http://genclikcephesi.blogspot.com
TÜRKİYE'Yİ SOKAKTA BULMADIK
http://genclikcephesi.blogspot.com
Dizgi - Baskı - Y...
56 downloads
314 Views
825KB Size
Report
This content was uploaded by our users and we assume good faith they have the permission to share this book. If you own the copyright to this book and it is wrongfully on our website, we offer a simple DMCA procedure to remove your content from our site. Start by pressing the button below!
Report copyright / DMCA form
http://genclikcephesi.blogspot.com
TÜRKİYE'Yİ SOKAKTA BULMADIK
http://genclikcephesi.blogspot.com
Dizgi - Baskı - Yayımlayan: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A . Ş . Ağustos 1997-
TÜRKİYE'Yİ SOKAKTA BULMADIK YUNUS NADİ
Cumhuriyet
GAZETESININ OKURLARıNA ARMAĞANıDıR.
http://genclikcephesi.blogspot.com
-IİSTANBUL İŞGAL EDİLİYOR, MEBUS AN MECLİSİ BASILIYOR Mustafa Kemal, fevkalade hadiselerin arifesinde bulunulduğunu, işgalden dört gün evvel İstanbul'daki arkadaşlarına haber vererek onları Anadolu'ya çağırıyor. Bu hatıraların mevzuunu iki büyük safhaya ayırmayı muvafık buldum. Bu ayırma hadisesini Mustafa Kemal Paşa'nm İstanbul işgaline takaddüm eden ve bu hadiseyi keşfeylemiş bulunan bir telgrafnamesi deruhte eylemiş (üst lenmiş) bulunmaktadır. Tarihe takaddüm ve tahakküm eden bu telgrafname, mütareke ile milli cidalin hatt-ı faslı nı (bırakışma ile milli savaşın ayırıcı çizgisini) teşkil eden bir şaheserdir; 12 Mart 1920 tarihiyle Ankara'dan çe kilmiştir. "İngiliz mümessili olarak Ankara'da bulunan (Vitol) dün buradan ağır eşyasını da alarak şömendöfere binip git miştir. Hükmetmek lazımdır ki fevkalade hadiselerin ari fesinde bulunuyoruz. Daha ziyade İstanbul'da vuku ve ta hakkukuna intizar olunabilecek olan bu hadiselerin tevlit edebileceği mühim ve vahim vaziyetler üzerine arkadaşla-
5
nn nazarı dikkatlerini celbe musarraat ederim. Her ihtima le karşı bilhassa Anadolu'da bulunmaları faydalı olan arka daşların gafil avlanmayarak icabında sür'at ve emniyetle • Anadolu'ya geçmek için şimdiden tertibat almış olmaları lazımdır. Mustafa Kemal" Telgrafnamenin ne aslı, ne sureti, bende mevcut değil dir. Binaenaleyh bir iki kelime veya ibare farkı olabilir. Fa kat esası, ruhu ve manası itibariyle yazdığımdan ibaret olan telgrafhame Ankara'dan -o zaman kullanılan hususi vası talarla- 920 Martı'nm galiba 12'nci gecesi çekilmiş ve bu rada ertesi 13 Mart akşamı o vakit Sivas mebusu olan Ka ra Vasıf Bey'in Şişli'de Osmanbey karşısındaki evinde Hü seyin Rauf, Bekir Sami, Kara Vasıf beylerle ben olduğum halde okunarak vaziyet mütalâa ve müzakere olunmuştur. İstanbul'u işgal etmekte bulunan devletlerin o günler de bir şeyler yapacaklarına ait olarak biz de bazı haberler almış bulunuyorduk. Fakat ne yapacaklarını sarih (açık) olarak bilmiyorduk. En ziyade hatıra gelen şeylerden biri Meclis'in muhasarasiyle bazı kimselerin tevkifi ve üst ta rafının dağıtılması ihtimali idi. Biz en ziyade bu ihtimal üze rinde durarak -diğer arkadaşları paniğe salmamak için- son dakikaya kadar sebat ile beraber daima müteyakkız bulu narak yine son dakikada yakayı ele vermeden savuşmaya ve bilhassa paşanın da işareta ettiği gibi Anadolu tarafına geçmeye karar vermiş idik. Malûm olduğu üzere paşamızın ihtimal verdiği mühim hadise 16 Mart'ta İstanbul'un işgali şeklinde tahakkuk et ti (gerçekleşti) ve o akşam İngiliz gizli zabıtası reisi kapi6
ten (Yüzbaşı) Benet'in gönderdiği otomobilli İngiliz po lisleri Meclis'e girerek Rauf ve Kara Vasıf Bey'i istediler. İngilizler aşağıda istedikleri adamları beklerken biz yukar da fırka odasında bir saatten fazla süren bir müzakere ile Rauf ve Kara Vasıf Beyleri firara ikna için uğraştık. Evve la iki asker elbisesi getirildi. İki arkadaş iki nefer gibi savuşabilirlerdi. Bunu kendileri doğru bulmadılar. Sonra Meclis binasının bitişik bulunduğu âyân dairesinden geçi lip gidilebilirdi. Bunu da Hüseyin Rauf Bey istemedi. Ni hayet iki arkadaş Allah'a sığınarak İngilizlere teslim olup gittiler. Bizler bizar ve muztarip (küskün ve sıkıntılı), on ların arkalarından bakakalmış ve ilk hayretlerimizin geç mesini müteakip kendi başlarımızın çaresini görmeye git miştik. îşgal hareketinin hedefi ne idi? 16 Mart İstanbul işgali ortalığa mümkün olduğu kadar fazla dehşet vermek isteyen tertibat ile vuku bulmuştu; had di zatında bunu vahşiyane bir nümayiş addetmek (saymak) mümkündür. İstanbul, zaten muteliflerin (itilaf devletleri nin) fiili işgalleri altında bulunuyordu; karaya istedikleri kadar asker çıkarmışlardı, daha istedikleri kadar çıkarabilmeye.de hiçbir mani görmemekte idiler. Binaenaleyh o za manın hükümetine -hatta ortada bir Meclis bulunmasına rağmen- sadece bir nota vermekle de fiili ve zaten çok tecavüzkâr işgali resmi bir tasallut ve tahakküm haline kalbetmiş olurlardı. Hal böyle iken onlar bu işe mahsus ve kuvvetin aza metinden (büyüklüğünden) ziyade, vahşetini göstermeye
7
yeter tertibat ile hususi bir mahiyet ve manzara vermeye iti na etmişlerdir. Daha şafakla basılmaya başlayan resmi müessesatımızla karakollanmızdaki askerlerimiz ve memur larının dipçik darbelerine maruz bırakıldıkları gibi bunlar dan masum uykuları içinde şehit edilenler bile olmuştu. İstanbul limanını dolduran harp gemilerinin en büyük leri köprüye ve nhtımlara yanaştırılarak en büyük toplan İstanbul üzerine tehditkâr bir vaziyette çevrilmişti. İstan bul işgal kumandanlığım, zahirde (görünüşte) çok fazla gi bi görünen bir harekete sevk eden sebepleri, şimdi daha vu zuh ile (açıklıkla) hatırlayabiliriz: 1 - İstanbul o zamanki acz ve ıstırabına rağmen işgal kuvvetleri, Türk'ün yalnız ismi ve yalnız manzarası muva cehesinde yine garip bir korku duymaktan kendilerini menedemiyorlardı. Bu hakikati bir Fransız dostumun bana vu ku bulan tevdiatında gözlerimle görmüştüm. Onlar emni yet ve selametine kail oldukları her cins ve millete mensup eşhastan mürekkep geniş bir istihbar şebekesine istinaden memlekette el altından kaçırılan ve kimbilir nerelerde ne maksatlarla cemedilmek istenilen silahlardan, şurada bu rada alman tertibattan, tecemmüattan ve hatta tahşidattan (yığınaklardan) haberdar bulunuyorlardı!.. Onlar bütün kuvvet ve ceberrutlariyle İstanbul'u aşgalleri altında tuttuklan halde için için gölgelerinden bile korkacak halde bulu nuyorlardı. 2 - Anadolu'da kısmen fiili ve kısmen de -o zamanlıknazari mahiyette bir mukavemet fikir ve ruhu vardı. İstan bul'da zaten ölmüş Babıâli teşkilatına kafasma mutantan bir darbe indirilmekle bütün Türk milleti felce uğratılabilir zihniyetine de ehemmiyetli bir hisse ayırmak lazımdır.
3 - İngilizler ve hatta bütün yabancılar Türk milletini öldürmeye müekkel olan bu hareketlerinde kendilerine sa rayda kuvvetli bir müzahir ve muavin bulmuşlardı. Saray, devlet ve millet aleyhine yapılan ve yapılacak her hareke ti tasvip ediyor, hatta bu hususta aklınca ecnebilere yol bi le gösteriyordu. Sırası geldiğinde vesikaya müsteniden söy leyeceğim ki ecnebiler İstanbul işgalinin daha ilk günlerin den itibaren Sarayı tutarak Meclis'i ve milleti daha kolay boğabilecekleri kanaatine varmışlardı. • 16 Mart sabahı Babıâli caddesinden köprüye doğru inerken memleketi çok ağır, adeta boğan bir kâbusun kap lamış olduğunu gördüm. Hiç kimse bir şey bilmiyor, orta lıkta vahşi gözler ile yalmz ecnebi askerlerin şuraya bura ya gittikleri, onların geçmesine ihtizaren halkın bir yere bi riktiği, tramvayların toplandığı görülüyordu. Büyük topla rı İstanbul'un üzerine tevcih edilmiş kocaman dretnotlar ta kenara gelmişlerdi, uzaktan görülmeye alışılmış olan bu ala metlerin bu kadar yakın gelmiş olması bile hayret oluna cak şeydi. Ne yapmalıydım? Galata'da bir arkadaşımın yazıhanesine kadar giderek ve orada bir müddet kalarak vaziyet hakkında şuradan bu radan malûmat aldım. İşgal keyfiyeti anlaşıldı. Mahsusan (özel olarak) gönderdiğim bir arkadaş ile Meclis' in ne hal de bulunduğunu öğrendim: Orada henüz bir şeyler yoktu, bir defa Meclis'e gitmek lazımdı, fakat bu gidişin nereye varacağı bilinemezdi. Binaenaleyh ondan daha evvel evi9
me malumat ve talimat vermek lazımdı. Alelacele refika mı buldum. Kendisine vaziyeti izah ettikten ve artık bizim Anadolu'ya geçmekten başka yapacağımız bir şey kalma dığını anlattıktan sonra dedim ki: - Bugün, yarın, öbür gün ve pek galip bir ihtimal ile ya gece yansı, yahut sabah şafakla bizim matbaa -ev (daha ev vel Şişli'deki evim İngilizler tarafından işgal edilmiş oldu ğundan bir müddetten beri ailece matbaaya iltica etmiş bu lunuyorduk) İngilizlerin nagihani (ansızın) bir hücumuna maruz kalacaktır. Emsali delaletiyle biliriz ki gelenlerin gösterecekleri marifet, ortalığa korku ve dehşet salmaya ça lışmak olacaktır. Mesela cümlesinin ellerinde göğüslerini ze tevcih edilmiş tabancalar olacak, beni ararken sözleri ile ve hareketleri ile çok şedit olacaklardır. Bunlan şimdiden bilirsen korkmazsın. Senin korkmamaklığm kâfi değildir. Bilhassa çocuklann korkmamalan lâzımdır. Binaenaleyh bu dakikadan tezi yok, onlan korkmamağa alıştır. Bana ge lince, ağlebi ihtimal (büyük olasılık), Allah'a ısmarladık!.. Rauf ve Kara Vasıf Beyler tevkif ediliyor Öğle üzeri Meclis'e gittim. Büyük kapının kısa bir merdivenle çıkardığı alt kat salonunda Rauf Bey'i bir aşa ğı iki yukarı dolaşıyor buldum. Beni şen ve şuh karşıladı: - "Gelsin deyyuslar, işte buradayız!" dedi ve güle gü le vaziyeti kendi gördüğüne göre hikâye etti. O söyledi, ben söyledim. Muhavere her şeyin bitip bitmediği ve artık sa vuşmak sırası gelip gelmediği noktasına geldiğinde Rauf Bey şu neticede karar kıldı: - Karanınız karar. Ancak biz hadisenin bu kadanm kâ-
10
fi görerek savuşursak Meclis'in alt tarafı panik yaparak da ğılır, gider. Ben istiyorum ki Meclis dağılmasın, fakat da ğıtılsın. Onun için vukuata intizaren biraz beklemek lazım. Bunu bilhassa kendim için vazife görüyorum. Bakalım ne zuhur eder?.. Ne zuhur edeceği çok belli olmasına rağmen Rauf Bey bu fikrinde sabit idi. O gün Meclis'in hali bir hezeyan man zarası arzediyordu. Azimkar olanlar çok asabi idiler. Öbür takım ise maruf tabiri ile sıfırı tüketmiş vaziyette bulunu yorlardı. Fevkalade zamanlarda insanlarda gördüğüm çok küçük ve çok bayağı vaziyet ve tavırlara, on üç senelik teş rii (yasama) hayatımda, bilhassa meclislerde rastgeldim. İş te 16 Mart günü de onlardan biri idi. Resmi işgalin istihdaf ettiği (hedeflediği) tesir bilhassa Meclis'te görünüyordu. Pek az istisnasiyle hemen hiçbir kimsede hiçbir karar yok tu. İşgale rağmen Meclis'in devam edebileceği zihniyetin de bulunanların çokluk teşkil ettiklerini söylersem vaziye tin garabeti bilhassa şimdi daha iyi anlaşılabilir. Yalnız Meclis değil, Meclis'le beraber hükümet dahi hezeyan halinde idi. Anadolu'ya bir heyeti nasıha gönder mek fikri o gün kuvvet buldu. Hükümet, bu İstanbul işga linden alınarak Anadolu'nun hemen harekete geçmesini muvafık bulmuyordu. Bunu temin edecek muslih çare ol mak üzere Mustafa Kemal Paşa nezdine bir heyet gönde rilmesini düşünmüş, hatta adamlarını da kendi seçmişti: Konya mebusu Hoca Vehbi Efendi, Esldşehir mebusu Ab dullah Azmi Efendi, Kastamonu mebusu Yusuf Kemal Bey, Sinop mebusu Rıza Nur Bey... Ciddi arkadaşlarca küfürlerle karşılanan bu tertibi Meclis ve divan riyaseti ile beraber bu arkadaşlar da kabul 11
etmişlerdi ki, hikâyenin tatbikattaki mabadını (devamını) bütün gülünçlüğü ile beraber sıralarında kaybedeceğim. İkindi üzeri, hâlâ bilmiyorum ne için, Hüseyin Rauf Bey'le Hoca Vehbi ve Abdülaziz Mecdi (Karesi) efendiler den mürekkep bir heyet saraya giderek padişahı görüp gel diler. Galiba bu mülakat dünden veya evvelki günden mevzuubahisti ki o gün Hüseyin Rauf Bey, daha sabahtan pa dişahın huzuruna girip çıkabilecek gibi giyinmiş bulunu yordu. Heyet, saraydan abus ve vakur döndü. Herhalde mü lakat memnuniyet verici bir şey olmamalı idi. Fakat bunla rın tahkikine ne zaman ne de imkân vardı. Hezeyan hali devam ederken, nihayet otomobille İngi liz polisleri gelip çattılar. En büyük hezeyan bunu takiben fırka odasında Rauf ve Kara Vasıf beylerin ingiliz zabıta sına teslim olmalarına müntehi olan (uzanan) yirmi otuz kişilik içtimada görüldü. Yukarıda yazdığım gibi, bir türlü firara ikna olunamayan Rauf ve Kara Vasıf Beyler İngiliz zabıtasına teslim olup gitmişlerdi; bizler de başlarımızın ça resine bakmak üzere -biraz da çil yavrusu gibi- dağılmış tık. İbrahim Süreyya Bey'le Meclis'ten ayrılıyoruz Rauf ve Kara Vasıf beyler, otomobilleri ile Meclis'e da hil olan İngiliz zabıtasına teslim olup gittikten soma, o za man Saruhan mebusu olan (sonraları İzmit mebusu) İbra him Süreyya Bey'le beraber, İbrahim Süreyya Bey'in Be şiktaş'ta Akaretler'deki evine gitmek üzere Meclis'ten çık tık. Eski bir inkılap arkadaşım olan İbrahim Süreyya Bey İngilizlerin ilk merhalede (aşamada) tevkifine ihtimam
12
edecekleri (özen gösterecekleri) kimselerden değildi. İs mi etrafında çok gürültü geçmemiş olan bu ciddi, temiz ve pek azimkar arkadaşımı Anadolu'dan henüz gelmişti. Kendisi İzmir ve havalisi cephesine gitmek üzere 1919 Mayısı'nm son yansında İstanbul'dan ayrıldıktan sonra Anadolu'nun garbından şarkına giderek Amasya'da Mus tafa Kemal Paşa'ya iltihak etmiş ve onunla beraber Erzu rum ve Sivas kongrelerine iştirak etmişti. Nihayet intiha batta Saruhan'dan mebus çıkarak İstanbul'a gelmişti. Akaretler'de öteden beri ailesinin oturduğu ev ise zabıtanın hatmna gelemeyecek bir yerde idi. Vakit zaten geçti; geceyi orada emniyet, huzur ve selametle geçirebilirdik. Yolda ağzımızı bıçak açmıyordu. O kadar sıkkın bir halde idik. Şu Rauf ve Kara Vasıf beylerin -savuşmak im kânı varken- İngiliz zabıtasına teslim olup gitmiş olmalanm ne Süreyya, ne ben bir türlü havsalamıza sığdıramıyorduk. Galiba bu bize çok fena bir başlangıç hissini veriyor du. Bu böyle olmamalı idi, bu böyle olmayacaktı. Rauf ve Kara Vasıf beyler Meclis'ten çıkıp gidecekler, İngiliz zabı tasının eline geçmeyeceklerdi. İngiliz zabıtası ondan son ra belki Meclis'in içerisinde arama yapabilirdi. Tabii kim seyi bulmayacaktı. Bu neticeden onlar korktuğu kadar kendi efkân umumiyemiz memnun ve münşerih olacak, ümitvar olacak, on da kendisi için kuvvet ve azim menbaı bulacaktı. Bunun ak si, bittabi makûs neticeler verebilirdi. Rauf Bey o zaman İstanbul'da Anadolu'nun en büyük mümessili gibi görünü yordu. Halbuki evvel ve ahar her ümit Anadolu'da idi. Onun tatuLması Anadolu'nun tutulup kıskıvrak bağlanması manasına alınabilirdi. Kaldı ki Anadolu'da bir fazla adam, 13
bir fazla kuvvet demekti. Eğer cidal yürüyecekse Anadolu da Rauf ve Kara Vasıf beylerin vücutlarından asla müstağ ni değildi. İş öteki itibar ile de, bu itibar ile de, hülasa her itibarla kötü idi. Rauf ve Kara Vasıf beyler İngiliz zabıta sına teslim olmayacaklardı. Kendilerine bin rica ve minnet le arzolunan firar imkânlarından behemehal istifade ede cekler, bir kerre Meclis'ten savuşup gidecekler, ondan son ra da Anadolu'ya geçmek çaresini bulacaklardı. Süreyya ile yolda gidiyor ve tepeden tırnağa kadar te essür kesilen bir asabiyet ile hep bunları düşünüyorduk. Arada teati olunan kesik bir iki cümle ikimizin de aynı dü şünceler üzerinde bulunduğumuzu ifşa ediyordu. • Nihayet Süreyya'nın evindeyiz ve benim odamda!.. Evet benim odamda... Şimdi 920 Martı'nın 16'smda bulu nuyoruz. İtilaf kuvvetleri ise 918 İkinci Teşrininin ilk haf tasından itibaren İstanbul'dalar. Aradaki iki seneyi geçen za man zarfında kâh ben İstanbul'da Damat Ferit hükümetler iyle, kâh İngiliz kuvvetleriyle hep saklambaç oynayarak vakit geçirdim. Bu iki seneyi geçen zamanın belki yansın dan fazlasını İstanbul içinde firar ve takip ile geçirdim. Bu firar ve takiplerin birçok haftası da işte bu odada geçmiş tir. O zaman Süreyya burada değildi. Anadolu'da idi. Aynı zamanda benim de annem olan annesi burada benim hemdemimdi. Ben burada Hammer tarihini tetkik etmiştim. Ben orada bulundukça evin içinde derin bir sükut hüküm sürer, herkes ayağının ucuna basarak yürürdü. Mustafa Kemal Paşa'nın merhum annesi de iki ev aşağıdaki bir evde otu rurdu. Halep dönüşünde paşayı orada ziyaret etmiştim. Kal ben hissederdim ki orada da gece gündüz gözleri semaya 14
dikili vücutlar Allahlanna yalvarmaktadırlar. Kalben onla rın dualarına iştirak eder: - Yarabbi, derdim, sen hiç bu kadar kudsi ve masum kalplere yardım etmez olur musun? Yardım etmezsen hat ta Allah olur musun?.. Evet, Süreyya'nın evinde ve benim odamdayız. Benim oraya gelmekliğim ev halkına zaten bir fevkaladelikten ni şan vermiştir. Hiç kimse bir şey sormuş değildir. Fakat der hal hissettim ki yine ayaklarının ucuna basılarak yürünülmeye başlanmıştır. Süreyya ile vaziyeti bir daha gözden geçirdik. Ara mızda hep aym meseleye müteveccih (soruna yönelik) binbir çeşit hasbıhalin neticesi şu oluyordu ki Rauf Bey me seleyi yirmi beş, otuz arkadaşın müzakeresine arzetmekle fena etmişti. Filhakika Rauf Bey fırka odasında toplanabilen arkadaşlara: - İngilizler iki arkadaşınızı tevkif etmeye gelmişler, nasıl hareket edeyim?.. Meseleyi müzakere ederek karar ve rin, öyle yapacağım... Demişti. Ve şunun bunun kırık dökük üç beş sözünü müteakip yine kendisi ilave etmişti: - Arkadaşlar, olan şey beklediğimiz bir hadise değil dir. Osmanlı Meclisi Mebusan'ı nihayet bugün işte fiilen taarruza uğramış bulunuyor. Bu hadisenin memleket mu hiti için elbette ve pek büyük manası vardır ve olacaktır. İki arkadaşınızın İngilizler tarafından tevkiflerine teşebbüs olunması, bu manayı arttıracak bir şeydir. Teslim olup ol mamak şıklarından birini tercihe gelince, verilecek karar si zin olmakla beraber İngilizlerin benim şahsıma atfettikle ri ehemmiyete binaen teslim olmamak şıkkında Meclis'in
15
topa tutulması ve ezcümle benim yüzümden pek çok arka daşların takip ve rahatsız edilmeleri gibi neticeler dahi do ğabilir. Hangi şıkkı ihtiyar etmekliğimiz lazım geldiğine ka rar verin, öyle yapalım...' Orada hele bu sözleri işittikten soma, hatta işitmeseler dahi, yirmi otuz kişi böyle bir meselede kat'i ve azim kar bir karar alamazdı. Müzakere bermutad hezeyan man zarası arzetti. Yalnız hakikaten azimkar üç beş kişi Rauf Bey'i firara ikna için nafile yere uğraşıp duruyorlardı. Fi rar da hakikaten pek mümkündü. Ezcümle ve fazla olarak Lazistan mebusu Osman bey Meclis'ten ayrıldıktan soma, her suretle emniyeti mecip ve selameti müemmen acar adamlarla dolu dört çifte bir kayığın emre amade olduğu nu ve alt tarafının da kendisine bırakılmasını teklif eylemiş idi. Olmadı, olmadı.. Nihayet müzakerenin keşfedebildiği mutavassıt çare şu oldu: - Bu İngilizler Meclis' i basmakla fena bir harekette bu lunmuşlardır. Bu iki arkadaşı Meclis içinden böyle cebren aldıklarını senetle beyan edebilirler mi?.. Hazırıma bu adeta bir keşif gibi göründü. Ekseriyetin tasvibiyle bir iki arkadaş İngiliz zabıtası ile konuşmak için aşağıya gittiler. İngilizler, kabul, demişler! Kabul mü, de mişler?.. Yazılsın şu senedin sureti bakalım! Yazıldı ve okundu.. Yok, şurasına şu kelime konulsun, burasına bu ke lime sıkıştırılsın. Oldu mu?.. Oldu. Âlâ. Sanki bir iş görü şülmüş gibi ekseriyet bu neticeden memnun. Hakikatte bu ekseriyet bu çare ile bir kâbustan kurtuluyor gibi idi. Ora da uzaktan ve ağır mütalaalar beyan eden öyle kabadayılar gördüm ki tavırlarının manası: 16
- Bana bir şey olmasın da İngilizler bin Rauf Bey'i al sınlar, umurumda değil. Hem bu belanın içine de nereden düşmüştük. Rauf Bey'i mi alacaklar, kimi alacaklarsa bi ran evvel alıp gitseler de geniş nefes alsak. Mefhumunu sarahaten ifade etmekte idi. Rauf Bey bu işte yirmi otuz kişiden karar istemeye be del (karşılık) evvela: Kendi kararı ile hareket edecekti. Za ten Mustafa Kemal Paşa'nm telgrafhamesi üzerine daha üç gün evvel verilmiş bir karar da vardı. Saniyen: Son merha lede böyle imansız yirmi otuz kişilik bir kalabalığın değil, belki azimkârlıklan kendince malum üç beş arkadaşının fi kir ve kararma müracaat edebilirdi. Bugün tarih olmuş olan bu hadisede umumi ve kati fikrim odur ki Rauf Bey'in sü rüklendiği netice, galiba kendisinin o zaman için öyle ol masını daha muvafık gördüğü neticesi idi. Hakikati ifade etmek için itirafına mecburum ki Kara Yusuf Bey neticeye kerhen (istemeyerek) sürüklenmiştir. Kulakları ağır işitir olduğu için bahse kanşamayan Kara Va sıf Bey, sabit bir heykel gibi sadece söylenen sözleri zeki gözleri ile ve merak ile takibe çalışıyordu. Vaziyetin siklet merkezi Rauf Bey üzerinde toplanmış olduğu için kendisi hiçbir fikir dermeyan edemiyor, ikinci, bir tabi halinde ne denilirse onu yapacak halde bulunuyordu. Fakat Allah bi lir ki eğer kaçılsın fikri galip gelseydi bundan o memnun olacaktı. Kaçılmasın marifeti galip geldiği zaman dahi ken disini tıpkı mukaddes bir maksat uğrunda hiç teprenmeden sehpaya giden biri gibi gördüm. Eğer hissimde aldanmıyor sam onun itirazsız Rauf Bey'le beraber gidişinde bir kur banlık koyun hali vardı. Bu manzarayı daima böyle hüzün ve eza ile hatırlarım. 17
Anadolu'ya nasıl geçebilecektik? Süreyya ile olanı bırakıp olacağı düşünmeye karar ver diğimiz zaman sabah olmaya yalandı: Anadolu'ya geçecek tik. Bu maksadı temin için kara ve deniz yollarım araştır mak lazım idi. Birincisine o, ikincisine ben bakmak üzere ayrıldık. Deniz yolunda başlıca ümidim Lazistan mebusu Os man Bey'in bulacağı çare idi. Kendisi Sadıkzadelerin dos tu idi ve onların da o günlerde Karadeniz'e kalkacak (Yeni Dünya) adlı bir vapurları vardı. Osman Bey onlarla konuş muştu. Evvela muvafakat eylemişlerdi. Birkaç arkadaş bi zi geceleyin vapura alarak kontrol zamanında sintine aralıklanna saklayacaklar ve nihayet Karadeniz'e çıkarıp Ana dolu limanlarından birine bırakacaklardı. 17 mart günü Osman Bey'le temasa geldim. Ümidi kuvvetli idi. Fakat vapurun kati olarak hangi gün kalkabi leceği bilinmiyordu. Ben bir an evvel vapura binilerek ora da intizar olunması muvafık olacağını söylüyordum. O ci het o gün için mümkün olmuyordu. Belki yarın mümkün olacaktı. Bana ait neticeden Süreyya'ya haber gönderilmek üzere yazıhaneye mektup bırakarak o akşam sular karardı ğında Bebek'ten sandalla Beylerbeyi'ne geçtim. Geceyi orada geçirdim. Ertesi gün öğle zamanı aynı tarikle (yolla) beri yaka ya geçerek yazıhaneye geldiğimde Süreyya tarafından gön derilmiş, beni beklemekte olan bir hoca efendi buldum. Bu bahriye tabur imamlarından İbrahim Efendi isminde biri idi. Süreyya ona muhtasar bir pusula vererek beni Beykoz' a davet ediyordu. Daha fazla izahatı hocadan aldım: 18
Bu Anadolu'ya geçmek meselesi İpsiz Recep takımı ile yapılabilirmiş. Ama o şimdi yakında olmadığından Ye tim Oğullan çetesi ile hareket etmek muvafık olurmuş. Bu suret hiç hoşuma gitmemekle beraber çaresiz Beykoz'a ka dar gidip Süreyya'yı ve vaziyeti yakından görmeli idim. Ho ca bizim apartımanda kalmış bir Avusturya mavzerini ala rak ertesi sabah Beykoz'a giden ilk vapura gelecek, ben de aynı vapurun ikinci mevkii kamarasında bulunacaktım. Fa kat yolda birbirimizle konuşmayacak, yalnız bilmem han gi iskelede yapılacak bir aktarmayı müteakip birbirlerimizi görerek Beykoz'a beraber çıkacaktık. Beykoz'a çıktığı mızda bir arada yürümeyerek o yirmi otuz metre ileride, ben o kadar geride, fakat kendisini gözden kaçırmayarak yürü yecektik. Nihayet onun dahil olduğu eve ben de girecek tim. Aktarma yapılacak iskeleden soma hocanın bir taraf tan zuhur etmesine nafile yere intizar ettim. Hoca yoktu, görünüşe göre hoca vapurda yoktu. Vaziyet biraz müşkülat peyda etti ise de Süreyya'yı Beykoz iskelesinde ismi bana verilmiş olan eczacı Ferit Bey marifetiyle de bulabileceği mi ümit ediyordum. Hiç tanımadığım Beykoz'da Ferit Bey'i dahi eczanesinde bulamayınca bir an için muallakta (hava da duran) bir cisim hali geçirdim ve zuhurata intizaren is kelede bir Rum kahvesinin köşesine çekilerek oradan ge leni geçeni tetkike koyuldum. Böylelikle Ferit bey bir müd det soma yine aranılabilir veyahut hoca öbür vapurdan çı kabilirdi. Ismarladığım kahve henüz gelmemişti ki, İbrahim Sü reyya Bey'in yeğeni Vahidettin Bey'in koltuğunda büyü cek bir paketle park istikametinde gitmekte olduğunu gör-
19
düm. Derhal kalkarak onu takip ettim ve ileride kendisine yetişerek beraberce o zaman galiba Beykoz Sulh Hâkimi olan Hakkı Bey'in hanesine gittik. Hemen ilk defa orada tanıdığım Hakkı Bey mert ve fedakâr bir arkadaştı. Beni hüsnü istikbal etti (iyi karşıladı). - Hani Süreyya?.. - Süreyya yok... O, dün akşam gitti. Hatta çantasını da burada bıraktı. Onu da bir jandarma ile arkasından yetiştir mek üzere yola çıkardık. - Nereye gitti, kiminle gitti, nasıl gitti?.. - Vallahi bu tafsilatı arkadaşlar daha iyi bilirler. Jan darma takım, kumandanı Salih Bey'le eczacı Ferit Bey'i bulalım da konuşalım. Biraz soma genç jandarma zabiti Salih Bey'le eczacı Ferit Beyler geldiler. Sinirli bir arkadaş olan Süreyya daha ziyade duramayarak yürümüş ve ben geldiğimde kendisi ne yetişmek üzere aynı yoldan benim de gelebileceğimi söylemiş. Evvela belki ben de giderim diye Süreyya'nın çanta sını götürmekte olan jandarma süvarisini telefonla geri çe virttik ve sonra vaziyeti mütalaa ettik. Salih Bey'e göre Sü reyya o akşam Tepeviran köyüne varabilirmiş. Ben de yo la çıkarsam ona yetişebilmekliğim ihtimali çok zayıfladı. Binaenaleyh o gün için benim yola çıkmaklığım kararın dan vazgeçildi. Yalnız zaten yola gidecek olan jandarmaya Süreyya'ya verilmek üzere bir mektup verdim. Bu jandar ma dahi Süreyya'ya yetişememiştir. Hocadan hâlâ haber yoktu. (Bu tabur imamı İbrahim Efendi'nin beş altı ay son ra, Adapazan'ndaki badirelerde biraderi ile beraber parça lanmış olduğunu Ankara'da hayret ve meraretle (acıyla) öğ renmiş olduğumu da buraya kayde de koyayım.)
20
Şimdi İstanbul'a dönmek lazımdı. Bunun için Paşabahçesi'nden bir kayık alarak Boğaz'ı onunla inmeyi ihtiyatlı bulduk ve Salih Bey'le karadan yürüyerek Paşabahçesi'ne geldik. Deniz fazla idi. Buna rağmen bir kayıkçıyı razı ede rek onunla İstanbul'a indik. O gün tekrar Lazistan mebusu Osman Bey'i buldum. Vaziyette tebeddül (değişiklik) yok tu. 18 mart günü böylelikle beyhude geçmiş bir gün oldu. O geceyi İstanbul'da Ahmet Nureddin Bey ismindeki arka daşımın evinde geçirmeye gittik. Sabahleyin erkenden bi zim matbaa -evde kızılca kıyametin koptuğu, uykudan uyandırılmak suretiyle bana bildirildi. İngilizler matbaayı basmışlardı, beni arıyorlardı! İngilizler 'Yeni Gün' matbaasını basıyor ve beni arıyorlar - Nasıl olmuş? - Nasıl olacak, işte müsellâh (silahlı) İngiliz polisleri, beraberlerinde Rum'dan, Ermeniden, hatta Türkten sekiz on casus oludğu halde, saat on dört reddelerinde müteaddit oto mobillerle matbaaya gelmişler, kapılan tutarak olanca şid detiyle, adeta kırasıya güm güm diye vurmaya başlamışlar. Gürültüden aşağıdan matbaa erkânı, yukanda aile efradı uyanmışlar, kapılar açılmış. Herifler içeri girerek her taraf ta, delikte deşikte sizi aramışlar.. - Aramışlar ve nihayet gitmişler mi?.. - Hayır bir türlü gitmek istemiyorlarmış. Sizin evvela evde olacağınızı tahmin ederek bulamadıklanndan dolayı hiddetlerinden kudurmuş haller göstermişler, nihayet bir kısmı idare memuru İbrahim Bey'i alıp götürmüşler. 21
- Zavallı İbrahim.. Acaba döğmek ve işkence gibi şid detler de yapmışlar mı?.. - Galiba bilhassa kadınlara ve çocuklara gözdağı ol sun diye matbaamn adamlarına çok şiddetli davranmışlar, pek çok hakaretler yapmışlar. Hatta İbrahim Bey'i iki ya kasından yakalamak suretiyle sürüklemişler... - Tüfek dipçikleri, tabanca tehditleri falan?.. - Galiba hepsi olmuş. - Demek ki tıpkı tasavvur ettiğim gibi hareket etmiş ler. Ne ise bunlar evce meçhul şeyler değildi. Demek be nim kendilerine söylediklerimin tatbikatını görmüşler. Bu nu geçelim de şimdi asıl işe gelelim. Ben bugün İstan bul'dan ayrılmak meselesini en kati surette halletmeliyim. Daha fazla vakit geçirmeye artık cevaz yoktur. Bu muhavere 18 Mart 336 (1920) sabahı evinde misa fir olduğum Ahmet Nureddin Bey'le aramızda alessabah cereyan etmişti. Kayın biraderi ile beraber Ahmet Nured din; - Hele biz bir kere dışarı çıkalım da işler ne hal ve mer kezde, görelim. Diyerek erkenden çıkıp gittiler. Onlar gittikten soma evde ben de çok kalamadım. Çok kalmak hesabıma gelme di. Gerçi ev emin idi. Fakat Ahmet Nureddin Bey şu mese le ve yol hakkında tahkikat yapıp gelinceye kadar vakit geçmiş ve bineaneleyh o gün dahi beyhude yere ölmüş ola bilirdi. Ben ise o gün behemehal bir karar almak ve müm künse hemen onun tatbikine dahi geçmek istiyordum. Bineanaleyh henüz vakit varken ben de evden çıkarak Çemberlitaş'tan Nuruosmaniye'ye giden yoldan ve mümkün ol duğu kadar arka sokaklardan yürüyerek arkadaşların Yağ
22
İskelesi'ndeki mağazalarına indim ve onun üst odasına çı karak kendileri ile görüşmek ihtiyacında olduğum kimse leri birer birer oraya celp etmeye başladım. Deniz yolu ile mi, kara yolu ile mi? Kendileri ile görüşmek ihtiyacında olduğum kimsele rin en önemlisi Lazistan mebusu Osman Bey'di. Deniz ve kara yollarından biri ancak onunla görüşülerek halloluna cak idi ve bence artık katiyyen hal de olunmalı idi. Öğle sonuna doğru Osman Bey de bulduruldu ve gel di. Kendisi gelirken Sadıkzadeleri son defa olarak yine gör müştü. Vaktinden evvel vapura girmek meselesi hiç bahse dilmedi. Çünkü hâlâ vapurun hareket edeceği gün katiyyen belli olmadığı gibi, vapur sahipleri o günlerde kontrol he yeti taharriyatının (aramalarının) adeta tazyikat derecesi ne çıkarılmış olduğuna bakarak vapurla gitmenin güçlük peyda ettiğini anlatmışlar! O halde ne yapacağız? Osman Bey'le bu nokta üzerin de konuştuk. İstanbul'da daha fazla kalmabilse belki deniz yolu için başka çareler düşünmek de mümkün olurdu. Fa kat bence meseleye hemen o gün karar verilerek f iiliyita ge çilmek behemehal lazımdı. O şerait (koşullar) içinde kala kala yalnız kara yolu kalıyordu. İşin felaket ve fecaati ora da idi ki günün birinde tahakkuk edeceği şüphesiz olan böyle bir ihtimal için icap eden arkadaşlar arasında bilinen tertibat ve teşkilat vücuda getirilmiş değildi. Kendi misa limde görülmüş olduğu üzere herkes kendi başının çaresi ni görmek mevkiinde idi. Peki, ne yapacaktık, ne yapmalıyım? Daha serbest ge-
23
zebilen Osman Bey'in Üsküdar tarafında teşkilata benzer bir şeyden, fakat umumi olarak, şöyle bir duyuşu vardı: Ku lağına Özbekler dergâhı merkez imiş, diye bir söz gelmiş ti. Soma bir de Üsküdar'da jandarma kumandanının bu iş lere baktığını da işitir gibi olmuş! Osman Bey bu mesele üzerinde tahkikat icra ederek vaziyeti tespit etmeyi ve birkaç gün soma beraber hareket etmeyi teklif etti. Halbuki o gün behemehal bir neticeye var maya karar vermiş olduğumdan kendisine o gün Üsküdar'a geçeceğimi, bir ipucu bulur da derhal istifade edebilirsem, hemen yola revan olacağımı, eğer azimetim geri kalırsa soma beraberce gidilmek üzere kendisini haberdar edece ğimi söyledim, ayrıldık. Ben de kati kararanı verdim: Bu akşam Üsküdar'a geçiyorum. Adı ve sanı olmayan şu jan darma kumandanını bulmaya çalışacağım. Buldum ne âlâ. Bulamadım, üst tarafını orada düşünürüm! Orada düşüneceğim üst tarafı da o geceyi o taraflarda bir bildik evinde geçirdikten soma, yarından tezi yok, Ko caeli yanmadası içine dalmaktan ibaretti! Oradaki arkadaşlar akibeti meçhul olan bu kararım karşısında hakikaten müteessir oldular. îçinde bulunduğum mağazadan çıkmak için akşam olmasını bekledik. Sokak ta sulusepken ince bir kar yağıyordu. Halic'in manzarası iri ne benzer kirli bir renk ile yayılmakta idi. Büyük bir şem siyenin altına iltica etmiş üç arkadaş, son Üsküdar vapuru na gittik. Onlar biletimi ve gazetemi aldılar. Kaçak insan için böyle bir taraftan diğer tarafa vapurla geçmek lazım geldiğinde gazete birinci derecede ehemmiyeti haiz bir si perdir. Vapurun alt kamarasına inerek mümkün olduğu ka dar en nihayetlerde köşe bir yer bulur ve orada gazetenizi
24
çarşaf gibi açarak varacağınız yere kadar büyük bir dikkat ve ehemmiyetle okumakta devam edersiniz ve tabii vapur dan da son çıkanlardan biri olursunuz. Üsküdar'a çıktığımda hemen yatsıya yakındı. Kenar ları muşamba perdeli bir talika arabaya binerek: - Jandarma dairesine çek! Dedim. Dedim ama ne Üsküdar jandarma dairesini bi liyorum, ne de jandarma kumandanını. Hiç bilmediğim bu adam ile ne konuşacağım malum: Kendimi tanıttıktan son ra dereden tepeden laflar arasında kendisinin veya başka bi risinin bana söylenmiş olan teşkilattan filhakika haberleri olup olmadığım öğrenmeye çalışacağım. Haberleri varsa ne âlâ; haberleri yoksa, buna karşı da benim kendi kararım var! Araba dairenin kapısı önünde durduğunda nöbetçiye seslendim: - Oğlum burası jandarma dairesi mi? - Evet efendim. - Kumandanınızın ismi ne? - Remzi Bey. - Kumandan Bey burada mı? - Hayır efendim evine gitti. - Evi uzakta mı? - Hayır yakındır efendim, şu meydanın öte tarafında. - Söylesene, bir arkadaş benimle gelsin de kumandan beyin evine kadar gidelim. Araba ile iki üç dakika süren iki zikzaklık bir sokak yürüyüşünden sonra kumandanın evine vardık. Kapıyı açan kıza: - Kumandan beye söyler misin, seni Yunus Nadi bey görmek istiyor de. 25
Dedim. Kız ismimi zaptedemeyerek, bir daha tekrar et tirirken yukardan bir ses haykırdı: - Buyurun beyefendi, buyurun beyefendi! Bu Remzi Bey'in kendisi idi. Kapıya gelen araba ile kimin gelmiş olacağını merak ederek yan merdivene kadar inmiş ve kızın anlayamadığı ismimi işiterek beni davete şitap etmişti. Merdiveni çıkarken Remzi Bey pek eski bir aşı na imiş gibi: - Canım efendim nerede kaldınız, günler var ki biz bu rada hep sizi bekliyoruz. Diyordu ve arkadaşlardan şikâyet ediyordu: - Sizin de buradan geçeceğinizden haberdardım. Fakat nerede durup kaldınız ki iki üç gündür bir türlü gelemediniz. Şu arkadaşlar da kâfi faaliyet gösteremiyorlar. Canım gidip arasanız tarasanıza, ne ise hamdolsun gelebildiniz! Salona çıkıp oturduğumuz zaman Remzi Bey'le sanki kırk yıllık ahbaptık. Hatta daha ileri arkadaş ve belki kar deş, hatta komitecilik kardeşi... Remzi Bey'in evinde gökte aradığımı yerde bulmuş tum.
26
-IIANADOLU'YA GEÇİŞ Üsküdar'dan başlayarak milli kuvvetlerle karşılaşıncaya kadar geçen tehlikeli ve heyecanlı günler Biz İstanbul taraflarında Anadolu'ya nereden ve nasıl gidilecek diye kafa patlatırken meğer Üsküdar j andarma ku mandam Remzi Bey Anadolu'ya geçmeleri lazım gelen ar kadaşların bu seyahatlerini, hususuyla tehlikeli mıntıkadan salim bir sahaya geçinceye kadar olan kısmında, temin için mahsus tedbirler almış ve kendisine müracaatlar vuku bul dukça onları tatbik dahi eylemekte imiş. Remzi Bey vazi yetten fevkalade emin bulunuyor ve adeta başlayacağı bir harbi yüzde yüz nisbetinde katiyetle kazanacak bir kuman dan manzarası arzediyordu. - İngilizler mi?.. Adam sen de. Onlar şurada küçük ve büyük Çamlıcalar telakisinde çadırlar kurmuşlar, güya ge leni gideni kontrol edecekler. Halbuki herifler evvela ken di gölgelerinden korkmaktadırlar. Saniyen ileriye geçmek için mutlaka onların gözü önünden geçmeye de ihtiyaç yok tur. Arabayı yoldan yollayarak siz biraz aykırıdan dolaşmak suretiyle onların hattını geçer gidersiniz, ruhları bile duy maz.
27
- Arabacıya sen kimsin, nereye gidiyorsun diye bir şey ler sormazlar mı? - Sorsalar da ne çıkar? İleride her hangi bir yere gidi yorum der. Alelade gidip gelmeye de mümanaat edecek (en gelleyecek) halleri yok ya. Zaten mümanaat ettikleri de yok. - Daha ileride ne var? - Daha ileride hiçbir şey yok. Yalnız tren hattı boyun ca, Gebze taraflarında İngilizler var. Şimdiye kadar nüma yiş kabilinden bir iki süvari müfrezesi çıkarıp gezdirmiş ler, ama manasızdır. Gezen süvarilerin merkezlerine avdet lerinde bu defa da kurtulduk diye geniş bir nefes almış ol duklarında şüphem yoktur. - Ne için, neden korkuyorlar? - Neden korkacaklar, bizlerden, Türklerden korkuyor lar. Hatta şu Çamlıca'dakiler akşama sabaha nerede ise ta sı tarağı toplayıp gidecekler. Geceleri şuradan buradan üç beş tüfek sıktırıyorum. Her tüfek sesinde herifler silah ba şı oluyorlar. Dehşetli korku içindeler. Her halde bir iki gün sürmez kaçarlar sanırım. Anadolu'ya geçmek vaziyeti bu suretle gözlerim önün de büyük bir emniyet ve selamet manzarası arzetmiş olu yordu. Bu aralık Tevfik Sükuti Bey merhum da geldi. Ha ni şu Damat Ferit hükümetinin haksız yere astırdığı zaval lı şehit Tevfik Sükuti. Kendisini evvelce de tanırım. Meleklik hali insan şekline temessül etse ancak Tevfik Süku ti merhumun manzarasında tecessüm etmiş olurdu. O ge ce geç vakte kadar memleketin duçar olduğu felaketten ve bundan kurtulmak çarelerinden bahsettik. Hemen ertesi gün hareket etmekliğim, daha diğer gelecekler varsa onla28
ra benim haber göndermekliğim tensip olunarak ertesi gün de bu geleceklere intizaren Üsküdar'da kalmakhğıma ka rar verildi. Gece yansı Tevfik Sükuti Bey'in hemen civardaki evi ne gettik, gece orada kaldım. Ertesi sabah erkenden ailem den başlayarak bazı dostlara ve arkadaşlanma yazdığım mektuplan Tevfik Sükuti Bey ve yeğeni alıp gittiler. Artık vaziyet vuzuh ve serahat peyda etmiş olduğunu göre evden seferde lazım olacak eşya istiyordum. Diğer arkadaşlardan bazılannı da vaziyetten haberdar ederek kendilerine be nimle beraber gitmek üzere Üsküdar'a gelmeleri lüzumu nu bildiriyordum. Bunlardan başlıca biri Lazistan mebusu Osman Bey, diğeri Tanin muharriri Muhiddin Bey'di. Os man Bey, hareketinin iki üç gün teahhür etmesi (erteleme si) zarureti hasıl olduğunu ihbar etti, Muhiddin ise Üskü dar'daki bir akrabası nezdine misafir gelerek Tevfik Süku ti merhumun evinde beni buldu. Muhiddin daha birkaç gün evvel bana, giderken kendisini haberdar etmekliğimi söy lemişti. O da gidecekti. Fakat son dakikada onun ailevi ba zı hesabatı benim bu acele hareketimle telif olunamıyordu. O da benimle hemen yola çıkıvermek tehalük ve iştiyakı ile şu görülecek işlerin tereddütleri arasında üç beş gün soma yola çıkmak üzere kaldı. 20 mart akşamındayız. Gece sular karardıktan soma Tevfik Sükuti Bey merhumla Remzi Bey'in evine gittik. Yi ne dereden tepeden hasbıhal ederken o zaman İzmit mebu su olan Sırn Bey geldi. Sırrı Bey de beraber gidecekti. Ar tık daha fazla bekleyemezdim. Ertesi günün programını hazırladık. Jandarma bölük kumandanlan bize bu işde kul lanılan arabacılardan birini akşamdan temin edeceklerdi.
29
"Abbas" müstear ismini alıyorum! Sabahleyin erkenden kalkarak seferi kıyafetlerimizi aldık: Kalpak, avcı elbisesi, tabanca, dürbün ve saire.. Be nim istihalem (değişikliğim) yalmz kıyafete inhisar etme yerek isim itibariyle de değişiyordum. Daha dün gönderdi ğim ve sabah yenilerini yazıp bıraktığım mektuplarda im za olarak (Abbas) nam-ı müsteanm almış bulunuyordum. Artık Abbas yolcuydu vesselam... Mülazim Sabahaddin Bey arabamn hazır olduğunu ih bar ettiği zaman biz de hazırdık. Tevfik Sükuti merhumla vedalaştık. Araba epey uzakta,.Karacaahmet mezarlıkları arasında durmuştu. Küçük çantam elimde ve yukarda arzettiğim zahiri ve o zaman İstanbul'a göre fevkalade kıya fetim geniş bir Münih empermeablinin içinde olarak o ta rafa doğru gittik. Arabacı Abdürrahman ağa daha akşamdan ve sabah er keden yol vaziyetini tetkik etmiş. Sualime: - Hayır, arabadan inmenize hacet bile olmayacak, teh like yok. Cevabı ile mukabele etti. - Nasıl canım İngilizler orada değiller mi? - Hayır, orada yoklar.. Kâfirler bu gece ipi kırıp gitmiş ler.. - Bütün ağırlıklarını falan alarak mı gitmişler? Gece yansı çadırlannı nasıl sökmüşler ve taşımışlar?.. - Çöp bile komamışlar beyefendi.. Zaten orada olsalar da ne ehemmiyeti olurdu ki!.. Filhakika üç dört günlük heyecanlı bir hayattan soma 336 Mart'ınm 21 'inci günü sabahı Abdurcahman ağanın çe30
vik arabasıyla Çamlıca'dan geçerken arabacının gösterdi ği yerlerde dün çadırlar bulunduğuna inanmak için bin bir şahit lazımdı. Güneş doğarken yanımızda temiz ve kahra man mülâzım Selâhaddin Bey olduğu halde Dudullu üze rinden Samandıra'ya doğru ilerliyorduk. Arabacı: - Evelallah iki saat soma oradayız! Diyordu. Nihayet saat on bir sularını geçerek Şamandıra köyündeyiz. Araba kahvehanenin önünde durdu, indik ve kahve haneye girdik. Çarpık boruları binbir yerinden yamalı, ken disi eklim büklüm bir sac soba. Kırık dökük, yamrı yumru bir iki peyke. İnsana kimbilir kaç günlerden beri hiç değiş mediği hissini veren ağır bir duman havası. Merhaba de mek için bile yerinden kımıldamaya kudreti olmadığına hükmedilecek bir kahveci. Arabacı ile Selâhaddin Bey oradan avdet edeceklerdi. Vakit öğleye yaklaşmakta olduğundan orada ne bulursak onunla bir yemek yemeli idik. Kahveci, muhtar, ihtiyar, genç, elimize ne geçtiyse harekete getirildi. Yağda pişiril miş on, on beş yumurta ile bir büyük tas yoğurttan mürek kep yemek etrafına toplaştık. Yemeği müteakip Abbas İstanbul'a mektuplar yazdı. Abbas yani ben!. İlk mektubum, jandarma kumandanı Remzi Bey'e nasıl teşekkür edeceğimi tarif edemeyen sa tırlardan teşekkül ediyordu. Eve yazdım, selamet sahiline çıktığımı bildirerek kendilerine huzur ve emniyet vermeye çalıştım. Nihayet bazı arkadaşlara yazdım, artık ayrılmak lazım geliyordu. Artık Remzi Bey ve arkadaşlarının çok kıymetli olan vazifeleri bunda hitam buluyordu. Mert ve mübarek çehreli Selâhaddin Bey'i öptüm ve arabacı Abdurrahman ağaya uğurlar olsun dedim. Bu arabacı bu işte ale21
lâde bir kiracı olmaktan fazla bir şeydi. Dönecekleri anda bir taraftan görülmüş bir vazifeden dolayı memnun, diğer taraftan vaziyetin kimbilir kendisine neler ilham ettiğinden dolayı mahzun bana bakıyodu. - Haydi Abdurrahman ağa, yakında inşallah yine İstan bul'da görüşürüz. dedim. Herifin biri: - İnşallah beyim, inşallah, inşallah!.. demesi vardı ki eğer biraz damarına basılsa hemen ağlaya caktı. Kıyafetinden anlaşıldığına göre kendisi Rumelili idi. Kimbilir Rumeli'nin neresinden... Tuna boyundan mı, Deliorman'dan mı, Niş'ten veya Filibe havalisinden mi?.. Buraya gelirken belki kendisi çocuktu. Fakat o hicretlerin acılarını kalbinde taşıyordu.... Arabacı ile Selâhaddin Bey'in İstanbul'a doğru hare ketlerinden bir buçuk iki saat sonra Sırrı Bey'le ben iki öküzün çektiği, üzerine ot üstüne tente olarak çuval serili uzun bir arabanın otlan üzerine yaslanmış, sulu karla kanşık yağan bir yağmur altında ve kasvetli bir hava içinde Tepeviran köyüne doğru yollanmış gidiyorduk. İstanbul ile Anadolu arasında ilk merkez Akşam yakın, takriben saat dört beş raddelerinde Tepeviran köyüne vasıl olduk. Arabacı nereye gideceğimizi bize sordu. Biz nereye gideceğimizi ne bilelim? Biz köye gidiyoruz, o kadar. - O halde cami önüne, mektebin yamna. O, cami önünde ve mektepte, birtakım zabitlerin bu lunduğunu ve kimbilir ne için çalıştıklannı biliyordu. Ara-
32
bamız cami önüne ve mektebin yanma ilerledi ve durdu. Tepeviran köyü hakikaten köye benzeyen, oldukça kalabalık ve oldukça muntazam bir yerdi. Arabadan inerek mektebe dahil olduk. Filhakika orada iki üç zabit vardı. Bize hoş gel diniz dediler. Kırık sac soba orada da yanmakta ve odaları dumana boğmakta idi. Mektebin şu koğuşunda dürülerek köşeye kakılmış yataklar, bu köy odasında hasırdan veya ağaçtan kırık dökük sandalyeler vardı. Zabitler büyük bir faaliyette görünüyorlardı. Kendileri ile tanıştık. Diğerleri nin isimleri hatırımda kalmadı, fakat kumandanları Fehmi Bey isminde babayiğit bir gençti. Kendileri Anadolu'ya si lah sevketmek ve muvasalaya (ulaşıma) bakmak için İstan bul ve Anadolu arasında ilk merkezi teşkil ediyorlardı. Asıl kumandanları Şükrü Bey'di. O bir konak ileride bilmem ne köyünde imiş. Dayı Mesut da orada imiş. Elden ele veril mek suretiyle Anadolu için silah gönderiliyordu. Bunlar bu radan alıyorlar öteye veriyorlardı. Onlar da daha ilerisine atıyorlardı. Bir çay, bir kahve, bir kahve ve bir çay daha.. Fehmi Bey laf arasında bir gidip gelerek bir taraftan işlerine bakı yor, diğer taraftan bizimle ateşli sohbete devamda zevk bu luyordu. Ara yerde: - Burada yatılabilir amma siz daha iyisi bu akşam bir evde rahat edin. Demiş ve bir çavuş çağırarak beylere her hangi bir ev de rahat birer yatak hazır edilmesi için muhtara haber gön dermişti. Akşam olup geçiyor, fakat muhtardan haber çıkmıyor du. Nihayet haber geldi ev ve yatak yokmuş... Bunun üze rine Fehmi Bey hiddet etmek, atıp tutmak istedi ise de ben
33
işi kısa kestim.Ben muhtarı buldurur, konuşur ve meseleyi hallederim dedim. Filhakika angaryaya tutulacağım diye korkusundan gizlenmiş olan muhtarı ısrarlı taleplerimle buldurarak kulağına yemek ve yatak için bolca para vere ceğimizi ve herhalde istirahate muhtaç olduğumuzu söyle dim: - Beyefendi şuna söyledim, buna söyledim, olmadı. Ba kayım bir daha gideyim. Merak etmeyin herhalde bir çare buluruz dedi. Yemek için sıcak bir çorba ile yoğurt bulun masını muhtardan rica etmiştim. Üç çeyrek saat kadar son ra muhtar gelerek buyurun dedi. O önde biz arkada bir eve gittik. Burası derli toplu bir evdi. Çıkarıldığımız odanın kenarlan el ile örülmüş dantellerle süslü kar gibi beyaz ör tülerle kapatılmış temiz sedirleri, yerde küçük minderleri, üzerinde iki buzlu lambası ve aynası olan bir konsolu var dı. Bu oda şöyle bir İstanbul evinin -köyde olduğu için kıy meti büyüyen- bir odası idi. Bu ev bizzat muhtarın kendi evi idi. İnsan oraya girmekle yalnız manzarasında huzur ve rahat buluyordu. Arkadaşım Sırrı Bey kendisini bir yer min derine gelişigüzel atarak: - Oh dünya varmış yahu! Demekten kendini alamamıştı. Muhtarın çorbadan yumurtaya, pilava ve yoğurda ka dar hazırladığı yemek hakikaten enfesti. Yemeği takip eden kahvenin hoş beşi arasında yataklarımız da aynı odada ha zırlandı. Artık eni konu Anadolu'da idik, rahat ve derin bir ' uykuya daldık. Fakat bundan evvel muhtara yarın sabaha daha ileriye devam edecek seyahatimiz için bir araba, iki tavuk ye yirmi yumurta ve ekmek hazırlatılmasım sıkı fıkı tenbih etmiş, ondan da teminat almıştık. 34
Kocaeli yarımadası içinde seyahatimizin ikinci günü sabahı Tepeviran köyünden Romanya cinsi iki beyaz ökü zün çektiği bir rençberin yük arabasıyla ileriye doğru se yahatimizde Ağren köyünü geçtikten sonra belli başlı bir hadise, arabaya dere atlatmaklığımız ve onu bir dağın te pesine çıkarmaklığımız oldu. Elimdeki haritada dahi Ağ ren yazılı olan köyün doğru ismi Akören olmak lazımdır. Daha evvel bıraktığımız Tepeviran'm da Tepeören olması lazım geldiği gibi. (Anadolu hep bu örenlerle doludur. Ana dolu'da yüzlerce köy vardır ki isimleri herhangi bir kelime nin arkasına ören ilavesiyle yapılmıştır. Hatta sadece ören olan köyler dahi vardır. Bana şimdiye kadar bu ören keli mesinin birbirine zıt iki manasını söylediler: Birine naza ran ören harabe yer, diğerine göre de şenlik yer demekmiş. Türkçülüğün çok ilerlediği şu zamanda erbabının bu keli menin hakiki manasını tespit etmelerine intizar olunabilir). Evet, Ağren'i geçtikten soma mütemadi (sürekli) ça lı ormanlarından ilerleyip gitmekteyiz. Arabacımız Ömer ağa ile pazarlığımız kendisinin bizi Ağren'den soma ilk merhale olan Köseler köyüne kadar götürmesidir. Bir ara lık yollar çatallaştı. Yol dediğim zaman tabii şose falan ma nasına değil, belki insan ve hayvan yürüyüşlerinin çizdiği ince hatlar manasına alırsınız. İçine daldığımız yolun bizi olmayacak yere götürür bir çıkmaz olduğunu Ömer ağa keşfetmekte gecikmedi ve doğru yolu bulmak için yolsuz yerlerden ve çalılar içinden gitmeye mecbur kaldık. İki de bir Ömer ağaya, gideceğimiz köyün nerede olduğunu so ruyor, ondan: - Te şu tepeceğizin arkasında! Olduğunu öğrenip duruyorduk.
35
Nihayet dağın tepesinden, gideceğimiz Köseler köyü, tıpkı Ömer ağanın dediği gibi şurada ayaklarımızın altında işte görünüp duruyor. Artık maksat hasıl olmuştur, acele ye lüzum yoktur. Biz de ağır ağır köye inerek oradaki za bit beyler, yani Paşabahçeli Şükrü Bey 'le Dayı Mesudu sor duk ve derhal bulduk da. Bu Şükrü Bey, somadan İstanbul mebusu olan miralay Şükrü Bey'dir. O zaman kaymakam mı idi, binbaşı mıydı, şimdi pek hatırlayamıyorum. Şükrü Bey köy ortasında iki katlı bir binamn ikinci katında, ce keti atılmış ve kollan sıvalı bir vaziyette çalışıyordu. Biraz sonra gelen Dayı Mesut ise insanın, hicabından (utancın dan) nerede ise kara yüzü kızaracakmış gibi, kızanyor gi bi gördüğü masum çocuk çehresiyle karşımıza oturdu. Bu arkadaşlarla fazla konuşmaya hiç hacet yoktu. Onlar olanı biteni, yapılan ve yapılmakta olanı hep biliyorlardı. Şükrü Bey derhal kendi derdine geçti: - Birader, çabuk Ankara'ya ve bize çabuk para. Allah razı olsun, köylüler gönül hoşluğu ile naklediyorlar ama yi ne ufak tefek bir hayli masrafa ihtiyaç var, her şey için hal ka yük olamayız. - Pek iyi Şükrü bey, gider gitmez bununla meşgul olu rum. Ne kadar paraya ihtiyacınız var? - Şimdilik, ilk ağızda, hiç olmazsa iki üç bin lira. Bu bana bir şey değil gibi göründü ve derhal yapılabi leceğini söyledim. Yaptıklan iş hakikaten kıymetli idi. İs tanbul'dan silah, mühimmat ve ezcümle kama olarak elle rine ne geçirebilirlerse habire Anadolu içine aşınyorlardı... Vakit, ikindi sulan idi. Ondan soma gideceğimiz köy Kuşçah (galiba doğrusu Kuşçu Ali veya Kuruçalı olacak) kö yü idi. Mesafesini sordum. İyi hayvan olursa iki, iki buçuk saatte tutulur dediler. 36
- O halde biz neden burada kalalım, ikimize birer va sıta bulun hemen yola revan olalım. Dedim. Gebze'den gelmiş üç beş okka kadar taptaze uskumru balıklan büyük bir tepsinin içinde parlıyorlardı. Şükrü Bey onlara baktı ve: - Bu akşam burada kalsanız, şöyle bir yaşardık. Dedi. Bizim yaşamaklığımızm yolunun bir an evvel ha reket etmek olduğunu ve hemen vasıta aranmasını rica et tim. Dayı Mesut odadan kaydı ve galiba bu işe bakmaya git ti. Filhakika on, on beş dakika soma oturduğumuz binanın önüne iki semerli beygir gelmişti, sahipleriyle beraber bir de Dayı Mesut'un lüzum gördüğü silahlı korucu Ahmet. Geçirilecek vakit yoktu. Seyahatin ikinci gününün ikinci merhalesinde açık bir ilerleme vardı. Manda ve öküz yeri ne şimdi semerli beygire terakki etmiştik. Memnuniyetle hayvanlara atladık ve yola düzüldük. Mustafa Kemal Paşa ile makine başında konuşuyoruz Yolda henüz erimekte olan, henüz dağlarda yan erimiş, yan erimemiş parça parça beyaz lekeler halinde görünen karlar arasından ve onlann sulannm yaptığı çamurlar için den ilerleyip gidiyorduk. İki, iki buçuk saatte gidilir deni len Kuşçalı köyüne dört buçuk saat sonra yatsı zamanında vardık. Götürüldüğümüz Süleyman ağanın evinde çıkanldığımız oda telgrafhane idi. Orada şen ve şuh, külhani bir telgrafçı vardı. Mahmutpaşa kahvecilerini, yahut döner kebapçılann davetini andınr çevik bir eda ile: - Buyurum beyim... Diye bizi karşılıyordu. Telgraf alât 37
ve edavatmı görünce birdenbire şaşırdım. Telgrafçıya sor dum: - Sen ne yapıyorsun burada yahu? - Muhabere yaparız beyim. - Neresi ile muhabere yaparsın? - Bulabildiğim her yerle. - Mustafa Kemal Paşa ile konuşabilir miyiz? - Mustafa Kemal Paşa ile mi? Yani kongre ile mi de mek istiyorsunuz? - Ne kongresi? - Ne kongresi olacak, Ankara'da kongre. - Pekiyi öyle olsun, işte orası ile. - Bulurum beyim.. - O halde seninle soma konuşacağım.. Daha seyahatimin ikinci günü akşamı Mustafa Kemal Paşa ile konuşmak imkanını bulmak, bana cihan değer bir saadet olmuştu. Anadolu seyahatimizin ikinci merhalesi akşamı Kuşçalı mevkiinde telgrafçı Ali efendiye ve onun telgraf alât ve edevatına kavuşmak benim için hakikaten harikulade bir şey oldu. Ev sahibi Süleyman ağa ile de tanıştıktan sonra beytutet (geceleme) ve istirahatimize ait bir iki nokta ko layca kararlaştırıldı. Bizden evvel, o gün oraya diğer me bus beyler de gelmişler. Bunlar Erzurum mebusları Hüse yin Avni, Necati ve Zihni beylerdi. Başka bir evde imişler: - İsterseniz gidelim haber verelim de gelsinler. Dediler. Ben: - İstemez. Yarm sabah görüşürüz. Zaten erkenden yo la devam edeceğimiz ve büyük bir ihtimalle kendileri ile beraber seyahat eyleyeceğimiz için görüşecek vaktimiz bol dur. 38
Dedim ve dönerek telgrafçı Ali ile meşgul olmaya baş ladım. - Şimdi Ali sen şu Ankara'nın kongresini bulacaksın. - Başüstüne beyefendi. - Ben orada Heyeti Temsiliye Reisi Mustafa Kemal Paşa ile görüşeceğim. - Pekiyi beyefendi. - Orasını bulduğun zaman diyeceksin ki Yunus Nadi Bey Mustafa Kemal Paşa hazretleri ile makine başında gö- Olur efendim. - O halde haydi bakalım iş başına. - Yalnız beyefendi, ben şimdi kongreyi aramaya baş layacağım amma orasını ha deyince buluveremem. Ben bu ralarda seyyar, yani bugün burada ise yarın başka yerde bir merkezim. Havalar fırtınalı, yer yer teller bozuk. Çalışa ça lışa bir taraftan ipucu bulacağım da o uç ile kongreye ka dar gideceğim. Tesadüf yardım eder de olur ki bunu yarım saatte temin ederim. Fakat bazen daha fazla sürdüğü de olur. - Ali ben bir saate, iki saate de razıyım, haydi sen iş başına. - Aleste beyefendi... Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi' nin telgraf ve te lefon memuru olan pişkin Ali çocuk âletlerini tıkırdatma ya, sağı solu yoklamaya, eline geçebilecek merkezleri söy letmek için çalışmaya başladı. Bir saat çalıştığı halde he nüz bir ipucu bulabilmiş değildi. Ara yerde bize yemek ha zırlanmıştı. - Beyefendi, dedi, siz buyurun da bulunca ben gelir si ze haber veririm.
39
Yemek yiyeceğimiz ve yatacağımız yere gitmek için önde ev sahibi Süleyman ağa, arkada biz, kocaman evin ge niş geniş sofalarında dolaşmaya başladık.Burası Kuşçalı köyü için hakikaten büyük bir şeydi. Telgrafçı Ali'nin iş
gal ettiği oda tarafı, evin bir nevi selamlığı sayılabilirdi. Biz dolaşa dolaşa evin sanki harem kısmınm alt katına iniyor duk ve indik. Ocakta güzel bir ateş parlıyor, iki tarafında yer minderleri bize bir istirahat kucağı açmış görünüyordu. Sırrı Bey'le ben birer köşeye kurulduk. İki gün müthiş yor gunluktan soma Süleyman ağanın bulgur çorbasmdaki lez zeti bütün hayatım müddetince hemen hiçbir yemekte bul mamış olduğumu bugün dahi hep aym kuvvetle hatırlıyo rum.
*
Yemek çoktan bitmiş, tatlı ve çok canlı bir surette mil li bir zemin üzerinde muhasebe ile vakit hayli geçmişti. Hâ lâ Ali'den haber yoktu. Onü arattım. Ali hâlâ aradığını bu lamamıştı. Sabaha kadar bekleyemezdik, binaenaleyh şa yet bulursa vermesi için Ali'ye atideki ifadeyi yazarak bı raktım ve sonra istirahate yani uykuya daldık. Ali'ye bırak tığım ifade şudur: "Mustafa Kemal Paşa hazretlerine Ankara seyahatimin ikinci merhalesi olan Kuşçalı'dan zatı devletlerini selamlamakla mübahiyim (övünürüm). Makine başında konuşabilmek için akşam yaptığımız taharriyat netice vermedi. Sabahleyin yine devam edeceğiz. Şa yet o zamana kadar muhabere temin edilirse makine başın da doğrudan doğruya ve bizzat arzımalumat eylemek be nim için saadet olacaktır. Yunus Nadi"
40
Sabahleyin yukarıya çıktığım zaman bütün gece çalış mış olan Ali nihayet Ankara'nın kongresini bulmuş bulu nuyordu. (Hayati) imzasıyla henüz gelen bir telgraf (Yunus Nadi Bey geldiğinde haber veriniz kendisiyle görüşecek) diyordu. Bu neticeyi almaya muvaffak olan Ali'nin meser
*
retten (sevinçten) gözleri parlıyordu. 336 (1920) Martı'mn son haftasmdayız. Sabah erken den Kocaeli yarımadası içinde Kuşçalı köyü eşrafından Sü leyman ağamn evinde, telgrafçı Ali efendinin odasmdayız. Bütün telgrafçılar gibi kendisi de fedakâr ve gayretli, hat ta fedai bir mahluk olan Ali Ankara'nın kongresini bulmak için bu gece şurada, işte şu iskemlenin üstünde sabahlamıştır. Şimdi daha geceliği üstünde, karmakarışık saçları ile ka ra şayak paltosuna bürünmüş, gülen gözleri ve güleç yüzü ile nihayet istihsal ettiği muvaffakiyeti anlatıyor: - Hatlar bin yerinden kırılmış. Onu bıraktım, ötekini tuttum, onu geçtim, öbürünü yakaladım. Oğraş bre oğraş. Nihayet sabaha doğru kongreyi yakaladım ve hemen telg rafınızı yazdım. Bir de sonunda aldınız mı, söyleyin bana dedim. Aldık, şimdi vereceğiz azıcık bekle dediler. Ben kendilerine yolların bozuk olduğunu ve bir kere buluşmuş ken birbirimizi bir daha kaybetmeden arkasını çabuk getirmekliğimiz lazım geldiğini anlattım. Peki, azıcık bekle de diler. Nihayet makine başına Hayati Bey isminde biri gel di. Yunus Nadi Bey orada mı diye başladı. (Yahu, Yunus Nadi Bey burada amma, henüz uykudan kalkmadı, müsa ade edin de gideyim kendisine haber vereyim) dedim. Gel41
diğinde kendisine söyle ki Mustafa Kemal Paşa onunla ko nuşacak ve bize haber ver dedi. Ben de hemen koşarak si ze gelmeye hazırlanırken işte siz çıktınız, geldiniz beyefen di. - Haydi öyleyse Ali, bir daha bul ve geldi diye haber ver. Ali şayak paltosuna daha sıkı bürünerek makinelerini tekrar tıkırdatmaya başladı. Bu meyanda Kuşçalıda diğer bir evde misafir bulundukları bize haber verilen mebus ar kadaşlar da bizim bulunduğumuz yere geldiler. Bunlar dört kişi idiler: Erzurum mebusları Hüseyin Avni, Necati ve Zihni Beylerle Necati Bey'in biraderi Necip Beylerdi. Ken dileri dört gün evvel İstanbul'dan çıkmışlar, fakat biraz ağır yürüyerek dün akşam bu köye gelmişlerdi. Onlarla biz de reden tepeden konuşurken telgrafçı Ali, evvela kongrenin cevap verdiğini ve müteakiben paşanın makine başına gel diğini haber verdi. Hep tepeden tırnağa kulak kesildik. O anda paşanın makine başına gelmesi hepimiz üzerinde san ki yanımıza gelmiş gibi bir tesir yapmıştı. Ali, paşanın söz lerini yazmaya başladı: "Kuşçalı'da Yunus Nadi Beyefendiye Telgrafınızı büyük bir meserretle okudum ve İstanbul berzahından muvaffakiyetle kurtuluşunuzdan hassaten memnun oldum. Kemali iştiyakla gözlerinizden öperim. Yalnız mısınız, yoksa yanınızda başka arkadaşlar da var mı dır? Varsa kimlerdir? Bizce icabına bakılacak herhangi bir ihtiyacınız varsa bildirmenizi rica ederim." "Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine
42
Teyidi tazimat eylemekle müfterihim. Yalnız değilim. Buraya kadar İzmit mebusu S i m Beyle beraber geldik. Bu rada Erzurum mebusları Necati, Zihni ve Hüseyin Avni Bey'i bulduk. Zatı devletlerinden ilk ve asıl ricamız yolun bundan sonrasında takip edeceğimiz hattı harekettir. Anka ra'ya doğru en salim olarak hangi istikamette yürümekliğimiz lazım geldiğini lütfen emir ve işaret buyurursanız bi ze azami muaveneti ifa buyurmuş olursunuz." Mustafa Kemal Paşa - Beraberinizde bulunan arkadaş ların cümlesine selam eder ve her birinin ayrı ayrı gözle rinden öperim. Necip Bey kimdir, mebus mudur, nerenin mebusudur? Ben - Arkadaşlar bilmukabele arzı ihtiram ederek mü barek ellerinizden öpüyorlar. Necip Bey, mebus değildir. Er zurum mebusu Necati Bey'in biraderidir. Biraderi ile An kara'ya geliyor. Yol hakkında irşadı devletlerine intizar edi yoruz. Paşa: İngilizler hâlâ bugün İzmit mıntıkasında bulunu yorlar. Binaenaleyh yol bahsinde muayyen bir hattı hare ket çizmektense prensip olarak mümkün olduğu kadar İz mit'ten uzak geçmek ve binaenaleyh mümkün olduğu ka dar bu mevkiin şimalinden dolaşmak tarikatını ihtiyar et melidir. Celaleddin Bey ve arkadaşları dün akşamı Hen dek'te geçirdiler. Ağlebi ihtimal siz de bu yolda yürüyecek siniz. Hendek'e geldiğinizde tekrar görüşürüz. Ben - Bendeniz ve arkadaşlarım irşadı devletlerine te şekkürler ediyoruz. Hayvanlar hazırlanmıştır. Hemen yola çıkacağız. Fakat beş altı gün soma Ankara'da ruberu (yüz 43
yüze) konuşacak olmaklığımıza rağmen, haklarında o za mana kadar sabredemeyeceğim bir iki meseleye dair şim diden tahsili emniyet etmek ihtiyacındayım. Müsaade bu yurursanız onları arzedeyim. Paşa - Buyurun. Ben - 1 - Giriştiğimiz Cidalin azameti izah ve tafsilden müstağnidir. Bütün cihan bize hasımdır. Dört taraftan mah suruz. Bir telsiz telgrafa şiddetle ihtiyacımız vardır. Bu ih tiyaç Ankara'da şimdiye kadar derpiş edilmiş midir? 2- Evvel ve ahar meselemiz Yunan cephesinde hülasa olunacaktır ve fiili hasım olarak karşımızda bugün Yunan lılar vardır, yarın yine onlar olacağı gibi. Binaenaleyh bu cepheye karşı tedabiri lazime (gerekli önlemler) alınmış mıdır, almıyor mu? 3- Yunan cephesini nazarı dikkate almanın belli başlı bir âmili silah ve mühimmat tedariki şeklinde tecelli ede bilir. Bunun için ne yaptık, ne yapıyoruz ve ne yapmayı dü şünüyoruz? Bu noktalar hakkında tenvir buyurulmaklığımı istirham ederim. Paşa - Muhtelif meselelere temas eden endişei âlilerin pek vatanperverane olduğunu takdir ile yadederim. 1- Erzurum'daki telsizimiz üç günden beri Alman tel sizi tebligatını almaya başlamıştır. 2- Yunan cephesi daima nazarı dikkat önünde bulun durulmaktadır. 3- Silah ve mühimmatı ihmal etmiyoruz. Vakti merhununda (zamanı geldiğinde) kâfi silah ve mühimmatımız olacaktır. 44
Ben: Teminatı devletleri huzur ve selamettir. Bende niz ve arkadaşlarım tekrar teşekkürler ederiz. Ve başkaca bir emri devletleri yoksa hemen yola çıkmak üzere arzı ve da etmek istiyoruz. Paşa: Yakında ellerinizi sıkmak üzere tekrar cümleni zin gözlerinizden öper ve hepinize selametli bir seyahat te menni ederim. Paşa ile muhaveremiz burada hitam bulmuştu. Maki ne başındaki muhavere her veçhile memnuniyetli ve meniyeti mucib idi. Hususile sorduğum suallerin cevaplan beni fevkalade tatmin etmişti. Öyle ya Yunan cephesi nazan dik kat önünde tutulmakta idi, üç günden beri bir telsizimiz iş lemeye başlamıştı. Esliha (silahlar) ve mühimmata gelin ce düşmamn kafasını kırmaya sırası geldiğinde ona kâfi de recede malik bulunacaktık. Daha ne isteyebilirdim? Halbu ki daha ziyade vicdani ve siyasi olan bu teminatın mahiye tini Ankara'ya vardığımızda göreceğiz... Şimdi artık çoğalmış, altı kişi olmuştuk. Beş altı da hayvan sahipleri ediyorlardı. Böylelikle oldukça kalabalık ufacık bir kafile halinde yola düzüldük. Kandıra kazasının. Ağaçlı köyüne gidecek ve akşama kadar orasını tutacaktık. Yollar pek iyi bilinmediği cihetle ileride küçük bir karakol dan aldığımız bir jandarma süvarisi dahi bize bir müddet refakat etmişti. Tehlikeler ve garabetlerle dolu bir yolculuk 336 (1920) Martı'mn galiba 25 veya 26'ncı günü Kan45
dıra kazasının Ağaçlı köyünden İzmit istikametine doğru, yani şimalden cenuba müteveccih (kuzeyden güneye doğ ru) bir seyahatle aşağıya doğru inmekteyiz. Buna neden ve nasıl karar vermiş olduğumuzu bugün biraz hayretle hatır lıyorum. Hayli cüretkârane bir iştir. Fakat yine hatırlıyorum ki o zamanın ahval ve şartlan içinde bu pek tabii, hatta ale lade bir şeydi. Köseler köyünden beri Ankara'ya doğru takip edile cek yol hakkında bir taraftan malumat almaya çalışmakta, diğer taraftan vaziyeti kendimiz binbir kere evirip çevire rek tetkik ve mütalaa etmekteyiz. Kuşçalı'da bizzat Musta fa Kemal Paşa bize dedi ki: "- İzmit mıntıkasında hâlâ İngilizler vardır, bu mevkinin mümkün olduğu kadar şimalinden dolaşmak lazımdır." Bu maksatla Karadeniz kıyısındaki Kandıra kazasımn Ağaçlı köyüne kadar yükseldik. Şimdi ne yapacaktık? Ben deki yegâne ve gelişigüzel haritayı önümüze koyarak vazi yeti sıkı bir mütalaaya tabi tuttuğumuz zama tavsiye muci bince mümkün olduğu kadar şimalden gitmenin bizi Bolu dağlanna atacağını gördük. Kati zaruret varsa bu yol ihti yar olunmaz değildi. Fakat bu kati zaruret mutlaka var mı idi? Sonra benim en korktuğum şey bu hatta o zaman için Bolu dağlanna vanncaya kadar geçeceğimiz güzergâhtaki meşkûk ve müşevveş (şüpheli ve karışık) unsurlardan gö rebileceğimiz fena muamele idi. Daha İstanbul'da iken bu endişede idim. Yolda bu iş üstünde bu endişenin daha kuv vetle zebunu idim. Bana bizim kendimizden olan bu unsur ların tecavüzü ihtimali, İngilizlerin taarruzlanndan şiddet46
li ve şeni görünüyordu. Nitekim somadan çok geçmeden vukuat benim bu endişedeki isabetimi ispat etti. Peki ne yapacaktık? Harita üzerinde Ankara'ya isal eden (ulaştıran) muhtelif yollan tetkik ettik. En fenası, en çetini, en uzunu Bolu dağlan üzerinden giden yoldu. Son ra şu yol vardı, sonra bu yol vardı. Ah bunlann bir en iyisi vardı, ama heyhat... Harita üzerinde parmağım ikide bir hep Adapazan'nm üzerine gidiyor: - Sırn Bey, işte yol budur, diyorum. Sırn Bey vaktiy le Adapazan'nda kaymakamlık etmişti. O adadan Anka ra'ya gidecek bir değil, müteaddit yollar gösteriyordu. Hat üzerinden gidilebilirdi, o elde birdi. Taraklı köyünün üze rinden gidilebilirdi. Burası -o zaman gözümüze gülistanlar arzeden mübalağalı bir ifade ile- faytonun çok rahat yürü yeceği bir şose idi. İnsan isterse hatta İnegöl'den bile rahat ça dolaşabilirdi. Nihayet kati karanmı verdim: - Canım Sırn Bey, bu ada yolunu neden bir kere tec rübe etmeyelim? - Nasıl olur be birader, gidelim de kendi ayağımızla İn gilizlerin kucağına mı düşelim? - Hayır, İngilizlerin ne kucaklanna, ne de ellerine düş meyelim. Dikkat et, ben sana diyorum ki şu Adapazan yo lunu bir kere tecrübe edelim. Buna karar verirsek tabii se lamet ve masuniyetimize ait tedbirler de alınz. - Nadi Bey! Korkulu rüya görmektense uyanık durmak evladır. Biraz geç olsun, güç olmasın. Nihayet o da karannı vermişti. Ada yolu bir kere tec rübeye değer bir şeydi ve bu tecrübe de nihayet tehlikesiz47
ce yapılabilirdi. Ertesi sabah diğer arkadaşların da müşkülatsızca kabul ettikleri bu karara tevkifan Armaşe istikame tinde yolda idik. Ağaçlı köyü bize biraz müşkülat ile hay van bulmuş, onu da mevcudumuza nazaran bir eksik ola rak tedarik etmiştik. Bundan dolayı gecikemezdik. Arka daşlar arasında daima birimiz yaya kalmak ve değiş tokuş binilmek üzere hemen yola çıktık. Nereye gideceğimizi bilmiyorduk. Muayyen bir hede fimiz yokta. Herhalde akşama kadar Pirahmet taraflarına kadar gidebilir, hatta istenilirse Armaşe'ye kadar bile ine bilirdik. Fakat bunu yapamazdık, fakat bunu yapmamalı idik. Evvela mütareke üzerine Armeşe'ye tekrar Ermeni ler gelmişlerdi. Saniyen İngilizler elbette hemen oralarda idiler. Onun için olsa olsa ancak Pirahmet taraflarına kadar inebilir ve vaziyeti oradan tarassut etmek üzere geceyi o ci vardaki Türk köylerinden birinde geçirebilirdik. Mesela Budaklar köyünde, mesela Anbarcı köyünde, mesela So fular köyünde. Hatta Pirahmet'te bile değil. Çünkü orada bile bir Ermeni müessesesi vardı. Henüz oraya Ermenile rin gelmemiş oldukları söyleniyordu, amane olurdu, ne ol mazdı... Garabetlerle dolu bir sergüzeştle bu tecrübe muvaffak oldu. Bir gün soma bizi Adapazan'na isal eden bu safha (bölüm) başlı basma hikâyeye değer bir ehemmiyeti haiz dir. Nahoş bir karşılanma Adapazarı yollarını tarassut ve tahkik etmek üzere
48
Kandıra kazasının Ağaçlı köyünden izmit'in Pirahmet na hiyesi taraflarına tevcih edilen seyahatimizde akşamdan bir saat kadar evvel Pirahmet'in karşısındaki Budaklar köyü ne bir dağ tepesinden ve ağaçlar arasından yan gelişi ile şöy le inmekteyiz. Bizim köyü görmekliğimizle köyden bize doğru oldukça kesif bir kalabalığın hareketi bir oldu. Eğer evvelden malumat ve talimat verilmiş olaydı bu kadar mun tazam hareket ancak vaki olabilirdi. Biz köye doğru iniyo ruz. Köyden gelenler bizim istikametimize doğru geliyor lar. Nihayet yaklaştık. Bunlar üçü mavzer, sekiz onu tek, çift namlulu av tüfekleriyle mücehhez, üst tarafı silahsız yir mi otuz kişi idi. Hiç istifimizi bozmayarak: - Selamaleyküm. Dedik. Heriflerin bu selama mukabele edip etmedik lerini bile belki belli belirsiz bir şey kalmasına rağmen biz şu hasmane vaziyeti bozmak ve daha iyi anlamış olmak için, onların müsellah istikballeri (silahlı karşılaşmaları) güya tabii bir iş imiş gibi ona hiç aldırmayarak, onu adeta görmemezlikten gelerek hem yolumuza devam ediyor, hem kendileriyle konuşuyorduk: - Bu köy Budaklar köyü değil mi? - Evet, bu köy Budaklar köyü. - Şu karşıki?.. - Orası Pirahmet... - Tamam. O halde Armeşe buraya bir, bir buçuk saat lik bir mesafede olacak. -Öyledir! - Bu gidişle akşama Armeşe'ye varılabilir mi?.. 49
- Varılır! Herifler kısa kısa cevaplar vererek vaziyeti anlamaya çalışıyorlar, biz ise laubali tavırlarımız ve serbest hareket lerimizle onların şüphe ve tereddüt silahlarını her adımda biraz daha ellerinden alıyorduk. Böylelikle adeta alayıvala halinde köye vardığımız zaman bizi kadın erkek, çoluk ço cuk daha büyük bir kalabalığın beklediğini gördük. Köyde kadınlardan, ihtiyarlardan tutun da en küçük çocuklara va rıncaya kadar hiç kimse kalmamış, hepsi çayırın karşısın daki güzergâh etrafına hıncahınç dolmuşlardı. Onları da selamladıktan sonra çayırda hayvanlardan inerek biraz ârâm etmek (durmak) istedik. Fakat yanımıza sokulanlarla mü temadiyen konuşuyorduk. Bu konuşmaların hepsi köylüye emniyet vermek için idi. Onlar da gördüler ki nihayet bizler öyle korkulacak in sanlar değildik. Armeşe'ye gidiyorduk. Binaenaleyh hali mizde hiçbir fevkaladelik yoktu. Vaziyet bu suretle vuzuh ve sarahat kesbettikten soma kendisinden su istediğim bir silahlıdan sordum: - Yahu, ayıp olmasın, ama şu köye gelirken silahlı bir heyetle karşılanmaklığımız neden icap etti? - Hiç beyefendi. Mavzerli gördüğünüz bizler bu köy ce korucu yapılmış insanlarız. Tabii size göre değil, fakat ortalıkta ne olduğu belirsiz işler dönüyor. Onun için köyce kulağımız kiriştedir, olur olmaz işin bu köye bulaşmaması - için işte böyle dikkatli bulunuyoruz da ondan. - Ne gibi işler? - Evvela eşkıya meşkıya gelebiliyor. Baskınlardan 50
maskmlardan korkulabilir. Sonra İngilizler gelecek, gide cek diyorlar. Sonra Armaşe taraflarına Ermeniler gelebilir, sonra İstanbul'da işler olmuş... Biz istiyoruz ki dünyada ne olursa olsun, fakat bu köye bulaşmasın. - İstanbul'da bir şeyler mi olmuş dedin? Üç beş gün dür geziyoruz da haberimiz yok. Acaba ne gibi şeyler ol muş? - İngilizler İstanbul'u zaptetmişler galiba. Pek iyi bi lmiyorum ama buraya kadar işte bu çeşit haberler geldi. Vaziyet tamamen aydınlanmıştı. Köyün uyanık hare keti tahsisen (özellikle) bizim gibi İstanbul işgali işleri ile alakadar olanlara karşı idi. Budaklar köyünü böyle karışık ve küçük işlerden alarga tutmak istiyorlardı. Bizlerin kim ler olduklarımızı bilseler, belki ellerimizi kollarımızı bağ layarak haklarımızda akıllarınca muvafık görecekleri her hangi bir muameleyi yapmaya kalkışırlardı... Şu haleti ruhiyeye nazaran burada zor durulurdu. Heriflere hiç renk ver medik, ama vaziyetin bu mahiyeti anlaşıldıktan sonra ora da kalmaya çalışmanın da hemen hemen imkânı yoktu... Genç ihtiyar, kadın ve çocuk herkes bütün köy hâlâ ça yırın karşısında yolun kenarında toplu duruyorlar, hâlâ ta mamen tatmin olunmamış meraklı gözlerle bize bakıyor' lardı. (Haydi kalkalım yürüyelim yolcu yolunda gerek) de dik. Bizi oraya kadar getiren hayvanların sahipleri daha ile ri gitmek istemiyorlardı. Bir iki kısa laf ile onları razı et tikten soma hayvanlarımıza bindik ve sırrımızı faş edeme yerek tıpkı kurbanlık koyunlar gibi yolumuza devam etme ye koyulduk. Şimdi yine halkın önünden geçiyorduk. On51
lar hâlâ anlamamış ve inanmamış gözlerle bize bakıyorlar dı. Kendilerine selam verdim: - Bu kadarlıkmış, ne yapalım, hoşçakalm. Dedim. Bütün bu koca kalabalık içinden yalnız bir ih tiyar dudaklarının içinden gülerek: - Oğurlar olsun. Ama vakit da epey geç oldu, sanki bu gece burada da kalınabilirdi! Dedi. Dedi mi, demedi mi, ben bu söz üzerine bir bal mumu yapıştırdım. Üç dakika soma oradan ayrılmış, kö yün dış kenarına çıkmıştık. Arkadaşlarımı hayvan üstünde bir ayak divanına davet ettim. Hep bir araya toplanmıştık. - Arkadaşlar, ne olursa olsun gelin biz bu akşam Armeşe'ye gitmeyelim. - Gitmeyelim de ne yapalım? Köyün halini görüyor sunuz. - Dikkat ettiniz mi, ihtiyar herif bu akşam burada kalsanız da olur dedi. Kısa bir müzakereden sonra Armeşe'ye yalnız S i m Bey'in azimeti (gitmesi) teklif edildi. S i m Bey buralarını iyi biliyordu. Armeşe müdürü de tanıdığı bir adamdı. Ni hayet tek başına giderse -Armeşe denildiği gibi Ermeniler le dolu bile olsa ve hatta orada İngilizler bile olsa- Sim Bey için büyük ve kati bir tehlike tasavvur olunamazdı. Niha yet S i m Bey bir memur vaziyeti ile Armeşe nahiyesi mü dürünün nezdine misafir gitmiş olabilirdi. Bu teklif pek muvafık görüldü. S i m Bey de kabul etti ve hemen kararın tatbikatına geçilerek S i m Bey Armeşe'ye doğru yoluna devam etti, bizler de Budaklar köyüne döndük. Çayırın kar şısındaki kalabalık dağılmış, orada tek tük insan kalmıştı:
52
- Demin şurada bir ihtiyar vardı ki bize gitmeseniz ve bu akşam burada kalsanız da olur demişti. Kimdir o, ve ne reye gitti şimdi o? - Acep hangi ihtiyar?.. - Canım mavi cepkenli, abani sarıklı, Rumelili kıya fetli ihtiyar. - Ha, ha... Ömer ağa olacak. O evine gitti galiba. - Çağırın onu bana. Hayvanlardan indik ve yine çayıra dağıldık. Ömer ağa yı çağırdılar ve bularak geldiler. - Ömer ağa, dedim, sözüne dayanamadım, bu akşam köyünüzde kalıyoruz... Ömer ağa nezaket için söylemiş olduğu bu sözü dedi ğine diyeceğine pişman oldu ama ne çare ki emri vâki kar şısında idi. Verilen talimat dahilinde bize yer, yatak, yiye cek bulmak üzere köye daldı, Ömer ağa köyde bize melce (sığınacak yer) verecek kimse bulamamış, nihayet kendi evi ile kardeşinin evine koymaktan başka çare görememiş ti. Arkadaşlar iki eve taksim olunduk: Ben Ömer ağanın evinde idim. Küçük, yaramaz, elleri ayaklan pislik içinde, fakat insanın, yüzüne sıçrayacak kadar canlı bir kızı vardı. Bilhassa onunla şakalaşmakta konuşma vesileleri buluyor dum. Gece muhtar geldi, evinden kahve getirtti. Önümüz deki ocakta pişireceklerdi. Anadolu'da kahve öyle rast ge len her evde bulunuverir bir meta değildir. İşte o böyle muhtar gibi bir ağanın evinde bulunan ve işte böyle icap ederse lütfen getirilen kıymetli bir cevherdir. Muhtar Ah53
met ağa veya efendi hinoğlu hin bir şeydi. Onun bizim hak kımızdaki şüphesi hâlâ zail olmamıştı. Hâlâ dereden tepe den su getirerek vaziyeti anlamak istiyor, bazan da belki hu susi maksatla aleyhimize çıkacak sözler söylüyordu: İstan bul işgali aleyhine çalışmak isteyen bazı sivri akıllılar var mış, hiç bu olur olur ve söker şey midir falan gibi... Nihayet gece saat on bir raddelerinde bir jandarma sü varisi geldi ve bana bir mektup getirdi. Bu mektup Armeşe'den, Sırrı Bey'dendi. Sırrı Bey Armeşe'ye gitmiş, vazi yeti gördükten soma kendisince malum olun bizim vaziye timize çaresaz olmak üzere alelacele şu satırları havi bir tez kere göndermişti: "Yunus Nadi Bey'e; Zatıâlilerine ve diğer arkadaşlara tebşir ederim: müba rek kuvayı milliyemiz İngilizleri tepelemiş ve İzmit'i istir dat eylemiştir (geri almıştır). Düşman perişan ve muzmahildir. Vatan bizimdir. Artık onun üzerinde rahatça gezmekliğimize hiçbir mani kalmamıştır. Burada zafer şenli ği yapılıyor. Nahiye müdürü bey şerefinize mükellef bir zi yafet ihzarı (hazırlığı) ile meşguldür. Şimdi teşriflerinizi istirham ediyor. Gözlerimiz yollardadır, çabuk gelin kardeş lerim. Sırrı" Mektubu cerhen (seslice) okudum. Muhtarın gözleri dört açıldı. Ömer Ağa bütün bu işlerin farkında olmayan koyun gözleri ile bakıyor, küçük kız onun kucağından öte kinin omuzuna atlayarak yaramazlıklar yapıyordu. - Şimdi anladın mı muhtar efendi?
54
Dedim. Muhtar anlamış, çok sıkılmış ve pek şaşırmış tı. S i m Bey'in davetine mutlaka icabet lâzım değildi. Er tesi gün Adapazan'na doğru seyahatimizde kendisiyle bir leşebileceğimiz yeri tayin ederek kendisine cevap yazdım ve mektubu ile cevabımı diğer bir evde bulunan Erzurum mebuslarına tebliğ ettim. S i m Bey'le ertesi sabah Budaklı köyü ile Armeşe'nin adaya doğru mutavassıt (ortalama) bir noktasında bulunan Değirmenönü'de birleşecektik... Adapazan'na doğru Budaklar köyünün gecesi biraz zorlukla sabah oldu. O güne kadar hep nisbeten temiz yataklarda yatılmış ve kehlelenmemeye itina olunmuştu. O gece artık bu imkânın mu hafaza edilememesi tehlikesi beni fevkalade sinirlendir mişti. Köyde başka vasıta bulmak kabil olmadığından er tesi sabah Ömer ağa zarif yapılı, kenarları işlemeli, ince ve uzun, adeta narin arabasına beyaz öküzlerini koştu. Tuhaf bir şey: Köy köy arabaların şekli bile değişiyor. Buraların dağ köylerindeki Türkler ekseriyetle Rumeli'den gelme mu hacirlerdi. Galiba herkes kendi menşeinin adetlerini ve ana nelerini de beraber getirmişti. Değirmenönü mevkiinde bulamadığımız S i m Bey'i biraz ilerde bir tepede bulunan Ahırlar köyünde bulduk. Armeşe nahiye müdürü de beraber gelmişti. Burası da bir Türk köyü idi. Bir kahve içecek kadar oturduktan soma Ada istikametinde yolumuza devam ettik. Bu akşam Adapa55
zarı'na girip girmemek şıkları bahis mevzuu oluyordu. Na hiye müdürü aceleye lüzum görmüyor, ilerideki bir Çerkez köyüne kadar gidilebileceğini, orada kendisinin pek iyi ta nıdığı bir zatın evinde bu akşam kalınabileceğini ve ertesi gün de ferah ferah, rahat rahat Adaya varılacağını söylü yordu. Artık emin bir vaziyete geçmiş idik, artık öyle de olabilirdi, böyle de olabilirdi. Fakat emin dediğimiz vaziyet ne idi? S i m Bey'in dün akşam gönderdiği mektubun esrarı ne idi?.. S i m Bey ve na hiye müdürü bu husustaki malumatı, Armeşe taraflarına ak settiği mübalâğalı eşkâl (yansıdığı abartılı şekliyle) ile anlatıyorlardı. Mübarek kuvayı milliyemiz İngilizler üze rine hücum ederek onları adadan béri kovalaya kovalaya, hatta İzmit'te bile tutundurmamışlar ve oradan ileriye de at mışlar. Kuvayı milliye, İzmit... bunlar biribirlerini tutmu yorlardı ama işte de bir hakikat olmaması ihtimali yoktu. Çünkü vagonlarının üzerleri bile hınca hmç İngiliz aske rleri ile dolu trenlerin kaçak vaziyetini sarahaten gösteren bir şekil ve smette İzmit istikametine geçmiş oldukları mu hakkaktı. Bu meselenin mahiyet ve hakikatini ertesi günü ikindiyin vasıl olduğumuz Geyve'de bizzat kumandan Mah mut Bey merhumdan dinlemek suretiyle öğrendik: İstanbul işgalinden mukaddem (önce) dahi Anadolu'da . askeri tedbirler yok değildi. Ankara ile Eskişehir arasına ait ve içinde bir alay İngiliz askeri bulunan Eskişehir'i de mu hit olarak alman tedbirleri idare etmekte olan Ali Fuat Pa şa, işgal üzerine İngilizlere karşı zevahiri çok ciddi ve çok
56
hasmane görünebilen bir vaziyete geçmiş ve ültimatom üzerine ültimatom yağdırmaya başlamıştır. Nihayet bir gün cidden taarruz mukaddimesi (başlangıcı) addolunacak su rette yaptırdığı büyük ve hareketli bir nümayiş önünde İn giliz kumandanı korku ve telaşa düşerek Eskişehir'i terk edip gitmek esasmda bir müzakere ve bir protokolü müte akip ve götüreceği trenleri derhal iade edeceğine namusu askerisi üzerine söz vererek palas pandıras tabirine uygun bir halde Eskişehir'den gitmiştir. Bu İngilizlerin daha yu karılarda mevki alarak tutunmamalan için kendileri hafif süvari kuvvetleri ile her tarafta tarassut ve takip ettirilmiş lerdir. Ali Fuat Paşa'mn o zamanki askeri de hakikaten (mü barek kuvayı milliyemiz)den başka bir şey değildi. Vatanı nı seven ve atma binen on beş yirmi yaşından tut da seksen yaşma kadar herkes. Ama İngilizlerin gözlerine dağ taş her yer asker gibi göründüğü halde bilmem ki o günlerdeki miktarı şöyle ciddi bir sayı ile beş altı yüzü geçiyor muy du?.. İşte bir gün soma bütün tafsilatıyla öğrendiğimize göre Sırrı Bey'e İzmit'in zabt ve istirdadı beşaretnamesini yazdıran hadisenin menbaı Eskişehir ovalarında ve Geyve boğazlarında imiş. Nahiye müdürünün gece kalabileceğimizi söylediği Çerkez köyüne vardığımızda vakit öğleyi geçmişti. Fakat orada o kadar az durduk ve o kadar acele ve soğuk çıktık ki, köyün ismini şimdi hatırlamadığım gibi belki o zaman sormaya lüzum bile görmemişimdir diye düşünüyorum. 57
Kendisi aslen Gürcü olan nahiye müdürü bir Çerkez aile den kız almış olmakhasebıyla -oralarda cari bir teamüle na zaran- kendisini her Çerkez'in akrabasından addediyor ve bizi evine götürdüğü adama da (bizim hısım) diye hitap edi yordu. Fakat ev sahibi hısım değil, belki hasım idi. Bizi gör dükten soma vaziyeti hisseden herifin ağzmı bıçak açmı yordu. Zahirde terbiyeli hareket ediyor, fakat hakikatte biz den hiç hoşlanmadığı ayan beyan görünüyordu. Buradan he men ipi kırmak lazım geldiğine karar vermekliğimiz için arkadaşlar arasında şöylece nazar teatisi kifayet etti. Yalnız bir vasıtaya, bir de Adaya doğru takip olunacak yol hakkın da biraz malumata ihtiyacımız vardı. Bu köyden Adaya ka dar araba ile gidilemezdi. Bulunacak bir araba ile ova için de su başına kadar gidilir, oradan kayıklarla (Çarh)a doğru indirdi. (Çarh) demlen şey Sabanca ayağından Adapazarı kasabasına su sevkeden dolap tertibatına verilmiş addır. Bizim hemen yola çıkmak kararımızdan en ziyade memnun olan biri şüphesiz ev sahibi idi. Beş on dakika için de öküz arabası bulundu, biz de yalnız nahiye müdürünü kendi hısımına bırakarak ağaçlar içine gömülmüş sulu ova nın içine daldık. Adapazarı'na gece yatsı zamanı geldik. Şehrin kena rında arabadan inerek bohçalar ve çantalar elde yürüdük. Evinde yok olduğu söylenilen kaymakamdan ümidi kestik ten sonra (Sakarya) oteline geldik. Yer bol, temiz yataklar mebzul, vaktin geç olmasına rağmen nefis yemekler ihza-
58
n mümkün..: Dört beş günlük meşakkat ve sefaletten son ra şimdi odasında bol su ile yıkanarak tıraş olmuş ve ken disine çekidüzen vermiş her arkadaş elektrik ziyası ile ay dınlanmış bembayaz masanın etrafında toplanıyorlardı.
59
-IIIHAYRET: BİZİM ASKER... Geyve Boğazı'ndan itibaren artık milli kuvvetlerle karşılaşmış ve aralarma girmiş bulunuyorduk. Adapazan'nda daha kaymakamın evine giderken ve otele gelirken bize kulağı delik üç dört kişi iltihak etmiş lerdi. Bunlar S u n Bey'in tanıdıkları sabık İttihatçılar, şim di de müdafaai hukukçu ve kuvayı milliyeci idiler. Adapa zarı karışık bir muhit olduğu cihetle bu arkadaşlar vaziye ti canlı canlı, fakat çok alçak bir sesle anlatıyorlardı. Onlar da söylüyorlardı ki, İngilizler Arif iye'den trenlerle İzmit is tikametine geçmişler, kuvayı milliye Geyve istasyonuna kadar gelmişti. Bunun tesiri ile muhitte bir sükûn hasıl ol muştu. Otelde bir taraftan yemek yerken diğer taraftan Ada ile Geyve arasında telgraf muhaberesi bulunduğunu öğ rendiğimizden Geyve kaymakamlığına çektiğimiz bir telgrafhame ile Adapazan'nda bulunduğumuzu bildirdik. Yann sabah Adadan Geyve boğazına hareket edecektik. Ora dan ilerisi için vasıta rica ediyorduk. Aynı zamanda bizden evvel yola çıkan Celâleddin Arif Bey ve arkadaşlannm bir 61
takım olarak, Adnan Bey ve Halide Edip Hanım'la arka daşlarının diğer bir takım olarak Hendek ve Düzce yollannda bulunduklarını, Adapazarı - Geyve yolunu bilmedik lerinden kendilerinin müşkül bir seyahate maruz bulun duklarını da ilaveten haber veriyorduk. Yanımızda bulunan Adapazarlı arkadaşlara bize alessabah araba tedarik etme lerini rica ederek rahat bir gece geçirdik. Sabahleyin erkenden kaymakam Tahir Bey de munzam (eklenmiş) olduğu halde akşamki arkadaşlar, otele gelmiş lerdi. Üç beş kişi daha vardı. Geyve kaymakamı telgrafı mıza cevap olarak Adapazarı kaymakamına telgraf çekmiş, Geyve Boğazı methalinde drezinler bulunduracağını bildi riyor, takriben hangi saatte oraya geleceğimizi soruyordu. Geyve kaymakamı ayni zamanda Gelâleddin Arif Bey ta kımı ile Halide Edip Hanım takımını dahi takip edecekle ri güzergâhta telgrafla arıyordu. Pek de aceleye lüzum görmeyerek kuşluk vakti râkib olduğumuz (bindiğimiz) yaylı arabalar dört, dört buçuk sa at soma bizi Geyve Boğazı methaline isal ettiler (girişine ulaştırdılar). Hayret: Bizim asker!.. Evet ta kendisi, bizim asker!.. Henüz oraya gelmişler. Bir taraftan telefonlar ku ruluyor, diğer taraftan ateşler yakılıyor, diğer taraftan ça dırlar kakılıyor ve bunların hepsi bardaktan boşanırcasma yağan bir yağmurun altında yapılıyordu. Karargâh mahi yetinde olarak içine ithal edildiğimiz evin ocağı yanmıştı. Telefonu işliyordu. Herkes şöyle bir tarafa oturduktan son ra çaylar ısmarlandı, kumandan: - Geldiğinizi haber vereyim bari diye telefonu eline al62
dı. Oraya muvasalatımızın telefonla Geyve'ye haber veril mesi kendilerinden rica edilmişti. O yağmur ve bora için de biraz zor konuşulan telefonla nihayet maksat temin edi lebildi. Geyve, misafirlerin Geyve Boğazı'namuvasalatla rından haberdar olmuş oldu. Oradaki zabitlerin ve askerlerin binbir işleri vardı. Bi naenaleyh kendileri ile uzun uzadıya konuşulabilecek gibi değildi. Fakat cümlesinin vaziyet ve tavırlarında memleke ti düşmandan tathir etmek emniyeti (temizlemek inancı) ve bu emniyetin mukaddimei beşareti okunuyordu. Düşman Eskişehir'den sürülmüş, şimdi vatanın işte burasına kadar her yeri, gıllügişsiz bizim olmuştu. Onlar bu vaziyetin nigehbanlan (bekçileri) idiler. Geyve Kaymakamı Hamdi Bey Takriben iki saat sonra bir iki drezin ile Geyve Kay makamı Hamdi Bey geldi. Kıyafetine bakılınca bu kayma kam değil, adeta dişlerine kadar silahlı bir çeteci ferdi; ayakta dolaklar, külot pantalon, çaprastvari asılmış iki sıra fişeklik, bir mavzer filintası, yanından kabarıp taşan ta banca... Demek Anadolu'da herkes böyle çalışıyordu. Ham di Namık Bey'in verdiği ilk his, hakikaten pek iyi idi. Hoş beşten soma bana: - Beni tanımadınız galiba, dedi. Hakikaten tanıyama mıştım. Ömrümde bu kıyafette bir kaymakamı ilk defa gö rüyorum, nereden tanıyacaktım? - Canım, dedi Menteşe tahrirat müdürlüğünden geldi-
63
ğimde zatıâlilerini (Yeni Gün) matbaasında bir iki kere zi yaret etmemiş miydim?... Hatta birader beyden mektup ge tirerek... Derhal hatırıma geldi, fakat o Hamdi Bey başka, bu önümüzdeki Hamdi Bey ise bambaşka idi. Şimdi Hamdi Bey kuvayi milliyeci idi... Yedi sekiz arkadaş köprünün öte tarafında üç drezine taksim olunarak hattın demirleri üzerinden kaymağa baş ladık. Şurada Sakarya bütün bulanıklığı ile çiyan renginde kocaman bir yılan gibi kıvrıla kivnla yuvarlanıyor, iki ta raftan yükselen dağların tepeleri puslar içinde kayboluyor du. Manzara fevkalade latif idi. İstanbul'dan hareketimizin altıncı günü en güzel bir yol üzerinde ve artık kendi mede ni vesaitimizle çok büyük bir emniyet ve inşirah içinde Geyve'ye doğru kayıyorduk. Drezinlerin makinelerini nö bet değiştirerek askerler çeviriyor, zaman zaman kendile rine nöbetle biz de yardım ediyorduk. Bu drezin arabaları ile seyahat hasseten keyifli bir şeydir. Birçok envai olan bu drezinler bir nevi çocuk oyuncağı kabilinden küçük ve açık şömendifer vagoncuklandır. İkindi üzeri Geyve istasyonuna muvasalatımızda ku mandan kaymakam (yarbay) Mahmut Bey'i levent boyu ve kahraman çehresiyle bizi bekliyor bulduk. Yağmur yine gökler yıkılıyor denilecek bir şiddet almıştı. Kendimizi ya kınımızda bulunan ve içinde ateş yanan bir vagona dar at tık.
64
Kuvayı Milliye Kumandanı Mahmut Bey Geyve istasyonunda insanı yağmurdan masun tutan yük vagonunun içine sandalyeler atılmıştı. Köşede yarım tenekeden yapılmış bir mangalın içinde ateş yanıyor, kena rında büyük bir çaydanlık buğular salarak kaynıyordu. Mert çehreli, halûk, kanı sıcak Mahmut Bey: - Çocuklar, çay sıcak ve güzel! Kumandasını verdik ten soma seyahatimiz hakkında malumat almak istedi. - Geç bu bir destandır. Dedim, maamafih kısaca hikâye ettim. Mahmut Beyle gıyabi muarefemiz (tanışıklığımız) vardı. Çoktan beri İs kenderun, Antalya ve Halep taraflarında bulunan en büyük biraderim ile oradaki memuriyeti esnasında tanışmışlar ve pek ziyade sevişmişlerdi. Biraderim birçok mektuplarında bu Mahmut Bey'in gıyaben bana muhabbetinden, fazilet lerinden ve meziyetlerinden hararetle bahsederdi. Mahmut Bey: - Lütfetmiş olduğunuz kartvizitlerin şifahi teşekkürü nü ifa etmek bak nerede nasip olacakmış? Diye nazarını o eski hatıralara irca etti (döndürdü). Filhakika o muhaberat esnasında İstanbul'dan Mahmut Bey'e kartvizit yaptırmış ve yollamıştım. Geyve Boğazı'ndan drezinlere bineceğimiz sırada Kaymakam Hamdi Namık Bey, Yusuf Kemal Bey ve arka daşlarından mürekkep dört mebusun Geyve'de olduklarını söylemişti. Mahmut Bey'e bir aralık: - Yahu, bizim mebus arkadaşlar burada imiş, nerede on lar, hiç sesleri sedaları çıktığı yok! 65
Dedim. - Buradadırlar, otelde olacaklar. Diye kaçamaklı bir cevap verdikten soma bahsin mec rasını değiştirmeye hemen müsaraat etti (girişti): - Yolda İngiliz mingiliz görmediniz mi? - Yok... Yalnız işittik ki, bir hayli İngiliz, hatta vagon ların üzerlerine dahi dolarak trenle ve palas pandıras geçip gitmişler... Bu hadise bir noktada işimize bile yaradı. Armeşe taraflarında -bundan galat galiba- kuvayi milliyenin İzmiti zabt ve istirdat etmiş olduğu kuvvet ve katiyetle şa yi olmuştur... Mahmut Bey hiç yüzünden aynlmıyan tebessümü ile tatlı tatlı gülüyordu. Bu işlerin nasıl olup bitmiş olduğunu anlamak çok meraklı bir şeydi. Dışarda yağmur olanca şid detiyle devam ediyordu. Birinci çaylardan soma kahve em reden Mahmut Bey hadiseyi hulasa etti: - Eskişehir'de İngilizlerle çok garip mücadele geçirdik. Ali Fuat Paşa'nın aldığı muhtelif tertibat içinde nihayet bir gün kat'i hareket etmek lazım geldi. Bu tertibata Eskişe hir'in halkı ile beraber etrafta dolaştırılan kuvayı milliye müşterek idi. Vaziyetimizi çok kuvvetli ve İngilizlerin mev kiini çok müşkül göstermek bu tertibatın ruhunu teşkil ediyordu. Fakat işin zevcahiri ve hakikati bu olmasına rağ men icabında vuruşmak da içtinabı gayri kabil bir zaruret (kaçınılması olanaksız bir zorunluk) olabilirdi. Nitekim o kat'i günde kıl farkı ile bu vaziyet hasıl oldu. Talimat ve tertibat neticesi olarak Eskişehir'de galeyan manzarası var dı. Etraftaki tertibatımız da İngilizlere fevkaladelikler his si veren meçhul harekât gibi görünüyordu. 66
Bu esnada İngiliz karargâhında ne kadar mekkâre ka tın varsa bizimkiler tarafından yularları çözülerek salıve rilmiş. Yüzlerce katır kıç atarak muhtelif istikametlerde koşuyorlardı. Manzara harp mukaddemesi (başlangıcı) gi bi bir şeydi. Kati karar almak ve kati yürümek lazımdı. Şimdi karşıdaki tepeyi tutmaya müsaraat etmek (girişmek) lazımdı. Onu biz tutmazsak belki İngilizler tutarlardı. Eli me geçen beş on askerle tepeye koştum. Ne isabet olmuş. İnglizler de öbür taraftan oraya koşmuşlar. Tepeye biz çık tık, onlar çıktılar. Tüfekler yekdiğerimize tevcih olunmuş, karşı karşıya ve adeta kucak kucağa, ne onlar ne de biz, ne fes alamayacak kadar müheyyiç (heyecanu) bir an geçir dik. İşin şakaya gelen tarafı yoktu. Ne olacaksa olacaktı. Vaziyetin ciddiyetini gören İngilizler yavaş yavaş geriledi ler ve tepe elimizde kaldı. Fakat İngilizler karargahında ve bütün İngiliz alayın da dehşetli bir telaş hüküm sürmeye başladığı görülüyor du. Çok geçmeden İngiliz kumandanının görüşmek istedi ğinden haberdar edildik ve gittik görüştük. Telaş ve hiddet ten herifin yüzü gözü kanşmıştı: - Bu harekette bize karşı hakaret var ve suikast var; de mek istiyordu. Biz vaziyetin bundan daha ciddi olduğunu anlattık. Daha ziyade telaş etti. Nihayet alayı ile ve derhal Eskişehir'i terkedip gidece ğini söyledi ve bu hareketine karşı kendisinin hiç rahatsız edilmiyeceğine dair bizden söz istedi. Bunu muhtasar bir protokola raptettik (kısa bir pro67
tokola bağladık). Biz şömendüfer tren ve makinelerinin bu suretle elimizden çıkmasına asla razı olmak istemiyorduk, namusu üzerine söz verdi ki gider gitmez onları aynen ve tamamen iade edecektir. Eskişehir'den giden İngilizler yolda kendilerine göre daha emin addedecekleri bir yerde mevki almaya çalışma sınlar diye kendilerini hafif süvari kuvvetleri ile uzaktan ta kip ve tarassut ettirdik. Böylelikle defolup gittiler ama gi derken en mühim köprüleri atmışlardır, yolda göreceksi niz... Mahmut Bey'in naklettiği mühim ve müheyyiç mace rayı açılmış gözlerle dinliyorduk. Sordum ki: - Ya iş ciddi bir harbe müncer olsaydı?.. - Olabilirdi. An gelmişti ki, artık ilerisini gerisini dü şünemezdik. Harp ve iş olacağına varırdı. - Ben bu davayı işte bu azim ve kararın halletmiş ol duğunu görüyorum. - Ona ne şüphe. Bundan somasını da hep onunla hal ledeceğiz. Görecekler Nadi Bey! Yağmur diner gibi olmuştu, hafif hafif çiseliyordu. He le biraz vagondan çıkalım dedik ve çıktık. - Nereye gideceğiz, dedim. Şu bizim heyeti nasıha me buslarını bir görsek... - Adam, görürüz, hele biraz da şu bizim daireye uğrayalım, bir kahve de orada içeriz. Dedi. Şimdi kumandan kaymakam Mahmut Bey'in is tasyon binasında kendisine karargâh ittihaz ettiği odada baş başa idik. 68
Kumandanla baş başa bir konuşma Geyve istasyonundaki odasında kaymakam Mahmut Bey'le vaziyete dair konuştuk. Yapılan işler bir planın mı mahsulü idi, yoksa gelişigüzel fedakârane bir maceraya mı atılıyorduk? Mahmut Bey iyi ve mert bir asker olduğu ka dar kalb ve vicdanı çok kuvvetli bir adamdı. - Vallahi Nadi bey dedi, bu iş millet işidir. Tertibatımı zın şimdiki derecesi yabancı bir askerin tetkikine arzolunsa belki handelerle (gülünerek) karşılanır. Fakat bize göre öyle değil. Bu milletten olmayan herhangi bir mütefenninin asker addetmiyeceği edna neferim, benim nazarımda çok büyük kıymeti haizdir. Sonra milli varlık gibi haksız yere payimal edilmek istenilen çok kudsi bir hakkın muha-, fazası için harekete gelmişiz. Böyle bir davanın yürüme mesi ihtimali olamaz. Hem zahirde tertibatımız yok gibi gö rünse de ortaya mükemmel ordular çıkaracak yüksek baş larımız var. Başka hiçbirinden bahsetmemek için işte An kara'da Mustafa Kemal Paşa. - Bütün bu hikâye ettiğiniz son harekâtta kendisinin de alakası var mı? - Nasıl yok. Bütün bu harekat esasen onun malumat ve talimatı ile yapılıyor. Onun olur dediği şey behemahlal olur. Çok büyük asker, çok büyük kumandan ve çok büyük in sandır Nadi Bey. Her gün kendisine rapor verir ve her gün kendisinden haber alırım. Cevaplarının her kelimesi ders ve bir kuvvettir. - Yeniden ordu teşkilatı için tertibat ve teşebbüsat baş ladı mı?.. 69
- Orasını onlar bilirler. Fakat şurası muhakkaktır ki va tanın tahlisine ait tertibat ve teşkilat sür'atle suhuletle ve kuvvetle vücuda gelecektir. Bunu yalnız başına Mustafa Kemal Paşa'mn şahsiyeti kefildir, denilse hata olmaz. Hal buki bu işte ona müzaheret edecek kuvvetli anasırımız var dır. Mesela son hadiselerin başında çalışan Ali Fuat Paşa da değerli kumandanlanmızdandır. Benim gibi naçizleri hesaba katmıyorum. Fakat büyük davada herkes, hatta en naçiz fert uhdesine düşen vazifeyi ifa edecektir. - Ali Fuat Paşa nerede? - O Eskişehir macerasından soma Ankara'ya döndü. - Şimdi Ankara heyeti temsiliyesinden Paşa ile kimler çalışıyor? - Oradaki arkadaşların hepsi. Fakat siz çabuk gidin de şu Meclis'i Ankara'da kurun bakalım. - Heyhat, Mahmut Bey, İstanbul Meclisi Mebusam'nm büyük ekseriyeti cılık çıktı. Onlar gelmiyorlar. Biz gidenlerse çok ekalliyette kalacağız. - Canım ne ekalliyeti? Mustafa Kemal Paşa heyeti temsiliye namına bütün millete beyanname neşrederek İstan bul'dan gelebileceklerle biliştirak (ortaklaşa) fevkalade bir Meclis teşkil edilmesini ve bunun için de yeniden intiha bat (seçim) yapılmasını emretti. Bu intihabat da şimdi her yerde yapılıyor. Bundan haberiniz yok mu?.. Bundan hakikaten haberim yoktu. Tafsilatım biraz Mahmut Bey'den ve üst tarafım da akşama Geyve Kayma kamı Hamdi Bey'den dinledim. İstanbul işgali resmi ve fi ilisi üzerine Paşa'mn ilk işi milletin talih ve mukadderatı 70
üzerinde haizi tesir fevkalade kararlar ittihaz etmek üzere fevkalade bir Meclis azasının intihabı ile Ankara'ya içti maa şevkini (toplantıya gönderilmesini) talep olmuş. Bu yeni intihabata eski müntehibi sanilerden başka müdafaai hukuklarla belediyelerin de iştirakleri muvafık olacağını yazmış. Şimdi her tarafta bu yapılıyormuş. Mahmut Bey: - İntihabat her tarafta alaka ve ehemmiyetle ve süratle yapılıyor. Bu gidişle bir aya varmaz Ankara'da Meclis top lanır. Ve o zaman artık siz efendilerimiz kararlar vererek bizim orduları teşkil ve tanzim edersiniz!.. Diyor ve gülerek: - Bizimki ne olacak, derme çatma şeyler. Diye ilave ediyordu. Fakat çok sevdiği kuvvetlerine velevki şaka tarzında bir ehemmiyetsizlik izafe etmeye gön lü kail olmadı. - Maamafih, dedi, öyle söylediğime bakma, miktarla rını da sorma. Buradaki mevcuda yarın sabah sizin önünüz de bir geçit resmi yaptırayım da gör. Her birinin kalbjnde bin arslan yatar vallahi!.. (... Şimdi şu satırları yazarken Mahmut Bey'in çoktan dünyada olmayan hayali karşısında gözlerim yaşanyor ve ellerim titriyor. Oradan kendisiyle takriben on beş yirmi gün kadar sonra Düzce taraflarında patlak veren isyanların bas tırılmasına giden mert ve kahraman Mahmut Bey âsilerin bir tuzağına düşürülerek gaddarca şehit edilmişti. Pek çok Düzce'ye bedel sayılabilecek olan bu mert ve kahraman adamın şu suretle ziyaı (kaybı) o memleket için ilelebet bir 71
leke teşkil etse yeridir. İstanbul'dan beri benim en korktu ğum işte o mıntıkalardı. Bunları Mahmut Bey'e söylemiş, Ada yolundaki Çerkez köyünden aldığım hissiyatı ilave et miştim. O: - Nadi Bey böyle şey olamaz, olsa bile onları bertaraf etmeye tek başıma yalmz ben yeterim. Diyordu. Zavallı bu itimat ile -ve kimbilir biraz ken disinin de Çerkez olduğunu hesaba katarak- asilerin alda tıcı sözlerine kanmış, onların içine gitmiş, kahpece vurul muştu. Zavallı Mahmut Bey, zavallı Mahmut Bey...) İstasyon binasındaki kendi karargâhında Mahmut Bey'le epeyce uzun bir hasbıhal yapmıştık. İstasyon bina sından çıkarak kahvelere doğru gittiğimizde bizim heyeti nasıha mebuslarını beni kucaklamak ister gibi bir vaziyet te buldum. Gevye'de alıkonulan heyeti nasıha Geyve istasyonundaki karargâhta kumandan kayma kam Mahmut Bey'in beni biraz fazla oyalamaktan başka ca bir maksat takip etmiş olduğunu soma istidlal ettim (çı kardım). Dışarıya çıkıp da kahvelere doğru giderek heye ti nasıhayı teşkil eden Yusuf Kemal Bey'le arkadaşları Rı za Nur Bey'i, Abdullah Azmi ve Hoca Vehbi (Konya) efen dileri gördüğüm zaman hiçbir şeyin farkında olmadım. Yal nız bu arkadaşlar bizim oraya muvasalatımızdan pek ziya de memnun görünüyorlardı. Olabilir, olmayacak yerde yekdiğere tesadüf böyle sürür ve memnuniyet hamleleri halin de tecelli edebilirdi. 72
Yusuf Kemal Bey altı yedi gün evvel alessabah Çamlıca'ya çıkan ve süratle geçen bir arabanın içinde beni se zer gibi olmuş olduğunu söyledi. - Ben de seni aynı suretle inen bir arabada sezer gibi olmuştum. Dedim. Filhakika 336 (1920) Martı'nm 21'inci günü Abdul lah Ağa'nın arabasıyla Çamlıca'ya doğru çıkarken görünmesiyle geçmesi bir olan bir arabada Yusuf Kemal Bey'in hayalini seçer gibi olmuştum. Hatta ne yalan söyleyim, içimden düşünmüştüm: Bu efendiler, heyeti nasıha unvanı altında İngilizlerin dikkat ve itinasına mazhar bir vaziyet le tren kompartımanlanna kurulacaklar ve öylece Anka ra'ya gidecekler.. Biz ise, dağ tepe kimbilir nerelerde yu varlanacak, ne meşakkatler çekecek ve belki de ne felaket ler göreceğiz., ve bunu düşünürken zaten o zamanki İstan bul hükümetinin aciz ve zilletinden başka bir mana ifade etmeyen bu teşebbüse karşı bir kat daha kızmıştım. Adı o zamandan beri (hey'eti nasıha) kalmış olan bü hey'et An kara'ya gidecek, her şeyi kaybetmemek bahasına Mustafa Kemal Paşa'ya itidal ve basiret tavsiye edecekti., ve bunun için İngilizlerin de malûmat ve teshilatlan (bilgi ve kolay laştırmaları) ile Ankara'ya azimetleri mümkün kılınacak tı. Ortalıkta İngilizlerin kuş uçup kervan geçmesine imkân bırakmak istemedikleri o zamanda bu hadise işte böyle pek çok ciddi arkadaşlarca hiddetlerle karşılanan müstesna bir mahiyeti haizdi. Filhakika öyle de olmuş. Birkaç gün soma İngilizler 73
bu hey'eti nasıha erkanını hususi bir trene bindirerek evve-' la İzmit'e, soma Adapazan'na sevketmişler. Trende Hint li askerler varmış. Bilhassa bunların daha ileri gitmekten ödleri kopuyormuş. Tüfeklerin tetiği elde, gözler çanağın dan çıkmış bir halde korku ve helecanla etrafa bakıyorlarmış. Nihayet hey'eti nasıhayı esasen Lefke köprüsüne ka dar götürecek iken daha Geyve Boğazı'na kadar bile götüremeyerek Adliye köyü mü, Adile köyü mü şuna benzer isimli bir Çerkez köyü yakınlarında tarlalar içine indirmiş ler ve kendileri gerisin geriye kaçmışlar. Çünkü Geyve, ev vela İzmit mutasarrıflığına, mütaakiben yolda İngiliz ku mandanına tebliğ edilmiş ki eğer Geyve Boğazı'na yakla şırlarsa ateşle karşılaşacaklardır... Bu suretle yan yolda so kağa bırakılıveren hey'eti nasıha erkanı ondan soması için hayli zahmet çekmiş, hatta soyulmak tehlikesi bile geçir miş. Böyle bin müşkülatla Geyve'ye gelebilen hey'eti na sıha belanın, hatta tehlikelice bir belanın büyüğüne asıl ora da tesadüf etmiş ki bunu somadan öğreniyoruz. Akşam ye meğini istasyonun kahve ve lokantası olan bir yerde bera ber yedik. Yemekte Yusuf Kemal Bey benim yanımda idi. Bir aralık: - Ömrümde bu kadar müteessir olduğumu hiç bilmi yorum. Dedi. Ben mütehayyir, bu sözden bir şey anlamadığı mı anlattım. - Geçmiş olsun ne oldu? dedim. Bu defa mütehayyir olarak o anlattı: - A, haberin yok mu? Ayol biz üç gündür burada ada makıllı mevkuf (tutuklu) muamelesi görüyorduk. 74
Şimdi vaziyet daha ziyade tavazzuh ediyordu ve son ra daha ziyade etti. Hey'eti nasiha erkânı Geyve'ye muva salatlarında (varışlarında) bir kere çok soğuk karşılanmış lar. Onlara (Ankara'nın nasihate filan ihtiyacı olacağını bilmiyoruz, hele durun bakalım) demişler. Ondan sonra bu muamele biraz daha şiddetli olmuş olacak ki Yusuf Kemal Bey vaziyeti adamakıllı mevkufiyet ile tabir ve ifade edi yordu. Garabet onda ki ileri gitmeleri menedilen bu zevatın geriye dönmeleri de mümkün değildi. Ben Yusuf Kemal Bey'in teessürünü tadil için kendi sine şöyle mukabele ettim: - Bu vaziyetten meyus değil, bilakis çok memnun ol mak lazımdır. Demek ki Ankara'da ve Anadolu'da bu ka dar teyakkuz ve asabiyet vardır. Bu ise çok hayırlı bir ala mettir.. Yemekten soma, kendi arkadaşlarımız arasında, Gey ve Kaymakamı'mn da huzuriyle yarm seyahatimizin devam etmeyeceği bahis mevzuu oldu. Bu bizarrur bir veya iki gün geri kalacaktı. Telgrafla aranan Halide Edip Hanım takımı galibe Düzce'de bulunmuş ve kendilerine iyi yolun Ada Geyve yolu olduğu söylenerek istikametlerini değiştirme leri bildirilmişti. Şimdi onlar dahi Ada'ya dönerek Gey ve'ye geleceklerdi. Soma seyahatimiz Lefke köprüsünü ta kiben şömendüferle devam edecekti. Oraya getirilecek tre nin her iki heyeti birden alıp götürmesi muvafık olurdu. Bunların bu suretle cereyanı bahis mevzuu olurken heyeti nasiha erkanının garip ve sıkıcı vaziyetlerinde dahi bir te75
beddül husule geliyordu (değişiklik oluyordu). Artık an laşılıyordu ki onlar da bizlerle beraber Ankara'ya gelebi lirlerdi. Ankara'da intihabat yapıbyordu Dün akşamdan beri İstanbul'un işgalinden on bir gün ve kendimizin İstanbul'dan hareketimizden altı gün sonra Geyve'de artık kendi selamet ve emniyet muhitimiz içinde bulunuyoruz. Muhtelif manevralar ile temin ettiğimiz bu neticeden memnun ve artık yorgunluğumuzu dinlendirme ye hak kazanmış surette rahatız. Acelemiz olmadığı için bu sabah kalkmakta teahhur bile ettik. Zaten o günü ve eğer yetişemezlerse ertesi günü bile Geyve'de geçirecektik. Dünkü bol yağmurlara bedel bugün o kadar bol su ile yıkanmış ortalığı mebzul bir güneş parlatıyor ve ormanlar la dolu dağlar yeşil yeşil burada uzanıyorlar, şurada kıvrım lar yapıyorlar ve ortada semalara doğru, güneşe doğru yükseliyorlar. Otelden indiğimiz zaman herkesin daha ziyade kahve dışarısına atılmış sandalyelerde bahar safası yapmakta ol duğunu gördük. Kaza kaymakamı Hamdi Namık Bey de dört beş kişi ile bir halka yapmış oturuyorlardı. Bizi görün ce ayağa kalkarak buyurun mukaddimesiyle yanındaki ar kadaşlarına takdim etti, onları da bize. Bunlar Geyve'nin ileri gelenleri idi. Geyve kasabası istasyondan bir saat içe ridedir. Hamdi Namık Bey gece kasabaya evine gitmiş ve sabahleyin bizleri görmek arzusunu izhar eden bu arkadaş76
lan ile beraber tekrar istasyona gelmişti. Geyve'nin ileri ge lenleri denilen zevat kimi belediye azası, kimi Müdafaai Hukuk erkânı olarak çok iyi, çok makul ve hatta çok azim li insanlardı. Kendileri ile son vaziyetler hakkında konuş tuk. İstanbul'un duçar olduğu (düştüğü) vaziyeti ve buna nazaran memleketçe yapılacak vazifeyi bunlar pek âlâ ve hatta bütün şümul ve vüs'ati (kapsamı ve genişliği) ile an lamışlardı ve biliyorlardı. Hele içlerinden eğer hafızamda yanılmıyorsam Hafız Fuat ismini taşıyan biri fevkalade nazan dikkatimi celbetti. Bana: - O, orada İngilizlerle yasaya dursun, biz milletçe An kara'da yeni hükümetimizi kuralım, o zaman görsün. Diyordu. O dediği Padişah idi. Geyveli Hafız'm şu ifadesindeki derin idrak manasım bugün dahi hayret ve tak dirle yadediyorum. Mustafa Kemal Paşa'nm heyeti temsiliye namına mil lete tamimen tebliğ ve işaret ettiği yeni intihabata dair ko nuştuk. Hamdi Namık Bey bu baptaki tebligatı gösterdi. Pa şa bu telgrafnamelerinde İstanbul'da vukua gelen hadisei azime ile tahsisen Meclis'i mebusamn uğradığı akıbetten bahsediyor ve İstanbul'dan kurtulup gelebilecek mebuslann da iştirakiyle toplanmak üzere milleti bir Meclis'i fev kalade intihabına davet eyliyordu. Müteakip telgrafnameler hep bu esası teyit eden şeyler olup bazı taraflardan so rulmuş suallere tamimen verilmiş cevaplardır. Paşa bu Mec lis'in mahiyetindeki fevkaladeliği ve görmeye müekkil ola cağı işlerin azametini derpiş ederek her livadan seviyen beş aza intihap olunması esasını vazetmiş ve bu intihabata mev77
cut müntehibi sanilerden (ikinci seçmenlerden) başka müdafaai hukukların, meclisi idarelerin ve belediyelerin dahi iştirakini, temsil kudretinin ziyadeliği itibariyle, muvafık bularak öyle yapılmasını emreylemekte bulunmuştu. Bilahare istidlal ve istila kılınmış olduğu üzere gerek mebus adedi ve gerek müntehipler envamm (çeşitliliğinin) bu suretle tezyidine yukanki mülahazalardan başka belki bazı yerlerde de müntehibi saniler intihabata iştirakten im tina ederler gibi mülahazaların yeri olmuş bulunduğuna hükmedilmek dahi mümkündür. Bu takdirde dahi her hal de memlekette yine intihabat yapılmış olacak ve her halde Meclis'i fevkalade yine millet intihabı ile vücuda gelmiş bulunacaktı. Heyeti temsiliye bilhassa tamamiyle milli ve vatani bir teşkilat olan müdafai hukuklara istinat ediyordu. Eğer ilk tebligattaki teşmilde (yaygınlaştırmada) bu son mülahazat da yer bulmuşa paşanın bu hususta da isa bet etmiş olduğunu teslim etmek lazımdır. Filhakika son radan bazı yerlerde intihabat icrası maddeten mümkün ol madığı gibi diğer bazı yerlerin intihabat icrasında tereddüt ettikleri görülmüştür. Bir de toplanacak bu fevkalade Meclis'in mana ve mahiyeti ne idi? Bazı yerlerde işe müdafaai hukukların da karışmasından istidlalen bunun bir kongre olacağı zan ve zehabına düşenler olmuştur. Fakat ilk beyan name bu bapta hiç şek ve tereddüde mahal vermeyecek kat'i bir vuzuh ve sarahati şamildi. Beyanname İstanbul'da tevacüz uğramış olan Meclis'i Mebusan'm yok edildiğin den bahsediyor, istediği Meclis 'i fevkaladenin milletin mu kadderatı hakkında hüküm vermek üzere onun yerine ka-
78
im olacağını ve belki ondan da mühim kararlar vermek hal ve mevkiinde bulunacağını pek açık söylüyordu. Her halde Geyve'de bu hakikat bütün lüzum ve kat'iyetiyle anlaşılmıştı. Buna rağmen Geyve'nin merbut (bağlı) bulunduğu İzmit livası bu itibarla hercümerç halinde idi ve zorla adam edilinceye kadar o günlerde gittikçe daha ziya de öyle olmuştu. Daha dün Adapazan'nda idik. Orada in tihabattan bahsedildiğini bile duymamıştık. Halbuki kay makam tebligatı almış, fakat halka vermek için tereddüt et mişti. Kaymakam Tahir Bey, bu hususta hatta bizlere bile kelime çıtlatmamıştı. Kendisi benden başka beraber bulu nan diğer bütün arkadaşları tanıyordu. Vaktiyle Erzurum ta raflarında kaymakamlık etmiş olduğu için Erzurum me busları ile adeta senli benli idi. Fakat şayanı dikkattir ki ote lin salonunda bizimle beraber bulunduğu üç çeyrek saat zar fında bir iskemleye bile oturmayarak hep alayla geçen mu haverelerini ayakta ve baston elinde bir aşağı iki yukarı do laşarak yapmıştı. Anlaşılan bahsin ciddi bir esasa temasın dan korkuyordu. Bizim oradaki kuvayi milliyeci arkadaş ların da çok ihtiyatla hareket etmekte olduklarını kaydet miştim. Ada hakikaten karışık, yekdiğerine gayrı emin ana sırdan mürekkep bir muhit idi. Liva merkezi olan İzmit ise adeta sağır olmuştu. Kandıra kazasının dünyadan haberi yoktu. Düzce ve Hendek şüpheli idi. Kimbilir diğer kaza lar ne hal ve alemde idiler? Bu suretle ilk günlerde bütün İzmit livasında sağlam olarak elde bir Geyve kazası vardı. Yalnız o tepesinden tır nağına kadar sağlamdı ve böyle zamanda böyle bir kaza bü tün livaya bedel olabilirdi. 79
Gördün mü, beğendin mi? Halide Edip Hanım takımının Düzce'den Adapazan'na dönerek Geyve'ye gelmelerine intizaren ikinci gündür ki Geyvede'yiz ve Geyve'nin istasyonunda. Şimdiye kadar hep bir an evvel Ankara'ya gitmeyi düşündüğümüz halde şimdi pek de acelemiz yoktur, burada adeta Ankara'da gi biyiz. Kaymakam Geyve'ye muvasalatımızı Ankara'ya yazmış olduğu gibi ben de yazmıştım. Paşa'dan memnuni yetle dolu cevaplar gelmişti. Şimdi artık evimizde gibi idik. İstediğimiz zaman tıpkı karşıki oda kapısının tokmağını çevirir gibi telgrafın manivelasını kaldırır ve istediğimizle konuşabilirdik. Burada memleket işleri bütün canlılığı ile ele alınmış, memleketin bütün canlı evlatları tepeden tır nağa kadar azim ve karar kesilerek ayaklanmış görünüyor du. Geyve, daha çokçası Rum olmak üzere Hıristiyanı bol bir memleket olduğundan mütarekeden beri geçen günler zarfında onların burunları havaya kalkmış, burada aşağı yukarı epey hezeyan olmuş.. Şimdi memleketin bu kalkın ması karşısında istasyondaki Rumlarda süt dökmüş bir ke di vaziyeti vardı. Fakat bizden hiç kimsenin hiçbir Hıristiyana gözünün üstünde kaşın vardır dediği yoktu. Yalnız Kaymakam Hamdi Namık Bey istasyon memuru olan Ermeniyi çekmiş, orasını bir Türke tevdi eylemişti. Türklük içinde hayat bulan Rum ve Ermeni bu gaynmüslimlerin bir felaket anımızda memleket ve yurt yoldaşları olan -haki katte her cihetle ve ezcümle azim ekseriyetleriyle memle80
ket sahipleri bulunan- Türklere karşı kafa tutmaya kalkış mış, Yunana ve İngilize güvenerek muhakkirane evza ve etvara (aşağılayıcı tutum ve tavırlara) ve hatta taşkınlıkla ra cüret etmiş ve şimdi de bundan dolayı nadimane (piş manlıkla) düşünmeye koyulmuş olmaları ibretle temaşa olunacak levhalardandı. Son günlerde vaziyeti bu hale sokan kuvvet ise mille tin sadece başıboş ve gelişigüzel bir kıyam ve galeyanın dan ibaret değildi. Milletin azim ve karan evvela Mustafa Kemal Paşa ibdaatmdan (kurduklarından) olan (Müdafaai Hukuk) teşkilatına, bilahare de ondan doğan kuvayı milliyeye istinat ediyordu. Mesela şu Geyve 'de bu teşkilatın her ikisi de vardı. Birincisi diğer işler meyanmda şimdi intihabatı izhar ve icra ile, ikincisi ise emre amade muayyen kuv vetleri kadrosuna ithal ile meşgul bulunuyordu. Mesela şu kumandan Mahmut Bey'in asker kuvvetle ri kuvayı milliyeden ibaretti. Fakat bu kuvayı milliye deni len kuvayı mübareke nerede idi? Onlardan ortada gördü ğümüz tek tük numuneler hayvanını sulamaya giden bir sü vari, üç beş kişi ile yem ve saman taşıyan bir iki silahlı ve saire idi. Ortada bir ordu cüzü (birimi) bulunduğunu ispat edecek belli başlı, derli toplu bir şey görüldüğü yoktu. Ken disine tesadüf ettiğim kumandan Mahmut Bey'e bu hayret ve tecessümü izhar ettim (merakımı açıkladım). - Yahu her ferdinin kalbinde aslan yatan kuvvetleriniz nerede? Ortalıkta askere dair çokluk bir şey görmüyorum, dedim. - Evet öyledir, şimdi onlar göze görünmedikleri halde 81
ha deyince meydana çıkıyorlar. Onlar adı üstünde kuvayı milliyedirler. Dedi ve ilave etti: - Size dün resmi geçitten bahsetmiştim. Halbuki yarın alessabah buradaki mevcudumla ileri gitmeye karar verdim. Hareketimizde görürsünüz artık. Filhakika Geyve'de gördüğümüz, hatta şimdiye kadar bütün seyahatimizde gördüğümüz en müheyyiç (heyecanlandırıcı) manzaralardan biri ertesi gün harekete hazırlık halinde, hareket halinde temaşa ettiğimiz bu kuvayı milli ye oldu. Bir taraftan karşıki dağdan gün doğuyor, bir taraf tan Geyve istasyonunun her sokağından kimisi yamçısına bürünmüş, kimisinin cepkenlerinin kolları havada uçan, abaniden yemeniye kadar her türlü sarıklı süvariler çıkıyor du. Sanki gökten ziya, yerden kuvvet fışkınyordu. Mahmut Bey kuvvetlerinin hepsi süvari idi. Bunların içinde hakika ten on sekiz yirmi yaşında gençler ve bila mübalağa 60-70 yaşında ihtiyarlar vardı. Hele kır sakallı bir ihtiyarın at üze rinde dimdik duran vücudu bütün hayatımca bir noktası unutulmayacak bir heykel gibi daima hatırımda yaşayacak tır. Kuyruklar bükülerek tokalanmış, kendilerine azami çe kidüzen verilmiş atlar yerlerinde duramıyorlar, kişneyerek, şuraya kıvranarak buraya dolanarak kaplarına sığmıyorlar dı. Geyve istasyonunun ufacık meydanından taşan bu ka file, insanın nazarına ilahi bir kevvet mahşeri arzediyordu. Atların eğerleri, ne süvarileri ne elbiseleri, hiçbiri aynı çe şit değildi. Şurada güzel Osmanlı eğerlerinin parıltıları ya nında kuru Çerkez kabaklan görünüyor, öte tarafta başka
82
başka başlıklar nazarı eğlendiriyordu. Süvarilerin kıyafet leri de öyle idi. Herkesin kendi memleketindeki kendi kı yafeti. Sanki gayb aleminden (Kalkın ey Türkler...) diye bir nida gelmiş herkes olduğu gibi yatağından kalkmış, ahır dan çıkardığı atma binerek sokağa fırlamıştı. Yeknesak gi bi görünen yalnız boyun ve kol çaprastiyle arkaya asılmış olan silahlardı. Hatta fişeklikler bile mütahalif idi... Niha yet demirkır atı üzerinde levent boyu ile Mahmut Bey, ma iyeti zabitleri ile istasyon binası tarafından gelerek kafile nin ortasına doğru ilerledi. Gözleri ile her tarafta beni arı yor: - Nadi Bey, Nadi Bey, Nadi Beyefendi nerede?., diye bağırıyordu. Otelin balkonunda beni görerek ve tatlı tatlı gülerek bir müddet baktı: - Gördün mü, beğendin mi?.. Demek istiyordu. Heyecandan söz söylemeye mecal yoktu. Hakikaten görmüş hakikaten beğenmiştim. Atlar yerlerinde durmuyorlar, küçük meydan bin yerinden dal galanan bir deniz gibi kaynıyordu. Kısa bir sükûtu müte akip Mahmut Bey: - Ey... bize Allaha ısmarladık. Size de uğurlar olsun. Dedi. Etraftan bir gulgule halinde: - Oğurlar olsun. Allah muininiz olsun. Sesleri yükseldi. Deminki dalgalı deniz şimdi ilahi bir işaret gibi yükselerek önde giden Mahmut Bey'in arkasına düşen bir sel olmuş, atların ayak şakırtıları mevzun bir ne hir çağlayanı halini almış gidiyordu. Gittiler, gittiler ve göz den nihan oldular. 83
Halide Edip Hanım ve arkadaşları Mart 31, sene 1920. Geyve'ye muvasalatımızın dör düncü günü ve üçüncü sabahıdır. Bugün Ankara'ya doğru yolumuza devam edeceğiz, çünkü beklediğimiz Halide Edip Hanım kafilesi dün akşam üstü Geyve'ye geldiler. Kendi lerinin Adaya gelmiş olduklarından haberdar olmuştuk. Geyve Boğazı'na drezinler gönderilmişti. Dünün öğleden sonrası bize nisbetle çok yeni olan -çünkü biz artık Gey ve'de eskimiştik- bu kafilenin vürudu tertibatı etrafında sözler ve işlerle geçmişti. En ziyade merak ettiğim bir ci het, o zamana kadar narin bir edibe olarak tanıdığımız -ben kendisini hatta şahsen tanımamıştım- Halide Edip Hanım'ı böyle meşakkatli bir macera içinde ne halde göreceğim noktasıydı. Takım İstanbul'dan bizden evvel çıkmıştı. Köseler'de Şükrü Bey'den malumat almıştım. Yanlarında mu hafız olarak Arslan Çetesi vardı. Ağaçlı köy imamının Kay maz üzerinden kara bulut gibi geçtiğini söylediği kalaba lık işte bu heyet idi. Ahval ve şeraitin de tesiri ile bir Türk kadınının bu kadar ulvi bir feragatle bir maceraya atılmış olması nazanmda büyüdükçe büyüyor, başka şekiller, kıballer (karşılaştırmalar) alıyor, öyle ki onun yanında Jandark bile bir efsane kadar küçülüyordu... Dün akşam Geyve istasyonuna heyeti getiren drezin lerde ötekine hoş geldin berikine safa getirdin derken Ha lide Edip Hanım'm ancak bir hayalini görebildim. Kayma kam Hamdi Namık Bey'in refikası kasabadan istasyona gelmiş, Halide Edip Hanım'ı alarak kasabadaki evlerinde 84
misafir etmek üzere doğruca hazır olan arabaya götürmüş tü... Ankara'ya doğru Şimdi, sabah, kuşluk vakti drezinlere biniyorduk. Beş altı drezine taksim olunduk. Kafile epeyce kalabalıklaşmıştı. Ben ve arkadaşlarım Erzurum mebusları Hüseyin Avni, Zihni, Necati beylerle İzmit mebusu S i m Bey ve Necati Bey'in biraderi Necip Bey, soma Geyve'de bulduğumuz he yeti nasiha erkânı Yusuf Kemal ve Rıza Nur beylerle Ab dullah Azmi ve Hoca Vehbi efendiler, soma Halide Edip Hanım takımı: Adnan Bey, Hüsrev Bey (somadan Peşte se firimiz, o zaman Trabzon mebusu), Cami Bey, Ali Rıza Bey (İstanbul mebusu), Hüsrev Bey'in biraderi Besalet Bey, bi lahare İzmit mebusu olan Fuat Bey. Halide Edip Hanım ile ancak Akhisar istasyonundaki bir mola esnasmda ayak üstü biraz görüşebildim. Jandark hayalatı (hayâlleri) filan abes şeylerdi. Halide Edip Hanım sanki Kayışdağı'na bir tenezzühe çıkmış gibi seyahatten ve onun zahmetlerinden hiç şikâyet etmiyor, bilakis daha zi yade işlerden bahsediyordu. Pratik bir Türk kadını. Kendi sine Kuşçalı muhaberesinde paşaya sorduğum telsiz telg raf suali ile cevabını anlattım: - Şimdi gider gitmez bütün dünyaya o tarik ile bağırı rız, dedim. - Çok güzel, dedi, daha iyisi gider gitmez bir ajans teş kilatı kuralım, o vasıta ile dahile ve harice söyleriz. 85
- Birinci şart hanımefendi. Soma tabii bunun teferru atı gelir; mesela ilk merhalede neşriyat ki başlı başına teş kilata ihtiyaç gösterir. Soma propagandanın envai... - Tabii sıra ile hepsi yapılır, fakat benim fikrimce ilk iş ajans olmalıdır. Hatta isterseniz adını burada koyuvere lim: Mesela Türk Ajansı, mesela Ankara Ajansı, mesela Anadolu Ajansı., daha da bulunabilir. - Bana (Anadolu Ajansı) en iyi bir isim gibi görünü yor. - Bana da öyle. Değil mi, evvela kendini ve mümkün se bütün vatanı kurtaracak olan Anadolu'dur. O halde ka rarımızı vermiş olalım: Anadolu Ajansı... - Evet Anadolu Ajansı hanımefendi... İşte şimdi işlemekte olana Anadolu Ajansı'nm mebadisi (başlangıcı) buradan başlar. O Geyve kazasının Akhi sar nahiyesi istasyonunda doğmuştur. Şimdiye kadar çok iş gördü. Hâlâ yaşıyor ve kimbilir günün birinde cihan şümul bir vüs'at ve ehemmiyet bile peyda edecektir. Ben yolda Abdullah Azmi ve Hoca Vehbi efendilerin, üzerine seccade serilmiş drezinlerindeyim. Kendilerine ar kadaşlık ediyorum. Ve şakalaşıyoruz: - Demek ki siz şimdi Ankara'ya nasihat edeceksiniz ha! Kapılara süngülü nefer dikilmiş mevkufiyet macera sından itibaren Hoca Vehbi efendi kararım çoktan vermiş tir: - Ne nasihati efendim, neme gerek efendim.. Ankara'ya gider, Paşa hazretleriyle görüşürüm. Sonra kendilerinden izin alarak bir müddet için Konya'ya varırım vesselam. 86
- Ya Abdullah Azmi Efendi sen? - Ben de, birader, İstanbul'dan bu suretle çıkışı nimet, vesile addediyorum. Hem Eskişehir'de biraz işlerim de var. - Camm bir vazife deruhte ettiniz gidiyorsunuz, dönüp heriflere bir kere hesap vermek yok mu? - Ne hesabı canım, işte gördük: Ay aydın hesap belli! Hem icap eder ve imkânı olursa o hesabı diğer arkadaşlar verirler. Diğer arkadaşlar dedikleri Yusuf Kemal ve Rıza Nur beylerdi. Dünden beri Ankara'ya gidip İstanbul'a dönmek meselesi aramızda bir mükâleme (konuşma) eğlencesi teş kil ediyordu. Yusuf Kemal ve Rıza Nur beyler Ankara'ya gidip de İstanbul'a dönmemeyi havsalalarına sığdıramıyorlardı. İki Anadolulu hoca ise vaziyeti onlardan daha ameli ve daha hakiki bir surette kavramışlardı. Tutuma gö re gitmek var, fakat dönmek yoktu... Drezinler bazı maillerde süratle gidiyorlardı. Lefke köprüsüne kadar seyahatimiz yalnız Yusuf Kemal Bey'in drezininin bir kere hattan fırlayarak altı üstüne gelmesi su retinde -hamdolsun zararsız- bir kaza ile hitam buldu. İkin di üstü Lefke köprüsünün beri tarafında idik. Büyük köp rü İngilizler tarafından tam ortasından dinamitlenerek yı kılmış, tam ortasından ikiye bölünen demir köprünün iki tarafı da suya düşmüştü. Nehri bucurgat denilen ve telle sa hile bağlı olarak suyun akıntısından faydalanarak varagele halinde gidip gelen kocaman bir kayık içinde geçtik; Köp rünün öbür tarafına gelmiş olan tren bizi bekliyordu. Mev cut için yemek hazırlatılmasım Bilecik istasyonuna telgraf la bildirterek trene bindik ve hareket ettik. 87
Gece yansı Bilecik'te yediğimiz yemeklerden soma sa bahleyin Eskişehir'de bir iki saat kalacağımız karar veya ha beri ile uykuya daldık. - Açma, yanaşma... D ü t . Polis dikkat.. Çıkma yok, he men hareket... Eskişehir'den durdurulmadan geçiş! Yüksek sesle bağnlan bu sözler arasında gözlerimi aç tığım zaman -sabah çok erken- Eskişehir'de idik. Hayret! Mutasarnf başta bizim treni orada durdurmuyorlar, kimse yi çıkartmıyorlar, kimsenin kimse ile temasına meydan ver miyorlardı... Çok geçmeden anlaşıldı ki Eskişehir'in bu tedbiri trende heyeti nasiha bulunmasından ileri geliyormuş. Eskişehir livasmca onlara karşı böyle fevkalade bir tedbir ittihaz edilmişti. Bu suretle Eskişehir'de tevakkufumuzla oradan hareketimiz hemen üç beş dakika meselesi oldu. Şimdi Ankara yolunda idik ve akşama erken erken oraya varacaktık. - Yahu Fatin Bey, Fatin Bey! - Fatin Bey yahu! 1 Nisan 1920 sabahı, Eskişehir istasyonunda erkenden sağa sola koşan mutasarnf Fatin Bey trendeki bildiklerden kendisine tevcih edilen hitaplan işitemeyecek halde ve pek büyük bir telaş içinde idi. Bir aşağı iki yukan koşarak emir veriyor, trenin Eskişehir'le temasına meydan kalmamasını ve onun bir an evvel hareketini istiyordu. Veba bulaşıldı bir tren ancak böyle bir muamele görürdü. Tren üç beş dakika 88
zarfında kalkıp da Ankara'ya yollandığı zaman Fatin Bey maksadında muvaffak olmuş muzaffer bir kumandan gibi kollarını çaprastlayarak vaziyeti temaşa ediyordu. Eskişe hir livasının bu tertip ve tedbirleri trende heyeti nasiha bulunmasmdandı. Kuvayı milliyeci mutasarrıf ne idüğü be lirsiz olan böyle bir heyetin Eskişehir'le temasa gelmesine mani olmayı lazım addetmişti. Halbuki orada zaten oralı olan Abdullah Azmi Efendi bize çay içirecekti. Ankara'ya doğru yolun bir kısmının başlıca muhaverat ve mükâlematını bu son vaziyet münasebetiyle de heyeti nasihayı sara kaya almak teşkil ediyordu. İkide bir canı sıkılan: - Hişt, Allah encamını hayır etsin, bakın burada bile heyeti nasihamn şerrine uğradık, diyordu... Ankara'ya doğru istasyonlar tevali ettikçe heyeti nasi hamn vaziyetlerinde de tuhaflıklar seçilmiyor değildi. Veh bi Efendi şimdi daha kat'i idi. - Estağfurullah! Ne nasihati efendim, neme gerek efen dim. Ben Paşa hazretlerinden izin alıp Konya'ya varacağım. Abdullah Azmi Efendi Eskişehir'e çıkamamış olmak tan biraz müteessirdi: - Orası benim memleketim. Sanki çıksam ve hatta kal sam ne olurdu? Diyordu. Yusuf Kemal Bey'le Rıza Nur Bey gittikçe ağırlaşan, mümkünse söz söylememeyi tercih eden birer diplomat tavrı almışlardı. Ancak eloğlu insanı rahat bıra kır mı? - Fakat Yusuf kemal Bey Ankara'da vazifenin ifasını müteakip inşallah İstanbul'a döndükten soma yine Anka89
ra'ya geleceksiniz ha!.. Değil mi, doğrusu bunun başka tür lüsüne razı olamayız. - Elbette. Ankara'ya gidelim, İstanbul'a dönelim, ora da söyleyeceğimizi söyleyelim, ondan soma ilk işimiz ta bii yine Ankara'ya dönmek olacak. - Tabii tabii... Fakat İngilizler avdetinize nümanaat ederlerse? - Canım Yusuf Kemal Bey, bırak bu malihulyaları. Ha zır gelmişken otur şunun şurasında. - Hayır o değil de söz verdik. Gideceğiz ve geleceğiz dedik. - Ne, vazifeniz İstanbul'a dönmek efendim. Kendi aya ğınızla İngiliz hapisanesine mi gideceksiniz? - Birader ne olursa olsun verilen bir söz var arada.. Yok sa kimin umurunda olurdu? İstasyonlar teakup ediyor (birbirini izliyor) ve her ge çen istasyon bizi Ankara'ya daha ziyade yaklaştırmış olu yordu: Burası Polatlı! - Daha kaç istasyon var? - İki: Mallıköy ve Sincanköyü. Ondan soma Anka ra'dayız. Sincanköyü'nü de geçmiştik. Şimdi trenimiz küçük tepeciklerden müteşekkil yüksekliklerin eteklerinden kıvnla kıvnla ilerliyor, solumuzda küçük bir su aşağıya doğ ru çamurlarını sürüklüyordu. Biraz daha., biraz daha... Ni hayet Hüsrev Bey bağırdı: - Bağlar göründü. - Sivas'ın bağlan mı? 90
- Hayır, Ankara'nın bağlan. Bağlar neresi canım? Bilenler göstermeye ve anlatma ya çalışıyorlardı. Bilmeyenlere göre görülecek ve anlaşıla cak şeyler değil. Nihayet Ankara ve Mustafa Kemal Paşa Tren dolandıkça sol taraftan binalar seçiliyordu: Şu te pedeki ziraat mektebi idi, Paşa orada oturuyordu. Şu altın daki, ovadaki Sankışla idi. Nihayet Ankara'mın urukta dantellenen şekli teressüm etti. Bir tepe üzerinde mebni (ku rulu) bir şehir. Karşıdan arkasındaki daha yüksek bir dağa yaslanmış gibi vaziyetinden çok emin ve karşıdan görünü şe göre hayli zarif bir şehir. Coğrafi zarafeti evlerin karalı ğı üzerine bile hâkim oluyor gibi idi. Nihayet istasyondayız; orada da oldukça kesif bir ka labalık. Mustafa Kemal Paşa mümtaz tavır ve simasiyle derhal nazan kendine celbediyordu. Vagonlardan atladık ve ellerine sanldık. Ali Fuat Paşa orada idi. Vilayet orada idi ve memleket orada idi. İstanbul'un ve memleketin büyük felaketinden çıkıp gelen kafile bir hacı vapuru gibi karşı lanmıştı. Beş on dakika istasyonu dolduran o canlı kalaba lık arasında (Hoş geldiniz, safa bulduk) gulgülesi dalgalan dı. Soma araba, otomobil, ele ne vasıta geçtiyse onunla herkes şehre taşındı. Şimdi adeta kâbuslu bir rüyadan soma 1920 Nisanı'nm birinci günü Ankara'da idik. Vakit akşamdı. Gece, o zaman maliye müfettişi olan ve birinci Millet Meclisi'nde Çorum 91
mebusu iken vefat eden Fuat Bey merhumun evinde Hak kı, Behiç, Fuat, Çorum mebusu Ferit ve galiba Hüsrev ve Sami beylerle beraber olmuş ve olacağa dair konuşuyorduk. Onlar benden hailenin (dramın) tafsilatı ile Avrupa ahva line nazaran vaziyeti soruyorlardı, ben onlardan memleket çe yapılmakta olan tertibat ve teşebbüsatı öğrenmek isti yordum. Yatmak zamanı geldiğinde cümlemizin ittifak et tiğimiz nokta şu idi: Merkezi Ankara olacak yeni bir Türk teşekkülü cihana kafa tutabilir ve bütün bu müşkülâtı iktiham ve izaleye (gidermeye ve yok etmeye) muktedir olur.
92
-IVANKARA'NIN İLK GÜNLERİ Mustafa Kemal Paşa'nın insana hayret veren çalışmaları ve kendisiyle muhtelif konuşmalarım Nisanın ikinci günü Ankara'da ziyaretlerle ve yerleş mekle geçti. Sabahtan itibaren arkadaşlar ikişer üçer Ziraat Mektebi'ndeki karargâhında Mustafa Kemal Paşa'yı gör meye gidiyorlardı. Bir aralık ben de gittim. Mektebin üst katma çıkılınca karşıya gelen büyücek oda Paşa'nın kabul salonu, görüşme ve çalışma odası ittihaz edilmişti. Anka ra'ya varıncaya kadar deniz sathından dokuz yüz metre ka dar yükselmiştik. Nisanın ikisi olmasına rağmen salonun kenarına konulmuş sac soba yanıyordu. Bir iki kanepe, kol tuk ile üç dört sandalye ve bir masa odanın pek basit olana -fakat ancak temiz- tefrişatmı teşkil ediyordu. Fakat orada gerek bu basit odaya, gerek bütün binaya yalnız kendi şah siyeti ile başka bir mahiyet verdiren, ona azamet ve heybet izafe eden biri vardı: Mustafa Kemal Paşa. Malum olduğu üzere resmi rütbesini çoktan, daha ilk Sivas'ta iken silkip atmış, daha doğrusu İngilizlerle müşte93
rek yürüyen Sarayın suratına fırlatmış olan Paşa, Anka ra'da külot pantolonlu sade bir avcı elbisesini labis (giymiş) bulunuyordu. İlk ziyaretjmdeki elbisesi bu çeşit bir urba idi. İlk mülakat bittabi umumiyet üzerinden geçiyordu. Meclis'in uğradığı taarruz, mebusların Anadolu'ya intikal ede bilmeleri keyfiyeti, İstanbul - Ankara seyahati, heyeti remsiliyece yeni bir Meclis'in daveti hakkında ittihaz ve takip olunan mukarrerat (kararlar) ve saire gibi... Maamafih bu umumiyet içinde şimdi dahi ehemmiyetli görülebilecek mükâleme parçalan yok değildir. Mesela Paşa bana güle rek: - Siz seyahatinizde adeta bir erkânı harp planı tatbik ettiniz ve pek iyi yaptımz. Dedi. Bu meseleyi ben Geyve'den muhtasaran yazmış tım. Paşa nasıl böyle karar verdiğimize ve onu nasıl tatbik ettiğimize çok alaka gösteriyordu. Ben biraz daha tafsilatiyle anlattıkça: - Güzel, çok güzel, diyordu, işte en yüksek askerlik de budur. Muhtelif ihtimalleri çok iyi hesap etmeli, en iyi gö rünenini cüret ve kafiyede tatbik etmelidir. Paşa bu kısa yolu ihtiyar edişimizin hikayesindeki es babı mucibeden (gerekçeden) yolda kendimizden olan bir takım insanlann taanuzlanna uğramaklığımız ihtimali üze rine bir balmumu yapıştırmış olacak ki maceranın nakil ve mükalemesi bittikten soma oraya ric'at etti: - Sizce bu tehlike o kadar mı varit görülüyor ki ona bu kadar ehemmiyet vermişsiniz? - Efendim, bence bu tehlike şimdiki halde yalnız şah94
sim için düşündüğüm esasen hissi bir endişeden ibarettir. Ben ne Adapazan'nı, ne Düzce ve Hendek taraflarını bil mem. Fakat o havalinin muhtelif sekenesi hakkında çok işi tilmiş olmak suretinde bilgilerim var. Öyle ki şimdiki ah val ve şerait içinde oralarını İstanbul ile mukayese edecek kimseler için hissen emin görmüyorum ve bu hissim çok kuvvetlidir. Nitekim Ada'ya gelirken bir Çerkez köyünde ve hatta binnefis Adapazan'nda bu hissimi teyit edecek deliller ve emareler görmekten hâli kalmadım. - Demek ki sizce oralarda, maksadımız için mutlak bir tehlike vardır.
"**
- Bu tehlikenin maksadımıza müessir olacak kadar şü mullü ve ehemmiyetli olabileceğini asla düşünmedim. Hâ lâ da düşünmem. Fakat bana öyle geliyor ki eğer dikkat olunmazsa günün birinde o taraflara ait olarak filan kafi lenin filan yerde parçalandığı haberini almak hiç de müstebat (uzak görünen şey) değildir. Mesela bizi bugün bu rada göreceğinize Hendek ile Düzce arasında eşkıya tara fından öldürüldüğümüz haberini alsaydınız elbet hoş ol mazdı. - Bu kadarı bile mühim. Demek daha fazla dikkat et mek lazım. Fakat şahsen bu cüretin bu kadar ileri götürü lebileceğine ihtimal vermek istemiyorum. Maamafih ted birde kusur etmemek vazifedir. Ezcümle siz işte pek âlâ yap mışsınız: Hiç olmazsa buraya çok erken gelmiş oldunuz. Paşa, İstanbul'daki Meclis azasından daha kimlerin gelmeleri ihtimali olduğunu büyük bir alaka ile anlamak is tiyordu. İbrahim Süreyya Bey gibi bazı arkadaşlarla Cela95
leddin Arif Bey'in bir takım olarak yolda olduğunu kendi si biliyordu ve bilhassa Celaleddin Arif Bey için: - Onun gelişi pek iyi olmuştur. Meclis'in reisi İstan bul'u terketmekle pek iyi yapmıştır. Diyordu. Üst tarafında kimlerin gelebileceklerini yakinen ben bilmiyordum ki hatta Paşa'ya izahat verebileydim. Bunun yerine Meclis'in nasıl basıldığını, Rauf ve Ka ra Vasıf beylerin nasıl götürüldüklerini, ondan soma geri kalan bizlerin nasıl çil yavrusu gibi dağıldığımızı anlattım. Paşa bir aralık hiddetten bulutlanan gözleri ile bakarak: - Yahu, dedi, ben Rauf Bey'i vaktinde bu hadiseden ha berdar etmiş ve tedbir almalarını tavsiye etmiştim. Ondan haberdar olduğumu ve buna rağmen işlerin işte nasılsa böyle cereyan etmiş olduğunu söyledim. Paşa, Meclis'in basılmasiyle uğradığı akıbet bahsinde şunları söyledi: - İstanbul 'daki kafasızları bir tarafa bırak, şu gözle gö rülecek ve elle tutulacak kadar aşikâr olan hakikati kendi arkadaşlarıma dahi anlatamadım. Meclis illa İstanbul'da mı toplanılmış, bundan mahzur mu çıkamazmış, İngilizler nihayet bir parlamentoya taarruz mu etmezlermiş?.. Al iş te bak, ederler mi imiş, etmezler mi imiş gör... O kadar söy ledim, yahu bu şerait içinde kabil değil İstanbul'da Meclis olmaz, memleket bizim değil mi, onu en emin gördüğümüz herhangi bir noktada kurmak hakkımız değil mi?.. Hayır, efendilerin gözleri İstanbul'a dikilmiş ve sanki beyinleri ku rumuştur. Ne zannettiler, hiç Türk Meclisi İngilizlerin ale ti olur mu?.. Olmazsa vazifesini ifa eden bir Türk Meclisi canımıza kasteden İngilizlerle kucak kucağa yaşar mı? El96
bette yaşamaz, değil mi? Hayır, Meclis İstanbul'da olur ve vazife görür dediler. Vazife görür mü? Gördük, gördüğü va zifeyi, gördük uğradığı akıbeti., geçti mi, geçebilir mi? İş te onu da gördük... Bu meselelerde paşanın derdi büyüktü. Onlar üzerin de ateşin ifadelerle söylendi durdu. Dikkat ettim. Paşa'nm gözleri parlayarak hiddetle söylediği zaman sanki şahsın da ani bir tebeddül husule geliyor gibi oluyor. Hiç olmaz sa insana sanki boyu biraz uzamış gibi, olduğu yerde du rurken, hatta otururken yavaş yavaş yükseliyor gibi görü nüyor. İntaç etmek (sonuçlandırmak) için: - Netice şu oldu ki, dedi, bizi yeni bir intihap külfeti ne daha maruz bırakmış oldular. Şimdi onu yapıyoruz. Ha beriniz var tabii! - Evet efendim. Geyve'de öğrendim ve bütün tebliga tınızı okudum. - Tertibatımızı nasıl buldunuz? Şimdiki vaziyete naza ran artık alelade Meclisi Mebusan'dan farklı bir şey lazım değil mi?.. - Öyledir. Tertibat iyidir. Eğer intihabat da her tarafta matlup olan süratle icra olunuyorsa?.. - Olunuyor, olunuyor. İyi ettiniz de çabuk geldiniz. Ça lışacak arkadaşlara ihtiyacımız var. İşlerin nasıl gittiğini gö receksiniz. "Heyeti Temsiliye Reisi Mustafa K e m a l " 1920 Nisam'mn ilk haftası zarfında oraya henüz vasıl 97
olmuş olmanın ve memleketin de henüz yeni görülmekte bulunmasının ilk hayret anları geçtikten soma Ankara'da da büyük bir boşluk içinde bulunduğum hissine kapılmak tan kendimi alamamaya başladım. Bir kere Ankara'nın ken dinde ancak icabında uyanıp canlanmak suretiyle bertaraf olan bir uykuya dalmış hali var gibi idi. Baştan aşağı ge zersin; yalnız uykuda değil, insana sanki ölü bir memleket hissini verirdi. O zaman orada vali vekaleti yapan defter dar Yahya Galip -ki Büyük Millet Meclisi'nde Kırşehir me busudur- kendi faaliyetleriyle ortalığa biraz hayat dahi ver mek istiyor gibi görünüyordu, ama bu canlı adamın canlı hareketlerinin de mahsus neticeler verdiği görülemiyor ve anlaşamıyordu. Derhal çalışmaya koyulmak lazımdı. Bu beyaban içinde işsiz ve güçsüz olarak tek gün geçirmek ade ta insana yan ömrünü kaybettirecek bir melal ve mihnet menbaı olabilirdi. Kınk dökük vilayet matbaasında hafta da iki veya üç gün çıkanlan Hakimiyeti Milliye'ye o zaman Hakkı Behçi Bey yazıyormuş. Daha ilk günden itibaren Hakkı Behiç bana: - Birader para ile değil sıra ile. Artık sen al bakalım şu gazeteyi. Demiş ve pek iyi etmişti. Evvela bu beni oyalayacak bir işti. Fakat kâfi değildi. Her gün Paşa'nm karargâhı olan ve şehirden yirmi dakika mesafede bulunan ziraat mekte bine çıkıyordum. Paşa ile konuşuyorduk. İşlerin iç yüzüne daha ziyade nüfuz ettikçe hayretim artıyordu. İlk günlerin bende bıraktığı intiba, büyük bir çöl ortasında çok düşük bir vaha hissi idi. (Hey'eti temsiliye namına Mustafa Ke98
mal) imzasiyle bütün memlekette yayılan, ferde hitap eden, cemaate hitap eden, millete söyleyen, herkese cevap veren tebligatın menşei hemen hemen yalnız Mustafa Kemal Paşa'dan ibaretti. Ortada heyeti temsiliye diye müteşekkil, icabında içtima eder ve karar verir bir heyet yoktu. Esasen öyle bir cemiyet varmış ama şimdi azası dağınıktı. Anka ra'da bulunan bir iki kişi de hatta içtimaa bile lüzum gör müyorlar, her şey ziraat mektebinde Mustafa Kemal Paşa tarafından takdir ve tedvir olunup gidiyordu. Denebilir ki heyeti temsiliye bizzat Mustafa Kemal Paşa idi. Zahirde onun namına imza ediyordu, hakikatte o dahi kendisinden başka bir şey değildi. Milleti muhit olan (çevreleyen) bü tün müşkülata nasıl galebe edileceğine gelince hani kayma kam Mahmut Bey kumandasında olarak Geyve istasyonun da gördüğümüz kuvayı milliye süvarileri yok mu, işte bu günler için elimizde belli başlı kuvvet olarak ancak onlar vardı. Onlar da bittabi devamlı bir şey olamazlardı. Orada izah etmiş olduğumuz veçhile onlar ilanihaye disiplin al tında yaşayacak kuvvet değillerdi. Onlar herhangi bir he yecan ve helecan ile yataklarından dışarıya uğramış müba rek kuvvetlerdi. Fakat ilk heyecan onları geçtikten soma ya taklarına avdet etmek ihtiyacından nefislerini menetmemeleri ihtimali galipti. Peki hakiki kuvvet, peki hakiki tertibat.. Onlar nerede idi? Ortada bunlara dair hiçbir alamet görmüyordum. Yir minci Kolordu merkezi olan Ankara'da 98 katırla -bunlar Eskişehir'de İngilizlerden iğtinam olunan hayvanlardı-150 kadar derme çatma, kör topal asker vardı. Kolordu Kuman99
dam olan Ali Fuat Paşa bile İngilizlere karşı Eskişehir ha reketini halk ile yapmıştı. Denilebilir ki o gün için ordu na mına ortada fiili hiçbir şey yoktu. Hatta kadro olarak bile ordu ancak kâğıtlarda vardı. Hakikatte zabit kadrosu bile yoktu. Memleketin her zaman istinat ettiği ordu o kadar yok olmuş, o kadar tuzla buz haline gelmişti. Eğer Mustafa Kemal Paşa'mn mümtaz ve âli şahsiye ti olmasaydı, yalnız şu perişan ve muzmahil manzara insa nı yeis ve nevmididen (karamsarlıktan) çıldırtmaya kâfi idi. O ama yalnız o, karargâhı olan ziraat mektebinde bir nevi devlet hayatı yaşatıyordu. Bütün bu hakikatleri gördük ten sonra oraya gidildiğinde vaziyetten hiç müteessir olma yan, gözleri istikbal içinde parlayan bu adamın huzurunda insan ümit ve kuvvet alıyordu. Dediğim gibi evvela heyeti temsiliye falan diye müteşekkil ve müçtemi bir heyet yok tu. Her şey o idi, her şey Mustafa Kemal Paşa idi. Heyeti temsiliye namına gördüğüm mesai heyeti o zaman için bi ri Hayati Bey'in idaresinde cephe muhaberatını idare eden, diğeri sonra Dahiliye Vekili olan Recep Peker Bey'in ida resinde her nevi ve muhtelif muhaberat ve muamelata ba kan iki kalemden ibaretti ve bu iki kalemin hâkim ruh ve manası da ancak Mustafa Kemal Paşa idi. Mustafa Kemal Paşa karargâhı İlk günlerin hayatından şöyle bir hülasa çıkarılabilir: Ziraat Mektebi'ndeki Mustafa Kemal Paşa karargâ hından Paşa'ya uyularak geç, bazan gece yansından iki sa100
at sonraya kadar geç yatılırdı. Binaenaleyh ertesi gün de geç kalkılırdı. Bu geç yatılmanın sebebi bilhassa gece çalışıl dığından ileri geliyordu. Paşa bir taraftan muhaberatı takip ederken diğer taraftan yanında bulunacak bir iki, üç beş, hü lasa kaç ise arkadaşlarla en zor ve ehemmiyetli meseleleri fikir halinde, hakikat halinde uzun uzun tetkik ve münaka şa ederdi. Sabahleyin kalkılmış ve Paşa salona gelmişti. Şimdi Hayati Bey, dosyası elinde görünür ve Paşa'nm: - Gel çocuk, neler var, oku bakalım. Davetiyle Paşa'nm karşısında durarak veya oturarak kâğıtlarını birer birer söylemeye başlardı: - Aymtap'tan, Kılıç Ali Bey'den rapor. - Yeni bir şey var mı? - Amerikan mektebindeki Fransızlan püskürtmüşler ama düşman faik kuvvetlerle avdet ederek şehri topa tutmuş ve epeyce tahribat yapmış. - Yaz: Bu işin kısa ve müessir halli çaresi Urfa ile Ayıntab'ı birleştirmek olacaktır. Tedbirler alınmış ve talimat ve rilmiştir. - Suruç kuvayı milliyesi Fransızlan püskürtmüşler. Fa kat mühimmatsızlıktan müştekiler. Mardin tarafındaki de polarda silah ve mühimmat varmış, istiyorlar. - Suruç'a ve Diyarbakır'a: Bu mühimmattan kâfi miktan onlara verilmelidir. - Urfa muhasarası kuvvetle devam ediyor. - Daha ziyade teşdit olunmak lazımdır. Tatbik etsin ve bildirsin. 101
- Adana kuvayı milliyesi sahile gelen bir Fransız zırh lısına ateş etmişler. - Düşmanın mütemadi iz'acı (sürekli bunaltılması) orası için en iyi harp usulüdür. İyi yapıyorlar. - Demirci Mehmet Efe'nin selam ve ihtiram telgrafı. - Yine biraderim Mustafa Kemal Paşa diyor mu? - Öyle diyor efendim. - Ona da kocaman bir aferin. Eğer vakit varsa Recep Bey de dün akşamdan karar laştırılan meseleler için yazdıklarını getirirdi. Fakat ekse riya bunlara öğleden soma bakılırdı. Vatanın dört tarafı ile muhabere ediliyordu. Öğleyin çalman çan yemek zamanı nın geldiğini anlatıyordu. Orada çalışanlarla misafir bulu nanlar, aşağıdaki yemek salonunda tabldot masası etrafın da toplanırlardı. Buradaki basit yemekler, Paşa başta ola rak, her defasında sanki bir ziyafette imiş gibi usul ve er kân dairesinde yenilir, fakat her yemek bilhassa Paşa'nm idare ve teşvikiyle gayet latif muhaverat içinde geçerdi. Ye mekten sonra âfâki musahabeleri müteakip yine işe başla nır ve fevkalade muazzam olmasına rağmen bu iş hiç kim seyi yormaksızın gece yansına ve belki daha ilerisine ka dar devam edip giderdi. Artık vaziyeti ben de kavramıştım. Muhaberatın tan zim ve idaresinde Recep Bey'e muavenet (yardım) etme ye bile başlamıştım. Bütün Ankara'daki yokluğa bedel şu ziraat mektebinde müthiş bir varlık yaşıyordu. Paşanın şah sını görmek ve hele onunla konuşmak mutlaka insana hu zur ve istirahat veriyordu. 102
Nisanın üçüncü veya dördüncü günü Paşanın ısrarı ile -görüşmek üzere- ilk defa olarak geceyi dahi ziraat mekte binde geçirdim. O geceki muhavere, vaziyeti bana olduğu gibi göstermiş, yapılacak işleri anlatmıştı. Bence çok mu azzez bir hatıra olan o geceyi toparlamaya çalışacağım. Karargâhta hayat Gündüz, Paşa, salonunda hem ziyaretçileri kabul etmiş, hem de bir taraftan onlarla konuşurken diğer taraftan mu haberat ve muamelata ait olarak kendisine getirilen işleri çıkarmakta devam eylemişti. Ben, hem konuşulmak ve hem de çalışılmak hassasının yalnız biz gazetelerde bulunduğu nu farz ve tahayyül ederdim. Halbuki Paşa'da bunun mü kemmeli ve âlâsı vardı. Zaten gizli ve kapaklı bir şey yok tu. Her şey açıktı. Paşa, üzerinde muamele yapılan iş hak kında bir taraftan kararını yazdırırken, çok defa hazır olan lara izahat verir, o meseleyi bir de onlarla tetkik ve müna kaşa etmiş olurdu. Fakat bu münakaşaların muamelatında onun düşündüğünden başka bir neticeye saik olabilmiş ol duğunu hemen hiç görmedim. Çünkü kendisi meseleyi ev velce tamamen tetkik ve muhakeme eylemiş, kat'i ve doğ ru kararma zaten bağlamış bulunurdu. İstanbul ile alakası kesilmiş olan bütün memleket An kara'da Kongre ile muhabere ediyordu. Ankara'da Kongre, işte Paşa'nm kendisine karargâh ittihaz etmiş olduğu bu zi raat mektebi binası idi. Orada bir telgrafhane tesis edilmiş ti. Her dakika memleketin her tarafı ile şifreli süresiz gö103
rüşülüyor ve her muamele mutlaka gününde çıkarak ceva bını ve neticesini almış bulunuyordu. (Heyeti temsiliye na mına Mustafa .Kemal) imzası ile müşkülü hallediyor, bü tün memleketi muayyen bir istikamete doğru sevkeyleyip gidiyordu. Bütün bu harikulade faaliyetlerin mesai unsurlarını gö relim: Ziraat mektebine girilince alt katta ve sağda sıra ile ve karşılıklı üç dört oda vardır. Bunun birisi Hayati Bey'in kalem odası idi. Biri şifre odası idi. Biri yatak odası ve di ğeri telgraf merkezi idi. Şifreli şifresiz her türlü muhabere muamelelerinde Hayati Bey'e iki veyahut üç genç muave net ediyordu, o kadar. Yukarıya çıktığımızda sağ taraf ko ridorlarında sıralanan odalardan birincisi Recep (Peker) Bey'in odası idi. Bu odada Recep Bey'in yatağı ile masa sı vardı. Bilahare orada kendisine yatak arkadaşı olarak Hüsrev Bey de inzimam etmişti. Fakat çalışan tek unsur Re cep Bey'di. Hayret olunacak bir çalışma kabiliyeti ile mü cehhez olan bu çok değerli arkadaş orada Paşa'nm belli baş lı bir yardımcısı idi. Zaten çalışanlar da işte bunlardı. Son radan Sıhhiye Vekili olan Doktor Refik Bey de orada, zi raat mektebi karargâhında idi. Ancak halûk (iyi huylu) olan doktor daha ziyade kendi sahasında kalarak bütün bu me saiye yalnız rey ve fikri ile ve arkadaşlara şetaret (neşe) ve ren sözleriyle iştirak ediyordu. Onun vazifesi de çok mü himdi: Kendisi bilhassa Paşa'nm sıhhati ile meşgul oluyor, onun harekât ve sekenatmdan (davranışlarından) yeme ğine kadar her şeyine en ince bir dikkatle bakıyordu. O gün, galiba 4 veya 5 nisan akşamı yemekte fazla ola rak benden başka hatırımda kalabilmişlerden Halide Edip 104
Hanım, Adnan ve Cami beyler de vardı. Bu arkadaşlar bi raz aşağıda ziraat mektebinin çiftliği denilen binada yerleş mişlerdi. Henüz levazımları iyice düzelemediğinden ekse riye yemeğe yukarıya karargâha geliyorlardı. "Anadolu Ajansı" Yemekten sonra biraz her şeyden bahsedilmek suretiy le konuşuldu. Paşa'nm o günlerde merak ettiği şeylerden biri de Türkçülüktü. Bilhassa bunun üzerinde konuşuldu. Mesele daha iyi tavazzuh etsin diye o kendisini muteriz mevkiine koyuyor ve müsbet sahada yürüyenleri bin bir iti razı ile sıkıştırıyordu. Soma Halide Edip Hanım'la Akhi sar istasyonunda karar verdiğimiz Anadolu Ajansımdan bahsedildi. Jiger r aşa da muvafık görürse yarından tezi yok, hemen işe başlanabilirdi. Paşa fikri çok güzel buldu. Ancak Paşa memleket muhitine telgrafla verilmek üzere ya zılacak olan haber ve yazıların ilk günlerdeki eşkalini bir kere kendisi görmek istiyordu. Takip olunan siyaset ve zih niyete muhalif bir şey olmasın diye. - İlk günleri, diyordu, bu yazılarda gerek fikir, gerek tarzı tahrir itibariyle belki bazı tashihat yapılmak lazım ge lebilir. Fakat üç beş gün geçtikten sonra zaten siz takip olu nan siyaseti kavramış olacağınızdan artık belki buna da ha cet kalmadan iş kendi kendine yürür gider. Ajans bahsinde kararımız şu oldu: İlk günü Paşa Ana dolu Ajansı'm bütün memlekete takdim edecekti. Yani şu ve şu maksatlarla Ankara'da bir Anadolu Ajansı teşkil edil di. Memleketin her tarafını şu müşkül anında, cereyan e105
den ahvalden haberdar edecektir. Bu ajans tebligatını şu ve şu suretlerde mümkünse ve mümkün olduğu kadar mem leketin en ücra köşesine kadar yayacaksınız, diyecekti. Ha lide Edip Hanım'la ben de neşri o günlerin işine yarayacak resmi, gayrı resmi, yerli ve yabancı haberleri toplayarak günde en az iki servis yapmak üzere telgrafhaneye verecek tik. Sonra İstanbul'dan gelebilecek, gelmelerinde fayda olabilecek adamlar bahis mevzuu oldu. Nerede ise Meclis toplanacak ve nihayet Ankara'da usulüne muvafık bir hü kümet teşkili lazım gelecekti. Buna âzâ ve erkân lazımdı. Bazı isimler tesbit olundu ki hatırımda kalanlar şunlardır: Rauf Ahmet Bey, o zaman İstanbul mebusu olan somaki Kütahya mebusu Ferit Bey, o zaman galiba Saruhan mebu su olan Muvaffak Bey, şair Mehmet Akif Bey. Bunlara derhal tebligat icra edilmesi emri verildi. O zaman İstan bul ile alakamız kesik ye Trakya ile bütün bütün ayrılmış vaziyette olmakla beraber gizli tellerle gerek orası ile, ge rek burası ile muhabere ediyorduk. Trakya'ya hatır ve ha yale gelmeyecek bir yerden dolaşmak suretiyle haberler isal ediyor, İstanbul ile ise gece yansından soma o zaman (Zafer) parolasını taşıyan-hâlâ kim olduğunu bilmediğimfedakâr bir telgrafçıdan haberler alıyor ve onun vasıtasıy la İstanbul'da istediklerimize haberler veriyorduk. Mustafa Kemal Paşa ile uzun ve tarihi bir hasbıhal Gece yansına doğru Halide Edip Hanım ve arkadaşla-
106
n gittiler. Deminden beri uyuklamakta olan Doktor Refik Bey de odasına çekildi. Recep Bey acele çıkacak işler için biraz çalışmak ihtiyacında olduğundan bahsetti. Paşa ile yalnız kalmıştık: - Çocuk, bize kahve getir. Emrini verdikten soma: - Bak Nadi Bey işler nerelere kadar sürüklendi geldi. Dedi. Maamafih onun fikrince ortada telaş edecek bü yük bir şey yoktu. Ne olsa vatan behemehal kurtarılırdı. Fa kat bu işler böyle olmadan dahi, belki daha çok evvel ve daha çok kolay olarak meseleyi halletmek kabildi. Dedi ki: - Pera Palas'ta görüştüğümüz zamanı düşün. O zaman hükümette ben bulunsaydım, muhakkak memleketin sü rüklendiği bu muhataranın önüne daha orada iken geçer dim. Ahmet İzzet Paşa, teşkil edeceği kabinede bana Har biye Nezareti'ni versin diye Adana'dan telgraf çektim. Ken disi bunu mansıp hırsiyle tefsir etmiş. Halbuki ben adam larımızı biliyordum. Orada memlekete yapılacak hizmeti en büyük salahiyetle ancak ben yapabilirdim. Eğer ben o ka binede bulunsaydım işi daha İstanbul'un eşiğinde iken hal lederdim. Elbette karaya itilaf askerleri çıkartmamak için kat'i tedbirler alırdım. Ne olacaksa orada olurdu ve emin olabilirsin. Nadi Bey ki karaya itilaf askeri daha pekâlâ çık mayabilirdi. Eğer ben o kabinede bulunsaydım hükümet pa dişahın keyif ve iradesiyle ve yaptıkları gibi defolup gitmez di. İcap ederse tahtını padişahın başına geçirirdim, fakat hü kümet yerinde kalırdı: Budalalar!.. Bu kadar kritik bir za manda hiçbir milletin talihi şunun keyfine, bunun zaafına 107
oyuncak olabilir miydi?.. Hiç bırakır mıydım ki o işler öy le olsun?.. Filhakika Halep dönüşünde Paşa bir müddet Pera Palas'ta kalmıştı. Orada vaziyet üzerinde uzun uzun görüş müştük. Harbiye Nazırlığını istediği doğru idi. Bu talebin mansıp hırsı ile tefsir edildiği hakikatti. İzzet Paşa'nün hü kümetten firar ettiği bedahetti (açıktı) .. Ahmet İzzet Paşa hükümeti istifa edip gittikten soma Paşa ortada henüz bir Meclisi Mebusan bulunmasına isti naden yine hükümete geçebilmeyi düşünmemiş değildi. O sıralarda İstanbul'da ihtilal ile hükümeti ele almayı gayri ca iz görüyor, çünkü o ahval ve şerait içinde bunu pek yürür bir iş saymıyordu. Fakat Meclis Tevfik Paşa hükümetine ademi itimat beyan ederse belki o hükümetin de defolup gi debileceğini ve o halde hükümete kendisinin dahil olabile ceğini bir an için tasavvur etmişti. Hükümete gayet musli hane bir şekil ile girmek, fakat ondan soma ne yapılmak lazım gelirse orada yapmak istiyordu. Bunu tecrübe etme ye kalkıştı. Paşa Meclis'in ademi itimatta sarih ve kat'i ol masına taraftardı. Evvela bunu yapmak kolay olmadı, sa niyen ve buna rağmen Tevfik Paşa hükümeti, Meclis'i -be rikinin intihabından asla bahsetmemek şartiyle- feshetti. - Nadi Bey, dedi, Tokatlıyan'm karşısmda bulunan so kaktaki evde oturduğum zaman, biliyorsun ki, artık İstan bul'da iş görmekten en ufak ümidi dahi kesmiş olmak mev kiinde idim. Sonra Şişli'de bildiğin evde oturdum. Fakat bü tün bu ikametler esnasında hep Anadolu'ya geçerek mem leketi artık buradan kaldırılacak bir manivela ile kurtarmak 108
zihniyetine salik olmuştum. İşte görüyorsun, şimdi Anka ra'dayız ve yine karşı karşıyayız. Arkadaşlarıma laf anlatamamak neticesi olarak yeniden yeniye müşkülata maruz kalmadık değilse de maksada doğru çok mesafe katettiğimiz de muhakkaktır. • Paşa: - Abe çocuk, hani kahve?.. Dediği zaman saat gece yansından sonra ikiye gelmiş ti. O zamana kadar çocuk üç defa kahve getirmişti. Paşa ge tirilen kahveleri hesaba katmıyor, bir kere verilmiş olacak kahve emir ve kumandasmm mütemadiyen tatbik olunup gitmesini istiyordu. Şimdi vaziyeti mütalaa ediyorduk. Ben Kuşçalı'dan çektiğim telgrafa aldığım cevabın Ankara'da gördüklerimle tamamen itilaf edememesi (uyuşmaması) şeklinde gizli bir ıztırabın zebunu idim. Paşa'ya saklama dım ki kendi huzuru azami emniyet ve itminanı mucip idi. Fakat üst tarafı da insana bir boşluk, bir çöl hissi vermek te o kadar kuvvetli idi. - Öyle gürünür Nadi Bey, dedi, öyle görünür. Zaten bu büyük işin zevki de işte buradadır. Bu çölden bir hayat çı karmak, bu inhilalden (çöküntüden) bir teşekkül yarat mak lazımdır. Mamafih sen ortadaki boşluğa bakma. Boş görünen o saha doludur, çöl sanılan bu âlemde saklı ve kuv vetli hayat vardır. O millettir, o Türk milletidir. Eksik olan şey teşkilattır, işte şimdi onun üzerindeyiz... Ben pratik olmayı iltizam ettiğim için doğrudan doğ ruya Yunan cephesine taarruz ettim. Mütehaşşit (yığılmış) 109
muntazam bir kuvvet vardı ve onun karşısında da bizim gay rı muntazam kuvvetlerimiz... Bence cepheyi tutan oradaki kuvayı milliye değildi, belki (milen) hattı denilen siyasi va hime idi. Paşa'nm gözleri parladı: - Bunu bana Sivas'a da yazdınızdı, o cephelerden de aynı mealde müracaatlar vaki oldu. İsteniliyordu ki Sivas 'ta ve şurada burada oturarak vakit geçireceğime -sanki bura larda boş vakit geçiriyormuşum gibi- gideymişim de o cep helerin başına geçeymişim. Basit bir müşahede ve telakki bu noktai nazara hak verdirebilir. Fakat benim oraya gitmek te hiç acelem yoktur. Ve o cephelerin hayır ve selameti için acelem yoktur. Mustafa Kemal Paşa Demirci Mehmet Efe olamaz Nadi Bey. Bunu böyle söylemekle oradaki arkadaş ların kıymetlerine halel vermek istemiyorum. Bilakis on lar pek iyi adamlardır ve vatan için işte fedakârane çalışıp duruyorlar. Fakat hareketlerinin mecmu kıymeti vatanperverane bir tezahür mahiyetini tecavüz edemez. Bu da bir kıymettir. Yunan orduları ise maddi bir teşekkül olduğun dan yalnız böyle manevi bir kuvvetle durdurulamaz. Balı kesir, Manisa ve Aydın cephelerine karşı alakasız değiliz. Fakat oradaki mevcutla, o havalinin mevcudu ile o işi hal letmek imkânı olamaz. Onun için bunca talep ve müraca atlara rağmen ben oraya gitmedim. Yunan cephesi Aydın veyahut Manisa livalarının cephesi değildir. Yunan cephe si bütün memleket ve bütün vatan cephesidir. Ne zaman bü tün memleket bu cephenin hakiki manası bu olduğunu an lar ve öyle de benimserse işte bu cephe o zaman yıkılmış
110
ve Yunanlılar da işte o zaman denize dökülmüş olur. İşte ben şimdi bu hakiki lüzum ve zaruretin tesisi peşindeyim. Hatta halledeceğimiz şey yalmz bir Yunan cephesinden iba ret de değildir. Memleketin selameti ve milletin istiklali ba his mevzuudur. Önümüzde (misakı milli) var ki bütün pren siplerimizi mütevaziyane bir şekil ile ifade ediyor. Düstu ru vazetmişizdir: Milletin istiklalini vatanın son kaya par çası üzerinde müdafaa edeceğiz, kurtaracağız veya -eğer mukadderse- öleceğiz. Fakat eminiz ki ölmeyeceğiz ve kur tulacağız. - Evet, hepimizin maksudumuz ve azmimiz bu. Oraya varmak için daha evvelden verilmiş kararlar ve halledilmiş meseleler olmak lazımdır. - Benim itikadıma göre bu türlü büyük vaziyetlerde ka rarlan zaman verir, meseleleri de o halletmiş bulunur. Bu itibarla ben zannediyorum ki kararlar kendi kendine yeril miş ve meseleler de kendi kendine hallolmuştur. Olunmayanlan varsa onlar da olunur giderler. - Meclis'in ne vakit toplanabileceğini tahmin ediyoruz? Bir de her kerameti Meclis'ten beklemek niyetinde miyiz?.. Açık söylemek için ben bu niyet ve kanaatte değilim. Za ten ıztırabım da ondandır. - Bu ıztırap beyhude ve bu kanaat hiç olmazsa eşkali zahiriyesi ile eşkali hakikiyesi arasında galattır. Ben bila kis her kerameti meclisten bekleyenlerdenim. Nadi Bey, bir devre yetiştik ki onda her iş meşru olmalıdır. Millet işlerin de meşruiyet, ancak milli kararlara istinat etmekle, mille tin temayülatı umumiyesine
(genel eğilimlerine)
tercü111
man olmakla hasıldır. Milletimiz çok büyüktür. Hiç korkmayalım. O esaret ve zilleti kabul etmez. Fakat onu bir ara ya toplamak ve kendisine: (Ey millet! Sen esaret ve zilleti kabul eder misin?) diye sormak lazımdır. Ben milletin ve receği cevabı biliyorum. Ben milletin büyüklüğünü biliyor ve bu sual karşısında onun o suali soran çocuklarını hırzıcan edecek (cam kadar sever) gibi seveceğini ve alınların dan öpeceğini biliyorum. Ben biliyorum ki bu millet ken disine bu suali soran çocuklarının hep o esasa müstenit tedabir ve tertibatını canla, başla kabul edecektir. Onun için işte ben şimdi bu yoldayım, onun çok sağlam bir yol oldu ğuna kani olarak... - Fakat İstanbul'da düşmanlarla birleşmiş bir Saray ol duğunu bilmek ve hiç olmazsa bu teferruat üzerinde bazı kararlar almış olmak lazım değil mi? - Onların hepsi malumdur. Fakat bizim bildiğimiz hakikatlar milletçe de tamamen malum olunca, onun mukarerat bahsinde dahi, bizim gibi düşüneceği neden kabul edilmemelidir? Ben bilakis milletin bu hususta daha salim, daha kat'i kararlar vereceğine kaniim. Hülasa millet bu ha lâs cidalinde ve bütün vaziyeti bütün vuzuh ve sarahati ile gördükten sonra aledderecat (sırasıyla) en salim, en makul ve en yüksek kararlan verecek ve bence muhakkaktır ki o bahislefdeki kararlannda hatta seni ve beni çok geçecektir. Ben bundan emin olarak işlerimize bakalım derim. - Canım Paşam, nazariyat çok güzelse de, vaziyetin ha kikatlerinden çıkan icaplar da isticali amirdir. Mesela An kara'da beni bihuzur eden en büyük şey ordunun yokluğu112
dur. Hakikat odur ki eğer elimizde istinad edecek bir ordu bulunmazsa bütün bu güzel nazariyat suya düşüp gidebilir. - İşte aramızdaki fark bilhassa burada göze çarpıyor. Bence Meclis nazariye değil, hakikattir ve hakikatlerin en büyüğüdür. Evvela Meclis, soma ordu Nadi Bey. Orduyu yapacak olan millet ve ona niyabeten Meclis'tir. Çünkü or du demek yüz binlerce insan, milyonlarca ve milyonlarca servet ve saman demektir. Buna iki üç şahıs karar veremez. Bunu ancak milletin karar ve kabulü meydana çıkarabilir ve bir kere bu hale geldikten soma milletin hayat ve mev cudiyetine zıt olan mezalim ve tazyikatm kâffesini berta raf etmeye muktedir olmak salahiyetini yalnız nazariye ola rak değil, fiilen de kazanmış oluruz. Paşa ile bu vadide muhtelif meseleleri mütalaa eden muhaveremiz gecenin saat üç buçuğuna kadar devam etti. Odalarımıza çekildiğimiz zaman Ankara'nın boşluğu gö zümden silinmiş, bütün vatan nazarımda canlı insanlarla do lu bir istihkam ve abütabı ile nazarları eğlendiren bir gülis tan olmuştu. İlk defa olarak vicdanen de pür huzur çok ra hat bir uyku uyudum. Büyük Millet Meclisi'ne doğru!.. Ankara'ya muvasalatımızın vaziyeti kavramağa ait ilk günleri geçmiştir. Şimdi artık adamakıllı iş başındayız ve hepimiz çalışıyoruz. İstanbul'dan çıkıp gelebilecek mebus lar ile Anadolu'dan intihap olunarak gelecek mebuslara ikâ metgâh olarak Darülmuallimin (öğretmen okulu) binası 113
tahsis edilmiştir. İlk gelen arkadaşlarla bu bina koğuşları nın ilk misafirlerini teşkil edenlerdeniz. Her gün bir iki, üç beş arkadaşın daha inzimamile kışla hayatımız büyümek tedir. Çok vakit geçirmeksizin orada derhal bir (tabldot) teş kilatı yaptık. Sabah kahvaltısından akşam yemeğine kadar bütün o günlerin meşrubat ve mekülatı (içecek ve yiye cekleri) tarafımızdan müntehap (seçilmiş) ve kendi arka daşlarımızdan müteşekkil bir idare heyeti tarafından temin ediliyor ve adam başına günde ancak 48-55 kuruşa mal oluyor. Hesaplı hareket etmeye mecburuz. Mektebin bütün takımları mesuliyetimiz altında olarak emrimize tevdi olun muştur. Muayyen saatlerde cemaatle kahvaltıya inmek ve yemekler yemek arkadaşlara bir nevi mektep hayatı yaşa tıyor. Bundan memnun olanlar çoktur. Büyük adamların ba zen ne çocuk şeyler olduğunu Darülmuallimin yemekha nesindeki cemaatin şakraklığında keyif ve zevkle temaşa ederdim. Ben (Hâkimiyeti Milliye)yi çıkarıyor ve ona yeni bir ruh, yeni bir şekil ve kıyafet vermeye çalışıyordum. Aynı zamanda Halide Edip Hanım'la Anadolu Ajansımın servis lerini yapmaya başladık. O sene Ankara'nın kırkikindi yağ murları kesretle yağıyor ve adeta bazen kış manzarası ver diği günler oluyordu. Ajans için paşanın karargâhı olan Zi raat Mektebi'nde bir oda alarak merkez ittihaz ettik. Her gün oraya çıkıyorum ve Halide Hanım'la çalışıyoruz. Bu işte çok geçmeden İstanbul mebusu Ali Rıza Bey de bize iltihak etti. Havadislere propaganda mahiyeti vermekteki is tidat ve kabiliyeti nazarı dikkati caliptir. 114
İstanbul'dan Avrupa matbuatının getirtilmesini temin edecek esbaba tevessül etmişizdir. Her gün karargâhın mu amelat ve muhaberatından bizce istifade olunacak bir hay li malzeme çıkıyor. O zaman bilhassa cenup cepheleri mu haberatı büyük faaliyetle devam ediyor. Suruç'dan Ana mur'a kadar, Aymtap'ta, Urfa'da, Maraş'ta, Adana'da ve hat ta Mersin'de her gün vuruşuluyor. Bu küçük muharebele rin vekayii içinde esatir destanlarını gölgede bırakacak ha diseler ve harikalar vardır. Zaten çok geçmeden havadise garkolacağız. Çünkü intihabat ilerledikçe İstanbul'da bir homurtu başlamıştır. Nerede ise isyanların eli kulağındadır. Anzavur, mahsusan kendisine paşalık unvanının da tevcihi suretile ve emrine tevdi olunan bir harp sefinesile Balıkesir tarafları na gönderilecektir. Vazifesi oradaki millet cephesini arka dan vurmak ve müteakiben Balıkesir'den başlayarak Bursa'ya doğru, kim bilir belki daha ilerisine doğru önüne ge lecek her yeri saray emrine ve İngilizlerle Yunanlılar nam ve hesabına zabt ve teşhir etmektir. Bir kere o bu muvaffa kiyetleri temin ededursun İstanbul'da mümkünse bütün Anadolu'nun tav'an ve kerhen (isteyerek ve istemeyerek) biz Ankara asilerine karşı kıyam etmesi (ayaklanması) için tertibat alınmış ve teşebbüsata geçilmiştir. Cepheden alman kuvvetlerle Gönen taraflarında teşkil ve Karabiga'ya kadar takip olunan ve ancak orada kendisini bekleyen bir gemi ye can atmak suretiyle kaçabilen Anzavur'dan soma Hen dek, Düzce, Bolu ve havalisi isyan edecek, isyan his ve ga leyanı Ankara'nın yambaşmdaki Ayaş'a kadar yürüyecek, 115
belki Ankara'nın bile bu hesaba kazanılmak istenildiği se zilecek, sonra Ankara'nın üzerinden atlayarak Yozgat'ta ve daha ilerlerde patlak verecektir. Bizi bütün gündüz işgali kâfi değilmiş gibi bazen gece yanlarından çok somalara ka dar uğraştıran müthiş, elim, hazin ve feci hadiseler. İsmet Paşa'mn Ankara'ya gelişi Bu şerait içinde intihabatm tesrii (çabuklaştırdması) lazımdır. O yapılıyor. Intihabatı yapabilen yerlerin mebuslan süratle Ankara'ya gönderiliyorlar. Onlar her gün üç beş gelmektedirler. Bugünlerin mühim bir hadisesi İsmet Pa şa'mn (o zaman İsmet Bey) Ankara'ya muvasalatı oldu. Be nim kendisinin Celaleddin Arif Bey takımında olduğundan dahi haberim yoktu. Malum olduğu üzere Beykoz'da izini kaybettiğim İbrahim Süreyya Bey'in de dahil olduğu bu ta kım Hendek ve Düzce üzerinden Bolu tarafına gitmiş ve Ankara'ya bu tarikle ancak uzun ve müşkil bir seyahat ne ticesinde gelmiştir. Geyve kaymakamı kendilerini aradığı zaman bu heyet artık Ada tarikile gelmek için geriye döne meyecek kadar ilerlemiş bulunuyordu. İsmet Bey'in bu he yetle nerede birleşmiş olduğunu hâlâ bilmiyorum. Fakat onu bir sabah Ankara civannda istikbal ettiğimiz heyet ara sında görmekten çok mütehayyir ve çok memnun olmuş tum. Kendisini ilk defa Balkan muharebesinin Türk-Bulgar sulh müzakereleri esnasında Babıâli'de görmüştüm. O za man rütbesi ihtimal ki yüzbaşı, yahut pek binbaşı olmalı i116
di. Bulgarlar namına General Savof 'un bulunduğu o mü zakerede İsmet Bey Türk Askeri Murahhası idi. Kulağı bi raz ağır işiten bu adamın vaziyeti idrak ve ifadedeki müs tesna kabiliyetine dikkat etmiştim. Ondan sonra İsmet Bey benim için her fırsatta görülmesinden zevk alınacak bir şahsiyet olmuştu. Fakat hadiseler adamları o kadar seyyar ve serseri kıl mıştı ki kendisini ancak bir iki defa görmek nasip ye mü yesser olmuştu. Bu telakilerin (buluşmaların) biri Süleymaniye civarındaki evinde vuku bulmuştu. Galiba mütare kenin hercümerc zamanlarında idi. Ne yapılacak diye her kesin her ümit ettiği arkadaşla başbaşa vermek üzere ko nuştuğu o zamanlarda idi. Kendisini ziyarete gelmiş olan yalnız ben değildim ve herkes benim gibi ondan bir şeyler ümit ederek oraya gelmişti. Hatınmdadır, İsmet Bey orada bir karar ifade etmemiş, fakat behemehal bir şey yapılma sı lüzumunda çok serbest ve çok sarih olmuştu. Tavrında hiç tevahhuş ve tereddüt (korku ve çekinme) yoktu. Hat ta tevazuu bile hatırına getiremiyordu. Vaziyeti hâkim bir tavırla muhakeme ediyor, açık söylüyordu. Celaleddin Arif Bey takımının o gün 9 Nisan 920 öğ leden evvel Ankara'ya muvasalat edeceğinden haberdardık. Kim bilir, muvasalatın böyle adamakıllı istikbale müsait bir zamana tesadüf etmesi belki bizce matlup ve mültezim ve ihtimal ki bu itibarla şu saatte muvasalat belki biraz mürettepti (düzenlenmişti) bile. Gelen heyetin içinde yabancı as kerlerin, düşman askerlerin harimi ismetine tecavüz etmiş oldukları bir millet meclisinin düşman elinden kaçıp kur117
tulmuş reisi vardı. Bu heyeti mutantan bir surette istikbal ederek düşmanlardan ve onlarla birleşen padişahtan intikam almak, onlara karşı meydan okuyan bir nümayiş göster mek istiyorduk. Elimizde gazete vardı, elimizde ajans var dı. Bu nümayişi yapar ve onu kâinatın dört köşesine de pe kâlâ yayabilirdik. Zaten işe daha evvel başlamış, Ankara'yı istikbale hazırlamış, bu hazırlıktan vatan muhitini layık ve lazım lisanı ile haberdar etmiştik. Filhakika o gün Ankara mühim günlerinden birini da ha yaşadı. Şimdi Ankara'da geçen o müthiş, müheyyiç, fev kalade ve harikulade günler bir anda gözümün önünde sı ralanıyor da.. Ne mesut ve mübarek memlekettir bu diye yüreğim titriyor. İşte o gün de onlardan biri olarak sayıla bilir. O gün bütün Ankara sokaklara dökülmüştü denilebi lir. Memlekette en külüstürüne varıncaya kadar bütün ara balar meydana çıkmış, her birine üçer dörder arkadaş bin mek suretile büyük bir kafile Ayaş yolundaki taş köprüyü geçmiş ve daha ilerlemişti. Yayaların hesabı yoktu. Hele yo lun iki tarafındaki tarlalarda koşturulan atlar manzaraya hususi bir mahiyet ve adeta bir mehabet (ululuk) veriyor du. Nihayet gelen ve istikbaline gidilen heyetle telaki olun du. İki tarafça herkes atlarından, arabalarından, otomobil lerinden inmiş, sanki asırların hasretini telafi etmek ister mişçesine bir musafahadır başlamıştı; eller sıkılıyor, deraguşlar tevali ediyordu (kucaklaşmalar birbirini izliyor du) . Bütün ^u gürültü içinde Mustafa Kemal Paşa'nm se si yükseliyordu: 118
- Canım İsmet Bey nerede?.. Canım hani İsmet?.. Paşa sabırsızlıkla arıyordu. Ona iltihak ettik. Çok geç meden İsmet bulundu. Gürültüye karışmak istemeyen nuU tevazı ve ufak tefek bir emirber neferi gibi -elbisesi hemen hemen bir nefer elbisesine benziyordu- kenara çekilmiş, du daklarında tatlı bir tebessümle bekliyordu. Paşa süratle yü rüyerek ellerim yakaladı: - Hoşgeldin İsmet! İsmet o gün hiç laf söylemiyor gibi, yalnız hiç eksil meyen tebessümü ile konuşuyor gibiydi. O daima tebessüm ediyor, Paşa muttasıl söyleniyordu: - Bugün çok memmunum İsmet. Ama ne iyi ettin de geldin, ama ne iyi ettin de çabuk geldin! Şimdi kafile şehre doğru dönüyor ve çoluğuna çocu ğuna ve kadınlarına varıncaya kadar sokaklardan taşan ve hatta duvarların üstlerini dolduran halkın alkışlan arasın dan geçiyordu. Konya'dan gelen nahoş haberler O günlerde, yani bilhassa nisanın ilk yansında her ta rafta intihabat ile iştigal edilmekte idi. Buna ait muamelat merkezden sıkı bir kontrol ile ve ehemmiyetle takip olunu yordu. Bu sırada Konya'nın bir türlü nihayet bulmayan bir tereddüt devresi geçirmekte olması nazan dikkati celbetmekten hali kalmıyordu. Konya'nın ilk vaziyeti biraz ace le etmeyen, ne vakit olursa yapılır diyen bir ayak sürüme manzarası arzettiği halde bilahare orada bazı kimselerin: 119
- İstanbul'da bir Meclis vardı. O şimdi ne oldu, hiçbir mahiyeti kalmadı mı? Buna nazaran acaba şimdi yeniden bir intihap yapmak doğru mu? Dedikleri ve hatta diğer bazılarının: - Bu hususta bir kere de İstanbul ile muhabere edilse, Babıâli'ye sorulsa, saraya ve padişaha sorulsa? Yolunda mütalealar yürüttükleri işitildiği zaman Ankara'da Konya hesabına hayli ciddi bir vaziyet önünde bulunulduğuna der hal hükmedilmiştir. istanbul'da değil saraya ve padişaha, hatta Babıâli'ye sorulsa elbette bu intihabatm gayri muva fık ve kimbilir belki de gayrimeşru olduğu cevabı alınaca ğı yüzde yüz nisbetinde muhakkak bir keyfiyet idi. İstan bul'un hatta en makul zannolunan ricali bile Anadolu'nun milli zihniyetinden, milli azim ve karardan, hülasa millet idare ve iradesinden ibaret olan hattı hareketini son günle re kadar, kendileri yıkılıp gidinceye kadar anlayamamışlar, anlamamakta ısrar edip durmuşlardır. Hele o ilk intihap günlerinde Sarayla İngilizlerin An kara'ya karşı hatır ve hayale gelebilecek her gûna ifsad teşebbüsatma (kargaşa çıkarma girişimine) kalkışmak üze re bulundukları kuvvetle hissedilmekte olduğundan Kon ya'nın tereddüdündeki ehemmiyet hassaten calibi dikkat görülmeli idi. Konya Anadolu'nun mühim merkezlerinden biri idi. Orada iltizam olunacak yanlış bir hareket, sui tesiratı itibarıyla fena neticelere gidebilirdi. Binaenaleyh daha tereddüt devresinden ibaret bir mebdede iken Konya'yı ten vir ve ıslah etmek lazımdı. Bu vazife o zaman Aydm tara fında Demirci Efe cephesinde bulunan Refet Bey'e (Refet 120
Paşa) havale olundu. Tabii kendisine muhtelif ihtimallere karşı talimat da verilmiş olacaktı. Meselenin ehemmiyeti kadar emrin icrasmdaki hususiyet de görülmeye şayandır. Şöyle ki: İki üç gün soma bir sabah kumandan Refet Bey bir tren Konyalı ile Ankara'ya çıkagelmez mi?.. Bu bir tren Kon yalı, Konya'nın ulema ve eşrafmdan mürekkep olup vali ve kumandan da beraberlerinde idi. Hadisenin şöyle cereyan etmiş olduğunu tafsilatile somadan öğrendik: Refet Bey beraberine kâfi miktar zeybek süvari alarak seyri seri (hızlı yürüyüşle) ile Konya'ya hareket etmiş ve fakat yolda tasavvur ve tasmim ettiği bir plan ile bu tenvir ve ıslah keyfiyetinin Ankara'da icrası daha muvafık olaca ğı esasını düşünerek, işte bu neticeyi temin edecek bir mu kaddime ile başlamağı kurmuştur. Bu maksatla seyahatim Konya'ya kadar temdit etmeyerek (uzatmayarak) zeybekleriyle beraber Sarayönü istasyonunda tevakkuf eylemiş ve orada validen başlayarak muhtelif zevat ile makine başın da konuşmuştur. Refet Bey evvelce Sivas'tan Konya'ya gelmiş ve orada bir müddet kalmış olduğundan kendisi Konya muhitince meçhul değildi. Makine başında konuş tuğu kimselere demiş ki: - İntihabat işleri ve saire gibi bazı mesailden (sorun lardan) dolayı Konya'ya gitmek emrini aldım, ancak Konya hesabım bu meselelerin halli için fevkalade tedbirlere ihtiyaç olacağını zan ve tahmin etmiyorum. Binaenaleyh kuvvetlerimle Konya'ya geleceğime ben daha ziyade şaya nı tercih görüyorum ki vali ve kumandan beyler de beraber 121
oldukları halde Konya'nın eşraf ve ulemasından kâfi mik tar zevat tren ile derhal Sarayönü istasyonuna gelsinler ve kendileri ile burada konuşalım. Konya'da bu noktai nazara iştirak edilmek için hiç müş külat olmamış. Dediğimiz zevat bir tren alarak üç dört sa atlik bir seyahat için Sarayönü istasyonuna gelmişler. Fa kat tren gelir gelmez bir taraftan Refet Paşa zeybekleri iki şer üçer vagonlara çıkmışlar, diğer taraftan iki tren hemen yekdiğerine raptolunarak ileri hareket emrini almış ve Afyon-Eskişehir istikametinde ilerlemeye başlamış. Refet Bey misafirlerine ancak trenin hareketinden soma izahat vere rek yolda görüşülebileceğini ve daha iyisi, en iyisi Anka ra'da görüşülmek olacağını söylemiş. İşte bu tertip ve ted birlerin neticesi olarak da bir sabah Ankara istasyonuna böyle bir kafileyi hamil bir Konya treni gelmiştir. Hemen ertesi sabah hükümet konağının büyük salo nunda Mustafa Kemal Paşa Konya'dan gelen bu zevat ile çok müessir (etkili) bir hasbihal yaptı. İçtimaa o zamana kadar İstanbul'dan gelmiş olan mebuslar da iştirak etmişti.' Paşanın oradaki hasbihali hakikatte en mühim irticali (doğaçlama) hitabelerinden biri idi. Memleketin içine düş tüğü vartayı, milletin bu beladan kurtulmak için tuttuğu yolu anlatıyordu. Çok ciddi, çok vakur, fakat aynı zaman da çok kahir söylüyordu. Sanki bütün milletin onun lisan ve şahsında temessül etmiş (cisimlenmiş), haykırıyordu. Hazır olanlar beht ü (şaşkınlık ve) hayretten donakalma lardı. Kimsede söz söylemeye mecal ve iktidar yoktu. Ni hayet ulemadan Sivaslı Ali efendi olduğunu bilahare öğren diğim ak sakallı bir zat ağlar gibi bir lisanla: 122
- Doğrusu biz vaziyetin ta bu derece vahim olduğun dan gaflet üzere imişiz. Sizleri gördük ve hakikatleri öğ rendik. Konya'nın bu yolda milletten zerre kadar bile ay rılmayacağından emin olmanızı rica ederiz. Tuttuğunuz mübarek yolda Allah sizlere ve cümleye nusrat (utku) ve muvaffakiyet ihsan buyursun. Allah bu Türk milletini ve bu İslam diyarını şu afetten de korusun ve kurtarsın. Dedi. Bereket versin hoca söylemişti. Şimdi herkes geniş bir nefes almış, bütün o salondakiler hocanın tercü man olduğu netice etrafında toplanmışlardı. Biraz değil de pek çok ağır bir hava ile başlayan bu içtima bütün ruhlara hafiflik veren şu tatlı neticede karar kılmış oldu. Konya ule ma ve eşrafı ilk trenle memleketlerine döndüler. Orada da intihabat sürat ve selametle icra kılındı. Şu fıkrayı bitirirken hüzün ve esefle kaydetmeliyim ki salonda o sözleri söyleyen ve hatta avdetlerinde trenin kal kacağı esnalarda dualar ve senalar eden çok hamiyetli ve çok temiz kalpli hoca Sivaslı Ali efendi, bilahare Konya'da Delibaş isminde bir serserinin ika ettiği (yaptığı) isyan es nasında parçalanmak suretiyle rahmeti rahmana kavuşmuş tur. İstiklal cidali kolay ve bedava olup bitmemiştir. Uğrun da verilen kurbanlar yüz binlerle sayılacak kadar çoktur. İş te onların içinde nurani simasile bu mübarek ve muhterem hoca da vardır. Celaleddin Arif Bey'in vaziyeti! Ankara'ya muvasalat eden Celaleddin Arif Bey'in te123
cavüze uğramış bir Meclisi Mebusan reisi olarak yapacağı vazifeler vardı. Ferdası sabahı kısa bir müzakereden soma şekiller tespit olunarak yazılacak şeyler yazıldı. Bunlar bi ri vaziyeti hikâye sadedinde millete hitap eden bir beyan name, diğeri Avrupa ve Amerika memleketlerine ve hususile Avrupa ve Amerika Millet Meclislerine hitap eden bir protestoname idi. Protestonamenin Fransızca metnini Zon guldak tarikile İstanbul'a ve buradan da harice göndermek tarikini ihtiyar ettik ve her iki vesikayı Anadolu Ajansı ile memlekete verdik. Bu vesikaların tahrir ve irsaline kısa bir müzakere ki fayet etmiş olmakla beraber yine o kısa müzakere esnasın da vaziyeti Celaleddin Arif Bey'in anlayışı ile bizim anla yışımız arasında tuhaf bir ihtilafı nazarın teressüm ettiği (görüş ayrılığının şekillendiği) de fark olunur gibi olmuş tu. Celaleddin Arif Bey kendisini, uğradığı akıbete rağmen hâlâ Meclisi Mebusan'm reisi addetmek ve bilhassa bunun bir içtima devresince devamı tabii olduğunu anlatmak isti yordu. Zihniyetin öyle veya başka türlü oluşuna göre vazi yetin ifade ve idamesinde farklar olacaktı. Bizim anlayışı mıza göre İstanbul'da cereyan eden hadisattan ve solda sı fır derekesinden de aşağı indirilen Babıâli ile sarayın bu ha diselere miskinane mutavaatlarından (uyuşukçasına uy malarından) sonra Anadolu Türk'ünün ve bütün vatan muhitinin yaratacağı yeni teşekkül hakikaten yepyeni bir şey olmak lazım gelirdi. O ancak böylelikledir ki halâs ve istiklal gayelerine doğru fedakârane ve azimkârane yürü yebilirdi. Halbuki Ankara'da vücuda gelecek yeni teşekkül, 124
İstanbul'un bir mabadı gibi telakki olunarak o zihniyetle tedvil ve o zihniyetle tevdir olunacak olursa daha başlama dan bu yeni teşekkül çürütülmüş olurdu. Bu münasebetle Mustafa Kemal Paşa'nm bana söyle miş olduğu bazı sözlerle onların leduniyatmdan (içyüzün den) bahsetmek muvafık olabilir. Şu ihtilafı nazara baka rak Paşa bana: - Vaktiyle Meclisi Mebusan riyasetine benim intihabım münasip olur dediğim zaman elbette ben hep ileride önü müze çıkabilecek ihtimali düşündüm. Çok kuvvetle varit ti ki İstanbul 'da toplanacak bir Meclis böyle veya buna ben zer bir akıbete uğrayabilsin. O zaman tereddüt etmeyecek bir el, Meclis Reisi olmanın dahi verdiği salahiyet ve kuv vetle millete icap eden işareti hemen verebilmeli idi. Celaleddin Arif Bey on sekiz gündür yollardadır, Ankara'ya doğru Anadolu içinden seyahat ediyor. Bir kere aklına ge lip de vaziyeti izah etmeyi lüzumlu bulmuyor. Kaldı ki iş te hakikati görüşü dahi yanlıştır. Ben arkadaşlara demiştim ki benim İstanbul'a gelmekliğim doğru değildir. Fakat bu na rağmen siz Meclis'te yine beni reis yapabilirsiniz. Mec lisi reis vekilleri idare ederler. Bende olacak risayet atiyen işimize yarayacak bir mesnet (dayanak) olmak üzere mah fuz bulunur. Halbuki onlar gittiler, her nedense bunu yap madılar. İşte neticeleri.' Filhakika Meclisi Mebusan açılmazdan mukaddem birçok arkadaşlar Ankara'da Paşa'ya mülaki olup gelmiş lerdi. Ben mektup yazmış ve cevap almıştım. Cevabında formülü gönderilen Misakı Milli'ye atfolunacak ehemmi125
yette işaret ediyordu. Meclis'in küşadmda Paşa'run riyase ti meselesi bahis mevzuu olmadı değil. Fakat kayıp bir re isin muvafık olmayacağı yolunda söylenilen sözler galebe çaldı ve daha doğrusu bu sözlere karşı vaziyeti daha yakın dan bilmek lazım gelenlerin kuvvetli müdaf aalan görülme di. Böylelikle Meclisi Mebusan riyasetine evveli hakika ten çok değerli bir zat olan ve çok geçmeden irtihali mem leket için azim zayiattan bulunan Reşat Hikmet Bey mer hum ve ondan soma Celaleddin Arif Bey intihap olunmuş lardır. İnsanlar hakikaten çok kere çok gafildirler, herhangi bir muhitin hususi vaziyeti ile alâyişi (gösterişi) onlar üze rinde müessir olarak hakikatten kolayca tebaütlerine (uzak laşmalarına) sebep olabilir. İstanbul'da mı toplansın, Ana dolu'da mı içtima etsin diye etrafında o kadar gürültü ol muş olan son Meclisi Mebusan, Fındıklı sarayında Meclis olarak vücut bulduğu zaman ona iştirak edenler nefisleri ni bir aralık sanki her tehlikeden masun bir istihkâma gir miş oldukları hayaline tevdi etmişlerdi. Halbuki bu tehlike vardı ve muhakkaktı. Binaenaleyp alınacak tertip ve ted birler hep ona göre alınmış olacaktı. Celaleddin Arif Bey'in zihniyeti ortaya yeni Meclis'in mahiyeti meselesini çıkarmış oldu. Filhakika o günden iti baren Meclis'in mahiyeti, hukuk ve vazifeleri üzerinde gö rüşülmeye başlandı. Bunlar çok çetin bahisler olarak bir günde, beş günde halledilememişti. Bu bahislerin geçirdi ği safhalar üzerinde ihtimal ki müteaddit defalar tevakkuf etmek fırsat ve zaruretleriyle karşılaşacağız. Fakat o gün
126
için meselenin başlangıcı Celaleddin Arif Bey'in Osman lı Meclisi Mebusanı riyaseti olup kendi itikad ve telakkisi ne göre o bu nam ve unvam ile yeni açılacak Meclis'in da hi pek tabii bir reisi olmak lazım geliyordu. Nitekim Mec lis küşad olunup riyaset intihabatı yapıldıktan soma dahi kendisi bir müddet daha diğer riyasetin hiç olmazsa kendi sinde mevcut olacağını hülya etmiş durmuştu. Ziraat mektebi karargâhında Meclis'in hazırlığına doğ ru daha ciddi faaliyetler tevali ediyordu. Meclis'in içinde içtima edeceği binaya daha evvel karar verilmişti. Muhte lif binalar gezildikten soma bu karar İttihat ve Terakki Ku lübü olmak üzere yapılmış natamam binaya taallûk etmiş ti. Ona verilecek şekiller tespit edilmiş, ona göre tadil ve ikmali mimara havale edilmişti. Orada hummalı bir faali yet devam ediyor ve ara sıra oraya gidilerek görülen işler gözden geçiriliyordu. Ziraat mektebi karargâhında ise Mec lis'in manevi kısmının, yani hukuk ve vezaifinin ihzar ve tespitine ait mesai devam ediyordu. Çok geçmeden isyanlar gelip çatacaktır. Bütün bu müş külat içinde o günlerde görülen işler böyle sakin zamanlar da kolay kolay havsalaya sığacak şeylerden değildir. Bir ta raftan Anzavurun izalesi için tertibat almanın, diğer taraf tan onu orada bırakıp teşkilatı esasiye esasatma (anayasa esaslarına) mesnet teşkil edecek meselelerin müzakeresi ne avdet etmenin bugünlerde söylenmesi ancak dile kolay gelecek şeylerden olduğunu şimdi bizzat kendim görüp kendim takdir etmekteyim. On beş yirmi gün gibi kısa bir zamana sıkışabilen bütün bu karışık tufanın en bariz nok talarını toparlamaya çalışacağım.
127
Meclis, nasıl bir Meclis olacaktı? - Bu Meclis, nasıl bir Meclis olacaktır? Hususi bir müzakerede, Paşa'mn, toplanacakMeclis'e ait olarak arzettiği ilk sual budur. îşte bu meseledir ki mü zakeresi günlerle sürmüş, fakat esaslı surette halli seneler ce devam etmiştir. Zemin ve zamanın, hakikat ve zaruretin emrettiği ve belki gayrimeşur (şuur dışı) surette ve bütün milletin istediği çok büyük bir inkılap işte bu sualde ve-o meselede mündemiçti. İlk günleri bu hakikati kavrayanla rın anlamayanlardan,kendilerinde anlamak cüretini bulama yanlardan pek az olduklarını buraya kaydetmek mecburi yetindeyim. Alışılmış bazı eşkal, bazı kimselere hakikatle ri unutturuyor, vaziyetin vahametini unutturuyor, tarihin dönüm yerindeki emir ve iradelerim unutturuyor, hülasa on ları milletin felaket ve fecaatleri içinde kuklaya benzeyen aciz mahluklar halinde bıraktırabiliyordu. Paşa: - Bu Meclis, nasıl bir Meclis olacaktır? Sualini vazettiği zaman, kendisi ve bazı arkadaşları bu suale çoktan cevap vermiş bulunuyorlardı. Hatta Meclis'in küşadma tekaddüm edecek nutkun (açılışı öncesinde ve rilecek söylevin) projesi ve müsveddesi bile hazırlanmış tı. Orada Paşa memleketin içine düştüğü müthiş felaketi izah ediyor ve böylelikle Meclis'in vaz'ı ve vazifesi adeta kendi kendine taayyün etmiş (belirlenmiş) görünüyordu. Hatta bu mebhaste (konuda) nutkun sarih ifadeleri de var dı: "Vatanın maruz kaldığı izmihlal tehlikesi önünde mil let en müthiş inhilal vartasından kurtulmak için işte kendi mukadderatını kendi eline almış bulunuyor!" 128
Sekiz on gün zarfında daha ziyade şekle ait sekiz on türlü takallüp (değişiklik) gören bu nutuk müzakereye mev zu değildi. Hatta müzakereye iştirak edenleree iptidaları böyle bir nutkun hazırlanmış veya hazırlanmakta bulundu ğu dahi meçhul idi. Galiba Paşa Meclis'in mahiyetine ait muhtelif meseleleri şimdiden bahis mevzuu etmekle bir ta raftan fikirlerin teşekkül ve telakkilerini görmek ve öğren mek, diğer taraftan bu fikirleri yeni ve zaruri cereyana alış tırmak maksadım takip ediyordu. Müzakerelere muhtelif zatlar iştirak ediyor veya ettiriliyorlardı. Artık İstanbul'a dönmekten sarfı nazar eden Yusuf Ke mal Bey'in dahi bir hukuk âlim veya mütehassısı sıfatıyla zaman zaman bunlar meyanmda bulundurulduğu görülü yordu. Daıülfünunda hukuku esasiye müderrisi ve baro re isi Celaleddin Arif Bey ekseriya orada idi; uzun süren mü zakereler esnasında çok defa uyuklasa ve hatta uyuşa dahi kendisini meselenin en salahiyetli ulemasından addediyor du. Fakat bahis mevzuu olan ilim, kitabın ilmi olmaktan da ha yüksek bir şeydi. Bahis mevzuu olan ilim, hadisenin il mi idi. Ve işte o müzakerelere iştirak edenler arasmda bir çoklarının pek farkına varmadıkları ilim, işte bu ilimdi. Mesela Celaleddin Arif Bey'e göre: - Bu Meclis, İstanbul'da çil yavrusu gibi dağıtılan Mec lisi Mebusanm devammdan başka bir şey değildir. Orada içtimalanna devam imkânım bulamayan Meclis milletçe müntehap yeni azalarının dahi iştirakıyla Ankara'da devam edecektir. Arada bir zihniyet mücadelesi vardı ki o zaman onda 129
hiç kimse sarih olmayı pek iltizam etmiyor veya etmek is temiyordu. Bu zihniyet bir taraftan Saraya ve Babıâli'ye te mas eden ve temas ederken ürkek, yılan ve kaçan ve bir id rak tarzı ile diğer taraftan Sarayı ve Babıâli'yi tarih önün de sükût etmiş gören bir idrak tarzı arasındaki farkta tecel li ve temerküz ediyordu. - Bu Meclis nasıl bir meclis olacaktır?.. İçinde yüzülen vaziyete göre mesele kendiliğinden ve pek çok surette münhaldi (boştaydı) . Kendi işine bakan hiçbir makam ve kuvvet kalmamış ve mevcudiyetinin ec nebi kahır ve zulmü altında inhidama mahkûm olduğunu dehşet ve fecaatla görmüş olan millet, bu emsalsiz suikast önünde bütün varlığı ile irkilerek kendi mukadderatım ken di eline alıyordu. O halde millete izafetle memleketin en büyük ve yegânefhâkim kuvveti ondan daha büyüğü ve da ha başkası asla düşünülmemek şartıyla işte bu Meclis ol malı idi. Bu Meclis o kadar hâkim, kadir (kudretli) olma lı idi ki harekât ve sekenatmda onu durdurabilecek hiçbir kuvvet değil, hatta edna mülâhaza dahi olmamalı idi, olamamalı idi. - Acaba olmamalı ve olamamalı mıydı?.. - Evet olmamalı ve olamamalı idi. İşte bu tesadüm (fikir çatışmaları) esnasında bazı zi hinler bazı düşüncelerin zebunu olarak galiba harita ve pu sulayı şaşılıyorlardı. Dediğimiz veçhile kimsenin sarih bir şey söylediği yoktu. Mesele yalnız Meclis'e ait olarak, san ki çok ehemmiyetsiz bir iş imiş gibi akademik tarzda mü nakaşa edilip gidiyordu. Bazen saatlerce süren mübahase130
nin bayağılığına hayret etmemek elde olmazdı. Paşa çok sa bırlı olmayı bilen bir zat olduğu için ne kadar aykırı olursa olsun her fikri sanki aynı hakikat imiş gibi hiç telaş ve asa biyet göstermeksizin hüsnü telakki ediyor görünüyor ve or taya başka bir safhasını koymak suretiyle yine bahsi devam ettiriyordu. Bir gün salona girdiğim zaman yine bu bahis üzerin de konuşuyorlardı. Paşa: - Bu meselede Nadi Bey fikrini söylemedi. Onu da din leyelim, ne dersiniz? Mukaddimesiyle suali bana sordu. Odada yedi sekiz kişi vardı. Ben cevabımda kati oldum, dedim ki: - Yoksa açılacak Meclis'le merkezi Anadolu'da olacak yeni bir Türk devleti kurulmakta olduğunda arkadaşların ih tilafı mı var? Bence hiçbir şüphe ve tereddüde mahal kal maksızın açık bilmek lazımdır ki üzerine gittiğimiz mese le, bütün eşkal ve şeraiti (biçim ve koşulları) ile yeni bir devlet kurmaktan başka bir şey değildir. Eğer bunu böyle anlamazsak meseleyi ve vaziyeti anlamamış oluruz... Türk devleti mi?.. Yeni bir devlet mi?.. Merkezi Ana dolu'da olacak bir Türk devleti mi?.. Peki Saray?.. Peki Ba bıâli?.. Peki İstanbul?.. Bir anda bütün bu suallerin kafala ra gizli hücumuyla kabaran kulaklar ve dört açılan gözler bana baktı. B u d a nasıl idrak ve ifade idi sanki?.. Böyle sö zün de sırası mıydı sanki?.. Manzara hayretimi mucip ol du. Fakat aynı şeye dikkat eden Paşa bahsin anlaşılmayan bir zemin üzerinde zehirlenmesine meydan vermeyerek he men müdahale etti: - Canım bırakın şu devlet mevlet işini. Şimdi konuştu131
ğunraz şey toplanacak Meclis'in, nasıl bir Meclis olacağı m eselesidir. Siz yalnız o husustaki fikrinizi söyleyin. - Milletin talihine hâkim olacak bir Meclis... Hazırlardan bir zat tehalükle ileriye sürdüğü şu fikir de meseleyi halletmiş olduğu kanaatine sahip idi: - Paşam bu Meclis, (Meclisi Kebiri Milli) olsun. Sanki bu da ne demekti? Bunu söyleyen zat galiba bu tevcih ile Ankara'da toplanacak Meclis ile Meclisi Mebusan arasında bir fark yapmış olmak ve böylelikle meseleyi halletmiş bulunmak zihniyetinde idi. - Meclisi Kebiri Milli... Fena değil. Bunu da kaydet tim. Biz intihabat tebligatımızda Meclisi fevkalade demiş tik... Şimdi başka fikir... Paşa bu son sözleri söylerken Hayati Bey kapıdan gö rünüyor ve elinde telgraflarla ilerliyordu. - Ne var çocuğum?.. - Anzavur Mihaliç üzerine ilerliyormuş... Şimdi artık Meclis meselesi kalıyor, telgraflar okunu yor, haritalar açılıyor, vaziyetin epeyce ciddi olduğu görü lüyordu. Paşa, Hayati Bey'e: - Sen bu telgrafları İsmet Bey' e (Paşa) ver, vaziyeti mütalea etsin, şimdi gelip kendisiyle görüşeceğim. Diyordu. Milletle Saray arasında dehşetti bir musaraa başlamıştı 16 Mart 336 tarihindeki İstanbul işgalini takiben Mus tafa Kemal Paşa'nm heyeti temsiliye namına bütün mem lekete tamim ettiği yeni intihabat tebliğnamesi her gün her tarafta takip ediliyor, intihabatm mümkün olduğu kadar ça132
buk yapılması ve intihap olunan azanın Ankara'ya çabuk gönderilmesi iltizam ediliyordu. Mütemadiyen intihap iş leri hakkında her taraftan malumat ve icap eden yerler için de tertibat alınarak tebligat icra kılmıyordu. İntihabat mev cut müntehibi sanilerle, Müdafaai Hukukların, belediyele rin ve meclisi idarelerin de iştirakıyla yapılmakta olduğun dan az bir zaman zarfında icra ve ikmal de olunabilirdi. İntihabatm nerelerde icra ve ikmal edildiği, nerelerde hangi derecelerde bulunduğu, kimlerin mebus intihap olunduk ları, ne zaman yola çıktıkları, şimdi nerede bulundukları, Ankara'da ne vakit bulunacakları hakkında pek sıkı bir ta kip yapılmakta idi. Anzavur tahrikat ve harekâtı ve isyanların HendekDüzce istikametlerinden yürüyerek Anadolu'nun bu kısmı na dahi yayılmaya başlamış olması üzerine bir taraftan ten kil (tepeleme) tedbirlerine bütün bir ciddiyet ve ihtimam ile müracaat edilmekle beraber diğer taraftan da Meclis'in taciline ait faaliyetler çoğaltılmış bulunuyordu. Milletle Sa ray arasında dehşetli bir musaraa (güç denemesi) başlamış tı. Erkâmharbiyesi İngilizler ve Yunanlılar olan saray, An kara'yı doğmadan boğmaya çalışıyor gibiydi. Masum mil let namına hareket eden Ankara ise boğulmamak için bü tün azim ve celadeti ile çarpışıyordu. Fetvaları, fermanları takiben İstanbul'da galiba Damat Ferit'in Harbiye Nazırlığı'yla (kuvayı inzibatiye) diye bir askeri teşkilat vücuda getirilmeye başlanıldığını dahi günü gününe haber alıyorduk. O zaman bu haberi Ankara'ya ve ren İstanbul'un fedakâr muhabiri bu maksatla İngilizlerin saray emrine birkaç milyon lira da vermiş olduğunu bildi riyordu. Bilahare öğrendiğimize göre bu haber yalan değil, 133
yanlıştı. Şöyle ki, bu parayı bizzat İngilizler vermemişler, fakat İngilizler Düyunu Umumiye'den, ancak yukarıda söy lediğimiz maksada sarfolunması şartıyla, avans şeklinde ik raz ettirilmesine delalet buyurmuşlar (borç alınmasına önayak olmuşlar). Tabii mukabilinde diğer milyonların ça lınması da caba olmak şartıyla. Hilafet Ordusu! Millet aleyhine silah çekecek olan kuvayı inzibatiyenin diğer bir adı da Hilafet Ordusu idi. Zaten bu Hilafet Or dusu unvanından azami istifade edilebileceği ümidi ile İn gilizler saraya ve Babıâli'ye onun dairei şümulünü genişlettirmişlerdi. Ankara aleyhine silah çekecek herkes ve her şey Hilafet ordusu eczasmdandı. Böylelikle giderek Anka ra'ya karşı hareket etmekte olduğu için Yunan ordularına dahi Hilafet orduları denildi. O zaman istanbul'da yalnız bir saray, yalnız bir sultan ve halife ile yalnız onun bir Babıâli'si hain değildi. Bu hı yanet ve şenaat şebekesi hayli genişti: Padişahın fermanla rını ve beyannamelerini ve şeyhülislamın fetvalarını, Tealii İslam Cemiyeti unvanını taşıyan bir hocalar cemiyetinin be yannameleri ile risaleleri takip ediyordu. Bilhassa bu be yanname ve risalelerde Yunan ordusunun Hilafet Ordusu addedilmek lazım geleceği, Yunan ordusunun hiç de zarar lı bir heyet olmadığı, asıl memlekette kafaları kopanlacak mahlukatm Ankara'da bulunduğunu bütün vuzuh ve sarahatiyle söylüyordu. Bu beyanname ve risalelerin yüzbinlerce nüshası Eskişehir muhitine kadar Yunan tayyareleri tarafından atılıyordu. Gene İstanbul'dan mevsuk (doğru134
lanmış) surette öğreniyorduk ki fetvaların, fermanların ve bu Tealli islam Cemiyeti beyannamelerinin milyonlarca nüshasını İngilizler Hindistan'a gönderiyorlardı; belki Bağ dat tarikiyle arkamıza, şark vilayetlerine de yollayacaklar dı. Kuvayı İnzibatiye veya Hilafet Ordusu kumandanlığı na tayin olunan Süleyman Şefik Paşa ismindeki herif İz mit'e gelerek orada bağlı bulunan Yavuz zırhlısında karar gâh tutmuştu. Kendisi bir kısım askeri ile evvel gelmişti. Mütebaki kuvvetleri peyderpey teşkil edildikçe İstanbul'dan gelecekti. Bize belki biraz mübalağalı olarak bildiriyorlar dı ki bu Hilafet ordusunda Rumlar vardır, Ermeniler var dır, Yunanlılar vardır, İngilizler vardır. Bunlar gayri müm kün şeyler olmamakla beraber zahiri hal işin bu kadar cid di olduğuna bile ihtimal verdirmiyordu. Süleyman Şefik'in İzmit'te keyif çatmak ve ezcümle poker oynamakla vakit geçirmekte olduğundan haberdar oluyorduk. Herifler ele bir iki milyon lira geçirmişler, akıl larınca yaşıyorlardı. Zaten kendilerinin başka türlü davran malarına ihtimal ve hacet de yoktu. Çünkü kuvvetli ve fa al müttefikleri vardı: Onlar İngilizlerdi ve Yunanlılardı. 920 Nisanı'nm on veya on birlerine kadar Ankara'da, İstanbul'dan gelen ve memleketten çıkan 50-60 kadar me bus toplanmıştı. Bunların içinde, ezcümle Bursa mebusla rı Mustafa Fehmi ve Şeyh Servet efendiler gibi hakiki mil liyetperver ve seciyeli ulema da vardı. Bunlar İstanbul'un çıkardığı fetvalara mukabil ve hakiki hainlerin, hakiki kat li vaciplerin kimler olduğunu mübeyyin (açıklayan) fetva lar yazdılar. Bunların mazmunu bütün vatan muhitindeki müftülerce iblağ olunarak can ve vicdanla verilmiş nzala135
n ve imzaları alındı ve Anadolu Ajansı marifetiyle mem leketin her tarafına neşredildiği gibi İstanbul'a dahi binler ce nüshası gönderilerek elaltmdan neşir ve tamimi temin edildi. İstanbul ile Anadolu arasmda açılan bu şedit musaraa iğfal olunan zavallı halkın galeyan ve kıyamlanyla çok çe tin safhalar arzedilme müsait görünüyordu. Dünya yerin den oynamış gibi idi. Bütün bu fevkalade ahval içinde her günün hatta her saatin tedbirlerim almaya itina eden Mus tafa Kemal Paşa bilhassa Meclis'in bir an evvel açılmasın da en büyük selamet istinadgâhı buluyordu. Onun fikri şu idi: - Karşımızdaki husumet ve melanet cihanına karşı mil let hitap etmeli ve millet cevap vermelidir. Milletin en selahiyetli ağzı ancak Meclis olabilir. Bir kere Meclis açılsın, farzı muhal olarak şevki hadisatla Ankara'yı terketmek mecburiyetinde bile kalsak nakli mekân edeceğimiz her yerden daha büyük bir selabiyet ve kuvvetle bağırabiliriz. Milletimizin halas ve istiklalini vatanımızın son kaya par çası üzerinde dahi müdafaa edeceğiz ve behemehal muvaf fak olacağız. Bu suretle intihabatm tesrii (çabuklaştırılması) emir leri tekiden (bir daha) tamim olunuyor ve meclisin evve la 22 Nisan 336 (1920) Perşembe günü açılmasına karar ve riliyor ve muahharan bu karar 23 Nisan Cuma gününe naklonuluyordu.
*
Bütün bu hadisat muvacehesinde Ankara'da Mustafa Kemal Paşa karargâhı olan ziraat mektebinde ekseriya ma kine başında sabahlandığı olmakla beraber yine işler bü136
yük bir itidal ve sükun ile takip olunuyordu. İsyan harekâ tına karşı alman tedbirlerin erkânı harpliğini yapan İsmet Paşa'nm o günlerdeki mesaisi en mühim harplerin istilzam ettiği (gerektirdiği) faaliyetten az değil, hatta fazla idi. Yokluk içinde bir varlık çıkarılmak, toplanabilecek kuvvet lerle orduvari harekât yaptırılmak isteniyordu. Bir taraftan bu mesai takip olunadursun, diğer taraftan Meclisaçılacaktır. Hayrete şayan olan cihet şurasıdır ki bü tün bu fevkalade buhran günleri içinde Meclise ait müza kerelere de muntazaman devam edilmiş ve onun tacilen açılmasıyla müterafık olan işler dahi kendi saatlerinde, san ki memlekette hiçbir şey yokmuş gibi, konuşulmuş, karar laştırılmış ve yapılmıştır. Son kararda Meclis' in adı (Türkiye Büyük Millet Mec lisi) olacaktır. Şimdilik üzerinde itilaf olunan (uzlaşılan) formül şudur: Milletin mukadderatına vaziyed edecek olan Meclis, vatanı düşman istilasından kurtaracak ve esarette bulunan İstanbul'u dahi tahlis edecektir (kurtaracaktır). İstanbul işgali karşısında Ankara'nın aldığı tedbirler Meclis'in açılmasını hikâye etmeden evvel 16 mayıs İstanbul işgali üzerine Ankara'ca ittihaz edilmiş olan bazı tedabirin vesikalarını dercetmeyi dahi faydalı addediyo rum. İstanbul işgalini, Ankara, telgraf üzerinde takip etmiş tir. İşgal başladığı dakikadan itibaren fedakâr telgrafçıları mızın toplayarak peyderpey getirmekte oldukları malumat bir noktadan mütemadiyen ankara'ya gelmiş, bu suretle harbiye, bahriye nezaretlerinin işgali, Şehzadebaşı karako lu faciası, harp gemilerinin harekât ve tehdidatı, bazı tev137
kifathep sırasıyla bildirilmiştir. Telgrafçının verebildiği en son malumat şu olmuştur: "Şimdi benim odama da vaziyed etmeye geliyorlar. Onlar gelince muharebeye devam kabil olmayacaktır. Bu radan çıktıktan soma -eğer çıkabilirsek- başka bir muha bere tariki aramaya çalışacağım. İşte büyük gürültü ile ge liyorlar, kapıdalar... İşte geldiler, kesiyorum..." 16 Mart İstanbul işgali üzerine Mustafa Kemal Paşa hemen o günden itibaren gerek memlekete vaziyeti bildi ren, tedabir tavsiye eden ve gerek harice tecavüzü protesto eden birtakım beyannameleri ve selahiyeti fevkaladeyi ha iz bir Meclis'in Ankara'da toplanmasını temin edecek intihabatın icrasını telgrafla tamim etmiştir. (*) Meclis'in küşadına tekaüdüm eden bu veksaikten baş ka yerlerde çıkmamış bulunan bazıları şunlardır: Umum vilayetlere ve kumandanlıklara tamim: Ankara, 16 Mart 336 1- Meclisi İstanbul İngilizler tarafından cebren ve res men işgal edilmiştir. Telgrafhaneler dahi işgal altında bu lunduğundan dolayı makamatı resmiyeye maruzatta bulun mak imkânı kalmamıştır. Bu şeraite nazaran Anadolu Derseadetle ve makamatı resmiye ile muhabereden mahrum kalmıştır. Muhabereteşebbüsü doğrudan doğruya düşman ları karşımıza çıkarmakta olduğundan dolayı da gayri ca izdir. 2- Vaziyeti haziranın icabatına ve tahaddüs edecek ah(*) Beyanname, protesto ve intihabat hakkındaki tamim aynen Nutuk'ta bulunduğu cihetle buraya yeniden dercedilmemiştir. 138
val ve vekayie göre de milletçe müttehiden ittihazı zaruri olan tedabirin temini için bilumum vilayatı Osmaniye'de rüesayi memurini mülkiye ve askeriyenin heyeti temsiliye ile muhafazai irtibat buyurmaları ricasını bir vazifei vataniye addederiz. Heyeti merkeziyelerimiz de bittabi memurini mülkiye ve askeriye ile teşriki mesai ederek vazifei milli ye ve vicdaniyelerini ifaye devam edeceklerdir. .3- İstanbul'daki hali fevkalade Anadolu'da kavanini Osmaniye 'nin meriyetini haleldar edemeyeceğinden ve her ne şekilde olursa olsun ittihaz olunacak tedabirde milleti Osmaniye'nin kabiliyeti medeniyesi bilhassa şayanı dikkat bulunduğundan kanun haricinde hiçbir muamele icra olun maması ve bilumum vezaif i mahalliyede esasatı kanuniyeye her zamandan ziyade itinakâr davranılması menaf i-i hayatiyemiz iktizasındandır. Hey 'eti temsiliye namına Mustafa Kemal
*
Asayiş h a k k ı n d a t a m i m Ankara: 16 Mart 336 Bugünkü vaziyete nazaran milletimiz cihan medeniye tinin hissiyatı insamyetkârane ile mütehassis vicdanların dan ve bütün âlemi Islamm müşareketi ruhiyesinden emin olmakla beraber bir müddet için dost olsun düşman olsun bütün resmî âlemi harici ile muvakkaten temas edemeye cektir. Bugünler zarfında vatanımızda yaşayan Hıristiyan ahali hakkında göstereceğimiz muamelei insaniyetkâranenin kıymeti pek büyük olduğu gibi hiçbir hükümeti ecnebiyenin fiili veya zahiri himayesini görmeyen Hıristiyan ehalinin kemali huzur ve sükunetle imran hayat eylemele139
ri ırkımızın fıtraten mütehalli olduğu kabiliyeti medeniniye en kati bir burhan teşkil edecektir. Menafii vataniyeye mu gayir faaliyetleri meşhud olanlar ve huzur ve asayişi mem leketi ihlal eyleyenler hakkında din ve millet mensubiyeti ne bakılmayarak ahkâmı kanuniyenin seyyanen ve şiddet le tatbikini ve hükümeti mahalliye itaat ve vezaifi tabiiye ti ifada kusur etmeyenler hakkında dahi refet ve şefkatle muamele edilmesini ehemmiyeti mahsusa ile arz ve bu hususatm tekmil alakadarlara süratle tebliğini ve bütün efra dı millete vesaiti münasebe ile tamimini rica ederiz. Hey 'eti temsiliye namına Mustafa Kemal
*
Tamim Esaret altında bulunan Salih Paşa hükümeti milletin menafii hayatiyesi aleyhinde ittihazı mukarrerat için düve li itilaf iye tarafından vukubulan mütemadi tazyikata daha fazla mümaşaat edemeyerek (dayanamayarak) istifaya mecbur kalmış ve yerine Damat Ferit Paşa tayin ettirilmiş tir. Sulh mukarreratı arifesinde düşmanlarımızın en çok muvaffakiyet ümit ettikleri cihat milletimizin hiçbir fırka ve cemiyet farkı gözetmeksizin bilittifak istiklali milli için izhar ettiği vahdet aşkı ile bütün anasın vatana seyyanen şamil olan asayiş ve himayet, nifak tarikinde milletin müsteidi iğfal olmadığını izhar etmiştir. Damat Ferit Paşa'mn tayin ettirilmesi gösteriyor ki ilkayı nifakla istihsali mak sat mümkün olduğunu düveli itilafiyeye zannettirenler he nüz mevcuttur. Tahattur olunur ki Damat Ferit Paşa'mn evvelki me muriyeti zamanında Aydın vilayeti Yunanistan'a teslim 140
olunmuş, kasden ve emirle katliama maruz bırakılan Müs lüman ehali müdafaai nefis hakkından mahrum ve en mü him vesaiti müdafaadan tecrit edilmiş ve Damat Ferit Pa şa'dan itimadını nezetmekle beraber celadeti milliyenin bü tün sefahatim iraeye azim olduğunu izhar ederek Damat Fe rit Paşa ile rüfekasım ıskat eylemişti. Damat Ferit Paşa'nm yeni bir vazifesi Müslümanları birbirine düşürerek memle keti dahilen parçalamak ve bu suretle kolayca ve yeniden Yunanlılara ve Ermenilere çiğnetmek olacaktır. Fakat mil letimiz bu sefer daha büyük azmü celadet ve bahusus esas lı tecrübelerle mücehhez bulunuyor. Bu hususta efkârı âm meyi tatmin ile beraber istiklâli milliyi temin için bahusus dahili teşebbüsatı nifakcuyaneye karşı kat'i karar ve kat'i tedabir ittihaz edilmiş olduğunu ve hıyaneti vataniyesi sa bit olan ve düşman süngüsü ile tavzif edilen Damat Ferit Paşa heyetinin hiçbir suretle tanınmayacağını tamim eyle riz. Hey 'eti temsiliye namına Mustafa Kemal
*
Hakikatte 16 Mart işgalini müteakip Anadolu ile İstan bul'un alakası maddeten kesilmiş bulunuyordu. Bu inkıtaı İstanbul kadar Anadolu dahi ve hatta bilhassa Anadolu'nun İstanbul ile ve İstanbul'un Anadolu ile telgraf muhaberesi bile tarafımızdan kesilmişti. Damat Ferit'in iktidar mev kiine getirilmesi ve bu alaka ve irtibatın manen ve bilkülliye dahi intikama sebep olmuştu.
141
YUNUS NADİ'NİN YAŞAMÖYKÜSÜ Yunus Nadi (Abalıoğlu), 1879 yılında Muğla'nın Fet hiye ilçesinin Şeydiler köyünde doğdu. AbalızadeHacı Ha lil Efendi'nin oğludur, ilköğrenimini Fethiye'de yapan Yu nus Nadi, Rodos'a giderek orada Ahmet Mithat ve Ebüzziya'nm sürgün oldukları sırada ileri bir anlayışla kurduk ları Süleymaniye Medresesi'nde, daha soma da İstanbul'da Galatasaray Sultanisi'nde ve Hukuk Mektebi'nde okudu. Gazetecilik ve yazarlığa ilk olarak 1900 yılında Baba Tahir'in çıkardığı "Malumat" gazetesinde başladı. Onun gazetecilik yaşamına atılması ile Abdülhamit istibdadına karşı savaşa girmesi bir olduğundan 1901 'de "Istidbat aley hine çalışan gizli bir derneğe girmekle" suçlanarak üç yıl hapse ve sürgün cezasına mahkûm edilip Midilli Kalesi'ne gönderildi. Bir süre soma bu cezasım Fethiye'de çekmek isteği ile siyasal iktidara başvuruda bulundu. Hükümette bu lunan bazı kişilerin anlayışlı davranmasıyla başvurusu ka bul edilerek memleketi olan Fethiye'ye gönderildi. 1908 'de İkinci Meşrutiyet'in ilanına kadar orada kalan ve Nazime Hanım'la evlenen Yunus Nadi, bundan soma istanbul' a dö nerek İkdam ve Tasvir-i Efkâr gazetelerinde yazarlığa baş ladı. Tasvir-i Efkâr'da ayrıca yazıişleri müdürlüğü de yapı yordu. Kendisini çok beğenen ve gazeteciliğini takdir eden Ebüzziya, onu gazetesine ortak da yaptı. O dönemin yazar142
lan ve gazetecileri, Yunus Nadi'nin gazeteciliğimize yeni likler getirdiğini belirtirler. 1910 yılında Selanik'e giderek orada İttihat ve Terakki'nin çıkardığı "Rumeli" gazetesine başyazar oldu ve ar dından da 1912'de ikinci dönem Meclis-i Mebusan'ma Ay dın Milletvekili olarak girdi. (Meclis-i Mebusan'm 191419 arası üçüncü dönemine de yine Aydın Milletvekili ola rak seçilmişti. 1920 yılında ise yapılan dördüncü dönem se çimlerinde, İzmir'in Yunan işgali altında bulunmayan iki bucağının verdiği oylarla İzmir Milletvekili seçilmiştir. İle ride de belirtileceği gibi Anadolu'ya geçtiğinde ilk Türki ye Büyük Millet Meclisi'ne de İzmir Milletvekili olarak ka tılmıştır.) Yunus Nadi, Birinci Dünya Savaşı'nm bitimi günlerin de "Yeni Gün" gazetesini kurup çıkarmaya başladı. Ana dolu'da başlamış ve örgütlenmiş olan Ulusal Kurtuluş ha reketini destekliyor, bu nedenle de işgal devletleriyle onlann kuklası olan Damat Ferit hükümetinin düşmanlığını çe kiyor, izlemelerinden kurtulamıyordu. Buna karşın, Yeni Gün'ü İstanbul'da çıkarabilmeyi bir süre bâşarmışsa da Da mat Ferit hükümetiyle işgal kuvvetlerinin aman vermeyen aramalan karşısında İstanbul'da gizlenmenin yürümeyece ğini anlayınca, yakalanmamak için Anadolu'ya geçmeye karar verdi. Selanik'ten kendisini yakından tanıyan Musta fa Kemal Paşa'ya ulaşıncaya kadar günlerce süren çok teh likeli bir yolculuğu göze aldı. Hatta bir ara Bolu dolayla rındaki isyancılann eline düşmesine karşın kurtulup Anka ra'ya ulaşabildi. Ankara'da "Yeni G ü n " , Ulusal Kurtuluş hareketinin adeta dili olmuş, haklı davamızı yurda ve bü tün dünyaya duyurmuştur. Aynca daha Ankara'ya gelirken 143
zahmetli Anadolu yolculuğunda rastladığı Halide Edip'le birlikte kararlaştırdıkları Anadolu Ajansımı da kuranlar arasındadır. Yunus Nadi, Kurtuluş Savaşımı bütün ruhuyla, kal biyle, kafasıyla beslemiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi 23 Nisan 1920'de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisimin birinci dönemine, yani "Birinci Meclis" diye anılan ilk Meclis'e İzmir Milletvekili olarak katılmıştır. 1924'te ikin ci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisime ise Muğla Mil letvekili olarak girdi ve altıncı dönem sonuna kadar (1943) Muğla Milletvekilliği sürdü. Meclis'te Anayasa Komisyo nu Başkanlığı görevinde de bulundu. Atatürk'ün büyük atılımlarına gönül veren Yunus Na di, onun devrimlerini desteklemek amacıyla 7 Mayıs 1924'te adı Atatürk tarafından konulan Cumhuriyet gaze tesini kurup yayımına başlamıştır. 1945 yılının 28 hazira nında tedavi edilmekte olduğu Cenevre'de yaşama gözle rini yuman Yunus Nadi, gazeteciliğinin ve yazarlığının bü tün gücünü Atatürk devrimleri, Atatürkçü ilkeler ve Cum huriyet yönetiminin erdemleri doğrultusunda kullanmış, gazetesini de bu ilkeler temeline oturtmuştur. Sami
144
http://genclikcephesi.blogspot.com
Karaören