyle girişe doğru koşturan şey ne olabilirdi? Gözlerimle onu takip ettim. Ve Berrin'i gördüm.. Kapının hemen önünde sanki küçümsediği meyhanede masaya yaklaşmaktan çekinir gibi duruyordu. Vakur ve azametli.. Önce başımı çevirip bakmamaya çalışıyım, diye geçirdim içimden. Belki Nilay'dan burada olduğumu öğrenirse hemen kimseye görünmeden çekip gidebilirdi. Göz göze gelmemek daha hayırlı olabilirdi. Ama ne mümkün? Kendimi
alamıyordum
ki..
Yirmi
gündür
benliğimi kavuran ayrılık ateşi, şimdi de yüreğimi kor gibi yakmaya başlamıştı. Bir süre bakışlarımı alamadım üzerinden. Nitekim tahmin ettiğim gibi iki genç kadın kapının önünde bir sure anlaşamaz gibi konuştular. Nilay, sevgilimin koluna yapışmış, gelmesi için ısrar ediyordu. Heyhat! Hiç değişmeyen sahne.. Meyhanede önce bir sessizlik, ardından da hafif yollu fısıldaşmalar başlamıştı. Herkesin dikkati üzerine çevrilmiş olmalıydı. Birbirlerini dürtmeler, erkeklerin yahu şu yeni gelen afete bak, deyişlerini duyar gibi oluyordum. Her halde nazarlarını kaçıran ilk erkek ben olmuştum. Ne komik, değil mi? Kısa süre de olsa, bir zamanlar benden noşlanan kadına şimdi bakamıyordum. Nilay onu masaya getirdi ve aynı takdim faslı başladı trkeklerın büyük bir saygı ve hayranlıkla karşısında eğilip el sıkışlarını ancak göz ucuyla görebiliyordum. Neredeyse nefesim duracaktı. Orçun'dan daveti aldığım andan itibaren kendimi bu âna hazırladığım halde, şimdi ne diyeceğini, nasıl davranacağını bilmez bir halde yerimde kıvranıp duruyordum.
Acaba benim yanıma yaklaşacak mıydı? Belki de Nilay onu benden uzak bir yere oturturdu. Kapı önündeki kısa tartışmayı düşünürsek, Berrin muhtemelen benimle karşılaşmak istemediğini söylemiş olmalıydı. Saniyeler sanki geçmez gibi geldi bana. Nilay onu tam benim yanıma getirdi. Garsonlar koşuştu ve Nilay'ın işareti üzerine hemen yanı başıma bir iskemle yerleştirdiler. Yanımda oturacaktı.. Sonunda göz göze geldik. Berrin gayet soğuk bir şekilde "merhaba" dedi. Ben de aynı soğuklukla karşılık verdim. İlginçtir ama tepemde o sırada attı. Hem suçlu, hem de güçlüydü. Sanki olanların gerçek sorumlusu benmişim gibi posta koyuyordu bana. Bu afra tafra da kimeydi? Sevgimi red eden, hayatına daha önceden girmiş olan erkeği hâlâ sevdiğini söyleyen o değil miydi? Şimdi birde karşıma geçmiş, tepeden bakan, sanki buraya silah zoruyla gelmiş gibi tavırlar takınan asıl kendisiydi. İnsanoğlu cidden bir tuhaftı; kendime itirafta bile zorluk çeksem, az öncesine kadar bir kerecik olsun onu görmek için yanıp tutuşan, ondan
gayri hiçbir şeyi gözü görmeyen adam sanki şimdi ben değildim. Üstünlük taslayan, tepeden bakan davranışları bir anda beni çileden çıkarmış, tepemi attırmıştı. Hiç ilgilenmedim. Yanıma oturduktan sonra bir kerecik olsun başımı çevirip yüzüne bile bakmadım. Ne umuyordu acaba? Yeniden ayaklarına kapanıp, suçluymuşum gibi, ne olur beni hayatından çıkarma, diye yalvarmamı mı? Oralı bile olmuyordum.. Ama galiba yaptığım tek hata, zaten kafam yeterince dumanlıyken şimdi birbiri ardına rakı kadehlerini yuvarlamamdı Onunla konuşmadığımı görünce kulağıma doğru eğilip usulca fısıldadı. "Meğer ne meziyetlerin varmış? Hiç bilmiyordum, yakında büyük gazinolara ast solist olarak çıktığını görürsem hiç şaşmayacağım.. İçeri girdiğimde yer gök alkıştan inliyordu. Bu berbat meyhanedeki bütün sarhoşları mest ettin." Ne demek istiyordu yani? Aklınca beni hor görüp aşağılamaya mı çalışıyordu? Cevap vermemeyi tercih ettim. Anladığım kadarıyla damarıma basmaya kararlıydı. Ama
niçin? Onu buraya ben çağırmamıştım, ne Orçun'a ne de Nilay'a aramızı bulmaları için de en ufak bir teklifte bulunmamıştım. İstemiyorsa, gelmezdi.. Oysa buraya benimle karşılaşma ihtimalini hesaba katarak gelmiş olması gerekirdi. Sessiz kalmama büsbütün sinirlendiğini hissettim. Ağzımdan tek kelime çıkmamasına rağmen o konuşmaya devam etti. "Çok sarhoşsun.. Yerinde olsam, bırakırım. Rezil olacaksın el âleme."
içmeyi
İlk defa başımı ağır ağır çevirip yüzüne baktım. Keşke bakmasaydım. Makyajlı iri yeşil gözleri dayanılmaz derecede güzeldi. İçimden Allah'ım, diye mırıldanmak geçti. Neydi bu başıma gelen? Felek niye bana böyle kötü bir oyun oynamış, neden bu cezaya müstahak görmüştü acaba? Şu koca dünyada âşık olacak başka kadın mı yoktu da, bula bula ona tutulmuştum? Acaba büyük bir günah mı işlemiştim de Tanrı beni cezalandırıyordu? Yüzünde sanki benden tiksiniyormuş bir ifade yakaladım. Bu galiba kızgınlığımı daha da arttırdı. Alaycı bir şekilde gülümsemeyi dahi başardım. "Merak
etme!"
dedim.
"Pahalı
giysilerinin
üzerine kusmam, emin olabilirsin." Sonra uzun limonata bardağına yeni doldurduğum rakıyı bir dikişte sonuna kadar içtim. Sarhoş olduğum su götürmezdi; üstelik onun gelişi, yanıma oturması ve bakmaya doyamadığım o yeşil gözlerindeki tiksinti ve aşağılayıcı hava, beni iyiden iyiye çileden çıkarmıştı. Boş kadehi aldığım yere bırakırken, parmaklarım boşalan su şişesine çarptı. Şişe az kaldı devrilecekti. Bu kadarını fark etmiştim ama sallantıyı durduracak refleksi gösteremedim. Neyse ki şişe devrilmedi.. Sanırım aşırı alkollü bir adama, sen sarhoşsun demek, onu en çileden çıkaran lâftı ve ben de o an çileden çıkmak üzereydim. İnadıma kadehimi yeniden silme doldurdum. Çarpık bir tebessümle de ona baktım. Sırf, sana inat içmeye devam ediyorum, dercesine. Bu defa daha kısık bir sesle, "İğrençsin!" dedi. Artık kendimi kontrol edemediğim muhakkaktı. "Senin kadar değil" dedim. Sonra da yeni doldurduğum bardağı dudaklarıma götürdüm. Başım fıldır fıldır dönüyordu; çok sarhoş olmuştum, ama en kötüsü sarhoşların o malum özgüvenine kapılmış olmamdı. Alkol bana dokunmaz teranesi. Ondan hıncımı alamamam beni olumsuz ve yakışıksız hareketlere sevk
ediyordu, lâkin bunu muhakeme yeteneğine sahip değildim.
ve
idrak
Etraf ve çehreler yavaş yavaş flulaşmaya başlamıştı gözümde. Yanı başımda Berrin'in yerinden kalktığını hisseder gibi oldum ama emin değildim. Oturduğu yere dönüp baktım, ya da baktığımı sandım. Onu göremiyordum, bana en yakın olan kadın o olamazdı, ne saçı, ne giysileri ona benzemiyordu, hele o yeşil gözler tamamen yok olmuştu.. Berrin meyhaneyi terk etmişti sanırım. Beni bir kere daha akıbetimle baş başa bırakmıştı. Umursamadım. Son hatırladığım külçe gibi ağırlaşan göz kapaklarımın kapandığı ve başımın göğsüme düştüğü oldu. Yanılmıyorsam oturduğum yerde sızmıştım.. Sonra ne mi oldu? Pek anımsamıyorum.. Bulanık kafamda hayal meyal bazı şeyleri, yarım kalmış bir düş âleminin bölük pörçük parçaları gibi şekillendirdim. Kesinlikle emin değildim. Meselâ güçlü iki erkeğin koltuk altlarımdan kavrayarak beni ayağa kaldırdığını hatırlar gibiyim Belki Orçun'du, belki de garsonlardan biri. Berrin'in dediği gibi el âleme rezil olduğumu çok sonra anlayacaktım. Kim bilir arkadaşlarımı da ne kadar utandırmıştım..
Bulunduğum ortam tamamıyla silinmişti gözlerimde. Yürümekten ziyade sürükleniyordum galiba. Bir ara rüzgâr, serin bir hava çarptı yüzüme. Külçe gibi ağırlaşmış göz kapaklarımı açmaya çalıştım. Pek başaramadım ama bir arabanın içinde olmalıydım, zahir yüzüme çarpan hava da pencereleri açık arabanın içindeki anafor olmalıydı. Konuşmaya çalıştım; kelimeler ağzımdan çıkıyor muydu bilmiyorum ama o arada söylemeye çalıştığım şey oraya arabamla geldiğimi ifade etmekti sanırım. Yine başım önüme düştü. Tekrar gözlerim aralandığında biri beni arabadan çıkarmaya çalışıyordu. Boş vermiştim artık, hiçbir şey umurumda değildi, tek istediğim beni rahat bırakmaları ve bir şekilde uykumu bölmemeleriydi. Siz buna isteşt.uyku deyin, ister sızma.. Birinin boynuna yaslanmıştım. Hiç şikayetim olmadı. Her kim ise, mis gibi kokuyordu. O bildiğim, âşinâ olduğum kokudan.. Sevgilimin parfümünden.. Gözlerimi açmak işime de gelmedi. Her halde sızmıştım, ya da inanılmaz bir düş âlemindeydim. Kim bozmak isterdi ki böyle bir rüya âlemini?
Yeni bir araca bindiğimizi anladım. Hoplayarak hareket etmiştik. Sarsıntı midemde az da olsa bulantı yapmıştı. O körkütük halimle bile bunun asansör olduğunu anladım. Orçun evime getirmiş olmalıydı. Sonraki safhalarda filim tekrar koptu. Arkadaşım beni nasıl içeri soktu, cebimdeki anahtarı nasıl bulup çıkardı, bilmiyorum. Altımda yaylanan yumuşak şiltemin rahatlığını hissettim, artık sonsuza kadar uyuyabilirdim. Burası evimdi..Birisi mokasenlerimi ayağımdan, pantolonumu bacağımdan çekip çıkardı. Artık rahattım ve tam anlamıyla sizabilirdim.. Sanki biri şakaklarıma balyozla vuruyordu. Gözlerimi araladığım zaman ilk hissettiğim şakaklarımdaki zonklama oldu. Ama kısa sürede bunun sadece şakaklarımda kalan bir zonklama olmadığını ve bütün kafama yayılan müthiş bir baş ağrısı olduğunu kavramakta gecikmedim. Dilim kupkuruydu, boğazımda kekremsi bir acılık vardı ve susuzluktan yanıyordum. Tam bir fazla kaçırmanın ertesi sabah tablosu içindeydim. Odamın perdeleri kapalı olmasına rağmen sıcak ağustos sabahının içeriye sızan aydınlığı beni uyandırmış olmalıydı. Bu baş ağrısıyla uyuyamazdım. Güçlükle yatağın içinde doğrulup ayaklarımı sallandırdım. Aynı anda başım dönmeye başladı.
Anlaşılan alkolün etkisinden henüz tam olarak kurtulamamıştım. Dün gece filimin nerede koptuğunu bile hatırlayamıyordum. İçimden lanetler okudum; gerçekten de dün gece elâleme rezil olmuştum. Kendimi bildim bileli bu hâle düşmemiş, hiç böyle içtiği yerde sızacak kadar körkütük sarhoş olmamıştım. Herkes sarhoş olabilirdi, ama dün gece ben kendimi küçük düşürmüş, cümle âleme rezil—i rüsva olmuştum. Her halde kendime gelince genç nişanlılardan özür dilemek zorunda kalacaktım. Rahat beni davet ettikleri için bin kere pişman olmuşlardı. Çıplak ayaklarımı karyoladan aşağıya indirmek istedim, sağ ayağım metal bir şeyin içine daldı. Nedir bu diye, yere baktım. Başımı hareket ettirdikçe zonklama artıyordu. Kocaman bir tastı.. Her halde kusma olasılığına yerleştirmiş olmalıydı.
karşı
Orçun
Yerimden doğrulamadım. Yatak odamı ilk defa görüyormuş gibi sersem sersem etrafıma bakındım. Komodinin üzerinde buz kesesi duruyordu. Ayrıca kolonya şişesi, başka bir kapın içinde banyodan getirilmiş ufak havlular ve erimiş buz parçacıkları gördüm. Orçun, anlaşılan o havlularla başıma ya da vücuduma kompres uygulamıştı.
Dün gece o kadar dağıtmış mıydım gerçekten? Hiç anımsamıyordum.. Orçun ne de olsa eski bir arkadaş, iyi bir dosttu.. O olmasa hâlim haraptı. Allah'ın cezası kadın, diye homurdandım içimden, beni bu hâle o sokmuştu.. Tek başıma söylediğim şarkıyı, sonra onun gelişini hatırladım. Zaten o sırada dahi yeterince sarhoştum, ama ondan sonra her şey hafızamda gölgelenmiş, âdeta silinip yok olmuştu.. Tuvalete gitmeliydim. uyanmıştım..
Belki
o
yüzden
Yatak odamın kapısını açık bırakmıştı kıymetli dostum. Her halde gece yarısı uyanırsam tuvaletin yolunu bulayım, diye. O durumda kendi tuvaletimin yolunu bile bulacağımdan şüphe etmiş olmalıydı.. Tuvalete girdim. Aynaya baktığımda kendimi tanıyamadım. Saçım başım darmadağınıktı, gözlerim ise kan çanağı.. Biraz yüzümü yıkadım. Tek çare uzun süre soğuk duşun altında kalarak duş almaktı; zaten çıplak sayılırdım, üzerimde bir tek kilodum vardı. Gözüm yemedi ama.. Uyumak istiyordum daha. Dışarı çıktım yatak odama doğru yollandım. Tam
salonun önünden geçerken boş bulunup az daha bir çığlık atacaktım. Salonda bir hayalet vardı. Berrin'in hayaleti.. İnanamadım gördüğüme. Bu olsa olsa, sızmış haldeyken gördüğüm bir düş olmalıydı. Gözlerimi ovuşturup bir daha baktım. Mutlaka yanılıyordum, gerçek olamazdı. Berrin'in evimde işi neydi? Hayali görüntümden çıkmadı. Gerçekti.. Beni asıl şaşırtan şeylerden biri de yarı çıplak haliydi. Ağzım açık kalarak ona bakmaya devam ettim. Sırtında sadece kolsuz, omuzlarını açıkta bırakan düz siyah ve kısacık bir penye vardı. Göbeğini ve daracık beyaz slipini görebiliyordum. Uzun bacakları ve ayakları meydandaydı. Neredeyse küçük dilimi yutacaktım. "Senin...senin ne işin var burada?" diye sordum. Her halde dün gece tatmin edemediğim, boşaltıp rahatlayamadığım hırsım yeniden beni sarmaya başlıyordu. Kaşlarımda çatılmış olabilirdi. Hafifçe esneyerek yasladı.
salonun
pervazına
elini
"Nasılsın, kendini biraz daha iyi hissediyor musun?" diye sordu.
Hiddetle homurdandım. "Sen önce soruma cevap ver. Neden buradasın? Hem bu halin ne? Neden çıplaksın?" Hiç oralı olmadı. "Tam ayılmışa benzemiyorsun. Hadi, git yat ve uyumaya çalış. Sonra konuşuruz." "Hayır" dedim. "Şimdi konuşmak istiyorum." "Nasıl istersen.. Dün gece düştüğün rezil hali hatırlıyor musun?" Sanırım jeton o zaman düştü bende. Birden gerçeği kavrar gibi oldum. Beni dün gece buraya getiren Berrin olmalıydı. Bazı şeyleri o kadar zor hatırlıyordum ki, arabadan beni çıkaran kişinin nasıl zorlandığını, zaman zaman âşinâ olduğum o parfüm kokusunu neden duyduğumu, şimdi silik ve sisli bir perdenin arkasından zar zor anımsar gibiydim. Utanmış gibi sordum. "Beni evime sen mi getirdin?" Tasdik edercesine başını salladı. "Neden?" diye sordum.
"Yeterince etrafa rezil olmuştun zaten. Seni masada öylece bırakmamı mı tercih ederdin? Hem ne de olsa sen benim iyi bir dostumsun. Aramızda bazı sorunlar olsa da, bu sana gerektiğinde yardım etmemi engellemez." Öyle bir ruh hâletindeydim ki, ne hissettiğimi tayin edemiyordum. Sevinmem mi gerekiyordu, yoksa üzülmem mi? İşte günlerdir hasretinden yanıp tutuştuğum, beynimden bir türlü söküp atamadığım sevgilim karşımdaydı. Hem de ne kılıkta? Yarı çıplak ve çıldırtıcı bir görüntü de.. Lâkin bu aramızdaki sürtüşmenin bittiği anlamına gelmiyordu tabii. Hatta az önce kullandığı cümleler de.. Ben ayılıyordum, o da bir dost olarak gerekeni yapmış ve işini tamamlamıştı. Az sonra evimden çekip gidecek ve her şey eskiye dönecekti. Dün geceyi hiç anımsamıyordum, acaba aramızda bir şeyler geçmiş miydi? İhtimal vermiyordum ama bu yarı çıplaklığı beni şüphelere düşürüyordu. Kuşkuyla kekeledim. "Dün geceyi Acaba..."
hatırlamakta
zorlanıyorum.
"Hiç şaşmam, berbat bir haldeydin."
Yine durakladım.. "Acaba... yani demek istiyorum ki.." "Ne demek istiyorsun? Utanma, açıkça sor." "Yani...seviştik mi?"
.
"Saçmalama! Daha da neler?" "Şey. Affedersin. Seni böyle yarı çıplak görünce, düşündüm de..." "Belli ki henüz ayılmamışsın sen. Doğru dürüst düşünemiyorsun. Bütün geceyi bu evde bir yerde uzanmadan geçiremezdim ya! Saatlerce başında durup, iyice rahatlamanı bekledim. Felâket haldeydin. Kendini bilmeden sayıklıyordun, saçma sapan konuşuyordun. Seni soydum, yatırdım, iyi gelir diye kolonyayla vücuduna friksiyon taptım, başına buz kesesi koydum, rahatlayıp uykuya daldığına emin olduktan sonra da salona geçip ben de biraz uzandım; eh o zamanda soyundum, pantolonumu çıkardım tabii. Üstümdeki kıyafetle uyuyamazdım ya! Bu kadar erken kalkacağını bilseydim, giyinirdim." Yelkenlerim suya indi. "Affedersin" diye mırıldandım. "Çok özür dilerim, başına tatsız işler açtım. Çok da
teşekkür ederim. değildin."
Bunları
yapmak
zorunda
"Boş ver" dedi omuzlarını silkerek. "Önemli değil. Kim olsa yapardı”. Aslında komik bir durumumuz vardı. Salon kapısının önünde ikimiz de yarı çıplak konuşmaya başlamıştık. "Tekrar özür dilerim" dedim. "Koyu ve sade bir kahve ister misin? Bu durumlarda iyi geldiği söylenir." "Sen dur, Gülümsedi.
ben
yapayım"
diye
fısıldadım.
"Senin bir şey yapacak hâlin yok. Ben pişiririm. Zaten dün gece sana yardım etmek için evinin her yanını karıştırdım. Havlular, buz kesesi, kolonyalar buldum. Mutfağa da girip çıktım. Sen salona geç, otur." Hiç itiraz etmeden salona doğru birkaç adım attım. Hayali fener gibiydim. Başım hâlâ dönüyordu. Ama sevgilim giyinme gereğini duymadı, o haliyle mutfağa yürüdü. Şaşkın bir halde arkasından bakakaldım. İnanılmaz derecede rahattı. Çıplak ayak adım
atarken arkasından tam kıvamındaki kalçalarının ne kadar ahenkjl olarak aşağı yukarı oynadığını seyrediyordum. Dar slipinin kenarları kalçalarında pembemsi bir iz bırakmıştı. Heyhat, nefesim kesilir gibi oldu. Dün gece o salaş meyhanede içerken, ertesi sabah kendimi böyle bir cennette bulacağımı düşünebilir miydim hiç? Ama acele karar vermemeliydim, yarım saat sonra olayların nasıl bir seyir takip edeceği konusunda yine hiçbir fikrim yoktu. Koltuklardan birine çöktüm. Üstümde tek bir külotla oturmak beni rahatsız etmiyordu. Berrin sanki yıllardır birlikte olduğum bir kadındı. Yanı basımdaki iskemlenin üzerinde katlanarak asılmış siyah pantolonu, yerde de yan yatmış dekolte pabuçları duruyordu. Onun dönüşünü beklerken yere uzanıp iskarpinlerinden birini elime aldım. Âdeta gözlerimle onu okşuyordum. Ne kadar süre o halde kaldığımı bilmiyorum; çıplak ayak dolaştığı için de arkadan yaklaştığını duyamadım. "Onu yere bırak ve de aklına saçma sapan şeyler getirme" diye homurdandığını işitince suçüstü yakalanmış bir çocuk gibi elimdeki iskarpini aldığım yere koydum.
Kocaman bir fincan içinde getirdiği şekersiz kahveyi elime tutuşturdu. Kendine de yapmıştı, karşıma geçip oturdu. Ama ne oturuş! Sanki erotik bir filimin en tahrik edici sahnelerinden birinin platosundaydık. Bakışlarımı üzerinden kaçıramadım. Onu karşımda böyle göreceğimi tahmin dahi edemezdim. Aslında sahip olduğu bütün doğallığı sergiliyordu. Bir başka zaman ve bir başka yerde asla böyle oturmayacağına emindim. Dizlerini toplayarak yukarıya çekmiş, göğsü hizasında birleştirmiş, ayaklarını da oturduğu koltuğun kenarına dayamıştı. Fakat aralık ve mesafeli duran ayaklarının arasından slipinin en gergin duran noktasını saklamaya hiç gerek duymamıştı. Ben çekindim kaçırdım.
önce..
Utanarak
bakışlarımı
"Hadi, iç kahveni.. Soğutma" dedi. Parmaklarımın arasındaki sıcak fincanı dudaklarıma götürdüm. Birkaç yudum aldım. Yüzüne bakamıyordum ama nazarlarının hep üstümde olduğunu hissediyordum. "Her halde dün gece beni eve getirirken epey zorlanmışsındır" dedim.
"Meyhaneden arabana taşırken pek zorlanmadım, Orçun yardım etti. Daha doğrusu o taşıdı, ama dairene taşıyıp yatağına yatırıncaya kadar itiraf edeyim ki zorlandım. Meğer ne kadar ağırmışsın." "Çok üzgünüm" diye fısıldadım yine yüzüne bakmadan. "Asıl üzülmen gereken şeyleri ondan sonra yaşadık." Sesi şikâyetçiymiş gibi dikleşerek çıkmıştı bu defa.. Merakla sordum. "Ne yaptım, tatsız bir şey mi?" "Hatırlamıyor musun?" "Maalesef dedim. "Hiçbir şeyi anımsamıyorum." "İyi ki öyle.." "Neler yaptım?" "Önce bana bir şarkıyı ezberlettin." "Şarkı mı? Ne şarkısı?" "O berbat yerde söylediğin şarkıyı. Nereden sevdim o zalim kadını” Hem de sızıncaya kadar. Tekrar, tekrar..Belki yüz kere.."
İnanamıyordum; daha masadayken başımın önüne düştüğünü ve sızdığımı hatırlıyordum, geri kalanı bir kâbus gibiydi. "Sahi mi?" diye fısıldadım. "Ne yazık ki sahi. Ayrıca sarhoşluğun çok kötü, ürkütücü." "Daha başka şeylerde mi yaptım?" "Hem de neler?" "Lütfen anlat. Hicap duyuyorum ama bilmek de istiyorum." "Sanırım anlatmasam daha iyi olur. Niyetim seni utandırmak değil, sadece bir daha böyle içmemeni temin etmek. Bir dost uyarısı." Acaba ne yapmış olabilirdim? Endişeyle beraber merakım da artıyordu. "Yaptıklarımı mırıldandım..
bilmek
isterim
ama"
diye
"Hoş şeyler değildi, dedim ya.. Meselâ beni öpmeye kalkıştın." Olabilirdi; nefret ile aşk denen şeylerin birbirine çok yakın duygular olduğunu işitmiştim hep.. Hem işitmek ne kelime, kendi hayatımda da
yaşamıyor muydum sanki? Zaman zaman Berrin'den onu bir kaşık suda boğacak kadar nefret ediyor, sonra da deliler gibi arzuluyordum. Nitekim bu sabahta onu karşımda çıplak görünce ilk aklıma gelen şey seviştiğimiz olmamış mıydı?" Duraladım. Sonra sordum. "Öptüm mü?" Hâlâ yüzüne bakamıyordum. Fakat titrek sesimle sorumu yöneltirken, tüm gücümü toplamış ve o enfes yeşil gözlerin derinliklerine bakabilmiştim. "Birkaç defa.." "Nasıl? Ne zaman?" Kaşları çatıktı sevgilimin; sanki beni azarlayan, yaptığı yaramazlıkları çocuğunun yüzüne vuran bir annenin yarı uyarıcı, yarı bağışlayıcı edasıyla konuşuyordu. "Yatağında" dedi. "Seni rahatlatıp uyumanı sağlamak için soyduğumda. Vücudunu kolonyayla serinletmek istemiştim, tam döktüğüm kolonyaları avucumla bedeninde yayarken birden beni kavradın. Elinden kurtulamadım." "Sonra?"
"Sonrası ne olacak? Birkaç defa öptün işte.." "Nereni?" .* "Niye soruyorsun canım! Bunu öğrenmenin ne anlamı var? Belli ki o an şuurlu ve kendinde değildin." Israr ettim. "Dudaklarını mı öptüm?" "Hayır!" "Ya nereni?" Sıkılarak cevap vermek istemedi. "Söyleyemem." "Lütfen...." "Olmayacak bazı yerlerimi.. Anlaşana, artık.." Gözlerim irileşti. "İnanamıyorum" diye mırıldandım. "Hiç, ama hiç bir şey hatırlamıyorum." Gerçekten de şaşkındım, ne kadar sarhoş olursam olayım, az da olsa bir şeyler anımsamam gerekmez miydi? "Yoksa., şiddet filan da kullandım mı?"
"Boğuşmaya çalıştın fakat mecalin yoktu." Sustum yeniden bir süre.. Sonra dayanamayıp sordum. "Saçma sapan bazı lâflar da ettiğimi söylemiştin. Neler diyordum?" "Büyütme o kadar. Dedim ya, sarhoş hezeyanları. Beni deliler gibi sevdiğini, şiddetle arzuladığını ve hiç unutamadığını falan filan.." Başımı önüme eğdim. Bunlar gerçekte sarhoş saçmalığı değildi, en gerçekçi ve içten duygularımdı; olsa olsa ayıkken yüzüne itiraf edemeyeceğim itiraflar.. Anlaşılan, o körkütük halde bütün içimi dökmüş olmalıydım. Gururum bir kere daha incinmiş ve utanmıştım. Gayri ihtiyari kendimi savunmaya kalkıştım. "Haklısın" diye fısıldadım. "Çok anlamsız. Alkolün etkisi işte..Pek çok erkek böyledir zaten. İçince şehevi duyguları kabarır, kendini kontrol edemez. Çok ayıp etmişim, şimdi kendimden utanıyorum." "Eh, biraz benim de hatam oldu" dedi. Tekrar gözlerinin içine baktım. "Ne hatası?" "Düşüncesizlik ettim." "Nasıl yani?" "Yanında soyunmamalıydım." İşte kurt içime o zaman düştü. Ne demek istiyordu bu kız? Neyin peşindeydi? Her hangi bir yorum yapmadan sıcak kahveden medet umarcasına okkalı bir yudum aldım.
Bana henüz anlamadığım bir oyun mu oynuyordu yoksa? Düşünmeliydim. Alkolden durma noktasına gelmiş beynimi çalıştırmaya başladım. Aslında dün gece en başından beri bana ters gelen bazı şeyler olmuştu.. Meselâ Berrin'in o davete gelmesi gibi. Meyhaneye benim de geleceğimi bildiğine şimdi adım gibi emindim. Nilay'ın yanımda onu görmediği anda uğradığı şaşkınlıktan anlamalıydım bunu. Her halde nişanlı kız birlikte geleceğimizi söylemiş olmalıydı. Meyhanede beni iğnelemeye çalışması da sanırım taktik icabıydı. Sarhoş olmamı, bir şekilde gevşememi, hislerimi yeniden itirafımı, ona ilişkimizi yeniden gözden geçirmemiz için yalvarmamı beklemişti.. Ama neden? Niçin buna gerek duymuştu ki? Ona karşı beslediğim hisleri bilmesi gerekmez miydi? Bunca mizansene ne gerek vardı? Sonra kafam çalışmaya başladıkça bazı gerçekleri sanki daha iyi kavrar gibi oluyordum, örneğin şu dün gece eve döndükten sonra yaptığımı iddia ettiği saldırılar, öpmeye kalkışmam falan filan. Hiç hatırlamıyor olabilirim, hadi fazla sarhoş
olduğumu da kabul edeyim, ama kişiliğim gereği hiçbir kadına saldıracağıma, zor ve şiddet kullanacağıma ihtimal vermiyordum. Sarhoşken bile öyle bir şey yapmazdım, mümkün değildi.. Ve de en önemlisi, ilişkimizi rezilâne bir itirafla noktalayan kadının şimdi karşımda Bu denli tahrik edici bir kılık ve pozda oturarak konuşması normal miydi? Bu kadar güzel bir kadının bu baştan çıkarıcı görüntüsüne hangi erkek dayanabilirdi? Sarhoş olmak bir yana, yüz de yüz ayıkken bile her türlü çılgınlık beklenebilirdi o adamdan'. Sanki birden rahatladım. Aslında ayrılığımızı kendine yediremeyen, beni yeniden isteyen, barışmak için çareler arayan ben değil, oydu. Fakat gururuna yediremiyordu dönüşü. Hissiyatını açıkça yüzüme doğru söyleyemiyordu.. Birden dünyayı yeniden keşfetmiş gibi sevindim. Teşhisim doğruydu.. Şimdi yeni bir strateji geliştirmeliydim; onun gururunu incitmeden, yeni bir kırgınlığa yer vermeden, yumuşak ve anlayışlı tavırlar takınmalıydım sevgilime. Gerçi bir an, ya benim gururum ne olacak, diye de düşünmedim değil. Ama önünde sonunda o bir kadındı; yani yaradılış olarak daha hassas, ince ve onurlu.
Şayet taraflardan biri bu ilişkinin devamı için fedakârlık yapacaksa, o ben olmalıydım. Aklımdan geçenleri anlamaması gerekiyordu. Aksi halde bu oyuna devam ederdi Berrin. O zaman durumumuz daha da açmaza girer ve belki de içinden çıkamayacağımız bir hale dönüşebilirdi. Temkinli olmalıydım, ilk taktik uygulamama hemen giriştim. "Sana bir itirafta bulunmalıyım" dedim. "Söyle bakalım, neymiş bu itiraf." "Dediğin gibi rezil oldum. Düngece halimi görenler kim bilir ne düşünmüşlerdir, çok üzgünüm. Allah'tan sen vardın orada." Bir an yüzüme kuşkuyla baktı. Belki de bir hayal kırıklığıyla. Benden daha değişik anladım. Sesimi biraz
bir itiraf
beklediğini
daha yumuşatarak devam ettim. "Her halde açıkça söylemeye gerek yok. Bütün bunların sebebi sensin. Bir türlü unutamıyorum seni; ruhuma öylesine işledin ki beynimden çıkarmam mümkün değil. Ayrı kaldığımız şu yirmi gün beni perişan etti. Hasta gibi oldum.
Zavallı, acınacak bir hale geldim." Pek yalan değildi, olsa olsa biraz abartıyordum. Gözlerinin içine kaçamak bir nazar fırlattım. İlk tepkiyi ölçmek için. Dikkatle beni dinliyordu. "Gece gündüz demeden hep seni düşünüyorum. Böyle bir patlamanın olacağı belliydi. Nitekim ilk karşılaşmamızda da oldu zaten. Sen haklı çıktın." "Nasıl?" dedi. "Bana hep söylerdin ya, seni asla unutamayacağımı, doğruymuş. Senin cazibene kapılan bir erkek için hayat o noktada duruyor sanki, dünya kararıyor ve sen onun ruhuna bir güneş gibi girerek aydınlatmaya başlıyorsun." Çok mu mübalağalı, fazla romantik lâflar mı ediyorum, diye bir daha yüzüne baktım. Dozu gayet iyi ayarlamalıydım, yoksa taktiğimi hemen çakardı. Her halde daima bu tip iltifatlara alışkın olduğundan fazla yadırgamadı. Ama ilk iş olarak, oturuşunu değiştirdi, o baştan çıkarıcı pozisyonunu bozdu. Bacaklarını toparlayıp altına aldı. Artık beyaz ve daracık slipini göremiyordum. Tahrik faslını kapatmıştı galiba..
Hoş, bu haliyle de kanım kaynıyordu ya, ama bu görüntüye tahammül etmek daha kolaydı. Uzun bacaklarını, bakımlı ve manikürlü ayaklarını, gergin karnını gördükçe yerimden fırlayıp ona sarılmamak için kendimi zor tutuyordum. Fakat ne olursa olsun yaklaşımı bundan sonra ondan bekleyecektim. Başarıya ulaşmam irademe, sabır gücüme ve taktiğimi başarıyla uygulamama bağlıydı. "Ama" diye fısıldadım, ezik ve yıkılmış bir edayla. "Bir daha asla yoluna çıkmayacağım. Aldığım ders bana yetti. Kötü bir kaderim varmış. Dünyanın en güzel, en güçlü kadınını bulduğumu sandığım anda, felek bana kötü bir oyun oynadı." "Böyle konuşma.. Üzülüyorum." "Seni üzmek istemem, lâkin gerçek bu işte.. İkimiz de olayı kabul etmek zorundayız. Başka bir erkeği seviyorsun. Ne yapabilirim ki?" Tekrar gözlerini aradım. Onun durumu benden de beterdi. Hani dokunsam ağlayacak gibiydi. Son derece duygusallaşmıştı. Basımdaki o şiddetli ağrı olmasa belki daha iyi düşünecektim. Ama kahredici sancı beni perişan ediyordu. Yerinden fırlayıp yanıma koşmamak için kendini
zor tutuyor gibi bir hisse kapıldım. Yeni bir taktik uygulaması yapabilirdim. Kısa bir süre sustuktan sonra, "Başım müthiş ağrıyor" diye mırıldandım. Hemen sordu. "Bir ilaç almak ister misin?" "Midem kötü, ilaç almayayım. Ama rica etsem, biraz başımı ovar mısın?" "Aaa, tabii!" diyerek yerinden fırladı. "Kolonya yatak odanda. Hemen gidip getireyim." O odaya koşarken ben de usulca oturduğum koltuktan kalkarak yere oturdum. Salona döndüğünde yere oturduğumu görünce, önce şaşırdı. "Nasıl ovacağım?" diye sordu. "En iyisi" dedim. "Sen koltuğa otur, ben de yere. Öyle daha rahat ovarsın." Hiç itiraz etmeden kalktığım koltuğa yerleşti, çıplak bacaklarını iki yana açtı. Ben de sırtımı koltuğa yaslayarak bacaklarının arasına yerleştim. Aslında ikimizde tedirgindik ve bunu saklayamıyorduk da. Çıplak omuzlarım daha
oturur oturmaz onun çıplak bacaklarına değmeye başlamıştı. Önce teması önlemek için biraz bacaklarını açtı. Fakat birkaç dakika sonra bol kolonya ile alnımı ve şakaklarımı ovarken sanki o temaslara aldırmaz gibiydi. "İşe yarıyor mu, becerebiliyor muyum?" diye sordu. "Hârika, fevkalâde" dedim. "Lütfen, devam et." Bilmiyorum, belki tesadüf belki değil, az sonra ayakları da kalçalarıma dokunmaya başlamıştı. Bir ara sanki tamamen masumane, olağanmış gibi sağ elimi yerdeki ayağının üstüne koydum. Bir tepki bekledim, kaçırır diye. Kaçırmadı.. Yavaş yavaş elimin parmakları ayağını kavradı ve avucumun içine aldı. Yine ses yok.. Hatta omuzlarıma bacak içlerinin yaptığı tazyik arttı. Artık emindim, fiziki yaklaşımdan şikayet bir yana, memnundu sevgilim. Bu defa sanki teşekkür ediyormuş gibi boşta duran sol elimle de bacağını tuttum.
"Çok iyi geldi" dedim. Bu arada sol elimde gayet hafif bir şekilde bacağını okşuyordu. Berrin neden sonra toparlandı. İğneleyici bir ses tonuyla, "Ama benim bacağım ağrımıyor" dedi. Anlamamış gibi, "Pardon?" dedim. "Ellerin biraz yaramazlık yapmaya başlamadı mı?" "Affedersin" diye kekeledim. "Bilinçli değildi. Çekiyim mi?" Önce sesini çıkarmadı ama sonra bana isteksizmiş gibi gelen bir eda ile, "Her halde, değil mi?" diye mırıldandı. Ellerimi çektim. Lâkin hâlâ omuzlarım çıplak bacaklarının arasındaydı. Kanaatim değişmedi, beni istiyor fakat davranışlarından yirmi gün evvel ettiği o sözler nedeniyle dönemiyordu. Anlayamadığım neden böyle davrandığıydı; şayet bana ilgi duymasa o körkütük sarhoş halimde beni evime kadar getirip sabahlara kadar başımda bekler miydi hiç? Ya da bu yarı çıplak haliyle, tahrike kalkışır
mıydı? Aksini düşünmek için çok aptal olmak gerekirdi. Sorun bundan sonra ona nasıl davranacağımı kestirmekti. Başımı ovmaya devam ediyordu. Bu defa ellerini tuttum, başımdan çektim ve usulca dudaklarımı narin parmaklarına değdirerek öperken, "Çok teşekkür ederim Berrin" diye fısıldadım. "Ovman cidden çok iyi geldi, rahatladım" dedim. Pozisyonumuzun bozulacağından ürker gibi, "Önemli değil, rahatladınsa ovmaya devam edebilirim, tabii uslu uslu durursan." [çimden gülümsedim, aklınca hâlâ beni ufak ufak tahrike devam ediyordu, bu defa da kelime oyunlarıyla. Bacaklarının arasından çıkarak oturduğum yerde yüzümü ona döndüm. "Teşekkür ederim, bu kadar ovma yeter Berrin. Baksana, dün geceden beri seni ne çok eziyete soktum. Düşündükçe utanıyorum." İsteksizce, "Yok canım" diye mırıldandı. "Sakın inkâra kalkışma, bir kadının gönlünde başka erkek yatarken değme kadın bunları yapamaz. Şu halimize baksana, yarı çıplak, tam birer sevgili gibi iç içe ve hiç de normal olmayan şartlarda bir gece geçirdik. Hem de ne gece.. Rüyamda görsem inanmazdım."
Yeşil gözleri bir an hiddetle ışıldadı. Alay edip etmediğimi anlamak istercesine bakışları göz bebeklerimde odaklandı. Sonra birden ayağa fırladı. Sahte bir gülümsemeyle mırıldandı. "Eh, madem ayıldın ve de iyisin, başının ağrısı da geçti, ben artık gidebilirim." "Nasıl istersen. Tabii sana kal, diye ısrar edemem, ama keşke birlikte bir kahvaltı etseydik." "Aç değilim, az önce de kahve içtim ya, o yeterli." Sezinliyordum; yalvarmamı, kalması için ısrar etmemi bekliyordu. Ama hâlâ kararsızdı. Ağır ağır iskemlenin sırtına astığı pantolonuna doğru yürüdü. Ben ise hâlâ yerde oturmuş onu seyrediyordum. Aşk böyle bir şeydi işte, insanda normal muhakeme, sorunları akıl yöntemiyle çözme yolunu yok ediyor, abuk subuk, kapris dolu, anlamsız davranışlara sevk ediyordu. Eminim o an ikimizde ayrılmamak için can atıyorduk, ama o gururundan feragat edemiyor, sanki ben de tutarsız taktiklerle onu yeniden kendime çekme planları gerçekleştirmeye çalışıyordum. Belki hızla yerimden fırlayıp onu kollarımın arasına
alsam ve dünyanın var olduğundan bu yana en geçerli yöntemi denesem sorunumuz o an noktalanacaktı. Ama yapamadık, ikimiz de en basit yöntemi uygulayamadık. Keyfine doyum olmaz bir zerâfetle pantolonunu giydi. Diyebilirsiniz ki, pantolon giymenin de zerâfeti mi olur? Evet, olur. Şayet o pantolonu Berrin giyiyorsa, en estetik tarzda, bir erkek gözüne en hitap edecek şekilde, ahenk ve incelikle giyer. Her hareketi kusursuz olur. Bacağını kaldırışı, pantolonu tutuşu, ayağından geçirmesi, giydikten sonra beline oturması için hafifçe kalçalarını sallaması bedii olarak tam bir seyirlikti.. Oturduğum yerden mırıldandım. "Yanılmıyorsam dün gece benim arabamı sen kullandın. Şimdi nasıl döneceksin?" "Bir taksiye atlarım." "Senin araban nerede? Çengelköy'deki meyhanenin önünde mi? Oraya mı gideceksin şimdi?" "Hayır. Dün gece kendi arabamı kullanmadım." Şaşırarak baktım. Tarabya Çengelköy'e nasıl gelebilirdi ki? "Taksiye mi bindin?" Yine hayır, dedi.
sırtlarından
O zaman uyandım. Damarıma basmak için beyninde dolaplar çeviriyordu sanırım. Bakalım sonu nereye varacaktı. Sormamı bekliyordu. Söz de akıllılık ederek sormamaya gayret ettim. Ama o sormadığım görünce kendisi devam etti. "Meyhaneye beni Mehmet bıraktı." Taktiği, uygulamaya çalıştığı tuzak belli olmuştu artık.. Mehmet'in kim olduğunu merak etmemi istiyordu. Duymamış gibi davranmam, tuzağına düşmemem lâzımdı, ama nerede ben de o akıl. Bile bile, göz göre göre avlandım. Belki hâlâ süre gelen dün geceden kalma olmanın gevşekliği, ya da içimdeki kıskançlık duygusuydu. "Mehmet de kim?" diye sordum. Beklediği buydu zaten.'Merakımı arttırmak istercesine söylendi.
daha
da
"Boş ver, öğrenmesen daha iyi olur." Gerçekten büyük zaaf gösteren enayinin tekiydim. Omuz silkip, peki, sen nasıl istersen, desene.. İşte asıl o zaman o kahrolacak, kim olduğunu bana açıklamak için çırpınacaktı. Fakat ben aptal gibi tahminimi söyledim.. "Şu sevdiğin adam, değil mi? Çocuğunun babası.."
Başını evet anlamında salladı. Hemencecik sinirlenmiştim tabii. "Yalan söylüyorsun" dedim. O da hışımla bana baktı. "Sözlerine dikkat et. Kabalaşma lütfen." "Kabalaşmıyorum çünkü sen söylüyorsun." Dekolte pabuçlarını geçirirken, "Nedenmiş o?" diye sordu.
yalan ayağına
"Beraber gelmiş olsanız, o adam da içeri girerdi." "Mehmet mi?" Ardından kesik, sinirli bir kahkaha attı. "Aman Allahım, Mehmet'i öyle banal ve seviyesiz bir yerde düşünemem bile.. Kafasını kesseler gelmez. Oraya sadece beni bıraktı." "Yine yalan söylüyorsun!" dikkat et!"
"Attila sözlerine
"Etmeyeceğim işte.. Çünkü oraya benim için geldin.. Beni görmek, hasretini gidermek aramızdaki bu anlamsız kırgınlığı noktalamak için." "Hayır!" "Evet!" Artık ikimiz de çağırıyorduk. Hatta birkaç saniye neler söylediğimizi bağırmaktan duyamadık.
Sonra nasıl oldu bilinmez, bir anda kendimizi kucaklaşmış halde bulduk, galiba ikimiz de ağlaşıyorduk. Dudaklarım yanaklarında dolaşırken gözyaşlarının tadını alıyordum... Böylece çetrefil bir aşkı tatlıya bağlayıp mutlu bir sona erdiğimizi düşünebilirsiniz. Ne gezer! Tam aksine, ilişkimizin daha da beter ve içinden çıkılmaz hâle dönüştüğünü kısa bir zaman sonra anlayacaktım. Hem de ne anlayış.. Dilerseniz, yine o sabaha döneyim, olaylara kaldığım yerden devam edeyim. Berrin ile ilk defa o sabah vuslata erdik, mutlak bir uyum ve hazzın doruklarına çıkarak. Tabii o saatleri size anlatacak değilim; örf ve adetlerimiz, gerekse terbiyem tamamıyla ikimizin arasında kalması gereken o mahrem anıları nakle müsait değildir. Yalnız şu kadarını söyleyebilirim; yorgunluktan bitkin bir şekilde sevgilimin kollarımın arasında tatlı rehavet uykusuna dalmasını beklerken, kısık hıçkırıklarla ağlamaya başladığını gördüm. Ben de ağlayabilirdim, zira mutluluktan neredeyse başım bulutlara değecekti. Kaç kere, size fazla romantik ve duygusal yapıda olduğumu söylemiştim; bu duygulara uzak olan insanların neden mutluluktan da ağlayabileceklerini anlamaları oldukça zordur.
Haklı olarak, oldukça duygusal yaradılışta bir insan olan sevgilimin de göz yaşlarını tamamen bu açıdan değerlendirmek gafletinde bulundum. Yatağın içinde dirseklerimin üzerinde doğrularak, terden alnına yapışmış sarı saçlarını parmaklarımın ucuyla kaldırıp, yüzüne şefkat ve sevecenlikle baktım. Muntazam burnunun ucunu öperken, "Seni çok iyi anlıyorum" diye fısıldadım. "Ben de o kadar mutluyum ki, her an ağlayabilirim." Bana yeniden sarılmasını ve bu kutsal ânımızda hislerimizi paylaşmasını bekledim. Fakat o yastığın üzerindeki başını başka yöne çevirdi, âdeta nazarlarını kaçırarak. Pek bir şey anlamamıştım, ama bir şeyin ters gittiği sanki içime doğmuştu. Parmaklarımın ucuyla hafifçe çenesinden tutarak yaşlı gözlerini yüzüme çevirmesini istedim. Direndi, göz göze gelmek istemedi. Yoksa anlamadığım bir şey mi olmuştu? Ona farkına varmayarak incineceği bir şey mi yapmıştım? Ne de olsa kadın-erkek ilişkisinin her zaman için en önemli olan noktasını yeni aşmıştık. "Ne oldu?" diye sordum. Cevap vermedi, omuzları sarsılmaya devam etti.
"Anlatsana Berrin" dedim. "Neden ağlıyorsun? Yoksa sana kaba ve anlayışsız mı davrandım?" İçini çekti ama sessiz kaldı. Parmak uçlarımla yanaklarına süzülen yaşları sildim. Hâlâ onu rahatsız eden şeyin ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Ağlamayı kesti ama bana 9/
"Hâlâ anlamıyorsun?" diye sitem eder gibi çıkıştı. "Neyi anlamıyorum?" "Mehmet'e ihanet ettiğimi.. Bir anlık cinsel zevk için bütün manevi değerlerimi, inancımı, sadakatimi, her şeyimi harcadım.." O an biri beynime bir kurşun sıksaydı her halde aynı şaşkınlığı yaşardım.. Yanlış duydum her halde diye, gözlerim fal taşı gibi açılarak, donmuş bir halde yüzüne bakakaldım. Bir an da tüylerim diken diken oldu. Elimden gelse kendimi çimdikleyecektim, kâbustan sıyrılmak için.. Artık yalan mı söylüyor, bana oyun mu oynuyor, anlayamıyordum. Galiba yirmi gün evvel yine bu evde yaşadıklarımızın daha değişik bir versiyonunu canlandırıyorduk. Ne yapacağımı şaşırdım. Söyleyecek tek kelime bulamadım. Sırtüstü yatağa serildim. O an sanki muhakeme gücümü de yitirmiştim. Beynim durmuştu.. Geçen sefer bana yaptıklarının bir tür deneme, beni sınama anlamına geldiğini düşünmüş, gerçekte beni sevdiğini
sanmıştım; ama bir kadın buna ancak bir kere teşebbüs ederdi, 3 tekrarı halinde bunda hakikat payının olduğunu kabullenmek S. zorundaydım. Öylesine güçlü bir hayal kırıklığı yaşıyordum ki, yargılarım perişan olmuş, duygularım kökünden sarsılmıştı. O andan itibaren kimse benden mâkul ve anlayışlı bir tavır sergilememi bekleyemezdi. Her ne kadar sakin ve yumuşak bir insansam da, benim de bir tahammül sınırım vardı. Her an patlayabilirdim de.. Hem bilirsiniz; uysal ve yumuşak insanların o patlama noktası biraz geç gelir, ama o noktaya erişince de, tepkileri şiddetli olur. Yatağın içinde beynim zonklamaya başlamıştı. Dudaklarımı kemiriyordum. Kendimi şamar oğlanı gibi hırpalanan ve aşağılanan biri gibi hissetmeye başlamıştım. Birden top gibi yataktan fırladım. O andan itibaren davranışlarımda bir itidal ve soğukkanlılık söz konusu olamazdı. Yeterdi artık; kolundan tuttuğum gibi Berrin'i yataktan çevirip kaldırdım.. "Defol buradan" diye bağırdım. "Seni bir daha görmek istemiyorum. Pis, şirret, âdi kadın.. Yıkıl karşımdan.." Ne olduğunu şaşırdı Berrin.
Hayrettir, fakat benden böyle bir reaksiyon beklemiyordu. Aklınca yine ona yalvarıp yakarmamı, ayaklarına kapanıp, o adamı unut, bana dön dememi mi bekliyordu, nedir! Öyle şiddetle koluna asılıp yataktan kaldırmıştım ki, savruldu yatağın önündeki ufak halının üzerine çırılçıplak düşüverdi. O ağlaması, üzgün ve nedamet dolu bakışları birden kayboldu. Sanırım korkmuştu da. Dehşetle yüzüme bakıyordu.. öyledir zaten, boşuna dememişler; uysal atın çiftesi pek olur, diye. Benim kızgınlığımda geç ama şiddetli olmuştu. Kendimi tutamasam, üstüne yürüyecek,.uzun saçlarını acıtırcasına kavrayarak, belki suratına iki tokat da yapıştıracaktım. Gene de yapımın genel karakteri baskın çıkmıştı; kadına el kaldırmaya müsait değildim. Hayatım boyunca ilk defa bir kadına bu denli haşin davranmış, yatağımdan tutup fırlatmıştım. Şaşkınlığını çabuk atlattı. Tek kelime etmeden yatağa girmeden önce sırtından çıkarıp yerlere attığı iç çamaşırlarını toplamaya, pantolonunu ve siyah penyesini kaldırmaya çalıştı.
Henüz öfkemi tam olarak yenememiştim. Rast gele bağırıp çağırmaya, tahkir edici sözlerle içimi boşaltmaya devam ediyordum. O sırada neler söylediğimin de pek farkında değildim. Bir yandan da hışımla onu süzmeye devam ediyordum. Neyse ki toparlanıp yatak odamdan çıkması uzun sürmedi.. İyi ki de, öyle oldu.. Yoksa o andan itibaren içimde kaynaşmaya başlayan duygularımı anlatmaya çalışsam, belki beni bağışlamaz, bu ne kişiliksiz, ne zayıf karakterli adam, diye dudak bükersiniz. Ama heyhat, gerçek buydu!.. Berrin, korkarım ruhumu esir almıştı. Otuz beş yıllık ömrümde ilk defa yaşıyordum bu acizliği; o güne değin, hiç tatmadığım, hiç bilmediğim ve de hiç yaşamadığım bir çöküştü bu.. Sakın beni cinsel arzularına yenik düşmüş, kişiliğini cinselliğin yönettiği, zayıf ve iradesiz biri sanmayın. Seksin insan yaşamındaki önemini ve rolünü tabii ki kabul ediyorum, ama o an içinde bulunduğum ruh haletini ifadem cidden müşküldü. Hiddetim geçmiş miydi? Kuşkusuz ki, hayır! Ateş püskürüyordum daha.
Ne var ki, yeniden, o yerden eşyalarını toplarken içimde oluşan arzuları da saklamam, itiraftan kaçınmam, samimiyetsizlik olurdu. Daha uzun ve ateşli bir sevişmeyi yeni bitirmiş, doruklara ulaşarak tatmin olmuş ve rahatlatıcı bir uykuya hazırlanıyorduk. Benim için o, şeytanın ta kendisi, cinselliğin kadında toplanmış en ifrat sembolüydü. Yatakta da çıplaktı. Fakat alelacele eşyalarını toplarken onun çırılçıplaklığını ilk defa yatağın dışında görüyordum. Belki de o yüzden ağzımdan çıkan son cümlelerin ne olduğunu şimdi hatırlamıyorum. Çünkü o müthiş doyuma rağmen yine onu, arzuluyordum. Bunu anlamam ben de yıkıcı ve şaşırtıcı bir 2 etki yaratmıştı. Davranışından dolayı onu suçluyordum şüphesiz, ama şimdi kendimi de lanetliyor, utanıyor ve yerin dibine geçiriyordum. Bu denli zayıf olduğumu ilk defa anlamıştım. Bir ara arkasından, yeniden, "Defol!" diye bağırdığımı hatırlıyorum; ama bana sorarsanız, "Gitme, lütfen geri gel" demek gibi bir şeydi bu.. Hızla yatak odasının kapısını çarptı ve çıktı.. Öylece kalakaldım. Durgun ve sessiz. Omuzlarım çöktü. Bekledim. Berrin'in geri dönmesini bekledim. Sokak kapısı henüz açılıp kapanmamıştı Muhtemelen dışarıda giyiniyordu..
Biliyordum, artık bir daha geri dönüş olmazdı. Elimize geçen ikinci fırsatı da iyi kullanamamıştık. Ayakta sallandım birkaç defa. Belki hâlâ bir şansım vardı. Evden çıkmadan oda kapısını açıp peşinden gitmek ve onu koridorda yakalamak. Ama sonra ne yapacaktım? Diz çöküp, beni terk etmemesi için yalvaracak mıydım? Başka bir erkeği sevdiğini en olmayacak anda itiraf eden bir kadın karşısında ayaklarına kapanıp özür mü dileyecektim? Hayır, bu edemezdim.
kadar
Zaten hiddetim titriyordum..
gururumdan
mâniydi.
fedakârlık
Hırsımdan
hâlâ
Kararsızlık içinde bocalarken sokak kapısının kapandığını duydum. Berrin gitmişti, hem de sonsuza kadar. Onu artık bir daha göremeyeceğimi anlamıştım.. Ertesi gün iş yerimde ki halimi tahmin edebilirsiniz sanırım. Yüzümden düşen bin parçaydı. Somurtuk, konuşmayan, herkese çatmak için bahaneler arayan, hırsını alâkasız kişilerden çıkarmaya çalışan biri..
İş yerindeki ortaklarım ve personel de halimdeki garipliği anlamıştı tabii. Ne var ki şirketteki en büyük hisseye sahip olduğum için patron sıfatına haizdim ve kimse, halimdeki garipliği sezinlemelerine karşın, ağızlarını açıp bir şey sormaya cesaret edemiyordu. Ne yazık ki asıl hışmıma da avukat Nejat uğradı.. Akşama doğru saat beş sularında odamın kapısı vuruldu, sert bir sesle, "Girin" dedim. Baktım, boynunu içeri uzatmış, düşünceli bir eda ve asık suratıyla aralıktan, "Ağabey biraz konuşabilir miyiz?" diye sormuştu. Hal ve tavrından yeni bir aksiliğin zuhur ettiğini anlamıştım. Anlayış gösterip, vaad ettiğim gibi yardımcı olacağıma, içimdeki hiddeti boşaltacağıma inandığım yeni bir vesilenin doğmasından âdeta sevinmiş gibi hışımla, "Ne var?" dedim. Kaşlarım çatık, bakışlarım berbattı her halde. Önce bir irkildi, sonra o da aynı kararlılıkla kapıyı itip içeri girdi ve tam masamın karşısında durdu ve bir solukta içini boşalttı. "Kararlıyım ağabey, bu defa kesinkes senin işlerine bakmaktan vazgeçtim" dedi.
"Nasıl istersen, umurumda mı sanki" diye bağırdım. "Başkasını bulurum, o işi almaya can atan yüzlerce avukat var. Hemen yarın bir azilname çıkarırım." Bu fevri davranışım karşısında hayretle yüzüme baktı. Haksızlık ediyordum tabii, esasta iyi ve anlayışlı çocuktu, çalışkandı da. Benim yaptığım düpedüz kabalıktı; fakat sinirlerim öyle gergindi ki, mutlaka birisine patlamam, içimi boşaltmam lâzımdı. Millete astığım surat, verdiğim ters cevaplar bana yetmemişti. "Ağabey neyin var senin?" diye sordu. "Bir bokum yok" dedim. Başını iki yana salladı. "Seni tanırım ağabey, bir şeye fena halde sinirlenmişsin sen. Asla böyle davranmazdın, ilk defa ağzını bozduğunu görüyorum." "Uzatma" diye gürledim. "Bu güne kadar yaptığın hizmetler için ne ödemem gerekiyorsa söyle, hemen çekini ödeyeyim." Bir süre daha beni inceledi. Sonra alttan alan yumuşak bir sesle mırıldandı. "Niye işi terk etmek istediğimi sormayacak mısın?"
"Hayır" dedim. "Ama ben, yine de söyleyeceğim." "Hiç gereği yok. İstemiyorsan, olay kapanmıştır. Mesele bu kadar basit." "Pek o kadar basit değil. Seni uyarmak zorundayım. En azından bu benim meslek prensiplerimin gereği." "Ne geveleyip duruyorsun ağzında?" "Karşı taraf bana bir teklifte bulundu." "Ne teklifi?" Omuzlarını silkti Nejat. "Kısaca şöyle özetleyebilirim. Onlarla anlaşıp senin aleyhine çalışmamı istediler." Bir an duraladım. Bir bu eksikti. Sinirlerimin böylesine laçka olduğu bir günde başıma yeni bir dert daha açılacaktı galiba. "Merve mi yaptı bu teklifi?" "Hayır ağabey, avukat Mehmet Ali Bey.." "Yaaa!" diye söylendim. "Şu fabrikayı ucuza satmam için beni ikna etmeni mi istedi?" O gergin halimize rağmen Nejat dayanamayıp güldü.
"Hayır ağabey, bin yıl kalsan aklına gelmez. Hayretten şaşarsın." "Ne dedi, söylesene!" "Merve hanımla aranı yapmamı istedi, yani evlenmenizi sağlamamı." Pes doğrusu, diye homurdandım içimden. Yaşlı avukatın işi bu ölçüde ileri götürecek kadar soysuzlaşacağını hiç mi hiç düşünememiştim. "Herifin ağzının payını vermedin mi?" diye sordum. Nejat bir an düşündü, sonra yine başını iki yana olumsuzca sallayarak, "Hayır, ağabey" diye mırıldandı. Bu kez biraz şaka yollu, "Neden ulan? Sana her türlü temsil yetkisi vermedim mi?" diye durumu yumuşatmaya çalıştım. Oğlana haksızlık ettiğimi biliyordum. Gözlerimin içine bakarak biraz daha masaya yaklaştı. "Benim anlamadığım yaşlı meslektaşımın bu isteği değil" dedi. "Ya nedir?" "Senden ne bekledikleri?" "Hâlâ musun?" "Korkarım, anlamıyorum."
anlamıyor
"Çok safsın be Nejat! Öyleyse ben söyleyeyim; babamdan kalan mirasın tamamını ele geçirmek istiyorlar. Asıl amaçları bu.." "Emin misin?" "Şüphen mi var? Eminim tabii.." "Ben senin kadar emin değilim bu konuda." Yine bozuk bir edayla homurdandım. "Anlaşılan insanları iyi tanıman için daha kırk fırın ekmeğe ihtiyacın var." "Ama senin de bilmediğin bazı şeyler var." Kaşlarım çatıldı davranmaya gayret
yine.
Nejat'a
anlayışlı
etmiştim ama üstüme üstüme geliyordu ve zamanlaması çok 5 yanlıştı, zira bu gün çok sinirliydim. "Neymiş o?" dedim. "O ikisinin bir dolaplar çevirdiği ve aralarında bir anlaşma olduğu muhakkak ama meseleyi tamamen anlamadıkça da haksızlık etmeyelim. Merve hanım tahmin ettiğin kadar kötü bir insan değil." "Sen onu külahıma anlat. Senin gibi saf birini bulmuşlar, kandırmaya gayret ediyorlar, bak daha şimdiden seni ele geçirmek, saflarına
çekmek için yaklaşımda bulunmuşlar bile." "Haksızlık etme, işe başlar başlamaz Mahir'le birlikte ilk önce, son beş senelik muhasebe kayıtlarını, karar defterlerini, bilançoları tetkike aldım." Hemen sözünü kestim. "Mahir'de kim? Öyle birini tanımıyorum." "Tanımazsın tabii. Bilgisin| çok güvendiğim hesap uzmanı bir arkadaşımdır." "Ee, ne buldunuz?" Nejat sırıttı. "Belki şaşacaksın, ama sürprize hazır ol. Senin rahmetli peder son yedi yıldır şirketin semtine bile uğramıyormuş. Buna karşın o süre içinde holding inanılmaz ölçülerde büyümüş ve güç kazanmış." Biraz şaşırır gibi olmuştum. Yine de bozuntuya vermedim. "Olabilir" dedim. "Babam ne de olsa yaşlı biriydi ve kalp hastasıydı; şirketlerini tek başına yönetecek hali yoktu ya.." "Evet ama bu yedi yıl içindeki büyüme hızını babanı temsilen işleri yürüten Merve hanım sağlamış ve başarı tamamen ona ait. Kadın hârika bir yönetici."
"Yine karşıma onu methetmeye mi geldin?" diye söylendim. O da, "Hayır" diye karşılık verdi. "O halde?" "Başka bilmediğin hususlar da var?" "Söyle de rahatla.." "Evet, söylemek zorundayım. Ama bunu nasıl açıklayacağımı kestiremiyorum." "Merak etme" diye hırladım. "Üstüne çullanacak değilim." "Tamam öyleyse.. Şimdi hazır ol gerçeği öğrenmeye. Şayet bu gün bu kadar zengin ve varlıklıysan bu biraz da Merve hanımın sayesinde olmuş." Nejat'a söz vermiştim ama hakikaten üstüne çullanabilirdim. "Ne demek istiyorsun yahu?" diye bağırdım gür bir sesle. "Şayet zenginsem bu babamdan kalan mirastır. Yani babamın zenginliğinin artışını da Merve'nin başarılı yönetimine mi bağlayacaksın?" "Kuşkusuz öyle, ama asıl kastettiğim husus o değildi." Bu defa ne halt yumurtlayacak diye ağzının içine baktım. Nejat yutkundu.
"Arkadaşım Mahir incelemeleri sonunda üretilen kârların bir şekilde senin miras hissene ait olan şirketlere kaydırıldığını saptadı." "Eee, ne var bunda şaşılacak?" "Ama bunu bizzat Merve hanım yapmış. Bu sana biraz garip gelmiyor mu?" Durakladım önce. "Öyleyse mutlaka bir pislik vardır" diye homurdandım sonunda. "Yani muhasebe kayıtlarına göre bir usulsüzlük mü mevcut?" "Beni öyle şartlandırdın ki, tıpkı ben de senin gibi düşündüm. Daima seni kendisine rakip gören bir kadın, niye böyle yapsın, dedim. Üstelik kocası şirketlerin tekmil idaresini kendisine devretmişken. Ama Mahir işinde çok yetenekli ve uzman biridir; kesinlikle usulsüzlük ve yasalara aykırı bir durum yok, dedi." Duyduklarım biraz midemi bulandırmıştı. Merve'nin bu davranışını anlayamıyordum. Tekrar, "Emin misin?" diye sordum. "Kesinlikle" dedi. "Zaten bu yüzden de işi bırakmak istiyorum."
"Anlayamıyorum, bırakıyorsun?"
neden?
Niçin
işi
Sonunda karşımdaki koltuğa yorgun bir şekilde oturdu. "Bak ağabey" dedi. "Sana daha öncede söyledim; ben avukatım, şirket idareciliğinden anlamam. Mahir'in bütün bu tespitlerine rağmen orada senin aleyhine bir dolapların döndüğü muhakkak. Merve hanımla o yaşlı avukat bir şeyler döndürüyorlar ama ben anlayamıyorum. Şunu aklım kesti, seni temsile devam edersem sanırım yararlı olamayacağım, ya işlerin başına sen geç, ya da anlayan birini bul.." Nejat'ın isteği çok iyi niyetle dile getirilmişti. Tamamen halisane ve dostçaydı. Düşünmek zorundaydım. "Seni endişelendiren tek nokta anlamaman mı?" diye sordum.
olanları
"Hayır, Mahir bana yardımcı oluyor, mali ve muhasebe tekniğiyle ilgili yetersizliğimi onun vasıtasıyla kapatıyordum, ama yaşlı avukatın bu günkü teklifi iyice midemi bulandırdı." "Merve ile evlenmemi istemesi mi?"
Başını salladı. "Evet. Belli ki kadın da istiyor bunu. Ama neden? Hiç anlam veremiyorum. Anlamadığım bir şeyler oluyor.." Koltuğuma yaslandım, düşünmeye devam ettim. Sigara içmediğim halde çok nadir tellendirdiğim purolarımdan birini yaktım, bir tane de Nejat'a uzattım. Odam az sonra yoğun puro dumanıyla doldu. "Galiba aklıma bir şey geliyor" diye fısıldadım. "Nedir o?" "Şayet onunla evlenirsem, daha doğrusu onların isteğini kabul edersem, o kahrolası kadın bir şekilde yani karım sıfatını kazanarak, benim şirketlerime aktarılan paralar üzerinde de tasarruf imkanını bulur. Sanırım evliliği istemelerinin sebebi bu." "Saçma" dedi Nejat. "Neden?" "öyle olsa altı yedi senedir bu kadın neden durmadan sana kalacak şirketlere para aktarsın ki? Daha işin başından itibaren buna engel olur, ya da böyle bir şeye hiç kalkışmazdı." "Bilemeyiz yoldaydı."
ki,
belki
babamın
direktifleri
o
"Hayır, ağabey. Çok net bir şekilde saptadım, yedi seneden beri baban yönetimden tamamen çekilmiş, sadece hisseleri mevcut. Hiçbir idareye karışmamış. Hatta şirketlere uğramamış bile." Aklım iyiden iyiye karışmıştı. Etrafımda neler döndüğünü hâlâ anlamıyordum.. İşin hazin yanı, avukatım da anlamıyordu... O görüşmemizde Nejat’ı zar zor görevine devamı için ikna edebilmiştim. Aslına bakacak olursam umduğumdan da iyi çalışıyor, gayret gösteriyordu; onun sayesinde babamdan intikal eden şirketlerle uğraşmaktan ve Merve denen o uğursuzun yüzüne katlanmak külfetinden kurtuluyordum. Olaysız bir on gün daha geçirdim. Zaman en iyi ilacımdı. Biraz daha sakinleşmiş, yaşama yeniden uyum sağlamıştım. Berrin'i tam olarak hafızamdan silebildim mi? Tabii ki, hayır. Ne var ki, bu kere tüm benliğimi bir nefret duygusu kaplamıştı; hatta yapay bile olsa için için seviniyor, Allah'tan gerçeği zamanında öğrendim, diye memnun oluyordum. Şayet o ikinci itirafı birlikte olduğumuz sabah
yapmasa, belki de asla ondan bir daha kopamaz ve hayatım tam bir cehenneme dönüşürdü. Aslına bakılacak olursa, şimdi de ot gibi yaşıyordum. İşim ve evim. Hayatım bu iki yer arasında geçiyordu. Eğlenmeyi, insanlar arasına karışmayı bırakmıştım, o geceden sonra da ağzıma tek kadeh içki koymadım. Orçun'la Nilay'a da biraz kırılmıştım, beni bir kerecik olsun arayıp sormamış, en azından o geceden bahsetmemişlerdi. Gerçi onların davetlisi olduğum için yarattığım skandaldan dolayı mahcuptum, ama yine de eski arkadaşımın bir telefon ederek durumumu sormasını beklemiştim doğrusu.. Sonraki günlerin birinde garip bir rastlantı oldu. Sirkeci'deki iş yerime yakın bir lokantada dalgın bir şekilde öğle yemeğimi yerken, birden masamın önünde bir karaltı belirdi. Bakışlarımı gayri ihtiyari önümde duran gölgeye çevirdim. Karşımda Merve duruyordu. Çok şaşırmıştım, hatta biraz da aptallaştım. Hiç karşılaşmayı ummadığım biriydi. Yapay da olsa gülümsedi. "Ne hoş bir tesadüf! İş ortağımın masasına oturabilir miyim?" diye sordu. .
Hiç de hoş bir tesadüf değildi. Onunla bu beklenmedik karşılaşmadan dolayı memnun değildim. Ama o an ne yapabilirdim ki? Hayır, oturamazsınız diyecek hâlim yoktu her halde.. Zaten cevabımı beklemeden iskemleyi çekip oturdu. "Nasılsınız, Attila Bey?" dedi. İlk defa onunla bu kadar yakın oluyordum. Eni kırk santimi geçmeyen yemek masasının karşı tarafındaydı. İrkilmiştim, ama elimden geldiğince fazla şaşkınlık göstermemeye çalıştım. Ne de olsa medeni ve kültürlü bir insandım. Karşımda nefret ettiğim, can düşmanım da olsa görgü kurallarının dışına çıkamazdım. Ayrıca burası umuma hizmet eden bir lokantaydı ve dilediği yere oturabilirdi. "Teşekkür ederim" dedim. "Ya siz nasılsınız?" "Ben de iyiyim." Ağustos ayının son haftasındaydık. Hava bunaltıcı derecede sıcaktı. İlk dikkatimi çeken şey Merve'nin etrafa yaydığı hoş parfüm kokusu oldu. Kokuyu bu kadar yakından gayet iyi alabiliyordum. Galiba o nedenle de irkildim ve dikkat ettim. Babamın karısı, üniforma gibi kullandığı, kapalı,
mazbut, işkadını giysisinden, o mahut tayyörlerinden kurtulmuştu bu gün. Sırtında, düz renk, ipekli bir elbise vardı. Yine koyu rengi tercih etmişti, ama beni asıl şaşırtan o erkeksi tavırlarını bırakıp normal bir kadın gibi hareket etmeye başlamış olmasıydı. Bir şey daha fark ettim. Gülümsediği zaman o sevimsizliği tamamen kayboluyordu. İster istemez düşündüm; acaba daha önce onu tebessüm ederken hiç görmemiş miydim? Galiba görmemiştim, çünkü her karşılaşmamızda sinir ve gerginlikten yüzlerimiz hep asık oluyordu. Biraz daha dikkat ettim. Saçları kumraldı, gür ve kalın telli. Göz rengi de elaya çalıyordu. Asıl hayret edilecek yanı, yakından bakıldığında inanılmaz derecede genç görünmesiydi. Yaş tahminini pek beceremezdim, ama o an bana taş çatlasa, yirmi beşinde gibi göründü. Bu yaştaki bir kadının koca bir holdingi çekip çevirmesi şaşılacak şeydi. Nejat'ın yanıldığını sanmıyordum, bir de yedi sene evveline gidersek, babamın işlerinin başına geçtiğinde çocuk yaşta olmalıydı. On sekiz, bilemediniz on dokuz yaşında, inanmak gelmiyordu içimden, lâkin gerçek buydu. Gözlerim elbisesinin boyun dekoltesine kaydı.
Boynu ince ve uzun, cildi de çilliydi. Hafif makyaj da yapmıştı. Galiba ona olan husumetimden haksızlık yapmıştım. Şimdi dikkatlice bakınca daha iyi fark ediyordum; hiç de o kadar çirkin biri değildi. Gerçi kısa boylu ve belli belirsiz sırtı biraz kamburumsuydu ama fazla dikkat çekmiyordu. Biraz fazla incelediğimi hissedince hemen toparlandım, bunu anlamasını kesinlikle istemezdim. Hele o hain beyninde benimle evlilik düşüncesi dolaşırken. Yanlış anlamaya kalkabilirdi. Üstelik zeki bir kadın olduğunu da biliyordum. Hâla kafamın almadığı, babamın neredeyse torunu olabilecek yaştaki bir kadınla neden evlenmeye kalkışmasıydı. Düşüncelerim hep bu nokta da düğümlenip kalıyordu. Kaç kere beynimi patlatırcasına hep bu konuyu düşünmüş, tatmin edici bir neticeye varamamıştım. Bir erkek, bu yaştaki bir kızla neden evlenmeye kalkardı? Hele yaşı yetmişe yaklaşırken.. Bazı yaşlı erkeklerin genç ve körpe kızlara olan düşkünlüğü bilinen bir gerçekti, her halde bizim peder de Merve'ye abayı yakmış ve sonunda iş evliliğe kadar gitmişti. Bana cinnet gibi geliyordu, ama bunu bir de
babamın ağzından dinlemek isterdim doğrusu. Belki haksızlık ediyordum; Merve asla tipim değildi, yüzüne bakılmayacak biri olmasa da, ben de en ufak bir heyecan uyandıramazdı ama belli ki peder abayı yakmıştı. Her halde toplumdan ve benden utandığı içinde evliliğini hep gizli tutmuştu. Bulunduğumuz lokanta, self-servis hizmet veren bir yerdi. Tepsisindeki yemeklere götüm takıldı. Döner, biraz patates püresi ve kazandibi muhallebi seçmişti. "Eh, beni tetkikiniz bittiyse biraz konuşalım" dedi. Hafifçe kızardım tabii, dikkatli ve iyi bir gözlemci olduğunu unutmamalıydım. Yine de utanarak inkâr cihetine gitmedim. "Ne konuşacağız?" diye sordum ilgisizce. "İş mi?" "Hayır!" dedi. "O konuları temsilciniz avukat Nejat beyle tartışıyoruz zaten." "O halde geriye konuşacağımız bir şey kalıyor mu?" Yeniden gülümsedi. "Tabii" diye mırıldandı. "Siz kabul etmeseniz de, değiştiremeyeceğimiz bazı gerçekler var?" "Ne gibi?"
"Hâla babanızın dul karısı sıfatını taşımam gibi." Yüzüne dik dik baktım. "Sinirlenmeyin" dedi mütebessim bir eda ile. "Artık bazı gerçekleri sizinle konuşmanın, hatta gerekirse tartışmanın zamanı geldi de geçiyor bile. Fazla hissi davranmanın hiç anlamı yok." "Ne demek istiyorsunuz?" "Meselâ bu karşılaşmamız bir rastlantı değildi. İş günleri genellikle burada yemek yediğinizi biliyordum. Buraya sizinle konuşmak için geldim. Üstelik bu ilk gelişim de değil. Üç gündür öğle yemeğine bu lokantaya geliyorum ama sizi ancak bu gün yakalayabildim." "Öyle mi?" diye manidar bir şekilde sırıttım. "Bu kadar külfete ne gerek vardı. Bir telefonda edebilirdiniz; her halde yüzünüze kapatacağımı düşünmemişsinizdir." "Bazı şeyler yüz yüze konuşulmalı, telefonla olmaz." "Bazı şeylerden kastiniz nedir?" "Örneğin şu evlenme konumuz." Az kaldı çatalımın ucundaki lokmayı düşürecektim. Elim titredi bir an. Konuya bu kadar rahat ve pervasızca girmesine şaşıp kalmıştım. Ne diyeceğimi düşünmeye çalışırken o rahatça devam etti.
"Telaşlanmanıza gerek yok. Zira böyle bir evlilik asla olmayacak. Çok üzgünüm ama bu fikir rahmetli babanızındı. Size garip geldiğini biliyorum, çünkü ben de ilk duyduğum zaman tüylerim diken diken olmuştu." Manidar bir şekilde yüzüme bakmaya devam ediyordu. Her halde tepkimi ölçmek niyetindeydi. Çatalın ucundaki lokmayı güçlükle ağzıma attım, daha ziyade ne cevap vereceğimi düşünmek için zaman kazanmaya çalışıyordum. Galiba yüzüm kızarmıştı utançtan. "Aslında bulunduğumuz yer böylesine ciddi ve önemli bir konuyu müzakere etmek için hiç de uygun değil, ama ikimizde normal şartlar altında bir araya gelemiyoruz. Önce çok kısa olarak size evliliğimi özetlemek zorundayım. Bu garip izdivacın nedenlerini bilmek sanırım hakkınız." Âdeta bir refleks gibi karşı çıktım. "Hayır, bilmek zorunda değilim, siz de anlatmak zorunda değilsiniz." "Yine de gerçekleri bilmenizde yarar var. Benimle evlenmeyi babanız istedi. Çok şaşırdım, ilk duyduğumda inanamadım, bana kesinlikle kabul edilemez bir teklif gibi geldi. Reha Bey babam yaşındaydı. Tabii tepki gösterdim. Güldü,
beni karşısına aldı, kızım bu senin bildiğin evliliklerden biri olmayacak, dedi. Daha da şaşırdım. Ne demek istediğini anlamamıştım. Üniversiteyi yeni bitirmiş, babanızın şirketlerinden birine girmiştim, işini seven, bilgili ve çalışkan biriydim. Kısa zamanda sivrilmiştim. Benden ve mesaimden çok memnundu." Bir iki saniye durdu ve geçmişin sisli anılarına dalar gibi düşündü. Bu arada ben de onu incelemeye devam ediyordum. Aslında oldukça zor bir durumdaydım ve bu konuşmanın nereye varacağını bilmek istiyordum. Ona kesinlikle güvenmediğim bir gerçekti ve hâlâ vereceği izahatında altında bir bit yeniği aramaktaydım. Bakışları önündeki tepsiye yoğunlaştığı için rahatlıkla seyredebiliyordum. Yine de ilk defa içimde bir acıma hissi doğar gibi oldu. Bu kadının geçmişini, nasıl bir aileden geldiğini bilmiyordum, belki de zorlukla tamamlanan bir üniversite eğitiminin yarattığı bunalımlar, ya da ailesinden gördüğü baskılar karşısından babamın teklifi ona bir kaçış, bir kurtuluş olarak görünmüş ve evlilik teklifine peki demişti. Sabrettim, sonuna kadar dinlemeye karar verdim.
Ne kaybederdim ki!.. Bakışlarını tekrar yüzüme çevirdi. "Rahmetli kocamın teklifi o an bana hem çirkin hem de çok tuhaf gelmişti. O tarihte tabii şimdikinden çok daha genç ve tecrübesizdim. Normal dışı bir evliliği kabullenmekte çok zorlanıyordum. Ben de o sıralar her genç kız gibi beynimde şekillendirdiğim, aşka ve seveceğim bir erkeğe bağlı, uzak da olsa normal bir evliliğin hayali içindeydim. Lâkin babanızın teklifinin inkâr edilmez bir yanı da vardı kuşkusuz. Bir anda zengin bir kadın olup, refaha ve lükse kavuşacaktım. Parlak geleceğin ihtişamı bir anda gözlerimi kamaştırdı. Önünde sonunda bir karar vermek zorundaydım, lâkin hâlâ anlamadığım nokta babanızın neden böyle bir şeye baş vurduğuydu. Kararımı bildirmeden önce bana her şeyi anlatmasını ve bu garip izdivacın nedenlerini bilmek istediğimi söyledim. Babanız çok dürüst ve açık sözlü bir adamdı. Bana çok şaşıracağım bir açıklama yaptı." Dikkatle gözlerinin içine baktım Merve'nin. İlginç bir şey çıkacağını tahmin ediyordum. "Meğer evliliğin ana hedefi sizmişsiniz." Hayretle yüzüne baktım. Bir şey anlamamıştım.
Şaşkınlığımı görünce gülümsedi. "Evet," diye fısıldadı. "Babanız beni kendisine değil, size seçmiş." "Ne!" diye homurdandım sertçe.. "Hayatımda hiç bu kadar komik bir şey duymadım." "Haklısınız, ama gerçek böyle." "Çıldırdınız mı siz? Babamın bu kadar saçma ve anlamsız bir şey düşüneceğini tahmin edemiyorum. Yalan söylüyorsunuz. Yani kendi karısını ölümünden sonra bana peşkeş çekip, miras olarak mı bıraktı? Aman Allah'ım!" Merve gayet sakindi. Hiçbir tepki göstermedi. Sonra usulca fısıldadı. "İnanmak istemiyorsunuz tabii. Dedim ya, inanamamakta haklısınız.. Fakat babanızın aldığı bu kararın gerçek nedenleri siz de yatıyor." Yine ne demek istediğini anlamamıştım. "Ben de mi?" diye sordum." Tasdik edercesine başını salladı. "Son on beş sene içinde babanızla yaşadığınız ihtilâfların nedenlerini hiç düşündünüz mü? Reha Bey'in neden sizden ürktüğünü hiç aklınıza
getirdiniz mi? Ve sonuçta niye böyle bir yola başvurduğunu?" Hemen gerilerek sinirli bir şekilde karşılık verdim. "Bunlar çok şahsi konular, sadece babamla benim aramda ve de sadece bizi ilgilendirir Merve hanım." Merve hırçınlığım karşısında bozmadan karşılık verdi.
ölçüsünü
"Beni de.. Unutmayın, ben de bu ailenin bir ferdiyim artık ve Şahin soyadını taşıyorum, siz kabul etseniz de etmeseniz de, gerçek bu. Söylediğim gibi babanız aslında size inanılmaz bir servet bırakırken, bir yandan da gelecekteki yaşantınızı ipotek altına almak istiyordu. Sizinle evlenmem şart koşulmuştu. " Asabi bir şekilde sırıttım. "İyi de neden?" "Hâlâ anlamadınız mı? Mirasını emin ellere bırakmak ve çarçur edilmesini önlemek istiyordu. Zira bana güveni tamdı ve sizin ticaret hayatında^başarıya ulaşacağınıza inanmıyordu." Yine manidar şekilde gülümsemeye ettim. "Yok canım!" dedim.
devam
Sert bir şekilde yüzüme baktı. "Kocam haklıydı. Bunun en bariz açıklaması da şirketinizin bu günkü hâli." "Ne varmış şirketimde?" diye hırçınlaşarak sordum. "Bunun cevabını siz verin. On yılda ne kadar ilerlediniz? Kârlılığınız nedir? Bu şirket benim elimde olsaydı bu gün hangi seviyeye geleceğini düşündünüz mü hiç?" "Kendinizi bu kadar becerikli ve yetenekli migörüyorsunuz? Benim çalıştığım piyasa hakkında hiçbir etüdünüz var mı? Siz kendinizi ne sanıyorsunuz?" Tabii yine sinirlenmeye başlamıştım. Merve küstahlaşıyordu. Hiç istifini bozmadan cevapladı beni. "Evet, iş kolunuzda uzun bir inceleme yaptım. Tabii kendi arzumla değil; kocam geçen sene benden böyle bir istekte bulunmuştu. Üç ay kadar uğraştım. Hatta detaylı bir rapor hazırlayarak kendisine verdim. Yanılmıyorsam o da sizinle bu konuyu tartıştı." Birden dona kaldım.
Hatta dehşetle ürperdiğimi söyleyebilirim. Olayı hatırlamıştım. Yanılmıyorsam sekiz dokuz ay kadar önce bir gece babam beni Levent'teki eve çağırmış ve iş durumum hakkında birlikte yediğimiz nadir yemeklerden birinde, durumu müzakere etmiştik. O sırada babamın nasıl olup da, bu konularda bilgi sahibi olduğuna şaşırıp kalmıştım. Bana çaktırmadan ithalat rejiminin aksaklıklarından bahis açmış, neler yapmam konusunda tavsiye ve telkinlerde bulunmuştu. Ben ise hiç üzerinde durmamıştım; bir doktor ithalat rejiminin girdisini çıktığını ne bilir, diye geçirmiştim aklımdan. Demek durum hiç de düşündüğüm gibi değildi. "Babama o bilgileri siz mi vermiştiniz?" diye kekeledim. "Artık bunların önemi yok." dedi. "Şunu gayet iyi bilmenizi istiyorum. Ben elimden geleni yaptım, babanızın bütün arzularını yerine getirdim. Holding inanılmaz süreçte bu günkü halini aldı ve devleşti. Fakat...." "Devam edin." "Ne yazık ki, kocamın asıl isteğini yerine getiremeyeceğim. Yani sizinle evlenmem söz konusu olamaz. Doğrudur, ona bu isteğini de yerine getireceğime dair söz vermiştim. Lâkin
siz de takdir edersiniz ki, bu ikimiz için de gerçekleşmesi mümkün olmayan ham bir hayal aslında. İkimiz de birbirimizden hoşlanmıyoruz, hatta birbirimizi itici buluyoruz. Bunun için vicdan azabı çekiyorum ama elimden bir şey gelmez. Önceleri bana bir oyun gibi gelen evliliğim Reha beyin ölümüyle birden beni çok rahatsız eden bir hâle dönüştü. Aslında buna evlilik demek ne derece doğru bilmiyorum, sadece şeklen ve kağıt üzerinde yapılmış, neticeleri geleceğe dönük garip bir plandı. Hakkımda lütfen yanlış düşünmeyin, babanızın sağlığında da bu işin yürümeyeceğini ona birkaç defa, kırmadan, onu incitmeden anlatmaya çalıştım, ama o bu konuda çok hassastı, her seferinde lâfı ağzıma tıkamıştı." "Tamam" dedim. "Daha fazla açıklama yapmanıza gerek yok. Konu zaten yeterince tatsız. Kapatalım artık.." "Hayır, kapatamam" dedi. "Asıl konuya henüz girmedik." Bir kere daha merakla yüzüne baktım. Bu konuşmanın bitmesi için can atıyordum. Daha ne diyecekti acaba? "Kısaca söylemek istediğim şu...."
Kelimeler boğazına takılmış gibiydi. Ben ise bir an önce bu tatsız konuşmanın sona ermesini istediğimden sıkıştırdım. "Lütfen acele edin. Zamanım biraz dar." "Fakat bu çok önemli bir konu.. Özellikle de benim açımdan. Hatta hayati diyebilirim." İster istemez ilgilenmiştim. "Hayati mi?" diye fısıldadım. Mahcup bir edayla yüzüme baktı. "Mesele çok basit.. Ben onurlu bir insanım Attila Bey. Babanıza verdiğim sözü yerine getiremedim. Bu nedenle de ondan kalan mirası kabul edemeyeceğim. Bunu hak etmediğime inanıyorum. Niyetim, bana intikal eden mal varlığını avukatlarla konuşup en uygun şekilde size devretmektir." Yine şaşkınlıktan üzereydim.
küçük
dilimi
yutmak
İnanmadım. Bu kadın yeni bir numara peşindeydi sanırım. Resmen ve hukuken muazzam bir mirasa konan hangi insan, bu devirde açıkladığı gerekçe ile böyle bir servete sırt çevirirdi.. Yalan söylüyordu muhakkak.
"Yalnız sizden bir isteğim olacak." Yüzümü inceliyor, tüm dikkatiyle ağzından çıkanların üzerimde yarattığı etkiyi göz bebeklerimde yakalamaya çalışıyordu sanki. Kılım kıpırdamamıştı. En ufak bir tepki göstermemiştim. Şaşırdığını tahmin ettim. Birden sevinçten havalara sıçrayacağımı mı sanmıştı ne!. Ben taş gibi hareketsiz kalmaya devam edince, konuşmak zorunda kaldı. "Hakkımı istiyorum. Yedi sene gecemi gündüzüme katarak Holdingi bu günkü haline ben taşıdım. Babanızın teklifini körü körüne kabul etmem hataydı, Reha Bey beni bir servete boğdu, ona müteşekkirim. Ama şimdi istediğim sadece yedi yıllık emeğimin karşılığı olan ufak bir miktar nakit ve en azından iyi çalışan, kâr getiren şirketlerden birinin bana devri. Hiçbir gayrı menkul istemiyorum. Hâlen Yeniköy'de oturduğum muhteşem yalı da dahil babanızdan intikal eden her şeyi size devredeceğim." Bir an ne söyleyeceğimi şaşırdım. Bu kadın samimi olamazdı...
Masamın üzerinde duran kahvem buz gibi olmuştu. Bir yudum alıp bıraktım. Merve ile yediğim yemekten çıktıktan sonra doğru şirkete dönmüş, odama çekilmiş ve kimsenin beni rahatsız etmemesini söylemiştim. Aklım karmakarışıktı. O kadının söylediklerine direnmiş, inanmak istememiştim. Havsalam hâlâ böyle bir fırsatı nasıl teptiğini almıyordu. Kimse bu fırsatı kaçırmak istemezdi, fakat Merve oldukça kararlı görünüyordu. Tek istediği yedi yıllık emeğinin karşılığı muayyen bir miktar nakit ve kârda olan bir şirketin hisseleriydi. Uzun uzun düşündüm. Ona cevap vermek için süre istemiştim. Her şeye rağmen vicdanım mirası reddedişini kabullenemiyordu. Üzerinde tartıştığımız servet babama aitti, sonuçta onun vereseleri olarak, nihai irade beyanına uymak, istekleri doğrultusunda hareket etmek zorundaydık. Babam ona külliyetli miktarda para pul, şirketlerde hisseler ve gayrı menkuller bırakmıştı, sadece Yeniköy'deki yalı (her ne kadar neresi olduğunu bilmiyorsam da) tek başına büyük bir servetti, öyle olması gerekirdi. Az evveline kadar nefret ettiğim, ahlâksız ve
fırsatçı bir kadın olarak gördüğüm Merve'ye hani neredeyse şimdi acımaya başlamıştım. Bazen içimdeki şeytan beni yeniden uyarıyor, sakın aldanma, bu işin içinde bir numara var, diyordu. En iyisi biraz daha beklemeli, enine boyuna düşünmeliydim. Acele etmeye hiç gerek yoktu. Bu arada size söylemeye unuttuğum ufak bir nokta daha vardı. Hem kararımı öğrenmek hem de aslında bana ait olduğunu iddia ettiği muhteşem yalıyı görmem için hafta sonu beni davet etmişti. Şayet doğruysa, yalıda cumartesi gecesi ufak bir parti de verecek ve bu arada, babamın da dostu olan iş çevrelerinden bazı önemli kişileri de davet edecekti. Hâlâ yalan söylüyor olamazdı. Bu isteğinden kesinlikle dönüş yapamazdı artık. Ok yaydan çıkmıştı. Şayet bu uygulamaya çalıştığı yeni bir plansa, bir daha yüzüme nasıl bakardı.. Kim bilir, belki benle gerçekten evlenmeyi ummuştu. Babam böyle bir istek ve şart ileri sürdüğüne göre, mutlaka merak edip daha önceden beni gizlice görmüş ve beğenmiş olabilirdi. Hatta gizli gizli gönül vermiş de olabilirdi. İçim cızlar gibi oldu. İnsanın sevdiğine kavuşamamasının ne denli bir azap olduğunu çok iyi biliyordum.
İnanmakta zorlanacaksınız ama bir an onunla evlenmeyi dahi aklımdan geçirdim. Tabii, sadece bir an; çok kısa bir süre. Ona acımanın getirdiği birkaç saniyelik üzüntü sonucu. Kesinlikle yapamayacağım bir şeydi. Merve bir kadın olarak en ufak bir heyecan uyandırmıyordu bende. Tipim değildi bir kere, ayrıca sırf mantığa dayalı evliliklere katlanacak bir adam değildim. Evlilik bir oyun değildi kökünde karşılıklı sevgi, saygı ve bedensel haz olmalıydı. Onun ne fizyonomisinden, ne de ruh yapısından hoşlanmamıştım. Bu fikri gülümseyerek hemen kafamdan attım. Beni üzüntüye sevk eden hususlardan biri de babamın hareket tarzı oldu. Şimdi daha iyi anlıyordum; demek hayatı boyunca bana güvenmemiş, beni yeteneksiz ve başarısız kabul etmişti. Tuhaftır ama ölümünden sonra da beni çekip çevirecek, geleceğime yön verecek birinin varlığına ihtiyaç duymuş ve Merve'yi sırf bunun için ayarlamıştı. Bilinçaltı dahi olsa, asıl kızgınlığımın babama yönelik olduğunu şimdi hisseder gibi olmuştum. Zaten son on, on beş senedir hep onunla çekişerek yaşamıştık. Birbirimizi tenkit ederek, fikir ve görüş ayrılıkları içinde yaşamıştık. Fakat sonuç olarak kabul etmek zorundaydım ki, haklı
çıkan, başarıya ulaşan o olmuştu. Ne yapacaktım vermeliydim?
şimdi?
Nasıl
bir
karar
Hoşlanmasam da Merve'nin miras hakkına konamazdım; vicdanım buna el vermezdi/ Uzun uzun düşündüm. Hatta hafta sonuna kadar.. Neticede bir karara vardım. Üzerinde tasarrufa girişeceğim şey babamın mallarıydı ve onun iradesi dışında hareket edemezdim. Zaten isteğinin en önemli kısmını Merve de ben de yerine getiremiyorduk, hiç olmazsa mallarının taksimi hususundaki isteklerini kabul etmeliydik. Cumartesi gecesi yalıdaki davete gitmeye karar verdim. Fikrimi orada Merve'ye açıklayacaktım. Hem evlenmesek de dost kalabilirdik. Ayrıca bu kadar yetenekli bir işkadını ise, bir ölçüde babamın istekleri de yerine gelecek ve mirası istediği kişi tarafından yönetilecekti. Rahatladığımı hissettim birden, sanki üzerimden ağır bir yük kalkmıştı. Berrin'le geçirdiğim o korkunç sabahtan beri ilk
defa içimde bir huzur duyuyordum.. Burası, Agah Sırrı Paşa yalısı diye tanınıyormuş. Bilmiyordum, sonra öğrendim. 1897'de sivil bir Osmanlı paşası tarafından yaptırılmış. Boğaz yalıları hakkında fazla mimari bilgim yoktur, ama sokağa park ettiğim arabamdan inerken ilk gözüme çarpan şey, binanın sonradan bir tadilât geçirdiği oldu. Mimari bilgiden uzak olmama rağmen bu değişiklik hemen gözüme çarpmıştı. Bahçe içinde üç katlı bir yapıydı. Tabii ön cephe denize nazır olduğundan şimdi sadece yalının arka kısmını görebiliyordum. Bahçe fazla büyük olmamakla beraber bakımlıydı. Oldukça yüksek bir taş duvar bahçeyi meraklı gözlerden saklıyordu. Dış kapı cilalı ahşaptandı; üzerinde her ne kadar kocaman bir tokmak mevcutsa da, bunun daha sonra yalının geçirdiği tadilât sırasında orijinaliyle değiştirildiğini düşündüm. Tokmağa ilk vuruşta kapı açıldı. Siyah pantolon, kısa kollu beyaz gömlek giyen, güler yüzlü genç bir hizmetkâr açmıştı. Buakşam burada muhtemelen Yahya Efendiyi de görecektim. Babamın vefakâr ve eski yardımcısını. Kırk sene Şahin ailesine hizmet eden emektarı.. Ne tuhaf, yine bir Şahin'e hizmet ediyordu. Kapıyı açan genç uşak, bana yalıya kadar eşlik etti.
İçerisinin fazla kalabalık olacağını sanmamıştım, ama yanılmışım. Daha şimdiden yalının mermer zeminli girişinde yirmi beş, otuz kişilik bir kalabalık vardı. Afalladım. Bu davetin çok daha basit ve sadece merhum pederin iş muhitinden yakını birkaç dosta inhisar edeceğini sanıyordum. Ayrıca davetlilerin çoğu da smokin ve tuvalet giymişlerdi. Kendi kıyafetimi biraz yadırgadım; gerçi ben de takım elbise giymiş, kravat takmıştım ama buradakiler oldukça şıktı ve onların yanında sönük ve uyumsuz kalıyordum. İçerdeki kalabalığı gözden geçirirken hızla bana yaklaşan Merve'yi fark ettim. Donuk bir tebessümle bana yaklaşıyordu. Sırtında tafta gibi hışırtılı bir tuvalet vardı; koyu renkleri sevdiğinden mi nedir, yine laciverdi seçmişti. Yüzündeki makyaj varla yok arasıydı. Yanıma yaklaşıp hararetle elimi sıktı. "Hoş geldiniz Attila Bey!" dedi. Gelişime gerçekten sevinmiş bir hali vardı, yoksa atlatacağımı, davetine gelmeyeceğimi mi düşünmüştü.. Ben de gülümsedim. "Daha tenha olacağını sanıyordum, meğer epey davetliniz varmış, üstelik hepsi de resmi kıyafetli. Bilseydim, ona göre giyinirdim."
"Hiç önemli değil" dedi. "Onlar sırtınızdakilerle değil, asıl sizinle ilgililer." "Ne demek istiyorsunuz?" Gözlerimin içine baktı. "Pek çoğunu telefon ederek çağırırken sizden de bahsettim. Yani rahmetli eşimin yegane oğlunun da bu toplantıya katılacağından. Yalnız sizden bir ricam olacak." "Buyurun, ne ricası?" Hafifçe kızarıp önüne baldı. "Babanızla evliliğimin özelliğini ve şartlarını, pek tabiidir ki, hiç biri bilmez. Umarım siz de bu konuyu mevzuu etmezsiniz." Bu uyarısı ilginçti. "Hiç kuşkusuz" dedim. "O konu sadece babamla sizin aranızdaki bir sırdır." "Teşekkür ederim" diye fısıldadı. "Anlayış göstereceğinizden emindim. Şimdi sizi misafirlerime tanıştırabilirim artık." "Durun" dedim telâşla. Yine endişeyle yüzüme baktı. "Tanışma faslından önce sizinle bir şey konuşmak istiyorum. Daha doğrusu verdiğim kararı size açıklamam lâzım. Acaba yalnız, baş başa konuşacağımız bir yer var mı?"
Heyecandan kızarıverdi. Her halde aldığım kararı merak ediyor olmalıydı. Birkaç saniye kuşkuyla kıvrandığını hisseder gibi oldum. İtiraz edeceğini, o konuyu daha sonraya bırakalım, diyeceğini sandım, ama o başını eğdi, "Nasıl isterseniz" diye mırıldandı. Önüme düştü, yalının mermerle kaplı zemininde hızlı hızlı yürüyerek sol taraftaki bir odanın kapısını açtı. Peşinden içeriye girerek kapıyı kapadım. Pek büyük bir mekân değildi. Eski Osmanlı zevkine göre döşenmiş, vakti zamanında muhtemelen selâmlık olarak kullanılan bir odaydı. Dar ve ufak pencereler, eski tip perdeler, üzerinde kuş tüyü yastıkların süslediği sedirler yer almıştı. Etrafta fildişi kakmalı sehpalar ve antika bir rahle mevcuttu. Tam ortada da pirinç bir mangal. "Buyurun, sizi dinliyorum" dedi sesi titreyerek. "Teklifinizi düşündüm" dedim. Soğukkanlı olmaya çalışmakla beraber, kalbi duracak gibiydi. Bunu gözlemlememek için kör olmam lâzımdı.
"İsteğiniz bana çok saçma geldi" diye mırıldandım. "Bunu kabul edemem." Sapsarı oldu. "Yani bunca yıllık emeğimin semerini alamayacak mıyım? Bu kadarını da bana çok mu gördünüz?" Gülümsedim. "Beni yanlış anladınız." "Nasıl yani?" "Vasiyetnamedeki hükümlerin aynen uygulanmasını ve babamın sizin için uygun gördüğü her şeyin sizde kalmasını arzu ediyorum. Zaten babamın da isteği buydu. Onun iradesine karşı çıkmak istemiyorum." "Emin misiniz?" "Evet. Düşündüm ve olduğuna karar verdim."
en
doğrusunun
bu
Şaşırdığı açıkça belli oluyordu. Birkaç saniye yerine mıhlanırmış gibi kaldı. Sanki sevinçten ziyade bir şaşkınlık yaşıyordu. Tepkisini daha farklı sergileyeceğini düşünmüştüm.
"Ya bu yalı?" diye sordu. "Onu da istemiyor musunuz? Çok kıymetlidir." Başımı çevirip etrafa bakındım. Pencereler kapalıydı ama akşamın alaca karanlığında ışıldayan karşı sahil perdelerin aralığından görünüyordu. Elimde olmadan gülümsedim. "Bu yalı benim değil" diye fısıldadım. "Ona tamamen yabancıyım. İçimde en ufak bir anım yok. İlk defa görüyorum ve babamdan kalmış olabileceğini bile kabulde zorlanıyorum. Demek ki o burayı sizin için düşünmüş. Şayet ona biraz saygımız varsa, isteklerini kabul zorundayız." Merve'nin uzun bir süre düşündükten sonra verdiği cevap karşısında irkildim. Bir süre odada kararsız kalarak dolaşmış, sonra camın kenarına giderek sessiz bir şekilde durgun sulara bakmıştı. "İyi düşündünüz mit?" diye sordu. "Kesinlikle." "Ama sanırım yine de unuttuğunuz bir nokta var." "Nedir o?" "Babanızın asıl amacı sizinle evlenerek burada oturmamız ve çoluk çocuğa karışmamızdı. Torunlarının burada doğup, burada büyümesini istiyordu. Ne yazık ki Reha Bey'in bu arzusunu
ne siz, ne de ben gerçekleştiremeyeceğiz. İkimiz de bu isteği kabul edemiyoruz. O zaman yalının size kalması daha doğru olur gibi geliyor bana. Bunu bir daha düşünmenizi rica ederim." Merve hakkında tüm değişen kanaatime rağmen yine bir kuşkuya kapıldım. Beni yalıya çağırıp göstermesi, ihtişam ve değerini sanki gözüme sokmaya çalışması, evlilik konusundaki katı kararımı değiştirmem için miydi? Kısacası yalıyı kendisiyle evlenmem için koz olarak mı kullanıyordu? Düşüncem pek de yabana atılır gibi gelmedi bana. Bu yalıya sahip çıkmak için pek çok erkek sevmediği bir kadınla evlenmeye kalkışabilirdi. Hele, babasının terekesindeki büyük bir serveti elden kaçırmamak için.. Maddi şartların çok ağır bastığı bir dünyada yaşadığımızı ve insanların maddiyat uğruna neler yaptığını düşünürsek kendimi daha da gerçekçi görüyordum. Ama bu düşündüğüm gibi bir tuzaksa, bu tuzağa düşmeyecektim. "Babam bu yalıyı ne zaman aldı?" diye sordum. "Yaklaşık üç, buçuk sene evvel." "Ne zamandan beri burada yaşıyorsunuz?"
"Alındığından beri. İçinde ufak tefek bazı tadilât yaptık ve ben buraya taşındım. Reha bey öyle istemişti." "Kendisi hiç burada kaldı mı?" Galiba neyi ima ettiğimi anlamıştı. "Bu süre içinde yalnızca iki kere geldi. Onun istirahatı içinde üst katta bir oda tahsis etmiştim ama o ısrarla gece kalmayı reddetti. Birlikte yemek yedik ve gitti. Bilirsiniz Levent'deki evinden hiç ayrılmazdı." "Evet, biliyorum" dedim. Bana yaklaştı, sonra ânı bir hareketle ellerimi tuttu. "Sizin hakkınızda yanılmışım" dedi. "Bencil, nadan, hoyrat ve hayırsız bir insan olarak düşünüyordum sizi. Bu yüzden sizden özür dilemeliyim. Gerçekten babanız gibi, anlayışlı, hayırsever ve ince ruhlu biriymişsiniz. Teklifime az önce verdiğiniz cevap ne denli yanıldığımı bir kere daha gösterdi. Yerinizde kim olsa benle mücadele eder, yasaları zorlar, aleyhime davalar açar, miras için benle uğraşırdı. Size çok teşekkür borçluyum. Yine de son bir kere daha kesin cevap vermeden önce düşünmenizi istiyorum." Ellerimi usulca avuçlarının arasından çektim. "Ben kararımı verdim Merve hanım" dedim. "Vasiyetnamede belirtilen her şey sizin üzerinizde kalacaktır. Bu konu artık kapanmıştır.
Aksini düşünmek babamın ruhunu da, benim vicdanımı da rahatsız edecektir." Odadan çıkınca Merve beni misafirlerine tanıtmaya başladı. s Aslında sıkıcı bir fasıldı; tanımadığım bir yığın insanla el £> sıkıştım. Aralarında ismen tanıdığım veya renkli basının 2 sayfalarında bol bol resimlerini gördüğüm bazı kişiler de vardı. x Ama itiraf edeyim ki yaşantım bu tür sosyete girmeye veya zenginler kulübüne üye olmaya el vermediğimden o insanlar pek dikkatimi çekmiyordu. Kuru tebessümler, sahte gülücüklerle geçiştirdim durumu. Tabii herkesle de tanışamadım. Bulunduğum yerde daha takdim edilmediğim bir sürü insan vardı. Yalnız bir şey dikkatimi çekmişti; nedense Merve beni misafirlerine tanıtırken hep, Reha beyin oğlu, diye bahsediyor, meselâ rahmetli eşimin oğlu gibi bir takdimden kaçınıyordu. Bunu da muhtemelen kocasıyla arasındaki yaş farkından rahatsız olduğu için yapıyordu; ne de olsa kocasının oğlu bile hemen hemen kendisinden on yaş büyüktü. Bir ara yalının denize nazır geniş verandasına çıktık. Biraz soluk aldım, tanıştırma faslına kısa da olsa ara vermiştik. Yalının denize bakan ön yüzü cidden muhteşemdi, sanki Boğaz'ın serin sularıyla iç içeydiniz. Merve baş misafir olduğum için beni hiç yalnız bırakmıyor, yanımdan ayrılmıyordu. Hayran bakışlarla denizi
seyrediyordum ki, birden arkamda tanıdık bir ses duydum. "Merve, beyefendiyle behi tanıştırmayacak mısın?" Kanım çekilir gibi oldu. Bu sesi tanıyordum, hem de çok yakinen.. Başınızdan aşağı buz gibi bir kova su dökülse o an ne hissederseniz, ben de ayni şeyi hissettim. O alaycı kadın sesinin tabii kime ait olduğunu anlamışsınızdır. Nutkum tutuldu.. Berrin'e bu davette rastlayacağımı hiç mi hiç düşünmemiştim. Güçlükle başımı arkaya çevirdim. Hınzır bir tebessümle bize bakıyordu. Sanki evimden ite kaka kovduğum insan o değildi. Aramızda geçen bunca şeye rağmen yanıma yaklaşmaya ve gülümsemeye de cüret ediyordu. Bir an ne yapacağıma, nasıl davranacağıma karar veremedim. Sadece aptallaşmıştım. Hiddetlenip, hemen uzaklaşmalı mıydım, yoksa hiç tanımıyormuş gibi mi davranmalıydım kestiremedim.. Tabii aramızdaki ilişkiden haberi olmayan Merve, "Haklısın Berrin'cim" diyerek bizi tanıştırmaya kalkıştı.
"Kendileri Reha Beyin oğludur. Attila Şahin.. Bu güzel hanımda hem arkadaşım hem de iş muhitinden rakibimiz Berrin Kadızâde." Sesim çıkmamıştı. Her halde şaşkınlığım çok açıktı. Berrin ise sanki ilk defa tanışıyormuşuz gibi o genizden gelen yumuşak ve baştan çıkarıcı sesiyle, "Tanıştığımıza çok memnun oldum, beyefendi" dedi. "Merve zaman zaman sizden bahsederdi ama tanışmamız demek şimdi kısmetmiş.. Nasılsınız?" Sıkmam için elini uzatmıştı. Ben ise hâlâ kendime gelememiştim. Neden sonra zoraki elimi uzattım bende. Tokalaştık.. Elimi hemen çekmek istedim, bırakmadı. Sonunda kurtarmayı başardım, ama sanırım bilerek ve isteyerek, uzun tırnaklarını avucumun içine geçirmişti. Canım yanmıştı lâkin en ufak ses çıkaramadım. Olayın ilk şokunu atlatınca yavaş yavaş kendimi toparlamaya ve düşünmeye başladım. Düşündükçe tepem büsbütün atıyordu. Berrin cidden iğrenç bir kadındı, Swiss Otelde yediğimiz yemekte ailemle ilgili bütün sırlarımı açıklamış, o ise tüm bu gerçekleri bildiği halde
ağzını açıp bana tek kelime söylememişti. Başka bir ifadeyle beni enayi yerine koymuştu. Bu da samimiyetsizliğinin en bariz deliliydi. Sanırım Merve'de bende ki değişikliği sezinlemişti. Nedenini anlamasına imkân olmasa da, şimdi yüzüme daha bir dikkatle bakmaya başlamıştı. En azından sıkıldığımı kavramıştı. Ne de olsa zeki bir kadındı. "Berrin'ciğim izin verirsen konuğumu öteki misafirlerimle de tanıştırmak istiyorum" diye mırıldandı. Niyeti beni uzaklaştırmaktı. Tam rahat bir nefes alacağımı sandığım anda, Berrin, "Öyle yağma yok!" diye mırıldandı. "Senle arkadaşız ama beyefendi artık iş hayatımdaki en büyük rakibim. Hazır onu tanımışken hemencecik sana bırakacağımı mı sandın? Acele etme bakalım, ona soracağım çok şey var. Daha önümüzde uzun birgece duruyor, konuklarına tanıştıracak bol zamanın olacak." Merve yine tedirgin bir şekilde gözlerimin içine baktı. Berrin ise koluma girdiği gibi hızlı adımlarla beni verandanın iki üç basamaklı alçak merdivenlerinden indirip yalıyla denizi ayıran beton şeride doğru sürükledi. Ev sahibesi hiç sesini çıkaramadan öylece kalmıştı arkamızda.. Beton üzerinde kol kola yürürken, "Çık kolumdan ve beni rahat bırak artık" diye
homurdandım Berrin'e. Sanki başkasına söylemişim gibi koluma daha sıkı sarıldı. Sonra da o çocuksu şımarık edasıyla sordu. "Yoksa artık beni sevmiyor musun?" Dudaklarını büzmüş, küsmüş, sevmediğimi söylersem darılacakmış gibi bir hava takınmıştı. "Lütfen Berrin ciddi ol. Bu kadar maskaralık yeter. Yaşadıklarımızdan sonra ne cüretle karşıma çıkıyorsun? Nasıl hâlâ hiçbir şey olmamış gibi bu tavırları takınıyorsun?" Yeşil gözleri mutlulukla ışıldadı. "Beni çok özledin, değil mi?" dedi. Sanki iki ayrı dilden konuşuyorduk. Ben ne diyordum, o ne cevap veriyordu... Sesimi yükselttim, "Berrin!" diye homurdandım. "Kes artık!" "Ben de seni çok özledim sevgilim. Hele bana sahip olduğun o sabahı hiç unutamıyorum. Hârikaydın. Bir daha ne zaman tekrarlayacağız?" Acaba beni konuşuyordu?
çıldırtmak
için
mi
böyle
Yoksa onu evimden kovduğum için bir tür intikam mı almaya çalışıyordu? "İlişkimiz bitti Berrin ve o söylediklerin bir daha asla tekrarlanmayacak." "Güldürme beni!" diye hafif bir kahkaha attı. "Anlamıyor musun koca bebek, elin mahkûm.. Hayatının sonuna kadar beni sevmek zorundasın. Yalan mı?" "Çok iğrençsin!" diye mırıldandım. Birden kolumdan çıkıp yüzüme tehdit eder gibi baktı ama sesini de kısarak fısıldadı. "Bana bak, Attila! Karşıma geçip, öyle bana bozukmuş gibi havalar atıp, kasılmaya kalkma. Şu an beni kollarının arasına almak için aklın gidiyor. Gözlerin her şeyi ifade ediyor, bakar bakmaz anladım. Deliler gibi özlemişsin beni ama gururuna yediremiyorsun, hadi uzatma. Hem ben de özledim seni. Duymak istediğin bu mu?" "Hayır" dedim. "Yanılıyorsun. Seni arzuluyor filan değilim." Belki ciddi havamla onu inandırabileceğimi düşünmüştüm. Ama yanılmışım. "Rezalet mi çıkarmak istiyorsun? Şu kalabalığın arasında dudaklarına yumulup nefesin kesilinceye kadar seni öpeyim mi yani?"
Bir an ödüm koptu. Hani yapar mı, yapardı. Ona üşütük demelerinin bir sebep-i hikmeti olmalıydı.. Heyecanlanmıştım. Ama yalnız rezalet çıkarabileceğinden korkmamdan mı? Hayır, kesinlikle hayır. Bu şartlar altında bile doğabilecek her türlü rezalete hazırdım, hiç umurumda değildi. Beni asıl heyecanlandıran, her şeye rağmen ruhumdaki o eski titreşimlerin yeniden başlaması, asla unutamadığım güzelliği ve her istediği an beni kendine bağlayabileceğini bilmemdi. "Lütfen!" diyebildim. "Ne lütfeni? Çabuk söyle eskiye dönecek misin, yoksa dönmeyecek misin?" "Ama Berrin?" "Aması filan yok. Öp beni.." "Ciddi olamazsın.. Burada mı, bunca insanın arasında mı?" "Ne fark eder ki? Aksi halde şimdi ben boynuna sarılıp dudaklarına uzanacağım." "Dur!" dedim. "Acele etme, sakin ol! Sanırım sen de bana bir açıklama yapmak zorundasın?" "Ne açıklaması?"
"Bir de soruyorsun? Sevişmemizin en kritik anında sevdiğin adamı düşünerek ağladığını unuttuğumu mu sanıyorsun? Bu durumda aramızdaki ilişkiyi nasıl sürdürebilirdik? Benim bu denli gurursuz ve haysiyetsiz biri olduğumu düşünüyorsun?" "Asıl kabalık yapan sendin. Beni yatağından çıkarıp kolumdan tuttuğun gibi dışarı attın. Hangi kadın buna dayanır? O yaptığına saygısızlığın dik âlâsı denir. Ona rağmen hâlâ sana yaklaştığım için ayaklarıma kapanıp bana yalvararak özür dilemelisin." ; "Ama sen beni sevmiyorsun." "Çok, hem de çok aptalsın Attila!" "Ne demek bu?" "Eğer sevmesem iki kere bana hakaret etmene rağmen sana döner miydim?" Durup kekeledim. "Haysiyetimle musun?"
oynadığını
da
kabul
etmiyor
"Ya sen? Sen bana yalan söylediğini kabul edecek misin?" Şaşırarak yeşil gözlerinin derinliklerine baktım. "Ne yalanı? Ben sana hiç yalan söylemedim."
"Ya, öyle mi?" "Evet, öyle.." "Bak, hâlâ gözlerimin içine bakarak yalan söylemeye devam ediyorsun.." "Şunu açıkla da, bari ne yalan söylediğimi öğreneyim." „ "Kör müyüm ben? Bir de bana Merve'den nefret ettiğini, yaşlı babanı baştan çıkaran, aç gözlü, para hırsına kapılmış, âdi bir yaratık olduğunu söylüyordun. Oysa bu akşam gözlerimle görüp şahit oldum, neredeyse karının ağzının içine girecektin be! Oh, gel keyfim gel! Karıyla kol kola, göz göze, tam bir mutluluk tablosu çiziyordun." Gayrı ihtiyarı gülümsedim. Kıskançlıktı bu, düpedüz kıskançlık. Berrin de beni seviyordu.. Bunu anlamam içimi yeni bir sevinç dalgasının kaplamasına yol açtı. Birbirimizi üzüp duruyor, her seferinde çekişiyorduk, hem öyle ki kâh o kâh ben bundan fena halde yara alıyor, bunalımlara giriyorduk. Ama yine de birbirimizden kopamıyorduk. "Bilmedin bazı şeyler oldu. Yeni gelişmeler var" dedim. İnanmayan bakışlarla beni süzdü. Hiddeti geçmemişti. Yine de öğrenmek için can attığını sezinliyordum. "Anlat bakalım" dedi. "Yalanlarına nasıl kılıf uyduracaksın." "Yalan değil.. Merve hakkında
sanırım yanılmışım." "Yok canım! Birden bire mi fikirlerin değişti? Ne oldu da, saplantılarından aniden kurtuluverdin?" "Uzun hikâye ve şimdi anlatmanın ne yeri ne zamanı. Ama söz veriyorum ilk uygun fırsatta sana tüm olanları anlatırım. Şimdilik şu kadarını bil, onun hakkında yanılmışım, meğer sandığım gibi biri değilmiş." "Yaa!" Tatmin olmamıştı. "Ondan hoşlanıyor musun?" Bu sorusunu hemen cevaplayamadım. Bir süre düşündüm. "Düşündüğün gibi değil" dedim sonunda. "Yani hoşlanıyorsun, öyle mi?" "Hayır Berrin. Bir kadın olarak Merve hiç ilgimi çekmiyor. Ama anlattıklarını uzun uzun düşündüm. Babamın işlerinin ve ticari hayatının bu düzeye gelmesindeki tek sebep o. Çok zeki ve işlerin yönetimini çok iyi beceriyor." Hırsla homurdandı. "Buna hiç şaşmam. Onu yeterince tanırım. Beceriklidir, hem öylesine ki, bak seni bile kısa sürede avucunun içine alıvermiş." "Kıskandın, değil mi?" "Olabilir" dedi. Tam cevap vermeye hazırlanıyordum ki Merve'nin vakur ve kendinden emin adımlarla
bize doğru yaklaştığını gördüm. Konuyu hemen değiştirmem gerekiyordu. "Lütfen bunu sonra konuşalım" diyebildim. Merve iyice yanımıza yaklaştı. "Sanırım Attila Bey'i senden almam gerekecek. Hâlâ tanıştırmak zorunda olduğum bir yığın misafirim var" dedi. "Evet, artık alabilirsin güzelim" diye hınzırca tebessüm etti sevgilim. "Şirketlerinizle ilgili bütün taktiklerinizi ağzından kapıverdim. Ayağınızı denk alın." Her halde bunlar lâtife olmalıydı. Ne var ki, iki kadında birbirlerine ticari hayatın aynı dalında mücadele eden iki rakipten ziyade, kıskançlık içinde bocalayan iki hasım gibi bakmışlardı. Hiç bozuntuya vermeden sevgilime dönüp, "İyi akşamlar Berrin hanım. Sizinle tanıştığıma memnun oldum" dedim. "Umarım yine karşılaşırız." Sevgilim güldü. "Bundan hiç kuşkunuz olmasın." Merve zarif bir şekilde koluma girerek yine beni yalının mermer girişine doğru götürürken,
"Berrin'i nasıl buldunuz?" diye sordu. "Çok güzel bir hanımdır, değil mi?" Yine ilginç bir sualle karşılaşmıştım. Acaba niye sormuştu bu soruyu bana? Yoksa deniz kenarındaki yürüyüşümüz sırasında Berrin'in cüretkâr hareketlerinden daha önce birbirimizi tanıdığımız anlamış mıydı? "Evet, öyle" diye mırıldandım. "Çok da zekidir. Hem de tehlikeli olacak kadar zeki." Neyi kastettiğini anlamak için dönüp yüzüne baktım. Bir şey sormadım, ama o sanki sormuşum gibi beni cevapladı. "Onu daima kendime bir rakip olarak görmüşümdür." Acaba bu her şeyi açıklayan bir cevap mıydı, yoksa bana mı öyle gelmişti... Yeni yeni insanlarla tanışmıştım, hem de bir yığın. Şunu gözlemledim; bu insanların büyük bir kısmı bana çekingen ve soğuk davranmışlardı, hem de daha önceden hiçbir tanışıklığım olmadığı halde. Bazıları saklamayı başaramadıkları bir ürkeklik içindeydi. Birkaç nezâket cümlesinden sonra hemen uzaklaşmaya çalışıyorlardı. Berrin'le burada karşılaşmam, beni de epey şaşırtıp, aklımı karıştırdığı için, önce durumun farkına varamadım, ama durum sonra dikkatimi çekti. Üstelik bunların büyük bir kısmı babamı da tanıyordu, en azından öyle olması gerekirdi, fakat hiç biri bana baş sağlığı
dileğinde bulunmamış ya da babam hakkında tek kelime söylememişlerdi. Neden di acaba? Gerçi Merve'nin anlattıkları doğruysa, babam uzun zamandan beri şirketlerin yönetiminden elini ayağını çekmişti, belki onu yeterince tanımıyorlardı, belki de hiç görmemişlerdi. Ama yine de garipti.. Bu garip tespitimi Merve'ye soramazdım. Kendime sakladım, lâkin bir fırsatını bulursam, sormaya da karar verdm. Aklıma bir olasılık daha geldi, her halde Merve beni onlara yeni ortağım diye tanıtmıştı ve hepsinin bir şekilde bizim şirketlerle iş münasebetleri vardı: kim bilir bu yüzden de biraz dikkatli olmak, huyumu suyumu öğreninceye kadar da mesafeli durmak istemiş olabilirlerdi. Yürüttüğüm mantık pek g tatminkâr değildi, ama aklıma da başka olasılık gelmiyordu. Ön taraftaki geniş verandaya üzerinde çeşitli sıcak ve soğuk % yiyeceklerin konulduğu büyük bir masa kurulmuştu. Misafirler ^ tabaklarını doldurup bir köşeye çekiliyorlardı. Yanımdan hiç ayrılmayan Merve, "Siz de bir şeyler almak istemez misiniz?" dedi. Masaya doğru ilerledik. Bu arada gözlerim hep Berrin'i arıyordu. Masanın etrafında göremedim. Tabağıma birkaç
ufak jambonlu kanepe alırken nihayet gözüme çarptı. Uzakta, deniz kenarında yaşlı bir çiftle konuşuyordu. Merve, beni onun yanından çekip aldığından beri bir daha yaklaşamamıştık. Aslında yine yaklaşabilmek için fırsat kolluyordum ama Merve kene gibi yapışmıştı bana. Söz de nâzik bir ev sahibi gibi davranıyor ve en mümtaz misafir olduğumu bana ihsasa çalışıyordu, fakat bu durumdan sıkılmıştım. Bir şey de söyleyemiyordum. Diğer yandan bir çocuk gibi de seviniyordum. Sevgilimle aramızdaki ihtilâf ve ayrılık bitmiş sayılırdı. Belki bu gece evlerimize döner dönmez telefonlara yapışacak ve yarın buluşmak için randevular verecek, uzun uzun konuşarak hasretimizi giderecektik. Çok değişik bir kadındı Berrin. Her münakaşa ve kavgamız sonrasında onu yepyeni bir kişilik, tanımadığım bir haliyle karşımda buluyordum. Benim için sürpriz oluyordu. Bazen durgun ve duygusal, bazen ateşli ve azgın, kâh dünyanın en munis insanı, kâh rastladığım en hırçın ve anlayışsız kadını. Karar vermem zordu. Ayrıca kadın konusunda pek tecrübeli olduğum söylenemezdi, şimdiye kadar hiç kimseye bu denli âşık olmamıştım. Biz
erkekler, çoğu zaman karşı cinse duyduğumuz sevgiyi adlandırıp, sınıflandıramayfz. Örneğin şimdiye kadar pek çok kadına âşık olduğumu sanırdım, ama gerçek anlamda aşkın ne olduğunu yeni anlıyordum. Sevgilim durduğu yerden bana hiç bakmıyordu. O yaşlı çiftle sanki koyu bir muhabbete dalmıştı. Bozuluyordum. Sık sık gözleriyle beni takip etmesi, ne yaptığımı, kimlerle konuştuğumu izlemesi gerekmez miydi? Ben bir kerecik olsun göz göze gelmek için can atarken, o niye bu denli ilgisiz davranıyordu? Yoksa sebep Merve miydi? Merve'yi kendine rakip gibi görmesi gururumu okşamıştı. Kıs kıs güldüm, kendimi tutamadım. Sonra yüzüme yayılan mutlu tebessümün etrafımdakiler tarafından fark edilmemesi için alelacele toparlandım. Bir sürpriz de o an oldu. Sırtında beyaz gömleği ile bunca yıldır tanıdığım Yahya Efendi beliriverdi karşımda. Elindeki tepsiyle yanıma yaklaştı. "Sizi burada görmek ne büyük saadet küçük bey" dedi.
Yüzünde gerçek bir mutluluk ifadesi vardı. Ben de dostça sırtını okşadım. İçimin ısındığını, ilk defa babama ait bir mekânda bulunduğumu hissetmeye başladım. Bu duygumda haklıydım; koca yalı bana çok yabancı gelmişti. Hâlen babamın mülkiyetinde bulunsa bile, onun kişiliğini yansıtan hiçbir özelliğe sahip değildi; ne içindeki eşyaları ne de yaşam tarzıyla. Babamla ilgili tek şey, kırk yıllık emektar uşağıydı.. "Nasılsın bakalım?" diye sordum. Her zaman "Sağlığınıza mırıldandı.
ki saygılı ve ölçülü haliyle, duacıyım, küçük bey" diye
"Yeni işinden memnunsun, değil mi?" "Hamd olsun, çok rahatım efendim. Merve hanımefendi çok anlayışlı bir insan." "Ne de olsa sen de yaşlanıyorsun artık; burası da Levent'deki eve kıyasen çok büyük. Yoruluyor musun?" "Hayır, efendim. Maiyetimde yedi kişi var. Biri şoför, biri bahçıvan, biri aşçı, dört tane de evin içinde çalışan hizmetkâr var. Ben sadece onlara nezâret ediyorum. Allah hanımefendiden razı olsun, çok rahatım."
Vay be, diye düşündüm içimden. Benim evimde ancak haftanın üç günü temizliğe gelen bir kadın vardı, Merve'nin yalısında ise bizim Yahya Efendi dahil sekiz kişi.. Babam sağlığında bile evinde bu kadar insan çalıştırmamıştı. Anlaşılan Merve pederin paralarını daha sağlığında bol keseden harcamaya başlamıştı. Ne diyebilirdim ki? Pederin isteği böyleydi.. Göz ucuyla baktım, Merve az ilerimizde misafirlerinden biriyle konuşuyordu, ama bakışları sık sık bize kayıyordu. Devamlı beni kontrol ettiği hissi yine içimde uyandı. Pek aldırmadım. Yahya Efendi, hiç kuşkusuz, Merve ile aramın biraz düzeldiğini en azından buraya gelmemden anlamıştı. Yüzündeki mutlu ifade de bunun göstergesiydi. Tam bir insan sarrafıydı. Aslında Merve hakkındaki en olumlu kanaati onun tutumundan çıkarabilirdim. Az sonra müsaade isteyerek yanımdan ayrıldı. Mutfakta yapacağı işleri olduğunu söylemişti. Berrin'i gördükten sonra vaktin nasıl geçtiğini anlayamamıştım. Misafirler birer ikişer ayrılmaya başlamışlardı.
Benim bakışlarım hâlâ sevgilimdeydi. Ama bir daha ne benimle ilgilenmiş, ne de yanıma yaklaşmıştı. Ben de, içim gittiği halde, doğrudan yanına yaklaşacak cesareti kendimde bulamamıştım. Berrin de ilk ayrılanlar arasındaydı. Sadece çıkarken yanımıza gelmiş, daveti için Merve'ye teşekkür ederek, bana da, "Tanıştığımıza çok memnun oldum Beyefendi" demekle yetinmişti. Soğuk ve mesafeli.. O zaman beni bir kuşku almıştı. Acaba hâlâ bozuk muydu bana? Berrin bu, sağı solu belli olmazdı; bir az evvel çılgın, her türlü rezaleti çıkaracak kadar patavatsız davranır, sonra da günlerce beni aramayabilirdi.. Zaten o gidince gözümden silindi.
gecenin
bütün
renkliliği
Burada daha fazla kalmamın bir anlamı yoktu artık. Zaten Berrin'i bulmasaydım kesinlikle bu saate kadar oyalanmazdım yalıda. Geliş sebebim, Merve'ye yaptığı teklifi kabul etmediğimi, babamın istekleri doğrultusunda miras haklarımızı paylaşmaya devam edeceğimizi bildirmekti sadece. Evet, bu yalı şâhâne bir yerdi, ama hiç gözüm yoktu. Merve'den izin istedim. Biraz daha kalmam için ısrar etmedi. Fakat
gözlerinde büyük bir minnet ifadesi okunuyordu. Beni büyük bir incelikle bahçe kapısına kadar uğurladı. Orada elimi sıkarken verdiğim karar için tekrar teşekkür etti. O sırada Yahya Efendi de yanımızda belirmiş, biraz geride durarak, eski efendisinin oğlunu selâmetlemeye iştirak etmişti. Kendimi derin bir nefes alarak sokağa attım. Honda'm az ilerdeydi. Yalının atmosferinden kurtulunca yeniden canlanır gibi oldum. Arabaya biner binmez cep telefonumdan sevgilimi arayacaktım. Hayat benim için kesildiği yerden yeniden başlayacaktı. Nerede kalmıştı, diye düşündüm. İlk aklıma gelen, körkütük sarhoş uyandığım o sabah Berrin'le yaşadığım sevişme anlarıydı... Arabayı çalıştırdım, park ettiğim daracık alandan önümdeki ve arkamdaki diğer araçlara vurmadan çıkmaya çalıştım. İstanbul her zaman bir tezatlar ülkesiydi; muhteşem yalıların yer aldığı sokak daracıktı ve Merve'nin daveti nedeniyle her taraf arabalarla doluydu. Neyse ki pahalı ve lüks arabaların büyük çoğunluğunun şoförleri arabalarının başlarındaydı. Bir iki ileri geri manevrayla tam burnumu kurtardığım anda birden yan kapının açıldığını hissettim. Hemen başımı çevirip baktım; ilk aklıma gelen şey, farkına varmadan arkadaki arabaya çarptığım oldu. Yanılmışım.
Berrin'in hızla içeriye atladığını gördüm. "Tamam, hadi sür arabayı" dedi. Sesi biraz boğuk ve sinirli gibi gelmişti, ama umurumda değildi artık. Kıskandığı için maraza çıkardığını biliyordum. Belki yine biraz ağız dalaşı yapacaktık fakat sonu mutlu ve her ikimizi de tatmin edici şekilde noktalanacağını biliyordum. Bilâkis keyfim daha da yerine geldi. Belli ki davetten ayrıldıktan sonra gitmemiş, bir yerde gizlenerek çıkışımı beklemişti. Ona yeniden kavuşmuştum ya, gerisi önemli değildi. Boş bulunup, her halde biraz da şaşkınlıktan olsa gerek, sordum. "Beni mi bekliyordun'?!'. "Ne sandın? Ama küçük beyimiz bir türlü o boktan karının kıçının dibinden ayrılamadı.." Sevgilimin ilk defa böyle ağzını bozarak konuştuğuna şahit oluyordum. Kıskançlıktan kudurmuş gibiydi. Direksiyonu düzeltince gülümseyerek dönüp yüzüne baktım. "Çok sinirlisin" dedim. "Yoksa Merve'yi kıskandın mı?" "Hıh!" dedi. "O yerden bitme, cüce karıyı mı? Nesini kıskanacağım onun?"
"İnkâr etme, kıskanmışsın işte.. Belli oluyor." "Kızgınlığımın nedeni sensin!" "Neden?" "Bir de neden diye soruyorsun! Neydi o sırnaşık hallerin? Karıya sokulman, fıs fıs konuşmalar, gözlerinin içine bakışlar." "Lütfen Berrin, olayı abartma. Sadece içten ve anlayışlı olmaya çalıştım. Ne de olsa o benim babamın karısı.." "Vay, öyle mi oldu şimdi? Daha yirmi gün evveline kadar aleyhinde söylemediğini bırakmıyordun. Para düşkünü, muhteris, âdi karının teki diyordun. Biraz yüzüne gülmeye başlayınca mı hemen babanın karısı oldu?" Bu konuşma biçimini tanıdığım Berrin'e hiç yakıştıramıyordum. Bu onun tarzı değildi ve onu hiç böyle konuşurken görmemiştim. "Çok yanlış düşünüyorsun" diye mırıldandım. "Ben sadece seni seviyorum ve inan bana gözüm başka kimseyi görmüyor." "Palavra!.. Sana inanmıyorum. Bu gece olanları gördüm." "Yapma sevgilim! Neyi gördün? Merve ile aramda ne olabilir?" "Bilmiyorum, belki benden sakladığın şeyler de olabilir." Kıskanması hoşuma gidiyordu ama hiç de haklı değildi.
Üstelik hesap sorması gereken biri varsa, asıl o ben olmalıydım. İki kere gözlerimin içine bakarak sevdiği adamı unutamadığını yüzüme vurmuştu, hem de en olmayacak zamanlarda. Ben yine de ona âşıktım, hem de sırılsıklam. Benimki tam bir tutkuydu ve o bunu gayet iyi hissediyordu. Sesim çıkmadı. Ağzının içinde bir şeyler gevelediğini duydum ama anlayamadım. Birden direksiyonu tutan koluma yapıştı. Bağırır gibi homurdandı. "Çek arabayı uygun bir yere ve dur!." "Nereye?" "Neresi olursa, konuşmalıyız.." Az ilerde arabayı park edeceğim uygun bir kaldırım kenarı vardı. Çekip, arabayı stop ettim. Önümde uzanan yola gözlerimi dikerek, "Pekâlâ, konuşalım bakalım" dedim. "Öyle değil, gözlerimin içine bakacaksın." "Neden?" "Ruhunu okuyacağım. Bana yalan söyleyip söylemediğini |. anlayacağım." "Sana yalan söylemiyorum, etmelisin." Bir an durdu.
bunu
kabul
"Emin değilim henüz" diye hırsla konuştu. "O karıyla bir daha görüşmeni istemiyorum, anladın mı beni? Merve'yi görmeyeceksin ." Şaşırdım. Kıskançlığının bu boyutlara vardığını tahmin edememiştim. "Fakat..." diye itiraza yeltenmek istedim. "Fakatı makatı yok.. Görüşmeye devam edersen bir daha beni zinhar göremezsin." "Ama, o benim şirketlerimin yöneticisi. Nasıl olur?" "Anlamam.. Beni istiyorsan, o kadını defterinden sileceksin." Elimde değil, huyumdu bu. Yavaş yavaş sinirlenmeye başlıyordum. Kendisi hem suçlu hem de güçlüyken, bana nasıl bu kadar şart ileri sürebilirdi. "Sen önce kendine bak! Mazindeki adamdan kendini sıyırabiliyor musun?" dedim. "O farklı bir hadise. Senden önceydi..Sen ise ben varken, bütün güzelliğimi, ruhumu ve bedenimi sana verirken, o aşüfte ile kırıştırmaya başladın." Belki
gülüp
geçmem,
her
seven
kadının
gösterebileceği bu reaksiyonu uzatmamam, alttan almam gerekirdi. Fakat yapamadım. Bu kez ben de sinirden bağırmaya başladım. "Allah kahretsin! Hiç düşünüyor musun, bir erkeğin mutluluğun tam doruğuna ulaştığı bir sırada, sevdiği kadının göz yaşı dökerek, ben geçmişimdeki erkeği unutamıyorum demesinin yaratacağı yıkımı? Sanki ben senden daha az mı perişan oldum? Şu son günlerde çektiğim acının farkında mısın? Kendime lanetler okuyorum hâlâ senin yüzüne baktığım, şu arabanın içinde konuştuğum için. Böyle zaaf olmaz olsun, kendimden iğreniyorum." Birden nasıl olduğunu anlamadan, koltuğundan fırlayarak hop diye kucağıma oturuverdi. Niye uğradığımı şaşırmıştım. Aynı anda kollarını boynuma dolayıp dudaklarını dudaklarıma yaklaştırdı. Öpmedi ama.. "Beni o kadar çok mu seviyorsun?" diye sordu. Sanki bütün o kızgınlığı, basit konuşmaları bıçak gibi kesilmişti. "Hâlâ anlamadıysan kör şüphelenmeliyim." Ilık nefesi yüzümü yalıyordu.
olduğundan
Onu öpmeye kalkıştım. Elinin ensemde oynaşan parmaklarını birden çekerek dudaklarımı örttü. "Dur, acele etme!" dedi. "Yine ne var?" "Benim saf, aptal âşığım. Sana bir gerçeği anlatmak istiyorum. Yaptığım bunca kahır şimdilik yeterli. Daha fazla uzatmanın anlamı yok artık..Seni yeterince üzdüm." "Neden bahsediyorsun?" "Ne çocuğum var, ne de geçmişten kalma bir sevgilim. Tabii geçmişte ufak tefek bazı flörtlerim oldu. Ama senden başka gönlümde iz bırakan kimse yok. Şayet bunu hâlâ anlamadıysan, o şapşal kafana iyice sok.." "Ama Berrin... Bunu bana niye yaptın? Neden yaşantımızı cehennem hayatına çevirdin? Bana kastin neydi?" Muzaffer bir edayla gözlerimin içine baktı. "Bu daha hiçbir şey değil" dedi. "Sen asıl bundan sonra yapacaklarımı düşün." Mutluluk öylesine damarlarımda akan kana karışıyordu ki daha fazlasını dinlemek bile istemeyerek ince beline sarılıp kendime çektim. "Delirdin mi ayol? Sokağın ortasında öpüşmeye mi kalkıyorsun?" dedi. "Gelip geçenler ne der sonra!"
Sanki arabanın içinde aniden kucağıma oturan, boynuma sarılan o değildi. "Bir şeyler yapmak istiyorsan, arabayı Tarabya'ya, evime çek. Belki bugece bazı şeylere izin verebilirim.. Tabii o sümsük suratlı Merve'yi bir daha görmeyeceğine dair bana söz verirsen." Honda'mı deli gibi Tarabya sırtlarındaki sevgilimin villasına doğru sürüyordum. Dünyaya yeniden gelmiş, her türlü dert ve sıkıntıdan kurtulmuş, sonsuz mutluluğa erişmiş kadar kendimi rahatlamış hissediyordum. En başa dönmüştük yeniden ve Orçun'un nişanında tanıdığım o erişilmez kadınla, önümüzde uzanan yeni bir hayatın basamaklarını hayatın tüm zevklerini doya doya tadarak tırmanacaktık. Villaya yaklaşırken beynim gibi ruhumda mutluluğun sevinciyle kanatlıydı. Uçuyordum âdeta. Az sonra sevgilimin yatak odasına çekilecek ve aşka susamış bedenlerimizi doyuracaktık.. Fakat ben de o şans ne arar! Bu kez de felek başıma başka bir dert açtı.. Yol boyunca Berrin yanı basımdaki koltuğa oturmuş, yeşil gözlerini bana çevirmiş, hayranlıkla sevgilisini seyrediyordu. Az sonraki sevişme saatlerimize daha şimdiden hazır
hissediyordum onun. El ayağın çekildiği, bütün ışıkların sönük olduğu villaya girer girmez birden boynuma sarılacağına hemen öpüşmeye başlayacağına emindim, benim gibi onun da daha fazlasına dayanmaya tahammülü kalmamıştı. Belki de merdivenleri birbirimizi hırpalayacak şekilde hırsla sevişerek çıkacak, daha yollarda soyunmaya başlayacaktık. Düşündüklerim ham hayalmiş meğer!.. Honda yokuşu tırmandığında sevgili birden irkildi. Binanın alt katının bütün ışıkları yanıyordu. "Allah Allah!" diye mırıldandı. "Neden ışıklar yanık? Yoksa biri mi var?" Nereden bilebilirdim.. "Misafir bekliyor muydun?" diye sordum. "Hayır" dedi. Arabayı bahçeye soktum. Geçen gelişimde beni içeriye alan delikanlı bizi karşıladı. Sevgilim şaşkın bir şekilde homurdandı. "Ali neden bütün ışıklar yanıyor? Biri mi var?" "Evet, hanımefendi" dedi "Babanız İzmir'den geldi."
genç
Elinden
çocuğa
oyuncağı
alınmış
hizmetkâr.
döndüm
birden. Geceyle ilgili bütün tasavvurlarım noktalanmış sayılırdı. Yüzüm asılarak Berrin'e döndüm. Onun da keyfinin kaçtığı belliydi. Ama çabuk toparlandı, hatta yüzünde birden sevinç parıltıları belirdi. Elimj kavradı. Kulağıma eğilerek fısıldadı, "Babamın bu âni ziyareti hiç hesapta yoktu sevgilim. Ne yazık ki aklından geçenler yarın akşama kaldı. Çaresiziz, yarın akşama kadar birbirimizi daha da arzulayarak sabretmek zorundayız." Çaresizlik içinde durumu kabullenmek zorunda kaldım. Yapacağımız bir şey yoktu. Sevişmemiz yarın akşama kalmıştı.. "Öyleyse ben gideyim" dedim. "Fırsatını bulursan beni evden ararsın, en azından sesini duyarım." Elimi bırakmadı. "Acele etme, niye hemen gitmek istiyorsun? Babamla tanışmayı arzu etmez misin?" Bilemiyordum, galiba henüz hazırlıklı değildim, ya da sevgilimden böyle bir teklifin geleceğini hiç düşünmemiştim. Bir an kararsız kaldım. O ise manidar bir şekilde yüzüme baktı. "Nasıl olsa, önünde sonunda tanışacaksınız, değil mi?" dedi. "Bence zamanıdır." "Fakat..." diye fısıldadım.
"Yoksa babamla tanışmayı istemiyor musun?" "Ne münasebet! Neden istemeyeyim?" diye geveledim ağzımın içinde. "O halde gel.. Merak etme, tahmin ettiğin gibi kasıntı biri değildir. Dünyanın en tatlı ve en anlayışlı insanlarından biridir. Senden de hoşlanacağına eminim." Berrin elimi bırakmadan daha önceki gelişimde oturduğumuz salona doğru çekiştirdi beni. Bütün ışıkları yanan salona girdik. Tam ortadaki yemek masasının bir ucuna ilişmiş demlenen, altmış yaşlarında, şişman, sarışın bir adam gördüm. Bizi görünce gülümsedi. "Merhaba kızım!" dedi içten ve sevecen bir sesle. "Sana sürpriz yaptım." Sevgilim salona el ele girmemizde bir sakınca görmemişti. Koşarak babasına yaklaştı ve ona hasretle sarıldı. "Ne iyi ettin de geldin baba; ama insan geleceğini bir telefon edip bildirmez mi? En azından seni havaalanında karşılardım." "Böylesi daha iyi. Sen çok meşgul birisin. Kıymetli vaktini boş yere harcamak istemedim" diyen şişman ve sarışın adam bu defa
bakışlarını bana çevirdi. Babacan ve güler yüzlü birine benziyordu. Seyrelmeye yüz tutmuş saçları kızının ki gibi sarıydı. "Bu delikanlı arkadaşın mı/?" diye sordu kızına beni işaret ederek. "Evet, baba.. Onu sana tanıştırmak isterim." Masaya bir iki adım daha yaklaştım. Elimi uzattım. Berrin, "Attila Şahin" dedi. Sonra bana dönerek, "Babam, Ruhi Kadızâde." "Memnun oldum, efendim." Elimi sertçe sıkan yaşlı adam, "Ben de delikanlı" dedi. Bir süre beni dikkat ve merakla süzen bir hava içinde inceledi. Konuşmaya başlayınca onun lâfını pek sakınmayan biri olduğunu hemen anladım. "Çok ilginç" diye mırıldandı. "Bunca yıldır kızımı, bir erkek arkadaşını bana tanıtmak için bu kadar aceleci ve hevesli görüyorum. Yoksa aranızda arkadaşlığın da ötesinde ciddi bir 9
takım tasavvurlarınız mı var?" "Baba, lütfen! Yine beni utandırmaya kalkışma!. Attila şimdilik sadece arkadaşım.." Yaşlı adam fütursuzca sordu. "Şimdilik kelimesi ne anlama geliyor? Yani ilerde evlenmeyi mi düşünüyorsunuz?" Berrin biraz kızararak bana döndü. "Tipik bir baba endişesi işte" dedi. "Babam iş dünyasına dalarak evde kaldığımı, kendime uygun birini bulamayacağımı düşünür hep." Gülümsedim. "Pek de haksız sayılmaz. Bence de kendine uygun birini bulup bir an önce dünya evine girmende büyük yarar var." "Hay ağzına salık, delikanlı!" dedi Ruhi Bey büyük bir içtenlikle. "Nihayet benim gibi düşünen biri daha çıktı." Berrin aramıza girerek, şaka yollu bir ses tonuyla, "Bırakın artık, bu evlilik şamatasını bıktım usandım" dedi. Sonra yine babasına dönerek beni işaret etti. "Baba, Şahin ismi sana birisini hatırlatıyor mu?" Yaşlı adam gözlerini kısarak tekrar bana baktı.
"Korkarım, hayır. Hatırlatması mı lâzımdı?" "İyi düşün." Ruhi Bey hafızasını yoklarken, ben de meraklanmaya başlamıştım. Beni tanıması için hiçbir gerekçe şekillenmiyordu beynim de. "Çıkaramadım" dedi yaşlı adam. "Attila Bey, Reha Şahin'in oğlu!" "Yaa!" Adamcağızın ağzından kuru bir nida çıkmıştı. Biraz yadırgar gibi oldum. Nedense kimliğini öğrenmesi sanki onu memnun etmemiş gibiydi. Yüzünde belli belirsiz bir gölgelenme hissettim. "Başın sağ olsun" delikanlı. "Pederinin vefat ettiğini sanırım geçen ay öğrendim." "Teşekkür ederim, efendim" dedim. "Babamı tanır mıydınız?" Hayretle yüzüme baktı. "Bilmiyor musun?" dedi. "Neyi?" "Reha Şahin rakibimizdi." Gülümsedim.
boya
sanayiinde
en
büyük
"Hayır, haberim yoktu." Berrin kısa bir açıklama yapmak zorunda kaldı. "Attila Bey babasından tamamen müstakil olarak çalışır. Ayrı bir kuruluşu vardır. Hatta diyebilirim ki onun işleriyle hiç ilgilenmemiştir." Yaşlı adam hayretle kızına baktı. "Ciddi misin? İnanamıyorum" dedi. "Neden? Reha Beyin oğlu neden böyle büyük bir düzeni bırakıp da ayrı çalışmaya kalkışır, çok tuhaf." Kısa bir tereddüt geçirdjm. Gerekli izahatı benim yerime Berrin yaptı. "Bazı ailevi meseleler. Şimdi onu konu etmenin zamanı değil, bırakalım." Adamcağız, nasıl isterseniz dercesine omuz silkti. Ben de rahat bir nefes aldım. Bu konunun gerçekten de açılmasını istemiyordum. Ruhi Bey yeniden güler bir yüzle konuyu yeniden değiştirdi. Gözlerimin içine bakarak o babacan tavrıyla, "Delikanlı, yalnız içki içmeyi hiç sevmem; sen de benle bir kadeh atar mısın?" diye sordu. Baktım, rakı içiyordu. Tam da bir çilingir sofrası
kurdurt-muştu. Yani Berrin'in villasının göz alıcı manzarasıyla taban tabana zıt bir görünüm. Gerçi önünde, üzerine tiril tiril ütülü keten örtü yayılmış kocaman bir gümüş tepsi vardı, ama içinde iki iri parça bulunan beyaz peynir tabağı ile yarısı yenmiş kavun dilimi duruyordu. Biraz da söğüş salatalık ve tek adet domates. Teklifi bana pek zamansız gelmişti. Göz ucuyla sevgilime baktım. Yüzünden bir şey anlayamadım ama ses çıkarmadığına göre anlaşılan onaylıyordu. "Tabii efendim, memnun olurum" dedim. "Hah, şöyle! Çek şu iskemlelerden birini, otur." Söylediğini yerine getirdim. Baktım, Berrin'de memnun olmuş gibi, "Bari ben de sizinle bir kadeh içeyim" dedi. Ruhi Bey'e hizmet eden genç bir hizmetçi kız bize de servis yapmak için hemen koşuştu. Yaşlı adam cidden tatlı biriydi. "Evlât" dedi. "Çıkar şu ceketini de, kravatını çöz, rahatla biraz. Ben etiket ve merasimden hoşlanmam." Gülümsedim. Kravatımı
çözdüm,
sırtımdan
çıkardığım
ceketimi az ilerdeki koltuğa bırakmak üzere masadan biraz uzaklaşınca, Berrin, "Dur ceketini ben alayım" bahanesi ile yanıma yaklaşıp, kulağıma, "Sakın içkiyi ogece ki gibi fazla kaçırma, lütfen" diye fısıldadı. Tatlı kız, diye düşündüm. Galiba her rakı içtiğimde öyle körkütük sarhoş olacağımı, kendimden geçeceğimi sanıyordu.. Ruhi Bey'in karşısına oturduk. Yaşlı adamın gözlerinin içi mutluluktan parıldıyordu. Zeki ve hayattan edindiği deneyimlerle yoğrulmuş bir adam olduğunu anlamıştım. Ayrıca son derece alçak gönüllü, babacan ve kalender biriydi. Kızı ile ilişkimizin de arkadaşlık sınırının çok ötesinde olduğunu daha ilk bakışta sezinlediğine iddiaya girebilirdim. İlk yudum içkimi dudaklarıma "Sıhhatinize efendim" dedim.
götürürken,
O da, "Afiyet olsun, çocuklar" dedi. Bakışları bir bana, bir kızına kayıyordu. Ağzına ufak bir dilim kavun atarken, "Ne zamandan beri tanışıyorsunuz?" diye sordu. "Oldukça tanıştık."
yeni
sayılır
efendim.
Temmuzda
"Temmuzda mı? Yani iki ay bile olmamış, ha?" "Evet efendim." "Kaç yaşındasın evlât?" "Otuz beş." "Kızıma gerçekten âşık mısın?" Berrin tekrar müdahale etti. "Lütfen baba! Yine o konuya dönmeyelim. Attila Bey'in arkadaşım olduğunu sana söylemiştim." Bu defa sevgilimin konuyu kapatma isteğini engelledim. "Haklısınız, efendim" seviyorum, ona âşığım."
dedim.
"Berrin'i
"öyleyse kızım neden bu konunun açılmasını istemiyor?" Hiç duraklamadan cevafl verdim. "Ne yazık ki kendi aramızda dahi bu konuyu uzun uzun konuşacak zamanımız olmadı. Her seferinde araya bazı engeller girdi." "Evlenmeyi düşünüyor musunuz?" dayanamayıp patladı.
Sevgilim
"Şu ikili konuşmayı kesip, biraz da benim fikrimi sorsanız, olmaz mı?" Onu duymaz gibi davrandık. "Ben şiddetle istiyorum efendim" dedim. Berrin dehşete kapılmış gibi, bir bana bir babasına bakıyordu. "Ya kızım?" "Dediğim gibi, henüz kızınıza bu konuyu açacak zamanım olmadı." Başını sallayan yaşlı adam, "Anlıyorum" diye mırıldandı. "Sana bu şansı vermemiştir. Çok zor bir insandır. Titiz ve seçici, işi bu raddeye getirmen bile başarı sayılır evlât. Babası olarak, sana ilgi duyduğunu görüyorum. Bu da kazanç hanene yazılacak artı puan.." "Bu masada üç kişi olduğumuzu sanıyordum. Bu saçma sapan diyalog daha ne kadar sürecek merak ediyorum!" Ona yine aldırmadık.
Mütebessim bir çehreyle Ruhi Bey'e sordum. "Acaba şansım nedir, beyefendi?" "Bilemiyorum, ama bana göre fena sayılmaz. Sana kanım ısındı evlât. Şayet onun onayını alabilirsen, kızımı sana verdim gitti.." ikimizde dönüp Berrin'e baktık. O zaman irkildim ilk defa. Bu şaka yollu konuşmadan herkesin keyif aldığını sanıyordum, ama sevgilimin yüzündeki ifadeyi görünce dona kaldım. Berrin'in yüzünde anlam veremediğim buz gibi bir ifade vardı.. Sabaha kadar yatağımın içinde dönüp durdum ogece. Sinirden gözümü uyku girmedi. Bu kızın ne istediğini anlamıyordum bir türlü. Birbirimizi seviyorduk, ona çılgınlar gibi âşıktım ve de evlenme teklif etmiştim, daha ne istiyordu? Gerçi evlenme teklifim biraz olağandışı olmuş, alışılan şekillerde olagelmemişti, ama ne yapabilirdim? Babası beni sıkıştırmış, ben de gerçek niyetimi ortaya koymuştum. Gün ağarırken hâlâ aramızdaki ilişkiyi beynimde bir hizaya koymaya çalışıyordum. Eksik olan bir şeyler vardı. Berrin'in
neden böyle anlaşılmaz bir tutum sergilediğini anlamak mümkün değildi. Bir kaçıyor, beni üzmek için elinden geleni yapıyor, iğneliyor, gururumla oynuyor, arkasından da hiçbir şey olmamış gibi sıcak, sevgi dolu, büyük bir ihtiras içinde kollarıma atılıyordu. Dengesiz bir ruhun tezahürü değil miydi bu? Neyin peşindeydi? İsteği neydi? Henüz aklım ermemişti.. Dün gece Tarabya'daki villadan ayrılırken düştüğüm halden utanıyordum şimdi. Babasına da rezil olmuştum. Komik duruma düşmüş, patavatsız davranışımla kendi kendimi zor duruma sokmuştum. Fakat yanılan sadece ben değildim; Ruhi Bey'de şaşırmış, kızının hayır cevabına afallayıp kalmıştı. Yine bazı kararlar almaya başlamıştım. Bu defa kesinlikle onu aramayacaktım; usanıp bıkmıştım artık. Ben de her erkek gibi normal bir ilişki istiyordum; gösterdiğim sevginin karşılığını alabileceğim, ne istediğini bilen, mâkul ve tutarlı bir münasebet. En azından sevdiği adamı ölçüsüz davranışlarıyla çileden çıkarmayan birini bulacaktım. Dünyada ki tek güzel kadın Berrin değildi ya, arasam daha nice güzellerini bulabilirdim. Fiziğinin mükemmelliğine olan
bağlılığım bir tutkuydu zaten. Gözlerim kararmış, sanki dünyada ondan başka güzel kadın yokmuş gibi şartlanmıştım. Kendime müthiş kızıyordum.. Belki içinizden nihayet akıllandı, demişsinizdir. Sonunda uyanıp bu tutsaklıktan kurtulduğumu düşünmüş olabilirsiniz. Ne gezer! Önce ben de öyle düşündüm; artık Berrin'in bu anlamsız kaprislerine son veriyorum, dedim. Ne zamana kadar mı? Ertesi sabah beni işimden arayıncaya kadar.. Şirkete bir telefon etti ve aldığım bütün kararlar bir anda boşa gitti. Biliyorum, bu kadar da zayıflık olmaz-, diyorsunuz mutlaka. Haklısınız da.. Erkek biraz daha gururlu, haysiyetli, iradeli ve aldığı kararları uygulayacak kadar basiretli olmalı. Ben o kategoriden bir erkek değil miyim sanıyorsunuz? Kesinlikle öyleyim, ama hesaba katmadığınız tek nokta, sizin Berrin'i tanımamanız. Hiçbir erkek iradesi onun aşkına yakalandıktan sonra sağlam ve sağlıklı kalamaz. Mutlaka aksayacak, tutarsız ve olağandışı davranışlar sergileyecektir. Sizleri bilmem ama ben bunu çok iyi takdir edebilirim.
Şikayet ettiğimi mi sanıyorsunuz? Hayır, kesinlikle hayır.. Söylenip, homurdanıp, sızlandığıma bakmayın. Ona âşık olmak, hayatta erişebileceğim en büyük mutlulukmuş. Bir erkeğin erişebileceği, en uç, en erişilmez zirve. Ve ben o zirvede dolaştığımın hâlâ farkında değilmişim meğer. Telefonda bana sadece bugece sana geleceğim, demiş ve kapatmıştı. Heyhat! Bu emri vakilere çoktan alışmaya başlamıştım zaten... Salonun bütün ışıkları sönük sayılırdı, sadece dipteki ufak table lamb az bir ışık yayıyordu etrafa. Sarmaş dolaş dans ediyorduk. Benim gibi romantik bir adamın evinde neyle dans edilirdi ki? Tabii, kadife sesli Julio Iglesias'ın latin melodileriyle. önce Perfıdıa, sonra Amapola ve daha sonra da Quizas'la tek vücut olduk. Çok iyi dans ederdim, ama Berrin şimdiye kadar bana en iyi uyum sağlayan dam olmuştu. Tüy kadar hafif, bir yılan kadar oynaktı. Bamboleo ile birbirimizden ayrılmış ve daha tempolu bir ritme geçmişken karşısında onu müthiş bir keyifle seyrediyordum. Hiçbir kimse, gerçek bir Latin'de olsa onun kadar oynak ve canlı olamaz, dansın figürlerini böylesine yakıştıramazdı. Ayakları, belinin kıvrımları, omuzları velhasıl hareket eden tüm uzuvları, dansın tam gerçek temposunu aksettiriyordu. Müzik ve dansın estetiği sanki onun bedeninde soyutlaşmıştı..
Kendimden geçmiştim âdeta. Şu an dünya umurumda değildi. Düngece evlenme isteğime soğuk bakması, babasını da beni de terslemesi umurumda değildi. Yeter ki yakınımda olsun, ona her istediğim an erişiyim, dokunayım. Bu kadarı da yeterdi şimdilik. Dansı şova dönüştü âdeta. Biraz uzaklaştım, durdum, onu seyre başladım. Sihirli, büyüleyiciydi.. Daha rahat etmek için uzun topuklu, dekolte pabuçlarını da ayağından fırlatıp attı. Şimdi cilalı parkelerin üzerinde çıplak ayaktı. Kendinden geçmiş gibiydi. Iglesias'ın yumuşacık sesi ve sevgilimin inanılmaz gösterisi beni yerime mıhlamıştı. Ter içindeydi. Ben ise yerimden kımıldayamıyordum. Neden sonra yanıma yaklaştı, elini uzatarak beni yanına çekti, "Sarıl, sıkı sıkı sarıl bana" dedi. Sarıldım ve birlikte dönmeye başladık. Dudaklarımı saçlarını^arasına gömdüm. İhtiras değildi bu, salt sevgi, hayranlık, meftunluktu. Onu çıldırasıya seviyordum.
Çalan CD'nin ne zaman bittiğini ikimizde fark etmedik ama bedenlerimiz birbirinden ayrılamıyordu. Parfümü, koltuk altlarından burnuma çarpan deodorantının ve vücudunu kaplayan terin kokusu, şimdiye kadar genzime çarpan en nefis kokuydu. Önce kuğu kadar güzel boynunu, sonra da kulaklarının arkasını öpmeye başladım. Hafif hafif titremeye başlamıştı. "Hadi, artık soy beni ve yatağa götür" diye inledi. Güçlü kollarımla onu kavradım, ayaklarını yerden kesip kucağıma aldım. O kadar munis ve sokulgandı ki, kollarımın arasında hareketsiz kalmış, sadece dudaklarıyla gömleğimin açık düğmeleri arasından görünen göğsümü öpmeye başlamıştı. Bana tüy kadar hafif gelen bedenini yatak odama taşıdım. Usulca yatağın üzerine bıraktım. Bu ikinci birleşmemiz olacaktı; ama ilki, o sarhoş olduğum sabah ki sevişmemiz, sanki aç ve birbirine kudurmuş gibi saldıran iki insanın içlerindeki dayanılmaz arzuları boşaltmaları gibiydi. Oysa bu akşam içimdeki duygular çok farklıydı. İhtiras, tutkudan öte, sevgi ve erişilmezlikle ona yaklaşmak istiyordum. Bakışlarıyla beni kahreden o yeşil gözlerini
aradım. O an aynı duyguları paylaştığımızı biliyordum. Hafifçe eğildim, çıplak ayaklarından birini avuçlarımın içine aldım, Tann'nın bana en büyük armağanı saydığım sevgilimin kırmızı ojeli son derece düzgün ayak parmaklarını, yumuşacık topuklarını, pürüzsüz taban çukurlarını öpmeye başladım. Mutluluk içinde beni seyrediyordu, tek kelime etmeden. Yüzünde bir erkeği büyülemenin, istek ve arzunun doruklarına taşımanın mağrur bencilliğini görebiliyordum. Neden sonra, "öpülmeyi bekleyen başka yerlerim de var" diye fısıldadı usulca. Haklıydı da.. Sırtındaki kolsuz siyah penyeyi, daha sonra da pantolonunu çıkardım yumuşak hareketlerle. Dudaklarımı gergin karnının üzerinde dolaştırdım, ellerimle tüm pürüzsüz cildini okşadım. Gözlerimi kapattım sonra ve kendimi tarifsiz bir zevk girdabının içine terk ettim.. Gözümü açtığımda yatağım boştu.Sabah güneşi çoktan yükselmiş ve odanın içini doldurmuştu. Berrin'i yanımda göremeyince top gibi yerimden fırladım. Sabahın köründe daha ben uykudayken çekip gittiğini sandım. Ama daha koridora çıkar çıkmaz rahatladım. Mutfaktan sesler geliyordu.. Halime aldırmadan, çırılçıplak mutfağa koştum.
Tezgâhın başında kahvaltı hazırlığıyla meşguldü. Beni öyle anadan doğma görünce gülümsedi. "Uykucu! Nihayet takıldı.
kalkabildin,
demek" diye
Biraz toparlanmaya çalıştım. Çıplaklığımı hatırlayıp örtünmeye çalıştım ama o an belime bağlayacak hiçbir şey bulamadım etrafımda tabii. "Ayıp, çok ayıp!" diye homurdandı. "Sabah sabah böyle dolaşılır mı hiç?" Korkumu üstümden atamamıştım. "Seni yanımda göremeyince gittiğini sandım" diye kekeledim. "Artık kaçma kovalamaca faslı bitti. Dün geceden sonra karar verdim. Bir daha seni terk etmeyeceğim." "Söz mü?" "Söz değil. Sadece aldığım bir karar. Uygulaması sana kalmış." "Anlayamadım, nasıl yani?" İnci gibi dişlerini göstererek gülümsedi. "Beni hiç üzmeyeceksin^dilediklerimi yerine getireceksin ve hiç soru sormayacaksın.'' "Ama...." "Bak, şimdiden itiraza başladın."
"Tamam, tamam" dedim. "Sen ne istersen onu yapacağım." "İyi, öyleyse ilk iş olarak bu eve sağlam bir ekmek kızartıcısı al." Anlamadan yüzüne baka kaldım. "Pardon, ne dedin?" Bir kahkaha attı. "Ayol senin gibi zengin bir adama yakışıyor mu? Bu âlet neredeyse dedemden kalma, yarım saat oldu, hâlâ iki dilim ekmeği kızartamadı. İlk işin onu çöpe atmak olsun." Neyi kastettiğini geç anlamıştım. Kıyafetini de o zaman fark ettim. Demin çıplaklığımla alay eden Berrin'in durumu en az benimki kadar ilginçti. Uzun sarı saçlarını omuzlarından göğsüne doğru açarak serbest bırakmış, üstüne de, benim ev işlerine bakan gündelikçi Zehra hanımın boyundan askılı önlüğünü geçirmişti. Üstünde önlükten başka bir şey olmadığını geç anladım. Uyku sersemliğim ve onu evde bulamayacağım endişesinden yavaş yavaş sıyrılıyordum. Hızla yanına yaklaştım. O haliyle de inanılmaz derecede çekiciydi. Sanki düngece doya doya sevişen insan ben
değilmişim gibi yeniden arzuyla kıvranmaya başladım. Belki arkasını tamamen çıplak, bırakan o önlüğünde sabah sabah tahrik olmamda rolü vardı. Kendisine neden yaklaştığımı hemen anladı. "Olmaz, şimdi olmaz.. almadım" diye itiraz etti.
Daha
bir
duş
bile
"Kimin umurunda?" "Benim" dedi. "Üstüme kızarmış ekmeğin kokusu sindi.. Terliyim de.. İğrenirsin." Kararlı ve azimli bir şekilde üstüne yürüdüm. Kaçmak ister gibi birkaç adım geri attı. Benden uzaklaşmaya çalışırken kısacık boylu Zehra Hanımın zaten sevgilime çok ufak gelen önlüğü iyice kaymış göğüslerinden birini ortaya çıkarmıştı. Hamle yapıp sarıldım ona. Ellerim önlüğünün arkasında çıplak ve sert kalçalarına gitti. Bir an da ayaklarını yerden kesip havaya kaldırdım. Kaçmaya çalışacağını, itiraz edeceğini sanıyordum; ama ne dedi beğenirsiniz? Dün geceden daha da hevesli bir şekilde kollarını boynuma dolarken utanırmış gibi kulağıma fısıldadı..
"Hârika! Bu tarzı hep filimler de görür, nasıl olacağını merak ederdim sevgilim. Sana nasıl yardımcı olayım, bacaklarımı beline sarayım mı bir tanem?" Dediğim gibi, her zaman şaşırtıcı davranışlarla dolu bir insandı Berrin. Az sonra kesif bir yanık ekmek kokusu mutfağı sardı. Her halde kızartıcıdaki ekmekler kömür olmuştu. Ama aldıran kimdi, o an asıl yanan yüreklerimizdi. ömrümde ilk defa Herhalde, o da...
mutfakta
sevişiyordum.
Şirkete gittiğimde öğle olmuştu. Yorgunluktan bitkindim. Ama daha şimdiden akşamın olmasını, sevgilime yeniden kavuşmanın sabırsızlığını yaşıyordum. Buakşam yine evime gelecekti. Aramızda halli gereken bir yığın sorun vardı hâlâ, fakat ben umursamıyordum; bazılarını zamana, bazılarını da olayların gelişimine bırakmanın en uygun çözüm olduğunu düşünüyordum. Gönüller bir olduktan sonra halledemeyeceğimiz vaka yok gibi geliyordu bana. I^utluluğu yakalamıştım artık, geri kalanlar ufak tefek mesele/erdi..
Berrin aklımdan çıkmıyordu bir türlü. Zaten o yüzden de çalışamıyordum. Başka bir ifade ile çalışmak istemiyordum. Çok üzün zamandan beri esaslı bir tatil yapmadığımı anımsadım. Ağustos'un sonuna gelmiştik, ay birkaç gün sonra bitecekti. Eylül ayı Akdeniz sahilleri tatil için en mükemmel mevsimdi. Okullar açıldığından oteller tenhalaşır, sıcak biraz daha kırılır, oralara gitmek için en uygun zaman başlardı. Bugece düşüncemi sevgilime açacaktım. Mutlaka oda kabul eder, erken bir balayına çıkardık. Aklıma gelen fikirden sevinçle ellerimi ovuşturdum. (kimiz içinde hârika bir gezi olurdu bu. İlk defa çalışmak zorunda olmadığımı hatırladım. Artık babamdan kalan mirasla çok zengin biri sayılırdım. Dilediğim zaman dilediğimi yapacak, hatta hiç çalışmadan uzun süre yaşayacak kadar varlıklıydım. Hatta kalan mirasta Ege ya da Akdeniz'de yanılmıyorsam bir turistik tesis bile vardı. Gerekirse öğrenip kendi otelime bile gidebilirdim. Aklıma böyle bir ihtimalin gelmesi beni güldürdü. Cidden garip bir insandım, daha babamdan kalan malın mülkün tam listesini bile bilmiyordum. Bilmediğim yalnız onlar mıydı? Berrin'in iş yerini de bilmiyordum. Ona çiçek
yollamak istiyordum, ama çiçeği gönderecektim? Hiçbir fikrim yoktu..
nereye
Başladım kendi kendime homurdanmaya. Bu kadarına da pesti doğrusu, iki aydır tanışmamıza rağmen sevdiğim kadının çalıştığı yerin nerede olduğunu bilmiyordum. Bu sırf benim ilgisizliğimdi; insan merak edip sormaz mıydı hiç! Bundan sonra Berrin'e soramazdım, kızar, öfkelenir, işte bana ilgin bu kadar, çalıştığım yeri bile daha bilmiyorsun diye, söylenirdi. Neyse ki, firmanın adını biliyordum. Telefonu açıp bizim santral kıza, Kadızâde Boya Fabrika-lan'nın numarasını bulmasını söyledim. "Peki, Attila" bey dedi kız ve telefonu kapattı. Beklemeye başladım. Az sonra bizim santral kız bana numarayı verdi. Baktım, numaranın önündeki kot'dan İzmir'e ait olduğunu anladım. "Kızım" dedim. "Ben İstanbul'daki merkezlerinin veya irtibat bürolarının numaralarını istiyorum." Kız hemen karşılık verdi. "Onu da sordum, efendim. O firmanın İstanbul'da kayıtlı numarası yokmuş." Şaşırdım birden. Nasıl olurdu? Koskoca müessesenin hiç İstanbul'da bürosu
olmaz mıydı? Öyleyse Berrin nerede çalışıyordu? Birden aklıma geldi, belki ürettikleri boyanın adı başkaydı. Zaten bu konuya yabancı olsam da, şimdiye kadar Kadızâde diye hiç boya markası işitmemiştim. "Peki" dedim kıza ve telefonu kapattım. Kendim araştırabilirdim. Kısa bir tereddütten sonra santralda ki kızdan aldığım İzmir numarasını tuşladım. Uzun bir bekleyişten sonra telefon açıldı. Doğu şiveli bir adamın sesi kulağıma çarptı. "Kadızâde Boya Fabrikası mı?" diye sordum. "He, beğim" dedi. "Ben İstanbul'daki büronuzun numarasını öğrenmek istiyorum."
telefon
"Vallah beğim, ben bilmirem" dedi. Adam yoksa, bekçi filan mıydı, pek anlamadım. "Orada bilen başka kimse yok mu?" diye sordum. "Yoktur beğim." "Sen bana muhasebeyi bağlar mısın?" dedim. "Neyi?" "Başka bir servisi demek istiyorum." "Burada servis filan yoktur. Kapalıyız beğim.
Ben bekçiyim." Afallamıştım. "Kapalı mısınız?" diye sordum şaşkınlıkla. "He, beğim.. İki senedejn beri." "Ruhi Kadızâde orada mı?" "Yoktur." "Onu nasıl bulabilirim?". "Bornova'dadır. Orada oturur, buraya artık gelmez. Hem onu ne yapacağın? Burayı satın almak için mi ararsın?" İş gittikçe ilginçleşiyordu. Birden ruhumda bir daralma hissettim. "Evet" diye mırıldandım. "Geç kaldın beğim.. Burası geçen ay satıldı." "öyle mi? Kim satın aldı, biliyor musun?" "İstanbul'dan birileri." "Kim?" "Şahin
Holding..
Ne
yapacağın,
neden
sorarsın?" Telefonu olmuştu..
kapattım.
Tüylerim
diken
diken
Telefon ettiğim yer demek benim malımdı. Ama neler oluyordu? Beynime bir yığın soru üşüştü. Gerçi holding'in işleriyle ilgilenmiyordum, ama bu işler için ayarladığım bir temsilci vardı. Nejat niye bana İzmir'de bir yer aldığımızı söylememişti? Acaba söylemişte ben mi atlamıştım. Bekçinin ifadesine göre fabrika bize geçen ay satılmıştı, yani Nejat'ın görevde olduğu sırada. Ayrıca daha ikigece evvel yalıdaki toplantıda Merve bana Berrin'i en büyük rakibimiz, diye tanıtmıştı. Fabrikasını satın aldığı kadın, nasıl rakibi olurdu? Artık ortada rekabet filan kalmamış olması gerekirdi bu durumda. Birden Berrin'in anımsadım.
Merve'ye
olan
husumetini
Sevgilim, Merve'den nefret ediyordu. Belki de bu yüzdendi.. Zaten aralarında açıkça belli olan o çekişmeyi bir türlü anlayamamıştım. Onu bir kaşık suda boğacak gibiydi; daha önce hiç umursamadığı Merve'yi, yalıda benimle kol kola görünce de birden alevlenmiş, kıskançlık krizlerine girmişti. Sonra birden irkildim.
O taktirde ben de Berrin'in hasmı, hatta düşmanı sayılırdım. Çünkü Şahin Holding'in en büyük hissedarı bendim.. Bu gerçeği kavramak tüylerimi bir kere daha ürpertti. Aman Allahım, diye titredim. Yoksa, sevgilimin bana bu âni değişikliği, birden üstüme düşmesi, sever gibi davranması hep numara mıydı? İnsanın aklına bir kere şüphenin o kahredici tohumlan düşmeye görsündü; Ruhi Bey'in ismimi ilk öğrendiği anda yaşadığı hayreti anımsadım. Şaşkınlığını gizlemeye şaşırmış ama başaramamıştı. Daha o zaman babamla arasında bir çekişme olduğunu sezinlemiştim zaten.. Neler dönüyordu çevremde? Birileri kuyumu mu kazıyordu yoksa? Yo, bu kadarına izin veremezdim. Sanırım idareyi ele almanın zamanı çoktan gelip de geçmişti bile. Tüm gerçekleri öğrenmeliydim. Sahneye çıkmaya hazırdım artık.. Ne var ki, İzmir'le yaptığım bu sıradan telefon konuşmasının, hayatımın gidişatını değiştireceğini, o an hiç mi hiç bilmiyordum.. 4 Bazı şeylerin normal rayında gitmediği çok
belliydi. Ama ben, hisleriyle hareket eden o romantik budala, her şeye gözlerini kapamış, sanki çevresinde gelişen olaylar kendisiyle hiç ilgili değilmiş gibi, bulutların ötesinde, tatlı aşk hayalleriyle ayrı bir evrende yaşıyordum. Ortada babamın muazzam mirası vardı ve bazı kişiler devamlı bundan yararlanmaya, hilelerle tamamına konmaya, ya da muhtelif şekillere^ ucundan kulpundan bir şeyler koparmaya çalışıyorlardı." Konu, menfaatler ve parasal çıkarlardı. Aktörler ise çevremdeki güvendiğim, inandığım insanlar, hatta âşık olduğum bir kadındı.. Üstelik bunlar, anladığım kadarıyla oyunun şimdilik sahne kahramanlarıydı. Belki daha başkaları da çıkacaktı. Ürpermemek elde değildi; şöyle bir düşündüm, ilk bakışta bazı dost gibi tavır alanlar takıldı aklıma. Meselâ avukat Mehmet Ali Bey.. Babamın bunca yıllık dostu, arkadaşı, akıl hocası. Ona amca diye, hitap edecek kadar yakın hissederdim kendime. Ama şimdi bana cephe almış, babamın ne olduğu hâlâ meçhul eski karısıyla, beni evlendirmeye kalkışmıştı. Çok garip değil miydi? örflerimize, âdetlerimize uymayan garip bir
teklif. Gerekçesi ne olabilirdi? Menfaat kuşkusuz. Her halde Merve, onun, babama ve bana yakınlığını bildiğinden reddedemeyeceği bir vaatte bulunmuş, o da bu beklenmedik çıkar karşısında, aramızdaki her türlü hukuku bir kalemde silerek kabul edivermişti. Aklıma başka bir olasılık gelmiyordu. Nitekim katı tutumumu görünce Mehmet Ali bey konuya bir daha dönmemiş ve ondan çok daha zeki olan Merve de bu defa taktik değiştirerek karşıma kendini açındıracak, mirasta asla gözü olmayan, sadece emeğinin karşılığını isteyen biri gibi çıkmayı denemişti. Aptal gibi Merve'ye de inanmıştım. Gibisi fazlaydı, salağın tekiydim ben. O kadına acımış, her şeyi bir kalemde unutmuş, neredeyse fazilet ve dürüstlüğüne toz kondurmaz hale girmiştim. Düpedüz salaklıktı yaptığım, o yaştaki bir kadın yetmiş yaşında, kalp hastası bir adamla paranın dışında hangi sebeple evlenirdi ki? Ya şu bizim aptal Nejat'a ne demeliydi? Ben de onu açıkgöz, cin gibi biri sanırdım. O da şapşalın tekiydi; daha ilk günden itibaren bana Merve'yi methe, hayranlığını anlatmaya başlamıştı. Birde her işten anlayan bir mâli müşavir buldum, diye kasılıp duruyordu. Oysa Holding bünyesinde nelerin döndüğünden zerrece haberi olmadığına emindim. Kadızâde
firmasının satın alındığını duymaması gibi.. Tabii en büyük yıkımı yine Berrin'le yaşıyordum. Beni kandırmış, sevgi ve cinselliği vasıta olarak kullanmıştı. Muhtemelen babasının fabrikasını satıp, adamı olası bir iflâstan kurtardıktan sonra hayatımdan çekip gidecekti. Neredeyse hırsımdan kuduracaktım. Tüm davranışları sahte, yaklaşımı yapay ve aldatmacaya dayanıyordu hisleri. Bana aşıkmış gibi görünmesi de yalandı. Belki gerçekten bir çocuğu vardı, belki asla unutamadığını iddia ettiği hayatında ki o adam da doğruydu. Kim bilir, benim hassasiyetim karşısında, eğer bir nebze varsa, içindeki vicdan azabı ağır basmış, ağzından kaçırmıştı. Tüm kadınlara lanetler okudum içimden. Ama asıl onları değil, kendimi suçlamalıydım. Kaprisler ve anlamsız gururlar uğruna mirasımla ilgilenmemiş, akıl almaz jestlere kalkışmıştım. Sonra aklıma gelen bir şeyle birden durakladım. Yine bir gariplik sezinlemiştim.. Çok belli ki, Merve ile Berrin'in arası iyi değildi. Berrin nedense beni daha önceden tanıdığını
Merve'ye belli etmek istememişti. Merve'de Berrin'in bana aşırı samimi davranışı gördükten sonra hemen surat asmış ve bir daha ben yalıdan ayrılıncaya kadar beni yalnız bırakmamış, âdeta Berrin'in bana yaklaşmasını engellemişti. Neden? Bunu iki ayrı açıdan düşünebilirdim. Merve kıskanmış, şayet hâlâ benimle evlenmek gibi bir fikri varsa, Berrin gibi harikulade güzel bir kadının etrafımda dolaşarak kur yapmasını geleceğe yönelik planları itibariyle sakıncalı görmüş olabilirdi. Bir nebze haklıydı da, onu anlayabilirdim. Fakat Berrin, tanışıklığımızı ve ilişkimizi neden Merve'den gizlemişti? Bunun için mâkul bir sebep göremiyordum. Bir an için Merve'nin bu ilişkiyi öğrenirse İzmir'deki fabrikayı satın almayacağını düşünmüş olabilirdi. Ama telefonda konuştuğum bekçinin, ifadesi, aklıma'gelen bu düşünceyi çürütüyordu. Çünkü yalıdaki toplantı sırasında satış çoktan bitmiş, o Allah'ın garibanı bekçi bile satışın yapıldığını öğrenmişti, yani Berrin'in korkması için bir sebep kalmamıştı.. Şu halde Berrin'in ilişkimizi Merve'den saklaması için 'başka bir neden olmalıydı ve ben henüz bu konuda bilgi sahibi değildim.
Ama artık kararlıydım; bütün bu kişiler bundan sonra karşılarında hiç tanımadıkları, bambaşka birAttila bulacaklardı. Sanki aldığım bu karardan rahatladım, derin bir nefes soluk verdim. Bu güne kadar karşılarında hep yumuşak, umursamaz, kendi dünyasında bir adam bulmuşlardı; ama onların hiç bilmedikleri, hesaba katmadıkları nokta, bu sakin adamın sigortaları atınca ne kadar sert, acımasız ve mücadeleci olacağıydı. Kuşkulu, kararsız, mütereddit kalmak zordur, fakat insan bir defa dönülmez bir karara varınca gerisi kolaylaşır. Ve ben şimdi içimde o rahatlığı duyumsamaya başlamıştım. Berrin'le hesaplaşmayı en sona bıraktım. Aslında canımı en çok yakan oydu. Çıkarı uğruna beni çok âdi manevralarla tam enayi durumuna sokmuştu. Lâkin bu geceden sonra hiç tanımadığı bir yanımla karşılaşacaktı. Onu arayıp çiçek göndermekten vazgeçtim tabii. Onunla evde görüşecektim.. İlk sürprizim Mehmet Ali Bey'e olacaktı. Telefona uzandım. Önce babamın Holding binasını aradım. Her halde şu sırada oradaki yeni odasında olmalıydı. Holding'in santralındaki kız kendisini kimin aradığını sordu. Adımı verdim.
Az sonra, yaşlı adamın heyecanlı sesi kulağıma aksetti. Sesinden şaşırdığı belliydi; benden telefon beklemiyordu tabii. Santral mutlaka beni bağlarken kimin aradığını ona söylemişti, ama yaşlı kurt sanki bilmiyormuş gibi, "Buyurun, efendim" demişti. Artık, böyle numaraları yemiyordum, heyecanından, ya da o an nasıl bir konuşmayla karşılaşacağını kestiremediğinden, bana her zaman ki gibi yakın, içten veya adımla hitaptan kaçınmıştı. Gayesi benim tarzımı ölçüp biçmekti. "Merhaba, Mehmet Ali Bey amca" dedim. Özellikle amca kelimesini kullanmıştım, oysa eski yazıhanesindeki son görüşmemizden sonra ona amca diye hitap etmiyordum. Umduğum gibi oldu. Yaşlı adam sesimdeki yumuşaklığı ve sıcaklığı yuttu. Hemen gevşedi, "Ooo, evlâdım, bu ne sürpriz! Bana kırıldığını sanıyordum" dedi. "Estağfurullah Mehmet Ali Bey amca" dedim. "Ne demek o, size nasıl kırılabilirim? Sadece biraz şaşırmıştım. Siz babamın yaşayan en kıymetli arkadaşınız." Fazla da samimi görünmek istemiyordum, yaşlı filandı ama hâlâ kafasının işlediği de bir gerçekti, fazla düşünmesine fırsat vermeden hemen devam ettim. "Evvelki gece Merve hanımın Yeniköyde'ki yalısına davetliydim; gittim ama seni göremedim."
Sanki bu toplantıdan ve benim de katılmamdan haberi yokmuş gibi, "Ya, öyle mi?" diye sahte bir hayret sesi yükseldi ağzından. "Bak, bunu işittiğime çok sevindim, umarım bundan böyle aranızdaki buzlar erimeye başlamıştır." Vay canına, dedim içimden. Yaşlı avukat rolünü mükemmel oynuyordu. Duyduğum tiksindi büsbütün arttı. Ama dediğim gibi, bundan böyle ben de onlara kendi silahlarıyla mukabele etmeye kararlıydım. "Galiba öyle. Bana çok iyi davrandı. Benim de seni arayış sebebim buydu." Mehmet Ali Bey gittikçe heyecanlanıyordu, onun yüzünü görüyormuş gibi hayalimde canlandırıyordum, emindim, şimdi mor dudakları zevkten titremeye başlamıştı. "Tabii, evlâdım.. Söyle, sana nasıl yardımcı olabilirim." "Bunu telefonda konuşamayız. Acaba yarın öğleyin seninle baş başa bir yemek yiyebilir miyiz?" "Neden olmasın? Nerede istersen." "Mesela The Marmara Oteli senin için uygun mu?" "Uygun tabii. Kaçta?" "Yarım desek”.
"Mükemmel. Yalnız birazcık çıtlatır mısın, konu nedir?" Yine içimden gülümsedim. görüşmek istediğimi
Ne
hakkında
merak ediyordu tabii. Bir#an evvel hizmetinde çalıştığı kadına hemen müjdeyi uçuracaktı. Merakta kalsın, diye homurdandım. "Dedim ya telefonda olmaz. Yarın yüz yüze konuşuruz." Fazla ısrar edemedi. "Peki" dedi, telefonu kapadı. Zokayı yutmuş sayılırdı. Emindim, şimdi doğru Merve'nin odasına haberi yetiştirmeye koşuyordu muhakkak.. Bu defa Nejat'ı cep telefonundan Şirketten aradığımı anlamıştı.
aradım.
"Buyurun, Nejat" dedi. "Merhaba" dedim. "Neredesin şimdi?" "Emret ağabey" diye cevap verdi. "Bir arkadaşımla yemekteyim, ama önemli değil."
"Hadi gözün aydın. Seni bir dertten kurtarıyorum." Anlamamıştı tabii. "Hayrola ağabey, ne derdi?" "Şu andan itibaren artık benim işlerimle meşgul olmayacaksın. Sevindin mi?" Birkaç saniye hattın öbür ucundan hiç ses gelmedi. "Yani., yanlış mı anladım acaba" diye kekeledi. "Hayır" dedim. "Doğru anladın. Seni azlediyorum." "Ama., neden ağabey? Bir hata mı ettim?" Güldüm. "Yok canım, hata filan etmedin." "Şu halde? Onlarla mücadele etmek istemeyen sen değil miydin? Bu ani karar değişikliği niye?" "Çok basit. Sen haklıydın. Bundan sonra kendi işimi kendim görmeye karar verdim." Hattın öbür ucunda yeniden bir sessizlik oldu. Nejat'ta aynı şaşkınlığı yaşıyordu. Hakçası onun sadece bu işte yeterli olmadığını düşünüyordum; benim aleyhime bir dolaplar çevirdiğine ihtimal vermek istemezdim. Fakat aşırı şaşkınlığı sinirlerimi bozmuştu.
Yoksa, o çirkef kadın onu da mı avucunun içine almıştı? Tıpkı Mehmet Ali Bey'e yaptığı gibi belki ona da bir takım çıkarlar mı sağlamıştı. Hiddetim belki bir paranoyaya dönüşüyordu. Çevremdeki herkesten ve her şeyden şüphelenmeye başlamıştım. Durgunlaşmıştı Nejat, tek kelime etmiyordu. "Hizmetlerin için teşekkür ederim, sana bir çek yazacağım, şirkete uğradığında alırsın." Kekeleyerek, "Tamam ağabey, istersen" dedi. Telefonu kapattım.
sen
nasıl
Bunlar zaten işin kolay kısmıydı. Aleyhimdeki komplonun hukuki yönünü şekillendiren ufak piyonlar. Şimdi sıra asıl büyük beyinlere gelmişti. Özellikle de Merve'ye.. Onun için ciddi şekilde düşünmeli ve karşı taarruz planı hazırlamalıydım. Kurt gibi zeki ve mükemmel bir oyuncu olduğunu çok iyi biliyordum. Bu defa onu çökertecek bir plan tasarlamadan çıkamazdım karşısına. Hazırlık için biraz zamana ihtiyacım vardı. Niyetim bu gece de Berrin'in işini bitirmekti. Tabii ona daha özel bir hınç duyuyordum. Çünkü
beni en hassas yerimden vurmuş, duygularımla oynamış, kalbimi çalmış, kendine esir etmişti. Aşk ile nefretin bazen at başı seyrettiğini, bu iki duygunun şiddetle birbirine dönüştüğünü hep duyardım, ama bu güne kadar hiç yaşamamıştım. Şimdi kendimi tahlilde âcizdim. Belki onu hâlâ seviyor, aşırı bir tutku halinde arzuluyordum ama ruhumun ve beynimin bir yerlerinde de alçakça bir oyuna âlet edilmenin dayanılmaz hırsı ve nefreti vardı. Akşamı bekledim.. Eve erken döndüm. Sinirlerim inanılmaz derecede gergindi tabii. Soyunup duşa girerken ellerimin titrediğini fark ettim. Oysa çok dikkatli davranmalı, kesinlikle açık vermemeliydim; durumumu hissetmemesi lâzımdı. Çareyi bir kadeh içki de buldum. Yayvan bir bardağa üç parmak viski ve bol buz koydum. Duştan sonra sırtıma rahat bir gömlek giyerken içkimi de yudumlamaya başladım. Saatler geçmek bilmedi. Bana erken geleceğini söylemişti ama kapının zili çaldığında saat sekiz buçuğa yaklaşıyordu. Açmak için kapıya yönelirken, derin bir nefes aldım. Nihayet beklediğim an gelmişti. İntikam zamanı.. Ne yapacağımı, nasıl bir tutum sergileyeceğimi merak etmişsinizdir elbette.
İtiraf edeyim ki, beynimde oluşmuş kesin bir plan yoktu. Var olan, sadece içimdeki körüklenmiş nefret aleviydi. Bir şekilde bu alevi Berrin'e sirayet ettirmek istiyordum. Yüzüme sahte bir gülücük yerleştirerek kapıyı açtım. Onun sevinç ve neşe ile hemen boynuma sarılacağını, bu sabah bıraktığımız yerden sözde mutlu yaşantımıza devam edeceğimizi sanmıştım. Yanılmışım.. Son derece yorgun ve bitkin görünüyordu. Hiç bozuntuya vermeden oyuna devam etmeliydim. Ama halini görünce gafil avlandım. "Ne o?" dedim. "Karadeniz'de gemilerin batmış gibi bir halin var." "Yalan da sayılmaz.. Berbat haldeyim." "Ne oldu?" "Birtakım aksilikler.. İşle ilgili. Neyse boş ver. Bir duş alabilir miyim?" İlgisizce omuz silktim. "Tabii. Ev senin. Nasıl istersen öyle davran." Bir an irkilerek bana baktı. Tedirgin bir şekilde
yüzümü süzerken sordu. "Senin neyin var?" "Hiçbir şeyim yok." "Yalan söyleme, anlarım. Bir şey olmuş." "Ne?" "Ne bileyim? Onu sen söyleyeceksin." "Yok dedim ya!" Yanıma yaklaştı, ayaklarının ucunda yükselip dudaklarıma bir öpücük kondurdu. Sonra yüzünü buruşturup mırıldandı. "Ağzın leş gibi içki kokuyor." "Seni beklerken bir duble viski içtim, ne var bunda?" "Bu saate mi?" "Bir kadeh içki için erken sayılmaz." Tekrar gözlerimin içine baktı. "Sen bilirsin" diye söylendi. "Sorununu söylemek istemiyorsan, o senin bileceğin iş, zorla konuşturamam ya."
İlgisiz ve yorgun görünümü içinde yatak odama doğru yürüdü. Ama onu iyi tanıyordum; bir şeylerden şüphelenmişti ve ne olduğunu anlamak için can atıyordu. Sanırım arkasından yatak odasına benimde geleceğimi, soyunmasını keyifle seyredeceğimi düşünmüş olmalıydı. Fakat ben salona geçtim. Yalan değildi, yerimde duramıyordum ama özlediğim çıplak vücudunu yeniden görmek için değil, bu defa hiddetimi bastırabilmek içindi. Peşinden gelmediğimi görünce, bu kez yatak odasından seslendi. "Bana bir havlu verebilir misin?" Kendi kendime sırıttımi Tipik bir kadın taktiğiydi yine. O an oda da çıplaklığını teşhir için gelmemi istiyordu. Salondan seslendim. "Banyodaki dolapta bulabilirsin. İstediğini kullan." Sesini çıkarmadı. Beri de salondaki koltuklardan birine oturdum. Biraz daha sakinleşmeye çalıştım, aslında canım şiddetle bir kadeh daha içki çekiyordu, ama yapmayacak içmeyecektim. Alkolün gevşetmesinden, zaaf göstermekten korkuyordum. Çünkü beyninde çöreklenen kuşkuyu çözmek için bana daha çeşitli oyunlar oynayacağından, cinsel cazibesini kullanacağından emindim. Beklemeye başladım. Nitekim az sonra yanılmadığımı da anladım.
Mahrem yerlerini örten daracık bir havluyla çıplak ayak salona girdi. Saçları ıslaktı. Henüz kurulanmadığı için su damlacıkları omuzlarından göğsüne, düzgün ve muntazam bacaklarına doğru süzülüyordu. İşimin zor olacağını biliyordum zaten. Bakmamaya çalıştım. Ama dayanılır bir manzara değildi İçimden her şeye lanetler okumaya çoktan başlamıştım bile. Acaba içimdeki hiddet mi yoksa zaafım mı galebe çalacaktı? Bu benim için ciddi bir sınavdı ve yenilirsem bir daha asla başarı kazanamayacağım bilinci içindeydim. Aklınca değişik bir yöntem uyguluyordu. Sanki her şey çok olağanmış gibi davranmaya hazırlanıyordu. Önce, gel sırtımı kurula filan gibi bir davete baş vuracağını düşünmüştüm. Ne de olsa ateşle barut gibiydik, en ufak bir ten teması olursa, dayanamayacağımı, kendisine sarılıp bütün açığımı sergileyeceğimi sandığını hesaplamıştım. Ama öyle bir teklifte bulunmadı. Hatta kendisiyle ilgilenmediğimi, bile görmezliğe geldi. Sakin bir sesle, "Bari, bana da bir kadeh viski ver" dedi. "Yorgunluğuma iyi gelir." Yerimden kalktım. tutuşturdum.
İstediği
içkiyi
eline
Göz göze gelmekten kaçınmaya çalışıyordum
hâlâ. İlk yudumu aldıktan sonra çıplak ve ıslak bacaklarını koltuğun üstüne çekti, daracık havluyla sanki göğüslerinin ortaya çıkmasını engellemek istercesine biraz daha sıkıştırdı ve mırıldandı. "Eh, artık zamanı geldi. Konuş bakalım.. Nedir mesele?" Yine ilgisizce mırıldandım. "Dedim ya, ortada bir mesele yok. Zorla sorun mu yaratmak istiyorsun?" "Bak Attila, bu gün çok yorgunum, burnumdan soluyorum. Babamın işleri zaten canımı çok sıkıyor, bir de sen üstüme varma, ne olur." Hemen ilgimi çekmiş gibi biraz da yumuşak ve anlayışlı bir ses tonuyla sordum. "Hayrola!" dedim. "Ruhi beyin işlerinde bir terslik mi var?" "Hem de nasıl." "Anlatsana.." "Boş ver uzun ve sıkıcı bir hikâye. Şimdi hiç açmayalım. Zaten gördüğüm kadarıyla sende buakşam biraz garipsin." "Yine de dinlemek istiyorum."
Dikkatle yüzüme baktı, sanki bir şeyden şüphelenmişçesine . Nedense o kuşkulu bakışları normalden biraz daha uzamış gibi geldi bana. Sanırım gerçeği öğrenip öğrenmediğim konusunda ilk korkuyu yaşıyordu. "Cidden bilmek istiyor musun?" diye sordu. "Gayet tabii" dedim. Bir an gözleri buğulanır gibi oldu, üstüne hüzün çöktü. Dalgınlaştı. "Bana bir sigara versene" diye mırıldandı. Şaşırdım, sigara içtiğini hiç görmemiştim. "Sigara içiyor musun?" "Çok nadir.. Ya çok keyifli olduğum ya da böyle üzüntülü olduğum hallerde bir tane tüttürmeyi canım çeker." Ben sigara kullanmazdır^ ama tabii evde bulunurdu. Kristal sigaralıktan bir tane aldım," yaktım ve ona uzattım. Teşekkür etmeden aldı, derin bir nefes çekti, sonra da viskisinden derin bir yudum daha içti. "Babam iflâsın eşiğinden,döndü" diye fısıldadı yüzüme hiç bakmadan. "Otuz yıllık müessese battı. Nedenlerini hiç sorma. Hatalı babamdı. İkazlarıma hiç kulak asmadı. Piyasanın şartlarını sen de biliyorsun, kahredici bir rekabet var. Büyük sermaye her zaman küçüğü yutuyor ve
eziyor. Sonunda teslim oldu ve kepenkleri indirdi. Mesele bu kadar basit." Durumu bilmiyormuşum gibi davrandım. "Çok üzüldüm" bilmiyordum."
diye
mırıldandım.
"Hiç
Yüzüme bakmadan söylendi. "Nereden bileceksin ki?" "O da doğruya ya" diye fısıldadım. "Baha kendinden hiç bahsetmiyorsun." Yine kuşkuyla yüzüme baktı. Sesini çıkarmadı. Gayet masumane sordum. "Benim yapabileceğim bir şey var mı? Elimden geleni yapmaya hazır olduğumu bilmeni isterim. Hem biliyorsun, artık zengin bir adam sayılırım." Şayet bu da rol değilse, Berrin ağlayacak gibiydi. Kısa bir an durakladı, sanki dudaklarının ucuna kadar gelen kelimeleri söyleyip söylememek konusunda zorlanıyordu. Nihayet, "Sen zaten yapacağını yaptın" dedi. Hiçbir şey anlamamış gibi nemli yeşil gözlerine baktım. "Ne demek istiyorsun? Ben ne yaptım ki?" Artık kendini tutamıyordu, ağlamaya başladı. Üstüne varmadım. Daha ne kadar
açılacağını bilemiyordum. Belki de açıklamalarını burada kesecekti. Ama ok yaydan çıkmıştı bir kere, duracağını düşünmemem lâzımdı. "İzmir'deki fabrikamızı senin Holding satın aldı" dedi. Hiç sesim çıkmadı. Her hangi bir yorum da yapmadım. Omuzlan sarsılarak ağlamaya başladı. Bu biraz da beklemediğim bir itiraftı. Neden bu kadar geç yapmıştı acaba? Meseleyi öğrendiğimden mi şüphelenmişti, yoksa bu oyuna devam etmesinin imkânsızlığını mı anlamıştı? Belki de yalanından dolayı samimi bir nedamet hissine kapılmıştı. Hepsi olabilirdi. Sesimin çıkmadığını görünce garip garip yüzüme baktı. "Bir şey söylemeyecek misin?" dedi. Kayıtsızca, "Senin açıklama yapmanı bekliyorum" dedim. Önce hiç sesini çıkarmadı, oturduğu koltukta uzun uzun düşündü. "Ben çok kötü bir insanım; sevdiğim insana açık, samimi olmam gerekirken, bu cesareti gösteremeyip, senden habersiz arkandan işler çevirdim. Bu açıdan kendimi affedemeyecek kadar suçlu buluyorum." "Bak, bu doğru" dedim. "Keşke doğru bana gelip durumu açıklasaydın. Merve'yle mi temas kurdun?" "Evet, onu eskiden beri tanırdım. Sizin Holding uzun yıllardır S rakibimizdi. Belki tesisimizi o alır, diye düşündüm”.
"Merve teklifini nasıl karşıladı?” Sevgilim sigarasından derin bir nefes çekti. Titremesi hâlâ devam ediyordu. "Önce biraz soğuk yaklaştı. Zaten oldum olası benden hoşlanmazdı." "Neden? Mesleki rekabetten mi?" "Hiç sanmıyorum." "Neden öyleyse?" İlk defa gözleri ışıldar gibi oldu Berrin'in. "Nedeni söylersem gülersin." "Gülmem, söyle." "O her zaman beni kıskanır. Güzelliğimi, zekâmı, iş bilirliğimi." "Ama işleri batan o değil, sizsiniz. Bunun kıskanılacak bir yanı yok gibi geliyor bana." "Kadın ruhunu anlamak zordur. Beni hiçbir zaman çekemedi." "Onu ne kadar zamandan beri tanırsın?" "Epey oldu, belki altı yedi sene." "Ya sen? Ondan hoşlanır miydin?" Berrin omuzlarını silkti.
"önceleri ona karşı nötrdüm. Çalışkan, hatta işinde başarılı ve hırslı biri. Ama..." Cümlesinin sonunu sordum. "Ama ne?"
getirmekte
zorlanırca
"Sonra ondan nefret etmeye başladım." "Sebep?" "Anlamıyor musun hâlâ? O sana âşık. Hem de deli gibi." Gülümsedim sadece. "Yanılıyorsun, onun gibi kadınlar sadece paraya, şöhrete ve yükselmeye tutkundurlar. Hem bana âşık olduğunu da nereden çıkarıyorsun?" "Beni kör mü sandın? Daha yalıda yanında görür görmez anladım. Bir an olsun gözlerini senden alamıyordu." "Büyütme o kadar. O gece ben onun en itibarlı misafiriydim sadece. Çıkarları ilgi göstermeyi gerektiriyordu." Berrin nedense gözlerini dikip bana sordu. "Ya sen?" dedi. "Ona ilgi duyuyor musun?" "Çıldırdın mı sen? Nasıl ilgi duyabilirim? O babamın karısı! Bunu nasıl sorabilirsin? Aşkından deli divana olsam bile bir an aklıma getiremem. Beni bu kadar kişiliksiz mi sanıyorsun, hayret doğrusu." Berrin uzun uzun beni süzdü. "Emin misin?" diye fısıldadı. "Babanın karısını gerçekten sevemez misin?"
"Hayır, kesinlikle.. Olmaz öyle şey." "Ama aralarında anladığımız mânada bir karı koca yaşantısının olmadığını söylemiştin." "Bu bir şey değiştirmez. Sonuç olarak o babamın yasal karışıdır. Hem bu anlamsız soruları bana niye soruyorsun?" "Haklısın" diye mırıldandı sormaya da hakkım yok."
Berrin.
"Zaten
O akşam yemeği dışarıda yedik. Berrin yorgun olduğu için önce çıkmamakta direndi, ama evde yiyeceğimiz bir şey yoktu. Arabayı sürerken hiç konuşmadık. İkimiz de aramızda bir şeylerin değiştiğini, o inanılmaz tutkunun eriyip bittiğini hisseder gibiydik, itirafı onu sarsmıştı. Ben ise henüz bu itiraftan tatmin olmamıştım; daha hâlâ anlatılmayan, eksik kalmış, söylenilmemiş şeyler olduğuna inanıyordum. Hatta Merve ile Berrin arasında yapılmış gizli bir ittifakı bile düşünüyordum. Bu anlaşmaya bizim şapşal Nejat'ı bile katabilirdim. Meselâ Nejat borca batık İzmir'deki fabrikayı satın aldığımızı neden bana söylememişti? Gerçi onu da pek suçlayamazdım ya, önüme getirdiği hangi dosyayı sanki dikkatle incelemiştim.
Kızmaya hakkım yoktu, bende de hata olabilirdi. Şimdiye kadar babamın işleriyle ilgili ne yapmıştım ki.. Kalamış'taki meşhur bir balık restoranına girdik. İkimizde sessizliğimizi sürdürüyor, mecbur kalmadıkça konuşmuyorduk. Sipariş ettiğimiz balıkları bekterken aynı sessizlik hüküm sürdü. Berrin, yeşil gözlerini önümüzdeki Marina'da demirli, irili ufaklı beyaz teknelere dikmiş, sabit bakışlarla heykel sessizliği içinde oturmaya devam etti. Hayret, ben umduğumdan daha rahattım. Aramızdaki sessizlik bile beni rahatsız ^tmiyordu. Bir şeyi ispat etmenin, ya da beynimdeki şüphenin gerçekliğine ulaşmanın huzurunu yaşıyordum sanki. Aslında bu kendi kendimi aldatmaydı; çok iyi biliyordum, önümüzdeki birkaç saat, hatta birkaç dakika sonra muhtemelen geleceğimiz şekillenecekti. Berrin önündeki lüfer ızgaradan yalnızca birkaç lokma yedi. Ağzını kağıt peçeteyle sildikten sonra bakışlarını nihayet bana çevirdi. Bir karara vardığını hissetmiştim. "Şu fabrika işini senden sakladığım için beni affetmeyeceksin, değil mi?" dedi. O an aklıma gelen dudaklarımdan döküldü.
ilk
değerlendirmem
"Fabrikanın canı cehenneme" diye mırıldandım, "işin parasal yönü beni hiç ırgalamıyor. Ama bana yalan söylemenden çok rahatsız oldum. Sevdiğim kadına güvenmek isterdim. Sana olan itimadımı sarstın." Gözleri yeniden nemlenmişti. Kısa bir duraklamadan sonra bana tuhaf bir cevap verdi, "Yine de olaya iki ayrı açıdan bakalım." Dikkatle incelemeye başladım. Konuşmakta zorlanıyor, ağlamamak için kendini zor tutuyordu. "Birincisi" dedi. "Şahin Holding için bu kârlı bir yatırım değildi. Bir miktar zarara girdiği muhakkak. Adı silinmiş, piyasasını kaybetmiş bir işletmeyi satın aldı. Ama yüz de yüz eminim ki Merve kısa sürede onu yine canlandıracak, eski rantabl haline dönüştürecektir. Yani en geç birkaç senede zarar telâfi edilecek ve kâra geçilecektir." Sanki az evvel belirtmemişim gibi olayın parasal boyutuna öncelik vermesi canımı sıkmıştı. Tam itiraz edeceğim, asıl meselenin bu olmadığını söyleyeceğim anda birden durdum. Buna nasıl emin olabilirdi? Gayrı ihtiyari sordum. "Nereden biliyorsun?"
"Merve'yi tanırım. Cin gibi kurnazdır. Hem de sandığından çok daha faz.a. Şayet satın aldığı fabrikayı yine ihya edecek diyorsam, bana inan, bunu becerecektir. Zaten aklı kesmese satım almazdı. Yani sonuçta dolayısıyla sen yine kâra geçecek, şimdiki zararını ziyadesiyle telâfi edeceksin. Bu yönden endişem yok. Hatta bir anlamda kelepir bile sayılır." "Öyle mi?" dedim. Yine bir an garip bir tedirginlik içinde yüzüme baktı. Ama soruma cevap vermedi. "Şu bahsettiğin ikinci açı nedir?" diye sordum bu defa. "Söylediğim yalanlar.. Asıl tehlikeli olan ve ilişkimize gölge düşüren de o zaten." "Yalanlar mı? Yani başka yalanlarda mı var?" "Evet!" "Madem ki ipler kopuyor, öyleyse onları da söyle de rahatla." "İmkânsız.. Söyleyemem." "Bunun ne anlama geldiğini anlamıyor musun? Sonumuzu getirecek." "Biliyorum" diye inledi. "Yine de söylememeyi mi tercih ediyorsun?" "Evet."
Durup düşündüm. Yalan söylediğini kabulleniyor fakat bunu açıklayamıyordu. "Çocuğun olduğu doğru mu?" dedim. "Hayır canım, ne münasebet! O sadece senin bana sevgini ölçmek için söylenmiş kadınsı bir taktikti." "Hayatında başka biri mi var?" "Kimse yok. Olmadı da.." "Peki beni seviyor musun?" Berrin gözlerini kaçırdı. Yutkundu. Bir süre düşündü. "Hayır!" diye fısıldadı sonunda. Oysa, evet, diyeceğini sanıyordum. Kulaklarıma inanamadım, inanmak istemedim daha doğrusu. Kalbime buz gibi bir hançer saplanmışçasına irkildim. Anlayamıyordum.. "Öyleyse... yaşadıklarımız hep yalan mıydı?" Berrin konuşamadı. "Yine yalan söylüyorsun" diye bağırdım. "Yaklaşmaların, sevişmelerin yalan olamazdı. Onların hepsi gerçek ve samimiydi. Niye bana gerçekleri anlatmıyorsun?" Artık göz yaşlarını saklamıyordu.
"Üzgünüm" diye mırıldandı. "Bir ara senden hoşlanır gibi oldum. Yakışıklı, hoş ve çekiciydin. Romantiktin de. Ama hepsi o kadar. Gerçek aşk bu değildir. Seni anladığın mânâ da sevmiyorum, sevemiyorum.. Lütfen beni anlamaya çalış.." Ne diyebilirdim ki? Gerçek hislerini yüzüme vurmuştu nihayet.. Hiddetlendim, ama olağanüstü bir şekilde irademi zorlayarak patlamamı önlemeyi başardım. Yerimde hangi âşık olsa her halde bir reaksiyon gösterir, kızar söylenir, neden böyle çirkin bir oyuna mâruz kaldığını sorardı. Ama ben hiçbir tepki vermemeyi başarmıştım, ya da öyle yaptığımı sanıyordum. Hissettiğim tek şey kulaklarımın uğuldadığı, yüzüme kan bastığıydı, önce vücudumu soğuk ter kaplamış, sonra da her yanım ateş gibi yanmaya başlamıştı. Sorularımı da kesmiştim. Bir müddet kımıldamadan öylece kaldığımı hatırlıyorum. O hareketsizliğim ne kadar sürdü bilmiyorum. Yemeğime devam ettim, hiçbir şey olmamış, aramızda tek kelime konuşmamışız gibi. Şarabımı da yudumladım. Bu arada Berrin'in yüzüne hiç bakmıyordum. Nihayet dayanamadı.
"Bir şey söylemeyecek misin?" dedi. Ağır ağır, kelimelerin üzerine basa konuştum.
basa
"Ne dememi istiyorsun?" "Kızmanı, bağırmanı, hakaret etmeni. Bir şekilde içini boşaltmanı. Herkes öyle yapar, sen niye bu kadar sessiz kalıyorsun?" "Bu neyi değiştirir ki? Daha olgun ve gerçekleri olduğu gibi kabul etmemin ne sakıncası var?" Sanki benim hiddetimi Berrin yaşıyordu. Göz yaşları durmuş, şaşkınlıkla beni inceliyordu. Uzun tırnaklarıyla az evvel dudaklarını sildiği kağıt peçeteyi didiklediğini hayretle gördüm. "Bu durumda hâlâ bana tahammül edebilecek misin?" diye sordu. "Sanmıyorum" dedim. "Hemen kalkıp gitmemi ister misin?" "Bu senin karar vereceğin bir husus." Berrin bir iki saniye kararsızlık içinde bocaladı, sonra yanındaki iskemleye bıraktığı çantasını kaparak ayağa fırladı. Onu durdurmak için tek kelime etmedim. Yalnız anlayamadığım tek şey, masadan koşar adımlarla uzaklaşırken hâlâ niye ağladığıydı..
Ertesi gün yarım sularında avukat Mehmet Ali beyle buluşmak için The Marmara Otelinin yürüyen merdivenlerinden çıkarken dünyam kararmış ve ruhum sanki bir cendere tarafından sıkılıyor hissine kapılmıştım. İnsanın mâruz kaldığı haksızlıklara karşılık vermeye kalkışması belki tatmin edici bir duyguydu, velâkin bunun için dikkat, başarılı akıl yürütme ve sabır gerekirdi. Benim zamanlamam yine berbattı. Beni en etkileyecek vakaya en önce başlamış ve düngece Berrin'le kozumu paylaşmaya kalkışmıştım; halbuki o en sona kayması gerekendi. Moralim sıfıra-lnmişti. Düngece ne yaptığımı mı merak ediyorsunuz? Hiç! Koskoca bir hiç! Sevgilimin arkasından öylece balık lokantasında kaldım. İlk beş on dakika hiçbir şey düşünemeyecek haldeydim, neredeyse beynim duruyordu. Sonra içimi öfke bastı; giderse gitsin, cehennemin dibine kadar yolu var, diye düşündüm. Berrin'den bana hayır yoktu, en azından bu gerçeği anlamıştım. Fabrikayı satmak için Merve ile uyuşması hiç umurumda değildi aslında, ticaret hayatında böyle gizli kapaklı işler olağandı, ama hâlâ yalan söylemekte ısrarı ve sonunda seni sevmiyorum diye itirafı bardağı taşıran son damla olmuştu. Ne yapabilirdim ki, aşkını dilenecek halim yoktu ya! Sevgi zorla yürümezdi..
Lâkin, daha sonra hüküm vermekte biraz acele ettiğimi anladım. Madem beni sevmiyordu, o halde gözyaşlarının sebebi neydi? Masadan kalkarken bile ağlıyordu? Neden? Şayet bana sevgisi yoksa hiç o kadar gözyaşı döker miydi? İlişkimizde anlamadığım bir yan vardı; daha sonra düşündükçe bu kadar fettan ve oyunbaz olamayacağına kanaat getirdim. Yine atladığım bir yan vardı, henüz çözemediğim bir şey.. Hatta lokantadan kalktığımda yeniden ümide kapıldım. Restorana benim arabamla gelmiştik, Berrin'in Audi'si benim evin bahçesindeydi. Döndüğümde arabasının içinde oturmuş beni bekleyeceğini hayal ettim. Olamaz mıydı? Karşımda onu bahçede beni beklerken görünce bir anda her şey değişebilir, boynuma sarılıp özür dilese, yine yalan söyledim hırsımdan, seni çok seviyorum dese, bütün mesele bir anda çözülürdü. Daha önce de aynı şeyleri yaşamamış mıydık sanki? Ama olmadı. Eve döndüğümde, Audi'yi yerinde göremedim. Sevgilim gitmişti. Hem de bir daha geri gelmeksizin, tüm aramızdaki bağları kopararak. Artık dün geceyi nasıl geçirdiğimi daha uzun boylu anlatmama sanırım gerek yok. Bu kaçıncı vakaydı, bir türlü beraberliğimizi belirli bir uyum
çizgisinde yürütemiyorduk, olmuyordu işte. Her seferinde hır gür çıkıyordu aramızda, kıskançlık veya başka bir neden, kedi köpek misali gibiydik, ne beraber olabiliyorduk ne de ayrı.. Geceboyunca telefon bekledim. Aramadı.. Gururu zedelenen bendim, irademi zorladım. Kaç kere elim telefona gitti. Ama arayamadım; ne söyleyecektim ki? Yine de umudum kırılmadı. Biraz zamana ihtiyacımız vardı. Zaman böyle gönül oyunlarının en büyük ilacıydı. Araya ayrılık girince olayları daha salim bir kafayla düşünmeye başlayacak, sonra ikimizden biri hatasını anlayacaktı. Bu ben de olabilirdim; fakat henüz değil. Yaralanmış gururumla onu şimdi arayamazdım.. Keşke ogece hemen, sıcağı sıcağına arasaymışım, başıma ne işler geleceğini bilemedim ki... Merdivenleri çıkıp otelin lobisine girdiğimde Mehmet Ali Bey'i beklerken buldum. Ayağa kalktı, hararetle elimi sıktı. Sanki aramızda tatsızlık olmamış gibi babacan bir tavırla koluma girip beni restorana doğru sürükledi.
Açık büfeden yemeklerimizi seçip masamıza döndüğümüzde bütün olayları yaratan tek kişinin babam olduğunu düşünmeye başlamıştım. Gerçekten de bu düşüncemde hakikat payı çok yüksekti. Hayatının son yirmi yılını benden gizlemişti. Sebebini de bilmiyordum; belki bana güvenmiyordu, belki beni bir evlât olarak yeterli ve imparatorluğunun devamını sağlayacak kişi olarak görmüyordu, ama ne olursa olsun, doğacak sonuçlardan o sorumlu olmalıydı. Nitekim de öyle olmuştu. Vasiyetnamesi tam bir fiyaskoydu. Mirasçıları birbirine girmiş, aralarında gizli bir savaş başlamış, yek diğerinin kuyusunu kazmaya teşebbüs etmişlerdi. Babamla aramdaki soğukluğu kabul ediyordum, her halde bunu o da görüyordu. O^ halde sağlığında niye mal varlığını tasfiyeye kalkışmamfştı? Merve gibi bir kadınla asla uyuşamayacağımı bu kadar uyanık bir adam neden daha önceden görememişti? Şayet beni biraz tanımış olsaydı, serveti için Merve ile evlenmeyeceğimi anlaması gerekmez miydi? Belki beni hiç sevmemişti babam. Ölümünden sonra da hınç almak için başıma bunları musallat etmişti. Sağlıklı bir mantık değildi bu, aklıma gelse de kabul edilemezdi. Şöyle veya böyle büyük bir mirasa konmuştum..
Yaşlı avukatı görmem içimdeki hırsı daha da körüklemişti. Bir zayıf yanımda olaylara göre hangi rüzgârı takip edeceğim konusundaki kararsızlığımdı. Artık bir karar vermenin zamanı çoktan gelip de geçmişti. Ya babamın isteği doğrultusunda hareket edecektim, ya da külliyen bana intikal eden mirastan vazgeçecektim; bunların arası bir rota çizemezdim. Sakinleşmeye çalıştım. Mehmet Ali Bey şimdilik havadan sudan, çeşitli konulara atlayarak konuşuyordu. Daha ziyade beni kolaçan eden, gerçek geliş sebebimi anlamaya çalışan bir hâli vardı. Anladım, konuya benim girmemi istiyordu. Ben de öyle yaptım. Yemeğin tam orta yerinde birden sordum. "Mehmet Ali Bey amca" dedim. "Babam neden Merve ile evlenmemi istiyordu?" Sorum damdan düşer gibi olmuştu. Ama yaşlı kurt, her halde böyle bir suale muhatap olacağını tahmin etmişti ki, pek şaşırmadı. "Bu rahmetlinin idealiydi evlâdım" dedi. "Ama neden?" Bir an durdu. Önündeki su bardağından bir yudum içti.
"Bizim yaşımızdaki insanlar geleceğe daha objektif ve hayat deneyimlerinin verdiği tecrübeyle bakarlar. Yaş ilerledikçe insanları tanımaya yetisi azâmiye ulaşmış, gelişmelerin ilerde alacağı şekli görme imkânı artmıştır. Baban çok zeki biriydi. Sessiz sedasız büyük bir ticari imparatorluk kurdu. İnan bana, bunda asıl amacı senin geleceğindi." Hafifçe tebessüm ettim, ama bir şey demedim. Doğrusu bundan kuşkum vardı. Son on beş yılı hiç de normal bir baba oğul içtenliği içinde geçirmemiştik. O devam etti. "Ne var ki, seneler ilerledikçe aranızda görüş, hissediş, hayatta peşinde koştuğunuz amaçlar bakımından farklılıklar oluştu. Baban, katı ve kesin prensipleri olan biriydi, senin daha duygusal, biraz havaî, adam sendeci görüşlerine onun dünyasında kesinlikle yer yoktu. Birbirinize yaklaşacağınıza iyice koptunuz. Rahmetli durumu endişeyle izler ve sık sık bana dert yanardı. Bu konuyu onunla uzun süre tartışmıştık. Bildiğin gibi, onun can dostu ve avukatıydım. Evlenmesinin de tamamen bir formalite olduğunu artık biliyorsun, Merve hanım sadece onun yanında çalışan, olağanüstü yetenekli bir memureydi önceleri, işinde çok başarılı oldu ve babamın takdirini kazandı. Hiç
unutmam, bir gün beni Levent'deki eve çağırdı ve planını anlattı. Onunla evleneceğini söyledi. Önce anlamadım, bunun gerçek bir evlilik olacağını sanarak itiraz ettim. Yetmişine merdiven dayamış bir adamın, yirmilerini süren bir kızla yapacağı izdivacın sakıncalarını dilim döndüğü kadarıyla anlatmaya çalıştım. Katıla katıla güldü ve gerçek niyetinin ne olduğunu anlattı o zaman. Yine şaşırmıştım, ilerde senin bu fikri kabul etmeyeceğini, şiddetle karşı koyacağını söyledi. Ama inancına göre büyüyen holdingin başarısı ve idamesi ancak Merve'yle mümkün diye ısrar etti. Başka bir deyişle sana tayin ettiği hayat arkadaşı hem şirketlerinin geleceğini, hem de senin istikbalini garanti altına alacaktı." Yaşlı adam soluklanıp bir an kelimelerinin bendeki etkisini tartmak için yüzüme baktı. Hiç açık vermedim. Dikkatle dinliyor göründüm. "Sonunda kararını uyguladı. Kimseye haber vermeden sessizce evlendiler. Sana ilk defa açıklıyorum, babanın nikâh şahidi de ben oldum. Baban Levent'deki evi hiç terk etmedi, hep orada yaşadı ve hayatında en ufak bir değişiklik olmadı. Zaten son yıllarda artık eskisi gibi işleriyle de meşgul olmuyordu. Merve hanım büyük bir beceriyle işleri yürüttü." "Ya doktorluğu?" dedim.
Sitem edermiş gibi yüzüme baktı. "Baban neredeyse yirmi yıldan beri doktorluk yapmıyordu." Biraz mahcup olmuş gibi önüme baktım. Gerçekten de annemin ölümünden sonra onun yaşamına uzak durduğumu kabul etmeliydim. Mehmet Ali bey nihayet beynindeki merakı yenmek için asıl konuya geldi. "Söyle bakalım evlât" dedi. "Benimle görüşmek istemenin gerçek sebebi ne?" Yaptığı açıklamalar yeni bir şey sayılmazdı. Bunları daha evvel de konuşmuştuk. Tatmin olmamıştım, hâlâ ortada bir takım menfaat çatışmaları olduğunu düşünüyordum. Babam ölünce tıpkı Merve gibi, bu yaşlı adam da artık çıkarlarının doğrultusunda hareket etmeyi yeğlemiş ve babamın karısının tarafını seçmişti. Anlattıklarının çoğuna inanmak istemiyordum. Belki de gerçekleri hiçbir zaman öğrenemeyecektim fakat babamın geleceğim için böyle bir plan tasarladığı fikri, hiç mi hiç inandırıcı gelmiyordu bana. Hayattayken onunla fikirlerimiz bağdaşmazken, ölümünden sonra sırf mirası için karısıyla evleneceğimi, babam zinhar düşünmezdi. Huyumu suyumu o kadarcık bilir ve bu isteğini reddedeceğimi düşünürdü. Zaten yasal olarak mirasından yeterince pay alıyordum, gerisini de idare etmek için, hiç
tanımadığım bir kadınla hayatımı neden birleştirecektim ki? Hem de bu kadın, babamın dul eşi olursa!.. Yaşlı avukatın sorusunu cevaplandırmalıydım. Benim oyunum, karşı taarruzum yeni başlıyordu. Çok dikkatli olmalıydım. "Ben de sizi bu konu için rahatsız etmiştim" dedim. Hemen gözleri parıldadı. "Seni dinliyorum" dedi. Genzimi temizledim. "Çok düşündüm" dedim sesimi biraz kısarak. "Babamın bu isteği önce bana çok ters geldi, hatta bir türlü kabul edemedim, babamın karısıyla evliliği havsalam almadı. Lâkin şimdi düşündükçe babamın kararındaki isabeti biraz daha anlar gibi oluyorum." Yelkenleri suya indirdiğimi sanarak memnuniyetle yerinde kıpırdandı. Kim bilir Merve bu sonucu sağlaması için ona ne önermişti. Gözlerinde yeni sevinç parıltıları oluştu. "Hele şükür!" diye mırıldandı. "Zaten önünde sonunda doğru yolu bulacağına emindim. Biraz zor oldu ama nihayet babanın isteğindeki isabeti kavradın." "Acele etmeyin, Mehmet Ali bey amca" dedim.
"Henüz kararımı vermiş değilim. Zaten bu yüzden önce sizinle bir görüşmek istedim." Önce yüzü bir gölgelenir gibi oldu, ama çabuk toparlandı; anladığım kadarıyla bu yaklaşımımı da normal karşılamış, birden evlenmeye hazırım tarzında bir cevap veremeyeceğimi gururum ve dik başlılığımla izaha kalkışmış olmalıydı içinden. "Tabii, evlâdım. Düşün taşın. Ne de olsa, kolay bir karar değil. Fakat unutmaman gereken iki önemli husus var. Birincisi bu babanın nihai arzusudur ve geleceğine yöneliktir. Reha gibi bir babanın her zaman evladı için en iyi çözüm tarzını düşüneceğinden hiç kuşkun olmasın. İkincisi, rahmetli hep önünde sonunda holdingin başına senin geçmeni arzu etmiş, bunun hayaliyle yaşamıştır. Merve hanıma kesinlikle güvenebilirsin. Onun sana mükemmel bir eş olacağına tüm kalbimle inanıyorum." "Asıl sorunda burada" diye fısıldadım. Yeniden şüpheyle yüzüme baktı. "Ne sorunu?" "Onu sevmiyorum." "İlâhi Attila! Hangimiz aşk izdivacı yaptık ki? Babanda, ben de görücü usulü evlendik, karılarımıza âşık değildik, ama mutlu olduk. Baban anneni taparcasına sevdi sonradan. Aşk izdivacı denilen şey zamane gençliğinin icadı. Sen de görüyorsun, birbirlerine deli gibi âşık
olarak evlenen nice genç daha aradan bir yıl geçmeden boşanmak için mahkemelere baş vuruyorlar. Evlilikte önemli olan saygı ve anlayıştır. Temelinde bu varsa, o evliliğin sırtı yere gelmez." Bakalım, beni ikna için neler söyleyecekti... "Ya Merve'nin gönlünde başka biri varsa? Ne de olsa genç bir kadın. Üstelik alışılmış dışı bir evlilik yapmış; babama sadık kalmış olabilir ama bu kalbinde bir başkasının yatmadığı anlamına gelmez." Yaşlı avukat ölçülü bir kahkaha attı. "Daha senin bilmediğin başka hususlarda var" dedi. "Ne gibi?" "O seni yıllardır seviyor." Bu defa cidden garipsemiştim. "Nasıl olur? Onunla babamın ölümünden sonra tanıştık." "Sen öyle san!." "Anlayamadım?" diye mırıldandım. Yüzüme anlamlı bir şekilde bakarken, "Yoksa babanı o kadar saf biri mi sandın?" diye sordu. "Hiç rahmetli Reha işini sağlam kazığa bağlamadan böyle bir işe kalkışır mıydı?" "Ne demek istiyorsunuz?" Yaşlı adam birden ciddileşti.
"Baban seneler evvel, yani Merve hanımla evlenmeye teşebbüs ederken asıl şartını da ileri sürdü ve Merve'nin de seni beğenmesini ön şart kıldı. Muhtemelen şimdi hatırlamıyorsun ama birgece babanla Hilton'da bir yemeğe gittiniz. Seni o davet etmişti." Zihnimi zorladım. Gerçekten de zaman zaman babamla dışarıda buluşur yemeğe çıkardık. Aklımdan bir hesap yapmaya çalıştım, ama Hilton'da ki o yemeği anımsayamadım "Eee?" dedim. "Dikkat etmiş olsaydın, ogece yan masalardan birinde sizleri dikkatle inceleyen genç bir kızın varlığını belki hatırlardın." "Yani beni o zaman mı görmüş?" "Sakın çok yakışıklı bir adam olduğunu inkâra kalkışma" dedi gülümseyerek. "Daha ogece Merve hanımın kalbini çalmışsın." Hiç sesimi çıkarmadım. Ama bu işin iyice cılkı çıkmaya başlamıştı. Onları doğrusu daha zeki sanırdım. Böyle çocukça bir oyuna kanacağımı nasıl düşünebilirlerdi? Bu kadar komik bir hikâye hiç beklemiyordum. Yine de yutmuş gibi göründüm.
"Demek beni ogece görmüş" diye mırıldandım. Başını salladı. "Ve o gecede senden hoşlanmış." Lâf olsun, diye devam ettim. "Babamın şartını da kabul etmiş mi?" "Gayet tabii. Bir genç kız daha ne bekleyebilir ki hayattan? Önce şeklen ileriye dönük bir servette hak sahipliği ve yakışıklı bir koca! Her kızın rüyası.." "Peki ilerde ben bu şartı kabul etmezsem, ne yapacaktı?" Yaşlı adam iskemlesine yaslandı ve dikkatle bana baktı. "Zaten hepimizin korktuğu da buydu. Nitekim korktuğumuz başımıza da geldi. Aramızda en rahat olanı rahmetli babandı; meraklanmayın, benim oğlum sağduyu sahibidir, önce itiraz etse de sonunda mutlaka isteklerimi kabul edecektir, çünkü aklın yolu birdir, derdi. Nitekim de öyle oldu, geç de olsa sonunda doğruyu gördün." Önce düşünür gibi yaptım. Mehmet Ali Bey mutlaka sık sık bu konuyu Merve ile konuşuyordu. Herhalde, beşi samimiyetine ikna için mirastaki hakkından feragat etmek için yaptığı teklifi de yaşlı avukata
bildirmiş olmalıydı. Muhtemelen gayelerine erişmek için uygulamaya kalkıştıkları yeni bir oyundu. Nitekim ben de yutmuş ve o sinsi kadının numarasına inanmıştım. Şimdi akıllı ve tedbirli davranmak zorundaydım. Sanki karşımdaki adam bilmiyormuş gibi izahata kalkıştım. "Sizin de bilmediğiniz bir konu var" dedim. Yine sessizce beni süzdü. "Merve bir iki gün evvel beni yalıya çağırdı" dedim. Haberi yokmuş gibi, "Ya, öyle mi?" dedi. "Gittin mi?" "Evet, gittim." "Çok iyi" diye mırıldandı. "Demek aranızdaki buzlar eriyor." "Daha evvel, bana bir teklifte bulunmuştu." Bu defa ki hayreti çok sahteydi. "Ne teklifi?" diye sordu. "Babamdan kalan mirası hak etmediğini ve iadeye hazır olduğunu söyledi."
Sanki yaşlı avukat ilk defa işitiyormuş gibi büyük bir şaşkınlıkla, "İnanmıyorum" diye fısıldadı. "Olamaz.. Şart ne olursa olsun, miras onun yasal hakkı. Bravo doğrusu.. Bu kadarını da beklemezdim. Sen ne cevap verdin?" "Kabul edemeyeceğimi söyledim. Holdingin bu günkü duruma gelmesinde onun büyük payı olduğunu biliyorum." "Doğrudur." "Peki, ne yaptı." "Gösterdiğim anlayış için bana teşekkür etti." "Aferin Attila! Tam babana lâyık bir evlatmışsın. Her halde o da senden böyle bir davranış beklerdi.. Seni kutlarım." içimden gülümsedim. Bunlar gerçekten beni enayi sanıyorlardı. Safça sordum, "Acaba ona evlenme teklif etsem, beni geri çevirme ihtimâli olur mu?" Bu kez nedense biraz düşündü Mehmet Ali bey. "Sanmıyorum" dedi sonunda. "Biraz kalbi kırık ve ümitsiz olduğunu biliyorum ama kadınlar genellikle böyledir, çabuk kırılır, çabuk da gönülleri alınır. Bir iki yumuşak kelimeyle kırılan
onurunu telâfi edebilirsin. Ne de olsa, o da senelerdir bu ânı bekliyor." "Emin misiniz?" diye sordum. "Kesinlikle" dedi. Alenen sırıttım bu defa. Artık oyun oynama sırası bana geliyordu.. Merve denen o sahtekârı rezil edecektim.. Merve'yle görüşmeye ertesi gün gittim. Beynimde sinsice bir plan hazırlamıştım; niyetim samimi olsa, o yemekten sonra doğruca Holding'e gidebilirdim. Fakat yaşlı avukatın haberi Merve'ye uçurması için zaman tanımalıydım. Bugece ikisi de emellerine ulaştıklarını sanmanın keyfini sürmeliydiler. Kim bilir ne sevinmiş ve enayiyi nasıl da tava getirdik demişlerdi. Ben nasıl mı geçirdim o geceyi? Kahırla tabii.. Aklıma gelen herkese sövüp durdum. Peder de nasibini aldı bundan. Belki asıl hiddetim onaydı. Evlilik problemini başıma o sarmıştı. Zaten çoğu insanın yaşamında böyle dönüm noktaları olurdu; galiba benimkide de o nokta babamın ölümüydü. Her şey onun ölümüyle başlamış, hayatım altüst olmuştu. Çok zengin olmuştum, ama daha henüz babamın bıraktığı servettin bir kuruşuna bile dokunmuş
değildim. Başıma bir evlilik şartı çıkarmıştı, bu,İa hayatımda duyduğum en iğrenç istekti. Yine onun ölümünden sonra otuz beş yıllık hayatımda ilk defa sırılsıklam âşık olmuştum, onun da sonu hüsran ile noktalanmıştı. Yani neye baksam, tatsızdı. Galiba babamın ölümünün etkilemediği tek şey, alın teriyle kurup bu güne kadar getirdiğim şirketimdi. Çok şükür ondan para kazanıyor, yüzüm gülüyordu. Bütün gece Berrin'in anılarıyla boğuşmuştum. Öfkelenmek anlık meseleydi, o hiddetle köprüleri atmak da kolaydı, ama ya sonrası? Şimdi dut yemiş bülbül gibi kara kara düşünüyordum. Gururumun incindiği muhakkaktı; sevgilim yüzüme karşı seni sevmiyorum diye itirafta bulunmuştu. Hangi haysiyetli erkek dayanabilirdi yüzüne vurulan bu tokada? Hazmedemiyordum tabii. Diğer yandan da olayı elimden geldiği kadar yumuşak yorumlamaya, nalıncı keseri gibi kendimden yana yontmaya gayret ediyordum. Balık lokantasında yediğimiz son yemek bir türlü gözlerimin önünden gitmiyordu. Mesela neden ayrılırken göz yaşlarına boğulmuştu? Gerçek duygularını sevmediği bir adamın yüzüne vuran bir kadın, o kadar içten bir şekilde ağlar mıydı?
Cevabım hep, hayır oluyordu. Yalan söylemeye devam ettiğini kabul ediyor ama bir türlü o yalanın ne olduğunu kabul etmiyordu. Bir şey daha dikkatimi çekmişti; saklamaya çalışsa dahi beceremiyordu. Merve'yi kıskanıyordu ve ona karşı belirgin bir hıncı vardı. Neden? Merve'nin servetini mi çekemiyordu? Yoksa onunla evlilik ihtimalim mi onu çileden çıkarıyordu? Kadınları anlamakta her zaman müşkülât çekmişimdir; şimdi de öyleyim. Bir türlü gerekli teşhis ve tespitlerde bulunamıyordum. Olaylara daha soğukkanlı, duygularımdan uzak bakarak değerlendirmek zorundaydım. Berrin, seni sevmiyorum derken belki yine yalan söylemişti, bunu ilk defa yapmıyordu ki. Daha öncede yüzüme baka baka kaç kere yalan söylemişti. Bir defasında çocuğum var, bir defasında da başkasına âşığım ve onu unutamıyorum demişti. Bu defa da yalan söylemediğini nereden bilebilirdim? Ama bunlara niye gerek duyuyordu? Her seferinde huzurumuzu kaçırmasının ne anlamı vardı? Anlayamadığım başka noktalarda vardı tabii. Meselâ Holdinge sattığı şu fabrika işi. Neden o mesele için Merve'ye baş vurmuştu da bana gelmemişti? Sanki o talebi bana yapsaydı, kendisine hayır mı derdim. Bir kadının sevdiği
erkekten bunu istemesi kadar doğal ne olabilirdi? Ama o, Merve'yi bana tercih etmişti.. O sabah gayet şık giyinmiştim. İnce, gri takım bir elbise, beyaz gömlek ve uygun bir kravat seçmiştim. Sinek kaydı tıraş olmuş, saçlarımı itinayla taramıştım. Yani, sizin anlayacağınız iki dirhem, bir çekirdektim. Doğru Merve'nin odasına dayandım. Sekreteri yerinden fırladı; sanırım bir an beni durdurmak, en azından geldiğimi haber vermek istemişti, ama umursamadım, artık patron ben olacaktım ve bu müessesenin en büyüğüydüm. Kıza sert ve hışım dolu bir bakış fırlattım. Zavallının ne günahı vardı, sadece görevini yapmaya çalışıyordu, fakat dona kaldı, hiç sesini çıkaramadı. Kapıyı vurmadan açtım. Bir anlamda saygısızlıktı tabii. Oysa o an kendimi ispata çalışıyor, tek ve mutlak hâkimin ben olduğumu vurgulamak istiyordum. Merve kaşlarını çatarak üzerinde çalıştığı dosyadan başını kaldırdı. İçeriye böyle selâmsız sabahsız giren her kim ise kükremeye hazırlanıyordu ki, karşısında beni görünce hemen toparlandı ve yüzündeki kızgınlığı saklamaya çalıştı.
"Ooo, siz miydiniz Attila! Bu ne sürpriz! Sizi beklemiyordum" dedi. Palavra.. Yalan söylüyordu. Emindim, dünkü Mehmet Ali beyle yediğim yemekten sonra her an yapacağım ziyareti bekliyordu. Çoktan hazırdı. Karşısına geçip, süklüm püklüm, boynumu eğerek yapacağım evlenme teklifinin düşünü yaşıyordu. "Evet" dedim. "Bu gerçekten de sürpriz bir ziyaret." Gülümsedi. "Sürpriz kelimesi sadece sözün gelişi. Burası sizin sayılır. İnsanın kendi işyerine gelmesinin şaşırtıcı ne yanı olabilir ki? Olsa olsa bir telefon edeceğinizi umardım, belki burada olmayabilirdim. O zaman da cidden üzülürdüm. Holdinge çok nadir ugruyorsunuz zaten, hiç olmazsa geldiğinizde burada olmak isterim." "Zaten geliş sebebim de bununla ilgili" dedim. Elinde olmadan yüzü kızardı. Sinsi karı, diye geçirdim içimden. Büyük umutlar peşindeydi. Büyük hayâlinin sonuna geldiğini sanıyordu hâlâ. Halbuki az sonra büyük bir sukut-u hayale uğrayacaktı. Pür dikkat gözlerinin içine bakıyordum. Hiç gözlerimi ayırmadan.. Kendisini alıcı gözüyle incelediğimi sandı, her
halde. Mahcubiyeti biraz daha artar gibi oldu. Yanakları iyiden iyiye pembeleşti. Heyecanlanması da normaldi, hangi kadın, sahte de olsa evlenme teklifi karşısında bigâne kalabilirdi.. Odasına girdiğimden beri ilk defa dikkat ediyordum. Bu gün her zaman sırtında görmeye alıştığım iş üniformasını, yani tayyörlerini giymemişti, ipekli bir elbise vardı sırtında. Koyu renkli ve sade. Yüzünde makyaj yoktu . Bu kadarı bile onun için esaslı değişiklik sayılırdı ve sebebi de bilmezliğe geldiği ziyaretimdi. "Çay, kahve veya soğuk bir şey ister misiniz?" diye sordu. Tipik nezaket sorusu! Alacağı cevaba göre, artık konuya girebilirsiniz demeye getiriyordu aklınca. "Hayır, teşekkür ederim" dedim. Ama arkasını getirmedim. O anın keyfini çıkarmak istiyordum. Biraz daha heyecanlanmasını, son keyif dakikalarını alabildiğince sürdürmesini. Zira az sonra tüm hayatı kararacaktı.. "Eee, nasılsınız bakalım?" dedi. "Gayet iyiyim, ya siz?" "Ben de."
Birden bir durgunluk aldı Merve'yi Kısa bir tedirginlik sezinledim. Ya bakışlarımdaki sevimsizlikten şüphelenmişti, ya da hâlâ niye konuya girmediğimi merak ediyordu. Belki de sıkılıp utandığımı, gerekli girizgâhı yapamadığımı aklından geçiriyordu. Galiba bu kadarı yeterliydi. Bacak bacak üstüne attım ve hiç beklemediği bir soruyu yönelttim. "Neden, İzmir'deki Ruhi Kadızâde'ye ait boya fabrikasının satışından benim haberim olmadı?" dedim. Sanırım bu hiç beklemediği bir soruydu. Gözleri irileşti birden, afalladı ve cevap veremedi. Uzun uzun şaşkınlıkla yüzüme baktı. Eh, bir nebze de haklı sayılırdı; dün yaşlı avukatın ona naklettiklerinden sonra, kendisini mutluluğa taşıyacak bir evlenme teklifi beklerken, birden kendisini suçlar gibi soru yöneltmem hayretine yol açmıştı. Kekeledi önce. Sanki söyleyecek tek kelimesi yokmuş gibi durdu. "Haberiniz olduğunu sanıyordum" diye fısıldadı nihayet. "Nasıl?" diye sordum. Yüzündeki şaşkın ifade kaybolmamıştı.
"Nejat beye, yani şu temsilciniz olan avukata durumu açıklamıştım." "Beni haberdar etmedi." Merve yavaş yavaş üzerindeki şaşkınlığı atmaya başlıyordu. "Bu sizin sorununuz" diye homurdandı âdeta. Sesinin tonuna dikkat ettim. İşte, sonunda gerçek niyetini, asıl amacını açığa vuran bir ses tonuyla konuşmuştu. Gergin, hırslı ve sanki sen ne karışıyorsun, demek ister gibiydi. Omuzlarını silkti. "Temsilciniz size haber vermediyse ben ne yapabilirim?" "Haklısınız" dedim. "Zaten onun işine son verdim. Bundan sonra buraya gelmeyecek." Telâşa kapılır gibi oldu. Verdiğim haber umduğumdan daha fazla etkilemişti babamın karısını. Konuşmamızın sonunun nereye varacağını anlama^ ister gibi yeniden yüzüme baktı. "Bu fabrikayı neden satın aldık?" diye sordum. "iyi bir yatırımdı. Oldukça ucuza kapattık." "Ama kesinlikle rantabl değil, ölü bir yatırım.
Üstelik fabrikanın yeniden kârlı hâle geçmesi çok zamanımızı ve paramızı alacak. Buna niye gerek duydunuz?" Merve'nin gerginliği gittikçe artıyordu. Dudaklarının üstünde hafif ter damlacıkları oluşmuştu ve sanırım bu ziyaretimin hiç de umduğu gibi bir sebebe dayanmadığını anlamıştı. Sesinde gizleyemediği bir hırçınlıkla söylendi. "Ben bunun kârlı bir yatırım olduğunu düşündüm ve öyle uyguladım. Hem unutmayın uzun süredir bu holdingi ben tek başıma aldığım kararlarla yürütüyorum." Keyfimden dört köşeydim. Sinirlenmiş ve konuşması saldırgan bir havaya bürünmüştü. Az sonra daha da küstahlaşacağını tahmin ediyordum. "Bundan da kuşkuluyum. Şayet bunca yıldır idareniz hep bu fabrika örneği gibi ise şimdiye holdingin nasıl batmadığına şaşıyorum."
kadar
Bu kez benimde sesim buz gibi ve batıcı çıkmıştı.
Artık buraya ne maksatla geldiğimi anlamıştı sanırım. Birden koltuğundan fırladı, kollarını göğsünde kavuşturdu. "Pekâlâ Attila bey" diye söylendi. "Konuşmanın bu mecraya dökülmesini istemezdim, ama bunu siz istediniz. Umarım o fabrikayı neden aldığımı tahmin ediyorsunuzdur." "Hayır" dedim. "Hiçbir fikrim yok." "Öyle mi?" "Kesinlikle.. Lütfen, açıklar mısınız?" "Bildiğiniz gibi o tesis Berrin Kadızâde'nin babasına aitti." Dik dik yüzüne baktım. "Evet biliyorum, ama bu neyi değiştirir?" Merve hiddetinden kıpkırmızı kesildi önce, sonra bakışlarını benden kaçırarak mırıldandı. "O kadını sevdiğinizi sanıyordum. Bana gelip satın almam için yalvardı. Ben de..." "Devam edin" dedim. "Ben de satın almak zorunda kaldım."
"Yani sırf üvey oğlunuzun hissi bazı bağlılıkları için şirketin parasını boşa mı harcadınız?" Üvey oğlunuz kelimeleri vurgulayarak durmuştum.
üzerinde
kasten
Yaptığı hatayı anlamıştı. "Fakat..." diye kekeledi. "Lütfen benle açık konuşun bir hata yaptığınızı kabul ediyor musunuz, yoksa kabul etmiyor musunuz?" Gittikçe bunalmaya başlamıştı Merve. Zorlanıyordu. "Size söyledim. Holding bu alıştan ilerde kâra geçecek." Gülümsedim yine buz gibi ifadeyle. "Çok hissi davranmışsınız. Ayrıca keyfi ve mesnetsiz. Velev ki bu jesti benim için yapmış olsanız bile şirketin parasını tehlikeye atmışsınız. Bu davranışınızı hiç beğenmedim. Ayrıca size şu kadarını daha söyleyeyim. Önümüzdeki pazartesi gününden itibaren Holdingin yönetimini ele alıyorum. Bundan böyle burada yapılacak her türlü tasarrufta benim onayımı almak zorundasınız. Benden habersiz hiçbir şey yapılmayacak." Nefretle bana baktı. Ama sesini çıkaramadı. Sesimi yükselterek bağırdım. "Anladınız mı?"
Ağzının içinde bir şeyler mırıldandı. Ne söylediğini işitememiştim ama onu incitmek için bir daha bağırdım. "Tekrarlayın.. Söylediğimi soktunuz mu?"
iyice
kafanıza
Genç kadın ağlayacak gibiydi. Her halde holdingin başına geçtiğinden beri ilk defa böyle aşağılanıyordu. "Evet, anladım" diye fısıldadı zar zor. Ayağa kalktım. Kapıya doğru yürürken, "Bana bu katın en iyi odası hazırlansın, sakın unutmayın pazartesi işe başlıyorum" diye gürledim. Yüzüne bile bakmamıştım, tam dışarıya çıkmak için elimi kapının tokmağına attığımda, içimden taşan bir hırsla yeniden geri dönüp ağlamaklı hale gelen gözlerinin içine baktım ve alaycı bir şekilde mırıldandım. "Ha, burada unutmadan şunu da ilâve edeyim. Berrin hanım hakkında yanılmışsınız, onunla asla gerçek anlamda bir sevgi bağım olmadı, hele iflâsın eşiğine gelmiş babasının fabrikasını alacak kadar asla. Yanılmışsınız." Kapıyı vurdum çıktım. Zevkten dört köşeydim. Sanırım genç sekreter kız en azından kapıyı araladığım sıradaki konuşmalarımı duymuş
olmalıydı ki, ürkerek beni süzüyordu.. Arabama atlayıp bir süre rast gele sürdüm, yön tayin etmeden, trafiğin akışına uyarak. Biraz rahatlamıştım. Holdingde
Ben
çıktıktan
sonra
yarattığım havayı, estirdiğim terörü düşündükçe keyifleniyordum. Kim bilir Merve ne haldeydi? Her halde hemen kurmayı Mehmet Ali beye koşmuş ve ne yapacaklarını düşünmeye başlamışlardı. Bu daha başlangıç sayılırdı; oynadıkları oyuna pişman edinceye kadar onlarla uğraşacaktım. Sekreter kızında kapı aralığından duyduğu, dedikodunun bir anda tüm holdinge yayılması için yeterliydi, böyle yerlerde bomba haber kulaktan kulağa çok çabuk iletilirdi. Artık iş yerime dönebilirdim ve de kararlıydım, gerçekten önümüzdeki hafta başından itibaren babamın işlerini devralacaktım. Bunun içinde kendi şirketimde işlerimi toparlamam, gayrı muayyen bir zaman oradan uzak kalmam gerekecekti. Tam Karaköy'e geldiğimde beynime bir sual saplandı. Her şey iyi hoştu da, Merve, Berrin ile olan ilişkimi nereden biliyordu? Bir anda aklım karışır
gibi oldu. Yalı'daki o toplantıyı anımsadım. Berrin gerçi cüretkâr bir şekilde yanımıza yaklaşmış, beni Merve'nin yanından alarak uzaklaştırmıştı. Ama iyi hatırlıyordum, o sırada bizi birbirimize Merve tanıştırmıştı. Yani o zamana kadar tanıştığımızı bilmiyordu. Hatta Berrin'in yabancıyız gibi davranması dikkatimi çekmişti. Hadi diyelim ki o an aramızda bir şeyler olduğunu sezinlemiş olsun, fakat fabrikanın Holding tarafından satın alınması o geceden çok önce yapılmıştı. Başka bir ifadeyle satış yapıldığı zaman Merve'nin bu ilişkiyi bilmesi olanaksızdı.. O halde bu ilişkiyi kimden öğrenmiş olabilirdi. Müşterek tanıdıklarımızı bir düşündüm; bunlar çok az kişiydi. Mehmet Ali Bey, bizim Nejat ve emektar Yahya Efendi. Ama bunların hiç biri Berrin ile olan ilişkimizi bilmiyorlardı.. Sonra birden ürperdim. Yoksa bu bilgiyi bizzat Berrin'den öğrenmiş olabilir miydi? Hiç de yabana atılacak bir olasılık değildi bu. Artık Berrin'den de her şeyi bekleyebilirdim. Babasının geleceğini kurtarmak için bu yalanı da söylemiş olabilirdi. Nasıl olsa aramızdaki köprüler atılmıştı, geleceğimizin olmayacağını çok önceden bildiğini kabul etmek zorundaydım. Beni ve sevgimi menfaatleri uğruna harcayan kadından her türlü kötülüğü bekleyebilirdim. Muhtemelen sevgimi istismar etmiş ve Merve'ye birbirimizi
sevdiğimizi söylemişti. Ayrıca ona rica etmiş, konuşmalarının aralarında kalmasını da rica etmiş olabilirdi. Kapıdan çıkarken Merve'nin suratındaki şaşkınlığı şimdi daha iyi anlıyordum. Berrin'le aramızda bir şey yok dediğim zaman kadın sapsarı kesilmişti.. Hiddetimden köpürecektim. O an Berrin'i elime geçirsem paramparça edebilirdim. Dikkatimi güçlükle yola verebildim. Sıkışık trafikte her an bir kaza yapabilirdim. Beynim bir motor intizamıyla çalışıyordu. Aklım ilk tanıştığımız geceye, onu Orçun'la Nilay'ın nişanlandığı teknede, ilk defa gördüğüm ana gitti. Belki o da bir rastlantı değildi. Şu veya bu şekilde orada olacağımı biliyordu. Muhtemelen beni gizlice kollamış ve dalgın bir şekilde mehtabı seyrederken en uygun zaman diye yanıma yaklaşmıştı. Doğrusu akıllıca bir taktikti; beni en hassas olduğum bir sırada avlamıştı. Ay ışığının etkisinde hayallere dalıp gitmiştim; hangi erkek olsa birden yanı başında beliriveren o güzellikteki bir kadının tesirinde kalırdı, file kadar kötü ruhlu, ne kadar yalancı ve ne kadar düzenbaz olursa olsun, itiraf etmeliydim ki şimdiye kadar hayatımda gördüğüm en güzel kadındı. Bu gerçeği inkâr edemezdim. Sinirim geçmiyordu. Bir şekilde boşalmalıydım. Ama nasıl? Bu halde
işime gidersem, kesinlikle çalışamayacağımın farkındaydım. Bir yere girip içki içmek çare değildi, hele bu saatte. Daha öğle vakti bile tam olmamıştı. Zaten Berrin'i karşıma alıp zehrimi kusmadıkça rahatlama-yacaktım. Ne olursa olsun, diye düşündüm. Hiç olmazsa ona telefon edecektim. Muhtemelen arayanın ben olduğumu anlayınca açmayacaktı, lâkin başka şansım yoktu. Cebimden telefonumu çıkardım, numarasını tuşladım. İçimden açması için dua ederken, söze nasıl gireceğimi düşünmekteydim bir yandan da. Birden hakaret dolu kelimelerle giriş yapmak akıllıca değildi; telefonu kapatır ve bir daha da açmazdı. Lanet olsun, diye homurdandım içimden; keşke numaraları tuşlamadan önce ne diyeceğimi biraz düşünseydim, en azından konuşmayı yeterince uzatmak için.. Zil çalıyordu.. Ve ne gariptir, hiddetten köpüren ben söyleyecek tek kelime bulamıyordum. Yine aptalca bir iş yapmıştım. Neyse ki açmıyordu. Belki böylesi daha iyiydi, hiç olmazsa ne diyeceğini bilemeyen bir şapşal durumuna düşmeyecektim. Her halde benim olduğumu görmüş ve açmamayı daha uygun bulmuştu. Tam ümidimi kestiğim bir anda, sesi kulağıma çarptı. "Efendim!"
Sanki söyleyecek başka kelime yokmuş gibi, "Benim" dedim. "Biliyorum." "Konuşmamız lâzım." "Hayır. Artık konuşacak bir şeyimiz kalmadı." "Kalmadı mı? Daha şimdiye kadar ne konuştuk ki?" "Her şeyi!" "Çok yanılıyorsun." "Sana beni bir daha beni aramamanı rica etmiştim." "Lanet olsun sana! Zaten aramak isteyen kim? Yüzünü şeytan görsün.. Fakat içimdeki son birkaç sözü sana söylemeden rahatlamamamın imkânı yok." "Kusura bakma, şimdi konuşamam, müsait değilim." "Sakın telefonu kapayım deme. Beni sonuna kadar dinlemek zorundasın." "Hayır, değilim." "Bütün yaptığın rezillikleri birer birer yüzüne vuruncaya kadar beni dinlemeye mecbursun." Bir an ses kesildi, hatta telefonu kapattığını sandım. Var gücümle bağırdım. "Alo!"
Önce ses gelmedi ama ardından hırçınlaşarak yükseldiğini hissettim.
sesinin
"Ne dedin sen?" diye hırladı âdeta. "Evet!" diye öğrendim."
bağırdım.
"Bütün
rezilliklerini
"Terbiyesizlik etme Attila. Her şeye rağmen unutulmaz anlarımızda oldu bu kısa dönemde; hiç olmazsa onları anılarımızda muhafaza edelim." "Güldürme beni ve soytarılık yapmaktan da vazgeç!" Berrin telefonu çat diye kapattı. Hırsımdan büsbütün çıldırdım. Daha henüz hıncımı alamamış, içimi boşaltamamıştım. Tekrar numarasını tuşladım. Ama bu sefer açmadı.. Üst üste birkaç kere daha aradım, sonuç değişmedi.. İçimden küfürler savurarak yola devam ettim. Şirketime geldiğimde tam bir barut fıçısıydım, dokunsalar infilâk edebilirdim.. O çalışmadan hayır mı gelirdi? Şirkette ne yaptığımı bile bilmiyordum. Saat dörde doğru hiç beklemediğim bir şey oldu. Berrin beni aradı..
Sesini duyduğumda inanamadım. Beni arayacağı hiç aklıma gelmemişti. Gayri ihtiyari, "Berrin?" dedim. "Evet, benim" diye fısıldadı. Sesi yumuşacık, bütün hata ve yanlışlarını kabul etmiş, her |l şeyi açıklamaya hazır, özür dilemeye çoktan razı bir haldeydi.. "Haklısın" diye mırıldandı. "Son bir kere daha görüşmeliyiz. Soracağın her soruyu açıklamaya hazırım, vicdan azabı çekiyorum, daha fazlasına dayanamayacağım. Bu akşam buluşabilir miyiz?" Galiba ağlıyordu. Sesi yumuşak gelmişti ama o nispette de titrek.. Sanırım yaptıklarına çoktan pişmandı. Ne söyleyeceğimi kestiremedim. Elime yeni bir fırsat geçtiğine emindim; fakat hayrettir, içimi boşaltıp bütün kinimi boşaltacağım için değil, onu yeniden bir kere daha göreceğim için seviniyordum. Gururum ile hissettim.
aşkım
arasında
bocaladığımı
Bir yanda incinmiş, kırılmış haysiyetim, diğer
yanda da asla unutamayacağımı bildiğim aşkım cebelleşiyordu. Biri mutlaka galebe çalacaktı. Bundan böyle ikisinin ortası olmayacaktı. Duraklamam devam ediyordu. Söyleyecek bir şey bulamıyordum. Nihayet güçlükle, "Tamam" dedim. "Akşam bir yerde yemek yiyelim. O zaman konuşuruz." "Umumi bir yerde olmasın, lütfen!" "Neden?" "İkimizde zor duruma düşüyoruz, etrafa rezil oluyoruz. Son görüşmemizi hatırlasana, o lokantadan çıkarken salya sümük ağlıyordum. Şayet sence bir sakıncası yoksa, bu akşam benim evime gel." Kısa bir an tereddüt ettim. Artık oyuna gelmek istemiyordum. Yoksa Berrin yeni bir tuzak mı hazırlıyordu? Kararsız kaldığımı hissetti. "Lütfen!" dedi. "Pekâlâ" diye fısıldadım. "Saat kaçta?" "Dokuz iyi mi?" "Tamam." "Teşekkür ederim" diyerek telefonu kapattı. Akşamı zor ettim.
içimden bir his o akşam değişeceğini söylüyordu...
çok
şeylerin
Saat tam dokuzda arabamla Tarabya'daki villanın bahçesine girdim. Berrin kapıda beni kendisi karşıladı. Tam bir suçlu gibiydi. Özellikle göze göze gelmekten kaçınıyordu. "Hoş geldin" deyip elimi sıktı. Yani resmi ve mesafeli bir karşılayış. Hoş, o an boynuma sarılıp aramızda hiçbir şey olmamış gibi davranmasını beklemiyordum ama tavırları oldukça ciddi ve hatasını kabul etmiş bir suçlunun tutumunun gösterisi gibi geldi bana. Acaba samimimiydi, ilk bakışta kestiremedim. Devamlı onu inceliyor, bakışlarımı bir an üzerinden ayırmıyordum. Önüme düşüp beni salona aldı, yer gösterip oturttu. "Yemek birkaç dakika sonra hazır olur" dedi. "Daha önce bir kadeh bir içki alır mısın?" Açtım. Sabahtan beri ağzıma bir lokma girmediğini o an hatırladım. Aç karnına içeceğim bir kadehin beni sarsacağını biliyordum, üstelik sinirlerim de aşırı gergindi, ama yine de kafamı toparlamam için yararı olacağını düşünerek, "Bir duble viski alabilirim" dedim.
"Her zaman ki gibi buzlu, değil mi?" Başımı salladım. Salonda hayalet gibi dolaşıyordu. Durgun ve sessiz.. O her zamanki canlılığı, neşesi, cıvıl cıvıl hareketliliğinden eser yoktu. Yorgun, çökmüş ve ezik bir hali vardı. Ama bir şey dikkatimi çekti; aşırı makyajlıydı. Yeşil gözlerini daha da belirginleştiren farlar sürmüş, dudaklarını parıldatan ruj kullanmıştı. Tatlı parfüm kokusunu bulunduğum yerden bile duyabiliyordum. Giysilerini inceledim. Aslında sade giyinmiş sayılırdı. Şimdiye kadar üzerinde hiç görmediğim kırmızı renk hâkimdi. Kolsuz kırmızı bir penye, beyaz bir pantolon, uzun topuklu dekolte terlikler. Elinin ve ayağının tırnaklanndaki kırmızı oje sanki giyiminin tamamlayıcısı gibiydi. Neden sonra uyandım; kırmızı da, tıpkı siyah gibi erkekleri tahrik eden, şehvet duygularına uzandıran bir renkti. Pek çok erkek kırmızıyı görünce, boğalara döner, cinsel arzulara kapılırdı. Yoksa Berrin'de kırmızıyı seçerken aynı mantıkla mı hareket etmişti? Niyeti beni tahrik miydi? Bu fikri hemen aklımdan savdım. Bu deneyebileceği en akılsızca davranış olabilirdi;
şu an onun şehevi taktik oyunlarına düşmeyecek kadar hırslıydım. Ayrıca böyle bir plan uygulamasına da hiç gerek yoktu, zira ne giyerse giysin, hangi rengi tercih ederse etsin, onu her zaman deli gibi arzuladığımı çok iyi biliyordu. Buzlu viski kadehini elime tutuşturdu. Kendisi içmiyordu. Karşıma geçip oturdu. "Kızgın ve kırgın olduğunu biliyorum. İçini boşaltmak istediğini de. Muhtemelen bana hakaret edeceksin, kinini kusacaksın. Bunları sabırla dinleyeceğim, hiç sözünü kesmeden, müdahale etmeden. Bunları sana aşkın yaptırıyor. İhanete uğradığını, sevginin karşılık görmediğini sanıyorsun. Gururun incindi. Bunların hepsini biliyorum. Yalnız ufak bir ricam var." ilk defa gözlerini bakışlarını diktiği yerdeki halıdan alarak gözlerime çevirdi. Bir süre ümitsizce göz bebeklerimde bir umut ışığı aradı. Tok ve mağrur bir edayla mırıldandım. "Evet? Neymiş o rican?" "Kinini, hırsını kusarken tüm gerçekleri bilmeden konuştuğunu sakın unutma." İrkildim yeniden.
Ne demekti şimdi bu? Buraya niye gelmiştim, sadece nefretimi boşaltmaya mı? Evet, doğruydu bu, çok kızgındım ama konuşma isteğimin asıl nedeni aramızdaki sürtüşmenin sebeplerini ortaya çıkarmak, neden bu ilişkiyi noktaladığımızı bilmekti. Hâlâ tarafımdan bilinmeyen bir yığın karanlık hususlar vardı. "Dur biraz!" dedim. "Tarafımdan bilinmediğini iddia ettiğin şu gerçekler nedir? Önce onları anlat da bir öğreneyim." "Bunu yapamayacağım,! sana daha önce de söylemiştim. Boşuna ısrar etme." "Merve ile birleşip aleyhime dolaplar çevirmek mi?" Başını sallayıp, "Hayır" dedi. "Senin anladığın manada Merve ile bir anlaşmam olmadı." "Artık yalan söyleme!" diye bağırdım. "Bunun bir yararı yok. Oyunun sonuna geldik, bu akşam ilişkimize son noktayı koyacağız." "Bu kez yalan söylemiyorum" dedi. Yüzüne biraz acır gibi baktım. "Aslında bütün planlarını çok yapmıştın, değil mi?" diye sordum.
önceden
Başını tasdik anlamında salladı. Kabul ediyordu nihayet. "Orçun'un nişanında üst güvertede yanıma sessizce yaklaşıp mehtap seyri de numaraydı, yanılıyor muyum?" "Doğru.. Beni görmen için yanına gelmiştim." "Çünkü başımı döndüreceğine, ilk görüşte âşık olacağıma emindin. Bu da doğru, değil mi?" "Güzel bir kadın olduğumu biliyorum tabii. Pek çok erkek her zaman peşimde dolaşır, bana kur yapmaya çalışırlar. Ama bu defa kendimden pek emin değildim. Çünkü biraz havai, çapkın ve seçici bir tip olduğunu öğrenmiştim." "Kimden?" diye sordum. "Araştırdım. Kaynaklarım önemli değil. Mühim olanı hakkında bilgi toplamaktı." Israr ettim. Çünkü müşterek tanıdıklarımız çok azdı, hatta Orçun'la nişanlısından ve Merve'den başkası yoktu, veya ben bilmiyordum. "Kimden bilgi aldın?" diye sorumu yineledim. "Kimseden. Kendim araştırdım. Tüm yaşamını uzun uzun inceledim. Tüm geçmişte kalan flörtlerini bile gördüm."
Bu kadarına ihtimal vermiyordum. "Yalan söylüyorsun!" diye bağırdım. Sessizce yüzüme bakıp gülümsedi. "İnanmıyorsan, haklarında soru sorabilirsin, ben de bildiğim kadarıyla seni cevaplandırabilirim. Belki o zaman tatmin olursun." Hayretle suratına baktım. "Bir satış işi için bu kadar bilgi toplamaya ne gerek vardı?" dedim. Omuzlarını silkti, "Artık açıklamanın bir anlamı kalmadı ama seni seviyordum" dedi. Bu kadarı da fazlaydı artık.. Yalanlarından bıkmıştım. Beni aptal mı sanıyordu, yoksa delirtmeye mi çalışıyordu; karşıma geçip bir seni sevmiyorum diyor, arkasından da şimdi yaptığı gibi seviyorum diyordu. "Yeter!" diye homurdandım. "Bu işin iyice cılkı çıktı. Sevgiden hiç bahsetme bana, komik duruma düşüyorsun." Hiç itiraz etmedi. Önüne bakıp sustu.
Bardağımdaki viskiyi bir dikişte bitirdim. Sanki midem büzüşmüş gibi suratımı ekşittim. Aç karnına aldığım içki daha şimdiden etkisini göstermeye başlamıştı bile. "Bir kadeh daha içmek ister misin?" dedi. "Hayır. Niyetin şimdiden beni sarhoş etmek mi?" "Kesinlikle değil. Fazla içtiğin zaman ne hale geldiğini tecrübemle biliyorum. Yeniden öyle bir gece geçirmek istemem." Göz ucuyla baktım. Benden saklamak istemesine rağmen çok kısa bir an dudaklarında hafif bir gülümseme oluşmuştu. Sanki o körkütük sarhoş olduğum gecenin sabahını hatırlatmak ister gibiydi. O unutulmaz sabahı, ona sahip olduğum beynime nakşolmuş sevişme anlarımızı.. İçimde bir şeylerin eridiğini duyumsadım. Şimdi içinizden bazıları, tamam işte, yine duygularına esir olacak, pes edecek, yine o kadının ayaklarına kapanacak diyorsunuz muhtemelen. Haklısınız, onun her karşısına geçtiğimde kendimi yenik, perişan ve teslime hazır hissediyordum. Ne yapayım, gerçek aşk galiba buymuş; hiçbir karşılık beklemeden, sadece vermeyi bilmek. Tüm benliğinizle
bağlanmak, aşkın kudretini damarlarınızda duyumsamak. Hatta sizin için vazgeçilmez gibi görünen gururunuzdan da fedakârlık etmek. Berrin bana sevmeyi öğretmişti, hem de kaç defa gururumla oynayarak. Ama henüz direniyordum. Çoktan çekmem gereken teslim bayrağını henüz çekmemiştim daha. Ramak kalmıştı, çok az bir direnç.. İkinci bir gülümsemesi, yanıma yaklaşması, kollarını boynuma dolaması, seni gerçekten seviyorum demesi, o an her şeyi bitirecek, pes etmeme yetecekti. Ve ben aramızda geçenlere tamamen bir sünger çekerek ona dönmeye dünden razıydım o an.. Fakat sevgilim bunu yapmadı. Hem de o neticeyi elde edeceğini bilmesine rağmen. "Devam et" dedi. söyleyeceksin?"
"Bana
başka
ne
Durdum. Aklıma başka söyleyecek bir şey gelmiyordu. Sadece, "İnanamıyorum" diyebildim. "Niye inanamıyorsun?" diye sordu. "Kızgınlığımı bulamamama."
ifade
edecek
kelimeleri
"Demek çok kızgın değilsin bana." "Hayır, çok kızgınım." "Ama hâlâ beni seviyorsun." "Hayır!" "Evet!" "Boşuna yalan söylemeye kalkışma, hayır derken bile bütün yüz hatların beni sevdiğini söylüyor." O senin hüsnü kuruntun diye, avaz avaz bağırmayı çok isterdim Ama Berrin doğruyu söylüyordu, ne yaparsa yapsın, onu hâlâ seviyordum. Yüz hatlarım gevşedi, yenilgiyi kabul etmenin kahrıyla kanepenin üzerinde sanki tükenmiş gibi doğrulmaya çalıştım, artık bundan sonra ne söylesem lâftı, susmayı yeğledim. O yerinden kalktı, kendinden emin adımlarla yaklaştı, hemen yanı başıma oturdu. Yüzüne bakamıyordum artık. Hiç sesini çıkarmadan uzun parmaklarını saçlarıma uzatarak, ağır ağır, sanki beni teselliye çalışırcasına okşamaya başladı. Tek kelime etmiyordu. Gözlerimi yumdum, içimi bir eziklik kapladı. O okşamaya devam etti. Biteviye ve usul usul..
Sanki bir annenin yaramazlık yapıp da, hatasını idrak edercesine onun müşfik ve bağışlayıcı sinesine sığınan yaramaz oğlu gibi hiç kımıldamadan o okşamaların devam etmesini, hiç kesilmemesini istiyordum. Neden sonra saçlarımdaki eli omzuma kaydı, usulca beni göğsüne çekti. Başımı diri göğüslerine yasladım, kendimi ona bıraktım. Önce saçlarımı öptü. Sevgi ve içtenlikle. Sonra hüzünlü bir sesle kulağıma fısıldadı. "Ne yazık ki, bu kötü kaderimiz sevgilim. Fasit bir dairenin içindeyiz ve ikimizde bu çemberi yaramıyoruz. Korkarım hiçbir zamanda yaramayacağız. Biliyorum, ikimiz de birbirimizi deliler gibi seviyoruz ama önümüzde öyle bir engel var ki bunu aşmamız mümkün değil." Başımı göğsünden kaldırmadan mırıldandım. "Nedir o engel?" Bir süre düşündü sanırım, başımı sıcak göğsünden kaldırmadığım için o an hüzün dolu yeşil gözlerini görmem mümkün olmuyordu. "Kader" dedi. "Kötü değiştirmeye muvaffak yazımız.."
kader! Bir olamadığımız
türlü alın
"Neden ama?" dedim. "İnsanlar kendi kaderlerini kendileri çizerlermiş; biz niye kend^alın yazımızı değiştiremiyoruz." "Elimizde değil sanırım. Galiba Tanrı böyle istedi." "Ben inanmıyorum. Bir şeyler yapmamız gerekiyor. Bu gidişatı değiştirip o mutlu sona kavuşmalıyız. Hakkımız değil mi?" "Emin değilim artık." Eğilip usulca yanağıma bir öpücük kondurdu. istemeye istemeye başımı göğsünden kaldırdım. Gözlerinin içine baktım. "Beni gerçekten seviyor musun?" dedim. "Hem de bütün kalbimle, seni ilk tanıdığım andan beri." öpmek için dudaklarına uzandım. Hafifçe geri çekildi. "Hayır" dedi. "Artık birbirimize o anlamda yaklaşmayacağız. Buna dayanamıyorum. Çok denedim sen.den uzak durmaya, ama her seferinde irademe yenik düşüp yine sana koştum, kollarına atıldım." Dehşete kapılmış gibi yüzüne baktım. "Sen neler saçmalıyorsun? Birbirimizi bu denli
sevdiğimize göre bizi kim engelleyebilir? Dünya umurumda değil. Ben senin anlattığın kader hikâyesine de inanmam. Hemen yarın evlilik muamelelerine başlamalıyız." "Hayır" dedi sevgilim büyük bir sakinlik içinde. "Hayır mı? Ama neden? Bizi engelleyen kim?" "Merve!." "Anlayamadım? Babamın o sümsük karısı mı? O ne karışırmış benim hayatıma? O ne sıfatla benim mutlu geleceğimi engeller?" Hüzünlü gözlerle yüzüme bakmaya devam etti. "Hâlâ anlamıyorsun galiba. Bu izdivacı isteyen asıl baban. Sana tüm istikbâlini sağlayan ve Merve ile evlenmeni isteyen kişi o. Eğer biraz vicdan ve akıl sahibi isen onun vasiyeti dışına çıkamazsın." "Yanılıyorsun" diye itiraz ettim. "Babamın ki sadece bir kapris. Asıl o, benim mutluluğumu değil, kurduğu imparatorluğunun devamını istemiş ve bunu da ancak Merve ile temin edebileceğim hatasına kapılmış. Şayet benim gerçekten mutlu olmamı isteseydi, böyle abuk sabuk şart ileri sürmezdi. O kadından nefret ediyorum. Görmüyor musun, mevcudiyeti ile hayatımı karartıyor, mutluluğuma engel oluyor. Buna asla izin vermeyeceğim." Sevgilim bir iki saniye düşündü. "Ya baban
haklıysa?" diye mırıldandı sonra. "Ne demek istiyorsun?" "Merve'yi yeterince tanımıyorsun, ya sana babanın hayal ettiği mutluluğu verirse? Onu denemeden nasıl böyle bir hükme varırsın." "Beni deli etme Berrin! Bir takım varsayımlar üzerine düşündüğünün farkında değil misin? Oysa ben tahminler üzerine değil yaşadığım gerçeklere dayanarak konuşuyorum. Ben mutluluğumu sen de buldum, bundan sonra kimseyi denemek gibi saçmalıklara kalkışamam artık. Bu iş kapanmıştır. Bana hemen nüfus kağıdını vereceksin ve yarın evlilik muamelelerine başlayacağım. Tabii, sen de hâlâ istiyorsan.." Sevgilim ne evet, ne de hayır, dedi. Bir süre hareketsiz kaldı, sonra düşünceli bir halde bana dönerek, "Hadi, yemeğe oturalım mı artık!" diye mırıldandı.. Buraya kin kusmaya gelmiştim, oysa şimdi sevgilimin evlilik teklifime evet demesini bekliyordum. Yemek tahminimden de durgun geçti. Çok az konuştuk. Berrin dalgın ve düşünceliydi. Gözlerini önündeki tabağa dikmiş, ne yediğinin bile farkında olmadan mihaniki hareketlerle çatalını bıçağını kullanıyordu.
Ben de öyle sayılırdım. Ama bu defa dikkatli ve temkinli davraniyordum. Yemek boyunca hep düşünceli kaldım. Onu evlilik için ikna etmeye de çalışmadım. Kararını serbest iradesiyle vermesini istiyordum. Çok az miktarda şarap içmiştik. Berrin belki bir yudum almıştı, benim önümdeki kadehin ise yarısı duruyordu. Bir ara sevgilim başını kaldırıp, "Bu gece gitmeni istemiyorum, burada kalır mısın?" diye sordu. İlginç bir sualdi; hele az evvel söyledikleri *düşünülürse.. "Sen nasıl istersen" dedim yüzüne manalı bir şekilde bakarak. "Düşündüğün gibi değil" dedi. "Sana ayrı bir oda hazırlayacağım. "Babamın buraya geldiği zaman kaldığı odayı." "Hiç fark etmez sevgilim" dedim. Sadece teşekkür etti ve yemeğini yemeğe devam etti. Birkaç dakika sonra, sanki bir açıklama yapmak ihtiyacını duymuşça-sına, "Bu gece yalnız kalmak istemiyorum. Senin varlığına ihtiyaç duyuyorum" diye mırıldandı. "Tamam" dedim. O geceyi cidden değişik bir tarzda geçirdik.
Yemekten sonra salona geçtik, Berrin beni geniş kanepeye oturttu. Sonra da terliklerini çıkarıp dizime uzandı. Belki inanmayacaksınız ama saatlerce o halde hiç konuşmadan oturduk. İkimizin de hiç şikâyeti yoktu halimizden. Bir elimle kâh onun saçlarını okşadım, kâh çıplak kolları üzerinde parmaklarımı dolaştırdım. O da diğer elimi hiç bırakmaksızın avuçları içinde hapsetti. Öyle romantik ve duygulu bir havaya girmiştik ki, yanımda bedenini şiddetle arzuladığım bir kadın olmasına rağmen, sevişmeye kalkışmak aklımın ucundan bile geçmemişti. Saatler hızla ilerledi. Hizmetkârlar salonun ışıkları hariç tüm elektrikleri söndürüp istirahata çekilmişlerdi. Daha ne kadar o halde kanepenin üzerinde kaldığımızı anımsamıyorum. Bir ara sevgilimin solukları daha düzgün daha periyodik gelmeye başladı. Nihayet uyuya kaldığını sandım. Sesimi kısarak, "Uyudun mu?" diye fısıldadım. Uyumuşsa, uyanmasını istemiyordum. Hemen cevap verdi. "Uyumadım fakat seni de uykusuz bıraktım sevgilim." "Benim hiç şikâyetim yok, çok mutluyum."
"Ben de öyle. Biliyor musun, çocukluğumdan beri böyle huzur içinde bir gece geçirmemiştim. Anlayışın, sessiz kalışın için teşekkür ederim. Buraya uzandığımdan beri hep teklifini düşündüm." Nefesim kesilerek sordum. "Ne karara vardın?" Berrin birden başını yasladığı dizlerimden doğruldu, masum bir çocuk edasıyla gerinerek esnedi, kollarını boynuma doladı, kulağıma dudaklarını yaklaştırarak, "Kararımı sana yarın sabah kahvaltıda bildireceğim" dedi. "Ama her halde olumlu olacak. Hadi, şimdi beni kucağına al ve yukarıya yatak odama götür. Yürüyecek halim yok. Çok yorgun hissediyorum kendimi." Onu kucakladım. Tüy gibi hafifti. Kucağımdan indirmeden önce birer birer salonun ışıklarını söndürdük. Sadece üst kata çıkan merdivenlerin ışığını yanık bıraktık. Mutluluktan uçuyor gibiydim, galiba sonunda huzura kavuşmuş, saadeti yakalamıştım. Merdivenleri çıktım. Berrin başını dayadığı göğsümden kafasını kaldırmadan, "Sağdaki ilk odaya götür beni" diye mırıldandı. Loş koridorda biraz ilerleyip kapının tokmağını çevirdim. Oda karanlıktı, kapı açılınca pervazdan içeriye merdivenin altında
yanık bıraktığımız lambanın çok yetersiz kalan ışığı biraz aksetti. İçerdeki eşyaları net seçemiyordum, yine de karyolanın gölgeli görüntüsü barizdi. Elektrik düğmesini aradım. "Yakma!" dedi sevgilim. "Işık istemiyorum." Hiç itiraz etmeden onu karyolasına taşıdım. Hafif vücudunu usulca yatağa bıraktım. "istiyorsan soyunmama yardım edebilirsin. Ama sakın unutma, bu gece yaramazlık yapmak yok. Gecenin sihrini bozmak istemiyorum." Haklıydı. Ben de o tılsımın etkisine girmiştim. Bu gece kutsal evlilik kararımızın alındığı büyült geceydi. Ona dokunmayacaktım. Önce terliklerini çıkardım ayağından, sessizce yerdeki halının üzerine bıraktım. Yatağın kenarına ilişerek pantolonunun düğmesini çözdüm, fermuarını çektim. Düzgün kalçalarını hafifçe kaldırarak pantolonunu bacaklarından sıyırmama yardımcı oldu. Katlayıp yan tarafa bıraktım. "Penyemi de çıkar" dedi.
Yatağın içinde doğruldu. Eteklerinden tutup penyeyi başından çekip çıkardım. Dağılan saçlarını düzeltmek için iki yanına salladı. Beyaz iç çamaşırları karanlık odada göz alıyordu. Ona dokunmamaya kararlıydım ama ten ve parfüm kokusu, çıplaklığı, sevdiği kadının cinselliğine aç bir erkeğin ihtirasını yavaş yavaş uyandırmaya yetmişti. İçimdeki değişikliği fark edip etmediğini bilmiyordum ama muzip bir edayla, "Sutyenimin klipsini de çözebilecek misin?" diye sordu. Bir an durakladım. Kendime güvenim azaldı. Yine de arkasına kayıp el yordamıyla klipsi buldum ve açtım. İki yumuşak omuz hareketiyle askıları iki yana düşürdü ve sutyeninin kaldırıp odanın bir köşesini attı, sonrada yatağa uzandı. İliştiğim yatağın kenarından kalkamıyordum. Karanlık odada sevgilimin hârika vücudunu net görememekle beraber, o gölgeler içindeki bedenin güzelliğini en azından hayal edebiliyordum. Bir an şiddetli bir arzuya kapılarak ellerimi çıplak göğüslerine uzatmak ihtiyacıyla yanıp tutuştum. Bu defa aklımdan geçenleri hissetmişti mutlaka.
"Hadi artık, yandaki odana git ve sabahı bekle" dedi. "Umarım yarın her ikimiz içinde çok farklı, yepyeni bir gün olacak. Biraz daha sabret. Çok az kaldı sevgilim." Sözleri bende fren etkisi yarattı. Azgınlaşan ihtirasımı güçlükle önledim. "Evet, hayatım" diye fısıldadım. "Sabaha az kaldı. Yarının yaşamımızı değiştiren bir gün olacağına ben de inanıyorum." "Bana bir iyi geceler öpücüğü ver şimdi." Dudaklarına doğru eğildim. "Hayır, öyle değil. Alnımdan öp!" dedi. Ilık nefesi tüm yüzümü yalamıştı. Son bir gayretle alnının ortasına dudaklarımı değdirdim ve doğruldum. Hiç arkama bakmadan kapıya kadar ilerledim. Tam eşikten adımımı dışarıya atarken, "Allah rahatlık versin" dedim. "Sana da sevgilim" diye mırıldandı yattığı yerden. Dışarı çıkıp kapıyı kapattım.. Mutluydum.
Hem de ne mutluluk! Bir an loş koridorda durup derin bir nefes aldım. Hayat inanılmaz derecede çarpıcı ve değişkenliklerle doluydu. Bu akşam buraya ne gaye ile gelmiş, neler yapmayı planlamış ama neler yaşamıştım. Kin ve nefret dolu adam bir anda gitmiş onun yerine dünyanın en mutlu kişisi gelmişti. Bu gece maskeler düşmüş, Berrin gerçek sevgisini sonunda itiraf etmişti. Gerisi hiç umurumda değildi. Ne parada ne pulda gözüm vardı. Babamın son arzusunu da takmıyordum artık. Onu Merve düşünsündü.. Yandaki odaya girdim. Işığı yaktım. Villanın genel ihtişamı yanında oldukça sade döşenmiş bir odaydı, fakat tertemiz ve bakımlı.. Ruhi Bey'in odası.. Müstakbel kayın pederim yani.. Bana sempatik biri gibi görünmüştü. Kalender, hoş sohbet, hayatın gerçeğini yakalamış bir insan. Şu sıralar yaşadığı ekonomik sıkıntılar da önemli değildi, fabrikasının satışından her halde eline önemli bir para geçmişti, hem durum sanırım Berrin'in ifade ettiği kadar da pek önemli ve gözde büyütülecek kadar vahim değildi. Öyle olsa adamcağız Tarabya sırtlarındaki bu muhteşem villayı da satardı. Kendi kendime gülümsedim. Kendi oturduğum
mütevazı apartman katı geldi aklıma, Berrin'in villası, Merve'nin yalısı yanında küçük kulübe gibi kalırdı. Ama ben hayatımdan memnundum ve fazlasında da gözüm yoktu. Sevgilimin yanından ayrılınca yorgunluğumu daha fazla duyumsamaya başladım. Müthiş bir gün geçirmiştim. Esnemeye başladım. Uykum gelmişti. Yumuşacık yaylı şiltenin üzerine oturdum, soyunmaya başladım. Her gece yatmadan evvel soğuk bir duş alma alışkanlığım vardı fakat bu gece bilmediğim bir evdeydim. Banyonun bile nerede olduğu hakkında fikrim yoktu. Bir an iliştiğim yatağın ucunda hareketsiz ve kararsız kaldım. Her halde bu gece duşumu alamayacaktım. Örtüleri açtım, tam yatağa gireceğim sırada gözüm odanın duvarına dayalı dört çekmeceli şifoniyer benzeri dolaba takıldı. Acaba o gözlerde ne vardı? Meraka kapıldım. Takdir edersiniz, gecenin o saatinde çok anlamsız ve mânâsız bir meraktı bu. İçinde ne olursa olsun, beni hiç mi hiç ilgilendirmezdi.. Ama içimdeki sanki bir dürtüydü.. Kalk git bak, incele diyordu.. Don gömlek yerimden kalktım, şifoniyerin önüne gittim. En üst çekmeceyi açtım..
Havlular, yastık kılıfları, kat kat istif edilmiş çarşaflar duruyordu. Kapattım. İkinci gözü çektim. Burada da aynı şeylere rastladım. Renkli nevresimler vesaire vardı.. Ne bulacağımı sanıyordum ki? İçimden bir gülme geldi, sonra kendi kendime kızdım ve yatağa dönmek istedim. Ama içimdeki o dürtü ne yazık ki kaybolmamıştı. Yaptığımın manasızlığını bile bile üçüncü çekmeceyi de çektim.. Keşke çekmez olsaydım. Başıma gelecekleri bilseydim asla yapmaz, o dürtünün esiri olmazdım. Ama kader bir şekilde ağlarını örüyordu maalesef.. Çekmeceye birtakım eşyalar üstün körü sıkıştırılmıştı. Şöyle bir göz attım. Daha ziyade banyoda bulunması gereken bazı eşyalar vardı. Bir ustura, elektrikli tıraş makinesi, birkaç sabun, ambalajı içinde banyo köpüğü tozu, büyük bir lif, eski bir güneş gözlüğü, ucu kırık bir pipo, iki kol düğmesi, bir kravat iğnesi ve küçük bir fotoğraf albümü. Ruhi Bey'in ufak tefek eşyaları. Hemen kapatmam gerekirdi. Ama yapamadım.. Gözüm o albüme takıldı. Acaba içinde ne vardı? Aslında bu yaptığım yanlış bir işti; yeterince tanımadığım bir insanın gizlice mahremiyetine
girmek. Utanmalıydım. Fakat dayanamadım, yaptığımın yanlış olduğunu bile bile o albümü çekmeceden çıkardım. İçinde ne bulacağımı bilmiyordum; ilk aklıma gelen belki Ruhi Bey'in kızı ile çekilmiş fotoğraflarıydı.. Ama birden ruhuma musallat olan huzursuzluğu, şiddetini artıran kalp atışlarımı neyle izah edecektim? Niye heyecanlanmaya başlamıştım aniden? Yatağın kenarına oturdum yeniden, albümü dizlerimin üstüne yerleştirerek sayfalarını birer birer çevirmeye başladım. İlk fotoğraflar Ruhi beyin çocukluk yıllarına ait olmalıydı. İlk okul, ortaokul ve lise yılları. Tek veya arkadaşlarıyla çekilmiş çeşitli resimler. Fazla ilgilenmedim, çevirmeye devam ettim. Sonra Ruhi beyin bir kadınla baş başa çekilmiş bir fotoğrafına rastladım. Eski, sararmış bir resim. Yıllar öncesinden kalma. Zaman insan tiplerini bile değiştiriyordu. Sanırım altmışlı yılların ortasından kalma bir fotoğraftı. Saçları daha gür, favorileri o yıllarda moda olduğu üzere uzundu. Gözlerim yanındaki kadına takıldı; cidden güzel ve havalı bir kadındı. Karısı olmalıydı; zaten daha ilk bakışta, Berrin ile benzerliğini yakalamıştım. Acaba öleli ne kadar olmuştu. Belli belirsiz içimde bir hüzün rüzgârı dolaştı. Uzun süre resme baktım. Sonra sayfaları yeniden çevirmeye devam ettim, tanımadığım,
bana bir şey ifade etmeyen kişilerle doluydu. Ama birden irkildim. Son sayfalara doğru Ruhi Bey'le babamın birlikte çekilmiş bir fotoğrafına rastlamıştım. İçkili bir lokantada baş başa verip eğlenen orta yaşlı iki adam. Dikkat kesilerek resmi incelemeye başladım. Ellerinde rakı kadehleri gülümsüyorlardı.
objektife
bakarak
Resmi albümden çıkararak elime aldım. Arkasını çevirerek baktım. Bir tarih düşülmüştü. Kervansaray gazinosu -17 Mart, 19... Son iki rakamı okuyamadım. Zaman içinde silinmiş gibiydi.. Daha aşağıda da el yazısıyla kaleme alınmış bir not vardı. Aziz ve muhterem arkadaşım, can yoldaşım, Reha ile aldığımız tarihi kararın gecesinde.. Demek babamla Ruhi beyin arkadaşlıkları çok eskiye dayanıyordu. Bunu hiç bilmiyordum. Sonra aldıkları bu tarihi kararda neydi? Yoksa çok daha eski yıllarda, yani birbirlerine ticari rakip durumuna düşmeden önce, bir ortaklıkları mı olmuştu? Kafam karışmıştı..
Öylece kalıp düşünmeye devam ettim. Bu çok eski bir tarihin fotoğrafı olmalıydı, belki henüz ben dünyada bile yoktum. Ama kendimi bildiğim çocukluk anılarım içinde de Ruhi beyi hiç hatırlamıyordum. Bizim eve gelip gitmediği kesindi; babamın eski arkadaşlarının çoğunu bilirdim. Belki de dostlukları sadece iş konusuna inhisar ediyordu. Sonra aklıma Berrin'in neden bu konuda fazla konuşmadığı hususu takıldı. Yoksa hâlâ benden sakladığı bir şeyler mi vardı? Adam sen de, boş ver dedim. Geçmiş artık beni ilgilendirmiyordu. Babamla Ruhi beyin dostlukları veya ortaklıklarından bana neydi? Hepsi mazide kalmıştı. Velev ki bu dostluk sonradan bozulmuş olsa dahi, beni ırgalayan bir nokta değildi. Albümü yerine koydum ve yatağa girdim. Kafamı yastığa koyar koymaz da derin bir uykuya daldım.. Dudaklarıma değen ılık, nemli bir ten teması ve uykumda genzime dolan nefis bir kokuyla gözlerimi açtım. Sevgilim üstüme eğilmiş, dudaklarıma dokundurduğu hafif bir öpücükle beni uyandırmaya çalışıyordu. "Hadi uykucu, kalk bakalım, sabah oldu" diyordu.
Gerçektende güneş yükselmiş, yatak odasının çekili perdelerine rağmen sıcak ağustos sonunun sabah ışınları çoktan odayı dolmuştu. Keyifle yatağın içinde gerindim. Uyandığıma kanaat getirince Berrin yanımdan uzaklaşmak istedi ama onu kolundan tuttuğum gibi yine üzerime çektim. Boş bulundu ve tüm ağırlığıyla üstüme yaslandı. Sıkı sıkı kavrayarak kollarımın içine hapsettim. İri yeşil gözlerinin içine doyumsuz bir hasretle bakarak, "Seni seviyorum" diye mırıldandım. Gülümseyerek, "Ben de" dedi. "öyleyse beni bir daha öp." "Seve seve" diye mırıldandı. Ama öperken haince alt dudağımı dişledi. Dişlerini çekince de, "Hadi bakalım fırla yataktan" diye homurdandı. "Konuşacak çok şeyimiz var bu sabah." Berrin neşeli görünüyordu. Kararının ne şekilde oluştuğunu anlamak için kâhin olmaya gerek yoktu. Neşesi bana da yansıdı. Sevgilimi saran kollarımı gevşettim sonrada top gibi yataktan fırladım. "Koridorun sonunda banyo var" dedi. "Yıkanıp tıraş olabilirsin."
Çapkınca göz kırptım. "Beni seyretmeyecek misin?" "Hiç sanmıyorum." "Neden?" "O yakışıklı vücudunu görürsem, anlarsın ya, işe vaktinde yetişemem." Sırıttım pis pis... Aşağıda mükellef bir kahvaltı sofrası hazırlanmıştı. Çırpılmış yumurta ile kızartılmış sosisimi yerken, sevgilimin bir an önce konuya girmesini bekliyordum. Berrin ise ince bir dilim kepekli ekmek ile kibrit kutusu kadar yağsız beyaz peynir yemekle meşguldü, sırf formunu muhaVaza edebilmek için. Çay fincanımı yeniden doldururken, "Evet sevgilim, artık şu cevabını öğrensem iyi olacak" dedim. "Ne karara vardın?" "Çok merak ediyor musun?" Fincanımı dudaklarıma götürürken, "Bu suali dün gece sorsaydın, evet derdim, ama bu sabah beni uyandırmaya geldiğinden beri sanırım yaptığım teklife vereceğin karşılığı tahmin edebiliyorum" diye mırıldandım. Gözleri ışıldadı, inci gibi dişleri gülümserken göründü. "Demek tahmin ettin." "Belli değil mi? Şayet cevabın menfi olsa, yüzün asılır, somurturdun. Söyle bakalım şimdi, evet mi?"
"Evet sevgilim. Teklifini kabul ediyorum. Hem de büyük bir zevkle. Yalnız..." Berrin biran duraklamıştı Hemen yüzüne baktım. "Yalnız ne?" "Ufak bir şartım var" diyebildi sesini biraz yavaşlatarak'. Merakla yüzüne baktım. "Ne şartı?" "Bana biraz zaman tanıyacaksın?" "Zaman mı? Ne kadar?" "En az üç ay." Razıydım tabii. Ama nedeni soramadan duramadım. "Üç ay uzun bir süre.. Neden bu kadar bekleyeceğiz?" "Üç ay evlilik için hiç de uzun bir süre değil. Hem takdir edersin ki benim de hazırlanmam gerekecek." "Ne hazırlığı?" dedim. "Anlarsın işte.. Düğün hazırlığı filan.. Ayrıca tamamlamam gereken bazı işler de var." "Anlat bana. Ne işleri?" Başını önüne eğdi, biraz sıkılarak konuştu. "Evlenmeden
önce
babamın
durumunu
düzeltmem, onu düzlüğe çıkartmam ve işlerini yoluna koymam icap edecek." "Bunları hiç dert etme" diye mırıldandım. "Gerekirse babana her türlü maddi desteği vermeye hazırım. O konu için üzülmeni istemiyorum." Çekingen bir sesle, "Teşekkür ederim Attila, çok nâzik ve anlayışlısın, ama yine de bu süreye ihtiyacım var" dedi. Bu defa sesimi çıkarmadım. Aslında süreceği her şartı kabule çoktan razıydım.
ileri
Bir süre ikimizde düşüncelere daldık ve sessiz kaldık. Sonra hafifçe gülümseyerek sordum. "Bütün şartın bu mu?" "Evet" dedi. "Öyleyse şimdi sıra bana geldi." "Ne sırası?" "Şart ileri sürme sırası." Şaşırarak bana baktı. "Seninde mi şartın var?" "Evet, hem de önemli bir şart.”. "Söyle bakalım! Merak ettim doğrusu, neymiş bu şart?" Omuzlarımı silktim.
"Ne yapayım, bizimki biraz aceleye gelmiş bir evlilik. Senle karşılıklı oturup evliliğimizden beklediklerimizi tartışacak ya da isteklerimizi anlatacak zaman ve fırsatımız olmadı. Şunu itiraf edeyim ki, ben biraz geri kafalı, tutucu bir adamımdır." Hayretle yüzüme baktı. "Ne anlatmaya çalışıyorsun?" diye sordu. "Evlendikten sonra çalışmanı istemiyorum, işin kısa özeti bu.." "İnanmıyorum Attila! Ciddi misin?" "Kesinlikle." "Fakat... "diye kekeledi sevgilim. "Nasıl olur? Ben yıllardır çalışmaya alışmış biriyim^Boş oturamam." "Boş oturacağını söyleyen de kim? Çocuk yaparız, onlarla meşgul olursun, ayrıca bir takım hobiler edinirsin, yine de boş zaman bulursan bir takım sosyal aktivitelere filan katılırsın ve tabii gerçekte asıl zamanım da sevgili kocana ayırırsın." Berrin durgunlaştı aniden. "Yo hayır" dedi. "Ben çalışmak istiyorum." "Neden? Hani şu hiç anlamadığım kadınların ekonomik özgürlüğü meselesi mi?" "Değil."
"Neden peki? Çok zengin biri olduğumu biliyorsun. Çalışmana ne gerek var?" Sevgilim bir süre düşündü. Anladığım kadarıyla böyle bir şart ileri süreceğimi hiç beklememişti. Sarardığını, yüzünün hatlarının gerildiğini görüyordum. "Bu şartta ısrarcı olacak mısın?" diye sordu. Evet, diyemedim. Korktum.. Ters bir cevap vererek her şeyi bir anda berbat etmesinden çekindim. Tam durumumuzu yola koymuş, evliliğe bu kadar yaklaşmışken yeni bir aksiliğin çıkmasını istemiyordum. Bir tercih yapmak zorundaydım. Ya fikrimi savunup sonuna kadar gidecektim, ya da Berrin'den gelebilecek olumsuz bir cevabı sineye çekecektim. "Hayır" dedim. "Israrcı değilim, ama gönlüm çalışmamandan yana." Yine bir süre düşündü. "Tamam öyleyse" dedi. "Kararı bana bırak. Şimdilik çalışacağım, fakat isteğini de hiç aklımdan çıkarmayacağım. Senin arzularını her zaman ön planda tutacağım; şayet gerekirse istediğin gibi tamamen eve dönüp evimin kadını olacağım. Tamam mı, anlaştık mı?" Başımı salladım, tasdik anlamında. Yeni meseleler yaratmanın hiç anlamı yoktu..
Sirkeci'deki şirket binama gittiğimde mutluluktan uçuyordum âdeta. Uzun zamandır beni bu denli neşeli, güler yüzlü, sevincinden kabına sığamayan bir halde görmeye alışık olmayan az sayıdaki personelim beni biraz hayretle karşıladılar. Şaşkınlıklarının farkındaydım ama kimin umurundaydı? Girişteki santral görevi yapan kıza göz kırptım, gülerek takıldım, "Ne zaman senin senelik iznin? Gençliğini hep bu dört duvar arasında mı geçireceksin? Yazın keyfini çıkarmaya niyetin yok mu? Bodrum'a ya da Marmaris'e gitsene!" Kız alışık olmadığı bu tavrım karşısında aptal aptal yüzüme baktı. Ne diyeceğini bilemedi, "İznim eylülde, Attila Bey" diye kekeledi. "Eylülü beklemeye gerek yok. Sana bir hafta da ben ücretli izin veriyorum; yarından itibaren çıkabilirsin, tamam mı?" dedim. "Fakat..." Öyle mutluydum ki çevremdeki insanlarında bunu paylaşmasını istiyordum. "Sorun paraysa, muhasebeye uğra sana avans versinler. Anlaştık mı?" Kızın gözleri ışıldadı, "Sağ olun, efendim" dedi. Odama gitmeden önce yan taraftaki muhasebe elemanlarının yer aldığı odaya daldım. Sabah
güneşi odaya cehenneme çevirmişti. Muhasebe servisinde üç elemanımız çalışıyordu. Odaya girdiğimi görünce doğruldular. "Bu ne hal yahu!" diye bağırdım. "Burası fırından farksız." Şefleri durumundaki Mehmet şikayetten uzak ses tonuyla mırıldandı, "Alıştık artık Attila bey, sabahları böyle sıcak oluyor." "Olmaz öyle şey! Buradfe çalışılmaz. Hemen bir klima taktırın buraya." Üçü de tıpkı santralda ki kız gibi hayretle yüzüme baktılar. Sanki servisin sabahları çok sıcak olduğunu ilk defa görüyormuş gibi davranmamı yadırgamışlardı. Mehmet, "Fakat efendim klima için gerekli..." diye lâfa girişmişti ki, sözünü kestim. "Bu patronun emri" dedim. "Yarın sabah geldiğimde burayı buz gibi soğuk görmek istiyorum." Gülüştüler. "Teşekkür ederiz patron" dediler. Yine hemen odama gitmedim. O an şirkette olan iki ortağımın odasına uğradım. Ne yazık ki Berrin'e verdiğim söz gereği, henüz aldığımız kararı kimseye söylemeyecektim, ama bu
yaşadığım mutluluğun dışarıya taşmasına engel olamıyordu. Ortaklarım halimdeki garipliği sezmekle beraber, gerçek nedenini anlayamamışlardı tabii. Her hangi bir şey sormadılar ama onlarda bana uyarak neşelendiler. Kendi odama girdiğimde yaklaşıyordu. Ne var
saat
öğleye
ki yerimde duramıyordum, canım hiçbir şey yapmak istemiyor, bir çocuk gibi akşamın olmasını ve sevgilime kavuşacağım saatlerin gelmesini bekliyordum. Belki bazılarınız duygularımın abartılı olduğunu ve de otuz beş yaşındaki bir adama yakışmayacak tavırlar sergilediğimi düşünebilirsiniz. Ama ben böyle yapıda bir insandım işte. Üzüntümü de sevincimi de abartılı yaşıyordum. Günün ilerleyen saatlerinin bana neler getireceğini nereden bilebilirdim ki o an.. Saat tam iki buçukta kapım vuruldu. Girin, dedim keyifli bir sesle. Kapı aralandı, her zamanki çekingen ve saygılı haliyle Yahya Efendiyi görmeyeyim mi.. Eski ve sevdiğim bir dostu görmek beni daha memnun etti. Gel Yahya Efendi gel, diye yerimden fırladım. Adamcağız bile bu hararetli karşılamamı yadırgamıştı sanırım. Ama o, bu
günkü heyecanımı hiç çekinmeden paylaşabileceğim bir dostu. Ağzı sıkı ve bu dünyada tek güvenebileceğim insandı, üstelik elinde büyüdüğüm için kesinlikle ona itimat ederdim, sırrımı kimseye açıklamazdı. Hani neredeyse, bu gün onu Tanrı'nın karşıma çıkardığına inanacaktım. Yer gösterdim, oturttum, soğuk bir şey içip içmeyeceğini sordum. Müjdeyi vermek, mutluluğumu onunla bir an önce paylaşmak için sabırsızlanıyordum ve işte o sırada babamın emektar hizmetkârındaki durgunluğunu fark eder gibi oldum. Bir an yüzüne baktım, acaba bana mı öyle gelmişti, emin olamadım. Sonra da sessizliği dikkatimi çekti. Odama girdiğinden beri tek kelime etmemişti. Geç de olsa anladım. Bu sıradan bir ziyaret değildi. Onu bana getiren önemli bir neden olmalıydı. Aslında bu gün beni üzecek hiçbir şeye izin vermek niyetinde değildim. Her ne sebeple olursa olsun mutluluğumun gölgelenmesini istemiyordum, ama bana bunca yıl emeği geçmiş, hizmeti dokunmuş bir insanın derdine de ilgisiz kalamazdım. "Ne oldu Yahya Efendi?" dedim. "Seni durgun görüyorum, bir şey mi var?" Yaşlı adam utanır gibi yerinde büzüldü.
İlk aklıma gelen şey, Merve ile ihtilâfa düştükleri oldu. O lanet kadını yeterince tanımıştım; şimdi meseleyi daha da iyi anlıyordum sanırım. Yahya Efendiye yaptığı jest, onu yanına alması filan hep numaraydı. Bunu daha önceden düşünmeliydim, zira çıkarı öyle gerektiriyordu. Ya onun ağzından benimle ilgili bazı bilgiler almayı düşünmüş, ya da bildiği bazı şeyleri söylememesini temine çalışmış olmalıydı. Yani her hal ve kârda menfaati vardı. Konuşmakta zorlanıyordu yaşlı adam. Meseleye nereden düşünüyordu.
gireceğini
bilemez
gibi
"Söyle" dedim. "Merve hanımla münakaşa mı ettiniz?" "Pek öyle sayılmaz, küçük bey" dedi. "Yoksa daha da mı kötüsü oldu? Kovdu mu seni?" "Hayır. Bu gün izin günümdü..." "Eee, sorun ne peki?".* "Sizi görmek istedim." Durdum. Kuşkuyla süzdüm bizim emektarı. Onu yeterince tanırdım. Benim bildiğim .Yahya
Efendi durduk yere beni iş yerimde ziyarete gelmezdi. Açıklayamadığı bir sıkıntısı vardı, buna emindim. Ama üstüne varmadım. Derdi her ne ise onun açıklamasını bekledim. "Sağ ol. Ne iyi etmişsin!" dedim. Feri kaçmış yaşlı gözlerini üzerime çevirdi. "Beni bağışlayacağınızı ümit ederim küçük bey" diye utanarak mırıldandı. "Ben büyük bir hata yaptım sanırım." Gittikçe neşem kaçar gibiydi. Tatsız bir haberle karşılaşacağım sanki içime doğuyordu. "Hayrola, ne hatası?" diye sordum. "Size yalan söyledim. Bildiğim bazı gerçekleri size anlatmadım. Ama inanın bana bütün bunları sizin iyiliğiniz ve muhterem babanızın isteği doğrultusunda yaptım. Sonucun böyle olacağı hiç aklıma gelmemişti. Şimdi kendimi suçlu hissediyorum ve bildiklerimi size anlatmazsam kendimi hiç affetmeyeceğim." Ruhumun derinliklerinde buz gibi bir rüzgâr esti. Çok tatsız bir haber alacağıma artık inanıyordum. İçimden bir an keşke Yahya Efendi hiç gelmeseydi, diye geçirdim.
Vereceği haber kesinlikle mutluluğuma gölge düşürecekti; kim bilir belki daha fazlasını da.. Sakinliğimi muhafazaya çalışarak, "Anlat bakalım" dedim. "Bana söylediğin bu yalan neymiş." "Herkes size oyun oynadı.. Hem de dost bilip, inandığınız insanlar. Ne yazık ki ben de onlar arasındayım. Herkesin niyeti iyiydi, ama artık ben bundan biraz şüphe etmeye başladım. Korkarım size yardıma çalışırken, bilakis, ruhunuzda telâfisi mümkün olmayan bir yara açacağız." "Kimlerden bahsediyorsun sen?" "Olaya karışan herkesten. Merve hanımdan, Berrin hanımdan, Mehmet Ali beyden, hatta sizin avukatınız Nejat beyden. Bunlara beni de katabilirsiniz tabii.." Korktuğum başıma geliyordu sanırım. "Devam et" dedim içim burkularak. "Önce size asıl şaşıracağınız gerçekle başlayayım. Çok üzgünüm ama..." "Konuş" dedim sesimin sertleşmesine engel olamayarak. Karşımdaki yaşlı adam titredi. Yavaş yavaş sinirlendiğimi görüyordu her halde. Ama artık
dönüşü olmayan biliyordu.
bir
noktaya
geldiğini
de
"Rahmetli beyefendinin, yani Reha beyin gerçek karısı Berrin hanımdı.." "Ne?" diye kükredim kendimi tutamayarak. "Deli misin sen? Yoksa aklını mı oynattın? Olur mu öyle şey, imkânsız bu söylediğin!" "Ne yazık ki gerçek bu efendim." Beynim karıncalanmış, tüylerim diken diken olmuştu. Böyle bir ihtimalin hakikat olacağına hâlâ ihtimal veremi-yordum.. "Öyleyse Merve kim?" diye bağırdım. "Berrin hanımın kız kardeşi." "Olamaz!" dedim. Tüm şaşkınlığıma rağmen birden kafam çalışmaya başlamıştı. Bu işte bir yanlışlık olmalıydı. Babamın ölümünden sonra yapılan bunca hukuki muameleler hep sahte bir insan adına mı yapılmıştı? Hiçbir adli merci bu sahtekârlığın farkına varmamış mıydı? Aklın ve mantığın alacağı bir durum değildi duyduklarım. "Yanılıyorsun" dedim. "Hayır küçük bey" dedi. "Zira ben de bu oyunun içindeyim." Şaşkın şaşkın mırıldandım.
"Ama niye? Neden böyle bir oyun oynadılar bana." Yaşlı hizmetkârımız boynunu bükerek konuşmaya devam etti. "Sizin Berrin hanım diye tanıdığınız kişinin gerçek adı Merve ve rahmetli pederinizin eşi. Ama ona sakın gücenip darılmayın. O size deliler gibi âşık. Lütfen bana inanın. Hem bu sevginin başlangıcı çok eski, ta babanızın sağlığından başlıyor. Zira bu evliliği ilk planlayan babanız olmuştu. Bu evlilik kararı yıllar evvel ikinizde çocukken alındı." "İnanamıyorum. Kimin tarafından?" "Babanız ve Merve hanımın babası tarafından." Aklım iyice karışmıştı. "Yani Ruhi Kadızâde tarafından mı?" diye sordum. "Evet, küçük bey." "Çok iğrenç!" dedim. "Bu rezalete ne gerek duymuşlar?" "Sanırım bu açıklama bana düşmez ama bu evliliği kabul ederseniz önünde sonunda Merve hanım size nedenlerini anlatacaktır."
"Sen bu Ruhi beyi tanır mısın?" "Tanırım efendim. Bir zamanlar bizim eve sık sık gelirdi." Öyle bir şok yaşıyordum ki beynime üşüşen soruları hizaya sokmaktan bile âcizdim. "Dur, dur biraz" diye homurdandım. "Merve ile Berrin kardeş dedin, değil mi?" "Evet, küçük bey. Ama siz onları farklı isimler altında tanıdınız. Yani Merve hanım karşınıza Berrin adıyla çıktı, Berrin hanımda Merve olarak." "Neden?" "Sebebi çok basit değil mi? Babanız daha hayattayken bile sonucun üş aşağı beş yukarı böyle olacağını biliyordu. Sizin ne kadar mağrur, beni bağışlayın ama biraz dik başlı, prensiplerinden taviz vermeyen, katı tutumlu olduğunuz malumdu. Tabii Merve hanım da biliyordu tüm bunları. Vefatından az önce babanız bir karar almış, son isteklerini sizin yüzünüze karşı tüm ayrıntılarıyla anlatmaya karar vermişti. Merve hanım itiraz etti, ricalarda bulundu. Aradan bunca yıl geçtikten sonra bu itirafları daha sert ve olumsuz karşılayacağınızı ve belki ikisini de hiç affetmeyeceğinizi savundu. Ona göre en iyi çözüm sizi kendisine âşık etmekti. Kendisine güveniyordu. Ben şahidim, o uzun yıllardan beri size gönül vermişti zaten, ta sizi ilk gördüğü günden beri. Rahmetli babanıza hep Reha Amca diye hitap
ederdi. Bir akşam Levent'teki evde baş başa oturup bir plan yaptılar. Reha amca dedi, bu işin tek çözümü kardeşim Berrin'le benim yer değiştirmem. Bırak Berrin'i senin eşin olarak tanısın, bu onu kendime bağlamak için bir şans olabilir diye diretti. Reha bey önce bu fikre karşı çıkmıştı; kızım sen Attila'yı bilmezsin, kafası atarsa, sonuç çok daha vahim olabilir, diye itiraz etti. O akşam bir karara varamadılar. Tek korkulan bu evlilik nedeniyle sizin babadan kalan mirası bile ret edebileceğiniz noktasında düğümleniyordu. Tabii zikretmeye lüzum bile hissetmiyorum, Merve hanımla babanız arasında asla anladığınız manada bir evlilik hayatı olmamıştı." Bizim yaşlı emektar soluklanmak için bir an durdu. Kafam allak bullak olmuş, beynim uğulduyordu. Bir an işittiklerimin bile oyunun yeni bir parçası olup olmadığını, ister istemez düşündüm. Ne yalan söyleyeyim, artık her şey aklıma geliyordu. Fakat Yahya Efendi'nin bu kadar ileri gitmesi söz konusu olamazdı, sonra bir daha nasıl yüzüme bakabilirdi. Anlattıkları doğru olmalıydı. "Ya Mehmet Ali bey, ya bizim Nejat, onlar nasıl katıldılar bu tuzağa?"
"Küçük bey, lütfen tuzak diye vasıflandırmayın durumu. Bu gerçekten de babanızın en halisane isteğiydi. Bilirsiniz, Mehmet Ali bey babanızın çocukluk arkadaşıydı, içtikleri su ayrı gitmezdi, ona tüm sırlarını açıklardı. O işin başından beri durumu biliyordu. Nejat Bey'e gelince ona durumu açıklamak zorunda kaldılar. Sizin kızgınlıktan vasiyetin açılması için mahkemeye bizzat gelmeyeceğinizi, kendinizi bir avukatla temsil ettireceğinizi tahmin ettiler. Anlayışlı bir gençmiş, sizin menfaatleriniz uğruna peki dedi." "Onunla kim konuştu?" "Merve hanım ve Mehmet Ali bey." Şimdi en başından bjeri Nejat'ın Merve'ye neden toz kondurmadığını ondan hep sitayişle bahsettiğini daha iyi anlıyordum. Birden kendimi aptal gibi hissettim. Meğer etrafımda ne dolaplar dönüyormuş da ben farkında değilmişim. Tüm içimi ateş bastı. . Sinirden yerimde duramıyordum. Ama gerginliğimin, kızgınlığımın, aşırı sinirliliğim neden kaynaklandığını da o anda bulamıyordum. Kendi aptallığıma mı bozuluyordum, babamın tasarladığı bu acayip ve manasız plana mı, yoksa enayi yerine konmama mı, kestirmem mümkün değildi.
Sustum ve düşünmeye başladım. Acaba Berrin'den ya da gerçek kimliğiyle Merve'den nefret mi etmem gerekiyordu? Her ne olursa olsun, o babamın resmi karısıydı. İnanamıyor-dum bir türlü, Merve babamın teklifini nasıl kabul etmişti? Tanıdığım kadarıyla, dürüst, aklı başında, sağduyu sahibi ve yaşından da olgun biri gibi gelmişti bana. Bu anlamsız oyuna nasıl iştirak etmiş olabilirdi.. Yüreğimde bir şeyler kopmuş gibiydi. Fena halde yıkılmıştım. Ellerimin titremesine bir türlü engel olamıyordum, ama en acısı tüm işittiklerimin yüreğimdeki sevgiyi değiştirmediğini fark etmek oldu. Hâlâ onu seviyordum.. Neden sonra zor işitilir bir sesle fısıldadım. "Neden bunları bana anlattın?" dedim. Yaşlı adam ağlayacak gibiydi. "İçim elvermedi küçük bey" diye inledi. "Siz elimde doğup büyüdünüz sayılır. Sizi çok severim ve mutlu olmanızı isterim. Şayet bunu daha sonra öğrenirseniz yıkımınızın bir daha telâfisinin mümkün olmayacağını düşündüm. Sakın beni yanlış anlamayın, en az rahmetli pederiniz kadar, ben de bu izdivaçtan yanayım. Merve hanım eşi menendi bulunmaz bir insandır. Onu sevdiğinizi de biliyorum. Benim haddim değil ama öfkeye kapılarak sonradan bu planın
bozulmasına gönlüm el vermedi. Merve hanım da çok acı çekiyor. En büyük korkusu sizi kaybetmek." Galiba sırf kendimi tatmin etmek, içimdeki hırsı boşaltmak için homurdandım. "Beni mi yoksa babamdan kalan mirası?" diye sordum. "Tövbe deyin küçük bey, tövbe! Onun paraya ihtiyacı yok. Zaten babanız ona yeterince bir servet bıraktı." "Daha fazlasını da istiyor olamaz mı?" "Yapmayın küçük bey, o öyle bir insan değil." "Belli!" diye homurdandım. "Baksana, seni de etkilemiş." "Yanılıyorsunuz, ben onu sizden çok daha evvel tanıdım." itiraf etmeliyim ki, Berrin ya da Merve'nin (ona hangi adıyla hitap edeceğimi kestiremiyordum) güvendiğim biri tarafından korunması, himaye görmesi hoşuma gidiyordu. Ama kendime yediremeyerek kızgınlığımı sürdürdüm. "Ya o kız kardeşine ne demeli! İyi bir oyuncuymuş, beni mükemmelen kandırdı." "Ona da kızmayın, ne yapsın zavallı! O sadece ablasının direktiflerini uyguladı. Hatta sizinle karşılaştığı zamanlarda ödü koptu, gerçeği anlayacaksınız diye”. Yine sustum. Mantığım ve prensiplerimle hissiyatım çatışıyordu. Gerçi daha şimdiden bu mücadeleyi
prensiplerimin kaybedeceğini biliyordum, ama yine de öfkemi bastıracak bir şeyler yapmalıydım. "Tamam" dedim Yahya Efendi'ye. "Sana çok teşekkür ederim. Yaptığın çok yerinde ve isabetli. Beni önceden uyarmakla çok hayırlı bir iş yaptın." Yaşlı adam neredeyse ağlayacak gibi yüzüme baktı. "Küçük bey, pireye kızıp yorganı yakmayacaksınız, değil mi?" diye sordu. Hayrettir, gülümsemeyi bile başardım. Onun bu sâfiyâne verebilirdim ki?
sorusuna
ne
cevap
"Hayır" diye mırıldandım... Berrin, pardon, Merve telefon ettiğinde saat beşe on vardı. Cıvıl cıvıl sesi kulaklarıma yansıdı. "Merhaba sevgilim. Az sonra ben serbest kalacağım; senin durumun nedir, bu akşam gecikecek misin? Kaçta buluşuruz?" "Altı iyi mi?" dedim. "Mükemmel. Nerede buluşacağız?" "Yeniköy'e ne dersin?"
Sesinden orayı pek beğenmediğini hisseder gibi oldum. Kim bilir, belki henüz yalının bulunduğu o semtte birlikte görünmeyi pek istemiyordu. Hemen devam ettim. "Orada yeni bir restoran açılmış, çok lezzetli yemekleri varmış, anlata anlata bitiremiyorlar. Gidelim mi?" "Neresi olduğunu tahmin ediyorum, sandığın kadar güzel bir yer değil, biraz abartmışlar sana. Bu gece sizin yakaya geçsek." Kararlı bir şekilde mırıldandım. "Ben o restorana gitmek istiyorum." Sesimin tonundan irkildi hemen. "Nen var senin? Bir şeye mi sıkıldın?" diye sordu. "Yoo! Hiçbir şeyim yok." "Ben anlarım, sinirli konuşuyorsun sevgilinle." "Sana öyle gelmiş." "Hayır, bir kerecik benim nereye gitmek istediğimi bile sormadın. Benim ince ruhlu sevgilim en azından bunu akıl ederdi. Ama neyse, öyle olsun, oraya gidelim." Kısa kestim. "Seni nereden alayım?"
"Şu an Zincirlikuyu civarındayım. Benzincinin önünde buluşalım." "Tamam" dedim. Telefonu kapattı. Ben de koltuğuma yaslanıp düşünmeye başladım. Bu bir kâr kazanç oyunu değildi, artık sevgilimin bir çıkar uğruna çarpışmadığını da anlamıştım, belki yıllar önce iki arkadaşın aldıkları çok saçma sapan bir karar uğruna eziyet çekiyor, kendimize kahrediyorduk. Gerçek aşk güçlü bir duyguydu, bende prensip filan bırakmamıştı, hatta gururumun da zedelendiğini söyleyemezdim artık. Şu anda sevdiğim kadın benden de zor bir durumda, iki ateş arasındaydı. Ne benden vazgeçebiliyor, ne de gerçekleri korkudan yüzüme açıklayabiliyordu. Ama aniden bir şey kafama takıldı. Madem ki babalarımız bu evlilik kararını almışlar, yıllar önce izdivacımızı planlamışlardı, peki neden sonra babam Merve'yle evlenmişti? Garip ve anlamsız değil miydi? Sonra hayıflandım, bizim Yahya Efendiye sanırım daha soracak çok sualim vardı, ama işittiklerimden öyle şoke olmuştum ki pek çok şeyi soramadığımı fark ettim. Bu sabah pür neşe geldiğim şirketten somurtuk bir suratla ayrıldım. Çıkarken personel yine şaşkınlıkla beni süzüyordu. Yaşadığım ruh hâlini nasıl takdir edebilirlerdi?..
Yeniköy'de yeni açılan restoranı şirketteki ortaklarımdan birinden öğrenmiştim; sevgilimin dediği gibi arkadaşım biraz abartmıştı gerçekten. Bahçe içinde, serin, iyi dekore edilmiş, hani şu son zamanlarda moda olan deyimle butik restoran denen yerlerdendi. Ama servis berbat ve yemekleri son derece lezzetsizdi. Hiç bozuntuya vermedim, her şeyi çok beğendiğimi söyledim. Berrin (bir türlü ona Merve demek gelmiyordu içimden) halimdeki garipliği sezinlemesine rağmen üstüme varmıyordu. Tüm gayretime rağmen tabii olamıyordum bir türlü. Kızgın mıydım? Hayır! Sinirli miydim? Ona da evet diyemezdim, fakat masumane de olsa oyuna gAirilmişliğin burukluğu vardı içimde ve bir şekilde bunu bu oyuna iştirak edenlerin burnundan fitil fitil getirmek istiyordum. Sevgilim şarap, ben de rakı içiyorduk. Daha o gece karşı taarruza geçmeyi planlamıştım; Yeniköy'ü seçmem boşuna değildi tabii. Merve ise az sonra olacaklardan tamamen bihaberdi.. Rakıyı sulandırmadan içiyordum, ilk kadehi garson dolu getirdiği için yapacağım bir şey yoktu ama ilk kadehten sonra akıllı bir taktikle tuvalete gidiyorum diye yerimden kalktım ve bizim masaya servis yapan garsonu bularak eline okkalı bir bahşiş sıkıştırarak bundan sonra rakı yerine kadehte su getirmesini tembih ettim.
Garson anlayışla, emredersiniz beyefendi, dedi. Planım rayına oturmuştu artık. Rakı diye su bardaklarını hızla tüketmeye başlayınca, sevgilim endişelenmeye başladı. "Attila biraz hızlı gitmiyor musun?" dedi. Garsona yeni bir duble getirmesini işaret ederken, "Yapma sevgilim" dedim. "Bir erkek bu en mutlu gecesinde de içmezse ne zaman içer. Bu sabah evlilik teklifimi kabul ettin, beni dünyanın en mutlu insanı kıldın. Bir iki kadeh içmemi çok görme." Önce sesini çıkarmadı. Fakat su kadehlerini rakı niyetine hızla boşaltmaya devam edince dayanamadı. Sevecen ve tahrik edici bir şekilde başını yaklaştırıp, "Lütfen çok içme" diye fısıldadı. "Bu gecenin yatakta da devam etmesini istiyorum." Daha şimdiden sarhoş olmuş gibi sırıttım. "Sen hiç merak etme, bana bir şey olmaz." Bu defa başka bahane ileri sürdü. "Unutma araba kullanacaksın" dedi. Zincirlikuyu'da buluştuktan sonra, önce Tarabya'ya onun evine uğramış, arabasını bırakmış, sonra benim arabamla Yeniköy'e inmiştik.
Az sonra dilime de peltek bir hava vererek konuşmaya başladım. Sanırım Merve eni konu sarhoş olduğumu düşünmeye başlamıştı. Henüz fazla geç sayılmayacak bir saatte olmamıza rağmen, "Kalkalım mı?" diye sordu. "Nasıl istersen sevgilim" dedim. Restorandan çıkmaya dünden razıydım. Hesabı istedim, garson koşuştururken, süzgünleştirmeye çalıştığım bakışlarımı sevgilime çevirip, seni seviyorum, diye mırıldandım. Gerçek Merve endişeyle bakıyordu yüzüme. Sarhoş olduğuma inanmıştı. İçinden mutlaka böyle içmesine ilerde engel olmalıyım diye düşündüğüne emindim. Cevap vermedi. Etrafına bakındı, tanıdık biri var mı diye çevreyi gözden geçirdi, belli ki sarhoş halimden utanıyordu. Rolüme devam ettim. Hafifçe yalpalayarak masadan kalktım. Çaktırmadan koluma girdi. Her sarhoşun yaptığı gibi sırıttım, "Yoksa sarhoş olduğumu mu sanıyorsun?" dedim. "Yo!" dedi. "Niye koluma girdin öyleyse?" "Sevgilimin koluna giremez miyim?" Suyuma gitmeyi tercih ediyordu.
Tam kafası dumanlı bir adam edasıyla, "Ha, o başka!" diye homurdandım. Arabamı park ettiğim yere doğru yürümeye başladık. Dikkati hep üzerimdeydi. Honda'nın yanına gelince, "İzin verirsen, arabayı ben kullanmak istiyorum" dedi. "Olmaz" dedim. "Attila çok sarhoşsun. Bu halinle kaza yaparsın. Lütfen, bırak ben süreyim." "Hayır.. Ben kullanacağım." "istersen bir taksiye binelim. arabayı buradan alırsın."
Yarın
sabah
Kelimeleri yayarak, "Ben sarhoş değilim" diye homurdandım. Kilidi açmakta zorlanır gibi yaptım. Numaram şimdilik iyi gidiyordu. Ürke ürke arabaya bindi, hemen kemerini bağladı. Benimkini de taktı. Motoru çalıştırdım. Tabii sağa sapıp Tarabya yönüne gideceğimi sanıyordu, fakat sert ve ani bir manevrayra direksiyonu sola kırınca hemen müdahale etti. "Yanlış yere gidiyorsun, sağa sapmamız lâzımdı" dedi. Dişlerimin arasından söylendim aynı peltek havayla. "Senin evine gitmiyoruz
sevgilim" dedim. "Nereye gidiyoruz peki?" "Önce bir namussuzun, ırz düşmanı, para soysuzu bir karının evine uğrayacağız." Birden irkildi sevgilim. Telâşla sordu. "Kimin evine?" "Merve denen kaltağın evine." Bakışlarımı yoldan alıp yüzüne çevirdim. Bir anda sapsarı kesilmişti sevgilim. "Hayır! Ne münasebet!" dedi. "Gecenin bu saatinde ne işimiz var yalıda." "Unutma o yalı babamın. Benim de sayılır." "Ben oraya gitmek istemiyorum. Ne işim var orada?" "O Merve denen karıya nişanımızı ilân edeceğim. Düşünebiliyor musun Berrin, bizi görünce yüzünün alacağı hali. Kıskançlığından çatlayacaktır." "Lütfen Attila, beni seviyorsan yapma bunu!" diye inledi. "Neden?"
"Çok çirkin! Hem saat gecenin on biri. Belki kadıncağız yatmıştır. Ayrıca bu hiç yakışık almayan bir davranış." "Hiç de değil" diye homurdandım. "Beni az mı üzdü. Kanıma ekmek doğradı. Babamın mirasına kondu. Merve denen o kadından nefret ediyorum. Ona haddini bildireceğim." Sevgilim ağlayacak haldeydi. Her şeyin bir anda mahvolacağını sezinlemiş gibiydi. "Yalvarırım Attila oraya gitme" dedi hıçkırarak. "Alkollüsün ve sağlıklı düşünemiyorsun." Aslında onu üzmek istemiyordum, ama bu kadarcık bir dersi de sanırım hak etmişti. "Sen üzme tatlı canını" dedim. "Hem niye bu kadar telâşlanıyorsun ki? Senin bu olaylarla ne ilişkin var? Kim seni suçlayabilir?" Galiba bu cümleleri söylememeliydim. Sevgilimin birden irkilerek yüzüme baktığını gördüm. Acaba sarhoş olmadığımı anlamış mıydı? Ya da bu hareketimde özel bir kast olduğundan şüphelenmiş miydi? Çünkü birden itirazı kesti ve koltuğunda geriye yaslandı. Yalıya gelinceye kadar da hiç ağzını açmadı.
Kapının önünde arabayı durdurdum. "Hadi in!" dedim. Yerinden kımıldamadı. "Ben gelmiyorum" dedi. "Nasıl bir rezalet çıkarmak istiyorsan, git kendin çıkar. Beni karıştırma. Bu utanç verici bir durum." Eğilip arabadan çıkmamakta direnen sevgilimin yüzüne baktım. "Demek beni yalnız bırakacaksın?" "Bu yaptığın doğru değil?" "Ya onların yaptığı? O doğru mu?" Merve gittikçe telaşlanıyor, korkusu artıyordu. Yalıda az sonra doğacak paniği çok iyi tahmin ettiğine emindim. Yine heyecanla sordu. "Onlar dediğinde kim? Kimleri kast ediyorsun?" "Babamın karısı Merve'yi ve ortaklarını." "Neler saçmalıyorsun kuzum?" "Merve'nin babamın mirasına konma işinde yalnız mı olduğunu sanıyorsun. Bu işi tezgâhlamasında ona yardımcı olanlar da var. Sen tanımazsın sevgilim, meselâ Mehmet Ali
diye çok âdi bir avukat da var. Hatta kendi avukatımdan bile şüpheleniyorum." Karanlıkta iyi göremiyordum ama sevgilimin renkten renge girdiğinden emindim. Sesini çıkaramadı. "Hadi gel, benimle" dedim. Merve her şeye rağmen sorumluluk duygusu taşıyan bir insandı. Yalı'daki kız kardeşini ve olayı bilen ev personelini çıkacak bir çıngarda yalnız bırakmayı göze alamazdı; zira olayda bir sorumlu aramak gerekirse bunun baş oyuncusunun kendisi olduğunu idrak edecek kadar olgundu. "Pekâlâ" diyerek arabadan atladı. "Ama, bak seni uyarıyorum. Şayet az sonra telâfisi mümkün olamayacak hadiseler yaşanırsa, bunun sorumlusu sen olacaksın." Kolundan sıkıca kavrayarak sordum. "Ne demek istiyorsun sen? Neden ben olayım? Hakkımda komplo kuran onlar değil mi? Geleceğimi ipotek altına almaya uğraşan kim? Çıkarları uğruna beni oyuna getirmeye çalışan babamın karısı, o aşağılık Merve değil mi?" Sevgilim kendini çok zor tutuyordu.
Bir an her şeyi göze alıp, patlayacağını ve isyan edeceğini sandım. Bu işime gelmezdi. Sanırım fazla üstüne varmış ve onu üzecek kelimeler kullanmıştım. Ondan kopmak değil, sadece bir ders vermek, biraz da üzmek istiyordum. Hepsi o kadardı. Kapının önünde kollarımın arasına aldım birden. "Seni çok seviyorum Berrin" diye fısıldadım. "Asla seni üzmek istemem. Ama o Merve denen kadında bu kadarını hak etti sanırım." Bir süre kollarımın arasında hiç kımıldamadan durdu. Sonra tahmin etmediğim bir karşılıkta bulundu. "Haklısın. Hadi, gidip kapıyı çalalım ve sen içini dök" dedi. Zevkim gölgelenir gibi olmuştu. O kurt beyni acaba ne tasarlamıştı. Ama planımı sonuna kadar sürdürmeye kararlıydım, birlikte, el ele tutuşarak yalının bahçesine girdik.. Kapıyı orta yaşlı bir uşak açtı. Gecenin o saatinde karşısında gerçek hanımefendisi ile beni görünce şaşkınlıktan bir an nutkunun tutulduğunu hemen anladım. Bu beklenmedik ziyarete karşın, adamcağız çabuk toparlandı ve
yüzündeki hayret ifadesinden kurtulmaya çalışarak, sanki Merve'yi hiç tanımıyormuş gibi, "Kimi aramıştınız, efendim?" diye sordu. Uşağın suratı bana yabancı gelmişti. Sevgilimin kız kardeşinin benim için yalıda düzenlediği o toplantıdan onu hatırladığımı sanmıyordum, belki de yeterince yüzüne dikkat etmemiştim. Merve daha ağzımı açmama fırsat vermeden konuştu. "Acaba Merve hanımla görüşebilir miyiz?" dedi. Aklınca uşağa oyunun devam ettiğini bildirmek istiyordu. Adam anlamış gibi hafifçe başını eğdi. Durumu yutmamıştım tabii. "Kendileri yattılar efendim. ziyaretinizden haberleri yoktu."
Sanırım
Kabaca, "Git, uyandır" dedim. "Eski kocasının oğlunun geldiğini söylersin." Uşak yine çaktırmamaya çalışarak Merve'ye bir göz attı. Sevgilim aşırı sarhoş olduğumu sandığından fark etmeyeceğimi sanmıştı. Bir adım kadar arkamda durduğundan kendisini kontrol edemeyeceğimi düşünüyordu her halde. Başını hafifçe salladığını ve isteğimi onayladığını gördüm. Uşak zeki birine benziyordu. Zevahiri kurtarmak için usulen itiraz etti.
"Saat oldukça geç efendim. Belki bu saatte uyandırılmak istemezler. Mümkünse bu ziyareti yarın sabaha ertelemeniz....." Sertçe sözünü kestim. ^ "Sen ne diyorsam onu yap. Yoksa ben gider uyandırırım. Anladın mı?" Adamcağız ürktü. Yeniden dehşete kapılmış gibi ikimizin de yüzüne baktı. Bu arada ben Merve'nin elini tuttuğum gibi mermer antreye dalmıştım bile. Uşak arkamızdan kapıyı kapatıp hızla üst kata yatak odalarının bulunduğu merdivenlere tırmanmaya başlamıştı. Antre hariç her tarafın ışıkları sönüktü. "Hadi, biz salona geçelim" dedim Merve'ye. Sevgilim sessiz adımlarla yürüdü. Bir de hata yaptı; sanki her şeyin yerini biliyormuş gibi elini uzatmış, komandatörün düğmesini çevirivermişti. Tabii yine anlamazmış gibi davrandım. Koltuklara oturduk. Üstüme uyku bastırmış gibi gözlerimi hafifçe kısmıştım. Sevgilimin göğsü körük gibi inip kalkıyordu, çok heyecanlandığı belliydi. Aklıma geldi, acaba bizim emektar Yahya Efendi
neredeydi şimdi? Uyumuş muydu? Pek erken yatmadığını bilirdim. Bu âni baskınımı duysa her halde o da paniğe kapılırdı.. Beklemeye başladık. Berrin bir türlü aşağıya inemiyordu. Korkudan mıydı yoksa sinsice yeni planlar mı kurmaya çalışıyordu? Gerçi o kıza kızamıyordum, ne de olsa, o da emir kuluydu ve ablasının dümen suyunda gidiyordu. "Nerede kaldı bu karı?" diye homurdandım. Merve ters ters yüzüme baktı. "Merak etme, iner" diye söylendi. "Saatin kaç olduğunu unutuyorsun." Alaycı şekilde yüzüne baktım yine. "Sen benden yana mısın, ondan yana mı?" Sadece homurdandı. "Bu yaptığımız saygısızlık. Affedilir yanı yok; dua et de kadın bizi evden kovmaya kalkmasın." "Kovmak mı?" diye hırladım. "Alimallah bu binayı onun başına yıkarım, hele öyle bir şeye kalkışsın!"
Merve yine inler gibi mırıldandı. "Kuzum, sen buraya hadise çıkarmak için mi geldin, nedir bu halin? Hani sadece evlenmeye karar verdiğimizi söyleyecektin." Bu defa ona, beni anlamasını ister gibi hüzünlü bir edayla baktım. "Sevgilim, beni biraz anlamaya çalışsana lütfen" dedim. "Merve denen o kadından nefret ediyorum. Bir zamanlar babamın karısı olduğunu düşünmem, tüylerimi diken diken ediyor. Hayatta hiç kimseye ona duyduğum gibi kin duymadım. O düzenbazın, sahtekârın teki, hâlâ aklından benimle evlenmeyi geçiriyor." Sevgilimin yüzü balmumu gibi sararmıştı. "Bu kadar emin olma" diye mırıldanmak zorunda kaldı. "Belki yanılıyorsundur." "Hayır, yanılmıyorum. Kesinlikle eminim. Düşünsene ne kadar iğrenç bir şey. O şirret kadın, önce babamın sonra da benim karım olmak sevdasında. Düşüncesi bile korkunç. Bunun benim için ne kadar zalimane ve aşağılayıcı bir şey olduğunu takdir edemiyor musun? Ondan nefret etmekte haklı değil miyim?" Merve sesini çıkaramadı.
Bitik bir halde koltukta kımıldamadan oturuyordu. Ne kadar iyi niyetli olursa olsun, beni ne denli severse sevsin, onlar bu eziyeti hak etmişlerdi. Ben de günlerce çok kahır çekmiştim. Ona rağmen yüreğimde yavaş yavaş bir acıma duygusu başlamıştı bile. Belki meseleyi daha fazla uzatmamam, hatta, işte ben de sizi böyle üzüp korkuttum diyerek tatlıya bağlamam lâzımdı. Fakat kız kardeşine esaslı bir ders vermeyi arzu ediyordum. O da beni kaç defa profesyonel oyunculara taş çıkaracak şekilde kandırmıştı. Ben tam bunları düşünürken merdivenlerden akseden ayak seslerini duyduk. j Merve kendini tutamayarak koltuğundan fırladı. Bense kıs kıs gülüyordum. Kapıda gerçek Berrin göründü. Sırtına sabahlığını geçirmiş, alelacele saçlarını fırçalamiştı. Saklamaya çalışsa da gözlerinden endişeli olduğunu anlamak mümkündü. Eşikte durarak bir süre neler olup bittiğini anlamak istercesine bizi süzdü. Ayağa kalkarken kasten sarhoş gibi sendeledim. "İyi akşamlar Merve hanım" dedim. "Sizi rahatsız ettiğimiz için bizi bağışlayın. Ama size önemli bir haberi hemen ulaştırmak istedik."
Kapının ağzında hiç durmaya devam etti.
kıpırdamadan
öylece
"Her halde çok önemli bir şey olmalı ki, gecenin bu saatinde geldiniz." "Eh, öyle sayılır" diye sırıttım. "Belki zamanlamam kötü oldu ama sanırım ki bilmek sizinde hakkınız." Sevgilimin kız kardeşi bir kaşı havada biraz garipseyerek, biraz da bu saatte hangi nedenle rahatsız edildiğini anlamak ^' istercesine beni süzüyordu. Ama biliyordum, merakı palavraydı tabii, ablası bu sabah aldığımız evlilik kararını çoktan ona haber vermiş olması gerekirdi. Bana sadece rol kesiyordu. Elimle arkamda duran Merve'yi işaret ederek, "Biz evlenmeye karar verdik" dedim. Yüzünde en ufak bir değişiklik olmadı gerçek Berrin'in. Bir bana, bir de Merve'ye baktı soğuk bir şekilde. Oysa en azından sevineceğini, gözlerinde nihayet neticeye ulaşmalarının yaratacağı mutluluk belirtilerini yakalayacağımı sanmıştım. Taş gibi hareketsiz kalmıştı. Nihayet, "ikinizi de kutlarım" dedi.
Sesinin buz gibi soğuk çıktığını hissettim. İçimden Allah Allah, niye bu kadar tepkisiz davranıyor, diye düşünüyordum. Haksız mıydım, istedikleri bu değil miydi? Hâlâ bu oyuna devam etmenin bir anlamı kalmış mıydı artık? İrkildim. "Yoksa bu habere sevinmediniz mi?" diye sordum. "Bu sizin meseleniz, beni hiç ilgilendirmez. Berrin hanımı uzun zamandır tanırım, tabii memnun olduğumu söyleyebilirim. Allah mesut etsin." Gözlerimi kısıp Berrin'in yüzüne baktım. Kız gerçekten de ilgisiz görünüyordu. Bu kadarına da pes denirdi doğrusu, daha ne yapmamı bekliyorlardı sanki. Başımı çevirip şaşkınlıkla Merve'ye baktım bu defa. O da başını önüne eğmiş, ezik ve mahcup bir haldeydi. Yine aklım karışmaya başlamıştı. Hani Yahya Efendi'nin yalan söyleyen biri olduğuna inansam, yeni bir oyuna getirildiğimi düşünecektim. Ama babamın emektarı asla yalan söylemezdi. O halde neler dönüyordu bu salonda? Neydi bu iki kardeşin trajik havası? Bu
gün gerçeği öğrenmemiş olsam, hakikaten bu iki kadının birbirine rakip olduğunu sanabilirdim. Yeniden Berrin'e döndüm.
"Bütün söyleyeceğiniz bu kadar mı?" dedim. Hiç beklemediğim bir karşılık verdi. "Ne yapmamı bekliyordunuz yani? Zil takıp oynamamı mı?" Ya müthiş rol yeteneği vardı, ya da gerçekten haberime bozulmuştu.. Afallamam devam etti. Bir terslik vardı durumda, bana vereceği cevap bu olmamalıydı. Birden tepem attı. Demek anlayamadığım bir nedenle oyuna devam etmek istiyorlardı. Öyle olsun dedim içimden, bana göre hava hoştu. Ben de oyuna devam edecektim. Hiç beklemediği bir anda Berrin'in kolunu yakalayıverdim. Böyle bir davranış beklemiyordu tabii. Ne yapmak istediğimi anlayamadı. Gözlerini iri iri açarak yüzüme baktı.
"Ne yapıyorsunuz?" diye^omurdandı. "Bırakın kolumu!" "Seni gidi asalak seni!" diye etrafı çınlattım. "Ne umuyordun yani? Seninle evleneceğimi mi? Onun için mi keyfin kaçıp suratın asıldı?" "Belli.. Siz sarhoşsunuz!" dedi. "Şimdi lütfen kolumu bırakın ve evimi terk edin." "Yok canım! Terk etmezsem ne olacak?" "Aksi halde polis çağıracağım. tecavüzden sizi tutuklatırım."
Haneye
"Yani beni babamın evinden polis marifetiyle mi çıkartacaksın?" "Yasalara göre artık bu evin sahibi babanız değil, benim. Bunu sakın aklınızdan çıkarmayın." "Ama birkaç gün evvel böyle konuşmuyordun şirret kadın." "Sizi son kere uyarıyorum Attila bey. Kendinize gelin." İnanamıyordum, ama Berrin çok ciddi görünüyordu. İşin kötüsü bu oyun birden tatsız bir mecraya dönüşmüştü. Tam ağzımı açacağım sırada Merve'nin sesini işittim.
"Hadi Attila gidelim lütfen" dedi. "Merve hanım haklı, ona karşı kaba davrandık. İşi daha fazla uzatmanın anlamı yok. Suçlu biziz. Kendisine hakaret ettiğinin farkında mısın?" Berrin'in kolunu bıraktım. Sevgilimin kardeşi hışımla bir iki adım geri çekilerek salonu terk etmemiz için bize yol verdi. İyi ki bir kadehten fazla içmemiştim, gerçekten sarhoş olsaydım bu akşam burada büyük bir çıngar çıkabilir ve sevgilimle olan planlarımızda bozulabilirdi. Merve'yi elinden tuttum ve âdeta sürüklercesine dışarı çıkardım. Sinirlerim müthiş gerilmişti; sanki hiç anlamadığım üç bilinmeyenli bir denklemle karşı karşıya idim. İstedikleri Merve ile evlenmemse, bunu ilâna gelmiştim, daha fazla diklenmenin, surat asmanın ne gereği vardı. Tamam, biraz sinirlenmiş ve ileri geri konuşmuştum ama o kim olsa yerimde o kadarını yapardı. Hem niye, bizimde amacımız buydu, sonunda gayeye ulaştık, vaziyet bundan ibarettir diye, bir açıklama yapmamışlardı? Merve arabaya yaklaşırken durmadan bir şeyler söylenip duruyordu, ama aklım yine öylesine karışmıştı ki, neler söylediğini anlamıyordum.
Direksiyonun başına geçince birden taş kesildim. Şimdiye kadar hiç ihtimal vermemiş, hatta aklımın ucundan bile geçirmemiştim; yoksa o güvendiğim Yahya Efendi bana yalan mı söylemişti? Berrin'le Merve kardeş değiller miydi? Yüreğim deli gibi çarpmaya başladı. Aklıma gelen bu ihtimal bir anda beni perişan etti. Bunca yıllık hizmetkârın bana yalan söylemiş olmasına inanmak istemiyordum. Bunun mantıklı hiçbir nedeni olamazdı. İçimden, acaba mı, dedim? Onun hakkında yanılmış olamaz mıydım? İnsan denilen yaratık cidden tam bir muamma idi ve ondan her türlü art niyet beklenebilirdi. Ellerim direksiyona kilitlenmiş öylece kalmıştım. Motoru çalıştıramıyordum bir türlü. İster istemez kuşkularım şimdi onun üzerinde toplanmıştı. Gerçi beynime saplanan sorulara en iyi ve en gerçekçi cevapları verecek kişi yanı başımda oturuyordu, ama ona soramazdım; bu durumu daha da içinden çıkılmaz bir hâle sokabilirdi. Merve'nin kolumu dürtmesiyle kendime gelebildim.
"Neler oluyor Allah'ını seversen, bana da anlat. Deminden beri şeytan çarpmış gibi donup kaldın. Nen var?" diye homurdanıyordu. En iyisi şimdilik susmaktı. Yeni bir pot kırmamak için kendimi zorladım. Merve'ye durumu açıklamayacaktım. "Yok, bir şey" diyebildim güçlükle. "Var" dedi ısrarla. "Adeta kendinden geçtin." Bir şeyler uydurmam gerekiyordu. Zar zor kekeleyerek, "Galiba hata ettim. Yaptığım tâıtı bir kabalıktı" diyebildim. "Hele şükür, nihayet ayıldın galiba.. İçki sana yaramıyor. Her içtiğinde kendinden geçiyorsun." Suçluymuşum gibi başımı salladım. "Sanırım, haklısın. Çok ayıp ettim." "Neyse olan oldu artık. Burada daha fazla durmamızın anlamı yok, sür şu arabayı da eve gidelim." Motoru çalıştırdım güç belâ.. Yalının önünden ayrıldık..
Yol boyunca hiç konuşmadık. Merve haklı olarak surat asıyordu. Ve ben o an hırsımdan kudurma raddelerine geliyordum. Biraz acı da olsa, ortada inkâr edilemeyecek bir vakıa vardı. Ben şu anda yanımda oturan sevgilimin dahi kimliğini tam olarak bilmiyordum. Berrin mi, yoksa Merve'miydi? Ya da başka bir ifadeyle acaba hangisi babamın karısıydı? Olayların dışında olan bir kimseye bu kuşkularım çok komik ve hiç kuşkusuz biraz aptalca gelebilir. Zira yanımdaki kadının gerçek kimliğini tespite yarayan bir takım imkanların var olduğunu ben de biliyordum. En azından bu kuşkuları yaşamaktansa, o imkanlara baş vurmam, en akıllıca çözümdü.. Oysa ben, saf bir çocuk gibi her önüme çıkanın lâfına safça inanmıştım. Bu işteki tek hatalı mutlak bendim. Belki karakterimin bir özelliğiydi aptallığa varan saflığım. Kırk yıl kalsam Yahya Efendi'nin bana yalan söylemeye kalkışacağını düşünmezdim meselâ. Arabayı Tarabya tepelerine doğru sürüyordum. Artık sevgilim de, (Berrin mi, yoksa Merve mi, ben de bilmiyordum) homurdanmayı kesmişti. Şimdilik ona Berrin diye hitap etmeyi aklımdan geçiriyordum ki, ona yakıştırdıkları "Bo" lâkabını
hatırladım. Yeniden ürperdim birden. O adı Orçun'dan da duymuştum. Yani bana asla yalan söylemeyecek birinden. Orçun bunca yıllık arkadaşımdı ve bana yalan söylemesi için hiçbir neden yoktu. Her ne kadar sevgilim, onun nişanlısının arkadaşıysa da, Orçun bana gerçeği anlatacak kadar dürüst ve güvenilir biriydi. Yarın ilk iş olarak ona baş vurmaya karar verdim. Durumu bütün ciddiyeti ve korkunçluğu ile anlatacaktım; onun kişiliğindekı bir insan bana yalan söylemezdi. Ayrıca yalan söylemesi için bir neden de yoktu. Çevremdeki bu olaya karışan insanların şöyle veya böyle, bir nedenle çıkarları söz konusu olabilirdi, ama Orçun için bu ihtimalde söz konusu değildi. Nihayet bana doğruyu söyleyecek birini bulmanın rahatlığına kavuşmuşken birden aklıma başka bir çare daha geldi. Frene basıp arabayı durdurdum. Sevgilim çatık bir kaşla sordu. "Niye durdun?" "Sinirden galiba, her kullanmak ister misin?"
tarafım
titriyor.
Sen
"Tabii" dedi. "Ehliyetin yanında mı?" dedim. "Gece yarısı trafik çevirirse, başımıza bir iş daha çıkmasın." "Yanımda" dedi.
El frenini çekip yer değiştirmek için arabadan indim. Neredeyse villaya varmak üzereydik asıl gayem sevgilimin ehliyetini kontrol etmekti. Evrak onun gerçek kimliğini kanıtlamak için uygun bir araçtı. Böyle ufak tefek şeyleri neden şimdiye kadar düşünemediğim için kendi kendime söylenmeye başlamıştım. Sadece ehliyetini incelemem gerçeği öğrenmem için yeterliydi. Kendimi öylesine dağıtmıştım ki çok basit şeyleri bile akıl edemiyordum. Her halde beni kandırmak için sahte ehliyet düzenleyecek halleri yoktu. Keyfim yeniden yerine gelir gibi oldu. Az sonra villaya varınca bir yolunu bulur ve sevgilimin çantasını karıştırarak ehliyetine göz atabilirdim. Ama önce aramızdaki şu kırgın havayı düzeltmeliydim önce. Yoksa son gece yaptığı gibi yine beni babasının odasına yollar ve aynı yatağı paylaşmayabilirdi. Şoför mahalline geçer gedmez ellerine sarıldım. "Bu gece yaptıklarım için senden özür dilemek istiyorum" dedim. O an samimi miydim? Hayır, kesinlikle değildim. İster Berrin olsun, ister Merve fena halde bozuktum. Şayet bu iki kadın gerçekten kardeş iseler, bana oyun oynadıkları muhakkaktı ve bu
iş artık fazla ileri gitmişti. Hem de bıktıracak kadar. Madem ki onunla evlenmeyi gururumu kırarak kabul etmiştim, daha fazla uzatmanın ne anlamı vardı artık. Bu akşam yaşadığımız fiyaskoya neden sebebiyet vermişlerdi. Sadece hepimizin sarılıp öpüşmesi yeterli değil miydi? Tatsız ve hepimizin başına çorap ören bir aile dramını mutlu bir sonla noktalama şansımız doğmuştu. Ama Yahya Efendi'nin dediği gibi kardeş değillerse, o zaman babamın karısı olan Merve'yle tüm köprüleri ortadan kaldırmışız sayılırdı. Bunun doğuracağı neticeleri daha "sonra düşünmek zorunda kalacaktım. Sevgilim biraz kırgın ve hâlâ somurtuk bir çehreyle bakıyordu yüzüme. "Bu akşam yalnız kendini değil, beni de rezil ettin" diye söylendi. "Haklısın sevgilim. Senden binlerce kere özür dilerim." "Surat asmaya devam etmem lâzım ama ne yazık ki seni deli gibi seviyorum." "Ben de seni" dedim. Öpmek için yanağına doğru uzandım.
"Şimdi değil" diye söylendi. "O işi eve varınca yaparsın." Benim de istediğim buydu zaten. Anlaşılan bu gece müstakbel kayın pederimin odasında yatmayacaktım. İçimden sinsice gülümsedim... Yatak odasına uzanan merdivenleri el ele çıktık. Doğru sevgilimin yatak odasına girdik. Soyunmaya başladık. Bu belki de bana ilâhi bir cezaydı; şehevî hislerimdeki azgınlık, bir bedene taparcasına tutkunluğa karşı Tanrı'nın ön gördüğü bir cezalandırma. Şu son iki üç aydır, dünyadaki her türlü nimetleri unutmuş, her türlü beşeri değer ve takdirlerden uzaklaşmış, hayatı âdeta onun çıldırtıcı bedenine odaklandırmışım. Her an çıplak ve çıldırtıcı vücudu gözümde tutuyor, daimi onu arzuluyor ve özlüyordum. Normal her erkek gibi cinselliğin zevkine varmam çok doğal ise de, aşırıya varan husus içimde körüklenen bu arzunun hiç bitmeyecek gibi ruhumu ve beynimi kavurmasıydı. Artık ona öylesine bağlanmıştım ki, düşünce ve davranışlarım mâkul sınırları çoktan aşmış ve bende dengesizlik yaratmaya başlamıştı. "Hadi, önce sen duşa gir" dedi bana. Hiç sesimi çıkarmadan banyoya gittim. En az bir çeyrek saat kadar soğuk suyun altında kaldım. Kafamı toplamak, düşüncelerime bir yön vermek istiyordum. Sıkıntısız, eziyetsiz, ruhumda çalkantılar yaratmayan tek bir gün
geçiremiyordum. Islak bedenimle yatak odasına döndüğümde o da çırılçıplak soyunmuş, banyodan çıkmamı bekliyordu. Gözlerinde çıldırtıcı parıltılar, renk titreşimleri vardı. Beğenildiği bilen, vücuduna güvenen, her kadın gibi sevgilimde de teşhircilik huyu vardı; ama bu hastalık derecesine varmamış, sadece sahip olduğu güzellikleri sevdiği erkeğe göstermekten zevk alan bir kadının davranışıydı. Nitekim karşımda kendisini çıplak olarak teşhirden zevk alarak kıkırdadı. Kasten oyalandı, odadaki aynanın karşısına geçip tuvaletini çekmecelerini bir şeyler arıyormuş gibi karıştırdı, saçlarını fırçaladı ve bu arada kaçamak nazarlarla da kendisiyle ilgilenip ilgilenmediğimi anlamak istedi. Nefesim tutulmuş seyrediyordum.
bir
şekilde
onu
Uzun boyu, düzgün sırtı, pürüzsüz cildi ve hareketlerindeki estetik dolu uyumuyla tek kelimeyle tam bir göz zevkiydi. Bakışlarım özellikle yeteri kadar dolgunluktaki kalçalarında odaklanmıştı. Ama ayna karşısında oyalanmasının sebepsiz olmadığını anlamıştım. Ayna karşısında oyalanmakla bana yalnız sırtını değil, göğüslerini, gergin karnını, hafif gölgeli
kasık aralarını da gösterme şanslı yakalıyordu. İhtiras dolu bakışlarımı yakalayınca gülümsedi. "Hadi artık, daha fazla oyalanma sen de duşunu al ve yanıma gel" dedim. "Daha fazla dayanamayacağım." "Peki, sevgilim" diyerek salınarak odadan çıktı. İşte, beklediğim an gelmişti. Yıldırım gibi yataktan fırladım. Deminden beri beynimi kurcalayan soruya cevap imkanını şimdi bulmuştum. El çantası, az evvel sırtından çıkardığı giysilerinin altında, tuvaletin yanındaki koltuktaydı. Bir hamlede oraya vardım. Dikkatini çekmesin diye elbiselerini fazla dağıtmadan elimi çantasına attım. Çantayı biraz çekip kapağını açtım. Parmaklarımı içine daldırıp sürücü ehliyetini aramaya başladım. İki ayrı ruj, bir pudriyer, ufak bir saç fırçası, mendil ve buna benzer bazı ıvır zıvır şeyler gözüme çarptı; ama ehjiyet yoktu. Acaba ben mi göremedim diye hızla bir daha araştırdım. Yoktu.. Sonra cüzdanı aklıma geldi. Öyle ya, muhtemelen ehliyeti de cüzdanın kredi kartlarına ayrılmış bölümünde duruyor olabilirdi. Hemen
kalın ve kabarık cüzdanını çantadan çıkardım. Zaten her hangi bir kredi kartı da bulsam meseleyi aydınlatmış olacaktım. Fakat hayret, cüzdanında ne kredi kartı vardı, ne de ehliyet.. İmkânsız gibi geldi bana. Bu günlerde hemen hemen herkes kredi kartı kullanıyordu, şu veya bu şekilde onun da kredi kartı olması lâzımdı. Ama bulamıyordum; cüzdanın içi dolar ve Türk parasıyla doluydu, ama ne kredi kartı vardı, ne de ehliyet. Çantanın içinde, fermuarlı bir bölüm buldum. Son bir ümit oraya da baktım. İleri tarihli iki konser bileti çıktı. Başka bir şey yoktu.. Az evvel yolda ona, "Ehliyetin yanında mı?" diye sormuş, o da "Evet" cevabı vermişti. Ama ben şimdi ehliyeti bulamıyordum. Sonra birden aklıma geldi. Bu gün şehir merkezinden ikimizde kendi arabalarımızla dönmüş ve Yeniköy'deki lokantaya tek arabayla gitmek için onun Audi'sini buraya bırakmıştık. Acaba ehliyeti de ruhsatla beraber arabada mı kalmıştı? İnsanlar genellikle ehliyeti üstlerinde taşırlardı, ama bu yine de bir olasılıktı. Banyo kapısının kapandığını duydum. Sevgilim geliyordu.
Önce cüzdanı çantaya tıktım, sonrada güçlükle çantayı giysilerinin altına tıktım. Odanın kapısını açtığımda yatağa dönecek zaman bulamamıştım. Çaresiz aynanın karşısında parmaklarımla ıslak saçlarımı düzeltiyormuş gibi hareketler yapmaya başladım. Umarım, bir şey anlamamıştı.. Seviştik.. Hem de hayvanî bir istek ve coşkuyla. İlerleyen saatlerde ikimizde ihtirasın doruklarında dolaşıp bîtap bir halde yorgunluğun çekici boşluğuna yuvarlandığımızda sevgilim hemen uykuya daldı. Ben ise hâlâ kara kara düşünüyordum. Berrin ile mi yoksa babamın karısı Merve ile mi sevişmiştim acaba?.. Meraklı gözlerini bana diken Orçun, "Hayrola?" diye sordu. "Bu kadar hayati olduğunu iddia ettiğin konu nedir?" Arkadaşımın gözlerinin içine baktım büyük bir ciddiyetle. "Cidden çok önemli" dedim. "Geleceğimle ilgili. Sen benim bunca yıllık arkadaşımsın ve bana yalan yanlış şeyler söylemeyeceğine eminim. Durumum gittikçe içinden çıkılmaz bir hâle dönüşüyor." Orçun'un inşaattaki
ufak şantiye
binasında
konuşuyorduk. Cebinden sigara paketini çıkarıp bir tane yaktı; bana da uzattı, istemem diye başımı salladım. Sesini çıkarmadan beni dinlemeye devam ediyordu. Onu iyi tanırdım, ne de olsa bunca yıl sıra arkadaşlığı yapmıştık. Yüzündeki mimiklerden anlatacaklarımla yakından ilgilendiğini anlamıştım. "Beni meraklandırıyorsun" "Sorunun nedir?"
diye
fısıldadı.
"Berrin" dedim. İlk defa ciddi halini bırakıp gülümsedi. "Ona âşıksın, değil mi? Nilay, Çengelköy'deki salaş gazinoda sızdığın gece teşhisini koymuştu zaten. Bunlar sırılsıklam âşık, demişti." "Dur bir dakika!" dedim. "O kızın gerçek adı nedir?" Bu kez yüzüme garip garip bakıp, "Anlamadım!" dedi. "Sana onun gerçek adını soruyorum. Yani Bo'nun!" "Dalga mı geçiyorsun benle?" "Hayır, gayet ciddiyim." "Onu seviyor musun?" "Evet" dedim. "Ve şimdi karşıma geçmiş, sevdiğin kızın gerçek adını benden mi öğrenmek istiyorsun? Sen üşüttün mü yahu?"
"Dalga geçmeyi bırak Orçun, ben çok ciddiyim." Arkadaşım inanmaz bakışlarla beni süzmeye devam ediyordu. "Attila bu ne biçim soru?" diye mırıldandı. Ama yüzümün ifadesi hiç de dalga geçmediğimi sanırım onu ikna etmeye yetmişti. Birden ciddileşti. "Bildiğim kadarıyla Berrin, ama yakın arkadaşları ona Bo derlermiş. Tüm bildiğim bu" dedi. "Onu nereden tanırsın?" "Uzun boylu tanıdığımı söyleyemem, bilirsin o Nilay'ın arkadaşıdır. Hem de eski, İzmir'den. Neler oluyor kuzum? Şunu en başından anlatsana." "Anlatacağım tabii. Ama sen önce bir iki sualime daha cevap ver. Onu ilk defa ne zaman gördün?" Orçun bir iki saniye düşündü. "Galiba bizim nişandan dört beş ay evvel. Zaten topu topu iki veya üç kere görmüştüm. Hepsi o." Sonra arkadaşım birden hatırlamış gibi sesini yükseltti. "Dur yahu, belki sen de hatırlarsın, tabii ya, seninle karşılaştığımız Fazıl Say konserini unuttun mu? Seni Nilay'la orada tanıştırmıştım, daha o zaman flört ediyorduk." Bozuntuya vermedim. Öyle bir konsere gittiğimi
anımsamıyordum. Zihnimi zorladım ama ne Orçun'la karşılaştığımızı, ne de şimdiki nişanlısını orada bana tanıttığını anımsayamamıştım. Ona rağmen başımı salladım. "Hatırlıyorum tabii" dedim. "İşte Nilay, Berrin'i de bana orada tanıştırmıştı, izmir'den eski arkadaş olduklarını o vesileyle öğrendim. Eskiden içtikleri su ayrı gitmezmiş." Onaylamasını istercesine üsteledim. "Yani adının Berrin olduğuna eminsin, değil mi?" "Kesinlikle" dedi. "Hatta Nilay ona hep Bo diye hitap ettiği için dikkatimi çekmiş ve sormuştum, Bo da neyin nesi diye. O zaman bana şu ünlü artiste benzediği için onu aralarında öyle çağırdıklarını söylemişlerdi. Rahatlar gibi oldum; artık sevgilimin gerçek adının Berrin olduğunu anlamıştım. En azından o, bir zamanlar babamın evli olduğu kadın çıkmamıştı. Gerçi bunu da pek önemsemiyordum ama şimdi de aklıma başka bir soru takılmıştı. Bunca yıllık Yahya Efendi neden acaba bana yalan söylemişti? Bu işte onun ne çıkarı olabilirdi? O her zaman sözüne güvendiğim bir insandı. Yıllar sonra üç beş
kuruşluk bir menfaat için bunca yıllık birlikte yaşadığı aileye ihanet etmesini kabullenemiyordum. "Berrin'in bir kız kardeşi o\jiıp konusunda bilgin var mı?" dedim.
olmadığı
"Bilmiyorum" dedi arkadaşım. "Ama Nilay her halde bilir. İstersen ona soralım." "Hiç de fena olmaz. Ama bnce sana bir şey daha sormak istiyorum." Orçun, "Tabii, bildiğim her şeyi söyleyebilirim." "Hatırlıyor musun, nişan gecesi onu sana gösterirken Berrin'den üşütükdiye bahsetmiştin. Neden? Sebebini sorabilir miyim?" Orçun kısa bir an sararır gibi oldu. O an benden bir şeyler gizlediğini hisseder gibi oldum. O sarı beniz sonra kızardı. "Bak, Attila" dedi. "Ben dedikodu yapmayı sevmem, bunu bilirsin. Ayrıca kesin emin olmadığım şeyi de varmış gibi beyan etmek istemem. Fakat...." "Devam et" dedim.
Yutkundu, bildiğini nasıl açıklayacağını düşündü bir süre. "Lütfen ne biliyorsan anlat" diye mırıldandım. Kafasını iki yana salladı, ağzındaki baklayı çıkarmakta zorlandığını görüyordum. "Yahu, bizler okumuş, aydın insanlarız. Şayet karşımızdakini beğenip sevmişsek geçmişlerinin bizi ırgalamaması gerekir." "Yeter! Ne biliyorsan söyle artık" dedim. "Bir zamanlar yaşlı bir adamla evlendiğini söylemişti Nilay. Kocası kendisinden çok büyükmüş. Mesele bu.. Sanırım kızın ailesi hariç, kimse bu evliliği tasvip etmemiş. Hatta arkadaşları böyle bir karar aldığı için ona deli, üşütük filan gibi sıfatlar yakıştırmışlar. Anladın mı şimdi? O yüzden ona üşütük diyorlarmış." Yeniden beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Artık muhakeme yeteneğimi de kaybetmek üzereydim. Bu haberin kaynağı doğru olmalıydı, zira Orçun'un bana yalan söylemesi için tek bir neden yoktu. Ayrıca bu durumda Yahya Efendi'nin de bana doğruyu söylediğini kabul etmek zorundaydım. Şu halde hâlâ neler dönüyordu, dün geceki yalıda yaşadığım mizanseni neyle izah edebilirdim.
Biraz kendimi toparlamaya çalıştım, ama Orçun bendeki sarsıntıyı fark etmişti. "Niye büyütüyorsun olayı bu kadar?" diye homurdandı. "Dul bir kadına âşık olan ilk erkek sen değilsin ya? Hem kocası ölmüş, daha ne istiyorsun! Millet evliliği devam eden kadınlara âşık oluyor yahu!" İçimi çekerek sordum. "Berrin'in musun?"
kocasının
kim
olduğunu
biliyor
"Yoo, nereden bileyim?" "O, babamdı" dedim. Ağzı bir karış açık kaldı Orçun'un. "İnanmıyorum" diye gözleri büyüyerek şaşkın şaşkın yüzüme bakakaldı. "Yani sen şimdi üvey annene mi âşık oldun?" Cevap olarak, "Öyle görünüyor, ama henüz âşık olduğum kadının kim olduğunu ben de bilmiyorum" deyince arkadaşım söyleyecek kelime bulamamıştı.. Oturup en başından, tüm yaşadıklarımı hiçbir şey saklamadan ona anlattım. Sonuna kadar hiç lâfımı kesmeden beni dinledi. Sonunda bunun
cevabını rahatlıkla Nilay'dan öğrenmemiz mümkün dedi. Ben her ihtimali göze alarak, burada olduğumu nişanlına söyleme dedim. Sevgilimin, Nilay'ın kulağını bükmesi de ihtimal dahilinde olabilirdi. Ne de olsa eski arkadaştılar; onların nişanında ilk defa onunla karşılaşmam, az önce Orçun'dan öğrendiğim Fazıl Say konserinde onun da bulunması, acaba hep birer tesadüf müydü? Artık gerçeği öğrenmem için her olasılığı hesaba katmam gerekiyordu. Orçun, Nilay'ı evinde bulamadı. i Cep telefonundan aradı. Erişilemiyordu. Arkadaşım, "Hiç merak etme" dedi. "Nilay'ı bu gece göreceğim. Çaktırmadan ağzını ararım, en geç bu gece sana tüm öğrendiklerimi nakledeceğim. Söz.." Teşekkür edip yanından ayrıldım. Doğrusu biraz da utanıyordum; yaptıklarım, olaylar karşısında bu denli bigâne kalışım, dengesiz davranışlarım, çocuksu hareket tarzım, benim yaşımdaki bir adamın tutumu için yalnızca utanç vericiydi.. Şirketime döndüğümde durumun eskisinden hiç farkı olmadığını acı da olsa kavradım. Orçun'la görüşmem beni bir arpa boyu ileri
götürmemişti. Bilinmeyenlerin beni boğduğu o fasit daireyi yırtıp dışına çıkamamıştım hâlâ.. Nilay'ın bildikleri neyi değiştirecekti? Kız da, sevgilimi Berrin diye tanıyordu; ama yaşlı bir adamla yaptığı evliliği de bütün camiası biliyordu. Şu halde babamın karısı Berrin'di. Bu iki kere ile ikinin dört ettiği kadar açık ve belliydi? Şu halde resmi evraklarda Merve diye adı geçen kadın kimdi? Daha fazla kafa yoramayacağımı anladım. Düşündükçe içinden çıkılmaz bir muammanın içine batıyordum. Belki de çok basit bazı vakıaları zihnimin yorgunluğundan artık açığa çıkaramıyor, gerçekleri göremiyordum. Galiba en iyisi biraz hiç düşünmemek, ya da olayları tabii akışına bırakmaktı. Yarın hafta sonuna giriyorduk. Pazartesi günü Holdinge gidecek ve şirkette çalışan kadının (şayet o sevgilimin kardeşi ise) hiç gözünün yaşına bakmadan, işlere el koyacaktım. Bunu yapmaktan vazgeçemezdim. Aksi halde kimse bundan böyle beni iplemez ve saygınlığım sıfıra inerdi. Aslına bakılırsa kaçmak, yaşadığım çevreden uzaklaşmak istiyordum. Şu an benim için en iyi çare en azından on beş günlük bir tatildi. Belki bu süre içinde beynimi biraz dinlendirir, daha
sağlıklı bir çözüm yolu bulabilirdim. Hani bu düşünceyi uygulamak aklımdan geçmedi de değil. Ama gidemeyeceğimi, buradan ayrılamayacağımı çok iyi biliyordum. Beni yerime mıhlayan sebepler vardı. Her halde en başında da, Berrin'in inanılmaz büyüsüydü. Çok acıydı, ama düşünmek, kendimi toplamak için bile olsa ondan ayrılamayacağımın farkındaydı m.. Zaafıma lanetler okumakla yetindim sadece.. Her şeye rağmen, sevgilime telefon ederek o akşam için önemli bir iş yemeğine katılmak zorunda olduğumu, bu nedenle görüşemeyeceğimizi, yarın beni aramasını söyledim. inandı. Gerçekten başımı dinlemeye ihtiyacım vardı. Böyle bir halde siz olsanız ne yaparsınız? Muhtemelen evinize erkenden döner, ılık bir duş alır, uyur, ya da dinlendikten sonra başınıza gelenleri mümkün oldukça objektif bir mantık açısından analize -Ş çalışır, sağlıklı bir sonuca varmaya çalışırsınız, değil mi? Halbuki ben öyle yapmadım. Babamın, Levent'deki evine gittim.
Neden mi? Bilmiyorum.. İçimde hâlâ beni o eve çeken bir şey vardı. Hatırlarsınız, bir ara Yahya Efendi'yi de çağırarak o evdeki eşyaları tasfiyeye niyetlenmiş ama yarım bırakmıştım. Daha doğrusu eşyaları doğru dürüst gözden bile geçirememiştim. Uzun süredir kapalı kalan eve girdim. Kapalı ve canlılığını kaybetmiş evin tozlu ve rutubetli havası burnuma çarptı. Bu denli zengin bir adamın ölümüne kadar neden burada yaşamakta ısrar ettiğini hâlâ çözebilmiş değildim. Babam gerçekten sıra dişi bir adam olmalıydı. Şimdi onu hiç anlamadığımı daha iyi idrak edebiliyordum. Tuhaftı; pek çok insanın aksine, yaşamını âdeta toplumdan saklamış, en yakınlarına bile hayatının bilinmeyen yönlerini ya açıklamamış, ya da ancak bilmelerini gerektirdiği ölçüde bilgi vermişti. Alt kattaki çalışma odasına girip döner koltuğuna oturduğumda hâlâ babamın artık bana esrarengiz gelmeye başlayan yaşamını düşünmekle meşguldüm. Zeki, akıllı ve becerikli biri olmasa, asla bu serveti elde edemez, holdingini kuramazdı. Hem yirmi sene boyunca hiç ön plana çıkmamış, tüm işlerini gizli ve örtülü kalarak perde arkasından idareyi başarmıştı. Bu inkâr edilemez tespitlerden sonra, nasıl olur da, öyle bir insandan mirasçılarını komik ve âciz durumlara düşüren
vasiyet beklerdiniz. Bir terslik yok muydu? Ben hissediyordum.. Belki beni yeniden buraya çeken de bgydu. İçimden yükselen bir his burada yeni bir şeyler bulacağımı söylüyordu. Aynı duyguyu yukarıdaki küçük ve terk edilmiş eşyaların biriktirildiği odaya girdiğimde de yaşamıştım. Ne aradığımı kesinlikle bilmiyordum, sadece bir önsezi burada hâlâ beynimdeki soruları halle götürecek bir takım ipuçlarının yattığını söylüyordu. Bunun babamın gözlemlediğim yapısına pek uygun düşmediğinin de farkındaydım ama bir şeyler bulma ümidi mevcuttu içimde. Evin her tarafı kapalı olduğundan dayanılmaz bir sıcaklık vardı içerde ve hava boğucuydu. Temizlik yapılmadığından tozlanma artmıştı. İçimdeki heyecana rağmen kuşkulu nazarlarla etrafa baktım. Ne arayacaktım? Yeni bir itirafname mi? Özel tutulmuş notlar mı? Saçmaydı.. Bunlar beynimin yarattığı hayal ürünleriydi. Çünkü öyle istiyordum.. Yirmi dakika kadar öylece hareketsiz oturdum. Bu evde geçirdiğim çocukluk günlerim canlandı. Mutluluğu doyasıya yaşadığım demler. Annemin varlığı, o muhteşem kadının hayatımızdaki yeri.
Zaten ne olduysa onun ölümünden sonra başlamıştı. Babam beni yatılı olarak okula göndermişti; belki babamla ilk kopukluğumuz da o devrelere rastlıyordu. Yatılı okula gitmeyi hiç istememiştim, ama babam kararlıydı. Silkindim. Geçmişi eşelemek, eski bir dönemi sorgulamak anlamsızdı artık. Her ikisi de hayatta değildiler. Belki babam beni hiç sevmemişti. İster istemez evlât edinilmiş olmam gerçeğini anımsadım. Şu son iki ay içinde yaşam tempom öylesine hızlı bir akış kazanmıştı ki, pek çok hayati konuları yeterince düşünme fırsatını dahi bulamamıştım; bu da onlardan biriydi. Kan bağım olan gerçek anam babam hakkında yeterli bilgim hiç yoktu, Antalya'lı olduklarını ve bir trafik kazasında öldüklerini öğrenmiştim sadece. Umarım şu gidişatı bir halli yola sokup, huzura kavuşunca, ilk yapacağım işlerden biri de öz geçmişimi araştırmak olacaktı. Hangi yaşta olursanız olun, günün birinde aile kökleriniz hakkında düşünmeyi dahi aklınızdan geçirmediğiniz acı bir gerçekle aniden karşılaşınca, o güne kadar size ana babalık yapmış insanlara karşı ruhunuzda garip bir boşluk duygusuna kapılıyordunuz. Belki beni evlât edinen Reha bey hakkındaki olumsuz düşüncemde bundan kaynaklanıyordu. Koltuktan kalktım. Ne arandığımı bilmeden babamın kitaplığına
döndüm yüzümü. Yine içimdeki önsezi beni yönlendirmeye başlamıştı. Belki bu saatte beni buraya çeken de aynı duyguydu. Bunalıyordum. Kravatımı gevşetip, yaka düğmemi açtım. Sıcak ve havasız odada terlemiştim. Yahya Efendiyle sözde temizliğe geldiğim gün çatı katındaki odada rastladığım ayak izini anımsadım yeniden. Taze izlerdi onlar. Bu da, eve bir kadının girip o odayı aradığını gösteriyordu. Muhtemelen babamın ölümünden sonra hem.. Beynime iki sual takıldı. Uzun ve sivri topuklu ayakkabı kullanan o kadın kimdi? Berrin mi yoksa Merve mi? Ve tabii daha önemlisi ne arıyordu? Kaba bir tahminle aradığı şeyin benim geçmişimle ilgi olduğunu düşündüm. Yanılmış da olabilirdim tabii. Ama insan psikolojisi ve zihnimizin çalışması tuhaftı; nedense o meçhul ziyaretçinin geliş sebebini^aklıma gelen son ihtimal, yani gerçek nesebimle bağlantılı olarak değerlendiriyordum. Fakat biraz daha düşününce bu olasılığın saçmalığını kavradım. O odaya giren her kimse, benim geçmişim onu çıkarları yönünden bir anlam ifade etmezdi. Her
hâl ve kârda kanuni mirasçılık sıfatım değişmiyordu. Şu halde o kadın ne aramıştı? O zaman aklıma daha tatmin edici bir fikir geldi. Muhtemelen kadının aradığı bana oynanan oyunu bozacak bir delil olabilirdi. Belki bir resim, ya da bir yazı.. Yani kadının kesinlikle elime geçmesini istemediği bir şey.. Bilinçsizce babamın kitaplığına yaklaştım. Raflarda sıra sıra meslekî, cilti kalın kitapları vardı. Hesaba göre uzun yıllardan beri kullanılmayan, üniversite yıllarından kalma kitaplar. Elimde olmadan acı acı gülümsedim ve biraz da kendimi suçladım. Babamı hep bana .karşı ilgisiz davranışlarıyla itham ederdim; oysa onun yıllardan beri hekimliği bıraktığının farkında bile olmamıştım. Boş nazarlarla kitaplara bakmaya devam ettim. Sanki içimden bir his, onları birer birer incelersem içlerinde işime yarayacak bir belge bulacağımı söylüyordu.. Önce kararsız kaldım. Sonra birkaç tanesini yerinden çıkararak rast gele sayfalarını çevirdim, kalın kapakların altlarına baktım. Hiçbir şey bulamadım. Yaptığımın anlamsızlığını biliyordum, iğneyle kuyu kazmak gibi bir şeydi bu. Hırslanarak kitapları yerine koydum. En iyisi
bu gece Orçun'dan gelecek telefonu beklemekti. Sanırım o telefon beynimdeki pek çok karanlık noktayı aydınlatacaktı. Söylenerek evden çıktım. Bu evi satacaktım. Ne orada geçirdiğim mutlu çocukluk yıllarım, ne de hatıralarım artık bir şey ifade etmiyordu bana. Daha da ötesi, bu evi sırtımda bir yük gibi görmeye başlamıştım. Şimdi buraları iş muhiti olmuştu, kısa zamanda satma şansım olabilirdi. Hafta başında bir emlâk komisyoncusuyla görüşmeyi kafama koydum.. Kapının önünde duran arabama bindim, kemerimi taktım, motoru çalıştırdım, alışkanlık haline getirdiğim dikiz aynasını son bir kere gözüme göre ayarlarken, iki araba arkamda siyah bir Mercedes'in de harekete hazırlandığını fark ettim. Tamamen sıradan bir hadise gibi geldi önce, hatta Mercedes yola çıkmak için hafiften burnunu çıkarmıştı bile. O an dikkatimi çekti. Sanki direksiyondaki adamı gözüm ısırıyordu. Fakat çok iyi görememiştim, aradaki arabalar görüntümü bozuyordu. Yola koyuldum. Bir ara gözüm yeniden dikiz aynasına kaydı. Mercedes peşimdeydi. Ama araya belirli bir
mesafe koymaya özellikle dikkat ediyor, sanki fazla yaklaşmamaya gayret gösteriyordu. Paranoya belirtisi, diye düşündüm. Ruh halim cidden endişe vericiydi. Her şeyden şüphelenir olmuştum. En ufak şeyi gözümde büyütüyor ya da olumsuzlukları vehmediyordum. Elimde olmadan hızımı kestim. Hayret, Mercedes'de yavaşladı. Oysa rahatlıkla yanımdan sollayıp geçebilirdi. Kaşlarım çatıldı, merakım arttı ve dikiz aynasından bir daha arkaya baktım. Bu araba kesin beni takip ediyordu. Plaka numarasına bakmak o zaman aklıma geldi. Elimde olmadan irkildim. Arabayı tanımıştım. Babamın karısının arabasıydı bu.. Mercedes'i Bakırköy'de Merve'yi gizlice görmek için gittiğimde okulun bahçesinde görmüştüm. Beni bir titreme aldı.. Bu takip iyi niyetli olamazdı. Acaba neden takip ediliyordum? Şaşkınlığım kısa bir süre sonra yerini öfkeye bıraktı. Hatta yerimden fırlayıp Mercedes'i durdurmayı bile düşündüm. Neyse ki bu
hiddetin manasızlığını kavramakta gecikmedim; elime ne geçecekti ki, hiç kuşkusuz arabayı kullanan adam durumu inkâr edecekti.. Honda'yı evime sürdüm. Boğaz köprüsünde de adam peşimdeydi. Tâ ki Kızıltoprlik'ı geçtikten sonra, her halde evime gittiğimi anlamış olmalıydı ki, takipten vazgeçti... Beni bir tesadüf uyandırmıştı. Plaka numarasını anımsama-saydım, belki hâlâ takip edildiğimin farkında olmayacaktım. Acaba hangisi peşime bu adamı takmıştı? Berrin mi, yoksa Merve mi? Ve tabii acaba ne zamandan beri takip ediliyordum? Eve gelince her zamanki gibi kendimi soğuk duşun altına bıraktım. Suyun beni gevşetmesinden medet umuyor, zihnimi toparlamak istiyordum. Hareketlerimi kontrol altında tutmalarındaki amaç ne olabilirdi? Birini göz altında tutmak ondan çekinmenin sonucunda olabilirdi; fakat benim neyimden çekineceklerdi ki? Kimseye zarar vermeyecek bir insandım. Yahya Efendi'nin söylediklerini anımsadım yeniden. Onun yalan söylediğine inanmak istemiyordum, ama beynimdeki
çelişki devam ediyordu. Arkadaşım Orçun'un Bo diye tanıdığı kadın bu durumda Berrin oluyordu ve yaşlı bir adamla evlilik yapan oydu. O takdirde babamın karısı olarak tanıdığım Merve kimin nesiydi? Şayet ikisi kardeşseler, bu adlarda bir yanlışlık olmalıydı.. Duştan çıktım, kurulanmadan kendimi yatağa attım. Saat on sekiz sularıydı. Uyuya kalmışım.. Ne kadar uyuduğumun farkında değildim, çalan zil sesiyle gözlerimi açtım. Böyle zamansız saatte uykuya alışık olmadığımdan sersem sepelek etrafıma bakındım, çalan zilin nereden geldiğini de anlamadım. Baş ucumdaki komodinin üzerinde daima bir çalar saatim dururdu, nedense bir türlü vazgeçemediğim, seneler evvelinden kalma, ne zaman çalacağı da kesinlikle belli olmayan, hani neredeyse benimle yaşıt bir saat. Önce onun çaldığını sandım, titreyerek yeri göğü inletirdi, ama baktım o değildi. Cep telefonumda olamazdı, zira o melodiliydi. Neden sonra çalanın kapının zili olduğunu anladım. Üstelik kapıdaki saygısız her kim ise parmağını butondan kaldırmadan basıyordu. Yataktan isteksizce doğruldum. Çıplaklığımı hatırlayıp yatağın üstüne fırlattığım bornozumu sırtıma geçirdim. Bu saatte beni kim
arayabilirdi? Genellikle, bekâr olduğumdan eve dönüş saatim hep daha geç saatlere rastlardı. Akşam yemeğini dışarıda atıştırmayı alışkanlık haline getirmiştim. Habersiz ise misafirim olmazdı. Zil hâlâ çalmaya devam ediyordu. Söylenerek kapıya gittim ve bu münasebetsiz ziyaretçimi görmek için kapıyı ardına kadar açtım. Berrin, ya da Merve artık hangisi ise, o duruyordu karşımda. Yani, sevgilim diye tanıdığım kadın.. O an karşımda görmeyi hiç ummadığım kişi. Şaşırmış bir halde birbirimizi süzdük. Bu akşam bir iş yemeğine katılacağımı telefonda ona söylediğim için evime geleceğini hiç sanmıyordum. O da beni karşısında yarı çıplak, bornozla görünce birden sinirli bir ifadeyle kaşları çatıldı. İkimiz de duraklamıştık. Bir türlü geç içeriye, diyemedim. Öylece bakışıyorduk. "Galiba bana bir yemeğe gideceğim derken yalan söylüyordun" diye fısıldadı. Şimdi peşimde dolaşan Mercedes'in beni niçin takip ettiğini anlamıştım sanırım. Beni o takip ettiriyordu..
"Yemek son anda iptal edildi" dedim. "Öyle mi?" dedi inanmaz bir edayla, "öyleyse neden bana haber vermedin?" "Uyuya kalmışım" diyebildim. Gözlerinden ateş fışkırıyordu. Doğrusu hiddetini anlamakta zorluk çekiyordum. "Ya!" diye homurdandı. "Şunu söylesene." "Neyi?” "İçerde bir olduğunu." "Saçmalama Berrin!"
açıkça kadın
Nedense o anda Berrin demeyi tercih etmiştim. Ya da o isim alışkanlıkla ağzımdan fırlamıştı. "Sanırım kötü biranda geldim ve bütün planların bozuldu." Hiddet ve kıskançlığını gizlemeye hiç gerek görmüyordu. Erkek değil miyiz, aptalca bir gurur ve memnuniyetle sırıttım. "Yanılıyorsun, içerde kimse yok" dedim. "Ama kapının önünde dikilmiş ve beni içeri almıyorsun." Neden sonra toparlanarak ona yol gösterdim. "Gir!" dedim. "İstediğin yere bakabilirsin, şayet bu seni rahatlatacaksa." Hayrettir, fakat sevgilim hışımla içeriye daldı ve hızlı adımlarla doğru yatak odasına gitti. Yatağımın örtüleri bile açılmamıştı henüz.
Sadece uykuya daldığım yerde bedenimin yarattığı çökük izler duruyordu. Tatmin olmadı, salona gitti, banyoya ve mutfağa da baktı. Peşinden mütebessim izliyordum.
bir
edayla
onu
"Kimseyi bulabildin mi?" diye sordum. Birden inanılmaz bir hareketle bana koşup sarılıverdi. Başını göğsüme dayayıp hıçkırmaya başladı. "Seni gidi ihmalkâr, domuz!" diye inledi. "Bana neler çektirdiğinin farkında mısın?" Birkaç saniye ne yapacağıma karar veremeden öylece durdum. Sonra yavaş yavaş onu bedenime bastırarak okşamaya başladım. "Benim kıskanç sevgilim" diye fısıldadım kulağına. "Yoksa seni bir başka kadınla aldattığımı mı düşündün?" "Evet." "Ne aptalca bir düşünce! Seni ne kadar çok sevdiğimi bilmiyor musun, gözümün senden başka kimseyi görmediğini hâlâ anlamadın mı?"
"Biliyorum ama..." "Eee? Aması da ne?" "Sen de farkındasın.. sana çok haksızlık ettim." Berrin'in ağzından ilk defa ilginç bir itiraf çıkıyordu. Dikkatimi çekmişti. Yavaş yavaş saçlarını okşarken, "Söyle bakalım" dedim. "Ne tür haksızlık?" Sustu sevgilim. Sanki söylediği o cümleye pişman olmuş gibiydi. "Söyle, ne haksızlığı?" dedim yeniden. "Artık oyunu keselim. Sen de ne demek istediğimi biliyorsun. Yetti, canıma tak etti." Keyiflendim; nihayet sevdiğim kadın pes etmiş ve konuşmaya karar vermişti anlaşılan. Bu dakikanın zevkini çıkarabilirdim. Masum, hiçbir şey bilmeyen rolüme devam ettim. "Kuzum, sen neden bahsediyorsun? Canına tak eden nedir?" Başını göğsümden kaldırıp gözlerimin içine baktı. Beni ölçüp biçip, reaksiyonumun şiddetini anlamak istiyordu sanki. "Anlamalısın"
diye
inledi
âdeta.
"Böyle
davranmaya mecburdum. Seni çok seviyordum ve başka hiç şansım yoktu." Sırıttım. Ukalâca sordum. "Onun için mi beni takip ettirmek mecburiyetini hissettin?" Aptallığın daniskasıydı yaptığım! Sözde her şeyin farkında olduğumu ima etmek istiyordum. Kül yutmadığımı, takip edildiğimi bildiğimi ihsas edecektim.. Yeşil gözleri birden endişeyle doldu. "Ne dedin? Takip mi?" "Bilmezliğe dedim.
gelme.
Her
şeyin
farkındayım"
"Kim takip etti seni?" j "Siyah bir Mercedes. Yoksa bilmiyor musun?" Hâlâ aptalca sırıtıyordum. O an sevgilimin gözlerinde oluşan endişe bulutlarını anlamamak için aptal olmak gerekirdi. Meğer ben gerçekten su katılmamış bir aptalmışım. Ne yazık ki bunu daha sonra anlayacaktım.. Berrin'in yüzündeki huzursuz ifade çabuk kayboldu. Başını yeniden göğsüme yasladı ve
vücudumdan çekmediği kollarıyla beni sıkı sıkı kavradı yeniden. "Sev, okşa, öp beni" diye fısıldadı. "Şu an sana çok ihtiyacım var." Beni takip ettirdiğini kabullenmiş sanmıştım. Sersemce bir gurura kapıldım. "Şu bana yaptığın haksızlık konuşmayacağız mı?" dedim.
işini
"Şimdi değil" diye karşılık verdi. "Bence tam girmişken."
zamanı.
Hazır
konuya
sen
"Hayır; belki daha sonra. Şimdi beni yatak odana götür ve bana sahip ol. Daha fazla dayanamayacağım." Seven erkeğin zaafı işte! O an beynimdeki bütün sorunlar rüzgâra kapılmış gibi uçup gitti. Parfümle desteklenen teninin ve saçlarının kokusunu içime çektim ve onu kucakladım. Doğru yatak odama götürdüm. Ondan sonrası tahmin ve takdir edeceğiniz gibi birbirini seven ve arzulayan iki gencin ihtiras
dolu sevişme anlarıydı. Çılgınlar gibi seviştik. Aklım, ruhum, tüm benliğim sevdiğim kadına esir olmuştu. Bu sevişme ne kadar mı sürdü? Anımsamam mümkün değil, ama komodinin üzerinde duran cep telefonum çaldığında güneş çoktan batmış ve oda zifiri karanlığa bürünmüştü. Berrin derin bir uykuya çoktan dalmıştı bile.. Uyanmasın diye, hemen telefona sarıldım. Orçun'un beni arayacağını çoktan unutmuştum. Gerçekten de arayan oydu. "Efendim?" dedim, kısık bir sesle. "Merhaba" dedi arkadaşım. "Niiay'la konuştum. Gerçeği öğrenmek istiyor musun?" Yüreğim yerinden çıkacak gibi oldu. İçimi aniden bir korku kapladı. Orçun'un zamanlaması tek kelimeyle berbattı. Üzücü ya da, kabullenemeyeceğim bir cevap almayı hiç mi hiç istemiyordum. Bakışlarım yanı başımda yatan sevgilime gitti. Bana sarılarak uykuya dalmıştı. Teninin sıcaklığını bedenimde hissediyordum. "Evet" diye fısıldadım Orçun'a. "Yaşlı bir adamla evlendiği doğruymuş ama
nişanlım kocasını tanımıyor, hiç görmemiş." Zorlanarak fısıldadım. "O konuyu boş ver. Sen asıl öbür meseleye gel." "İsim konusuna mı?" "Evet." "Bak, o konu "Anlamadım?"
çok
garip..
Şaşacaksın."
"Önce şunu söyleyeyim; haklıymışsın Bo'nun bir de kız kardeşi varmış." "Eee?" "Fakat adları çok tuhaf." "Nesi tuhaf yahu? Söylesene!" "Vallahi ben böylesini ilk defa işittim." Heyecandan neredeyse kalbim duracaktı. Orçun devam etti. "Bo'nun adı Merve Berrin, kız kardeşinin ki ise, Berrin Merve imiş” Aptallaştım birden. Ne diyeceğimi şaşırdım hatta. Kafam karıştı..
Tam o sırada ise konuşmama uyanan sevgilim, "Kim arıyor?" diye uykulu ve mahmur Sesiyle kollarını boynuma sarmaya çalışıyordu. "Tamam, teşekkür ederim. Seni sonra ararım" diyerek telefonu kapattım. Sevgilimin telefondan akseden sesleri duymasından korkmuştum. Usulca yatağa kaydım. Galiba yeni bir şey öğrenememiştim. Sevgilim yeniden, "Kimdi o arayan?" diye sordu. "önemli değil, bir arkadaş" diyebildim. Merve Berrin (artık ona öyle diyebilirdim) derin ve muntazam nefeslerle uykusuna devam etti. Ama benim uyumama imkân yoktu... Bütün cumartesi pazarı benim geçirdik. Müthiş bir hafta sonu..
dairemde
Yataktan çıktığımız pek söylenemezdi. Zaten zaman kavramını yitirmiştik, sadece aç kalmamak için yiyecek bir şeyler almaya çıkmıştık dışarı. Bir kere de evimin yakınındaki bir kebapçıya gittiğimizi hatırlıyorum. Düzenli yemek de yemedik. Acıkan ya da yorucu bir sevişmenin sonunda daha erken uyanan, kendi başına mutfağa gidiyor, soğuk sandviç tipi şeyler hazırlayıp tek başına tıkınıp yeniden yatağa dönüyordu. Cuma akşamından başlayıp
pazartesi sabahına kadar ilkel ve hayvani bir hayat sürdük. Yalnız cinsel güdülerimiz söz konusuydu. Ama son derece mutluyduk. ikimiz de alışık olduğumuz hayatın dışına çıkmış, belki yıllardır özlemini çektiğimiz, dizginlenmemiş bir yaşamın, alabildiğine özgürlüğünü sürdürüyorduk. Sorumluluk, nefsimizi kontrol gibi duygulardan arınmıştık. Kırk sekiz saatten fazla bir süreyi sadece cinsel dürtülerimizin fantezileri altında ve tam bir uyum içinde, ama doyumun zirvelerinde çırpınarak geçirmiştik. Ne sual, ne sorgu.. Birbirimizi kıracak ya da rahatsız edecek tek kelime etmeden. Hatta konuşmadan, sadece ihtirasımızın ifadesi iniltilerle. Meğer bedenlerimiz birbirine o kadar açmış ki, iki buçuk günün nasıl geçtiğini fark etmedik. Şayet o sabah Berrin farkına varmasaydı, pazartesiye girdiğimizi dahi anlamayacaktım. İstemeye istemeye yataktan kalktık. Banyoya bile beraber girdik. Duşun altında hâlâ oynaşıyorduk. Ben tıraş olurken, sevgilim, "Önce eve gitmeliyim" diye mırıldandı. "Giysilerim berbat halde. Bu halde işe gidemem."
Haklıydı. Cuma gününden beri elbisesi yerlerde sürünüyordu. Katlayıp bir yere asmak gereğini dahi hissetmemişti. Bumburuşuk kıyafetini çekiştirerek sırtına geçirdi. Gülüştük. "Mutlu musun?" diye sordu. "Hem de nasıl" dedim. "Öyle ise artık hadise çıkarmayı bırak." "Sen de peşime adam takma" dedim. Espri yaptığımı sanıyordum. Merve Berrin'in suratı asıldı birden. Artık Orçun'dan gerçeği öğrendiğime göre daha fazla araştırma yapmama da gerek kalmamıştı. Sevgilim, babamın evlendiği kadındı ve buna ondan sonra Merve diyebilirdim. Ta ki gerçekleri bana kendisi açıklayınca. "Ben senin peşine adam takmadım" dedi. "Yaa! öyleyse cuma gecesi o iş yemeğine gitmediğimi nasıl öğrenip buraya geldin? Kuşlar mı sana haber verdi?" Huzursuz bir şekilde yeşil gözlerini yüzüme dikti. "Kartal'da
bir
işim
vardı.
Dönüşte
Bağdat
Caddesinden geçiyordum. Sanki şeytan dürttü, şuna bir uğrayım dedim. Kapıda arabanı görünce evde olduğunu anladım. Beynimden vurulmuşa döndüm. Beni atlattığını, yalan söylediğini sandım. O öfkeyle de kapıya dayandım." Az kaldı, kardeşin mi peşime diyecektim, zor tuttum kendimi.
adam taktı
"Peki o adamı Merve mi peşime taktı?" diyebildim, kardeş kelimesini kullanmadan "Olabilir." Hâlâ bir açıklama yapmıyordu. Allahım, diye mırıldandım içimden, bu kadın ne zaman konuşacak, ne zaman korkusunu yenerek her şeyi bana açıklayacaktı. Daha ne bekliyordu, gerekçesi ne olursa olsun, bundan böyle kopamayacağımızı hâlâ anlamamış mıydı? "Ama neden?" diye sordum. "Merve niye beni takip ettirsin?" Gergin bir şekilde, "Nereden bileyim?" diye homurdandı. Meseleyi daha fazla uzatmadım. Biraz daha bekleyebilirdim. Zaten Holding'de işler daha da kızışacaktı. İşlerimize gitmek arabalarımıza bindik...
üzere
evden
bu
gün
çıkıp
Doğru holding binasına gittim. Şayet istediklerim yerine getirilmemişse gerçekten de fena halde maraza çıkarmaya kararlıydım. Şüphemde vardı; yalıdaki o konuşmadan sonrakini açıkça ortaya koyan kız kardeşin isteklerimi harfiyen uygulayacağını pek sanmıyordum. Onunla köprüleri atmıştık. Tabii anlayamadığım bir nokta da, aslında sevgilimden emir alması gereken kardeşinin niye böyle bir davranışa girdiğiydi. Kimin asıl söz sahibi olduğundan şüpheye başlamıştım. Merve ( yani sevgilim ) patron ise gerçek Berrin'in ne söz hakkı olabilirdi ki? Ama işler umduğum gibi çıkmadı. Daha binaya girer girmez, çıtı pıtı, güler yüzlü bir kız hemen koşarak yanıma geldi. "Efendim, ben özel sekreteriniz Aynur Karaman'ım" dedi. "Buyurun, sizi odanıza götüreyim." Soğuk bir şekilde tebessüm ettim kıza. Demek Cuma günkü sert çıkışım etkisini göstermiş ve hemen odam hazırlanmıştı. Kızı takip ettim. Bana tahsis edilen oda gerçekten görkemliydi. Geniş, ferah ve aydınlık. Alelacele temin edilmiş olmasına rağmen eşyalar pahalı cinsten, kaliteli ve zevkliydi.
Sekreterimin verdiği izahatı pek dinlemiyordum, ama ufak tefek eksikliklerinde en kısa zamanda, en geç bu akşama kadar giderileceği yolunda bir şeyler mırıldanıyordu. Yaylı koltuğa oturur oturmaz, "Bana Merve hanımı çağırın" dedim. Ayağıma gelmesini istiyordum. Bir tür büyüklük taslama, gerçek patronun kim olduğunu gösterme kompleksi.. "Merve hanım henüz gelmediler, beyefendi" dedi kız. "Kaçta gelir?" diye sordum. "Bilmiyorum, etmemiş."
efendim.
Henüz
telefonda
Sanki sıradan bir memur gibi mesai saatinde hep işinin başında olması şartmış gibi yadırgayan bir ses tonuyla homurdandım. "Hep böyle gecikir mi?" Kızcağız utanmış gibi, "Geliş saati pek belli olmaz" dedi. "Geldiğinde hemen odama gelmesini söyleyin" dedim. "Emredersiniz, efendim."
Aynur karşımda duruyordu. Döner koltuğumda hareketsiz kaldım; kısa bir an düşüncelere daldım. Şöyle veya böyle sonunda babamın büyük kuruluşunun basındaydım işte.. Şayet bir ruhlar âlemi varsa, pederin ruhu her halde mutlu olmalıydı şu an. Gayesine erişmiş, âsi ve uyumsuz oğlunu sonunda işinin başına getirmeyi becermişti. Gülümsemekten kendimi alamadım. Eğer bu bir başarı ise, başarıyı kim kazanmıştı? Babam mı, ben mi, yoksa sevgili karısı mı? Cevabı bilmiyordum. Kabul zorunda olduğum gerçek, istemesem de sonunda işin başına geçtiğimdi. Döner koltuğumda şöyle bir sallandım. Acaba bu işe ne kadar dayanırdım? Gerçi ben de bir şirket yönetiyordum, fakat buradaki konular tamamen benim bilgi ve ihtisasımın dışındaki mevzulardı. Anladığım kadarıyla burada işlerin yönetiminden değil, sadece holdingin genel gidişatından sorumlu olacaktım. Kıza döndüm. "Aynur hanım" dedim. "Lütfen holding bünyesindeki bütün şirket müdürlerine haber verin, çarşamba günü hepsinin iştirakiyle bir toplantı yapılmasını istiyorum." "Emredersiniz efendim. Şimdi hepsine telefon ederim" dedi.
"Çıkabilirsiniz" diye mırıldandım. Kız ürkek adımlarla dışarıya çıktı. Benden hoşlanmadığına emindim.. Oda da yalnız kalınca içimi sıkıntı bastı. Burayı sevmemiş-tim. Daha da önemlisi korkuyordum. Şartlar hiç de benim küçük bünyeli ithalat şirketimdeki gibi ufak kapasiteli değildi. Böyle bir yeri idare için kendimi yeterli görmüyordum. Sanırım sevgilimin desteğine ve engin deneyimine ihtiyacım olacaktı.. Bakalım o daha ne kadar saklanmaya devam edecekti?.. Her halde siz de hak verirsiniz, bu tatsız durum lüzumundan fazla uzamıştı. Sevgilimin dediği gibi üç ay daha beklemenin ne anlamı vardı? Geçecek olan zaman neyi değiştirecekti? Merve daha neyi bekliyordu? Babamın şirketine alışmamı ve iş hacmine ısınarak ondan kopamayacağımı mı umuyordu acaba? Yoksa bu süre zarfında gerçekleri biraz daha yumuşatarak kendisini affetmemi mi? öyleyse çok komikti.. Kararımı o an verdim. Artık daha fazla beklemeyecektim. En iyisi iki kardeşi bir araya getirmek ve tüm oynanan oyunları bildiğimi yüzlerine karşı açıklamamdı. Bu hal çaresi meseleyi kökünden halledecekti. Bunca zamandır bunu yapmamam aptallıktı zaten. Daha ne bekliyordum ki? Kendi kendime kızıp
söylendim. Bazen çok basit çözümleri, gözümüzde büyütüp, kendi hata ve beceriksizliğimizle içinden çıkılmaz hale sokuyorduk. İçinde bulunduğum hâli yakın dostlarıma bile açıklayamıyordum, mizah konusu yapılacak, hatta alay edilecek bir haldeydim. Durumum tam bir orta oyunuydu, öyle ki halime kendimde gülmeye başladım, hem de yüksek sesle.. Bir saat kadar oyalandım babamın şirketinde ve müstakbel baldızımın gelmesini bekledim. Ama gelmedi. Hatta o gün şirkete hiç uğramadığını daha sonra öğrenecektim.. Kararımı vermiştim artık. Holdingden ayrıldım arabama atlayıp doğruca Sirkeci'ye mütevazı şirketime dönmeye başladım. Arada sırada dikiz aynasından yine takip edilip edilmediğimi anlamaya çalışıyordum. Peşimde kimse yoktu bu gün. Şirkete varınca sevgilime telefon etmeyi ve Berrin'le bir konuşma yapmak istediğimi söyleyecektim. Tabii onun da hazır bulunmasını isteyecektim. Kesinlikle bu komedinin bu gün sona ermesini arzu ediyordum. Meğer çilem henüz sona ermemiş. beklemediğim bir rastlantı oldu. Siyah
Mercedes'i
gördüm.
Ama
bu
Hiç
sefer
arkamda değil, önümdeydi. İnanamadım önce, acaba bu rastlantı mıydı, yoksa yine takip mi ediliyordum. Olur ya, arkamdaki araba trafiğin akışı nedeniyle bir an önüme geçmek zorunda kalabilirdi.. Fakat beni asıl şaşırtan şey, iki kardeşin arabada yan yana oluşlarıydı. Üstelik aramızda üç dört araba vardı ve benim arkalarında olduğumdan hiç haberleri yoktu. Meraka kapıldım, acaba yine ne dolaplar peşindeydiler. Ani bir kararla onları takibe başladım. Mercedes, Sirkeci kavşağında durmuştu. Trafik ışıkları yol verince araba hızla Ahır kapı istikametinde ileri atıldı. Ben de gazı kökledim. Nereye gidiyorlardı acaba? Yakında öğrenirdim her halde. Bir şey daha dikkatimi çekti, arabayı sevgilimin kardeşi kullanıyordu, şoför yoktu. Biraz yadırgadım, bildiğim kadarıyla bizim baldız hep iş için dışarı çıktığında şoför kullanırdı. Bu gün niye şoför yoktu acaba? Mercedes hızla kaçıyordu. Ben de peşindeydim. Bir ara benzin ibresine bir göz attım. Yakıtım iyice azalmıştı, depoyu doldurmayı ihmâl etmiştim ve şu an bir benzin
istasyonuna uğrayamazdım. İnşallah fazla uzağa gitmezler diye, içimden söylendim, ikisini bir arada bulmuştum ve kararımı hemen uygulamak, oynadıkları oyunu artık kesmelerini söylemek en büyük arzumdu. Ama Mercedes pek duracağa benzemiyordu. Kazlıçeşme'yi, daha da mı
Bakırköy'ü
geçmiştik.
Acaba
uzağa gideceklerdi? İbreye bir daha baktım. Sonuna dayanmıştı. Yine aldırmadım, arabam otuz kilometre daha giderdi. Avcılar'ı geçtikten sonra Mercedes yolun sağ tarafındaki boş ve geniş bir düzlüğe vardığı zaman sağa sapacağını gösteren sinyalini vermeye başladı. Sağ tarafta yol filan yoktu. Yoksa duracaklar mıydı? Ben de frene asıldım. Başka çarem yoktu. Otuz metrelik bir mesafe vardı aramızda. Arabadan inerlerse her an beni görürlerdi. Kararsız kaldım bir an. Burada neden durduklarını anlayamamıştım. Berrin anayoldan ayrılarak arabayı araziye soktu. Şimdi onları gözlerimle takip ediyordum. Mercedes iyice yavaşlamıştı. O zaman boş arazideki ufak, derme çatma kulübeyi ve önündeki gri Şahin'i gördüm. Bu bir iş görüşmesi olmalıydı; demek Berrin bu yüzden
Holdinge gelmemişti. İki kardeşin buraya başka geliş nedeni olamazdı, fakat iki Holding yöneticisinin tek başlarına böyle ıssız bir yerde randevu vermelerini yadırgamıştım. Henüz arabadan inmemiştim. Aynı anda kulübeden bir adamın çıktığını fark ettim. Gözlerimi kısıp baktım. Adamı tanımıştım. Ruhi Kadızâde'ydi, yani babaları.. Bir an tereddüte düştüm; acaba peşlerinden gidip konuşmam için uygun bir zaman mıydı? Belli ki burada bir aile meclisi kuruluyordu. Tartışacakları bir konu olmalıydı. Doğrusu ilk aklıma gelen olasılık kendimle ilgili oldu. Belki holdingde aldığım kararlardan sonra vaziyeti üçü birden müzakere etmek ihtiyacını duymuşlardı. İlk defa aklıma başka şüphelerde takıldı. Babamın vasiyeti ne olursa olsun, benim yönetime müdahalem acaba muhtemel çıkarlarını mı bozacaktı? Bunu daha önce hiç düşünmemiştim. Sonra bu boş arazi kime aitti? Niye buraya gelmişlerdi? Koca şehirde buluşacak başka yer mi yoktu? Beynim birden hızla çalışmaya başladı. Yoksa bu koca arazi de benim mülküm müydü? Her halde dünyada benim kadar aptal, kendi mirasına bu denli ilgisiz kalan başka bir enayi bulunmazdı. Terekede kayıtlı mülklerimi bile doğru dürüst bilmiyordum. Bir an kendimden utandım, içimi de bir hırs kapladı. Belki yanılıyordum ama aleyhimde yeni bir komplonun tezgahlandığı konusunda sinyaller alıyordum. Sevdiğim kadın
hâlâ bana bu tür oyunlar oynayabilir miydi? Tüylerim bir an diken diken oldu. Sanki yeniden en başa dönmüştüm. İçimden silip attığımı sandığım kuşkular bu kez çok değişik biçimde ruhumda yeniden şekillendi. Yoksa Kadızâde ailesi bana bir kumpas mı kuruyordu? Ruhi Bey'in ilk karşılaştığımızdaki bakışlarını anımsadım. Önce beni sempatik bakışlarla süzmüştü, ama kim olduğumu anlayınca nazarlarındaki gölgelenmeyi unutmamıştım. Şayet babamın bunca yıllık dostuysa, o gölgeli bakışlar nedendi? Ne olursa olsun, onlarla yüzleşecektim. Bundan daha iyi fırsat olamazdı. Kulübeye doğru yürümeye başladım. Derme çatma yapının kapısı ardına kadar açıktı, içeriye girerlerken de etrafın tenhalığından kapıyı örtmeye gerek duymamışlardı. Zaten arazisi bomboştu. Yine de, şeytan dürtmüş gibi ağır ve sessiz adımlarla yaklaşıyordum. Birden sevgilimin bağırarak konuştuğunu duydum. Sesi açık kapıdan yankılanıyordu, ama ne dediğini net işitememiştim. İrkildim. Merakım daha da arttı. Yanılmıyorsam, önemli bir konuyu tartışıyorlardı. Ayağımın ucuna basa basa yürümeye devam ettim. Berrin de ona karşılık veriyordu.
Yumuşak otlar üzerinde yürüdüğüm için ses çıkmıyordu adımlarımdan. İçeriye hemen girmek istemedim. Barakanın duvarına yaslanıp içerden akseden konuşmaları dinlemeye başladım. "Delisiniz siz! Aklınızı kaçırmışsınız! Bu vicdansızlığı nasıl yapabilirsiniz? Asla, böyle bir hainliğe göz yumamam" diye bağırıyordu Merve.. Berrin'in sesini duydum. "Asıl deli sensin! Bu fırsat bir daha ele geçer mi? Aşk da ne demekmiş? Tam ailemiz yıllardır beklediği intikamı almaya hazırlanırken, şimdi o aptal herife âşık olduğunu mu söylüyorsun?" "Onu sevdiğimi ikinizde biliyorsunuz. İstediğinizi yapamam. Asla. Boşuna tartışmayın." "Sen çıldırmışsın. Babam da ben de buna izin vermeyiz." "İkinizde haris ve aç gözlüsünüz. Daha ne istiyorsunuz? O işe yaramaz fabrikayı değerinin çok üstünde bir fiyatla satın aldım, daha ne istiyorsunuz? Elinize tonla para geçti. Beni rahat bırakın artık. Geleceğimle, mutluluğumla oynadığınızın farkında değil misiniz? Biz ne biçim bir aileyiz? Kimse benim geleceğimi düşünmeyecek mi?"
Tam o sırada Ruhi beyin sesini işittim. İki kardeş arasındaki tartışmaya o da dahil olmuştu. "O Reha denen adamın bana yaptıklarını unutma kızım. Beni sırtımdan bıçakladı. Hayatımı söndürdü, ticari hayatımı sildi yok etti. Ondan nefret etmekte haklı değil miyim?" "Doğruları konuş baba.. Bir kerecik olsun gerçekleri anlat. Sen, kendi kendini mahvettin. Reha amcanın ne günahı vardı? Binlerce kere seni dostun ve arkadaşın olarak uyardı, buna ben de şahidim. Fakat sen hep bildiğini okudun, burnunun dikine gittin. Bu kaçınılmaz sonu kendin çizdin." "Beni o batırdı." "Hayır. Sen ticari rekabete dayanamadın. O kafayla dayanamazdın zaten. Sana kaç defa rica etti, seni kurtarmak için ortaklık da teklif etti. Oysa kaçınan sen oldun. Onun tekliflerini kabul etseydin bu gün hâlâ dimdik ayakta olurdun." "Unuttun mu, seni de benden çaldı." "İşte, yine nankörlük ediyorsunuz. Aslında bu günleri düşünerek oğluyla beni evlendirmeye karar veren sizsiniz. İyi ki de öyle olmuş. Hiç olmazsa bu gün ben servet sahibiyim ve sizlere bakabiliyorum. Neyimiz eksik, mükellef bir yalıda oturuyoruz, malımız, mülkümüz, nakdimiz
var. Bütün bunlar bu evlilik sayesinde oldu. Ve en önemlisi ben Attila'yı seviyorum. Onunla evleneceğim. Kimse buna engel olamaz." "Ağır ol, biraz" diye lâfa karıştı Berrin. "Bu bize yetmiyor." "Gözünüze dizinize istiyorsunuz?"
dursun!
Daha
ne
"Bu araziyi! Bu arsayı bize satmasını temin edeceksin. Aksi halde senin babasıyla karı koca hayatı yaşadığını söyleyeceğim." Merve'nin tiz bir çığlık attığını duydum. "Yalan bu! Reha amcanın bana elini sürmediğini hepiniz biliyorsunuz."
bile
"Ama o bilmiyor." "Sen pis bir yılansın Berrin! Utanmaz, arlanmaz! Bu gün bile Reha amcanın ekmeğini yiyorsun. Ben olmasaydım, holdingde o işi de bulamazdın. Seni oralara kim getirdi. Şimdi bir de bana kalkmış şantaj yapıyorsun.." Tüylerim diken diken olmuştu. Birden içeriye dalıp etrafı duman etmeyi düşündüm. Hatta az daha açık kapıdan içeriye dalacaktım da. Ama son anda durdum. Bu
sadece sevdiğim kadını zor durumda bırakmak olacaktı. Merve'nin bana ne kadar bağlı olduğunu kulaklarımla duymuştum. Tüm gayretiyle onlarla mücadeleye çalışıyordu. O sırada ortaya çıkmam, faydadan ziyade ilişkimize zarar verebilirdi, soğukkanlı olmalı, hiddete kapılmamalıydım. Sessizce duvarın dibinden ayrıldım. Tabii ki, bu duruma müdahale edecek ve sevgilimi zor durumdan kurtaracaktım. Boş arazide görülmemek için hızla anayola doğru koşarken, bir yanda da bu beklenmedik tesadüfün bana kazandırdıkları için Tanrı'ya şükrediyordum. Bazen hiç ummadığınız basit bir rastlantı hayatınızın gidişatını rahatlıkla değiştirebiliyordu. Sirkeci'de önümdeki Mercedes'i görmeyebilirdim de. Ne Ruhi bey ne de küçük kızı Berrin umurumda değildi; onlara pek ısındığımı söyleyemezdim zaten, gözlerini diktikleri bu araziyi de iplemiyordum, şayet Merve karşıma dikilip istese, hiç tereddütsüz bağışlayabilirdim. Ama beni kızdıran şey, sevgilime yaptıkları manevi işkence ve şantajdı... Epey düşündüm; sevgilimin desteğime muhtaç olduğu su götürmez bir gerçekti. Ve ben ona her türlü yardıma hazırdım, hatta gerekirse söz konusu Avcılar'daki geniş araziyi de onun ailesine hibe edebilirdim. Yeter ki benden
yardım ve destek istesin, bir türlü açıklayamadığı, sır sandığı hakikatleri yüzüme karşı itiraf etsindi. Zaten o arazi umurumda da değildi, insanın kendi emeği ve alın teri dökmeden havadan gelen, tesadüflere bağlı zenginleşmenin, bir nevi asalak iktisap olduğunu düşünüyordum. Mirasın hep hak olduğunu .iddia ederler, ama o zenginlikte benim hiçbir katkım, en ufak bir emeğim yoksa, nasıl olurda benim hakkım olduğunu iddia edebilirdim ki? Hele ömrünün son on beş yılını ihtilaflı ve kısmen dargın geçirdiğiniz bir babadan size intikal etmişse.. Yürüttüğüm mantık tenkit edilebilirdi elbette; ama bu düşüncemde haklı olduğumu en azından tutumumla ispat etmiş sayılırdım. Gerçi babamdan intikal eden serveti reddetmemiştim ama pek hevesli görünmediğimi de her halde anlamışsınızdır. O günü müthiş huzursuz geçirdim. Her an Merve' den telefon bekledim. Beni arayıp ürkütücü itiraflarını birer birer sıralayacağını ümit ettim hep. Ama aramadı.. Geç saatlere kadar yazıhanemde oturup bekledim. Kaç kere elim telefona uzandı, o aramıyorsa ben arayım, diye düşündüm. Belki
bir türlü gereken cesareti göstermiyordu, sesimi duyarsa, gereken cesareti bulur, içini döker, diye düşündüm. Ama sonunda ilk hamlenin ondan gelmesinin geleceğimiz açısından daha doğru olduğuna karar verdim. Henüz vaktim var sayılırdı. Ona biraz daha zaman tanımalıydım. Akşamın yedi buçuğu olduğunda hâlâ ses seda yoktu Merve'den. Bu sabah ayrılırken telefonlaşınz demiştik. Yani akşam için kararlaştırdığımız bir programız yoktu. Yoksa bu akşam buluşmayacak mıydık? Dayanamadım saat sekizde telefon ettim. İkinci çalışta sordum.
Merve
telefonu
açtı.
Hemen
"Niye aramadın beni? Bu akşam buluşmayacak mıyız?" "Çok yorgunum Attila" dedi. "Yarın akşam buluşsak nasıl olur?" Sesi boğuk ve üzgündü. Üzüntüsünü yorgunluk kisvesi altında gizlemeye çalıştığını hemen anlamıştım." "Neredesin?" diye sordum. "Evdeyim" dedi.
"Öyleyse ben oraya geleyim." "Hayır" diye fısıldadı telâşla. "Bu gece çok yorgunum. Erkenden yatıp uyumak istiyorum. Zor bir gün geçirdim. Bu akşam beni bağışla." "Neden, ne oldu?" "Bilirsin işte, işler.. Her şey, her zaman iyi gitmez. Bazı aksilikler oldu." "Anlat bana. Çok iyi bir dinleyiciyimdir." "Hiç anlamı yok. Kendi meselelerimle seni de üzmek istemem." "Bu ne biçim lâf, biz birbirimizi seven iki insan değil miyiz? Senin sıkıntın, benim de sıkıntım sayılır. Bunu paylaşmamız çok doğal değil mi?" Yutkundu Merve. sezinledim.
Ağlamak
üzere
olduğunu
"Teşekkür ederim" diye mırıldandı. "Sanırım anlatırım bir gün, ama şimdi değil." "Beni meraklandırıyorsun. Yoksa maddi bir sorunun mu var? Seni her zaman destekleyemeye hazır olduğumu bilmeni isterim." Konuşup, derdini bana açması için ona koz vermiştim. Lâkin Merve susmayı, sâssiz kalmayı yeğledi.
"Çok anlayışlısın" diye âdeta inledi. Artık hattın öbür ucunda ağlamaya başladığını ses tonundan çıkarabiliyordum. Biraz da kurcalarsam belki çözülürdü. Ama o hiç ummadığım bir şeyi yaptı, "Yarın seni ararım" diyerek telefonu kapadı. Telefon elimde kalakaldım. Bastırmaya çalıştığım hiddetim yeniden benliğimi kaplamıştı. Berrin denen o kadından tamamıyla nefret ediyordum artık. Holding bünyesindeki gerçek işini, seviyesini, derecesini bilmiyordum ama yarın ilk işim tazminatı vererek onu kovmaktı. Asıl sürpriz yarın onun için olacaktı. Bu beni biraz rahatlatır gibi oldu. Kadızâdeler, ne yazık ki, Attila Şahin'i sünepe, hiçbir şeyden anlamaz bir aptal gibi görüyorlardı; bu güne kadar sadece sevdiğim kadının üzülmemesi için böyle pasif kalmış, ilgisiz görünmüştüm ama bundan sonra beni gerçek yüzümle göreceklerdi artık. Dışarıda bir şeyler atıştırıp evime döndüğümde saat dokuz buçuktu. Işıkları yakıp sırtımdan henüz ceketimi çıkarmıştım ki kapı çalındı. Heyecanlandım birden. Bu gelen olsa olsa Merve olabilirdi. Her halde telefon konuşmamızdan sonra sığınıp destek bulabileceği tek kişinin ben olduğumu, biraz geç
de olsa anlamış ve koşa koşa bana gelmişti. Yıldırım gibi kapıya seğirttim ve ardına kadar açtım. Kapıda ağlamaktan kızarmış gözleriyle sevgilimi bulacağımı sanmıştım, hatta daha şimdiden onu kollarımın arasına almaya ve tüm açıklamalarını anlayışla dinlemeye hazırlanıyordum. Ama yanılmışım. Karşımda Berrin duruyordu.. Evime gelebileceğini insan..
düşündüğüm
en
son
Elimde olmadan şaşkınlığımı belli ettim, suratım asıldı. Berrin ise sinsi bir gülümseme ile, "Merhaba Attila bey" dedi. "Size böyle ani bir ziyaret yapacağımı beklemiyordunuz, değil mi?" Soğuk bir şekilde yüzüne baktım. "Haklısınız, beklemiyordum" dedim. "Beni içeri almayacak mısınız?" Kısa bir tereddütten sonra, "Girin!" dedim. Berrin ışıkların yandığı salona doğru yürüdü. Küçümseyen bir edayla eşyalarımı süzdü bir müddet. Sonra, "Doğrusu bu denli zengin bir insan olarak çok mütevazı bir evde yaşıyormuşsunuz, hayret!" dedi.
Hafif alaylı cümlesini anlamamış gibi davrandım. "Benim zenginliğim ne de olsa üç aylık; halbuki siz pederimin son yıllarındaki gürlüğünün tüm haşmetiyle yaşayıp bu günlere gelmişsiniz." Bana olan bakışları birden değişip sertleşti. Birkaç saniye öyle kaldı. Sonra yılan gibi tıslayan sesiyle sordu. "Buraya neden geldiğimi merak etmiyor musunuz?" Hiç etmiyordum. Üç aşağı, beş yukarı ziyaret sebebini tahmin şansım vardı. Kadızâde ailesinde anladığım kadarıyla bağlar kopmuş, ok yaydan çıkmıştı. Bunu Merve'nin telefondaki burukluğundan, ağlamaklı sesinden de anlamıştım. "Her halde açıklayacaksınız" dedim. Karşımda sinsice gülümsedi. Zehrini akıtmaya hazırlanan bir yılan gibi bakıyordu yüzüme. Bir iki adım yaklaştı. Ama hemen konuya girmedi. "Oturabilir miyim?" O an içimden, beni yalıdan kovduğu gibi onu aynen kapının önüne koymak geldi. Sinirlerime hâkim oldum. Gerçi bu oyunu daha değişik bir ortamda, tüm oyun kahramanlarının yer aldığı bir ortamda noktalamak isterdim, fakat ne çare ki şartlar imkân vermemişti. Artık dönüşü olmayan bir noktaya gelmiştik.
Soğuk bir şekilde, "Buyurun, oturun" dedim. "Ama ümit ederim anlatacağınız her ne ise kısa sürer. Çünkü çok yorgunum." Sevimsiz gülümsemesi devam etti. "Size anlatmak istediğim kısa fakat çok önemli bir hikâye var." "Yoksa bunca yolu bana hikâye anlatmak için mi geldiniz?" "Evet, öyle.. Ama bu hikâye çok farklı. Sizi çok şaşırtacak, hatta diyebilirim ki tam can evinizden vuracak." Aptal kadın, diye geçirdim içimden. Bana ne anlatacağını çok iyi biliyordum. Merve'ye yaptığı şantajı bu gün işitmiştim zaten. Gerçeği onun ağzından ilk defa şimdi duysam belki sarsılırdım, ama bana vereceği yeni bir haber değildi bu. Üstelik Merve'nin aile içi savaşı kazandığını da anlamıştım. "İlginç!" diye mırıldandım. heyecanlandırıyorsunuz." "Öyleyse işiteceklerinize hazır olun."
"Beni şimdi
"Sizi dinliyorum." "Size büyük bir oyun oynandı Attila bey. Artık
bunu öğrenmek hakkınız." Şaşırmış gibi yaptım. "Ne oyunu?" "Ben sandığınız gibi babanızın karısı değilim." Her halde hayretten sıçrayacağımı düşünmüştü. Gayet sakin, yüzümde en ufak bir şaşkınlık emaresi görmeyince hayretle bakakaldı. "Bunu duyduğuma sevindim" azından babam adına."
dedim.
"En
Afallaması devam ediyordu. "Peki babanızın gerçek karısının kim olduğunu merak etmiyor musunuz?" diye sordu. "Sizin olmamanız yeterli değil mi?" Hırsla yerinden fırladı. "Babanızın karısı, şimdi âşık olduğunuz kadındı, yani Berrin. Onun gerçek adı Merve'dir. Bunu dahi bilmiyorsunuz, değil mi?" "Bakın bunu duyduğuma sevindim." "Sevindiniz mi?"
"Tabii ya. Hiç olmazsa babamdan kalan serveti sevgilimle güle oynaya, huzur içinde paylaşırım. Beni çok mutlu eden bir haber getirdiniz. Teşekkür ederim." Berrin dona kalmıştı. Nefret ve hırsla yüzüme bakmaya devam etti. "Galiba durumu iyi anlamadınız." "Bilâkis, çok iyi anladığımı sanıyorum. Sevgilimin babamın eski karısı olduğunu söylüyorsunuz, değil mi?" Yüzü sapsarı oldu. "Bu gerçeği kabullenebilecek misiniz?" ORHAN KEMAL İV HAVK KÜTÜPHANESİ "Ne var ki bunda?" Sesinin tonu yükseldi. "Sizi daha haysiyetli, onurlu ve kişilik sahibi sanmıştım. Sanırım yanılmışım. Hiçbir tepki göstermiyorsunuz. Bu toplumumuzun örflerine, ananelerine aykırı bir durumdur. Nasıl olurda babanızın koynundan çıkan bir kadını karı olarak kabul edebilirsiniz?" Sırıttım.
"Ben bunda hiçbir terslik göremiyorum" dedim. Hırsından titremeye başladı. "Peki benim kim olduğumu merak etmiyor musunuz? Size bunca zamandır Reha beyin eşi diye tanıtıldım." İlgisizce omuzlarımı silktim. Davranışlarım ve konuşma tarzım Berrin'i çileden çıkarmaya yetmişti. Artık eteğindeki bütün taşları dökmeye hazırdı. "Hayır, merak etmiyorum*dedim. "Ama aşağılık, düzenbaz, üç kağıtçı, rezil bir mahlûk olduğunuz muhakkak." Bunca hakaret sonucu yerinden fırlayıp koşa koşa evimi terk edeceğini sanmıştım. Ama öyle yapmadı. Sanki o hakaretleri kendisine yapmamışım gibi mırıldandı. "Bilmediğiniz bir nokta daha var" dedi. "Merve benim ablamdır. Öz be öz kardeşiz." "Bunu duyduğuma üzüldüm. Ne gelir elden! Analar bazen onun gibi altın kalpli insanların yanında, sizin gibi şeytan ruhlu, içi fesattan çürüyüp kokuşmuş kişiliksiz insanları da doğuruyor. Büyük bir talihsizlik.." Hâlâ pes etmeye niyeti yoktu.
"Bu onun fikriydi" dedi. "Babanızdan arda kalmış, kullanılmış bir kadını kabul etmeyeceğinizi düşünmüş, ahlâksız oyunlarına beni âlet etmişti. Sizi zaman içinde kandırmak, kendisine âşık etmek ve sizi iyice kendisine bağladıktan sonra gerçeği yavaş yavaş anlatmaya çalışacaktı." "Hiç de fena bir çözüm değilmiş" dedim. "Peki niye ablanıza bunca zaman sonra ihanet etmeye karar verdiniz? Anladığım kadarıyla siz de bu oyunun bir parçasıymışsınız; sizi ihanete sevk eden sebep ne?" inanmaz bakışlarla beni süzdü. Bu kadar anlayışlı ve soğukkanlı davranmama inanamıyordu. "Bu söylediklerim sizi şaşırtmadı mı?" dedi. Kafamı iki yana salladım. "Hayır." "Öyleyse gerçekleri öğrendiniz."
biliyordunuz?
Kimden
Muzaffer bir edayla gülümsedim ama sorusuna cevap vermedim.
"Yoksa Merve'den mi?" Kendi sorusuna kendi karşılık verdi. "Hayır, o olamaz.." Pis pis sırıtmaya devam ediyordum. "Öyleyse o aşağılık avukat Mehmet Ali konuşmuştur. Ona hiç ısınamamıştım zaten, işin başından beri aptal ablama hayrandı. Çok yetenekli olduğunu düşünürdü." "O hiç konuşmadı" dedim. "Öyleyse o zıpçıktı avukatınız Nejat size her şeyi anlattı, değil mi?" "Yine yanıldınız." "Geriye durumu bilen sinsi uşağınız Yahya kalıyor. O konuşmuştur mutlaka." "Belki hepsi, belki de hiçbiri. Ama en önemli kişiyi unutuyorsunuz." "Kimi?" "Beni!" "Hiç sanmam. Siz burnunuzun ucunda oynanan oyunları
bile anlayamayacak kadar safın tekisiniz." "Tanrı daima saf ve temiz kullarının yanındadır." "Bırakın böyle safsataları." "Beni hafife almakla büyük hata ettiniz Berrin hanım. Ama artık oyun bitti. İşin en başından beri çevrilen dolaplar hakkında bilgi sahibiydim. Çevremdeki haris insanları ve peşlerinde koştukları menfaat dehlizlerini hep biliyordum. Mesela sizi ve babanızı ele alalım." Berrin ürkerek yüzüme baktı. "Ne demek istiyorsunuz?" "Şayet Avcılar'daki araziyi size devretseydim, bu akşam beni ziyarete gelir miydiniz?" O sararmış yüzü bir anda kıpkırmızı kesildi Berrin in.. "Adi, şıllık! Ondan nefret ediyorum.. Babamı da, beni de sattı. Her şeyi o anlattı, değil mi? Aklınca intikam almamızı önlemeye çalışıyor." "Yanılıyorsunuz. Bu gün Merve'yi hiç görmedim." "Fırsatını bulup telefon etmiştir. Babama güvenmekle de hata ettim. Demek onu kontrol edemedi. Oysa hiç yalnız bırakmayacağını söylemişti."
"Demek Merve'yi gözaltında tutuyorsunuz?" "Evet. Babam onu Tarabya'daki evde oyalıyor." "Sizde fırsattan istifade bana gelip içinizdeki zehiri akıtmaya çalışıyorsunuz." Berrin davayı kaybettiğini anlamıştı artık. Hızla yerinden fırladı. "Bunu nasıl öğrendiniz?" diye kekeledi. "Her zaman beni siz takip ettirecek değilsiniz ya, bu sefer de ben sizin peşinize takıldım, Avcılar'daki o boş kulübede yapılan bütün konuşmaları dinledim. " "Bu imkansız" diye inledi Berrin. "Gerçeğin ta kendisi" dedim. Bitik bir halde kapıya doğru birkaç adım attı. Bir hamlede yanına koşup kolundan kavradım. Artık senli benli konuşuyordum. "Söyle" diye bağırdım. "Ablana karşı bu nefretinin gerçek sebebi ne? Bilmek istiyorum." "Anlayamazsın.. Asla anlayamazsın." Gözlerinin içine baktım.
"Galiba tahmin edebiliyorum." "İmkânsız." "Çok eski bir nefret, değil mi? Çocukluktan kalma.." Gözlerimiz çakıştı. Yüzündeki ezikliği çok net görebiliyordum. "Olabilir!" diye fısıldadı. Sanki nasıl bir tahmin yürüteceğimi merak eden bir hava içinde. "Onu hep kıskandın. Güzelliğini çekemedin. Ve uzun yıllar boyunca içindeki kıskançlık, hasede ve nefrete dönüştü. Şimdi de onun mutluluğunu engellemek için elinden geleni yapıyorsun. Babalarımız arasındaki nedenini bilmediğim ihtilâf bahane. Belki hiç ipe sapa gelmeyen, önemsiz bir şey. Ama sen babanın da kanına girerek durumu körükledin. Asıl gayen ablanın mutluluğunu engellemekti. Merve'nin fena halde sıkıştığını görüyordun; beni delice sevmesi seni çıldırtıyordu. Şayet Merve ile aramda bir aşk bağı kurulursa, ablan hem mutlu olacak hem de inanılmaz bir servete kavuşacaktı. Ama Merve'nin işin başından beri tek endişesi vardı, kendisini babamın karısı olarak kabul edip etmeyeceğimden, gerçeği öğrendikten sonra tepkimden korkuyordu. Bu nedenle ablanın isteği üzerine onun yerine geçtin, Merve gayet masum bir şekilde benimle arasındaki ilişkiyi sağlamlaştırmaya, vazgeçemeyeceğim bir aşka dönüştürmeye çalışıyordu. Bu fırsat işine yaradı.
Hem onun aleyhine çalışmaya, hem de bu arada babanı susturmak, büyük kızının tarafını tutmaması için ona vaatler de bulunmaya başladın. Yüksek bir bedelle holdingi zarara sokarak İzmir'deki fabrikayı satın aldın. Benim hiçbir işe karışmamam rahat hareket etmeni sağlıyordu. Bununla da yetinmedin gözünü Avcılar'daki boş arazime taktın. Hep aynı silahı kullanıyordun; babalarımız arasındaki her neyse o ihtilafı. Asıl amacın bir şekilde Merve ile aramı açman, muhtemel evliliğimizi engel-lemendi. Ama bunu başaramayacağını anlayınca gözün karardı, zıvanadan çıktın ve ablanı tehdide ve şantaja başladın." "Yeter artık!" diye bağırdı. Sıkı sıkıya tuttuğum kolunu kurtarmak istedi. Bırakmadım. "Sonuna kadar söyleyeceklerimi dinlemek zorundasın" diye gürledim. "Masken düştü, bu yaptıklarının cezasını çekeceksin. Seni bağışlamayacağım. Sen ruhu kirlenmiş, zavallının tekisin. Asla Merve ile arama da giremeyeceksin. Şunu iyice kafana sok; benim nazarımda öldün artık ve bu andan itibaren seni kovuyorum, holdingdeki işin bitti, seni şirketimde asla görmek istemiyorum. Anladın mı beni?"
Gözleri nefret kusmaya devam ediyordu. Kolunu bir kere daha pençemden kurtarmaya çalıştı. Bu kez bıraktım. Sendeledi önce, sonra kararlı bir sessizlikle birkaç adım geri gitti. "Her şeyin bu kadar basit mi biteceğini sandın" diye homurdandı. Sesi tiz ve çatlak çıkmıştı. Suratına vurduğum gerçeklere rağmen hâlâ yenilgiyi kabul etmeyen bir hali vardı. "Elinden geleni ardına koyma" diye bağırdım. O da aynı şekilde bağırdı. "Yanılıyorsun, hem de çok yanılıyorsun. Buraya gelirken her ihtimali göze aldım." Ne demek istiyordu acaba? Gayri ihtiyari ürperdim. Bu denli gözü dönmüş, içini hırs ve nefret bürümüş bir insandan her türlü çılgınlık beklenebilirdi. Nitekim aynı anda neyi kastettiğini de anlamakta gecikmedim. Berrin bir iki adım geri çekilmiş ve ani bir hareketle fermuarlı çantasını açarak içinden ufak metal bir nesne çıkarmıştı. Bakışlarımı elindeki şeye çevirdim. Gümüşî renkli ufak bir tabancaydı bu..
İşin ilginç yanı elinde tuttuğu silahı tanıyordum. Babamın tabancasıydı bu.. Bakışlarımı tabancadan alıp yeniden yüzüne çevirdim. Doğrusu içime bir korku düşmüştü, bu ruh hâletindeki bir insandan hertürlü çılgınlık beklenebilirdi. Berrin ateş edebilirdi.. O an elindeki silahı sadece korkutmak için üzerime çevirmediğini anladım. Niyeti kötü ve kararlıydı. Biran ne yapacağıma, nasıl davranacağıma karar veremedim. Ablasının aksine ufak tefek bir kadındı Berrin, benimle fizikî bir mücadeleye giremezdi. Ama yanına yaklaşıp, bileğini kavrayarak namluyu nasıl üzerimden uzaklaştırabilirdim. Bir hamle yaptığım sırada, her an tetiği çekebilirdi. En iyisi biraz zaman kazanmaya çalışmak ve fırsat kollamaktı. "O tabancayı nereden buldun?" diye sordum. "O babama ait." "Demek tanıdın" diye sırıttı.
Hâkimiyeti yeniden ele aldığı yüzündeki hırçın ve soğuk ifadeden belliydi. Güvenini yeniden kazanmıştı. "Onu nasıl ele geçirdin?" dedim. "Merak mı ettin?" "Doğrusunu öğrenmek istersen, evet. Onu tamamen unutmuştum. Bildiğim kadarıyla o babama verilmiş bir hediye idi. Özenle saklardı." "Evet.. Hikayesini bize de anlatmıştı." "Nasıl?" diye sordum. "Bir gün Merve ile Levent'deki eve gitmiştik. O sırada bize göstermişti. Çalışma odasındaki masanın çekmecesinde saklıyordu. Bir gün lâzım olabilir, diye düşünmüştüm. Babanın ölümünden sonra eve giderek onu çaldım. İyi de yapmışım, bak, bu gün lâzım oldu." "Yahya Efendi homurdandım.
buna
izin
vermezdi"
diye
"Bırak o bunağı.. Zaten benden hiç şüphelenmemişti. Evde olmadığı bir sırada gizlice girdim içeri." "Evin anahtarını nasıl tedarik ettin?"
"Siz hepiniz gerçekten çok safsınız. Merve'den buldum tabii. Hiç haberi olmadan ondan aldım. Ruhu bile duymadı. Hem oradan aldığım sadece bu tabanca değildi." Kuşkuyla yüzüne baktım. "Başka ne çaldın?" "Bunu tahmin edemezsin" diye sırıttı pis pis.. O zaman çatı katının tozlu zemininde gördüğüm ayak izlerini hatırladım. "Yine de bir tahminde bulunabilirim" dedim. "Aradığın şey çatı katındaki odadaydı, değil mi?" Yüzündeki gülümseme birden kayboldu. "Demek biliyordun?" "Benim ki sadece bir tahmin." "Ama doğru.. Bravo.. Anlayacağını sanmamıştım." "Babamın anılarının bir kısmını yok ettin, değil mi?" "Artık bilmende bir sakınca yok. Nasıl olsa öleceksin." "Ne yazıyordu o notlarda?"
"İşime gelmeyen bazı açıklamalar, tavsiyeler, telkinler ve istekler tabii. Özellikle de Merve ile ilgili kısımları. Babanın bu konudaki açıklamalarını kesinlikle öğrenmemengerekiyordu. O kısımları dikkatle koparıp aldım. Sonra da imha ettim." "Babamın böyle bir defter tuttuğunu nereden biliyordun?" "Aynı gece..O soğuk kış gecesi. Yani Merve'yle buraya yemeğe geldiğimiz gece. Tabancanın varlığını da o gece öğrendim. Baban büyük bir hata yaparak yazdığı notları gururla bize okudu. Merve'ye de bana da çok güveniyordu. Gerçekte tam bir sersemdi o. Hiç kimseye yararı olmayan, sinsi bir bunak. Ondan hiç hoşlanmamıştım. "Peki, o notların ilk kısımlarını niye bıraktın?" "Hâlâ anlamadın mı? Senin eline geçmesini istiyordum. Aslında onun öz oğlu olmadığını, çok küçükken evlât edinildiğini ondan öğrenmiştik. Bunca yıl sonra gerçeği öğrenmen seni şok edecek ve daha da nefret edecektin babandan. Senden çok uzun zaman hakikati gizlemişti ve artık bunu söyleyecek cesareti bulamıyordu. Aranızdaki husumeti tırmandırmak için iyi fırsattı. Fakat aptal ablam daha yıllar öncesinden sana tutulmuştu, gizli gizli seni seviyordu. Onu bir türlü anlayamamışımdır zaten."
Şaşırmış gibi davranarak ona bir adım daha attım. Berrin ise nefret ve ihtirasının doruğuna doğru yaklaşıyordu. Hamle mesafesine girdiğimi hesaplayamadı. Tek endişem yeniden geri adım atmasıydı. İkinci bir adım daha atınca uyandı. Geri kaçmadı ama homurdandı. "Yaklaşma! Yoksa tetiği şimdi çekerim." "Gerçekten beni vuracak mısın?" dedim. "Şüphen mi var?" "Hadi, polisin elinden kurtulduğunu varsayalım, Merve'ye ne diyeceksin?" "Sen gerçekten anlayamadın mı?"
çok
aptalmışsın!
Hâlâ
"Neyi?" "Buradan çıkıp gideceğim."
doğru
"Ne için?" İsterik bir kahkaha attı. "Onu da öldürmeye."
Tarabya'daki
eve
Tüylerim bir anda diken diken oldu. İşittiklerime inanamadım. Bu kadın tam bir çılgın olmalıydı. Aklı başındaki bir insanın düşünceleri olmazdı bunlar. O an silah tehdidi altındaydım, ama kendimden ziyade Merve'nin bu tehditle yüz yüze kaldığını aklıma getirince sinirlerim yay gibi gerildi. "Yoksa onu da mı öldürmeyi düşünüyorsun?" "Asıl hedefim o zaten. Hayatımı söndüren de o. Sen de gözlemlemişsin, bütün ömrüm hep onun gölgesinde geçti, daima o ilk planda oldu. Ben hep dışlandım. Birlikte olduğumuz her yerde o dikkat çekti. Erkekler onun etrafında pervane oldular." "Sen aklını oynatmışsın" dedim. "İkimizi de öldürürsen polis peşini bırakmayacaktır." "Yine yanılıyorsun.. Bu hazin bir aşk öyküsü olarak basına intikal edecek ve poliste asla benden şüphelenmeyecek. Zira seni öldürdükten sonra tabancanın namlusunu Merve'nin şakağına dayayıp tetiği çekeceğim. Yani senin anlayacağın polise Merve'nin intihar ettiği süsünü vereceğim. Ben de olaylara şahit olarak katılacağım. Çok yalın ama inandırıcı bir öykü, değil mi? Kocasının oğlundan yüz bulamayan sevgili önce âşığını öldürüyor, sonra da evine gelip intihar ediyor. Ne dersin, polis bu hikâyeye inanmaz mı?"
"Ya baban?" dedim. "O ne der? Polise gerçekleri anlatmaz mı?" "Babamı tanımadığın çok belli. O sefil bir alkoliktir. Ayrıca çok da para düşkünü. Bir düşünsene ikiniz de ölünce o muazzam servet kime kalacak? Tabii ki bana ve babama. O Avcılar'daki arazi için bile Merve'yi satmaya hazırdır." Karşımdaki gözü dönmüş çılgın bana çok inandırıcı gelmişti. Her türlü riski göze alıp onu zararsız hale getirmeliydim. Artık hiç zamanım yoktu, her an söylediğini yapacağını aklım kesmişti. Balıklama üstüne atladım. Silah gümbürtüyle patladı. Sol kolumda müthiş biracı hissettim ama sağ yumruğum birlikte yere yuvarlanırken Berrin'in yüzünde patlamıştı... Sol kolum kan içindeydi. Beyaz gömleğimin pazıma isabet eden yeri paralanmış ama kurşun koluma saplanmayarak sıyırıp geçmişti. Yarama şöyle bir göz attım; kurşun saplanmamıştı ama derim parçalanmıştı. Yaranın olduğu bütün bölge acıyor ve yanıyordu. Yine de önemli bir şeyim yok sayılırdı. Hemen vücudumu titreme ve üşüme sarmıştı. Akan kanı durdurmalıydım. Yerde baygın yatan Berrin'e baktım. Onunda
burnundan oluk gibi kan akıyordu. Can havliyle sanırım oldukça sıkı bir yumruk atmış olmalıydım. Kendinden geçtiği için önce onunla oyalanmadım. Yerden babamın ufak tabancasını alıp pantolonumun cebine attım. Yaramı göstermek için bir hastaneye veya özel bir kliniğe gidemezdim. Hem vaktim yoktu, Merve'ye yetişmeliydim, hem de hastaneye gidersem hastane polisine durumu açıklamak zorunda kalacaktım. Ayrıca silah sesinin apartmanda duyulmuş olmasından endişe ediyordum; meraklı birkaç komşu kapıya dayanırsa, yaralı kolumla durumumu açıklayamazdım. Birkaç dakika olacakları bekledim. Apartmanda koşuşma, hareketlenme filan yoktu. Açılıp kapanan daire kapılarının seslerini de işitmiyordum. Anlaşılan silah sesi duyulmamıştı. Ne de olsa yaz gecesi ve vakit erkendi, ayrıca açık televizyonlar dışardan gelen sesleri boğuyordu. Endişelenecek bir durum olmadığını görünce önce sırtımdan gömleğimi çıkardım. Rahat hareket edebilirdim, nasılsa Berrin baygındı. Banyoya geçtim, önce alkolü büyükçe bir pamuk parçasına dökerek yaranın üstünü temizlemeye çalıştım. Canım yandı, bağırmamak için kendimi zor tuttum. Banyodaki ufak ecza dolabında lanet sargı bezini bir türlü bulamıyordum; böyle aksilikler hep beni bulurdu, el altında bulunması
gereken şeyler nedense onlara gereksinimim olduğu zamanlar elime gelmezdi. Neden sonra geçen hafta yatak odasında bıraktığımı hatırladım. Kaba taslak, tek elle imkan nispetinde, yarayı sardım, plasterle sargı bezini yapıştırdım. Sonra sırtıma bol bir gömlek geçirip salona döndüm. Berrin hâlâ yerde baygın yatıyordu. Burnundaki kanama hafiflemişti. Ondan nefret ediyordum ama onu ayıltıp Tarabya'ya götürmek zorundaydım. Kendi yarama yaptığım gibi önce alkolle yüzündeki kanı temizledim. İnlemeye başladı. Belki de burun kemiği kırılmış olabilirdi. Artık o, benim için ölmüş biriydi, ama hâlâ ona ihtiyacım vardı. Yavaş yavaş titreyerek kendine gelmeye başladı. Keten tayyörünün ceketi ve içindeki bluz kanlanmıştı ama umurumda değildi, ne halde olursa olsun onu arabama kadar taşıyacaktım. Gözlerini açtı, beni dipdiri karşısında görünce inleyerek ayağa kalkmaya çalıştı. Silahı ateşlediği zamanla, burnuna yediği yumruk hemen hemen aynı âna rastladığından henüz yaşayıp yaşamadığımın bile farkında değildi. Acı da olsa başarıya ulaşamadığını anladı ve çöktü Mücadeleyi kaybettiğini anlamıştı artık. Canı benden daha fazla yanıyordu.
"Kalk bakalım, gidiyoruz!" dedim. Sersem sersem yüzüme baktı. "Nereye?" diye sordu. "Tarabya'ya" dedim. "Hayır, beni asla götüremezsin" diye uludu âdeta. "Sesini kesip benimle adam gibi geliyor musun, yoksa...." diyerek sağ kolumu ikinci bir yumruk atacakmışım gibi geriye aldım. Vuracağımı sandı. "Vurma" diye inledi. "Vurma, geleceğim.." Yumruğumu indirdim. Fakat baygınlık.sonrası Berrin'in ayağa kalkacak hali yoktu. Mecburen koltuklarının altından tutarak ayağa kaldırdım. Sendeledi. Ayaklarının üstünde duracak mecali yoktu, işime geldi bu durum, en azından yol boyunca başıma yeni işler açmaya kalkışamazdı. Asansöre binip alt kata indik. Apartman bahçesine park ettiğim arabama bininceye kadar birkaç kez tökezlendi. Henüz kendine tam olarak gelememişti. Şoför mahalline geçip oturmadan emniyet kemerini bağladım. Artık yola koyulabilirdik. Ve ben hâlâ Tarabya'daki karşılaşacağımı bilmiyordum...
villada
neyle
Yol boyunca Berrin hiç konuşmadı. Hatta ağzını açıp tek kelime etmedi, sadece burun kemiğinin verdiği acıdan zaman zaman kesik iniltiler
çıkarıyordu. Arabayı mümkün olduğu kadar hızlı sürüyordum. Bir yandan da düşünmeye çalışıyordum. Kadızâdeler tuhaf bir aileydi, yakından tanımaya başladıkça insanı şaşırtan, içyüzlerini saklamayı başarıyla beceren, muhteris ve gözü dönmüş kişilerdi. Hatta bir ara Merve'nin de işin başında bu komploya dahil olup olmadığı aklımdan geçmedi değil. Ama o masumiyetini ve bana olan sevgisini kanıtlamıştı. Onun için endişeleniyordum. Babasının da sağlam bir ayakkabı olmadığını anlamıştım artık. Küçük kızıyla anlaşıp Merve'yi öldürecek raddeye varmasa da, ona maddi ve manevi baskı uyguladığı artık ortaya çıkmıştı. Bu akşam üstü sevgilime ettiğim telefonu anımsadım yine. Ağlamaklı haldeydi ve telefonu çabuk kapatmıştı. Belki de kapatmak zorunda kalmıştı. Görüşme sırasında babasının yanı başında olduğuna emindim, muhtemelen konuşmamızı dinlemişti. Merve'yi evde ne durumda bulacağım konusunda da içimde kuşkular doğdu. Acaba evde Ruhi bey onu da silah zoruyla mı tutuyordu? Bu baba kızdan her şey beklenebilirdi. Az sonra anlayacaktım. Çok dikkatli olmalıydım.
Az evvel şansım yaver gitmişti ama her zaman bu kadar şanslı olamayacağım da bir gerçekti. Villanın bulunduğu tepeye tırmandık. Arabayı evin az gerisinde durdurdum. Uzaktan binaya bir göz attım. Alt kattaki bütün ışıklar yanıyordu. Önce ben indim arabadan. Sonra Berrin'i çıkardım dışarıya. Hiç karşı koymadı. Yanımda süklüm püklüm duruyordu. Müthiş bir yüzleşme olacaktı az sonra. Çok dikkatli olmalıydım. Sağ kolumla sıkı sıkı tuttum Berrin'i. "Hadi yürü, homurdandım.
içeriye
giriyoruz"
diye
Sendeleye sendeleye beni takip etti. Onu âdeta sürüklüyordum. İçerde nasıl bir durumla karşılaşacağım hakkında hâlâ bir fikrim yoktu. Sinirlerim inanılmaz ölçüde gerilmişti. Kapıya vardığımda kısa bir tereddüt geçirdim. Zili çalamadım. Acaba bu kadar fesatı göze alan bir aile, işlerin kötü gideceğini düşünerek, başka tedbirler de alabilirler miydi? Neden olmasındı? Kapıyı çalmadım. Önce dışardan evi bir kontrol
etmeye karar verdim. Berrin'i yüzme havuzunun bulunduğu arka bahçeye sürükledim. Villanın o bölümünde bütün ışıklar sönüktü. Bu da evdeki müstahdemin çekildiği anlamına gelirdi. Çıt çıkmıyordu etrafta. Bir yaz gecesi için fazla sessizdi ortalık. Şüphelenmeye başladım. Bir tuzak ihtimali olabilir miydi? Ama kim kuracaktı bu tuzağı? Belki de anlamsız yere vehmediyordum. Yılanın başı yanımdaki kadındı ve onu da etkisiz hale getirmiştim. Yeniden ön kapıya yürüdüm. Berrin'i kolundan tutup sürüklemesem her an yere yığılabilirdi. Galiba işi biraz da oluruna bırakmıştım, mümkün olduğu kadar dikkatli davranmaya çalışsam da, sinirlerim yorgun düşmüştü, bir an önce sevdiğim kadını sağlıklı bir şekilde bulmayı düşlüyordum. Zili çaldım. Kapıyı hizmetçi kız açtı. Onu daha önceki gelişlerimden tanıyordum. Berrin'le beni yan yana görünce irkildi. Belli ki o da bu oyuna katılanlardandı, hatta hanımının kız kardeşini yüzü gözü ve giysilerini kan içinde görünce irkildi, ama hiç sesini çıkarmadı. Kısık sesle, "Merve hanım nerede?" diye sordum. Kız endişeli bir sesle, "Salondalar, efendim" dedi. "Yalnız mı?"
"Ruhi beyle beraberler. Geldiğinizi haber vereyim." "Gerek yok" dedim. Yolu biliyordum. Berrin'i itekleyerek önüme alıp yürüdüm. Bu arada tedbir olarak pantolonumun cebindeki tabancayı da elime almıştım. Kapıyı ardına kadar açtım. Sevgilim koltuklardan birine oturmuş, bitkin ve çökük ağlıyor du. Ruhi bey ise masanın üzerine yerleştirdiği tepsisindeki içkiyi ve mezelerini atıştırmakla meşguldü. İkimizi yan yana görünce ikisi de dona kaldılar. Merve bir çığlık atarak ayağa fırladı. Gözleri irileşmişti. Ruhi beyin dudaklarına götürdüğü rakı kadehi ise havada kaldı. Berrin'in kanlı görünümü ve ikisinin de yüzlerindeki şaşkın ifadeden bu gece olanlardan haberlerinin bulunmadığını anlamam mümkün oldu. Yine de ilk toparlanan Merve'ydi. Kısa bir an kardeşine kin kusarak baktı. "Neler oldu?" diye bağırdı. Sonra Berrin'le aramızda geçenleri tahmin etmiş gibi hızla bize doğru koştu.
"Seni gidi yılan! Yoksa Attila'ya....." Sözünün devamını getirmedi Merve, aramızda neler geçtiğini sanırım anlamıştı. Birden vahşi kaplan gibi kardeşine saldırdı ve olanca hışmıyla yanağına bir tokat indirdi. Bununla da yetinmeyerek kana bulaşmış bluzunun yakalarına yapışarak sarsmaya başladı. "Söyle! Konuş, nankör domuz! Ne haltlar karıştırdın?" Berrin'in kendini savunacak gücü yoktu. Ayakta durabilmesi için kavradığım kolunu da bırakmıştım. Ablasının saldırısıyla sallandı yerinde, sonra güçlükle masanın kenarındaki bir iskemlenin üzerine çöktü. Tamamıyla saf dışı kalmıştı artık. Sağlam kolumla Merve'yi tuttum. Gerçekleri ağzımdan işitmedikçe daha ileriye gitmesini istemiyordum. Gözleri elimdeki tabancaya takılan Ruhi bey de bet beniz atmıştı. Yine de, "Neler oluyor burada?" diye sordu. Onu duymazlığa geldim. Merve'ye dönüp, "Sen nasılsın?" diye sordum. Gözleri ağlamaktan şişmişti. "Artık her şeyi biliyorsun, değil mi?" diye sordu bana.
Gülümsedim sevgilime. "Hem de uzun zamandan beri" dedim. Uzun uzun yüzüme baktı. Gözyaşları sicim gibi yanaklarına dökülüyordu. "Beni affedebilecek misin?" diye fısıldadı kısık bir sesle. "Bütün olanlara hep ben sebebiyet verdim. Hepsi benim hatam. Cesur ve yürekli olup sana bir türlü gerçekleri anlatamadım. Seni sonsuza kadar kaybetmekten korkuyordum. Lütfen beni bağışla. Seni çok seviyorum." Onu kollarımın arasına aldım. "Biliyorum" diye fısıldadım. "Benim de hatalarım oldu. Durumu bu kadar sürüncemede bırakmayacaktım. Sana yardımcı ve anlayışlı olmalıydım." Merve de bana sarılınca yaralı kolum acıdı ve yüzüm buruştu. Acımı hisseden sevgilim endişeyle yüzüme baktı. "Yoksa yaralı mısın?" "Önemli değil, sadece bir sıyrık." Kardeşini göstererek, "O mu yaptı?" diye sordu. Sıkıca kavramasam yine Berrin'e saldırmaya
hazırlanıyordu. Engelledim. "Artık bütün ailen buradayken konuşmanın ve bazı gerçekleri su yüzüne çıkarmanın zamanı geldi" dedim. Merve hiç sesini çıkarmadı. Ruhi bey bitik bir halde bakışlarını önündeki tepsiye çevirmiş, ezik ve yenik bir şekilde söyleyeceklerimi dinlemeye hazırlanıyordu. Hayrettir, fakat söyleyecek fazla bir şey bulamıyordum. Sanki o an nutkum tutulmuş gibiydi. Ne içimde çöreklenen hiddeti, ne de Ruhi beyle, küçük kızına ait olan öfkemi, ifade edecek kelimeleri toparlayamıyordum. Bir süre şaşkın şaşkın onlara baktım. Kıskançlık, haset ve para hırsının yarattığı feci bir aile dramı yaşanıyordu. Belki herkes suçluydu, belki de asıl suçlu babamdı. Hem de işin en başından beri. Serveti ile insanlara mutluluktan ziyade felâket ve dert getirmişti. Onu bana eski dostları, ileriyi gören bir adam diye tanıtmışlardı. Doğru muydu acaba? Aklı selim sahibi bir insan bu yaptığı inanılmaz planlarla sevdiği kişilerin geleceğini mi hazırlamıştı, yoksa onları içinden çıkılmaz bir mücadele girdabının ta ortasına mı sürüklemişti? Bilmiyordum, karar da veremiyordum o an.
Ama gördüğüm tek gerçek şuydu. Tüm çevresindekiler maddi olarak paraya boğulmuşlardı, ama hiç biri mutlu değildi. Önce kendimi ele aldım; Merve benim için bir hazineydi, ama onu babamın el değmemiş karısı olarak tanımak istemezdim. Merve'nin durumu da aynıydı. Şimdi çok zengin bir kadındı ama az kalsın yıllardır sevdiği erkeği kaybetmesine ramak kalmıştı. Berrin'e acıyarak baktım. Çocukluğundan beri ablasına duyduğu kıskançlık hissi, babamdan kalan servet nedeniyle aklını başından almış ve neredeyse cinayete kadar varacak bir yola itmişti. Ruhi bey de yine para uğruna aile bağlarını hiçe saymış ve işin bu derece vahim bir hâle geleceğini düşünmese bile, küçük kızının tarafını tutarak Merve'nin sonunu getirecek bir komploya çanak tutmuştu. O zaman bir gerçeği fark ettim. Para insan yaşamında vazgeçilmez bir güçtü ama yaşamın tek vazgeçilmez unsuru da değildi. Babamın mirasına konmadan önceki yaşamımın bana daha huzur ve iç rahatlığı verdiğini anladım. Galiba asıl eski günlerimi özlüyordum ben. Çok kazanmasam da daha mutluydum. Miras haktır, lâfı gerçekte palavraydı; insan kendi emeğinin ve üretkenliğinin getirdiği paranın kıymetini daha iyi anlıyordu.
Babamın bıraktığı tüm maddi varlıktan tiksindiğimi hissettim bir an. Bu işteki tek kazancım Merve olmuştu. Benim için babamın mirasından bana kalan tek armağan oydu. "Seni seviyorum" diye fısıldadım yeşil gözlerinin içine bakarak "Hadi" dedi. "Artık konuş ve hepimizin geleceğini tespit et." "Ben mi?" dedim afallayarak. "Tabii sen" dedi. "Başka.kim olacak. Buraya herkese haddini bildirmeye gelmedin mi? Şimdi tam zamanı. Bundan iyi fırsat olamaz, işte, kötü niyetli babam, muhteris ve kana susamış kardeşim ve korkak sevgilin.. Hepimiz buradayız. Alacağın kararı bekliyoruz." Birer birer yüzlerine baktım. Buruk nazarlarım üzerlerinde dolaştı. İnsanlığımdan utandım. Ben, babam gibi çevremdekilerin geleceğini tayin edemezdim. Merve'yi kolundan tuttum. "Hadi, gidiyoruz" dedim. Hayretle yüzüme baktı. "Nereye?" "Benim evime." "Ya bunlar? Onlar ne olacak? Böylece bırakacak mısın?"
Rahatladığımı hissediyordum. Galiba hayatım boyunca yaptığım en uygun davranıştı bu. Sevgilimin beline elimi doladım ve onu dışarıya doğru sürükledim. Merve hâlâ şaşkınlık içindeydi. Kulağına fısıldadım. "Seni seviyorum. Geriye kalan her şey boş ve beni ilgilendirmiyor artık." Arabama doğru yürürken dünyayı yeniden keşfetmiş kadar mutluydum. Merve'nin yüzündeki şaşkın ifade ise mutluluğumu pekiştiriyordu.... Bitti.