BALZAC TOURS PAPAZI
ÖNSÖZ TOURS PAPAZI'NIN ÇEVİRİSİ KONUSUNDA BİR İKİ SÖZ "Tours Papazı", Balzac'ın doğduğu kentte geçe...
98 downloads
987 Views
397KB Size
Report
This content was uploaded by our users and we assume good faith they have the permission to share this book. If you own the copyright to this book and it is wrongfully on our website, we offer a simple DMCA procedure to remove your content from our site. Start by pressing the button below!
Report copyright / DMCA form
BALZAC TOURS PAPAZI
ÖNSÖZ TOURS PAPAZI'NIN ÇEVİRİSİ KONUSUNDA BİR İKİ SÖZ "Tours Papazı", Balzac'ın doğduğu kentte geçen, görünüşte sıradan, tekdüze bir konudur. Birçok romanında olduğu gibi, bize dar, karanlık bir çerçevenin içinden, insan ruhu denen uçsuz bucaksız okyanusu kimi zaman durgun, uyuyan, kimi zaman tatlı bir meltemle ürperip bürümcüklenen, çoğu zaman da homurtulu fırtınalarla kudurup köpüren "engin deniz"i seyrettiren bu yapıtta Balzac, papazlarla, evlenmeyen ve yaşı geçerek kocayan (Cousine Bette yüzlü) "kız kurusu" tipini ele almaktadır. Klasikler dizisi için kararlaşmış yapıtlardan birini çevirmek dileğiyle Milli Eğitim Bakanlığı'na başvurduğumda, Georges Sand'dan Daudet'den romanlar çevirmeye istekli olmuştum. "Tours Papazı"nın çevirisini üstlenince de, doğrusu, bu karara önce pek sevinmemiştim. Balzac'a özgü olan anlatım hokkabazlıklarını, o uzun, -nerdeyse bir sayfa süren- tümceleri Türkçeye olduğu gibi aktarabilmek zorluğundan başka, bu yapıtta, üstelik, karşılıkları bulunmaz birtakım papaz ve kilise terimleri vardı. "Tours Papazı"nın gücü, özellikle karmaşık tümce kuruluşlarındaki hünere ve beceriye dayandığı için, bunları bölmeden, uzunluklarını olduğu gibi koruyarak dilimize aktarmak zorluğu başta geliyor; sonra da, Türkçede yer etmemiş bir sürü kilise terimine, papaz rütbesine, açık ve kısa karşılıklar bulmak gerekiyordu. Birinci zorluğun çözümü, çeviride gösterilecek yeteneğe, Türkçe karşılıkları seçişteki titizliğe, kısaca söylemek gerekirse, yazara duyulacak saygı duygusuna bağlıydı. Bir çevirmen için gerekli olan bu özelliklere ne dereceye kadar yaklaştığımı söylemek bana düşmezse de, şuncasını açıklamadan geçemeyeceğim: Bir tümcenin üzerinde, -abartısız- bir saat çalıştığım zamanlar olmuştur. Bu tür bir çalışma biçimiyle de, günde, sürekli yedi saat uğraşma sonunda, ortaya ancak iki sayfanın çevirisi çıkabilmiştir. İkinci zorluğun çözümüne, yani kilise terimlerine gelince: Ayaspaşa'daki Jésuite (Cizvit) Kilisesi ileri gelenleriyle, Kadıköy Saint-Joseph Lisesi frèreleriyle, yine Kadıköy Ermeni Kilisesi başpapazıyla görüşüp danıştım. Bu girişimlerimden büyük bir sonuç alamayınca, Fransızca'da tek bir sözcükle anlatılan kimi kilise terimlerine, Türkçe'de, -biraz uzuna, tanımlamaya kaçsa da- üç beş sözcüklük karşılıklar bulmak, açıkçası bağlamlarından yardım ummak zorunda kaldım. Başka türlü yapmaya olanak yoktu sanıyorum. Şunu da söyleyebilirim ki, "Tours Papazı"nın Türkçesi, şimdiye dek çevirdiğim -hem de iki üç katı uzunluktaki- yapıtlardan daha yorucu, daha üzücü bir emek harcamama yol açtı. Ortaya, kusursuz diyemezsek de, az kusurlu bir Balzac çevirisi çıktıysa; gençliğe, yapıtın aslıyla Türkçesini karşılaştırmak hevesini duyuracak değerde bir çeviri verebildikse, gösterdiğimiz çabanın titiz karşılığını bol bol almış, tatmış sayılabiliriz. Mebrure ALEVOK
BALZAC'IN YAŞAMINA KISA BİR BAKIŞ
Honoré de Balzac, 20 Mayıs 1799'da Tours kentinde doğdu; 1850'de, elli bir yaşındayken Paris'te öldü. Büyükbabası Balssa adında Tarnlı bir çiftçi, babası (elli yaşındayken kendisinden otuz iki yaş küçük bir kızla evlenmiş) görgülü, çalışkan bir adliyeci, annesi de Parisli, soylu, hırçın, kavgacı, alıngan ve aynı zamanda mistik ruhlu bir kadındı. Balzac iç sıkıcı bir çevrede büyüdü. 22 Haziran 1807'de, sekiz yaşındayken girdiği, Vendôme'da Papazların yönetimindeki bir kolejde on dört yaşına dek okuyan Balzac, sıkınıtılı, tatsız bir okul yaşamı geçirdi. Çocuk ruhuna derinden derine acısı işlemiş bu içezici günlerin izini, kimi yapıtlarında, özellikle "Vâdideki Zambak"ta görüyoruz. Balzac, bu ilk öğrenim döneminde pek çalışkan bir çocuk değildi. Dersleriyle uğraşacak yerde, sürekli kitap okurdu. Doğuştan güçlü düşlemgücüne, böylelikle, daha engin ufuklar açmış oldu. Babasının zoruyla Paris'te hukuk öğrenimine ve bir noter yanında çalışmaya başlayan Balzac, kendisini hiç benimsemediği bu yazmanlık işine değil de, kafasında kaynaşıp duran büyük ve bambaşka hülyalara vermişti. Yaşamının bu döneminde onu anlayan tek insan, sık sık mektuplaştıkları kızkardeşi Laure'du. 1816'da, yani on yedi buçuk yaşında, Sorbonne derslerini izlemeye başlayıp, 1819'da hukukun ikinci sınıfını bitirerek noterlik yapma hakkını kazandı. Yine babasının zoruyla, az kalsın noter olacaktı da. Ama içinde yanan ateş, ona yürüyeceği asıl büyük yolu; tırmanacağı, günün birinde de doruğuna ulaşacağı yüce dağı gösteriyordu... Böylece yazı yaşamına ilk adımı attı; ama babasıyla da bozuştu. Bununla birlikte bir süre sonra, babasından, Balzac'ın yazı alanında iki yıllık bir deneme yapmasına izin çıktı. Lesdiguières sokağı 9 numarada, yıllığı altmış franga, kışın dondurma kutusuna, yazın fırına dönen küçük, tamtakır bir tavanarası odasında durup dinlenmeden çalışan ve yazan Balzac; aç kaldı, yakacaksız kaldı, yine de yılmak bilmedi. Bütün bu sıkıntılar, hele ilk doğan yapıtların değersizliği bile, ruhundaki o sanat ve deha müjdeleyici meşalenin alevini söndürmedi; tersine coşturmaya, güçlendirmeye yaradı. Balzac, önündeki ulu onur dağının yalçın, çetin kayalarıyla cenkleştiği bu "ilk tırmanma döneminde" dahi, tepeye varacağına inanıyordu. "Yaşamda en büyük isteğim ünlü olmak, zengin olmak ve sevilmek..." diyen yazar, üne kolay kavuşamayınca, para yapabilmek hevesine düşüp ticarete atıldı. Tanınmış kimi kalem üstatlarının yapıtlarını bastırmak üzere, bir basımcıyla ortak oldu. İyi yürümeyen bu basımevi işi, yazara zarar, üzüntü ve yüz bin franklık bir borçtan başka bir şey getirmedi. Borcun yalnızca faizlerini ödeyebilmek, bir yandan da geçinmek için, yılda on bin frank kazanmak zorundaydı. Bu uğurda ölesiye çalışması, günde on iki saat, durmaksızın yazması gerekiyordu! Yazar iri yapılı, ateşli, coşkun yaratılışlı bir insandı. İçindeki duygu çağlayanını, söyleşiler, mektuplaşmalar, ziyaretler, serüvenler, eğlencelerle taşırmak, harcamak gereksinmesinde bir varlıktı. Parayı severdi, ama paranın sıcak yüzünü, deste deste istiflenmesini sevmek değildi bu; güzel yaşamayı, çalımlı, gösterişli bir ömür sürmeyi sevdiği için bol kazançlar ister dururdu. Alacaklıların elinden kurtulamadığı dönemlerde, gücünü aşan tasarılar kurar, Polonya'nın ormanlarını, Sardunya'nın madenlerini işletmeye kalkışır; böylelikle de milyonların akın edeceğini umardı... Milyonlar gelmeyince, bir zaman için bezen Balzac, hemen yine başını doğrultur, "Bir savaş alanındaki komutan gibiyim ben; bu çarpışmayı yitirdik; iş ötekini kazanmakta!" derdi. "Napolyon'un kılıç gücüyle yapamadığını ben kalemimle başaracağım," diye yazar, mektuplarından kimilerine "Bu benim Marengo meydan savaşım! Ya da Champaubert savaşım!" gibi tümceler sıkıştırırdı. Bu denli büyük bir amaca ulaşmak için de, hiçbir eziyetten, yorgunluktan kaçınmaz, kendisini "yazın'ın pranga cezasına", "kalemle mürekkebin kürek mahkûmluğuna" uğratırdı. 1834'te Madam de Girardin'e şu satırları yazmıştı: "Hocam, üstadım dediğiniz insan, köledir... siz saat altıda, süslü zarif yuvanızda bir bir mumları yakar, zekânızın ışıklarını çevreye büsbütün saçarken, bu köle, bu tutsak, yatağa giriyor... sonra da gece yarısı kalkıp, on iki saat sürecek bir çalışmaya koyuluyor..." Yapıtlarını yetiştiredururken, altı hafta, kimi zaman iki ay pancurlarını, perdelerini kapatır; dört mumun ışığında, sırtında papaz cüppesine benzeyen beyaz bir entari, hiç ara vermeksizin, on sekiz saat çalışırdı. Uzun uzun düşünüp tasarladığı bir roman konusunu, çalakalem kâğıdın üstüne döker, sonra
basımevinden düzeltiler gelince baştan başa değiştirir, bozar, çizer, türlü ekler yapar, dizgicileri çileden çıkarırdı. Yetmiş iki saatte yazdığı "Köy Hekimi", yazarı altmış gece süren bir düzelti işine girişmek zorunda bırakmıştı. Romanın yayımından sonra da, her baskısında yeni yeni değişiklikler yapıp dururdu. Evet, ün ve servet için çalışırdı; ama, aslında bütün bu çabaları çalışma zevki uğruna gösterirdi. Borç derdi yüzünden zengin olma umudunu yitirmişti; ancak başka bir ülküsüne, ünlü olma amacına kavuştu. 1829'da, o zamana dek kullanmamış olduğu kendi adıyla, "Les Chouans" (Şu anlar) adlı tarihsel romanıyla ün kalesine saldırdı. Bu yapıt, "İnsanlık Güldürüsü"nün ilk cildi olacaktır. Ama yazarın kafasında, henüz "İnsanlık Güldürüsü" diye bir "roman senfonisi" yaratma düşüncesi yoktur. Aynı yıl içinde çıkan "Physiologie du Mariage" ile yazarın imzası büsbütün tanınmaya başladı. Bundan sonra da Balzac, artık yirmi yıllık yazı yaşamının hiçbir yılını verimsiz bırakmamak üzere, ölene dek, soluk almadan çalışacak, yayımcılara, gazetelere yazı yetiştirecektir. İlk yapıtlardan sonra, daha kapsamlı bir plan üstünde yürüdü. Yaşadığı çağın "toplumsal roman tipini" kurdu. Sanki Flaubertlere, Goncourtlara, Daudetlere, Zola ve Maupassantlara yolu, çığırı açtı. Araştırma ve gözlem alanını gittikçe genişletti. Romanlarında yarattığı insanları ve bunlara uyacak adları bulmak için Paris'i, taşrayı dolaştı, her türlü çevreye girdi çıktı. 1844'te bütün yapıtlarını İNSANLIK KOMEDYASI adı altında toplamaya karar verdiği zaman "Peau de chagrin", "Médecin de campagne" (Köy Hekimi) ve "Eugénie Grandet" adlı ölmez romanlarından birkaçını yazmış bulunuyordu. Bir de, "Revue Parisienne" adlı bir dergi çıkarmıştı. Birçoklarının ileri sürdüğü gibi, şu güzel İNSANLIK KOMEDYASI başlığını ona, Dante'nin Tanrısal Komedyası'yla ilgili yorum ve anılarla 1841'de İtalya'dan dönen dostu Marki de Belloy mu esinlendirmişti? Olabilir. Nitekim, Balzac 1842'den 1846 yılına dek, on altı cilt tutan İNSANLIK KOMEDYASI'nı yayımlamaya başladı. Bunlar ona yetmiyordu. 1845'te, kimi basılmış, kimi henüz taslak ve düşünce halinde, ama aynı diziye, o görkemli ruh senfonisine sokmak istediği 143 yapıtın kataloğunu yazıp hazırladı. Ne yazık ki bunların hepsini yazmaya ömrü yetmedi. Balzac'ın yaşamının aşk ve serüven yönü de epey canlı geçti. İlk büyük sevgiyi, Vâdideki Zambak'a yansıyan madam de Berny'ye karşı duydu. 1832'de Kontes Hanska adlı, soylu bir Polonyalı kadınla mektuplaşmaya başladı ve bu gönül oyunundan Balzac'ın en büyük aşkı doğdu. Sevgilisiyle buluşmak üzere İsviçre'ye, Viyana'ya, Roma'ya, Saint-Petersburg'a, Kiev'e "aşk kaçamakları" yaptı. Yıllarca sevdiği, günün birinde de evlenmeyi düşündüğü Kontes'e layık bir yaşam kurabilmek için, üstelik eskisinden çok çalıştı, düşleminde can bulan gelecekteki yuvasına, bu gezilerinde bir sürü güzel şey satın aldı. İnsan gücünü aşan bir çalışmayla borçlarından da kurtuldu. Yalnızca, başkaları onun sayesinde, ceplerini bol bol şişirdikleri halde, Balzac hiçbir zaman zengin olamadı. Kontes'in kocası ölünce, yine epey üzüntülü beklemelerden sonra, ancak 14 Mart 1850'de, onunla evlenebildi. Çok geçmeden de, 18 Ağustos 1850'de, ecel, Balzac denen koca meşaleyi söndürüverdi. "Balzac güneşi"nin de tutularak karanlıklarda kaldığı, bu "dev" yazarın da türlü dokundurmalara, yergilere uğradığı zamanlar oldu. Bu değerbilmezlik döneminde, "Balzac biçemci değildir. Dili düğüm düğüm, dolaşık bir biçime sokuyor..." denerek iyilikbilmez bir eleştiri akımı başgöstermişse de ona bir tanrı gibi tapanlar da olmuştur. Bugünse, artık zaman yargısını vermiş, bu savaştan, "tanrı"nın ölmez, silinmez zaferiyle çıkılmıştır. Vikont de Lovenjoul, sonra da Marcel Bouteron gibi, yaşamlarını Balzac dinine vermiş adlar sayabiliriz. Dünyanın bir ucunda, Uruguay'da, Santiago Gastaldi adında, yazın meraklısı ve Balzac tutkunu bir insan; Montevideo'daki evini Balzac müzesi haline getirmiştir. Konferansları ve incelemeleriyle "tanrıyı" Latin Amerika'ya öyle sevdirmiştir ki, uyandırdığı bu sevgi dalgası artık Avrupa'yı da yeniden sarsmıştır. Bugün yazın dünyasında, Balzac'la ilgili olayları, haberleri, yazar için yazılmış kitapları, romanlarından çekilen filmleri, New York'taki bir gece toplantısına çağrılılardan her birinin İNSANLIK KOMEDYASI kahramanlarının kılığına bürünüp gelişlerini bildiren; "Peau de Chagrin", "Albay Chabert" gibi yapıtların eski bir baskısının, filan arttırmada kaç paraya kadar yükseldiğini müjdeleyen "Balzakçılar Postası" diye aylık bir dergi bile vardır.
"Balzac Severler Derneği'nin" genel sekreteri mösyö Léon Gédéon, şimdi de, Balzac tarikatçılarının önünde yeni bir sancakla yürüyor. Yazarın yüzüncü ölüm yılının, yüz ellinci doğum yılının dönüm tarihi yaklaştığı şu günlerde, 20 Mayıs 1949'dan 18 Ağustos 1950'ye dek sürecek zaman aralığına "Balzac yılı" adının verilmesini öneriyor! Ölmezliğe erişmiş büyük yazar için duyulan bütün bu duyguların en güzel yanı da şu: Balzac müritlerinin hiçbiri kişisel bir amaç peşinde değil; yapılanlar, yazılanlar, söylenenler yalnızca ruhsal bir zevk için. Mebrure Alevok İstanbul,1949
YAPITLARI "İnsanlık Güldürüsü" üç büyük bölümden oluşur: I. Etudes de Moeurs- Töre İncelemeleri. II. Etudes Philosophiques - Felsefe İncelemeleri. III. Etudes Analytiques - Çözümsel İncelemeler. I. TÖRE İNCELEMELERİ. (Altı altbölüme ayrılır:) 1. Scénes de la Vie Privèe - Özel Yaşamdan Sahneler. 2. Scénes de la Vie de Province - Taşra Yaşamından Sahneler. 3. Scénes de la Vie Parisienne - Paris Yaşamından Sahneler. 4. Scénes de la Vie Politique - Siyaset Yaşamından Sahneler. 5. Scénes de la Vie Militaire - Askerlik Yaşamından Sahneler. 6. Scénes de la Vie de Campagne - Köy Yaşamından Sahneler. 1. Özel Yaşamdan Sahneler (I. ciltten IV. cilde dek) La maison du chat qui pelote - Top Oynayan Kedi Mağazası - Türkçesi: Necdet Bingöl. Le Bal de Sceaux - Sceaux'da Verilen Balo. Mèmoires des deux jeunes mariées - İki Yeni Gelinin Anıları - Türkçesi: N. Ataç. La Bourse - Borsa. Modeste Mignon - Türkçesi: O. Rifat. Un début dans la vie - Yaşama Bir Başlangıç. Albert Savarus. La Vendetta - Kan Davası - Türkçesi: N. Ataç. Une double famille - Çifte Aile. La Paix du ménage - Evlilik Yaşamında Dinginlik. Madame Firmiani. Etude de Femme - Kadınlar Üzerine. La fausse maîtresse - Sahte Metres. Une fille d'Eve - Bir Havva Kızı. Le colonel Chabert - Albay Chabert - Türkçesi: Yaşar Nabi Nayır. Le message - İleti (Mesaj, Haber)
La Grenadière. La Femme abandonnée - Bırakılmış Kadın. Honorine. Beatrix. Gobseck - Tefeci Gobseck - Türkçesi: V. Günyol. La femme de trente ans - Otuz Yaşındaki Kadın - Türkçesi: M. Urgan (MEB); Cemil Meriç (Arif Bolat Kitabevi) Le père Goriot - Goriot Baba - Türkçesi: Nahit Sırrı Örik. Pierre Grassou. La Messe de L'Athée - Dinsiz Kadının Ayini. L'Interdiction - Yasak. Le Contrat de Mariage - Evlilik Sözleşmesi. Autres etudes de femmes - Yine Kadınlar Üzerine. 2. Taşra Yaşamından Sahneler (V. ciltten VIII. cilde dek) La Lys dans la Vallée - Vadideki Zambak- Türkçesi: N. S. Örik (MEB); Cevdet Perin (Remzi Kitabevi) Ursule Mirouet. Eugenie Grandet - Türkçesi: Nasuhi Baydar. Les Célibataires - Bekârlar. Bu bölüm üç kitaptan oluşur: Pierrette. Le Curé de Tours - Tours Papazı - Türkçesi: Mebrure Alevok. Un ménage de garçon en Province - Taşrada Bir Bekâr Evi. Les Parisiens en Province - Taşrada Parisliler. Bu bölüm iki kitaptan oluşur: L'Illustre Gaudissart. La Muse du département. La Femme supérieure - Üstün Kadın. Les Rivalités - Bu bölüm üç kitaptan oluşacaktı; ama yazar yalnız üçüncüsünü yazmıştır: La vieille fille - Kız Kurusu. Les provinciaux a Paris - Taşralılar Paris'te - Yazar, iki kitaptan oluşturmayı tasarladığı bu bölümün yalnızca birincisini yazmıştır: Le cabinet des antiques. Illusions perdues - Kaybolan Hayaller - Bu bölüm üç kitaptan oluşmaktadır. Les Deux poétes. Un grand homme à Paris. Les souffrances de l'inventeur. 3. Paris Yaşamından Sahneler (IX. ciltten XII. cilde dek) Histoire des Treize - On Üçlerin Öyküsü - Bu bölüm üç kitaptan oluşmaktadır: Ferragus - Çeviren: Cemil Meriç. La Duchesse de Langenis - Langenis Düşesi - Çeviren: Cemil Meriç. La Fille aux yeux d'or - Altın Gözlü Kız - Çeviren: Cemil Meriç. Les Employés - Memurlar Sarrasine - Arap Kızı César Birotteau - Çeviren: Cevdet Perin. La Maison Nucingen. Facino Cane. Les secrets de la Princesse de Cadignan - Prenses Cadignan'ın Gizleri.
Splendeurs et Misères des courtisanes - Kibar Fahişelerin Görkemi ve Sefaleti - Bu bölüm dört kitaptan oluşmaktadır: Comment aiment les filles - Orospular Nasıl Sever. A combien l'amour revient aux vieillards - Aşk Yaşlılara Kaça Mal Olur. Ou menent les mauvais chemins - Kötü Yollar İnsanı Nereye Götürür. La derniere incarnation de Vautrin - Vautrin'in Son Dirilişi. Un Prince de la Bohème - Çingenelerin Bir Prensi. Les Comèdiens sans le savoir - Bilgisiz Komedyenler. Echantillons de causeries françaises - Fransız Söyleşilerinin Örnekleri. Les petits bourgeois - Küçük Kentsoylular. Envers de l'histoire contemporaine - Çağdaş Tarihin İç Yüzü. 4. Siyaset yaşamından sahneler (XII. ciltten XV. cilde dek) Un épisode sous la Terreur. Une Ténébreuse Affaire - Gizemli Bir Olay. Député d'Arcis. Z. Marcas. 5. Askerlik Yaşamından Sahneler (XVI. ciltten XIX. cilde dek) Les Chouans. Une Passion dans le désert. 6. Köy yaşamından sahneler: Les Paysans - Köylüler. Le médecin de campagne - Köy Hekimi - Çeviren: N. Baydar. Le Curé de Village - Köy Papazı. II. FELSEFE İNCELEMELERİ (XX. ciltten XXIV. cilde dek) La Peau de chagrin - Tılsımlı Deri - Çeviren: Hamdi Varoğlu. Jésus-Christ en Flandre. Melmoth réconcilié. Massimilia Doni. Le Chef-d'oeuvre inconnu - Bilinmeyen Şaheser: Çeviren N. S. Örik. Mahvolan Şaheser - Çeviren: Adnan Benk. Gambara. La recherche de l'absolu - Mutlak Peşinde - Çevirenler: O. Rifat - S. Rifat. L'enfant maudit. Adieu - Hoşçakal. Les Marana. Le Réquisitionnaire - Kur'a Askeri - Çeviren: Adnan Benk. El Verdugo. Un drame au bord de la mer - Deniz Kıyısında Bir Dram. Maitre Cornélius - Cornélius'un Elmasları - Çeviren: Cevdet Perin. III. ÇÖZÜMSEL İNCELEMELER (Bu bölümde bir tek yapıt vardır:)
Physiologie du mariage - Evliliğin Fizyolojisi TOURS PAPAZI (Le Curé de Tours) 1826 güzünün başlarında, bu öykünün başlıca kahramanı rahip Birotteau, akşam konukluğuna gittiği evden dönüşte, hiç ummadığı bir sağanağa tutuluverdi. Bu yüzden de, Tours kentindeki Saint Gatien Kilisesi baş kısmının (1) arkasına düşen le Cloître (2) adlı küçük, ıssız alanı, şişmanlığının izin verdiği ölçüde hızla geçiyordu. Kısa boylu, bodur yapılı, yapı bakımından inme inmesine elverişli, aşağı yukarı altmış yaşlarında olan papaz Birotteau, zaten birçok kez yeğin nikris nöbetlerine tutulmuştu. Babacan rahibi, yaşamın birçok küçük çilesi arasında en çok yıldıran şey, iri gümüş kancalı pabuçlarının ansızın ıslanıp, tabanlarının sular içinde kalıvermesiydi. Din adamlarında görülen o can kaygısıyla, her zaman ayaklarına -sanki sarıp sarmalarcasına- geçirdiği konçlu, içi fanilalı lastiklere karşın yine de biraz nem alır; ertesi günü de nikris, inadından hiç şaşmaksızın ortaya çıkıp ona bağlılığının bir iki belirtisini gösterirdi. Böyle olmakla birlikte, Cloître'ın kaldırımı her zaman kuru kaldığı ve rahip Birotteau, madam de Listomère'in evinde oynanan whistte (3) üç gümüş parayla on metelik kazandığı için, yağmurun adamakıllı yağmaya başladığı Archevêche (4) alanının ortasından beri "bu rahmet"e boyuneğmeyle katlandı. Zaten şu dakika pek tatlı düşlere; artık on iki yılı bulmuş bir isteğe, bir papaz dileğine dalmıştı! Her akşam yeniden tasarlanıp düşlenen bir isteğe belki de şu sıralar kavuşulacak, erişilecek gibi görünüyordu; sözün kısası, "gelecekte elde etmesi olası, bir sürü vakıf gelirleri ve türlü rahatlıkları olan Piskopos danışmanlığı"nın kukuletesine düşleminde öyle güzel bürünüp sarınmıştı ki, havanın kötülüğünü hemen hemen hiç duyumsamıyordu. Akşam konukluğuna gittiği Madam de Listomère'de öteden beri toplanmak alışkanlığında olanlar, ona, Saint-Gatien Kilisesi'nin "Başpiskoposluk Dinsel Meclis"inde şu aralık açık bulunan "piskopos danışmanı papazlık"a yükselmesi ve atanması kesinmiş, olacak bir işmiş gibi göstermişler; onca zamandır çiğnenen, yadsınmaz haklarıyla, artık bu yere hiç kimsenin kendisi kadar layık olmadığını kanıtlamışlardı. Oyunda ütülmüş rakibi rahip Poirel'in, piskopos danışmanlığına yükseldiğini öğrenmiş olsaydı, adamcağız elbette o sıra yağmuru pek soğuk bulurdu. Belki ömrün böylesine atar tutardı da. Ama, sevinçli etki ve duygulanımlarla, insanın her şeyi unuttuğu o az görülür yaşam cilvelerinden birine uğramıştı. İvedi ivedi yürürken, kendi istemi dışında, sanki makinemsi bir devinime uyuyor; -bir dönemin, bir insan sınıfının göreneklerini ve yaşadıklarını anlatan öykülerde çok önemli olan doğruluk tutumu şunu da söylemeyi gerektiriyor ki,- ne sağanağı, ne de nikrisi düşünüyordu. Bir zamanlar Cloître'da, Grand' Rue yönüne düşen yerde bir duvar bölmesiyle kuşatılarak birleşik duruma getirilmiş, içinde "Dinsel Meclis" üyesi kimi kodamanların oturduğu, Katedral (5) malı birkaç ev vardı. Din adamları topluluğunun mülklerinin satışa çıkarılışından beri, kent, bu evleri ayıran geçidi Psalette adı verilen ve Cloître'dan Grand' Rue'ye geçmeye yarayan bir sokak durumuna getirdi. Bu ad (6), bir zamanlar orada okullarıyla birlikte kilise okuyucularının başöğretmeni papazın ve onun buyruğu altındaki insanların bulunmuş olduğunu yeterince belirtiyor. Bu sokağın sol yanını tek bir ev kaplamaktadır; bir ev ki, küçük daracık bahçesine sanki temel kakmış olan Saint Gatien Katedrali'nin kemerli payandaları, yer yer duvarlarını da yarıp geçmekte, insanı "Acaba koca kilise bu antika evden önce mi, sonra mı yapılmış" diye kuşkuya düşürmektedir. Ama, bu evin pencerelerinin biçimini, dıştaki oymaları, kapı kemerini, zamanla kararmış dış yüzünü inceleyen bir arkeolog, yani bir eski yapıtlar bilgini, onun şu kaynaşıp kenetlendiği olağanüstü anıta öteden beri ait olan bir parça olduğunu görür. Tours'da (Tours ki, Fransa'nın yazınsal işlerle en az ilgilenmiş bir kentidir) bir antika uzmanı bulunsaydı, Cloître Alanı'na giren geçitte bile, bir zamanlar kilise emektarlarının evlerinin alay kapısı olmuş ve katedral yapısının genel görünüşüne uygun olması gereken kemerden arta kalma bazı izler bulup seçebilirdi. Saint Gatien'in kuzeyine düşen bu ev hep loşluklar içinde; üzerine yılların kara harmaniyesini attığı, kırışıklarını bastığı, nemli soğuğunu, yosunlarını, boy salmış otlarını saçtığı bu büyük kiliseden çöken gölgeler içinde kalır. Hem de bu yapıyı her zaman derin bir sessizlik sarmaktadır; yalnızca ara sıra çanların gürültüsü, kilise duvarlarını aşıp geçen ayin ezgileri ya da çan kulelerinin tepesinde yuva
kurmuş alacakargaların çığlıklarıyla bozulan bir sessizlik... Kentin bu noktası sanki bir taş çölüdür; kendisine özgü bir ağırbaşlılığa bürünmüş öyle ıssız bir yalnızlık köşesidir ki, burada ancak, tam anlamıyla "hiçliğe" yuvarlanmış ya da şaşılacak bir ruh gücü taşıyan insanlar yaşayabilir. Sözünü ettiğimiz evde, öteden beri hep papazlar otururdu, sahibi de Matmazel Gamard adında bir "kız kurusu"ydu. Matmazel Gamard'ın babası, bu yapıyı "terör dönemi"nde (7), ulustan "sızdırma" yoluyla ele geçirdiyse de, yaşlı kız burada yirmi yıldır papazları oturttuğu için düzeltim ve yeniden canlandırma dönemi olan Restorasyon Hükümeti sırasında da dini bütün, sofu bir kadının ulusal mallardan sayılan bir yeri elde tutmasını kimse hor görmeye kalkışmıyordu. Belki de din adamlarının, Matmazel Gamard'ın vasiyet edip bu yapıyı Dinsel Meclis'e bırakmak niyetinde olduğu gibi bir kuruntuları vardı; dünyadan el etek çekmemiş olanlar da, böylelikle evin ilerde ne olacağı konusunda pek farklı düşünmüyorlardı. Rahip Birotteau, işte iki yıldır oturduğu bu eve doğru gidiyordu. Bu dairesi, tıpkı şimdi bütün emel ve isteklerinin yöneldiği geliri olan, rahatçacık Danışman Papazlığı gibi, on iki yıldır içi titreyerek istediği bir şey, ömrünün "hoc erat in votis"iydi (8). Matmazel Gamard'ın pansiyoneri olmak, Piskopos Danışmanlığı rütbesine ulaşmak, yaşamının en büyük iki sorunu durumunu almıştı. Hoş, belki de sorun durumunu alan bu iki amaç, kendisini sonsuza doğru yolculuğa çıkmış sayarak, şu ölümlü dünyada güzel bir konut, iyi bir sofra, temiz giysiler, gümüş kancalı pabuçlar, yani hayvansal gereksinmelere yetecek şeylerle, bir de gururunu ve onurunu; söylenenlere bakılırsa ölümden sonra bile yakamızı bırakmayacak, erenler arasında da sanlar ve rütbeler olduğuna göre Tanrı'nın huzuruna çıktığımızda dahi peşimizden ayrılmayacak o tanımlanamaz duyguyu tatmin için de onurlu, geliri olan, rahat bir konumdan başkaca dileği olmayacak bir papazın tutkusunu tümüyle özetlemektedir. Ama rahip Birotteau'nun artık kavuştuğu bu daireyi hırsla ve şiddetle istemesi; dünyayla ilgisini kesmemiş insanların gözünde küçümsenecek olan bu duygu, bir zamanlar bizim papaz için, başlı başına bir tutku, engellerle dolu, en suçlu tutkular gibi umutlar, zevkler, azaplarla dolu bir tutkuya dönüşmüştü. Evinin iç bölümlenmesi ve sığışma olanağı, Matmazel Gamard'a iki pansiyonerden çoğunu almaya olanak vermemişti. Papaz Birotteau'nun bu kız kurusuna kiracı olabilmek mutluluğuna erdiği günden aşağı yukarı on iki yıl önce, matmazel cenapları, Rahip Troubert Efendi'yle Rahip Chapeloud Efendi'ye kanat germek görevini almış bulunuyordu. O sırada Rahip Troubert yaşıyordu. Rahip Chapeloud rahmetli olmuş, Birotteau da hemen onun dünyalık yerine geçmişti. Bu ölümlü dünyadayken Saint Gatien'in piskopos danışmanlığını yapan, toprağı bol olası rahip Chapeloud, rahip Birotteau'nun yakın dostuydu. Bizim yardımcı papaz, dostu piskopos danışmanının yanına her girişinde, bıkmaz usanmaz, hep bu daireye, eşyalara, kitaplığa imrenirdi. Günün birinde, bu imrenme ve hayranlıktan bütün bu güzel şeylere sahip olma hırsı doğdu. Rahip Birotteau, içindeki bu isteği boğamaz, susturamaz duruma geldi; üstelik bu gizli ama gittikçe artan mal hırsını, ancak en aziz dostunun ölümüyle tatmin edebileceğini düşündükçe de büyük bir acı çekiyordu. Rahip Chapeloud ile "can dostu" Birotteau, zengin değildiler. Köy çocuğu olan bu iki papazın da, rahiplere verilen küçücük aylıklardan başka gelirleri yoktu; zar zor biriktirdikleri birkaç para da devrimin o kötü zamanlarını geçirebilmek uğrunda harcandı. Napoleon, Katolik mezhebini yeniden kurup eski durumuna getirince, rahip Chapeloud, Saint-Gatien'in piskopos danışmanlığına, Birotteau da katedralin yardımcı papazlığına atandı. İşte o zaman Chapeloud, Matmazel Gamard'ın evine pansiyoner olarak girdi. Birotteau, piskopos danışmanı papaz dostunu yeni evinde ziyarete geldiğinde, bu katın oda düzenini pek güzel buldu; ama başka bir şey görmedi. Bu eşya tutkunluğunun ilk belirtileri, köklü, gerçek bir tutkunun başlangıcına benzedi; o derin duygu ki, kimi zaman genç bir erkekte, sonradan hep seveceği kadına karşı duyulmuş soğuk bir hayranlıktan doğar. Taş bir merdivenden çıkarak girilen bu kat, evin güneye bakan bölümüne düşüyordu. Sokak üstündeki asıl yapının yer katında, öteki kiracı papaz Troubert; birinci katında da Matmazel Gamard oturuyordu. Chapeloud kendi bölüğüne ayak bastığı zaman, odalar bomboş, tavanlar da dumandan kararmış bir durumdaydı. Epey biçimsiz olan taş şöminelerin pervazları, hiç boya yüzü görmemişti. Piskopos danışmanı papaz efendi, önce buraya, sözde eşya diye topu topu bir karyola, bir masa, birkaç iskemleyle elindeki üç beş kitabı koydu.
Koca daire, çullar, paçavralar içindeki güzel bir kadına benziyordu. Ama iki üç yıl sonra, yaşlı bir hatun, rahip Chapeloud'ya iki bin frank vasiyet edip göçünce, adamcağız bu parayla, Kara Çete'nin (9) parçalayıp yıktığı bir şatodan düşme ve sanat tutkunlarının hayranlığını çekecek oyma, kabartma süsleriyle gerçekten göz çelen, meşe bir kitaplığı satın aldı. Rahibin bunu satın almasının nedeni, kitaplığın ucuzluğundan çok, ölçü olarak, galeri adını verdikleri dehlizimsi odanın eninin uzunluğuna tam tamamına uygun düşmesiydi. Bunun üstüne, kendi parasından artırıp biriktirebilmiş olduğu toplam da, o zamana dek bomboş, yüzüstü bırakılmış olan galeriyi baştan başa onarımdan geçirebilmesini sağladı. Parkesi güzelce ovuldu, tavan badana edildi, tahta kaplamalar meşenin rengine, budak yerlerine özenen bir biçimde boyandı. Mermerden yapılmış yeni bir şömine eskisinin yerine kondu. Piskopos danışmanı papaz efendi, cevizden yapılmış, oymalı ve kabartmalı eski koltuklar arayıp bulacak denli de zevk olgunluğu gösterdi. Sonra, abanozdan uzun bir masayla iki Boule (10) mobilyası da, galeriye özellikli ve ağırbaşlı bir görünüm verme işini tamamladılar. Aradan iki yıl geçince, bazı dini bütünlerin eliaçıklıkları ve günah çıkarıp tövbe etmeye taşınmış sofu kadıncağızların (ufak tefek de olsa) birtakım vasiyetleri, bir zamanlar boş duran kitaplık raflarını, cilt cilt kitaplarla doldurdu. Sonunda Chapeloud'nun bir amcası (eski vaizlerden bir papaz) ona "Kilisenin Babaları" adlı koleksiyonuyla, bir kilise emektarı için değerli sayılan daha birçok başka güzel yapıt bıraktı. Bir zamanlar tamtakır duran bu galerinin üst üste süren değişiklikleri karşısında gün geçtikçe büsbütün şaşalayan Birotteau, elinde olmayan bir imreniş duydu; bu imreniş, giderek hırslı bir isteğe dönüştü. Kilise emektarlarının ağırbaşlılıklarına ve ciddiliklerine pek yakışan bu odaya sahip olmak tutkusuna kapıldı. Bu tutku günden güne arttı. Şu gönül dinlendirici yerde, sabahtan akşamlara dek çalışmakla görevli olan papaz yardımcısı, önceleri odaların bölünüş biçimindeki uygunluğa, güzelliğe hayran kaldıktan sonra, bu kez de burada kavuşulan sessizlik ve dinginliğin tadını almaya, tiryakisi olmaya başladı. Sonraki yıllarda, Rahip Chapeloud, küçük odayı, dini bütün "hatun kişilerin" güzelleştirmek merakına düştükleri bir dua hücresi biçimine soktu. Daha sonraları, bir "hanım kadın", piskopos danışmanı papaz efendinin odası için, uzun zaman, hem de ona hiç haber vermeden, bu nazik ve terbiyeli adamın gözü önünde, kendi elceğiziyle işlediği halı taklidi kanaviçe kaplı bir eşya parçasını armağan etti. O zaman, yatak odası da galeri gibi, papaz yardımcısının gözlerini kamaştırdı. Sonunda, rahip Chapeloud, ölmeden üç yıl önce, salonu da döşeyip süsleyerek, oturduğu katın güzel, rahatçacık halini tamamlamış oldu. Yalnızca kırmızı Utrecht kadifesi (11) kaplanmış olmasına karşın, Birotteau bu mobilyaya da gönlünü kaptırdı. Piskopos danışmanı papaz efendinin "can dostu", yeni boyanmış bu geniş odayı süsleyen kırmızı ipek perdeleri, akaju eşyaları, Aubosson halısını gördüğü günden beri, Chapeloud'un dairesi, zavallı için, gizli bir takanak, delice bir tutkuyla düşünülen, bir an bile akıldan çıkarılamayan tek ve inatçı bir konu durumunu aldı. Orada yaşamak; piskopos danışmanının yattığı koca ipek perdeli karyolada yatmak; Chapeloud'ya nasip olduğu gibi, dört bir yanında insanı tiryakisi kılan bütün rahatlıkları bulmak, Birotteau'nun gözünde eksiksiz bir mutluluk olarak tütmeye başladı: Bundan üstün, bundan aşkın birşey göremiyordu. Başka erkeklerin yüreğinde, dünya nimetlerinin yarattığı bütün hırslar, bütün yeğin istekler; papaz Birotteau'da, rahip Chapeloud'nun "kendi sevgili canı" için kurup oluşturduğu eve benzer bir yere sahip olmak uğruna beslenen gizli, derin duygunun içinde toplandı. Dostu hastalandığında, evine candan bir sevginin etkisiyle geliyordu, ama piskopos danışmanının keyifsizliğini öğrendiğinde ya da yanıbaşında oturup ona arkadaşlık ederken, elinde olmadan, ruhunun ta derinliklerinden, hep en sıradan biçimi "Chapeloud ölüverse, şu kat benim olurdu" düşüncesiyle özetlenebilecek olan bin türlü düşünce yükseliyordu. Bununla, birlikte, Birotteau'nun çok iyi bir yüreği, dar bir görüşü, bönce bir kafası olduğu için, işi, arkadaşının kitaplığını, eşyalarını kendisine bıraktırma yollarını tasarlamaya değin vardırmıyordu. Nefsine düşkün, ince davranışlı, zarif, geniş yürekli bir adam olan papaz Chapeloud, arkadaşının tutkusunu sezmişti; aslında bu sezilmeyecek gibi de değildi. Üstelik onu içinden bağışlamış, hoş görmüştü; bu her papazın gösterebileceği bir tepki değildi. Ama, dostluk duygusu hiç değişmeyen papaz yardımcısı da, her Tanrının günü, arkadaşıyla birlikte aynı "Mail de Tours" yolunda, hem de yirmi yıldır bu gezintiye verdiği zamanı bir an bile yanındakinin başına kakmadan gezinme alışkanlığını elden bırakmamıştı. Elinde olmadan, isteklerini birer suç sayan Birotteau, pişmanlıkla karışık bir hüznün etkisiyle, sanki suçunu bağışlatmak gereksinmesiyle, rahip Chapeloud uğruna en büyük özverileri
yapabilirdi. Öteki de bu denli saflıkla içten olan "kardeşçe dostluğa" karşı duyduğu gönül borcunu, ölümünden birkaç gün önce kendisine Quotidienne gazetesini okuyan papazcığa, "Bu kez dairem artık senin olacak. Benim için her şeyin bittiğini duyumsuyorum," diyerek ödedi. Rahip Chapeloud, gerçekten de kitaplığını ve bütün eşyasını, vasiyet ederek Birotteau'ya bıraktı. Bu denli tutkuyla istediği bu şeylere sahip olmak ve Matmazel Gamard'ın yanına pansiyoner girmek umudu, Birotteau'nun, piskopos danışmanı dostunun ölümü yüzünden duyduğu acıya epey merhem oldu. Belki onu diriltmezdi, ama arkasından göz yaşı döktü. Birkaç gün boyunca, Gargantua'ya (12) döndü; Pantagruel dünyaya gelirken karısı ölen, oğlunun doğmasına mı sevineceğini, yoksa cancağızı Badbec'i gömdüğüne mi yanacağını bilemeyen ve yanlışlıkla karısının ölümüne bayram edip, Pantagruel'in dünyaya gelişine ilençler yağdıran Gargantua'ya döndü. Rahip Birotteau, yasının ilk günlerini, ne yazık ki notaya alınmamış bir edayla "Zavallı Chapeloud!" diye diye, kendi kitaplığındaki kitapları incelemek, kendi eşyalarını kullanmak ve onlara dokunmakla geçirdi. Sözün kısası, sevinci ve üzüntüsü zamanını ve kafasını öylesine almıştı ki, rahmetli Chapeloud'dan boşalan piskopos danışmanlığına onun ardılı olarak kendisinin atanacağını ummuş olan Birotteau, o göreve bir başkasının geçirildiğini öğrenince, hiçbir üzüntü duymadı. Matmazel Gamard, papaz yardımcısını pansiyoner olarak sevinerek evine soktuğu için de, adamcağız o gün bugündür, rahmetli dostunun ballandıra ballandıra anlatmış olduğu dünyasal ve bedensel yaşam mutluluklarının hepsine karışıp, hepsinden pay alıyordu. Sayılmakla bitmez nimetler! Toprağı bol olası Chapeloud'nun anlattıklarına göre, Tours'da yaşayan papazların hiçbiri, başpiskopos efendi de içlerinde olmak üzere hiçbiri, Matmazel Gamard'ın iki kiracısına bol bol gösterdiği zarif, ince, dikkatli özeni görmezlerdi. Mail yolunda gezerlerken, piskopos danışmanının arkadaşına söylediği ilk sözcükler, hemen hep biraz önce atıştırmış olduğu nefis yemeklerin ayrıntılarıyla ilgili olur ve haftanın yedi gezintisinde de, hiç değilse on dört kez, "Bu kutlu hatunda, kiliseye hizmet aşkı, kesinlikle bir hidayet-i Rabbaniyedir!" demediği pek az görülürdü. Rahip Chapeloud, Birotteau'ya: - Düşünsenize bir kez, derdi, aralıksız tam on iki yıl, sakız gibi çamaşır, apak ayin giysisi, ak harmaniye, ak yaka; hiçbiri, hiçbir zaman eksik olmadı. Her şeyimi yerli yerinde, yeterince, üstelik susam çiçeği kokuları içinde buluyorum. Eşyalarım ovulup parlatılıyor; her zaman öyle güzel bakılıyor ki, artık yıllardır, toz denen şeyi bilmez oldum. Evimde tozun zerresini görüyor musunuz? Dahası var, seçtiği odun bile iyi türden, en ufak ayrıntıya dek her şey pek iyi; kısacası, Matmazel Gamard'ın bir gözü sanki hep benim odamda. Şu on yıl içinde, herhangi bir şey istemek için çıngırağa iki kez uzandığımı anımsamıyorum. İşte yaşamak diye buna derler! Hiçbir şeyi, terliklerini bile aramak zorunda kalmamak. Her zaman alev alev bir ocak, nefis bir sofra. Örneğin odamdaki körüğe sinirleniyordum; tık nefes mi olmuştu nedir; soluğu iyi işlemiyordu; iki kez yakınmaya kalmadı. Bir kez söylemek yetti efendim, yetti; hemen ertesi gün hatuncağız bana pek güzel bir körükle, hani ateş karıştırırken elimde görmüşsünüzdür, işte o maşayı verdi. Birotteau'nun ağzından, yanıt ola ola: - Susam çiçeği kokuları içinde! tümcesi çıkardı. Bu "susam kokuları içinde" sözü, onu hep etkilerdi. Piskopos danışmanının sözleri; derli toplu olmamak yüzünden ak yakalarını, ak ayin giysisini bulup bir araya getirene dek başı dönen, çoğu zaman yemeğini ısmarlamayı unutan zavallı papaz yardımcısı için, akıllara sığmaz, sanki düşlemsel bir mutluluğu açığa vururdu. Bundan dolayı da, kilisede yardım toplar ya da dua okurken, Matmazel Gamard'ı gördü mü, kadına, ancak azizelerden Sainte Thèrèse'in gökyüzüne dikebileceği denli sevecen, iyilik dolu bir bakışla bakmaktan asla geri kalmazdı. Her yaratılmışın dilediği ve kendisinin de ne çok düşlemini kurduğu rahatlık ve mutluluğa böylece kavuşmak nasip olduğu halde; herkes için, bir papaz için bile "tutturup dert edilecek bir şey" olmaksızın yaşamak zor geldiğinden, rahip Birotteau da doyurulmuş olan iki tutkusunun yerini, piskopos danışmanlığına yükselmek isteğiyle doldurmuştu. "Piskopos danışmanı papazlık konumu", onun gözünde, halk sınıfından bir bakan için senato üyeliği neyse, öyle bir durum almıştı. Bu nedenle de, gözünde tüten yere en sonunda atanması olasılığı ve biraz önce Madam de Listomère'in evinde belirtilen umutlar kafacağızını öyle bir döndürmüştü ki, şemsiyesini unutmuş olduğunu ancak evine vardığı zaman anımsadı. Çarşamba akşamlarını salonunda geçirdiği Madam de Listomère'in, bu kibar ve yaşlı hanımefendinin konuklarından, atanma konusunda işittiği bütün güzel şeyleri için için yineleme
zevkine o denli dalmıştı ki, o dakika yağmur pek artmamış olsa, olasılıkla bunu anımsamayacaktı bile. Papaz yardımcısı, sanki hizmetçi kadına, bekletilmemesini söylemek ister gibi, hızla çıngırağı çaldı. Sonra da elinden geldiğince az ıslanmak için, kapının köşesine büzüldü; ama damdan süzülen sular, tersliğe bakın ki, tam pabuçlarının burnuna aktı, rüzgâr da zaman zaman, (duş altındaki durumu oldukça anımsatan bir biçimde) esintili yağmur püskürtülerini üzerine doğru savurdu. Mutfaktan çıkmak ve gelip kapının altındaki ipi çekmek için yetecek zamanı hesapladıktan sonra, ortalığı çıngır çıngır, pek anlamlı kaçan sürekli sesler bürüyecek biçimde, çıngırağı bir daha çaldı. İçerden ses seda duyulmayınca, kendi kendisine, "Evden çıkmış olamazlar ya!" dedi. Kapıyı üçüncü kez, yeniden çalmaya başladı. Çıngıraktan, evin içinde çın çın öten; koca kilisenin duvarlarında yankılanan o denli sert ve acı sesler yükseldi ki, bu allak bullak edici gürültüden, uyanmamak olanaksızdı. Nitekim bir iki saniye sonra, doğrusu öfke karışık bir sevinçle, hizmetçinin küçük taşlıkta tıkırdayan nalınlarını duydu. Hoş, ayakları nikrisli adamcağızın çektiği bu eziyet, yine de umduğu gibi çabuk bitmedi. Marianne yalnızca ipe asılacak yerde, koca anahtarla kapının kilidini açmak, sürgüleri çekmek zorunda kaldı. Kadına: - Bu havada, nasıl olur da bana üç kez kapı çaldırırsınız? dedi. - Öyle ama efendim, kapının kilitli olduğunu görüyorsunuz. Herkes çoktan yattı, saat handiyse on biri çalacak. Belki matmazel de sokağa çıkmadınız diye düşünmüş olacak. - Ya siz, siz benim dışarı çıktığımı pekâlâ gördünüz! Zaten her çarşamba, Madam de Listomère'e gittiğimi matmazel de bilir. Marianne, bir yandan kapıyı kaparken: - Vallahi, matmazel ne buyruk verdiyse, onu yaptım efendim, dedi. Bu sözler, Rahip Birotteau'ya, biraz önceki güzel düşlemlerin verdiği eksiksiz mutluluk üstüne, büsbütün dokunaklı kaçtı. Sustu; her zamanki yerine konmuş olduğunu düşündüğü şamdanını almak üzere Marianne'ın peşi sıra mutfağa girecek yerde, Marianne rahip efendiyi dairesine doğru yürüttü ve papazcağız şamdanını, orada, kırmızı salonun kapısı önünde, rahmetli piskopos danışmanının büyük bir câmekanla ayırtıp kapatarak küçük bir bekleme odası biçimine soktuğu merdiven sahanlığında, bir masanın üstünde durduğunu gördü. Şaşkınlıktan dili tutulmuş durumda, çabucak odasına girdi; ocakta ateş görmeyince, henüz aşağı inmemiş olan Marianne'a seslendi. - Ateş yakmadınız mı kuzum? Kadın: - Kusura bakmayın rahip efendi. Sönmüş olacak, diye karşılık verdi. Birotteau yine ocağın içine baktı, ateşe sabahtan beri ilişilmemiş olduğunu gördü. - Ayaklarımı kurutmak istiyorum, ateş yakın, dedi. Marianne bu buyruğa, uymak isteğinde olan bir insanın zoraki çabukluğuyla boyun eğdi. Papaz efendi de, bir zamanlar çevrildikleri yerde, karyola önündeki halının ortasında bulamadığı terliklerini ararken, bir yandan da kafasında, Marianne'ın giyimiyle ilgili olarak, "öyle, kadının ileri sürdüğü gibi, yataktan çıkmış olamayacağı" kesin sonucuna varan düşünceler döneniyordu. O zaman, on sekiz aydır, yaşamını tatlı bir biçime sokmuş olan bütün ufak tefek özenlerden, şöyle böyle on beş günden beri yoksun bırakıldığını anımsadı. Kafalarını büyük konularda işletemeyen insanların yaratılışı, en küçük ayrıntıları sezmeye yatkın olduğu için de, herhangi bir kimsenin gözünden kaçıp gidecek, ama onun gözünde önemli olan dört olay konusunda, birdenbire, pek derin düşüncelere daldı. Terliklerin unutulmasında, Marianne'ın ateş için kıvırdığı yalanda, şamdanın hiç de alışılmış değilken ara odanın masasına götürülüp konmasında, şakır şakır yağmur altında kapı önünde bekletilmesi için kurulan düzende, kuşku yok ki, mutluluğunun kökten, temelden yok olup gitmesi söz konusuydu. Ocakta alevler parlayınca, gece lambası yakılınca ve Marianne bir zamanlar yaptığı gibi, "Başka bir buyruğunuz var mı efendim?" diye sormadan çekilip gidince, rahip Birotteau, rahmetli dostunun yüksek arkalıklı geniş koltuğuna usulca kendini bırakıverdi; ama, bu düşercesine oturuşta, üzünçlü bir durum vardı. Adamcağıza, birtakım öncü duyguların etkisi altında, ürkünç bir yıkımın korkusu çökmüştü. Gözlerini birinden ötekine çevirerek, güzel duvar saatine, konsola, koltuklara, perdelere, halılara, kumaş geçme tavanının ön bölümü aşağı doğru eğimli, dört yanı perdeli, etekli karyolaya, kutsanmış suyun durduğu süslü kaba, üstünde Mesih gerili çarmıha, Valentin'in fırçasından çıkma Meryem'e, Lebrun'ün yapıtı İsa tablosuna, sözün kısası bu odanın nesi var nesi yoksa hepsine, bir bir baktı; sonra da
yüzündeki anlatım; bir âşığın ilk sevgilisine ya da yaşlı birinin dikmiş olduğu son ağaçlara içi yana yana veda ederken duyabileceği acıyı açığa vurdu. Papaz yardımcısı, Matmazel Gamard'ın, yapmaya şöyle böyle üç aydır başladığı ve kötü niyetle yapıldıklarını, zeki ve açıkgöz bir insanın kendisinden çok daha önce sezebileceği o gizli, o için için eziyetlerin, cefaların belirtilerini, doğrusu biraz geç, ama artık adamakıllı anlamaya başladı. Evlenmeden kocamış "kız kurularının" hepsinde de kin duygusundan esinlenerek yaptıkları ve söyledikleri şeyleri daha etkili kılma konusunda bambaşka bir hüner yok mudur? Kediler gibi tırmık atarlar. Üstelik yalnızca yaralamakla kalmaz, yaralamaktan ve ellerine düşmüş zavallıya, "Oh, seni yaraladım ya!" demekten haz duyarlar. Dünya işlerine alışkın bir erkeğin, kendisine ikinci tırmığı attırmayacağı bir konuda, babacan Birotteau'nun, ortada kötü bir niyet olacağını anlayana dek, suratına birkaç pençe yemesi gerekliydi. Durum bu kerteye gelir gelmez de, rahip Birotteau, günah çıkarılan kuytu hücrelerin dibinde vicdanlara yol göstermeye, hiçten şeyleri derinden derine eşeleyip kazmaya alışmış papazların gitgide edindikleri inceden inceye araştırıcılık anlayışı ve becerisiyle, sanki ortada dinsel bir "tartışma" varmış gibi, şöyle bir önermeye ulaştı: "Matmazel Gamard'ın, Madam de Listomère'de toplandığımızı anımsamadığını ve Marianne'ın ocağı yakmayı unutmuş olduğunu düşünsek, o saate dek eve dönmüş olduğumu sandılar desek dahi, şamdanımı!!! bu sabah aşağıya kendim indirdiğime göre, Matmazel Gamard'ın bunu salonunda gördüğü halde, beni yatmış sanabilmesi olanak dışıdır. İmdi (13), Matmazel Gamard beni yağmurun altında kapıda bırakmak istedi; şamdanımı kendi katıma göndermekle de bana şunu bildirmek istedi..."Gerekli nedenlerin önemi ve tehlikesiyle" coşarak yüksek sesle, "Neyi?" dedi; bir yandan da ıslak giysilerini çıkarmak, robdöşambrını giymek, başına gece takkesini geçirmek için ayağa kalktı. Bunun üstüne, el kol devinimleri yaparak, her biri sanki ünlem imlerinin yerini tutmak ister gibi inceye kaçan seslerle bitip türlü ses perdelerine bürünen şu aşağıdaki tümceleri fırlatarak, karyolasından şömineye yürüdü: - Tövbeler olsun Tanrım, bu kadına ne yaptım ben? Zoru nedir? Marianne ateş yakmayı unutmuş olamaz! Yakma diye uyaran kendisidir! Takındığı tavırlardan, benimle konuşurken sesinin aldığı acayip tondan, matmazel cenaplarına karşı bir kusur işlemek yıkımına uğradığımı anlamamak için, çocuk olmalı! Chapeloud'nun başına, asla bu türlü bir şey gelmedi! Böyle eziyet ve sıkıntı içinde yaşamama olanak kalmayacak... Hem de bu yaşta... Nice zaman özlemini çektikten sonra, iki yıl kadar da tadını çıkardığı bir mutluluğu, artık bir daha ele geçmemecesine yıkıp yok etmekte olan kinin nedenini ertesi sabah açıklayıp aydınlatabilmek umuduyla yatağa girdi. Ne yazık! Matmazel Gamard'ın kiracısı için beslemekte olduğu duygunun gizli etkenleri, zavallı için sonsuza dek bilinemeyecekti; bunun nedenini de, böyle bir durumu anlamanın zorluğunda değil; yalnızca umarsız adamın, kararlılık ve duyarlık sahibi olanlarla, kurnazlıktan yana şeytana taş çıkarır türünden insanların kendi içgüdülerine karşı koymayı ve davranışlarını mantıklı bir akıl yürütmeden geçirmeyi bilmelerine yarayan o "kendine güven" denen duygudan yoksun bulunuşunda aramak gerekirdi. Yalnızca, zekâdan yana deha derecesine varan bir insanla dolap çevirmeyi iş edinmiş bir kimsedir ki, kendi kendine, "Kusur bende," demesini bilir. İnsanoğlunun doğru, vicdanlı öğüt vericileri, yalnızca çıkarla kararlılıktır. İmdi, Rahip Birotteau'ya; yürek temizliğini ve saflığı budalalığa vardıran, eğitimi öğretimi ancak sürekli ve zorlu çalışmalarla sanki "altı başka üstü kaplama" türünden edinmiş olan, dünya işleri bakımından kör acemi denecek denli deneyimsiz bulunan, kentin kız yatılı okullarıyla, kendisini beğenen birkaç soylu ruhlu kadının günah çıkarma papazlığını yaptığı için, ömrü dua kürsüsüyle günah çıkarma hücresi arasında mekik dokumak, en basit şeylerden de doğsa, "vicdan sorunlarını" çözümleyeceğim diye uğraşıp paralanmakla geçen rahip Birotteau'ya; tıpkı toplumsal davranış ve ilişkilerin önemli bir bölümüne yabancı kalmış koca bir çocuk gözüyle de bakılabilirdi. Yalnızca, insanoğullarının hepsinde görülen o doğa vergisi bencillik, papaz takımına özgü ve taşra kentlerinde sürülen yaşamın yarattığı bencillikle de güç bulup artan "bu can benim canımdır," duygusu, onun benliğinde kendisi farkına varmadan, belli belirsiz gelişip büyümüştü. Biri çıkıp da ona yaşayışının pek küçük ayrıntısı, yaşamının en önemsiz görevleri arasında, meslek edinmiş olduğunu sandığı o özverili olma duygusundan tümüyle yoksun bulunduğunu kanıtlamak için, papaz yardımcısının ruhunu didikleyip araştıracak denli bir ilgi duymuş olsaydı, kesindir ki Birotteau da tam bir inançla kendini cezalandırır, tövbenin en acı verici biçimlerine katlanmaktan kaçınmazdı. Ama, bilmeden ya da fark etmeden kırdığımız, gücendirdiğimiz kimseler, bu işteki suçsuzluğumuzu pek öyle
hesaba katmazlar, öç almak isterler, üstelik bunun yolunu da bilirler. Nitekim, ne denli güçsüz olursa olsun, bizim Birotteau da, hani kimi budalalarca yaşamın çileleri diye adlandırılan karar ve yargılarının yerine getirilmesini dünyaya yükleyerek yürüyüp giden o denli kısmet dağıtıcı ve Adaletli Feleğin yazdıklarını çekmeye mahkûm edildi. Rahmetli rahip Chapeloud ile papaz yardımcısının arasında şu fark vardı ki, biri, zeki, usta bir bencil; ötekiyse özü sözü bir, beceriksiz bir bencildi. Rahip Capeloud, Matmazel Gamard'ın yanına pansiyoner olarak girdiği zaman, ev sahibesinin huyu suyu konusunda, dosdoğru bir akıl yürütmesini bilmişti. Günah çıkartma hücresi ona, toplumsal yaşam dışında kalma yıkımının, kocayıp gitmiş bir kız kurusunun yüreğine nasıl buruk bir acı çökerttiğini öğretmişti; bu sayede de, Matmazel Gamard'ın evinde nasıl davranacağını akıllıca hesaplayarak belirledi. O zaman, ancak otuz sekiz yaşında bulunan ev sahibesinin, bu gibi içten pazarlıklı insanlarda zamanla dehşet verici bir "kendisini beğenmezlik"e dönen kimi düşünceleri ve "hüsnü kuruntuları" vardı. Piskopos danışmanı, Matmazel Gamard'la hoş geçinmek için ona hep aynı ilgileri, aynı gurur okşayıcı pohpohlama siyasetini göstermek, "kusursuz ve yanlışsız" olma bakımından Papa hazretlerinden daha ileri olmak gerektiğini anladı. Böyle bir sonucu elde etmek için de, ev sahibesiyle kendi arasında, azı çoğu olmamak üzere, ancak inceliğin gerektirdiği ve aynı çatı altında yaşayanlar arasında ister istemez ortaya çıkan ilişki sınırlarından başka bir şeyin yer almasına meydan vermedi. Nitekim kendisi de, Rahip Troubert gibi günde düzenli olarak üç öğün yediği halde, Matmazel Gamard'ı yatağına bir fincan kremalı kahve yollamaya alıştırarak, ortak kahvaltıyı paylaşma konusunda kendini tuttu. Sonra, ikindi üstü konukluğuna gittiği evlerde, her akşam çay sofrasına konarak, akşam yemeği derdinden de kurtulmuştu. Böylece, ev sahibesini koca gün içinde, öğle yemeği zamanı dışında seyrek olarak görüyor; ama, her zaman kararlaşmış bulunan saatten birkaç saniye önce geliyordu. Bu sözüm ona nazik ziyaret anı süresince, Matmazel Gamard cenaplarına, çatısı altında yaşamış olduğu on iki yıl boyunca, ondan da aynı yanıtları alarak hep aynı soruları sormuştu. Bu gündelik konuşmanın bütün konusu; Matmazel Gamard'ın geceleyin nasıl uyuduğu, nasıl kahvaltı ettiği, ufak tefek ev işleri, sağlığı, havanın durumu, ayinlerin ne kadar sürdüğü, dua sırasında geçen küçük olaylar, filan ve falanca rahibin sağlık ya da keyifsizlik haberiydi. Sofra başında da, bir balığın özelliğinden, yemek üstüne dökülü terbiyenin ya da salçanın seçimindeki doğruluktan başlayıp Matmazel Gamard'ın iyi huylarına, ev kadınlığındaki artamlarına geçerek, açıktan açığa değil de dolambaçlı bir yol tutturan pohpohlamalara girişirdi. Reçellerinin, hıyar turşularının, konservelerinin, hamur işlerinin, mideyle ilgili daha ince başka icatların yapılış ya da hazırlanışındaki sanatı bol bol övmekle, kocamış kızın bütün gurur duygularını okşadığına emindi. Sözün kısası, piskopos danışmanı sanını taşıyan bu kurnazlık oyuncusu, ev sahibesinin salonundan, Tours kentinin hiçbir evinde, o sıralar tadının keyfine vardığı bu kahve kadar iyisinin ve güzelinin içilmediğini söylemeden, kesinlikle dışarı çıkmamıştı. Matmazel Gamard'ın ahlakı konusunda gösterilen bu üstün anlayış gücü ve piskopos danışmanı tarafından on iki yıl boyunca iş güç edinilen bu yaşam bilimi sayesinde, aralarında hiçbir zaman tartışma konusu yaratacak en ufak bir "iç disiplin sorunu" olmadı. Rahip Chapeloud, her şeyden önce bu kız kurusundaki (çarpmaya, değmeye gelmez) köşeleri, yalçınlıkları, sertlikleri tanıladı ve varlıklarının arasındaki kaçınılmaz ilişki çizgisini, yaşamının dinginliği, mutluluğu için gerekli olan ayrıcalıkları kadının elinden kolayca koparabilecek bir biçimde hesaplayıp çizdi. Öyle ki, üstelik Matmazel Gamard cenapları, Rahip Chapeloud'nun çok nazik, terbiyeli, son derece kolay geçinilir, uysal ve pek zeki bir insan olduğunu söylerdi. Öteki kiracısı rahip Troubert'e gelince, dindar kadın, onun hakkında hiçbir şey demezdi. Bir uydunun bağlı olduğu gezegenin çekim alanı içinde kalışı gibi, yaşamının davranış biçimine tümüyle uyup gitmiş bulunan Troubert, onun gözünde, insan türüyle köpek türü arasında bir yerde olan bir yaratık gibiydi sanki; ev sahibesinin yüreğindeki yeri, dostlara ayrılmış olan yerin altında, kadının gerçekten içli bir sevecenlikle sevdiği, yassı ve kara burunlu, tüysüz, tıknefes, koca köpeğin tuttuğu yerden hemen önce gelen bir yerdeydi. Adamı tümüyle avucunun içine almıştı ve türleri değişik çıkarların iç içe karışıp kaynaşması öyle göze batar bir duruma gelmişti ki, Matmazel Gamard'la ahbap geçinenlerden birçoğu, Rahip Troubert Efendi'nin kocamış kızın parasına puluna göz diktiğini, sürekli bir sabır siyaseti güderek hiç sezdirmeden onu kendisine bağladığını, yaşlı matmazeli dilediği yolda yürütme konusunda en ufak bir isteğini açığa vurmadan,
sanki kadına hep kendisi boyun eğiyormuş gibi görünerek, onu daha ustalıkla kullanıp yönettiğini düşünüyorlardı. Rahip Chapeloud ölünce, yumuşak başlı, kendi halinde bir kiracı isteyen kız kurusunun aklına, doğallıkla papaz yardımcısı geldi. Henüz zamanı dolup piskopos danışmanının vasiyetnamesi öğrenilmişti ki, Matmazel Gamard hemen "bodrum katında oturmasını" pek rahatsız, pek yakışıksız bulduğu rahip "Troubertciği"ne, rahmetlinin dairesini verme işini düşünmeye koyuldu. Ama Rahip Birotteau, pansiyon koşullarını, yaşlı kızla kararlaştırıp resmî onaylara, mühürlere kalkışmadan, yalnızca özel bir senetle saptamaya geldiği zaman, adamı bu daireye karşı (artık ne çılgınca oldukları açığa vurulabilecek isteklerle, hem de ne zamandır) öylesine tutkun gördü ki, ona bir değiş tokuş yapmak konusunu açmayı göze alamadı ve içindeki sevgiyi, çıkar duygusunun zoruyla susturdu. Yaşlı matmazel sevgili, gözde papazcığını avutmak için de, bodrum katındaki dairenin beyaz Chateau-Renaud tuğlasıyla kaplı taşlığına, Macar usulü denen geometrik resimlerle süslü bir parke geçirtti ve şömineyi yeni baştan yaptırdı. Rahip Birotteau, "canciğeri" Chapeloud'yu, Matmazel Gamard'la olan ilişkilerindeki aşırı sağgörünün ve temkinin nereden ve neden ileri geldiğini asla araştırmak düşüncesine kapılmaksızın, tam on iki yıl boyunca görüp durmuştu. Bu kutlu kızın evine yerleşmeye gelirken muradına ermek üzere bulunan bir sevdalının durumundaydı. Zaten zekâsı yaratılış bakımından kıt olmasaydı bile, gözleri Matmazel Gamard'ı ölçüp biçmesine ve aralarında geçecek gündelik ilişkileri ölçülü bir biçime sokmayı düşünmesine olanak bırakmayacak derecede kamaşmıştı. Matmazel Gamard, uzaktan ve papaz yardımcısının bu hatun kişi yanında tatmayı düşlemlediği maddî mutlulukların (aldatıcı renkler yaratan) prizması ardından bakılınca, ona, yaşamın üstüne tanrısal bir cennet kokusu yayan, alçakgönüllü erdemlerle kuşatılmış kusursuz bir varlık; Hıristiyan dininin yetkin bir simgesi, yaratılışça sevecen, acıma dolu bir insan, İncil-i Şerîf'te övülen o kutsal kadın; namuslu ve olgun erden [bâkire Meryem] gibi görünmüştü. Bunun için de uzun zamandır özlenen bir amaca erişmiş erkeğin bütün duygusal coşkunluğuyla; bir çocuk saflığı ve dünya işlerinde hiç deneyimi olmayan yaşlı bir adamın aptalca aymazlığıyla, Matmazel Gamard'ın yaşamına, tıpkı bir sineğin kendisini örümcek ağına kaptırışı gibi girdi. Böylece de yaşlı kızın evinde yemek yiyip yatmaya geldiği ilk gün, ev sahibesiyle tanışmak isteğine kapıldığı denli, utangaç insanları şaşırtarak kızartıp bozartan ve onları odadan dışarı çıkmak için bir konuşmayı kesmekle "kabalık yapmış olacağım" korkularına uğratan o tanımlanmaz kararsızlığa da tutularak, kadının salonunda epey oyalandı kaldı. Yemekten sonra oturma ve söyleşi saatlerini hep orada geçirdi. Akşamleyin, Birotteau'nun ahbabı, Matmazel Salomon de Villenoix adında başka bir kız kurusu daha geldi. O zaman da Matmazel Gamard cenapları evinde bir boston (14) partisi kurmak sevincine erdi. Papaz yardımcısı, yatağına girerken çok keyifli bir gece geçirmiş olduğunu düşünüyor, bu kanıyı taşıyordu. Matmazel Gamard'la rahip Troubert Efendi'yi henüz pek üstünkörü tanıdığı için özyapılarının ancak dış yüzünü görmüştü. Kusurlarını, hemen b#irdenbire açığa vuranların sayısı azdır. Genellikle herkes kendisini göz alıcı bir kabuk altında tutmaya çabalar. Rahip Birotteau, işte böylece, akşamlarını dışarda geçirecek yerde, Matmazel Gamard'la birlikte geçirmek gibi parlak bir tasarı kurdu. Birkaç yıldır, ev sahibesinin içinde de, gün geçtikçe daha güçlenerek can bulup büyüyen bir istek doğmuştu. Yaşlı kimselerin, dahası, güzel kadınların bile besledikleri bu dilek, zavalı kız kurusunda, tıpkı Birotteau'nun, dostu Chapeloud'nun dairesi için duyduğu tutkunluğa benzer bir tutku durumunu almış ve yeryüzü insanlarında bütün öteki şeylerden önce gelen gurur, bencillik, özlem ve kurumsatıcılık gibi duygularla yaşlı kızın yüreğine dalıp kök salmıştı. Bu öykü, her dönem ve zamana uyan türdendir: Şu önümüzdeki kahramanların, içinde bocaladıkları dar çemberi azıcık genişletmek, toplumun en yüksek çevrelerinde olagelen olayların örnek nedenini bulmaya yeter. Matmazel Gamard, akşam yemeğinden sonraki saatlerini, sıraya konmuş bir yöntemle, başka başka, sekiz on evde geçirirdi. İster insan yüzü görmek için kalkıp bir başka dünyanın ayağına gitmek zorunda kalışından üzüntü ve pişmanlık duyduğu, artık bu yaştan sonra kendisini de kimi karşılıklar dilemekte haklı gördüğü için olsun, ister çevresinde belirli bir konuk topluluğu yaratamamaktan gururu incindiği için olsun; ya da kısacası, ahbaplarının tatlı tatlı keyfine vardıkları iltifatlara, pohpohlara, onurlandırmalara yüreğinin o kurumsatma isteklisi duygularıyla imrendiği için
olsun; bütün hırsı, isteği, şu bildiğimiz salonunu belirli birtakım insanların her akşam zevkle geldikleri bir söyleşme ve buluşma merkezi durumuna getirebilmek amacında toplanmıştır. Birotteau ile "sevgili ahbabı" Matmazel Salomon, sadık ve sabırlı rahip Troubert'in de eşliğiyle birkaç akşamı Gamard'ın bu konuk yoksunu kalmış konuk odasında geçirince, matmazel cenapları da tuttu, bir ikindi üstü kiliseden çıkarken, o zamana dek kendisini köleliklerine düşmüş bilen sevgili ahbaplarına, artık onu görmek isteyenlerin, bir boston partisine bol bol yetecek sayıda "eşin dostun" toplandığı "fakirhanesine", haftada bir, pekâlâ gelebileceklerini söyledi; yeni kiracısı rahip Birotteau'yu yalnız bırakmaması gerekiyordu; Matmazel Salomon, şimdiye dek haftanın bir gününü bile kaçırmamıştı; herkes bilir ya, bu kibar kadın baş dostlarındandı, şöyleydi, böyleydi... daha da birtakım lâflar... Matmazel Salomon de Villenoix'nın Tours'taki en kibar, en soylu sınıftan olması, Matmazel Gamard'ın sözlerindeki, alçakgönüllülüğe bürünmüş gibi görünen cakayı ve bir sürü tatsız, yapmacıklı incelik numaralarını artırmaya büsbütün elverişli geliyordu. Matmazel Salomon her ne kadar sırf papaz yardımcısına karşı duyduğu dostluk duygusuyla gelmişse de, Gamard cenapları onun ziyaretini sağlamayı bir zafer bildi ve Madam de Listomère'in Matmazel Merlin de la Blottière'in, kısacası Tours'daki dini bütünler tabakasını ağırlamayı kendi kişiliklerine mal edinmiş daha birtakım başka kutlu hatunların elde ettikleri konuk topluluğu denli kalabalık, hoş bir çevre kurabilme konusundaki büyük isteğine, sonunda rahip Birotteau sayesinde kavuşmak üzere olduğunu gördü. Ama ne yazık ki, Birotteau, Matmazel Gamard'ın bu umudunu suya düşürdü. İmdi, yaşamlarında uzun zaman özlemi çekilmiş bir mutluluğa kavuşmanın tadına, keyfine eren bütün o insanlar, papaz yardımcısının, Chapeloud'nun yatağına girmekle duyabileceği sevinci anladılarsa, Matmazel Gamard'ın can damarı tasarısının tepetaklak edilmesiyle uğradığı üzüntü konusunda da, küçük bir bilgi sahibi olmalıdırlar. Birotteau, altı ay süregelen mutluluğunu az çok sabırla kabullendikten sonra, yanı sıra Matmazel Salomon'u da ayartarak, akşamları eve gelmeyi savsaklamaya başlamıştı. Gözü yükseklerde olan Gamard, büyük çabalarına karşın sürekli gelecekleri pek kuşkulu olan beş altı kişiyi, o da zar zor çelip toplayabilmişti; üstelik bir boston partisi kurmak için, hiç değilse toplantılara sürekli gelen dört insana gerek vardı. Böylelikle de, suçunu bağışlatmak kaygısıyla diller döküp, eski ahbaplarının evlerine dönmek zorunda kaldı; çünkü kuru başlarına kalakalmak yaşlı kızları öyle kötü eder ki, toplumsal yaşamın kuşkulu, bulanık zevklerini aramaktan geri duramazlar. Papaz efendinin evden uzaklaşma nedenini anlamak kolaydır. Birotteau cenapları her ne denli Akıl yoksulu kullar, mutlulardandır! (15) sözü uyarınca bir gün "cennet-i âlâ"ya girecek olanlardan biriyse de, adamcağız, gene birçok aptallar gibi, başka aptalların kendisine verdiği can sıkıntısına dayanamazdı. Akılları, zekâları kıt olan kimseler, güzelim topraklardan hoşlanan zararlı otlara benzerler; kendi başlarına kalınca duydukları can sıkıntısı nasıl büyükse, eğlendirip oyalamayı da öyle çok severler. Hışmına uğradıkları "iç sıkıntısı cinleri", kendi kendilerinden sürekli bir ayrılıp uzaklaşma gereksinimiyle de birleşerek, bu gibilerle duygulanma yeteneğinden yoksun kalmış insanlarda, amaçlarına erişememişlerde ya da kendi yanlışları yüzünden acı çekenlerde görülegelen o devinim aşkını, bulundukları yerde duramayıp hep başka bir yerde olmak gereksinmesini ve dileğini doğurur. Umarsız Papaz Birotteau, Matmazel Gamard'ın boşluğunu, değersizliğini iyice kurcalayıp anlamaya, ne de bu tamtakır kafadan çıkma düşüncelerin yavanlığını, sıradanlığını kendi kendine açıklamaya kalkışmadan, onun bütün kız kurularıyla paylaşmakta olduğu ve ayrıca kendine özgü kıldığı eksiklerini, talihsizliğe bakın ki, biraz geç anladı. Başkalarındaki kötülük, iyiliğe o denli baskın çıkar ki, hemen her zaman, daha bizi incitip kırmadan önce gözümüze çarpar. Bu ahlaksal gariplik, bizi az çok dedikoduya doğru sürükleyen eğilimi, sırası düştü mü, bağışlatabilir. Toplumsal bakımdan düşünülürse, başkalarının eksikleriyle alay etmek öylesine doğaldır ki, kendimizdeki gülünçlüklerin izin verdiği alaycı boşboğazlıkları bağışlayıp, yalnızca uğrayabileceğimiz karalamalara şaşmalıyız. Ama tonton papaz yardımcısının gözlerinde; hiçbir zaman, dünya işlerine alışık insanların, komşudaki yanaşmaya, sürünmeye gelmez yalçınlıkları görüp bunlardan hemen sakınmayı, korunmayı olanaklı kılan o derin, uzak görüş özelliği yoktu; bundan dolayı da, ev sahibesindeki eksiklerin kafasına dank etmesi için, doğanın her yaratığına yaptığı uyarıya, yani, acıya uğraması gerekti! Kız kuruları, kadınların uymaya yazgılı oldukları kuralın dışında kalarak yaşamlarını ve ahlaklarını başka bir yaşama, başka ahlaklara bağımlı kılmamış ve onlara boyun eğmemiş olduklarından, çoğunda da,
çevrelerindeki her şeyi kendilerine boyun eğdirme merakı vardır. Bu duygu Matmazel Gamard'da niteliğini değiştirerek "baskıcılık" niteliğini almıştı; ama, bu başkaları üstünde baskı kurma isteği, ancak birtakım eften püften şeyleri parmağına dolayabiliyordu. İşte binlerce örnek arasından biri: Rahip Birotteau için boston masası üstüne konan fiş ve marka sepeti, kadının koyduğu yerde durmalıydı; papaz efendinin bu sepete ilişmesi, yerini bozması, matmazelin canını pek sıkıyordu; üstelik adamcağız bu marifeti her akşam yapıyordu. Aptalca bir titizlikle, hiçten şeyler için gösterilen bu gücenip öfkelenme huyu nereden çıkıyor, ne gibi bir amaç güdüyordu? Bu sorunun karşılığını kimse veremezdi; "aslını faslını" Matmazel Gamard'ın kendisi de bilmezdi; her ne denli yeni kiracı, yaratılışından dolayı koyun gibi uysalsa da, gene tıpkı kuzular gibi, çoban değneğini, hele ucu da çivili oldu mu, sürekli sırtında duymaktan hoşlanmazdı. Birotteau, rahip Troubert'in gösterdiği büyük sabra akıl erdirmeye çalışmadan, Matmazel Gamard'ın kendi söylediğince adama bol bol tattırdığına inandığı mutluluktan kurtulup savuşmak istedi. Matmazel Gamard'ın söylediğince diyoruz, çünkü kadın, mutluluğu da reçelleri gibi bir şey sanıyordu. Yalnızca, zavallı papaz efendi, bönlüğü ve saflığı yüzünden beceriksizlik gösterdi. Bu ayrılık, Birotteau'nun aldırış etmemeye çalıştığı birtakım gerginlikler, iğnelenmeler ortaya çıkmadan gerçekleşemedi. Matmazel Gamard'ın çatısı altında geçen birinci yılın sonunda, papaz yardımcısı, haftanın iki akşamını Madam de Listomère'de, üçünü Matmazel Salomon'da, öteki iki akşamı da Matmazel Merlin de la Blottière'de geçirerek eski alışkanlıklarını yeniden ele almış oldu. Bu insanlar, Tours kentinin soylular tabakasından, Matmazel Gamard'ın kabul edildiği kibarlar sınıfındandılar. Bundan dolayı da, Rahip Birotteau'nun, ev sahibesine değersizliğini duyumsatan bu "evden kaçma" suçu, kadına pek ağır, pek kötü geldi; "seçim yapma"nın her türlüsünde, geri çevrilen nesne için bir "aşağı görme" de vardır. Matmazel Gamard evindeki toplantılardan vazgeçmek zorunda kalınca, Rahip Troubert, yaşlı kızın ahbaplarına: - Mösyö Birotteau'ya kendimizi beğendiremedik. Akıllı ve düşünceli bir adam, üstelik boğazına da düşkün! Zengin bir çevre, gösteriş, nükteli söyleşiler, kent dedikoduları arıyor, dedi. Bu sözler Matmazel Gamard'ı hemen her zaman, gözde kiracısı Birotteau'nun özyapısındaki olağanüstülüğü, onu yererek kanıtlamaya yöneltiyordu: - Hiç de öyle akıllı makıllı değil, diyordu. Rahip Chapeloud olmasa, Madam de Listomère'in evine zor ayak basardı! Ah Ah! Rahip Chapeloud'yu yitirmekle neler yitirdim neler... O ne ince, ne uysal adamdı! Uzatmaya ne gerek, tam on iki yıl ondan yana en ufak bir yakınmam, en ufak bir hoşnutsuzluğum olmadı. Matmazel Gamard rahip Birotteau'nun portresini öyle kötüler biçimde çizdi ki, suçsuz, günahsız kiracı, soylular sınıfının gizliden gizliye düşmanlığını güden bu orta halliler arasında, yaratılış gereği her işte bir zorluk çıkaran, geçimsiz mi geçimsiz bir adam olarak tanındı. Sonra da kız kurusu birkaç hafta boyunca, ahbabı hatunların "vah vah"larını işitmek zevkini tattı; bunlar ağızlarından çıkan sözlerin bir tekine bile inanmadan, durmadan şu sözleri yineliyorlardı: "Nasıl olur da sizin gibi halim selim, melek yaratılışlı biri, karşısındakinden nefret görebilir?" Ya da "Üzülmeyin Matmazel Gamardcığım, herkes sizi öyle iyi biliyor ki..." vb. Ama haftanın bir gününü Tours'un merkezi sayılan mahallelerden en uzak, ıssız mı ıssız bir yerde, adı üstünde Cloître'da (16) geçirmek derdinden kurtuldukları için hepsi de yardımcı papaza dua ediyorlardı. Birbirinden hiç ayrılmayan kimseler arasında, kin ve sevgi duyguları her zaman artarak büyür; insan, her an birbirini sevmek ya da birbirine daha beter diş bilemek için nedenler, bahaneler bulur. Nitekim böylece rahip Birotteau da Matmazel Gamard için çekilmez, dayanılmaz bir yaratık oldu çıktı. Papazı evine aldıktan on sekiz ay sonra, adamcağızın, bir zamanlar, kinin suskunluğu içinde hoşnutluğun huzur ve dinginliğini görmek aymazlığına düştüğü ve Latince kökenli bir sözcük (17) kullanıp, Kocamış kızla pek güzel uyuşmasını bildim! diyerek kendi kendini alkışladığı bir sırada, acımasız ev sahibesinin elinde soğukkanlılıkla hesaplanıp güdülen bir öç ve içten içe didiklenen bir işkence hedefi olduğuna kuşku yoktu. Bu ürkütücü düşmanlık, kafacağızına yalnızca kapalı kapı, unutulan terlikler, yakılmayan ateş, odasının önüne götürülen şamdan gibi önemli dört nedenle "dank edebilirdi"; bir düşmanlık ki, sonuçlarının ancak onarılamaz duruma gelecekleri anda beynine inmesi kesindi. Uykuya dalarken, Matmazel Gamard'ın garip denecek denli kaba davranışını açıklayabilmek için papaz efendi işte böylece, ama ne çare ki boş yere, beynini oya kurcalaya kafasının ta derinliklerine dek dalmak istiyor,
kuşkusuz çabucak da bunun dibine varıvermiş oluyordu! Şurası kesindi ki, önceleri bencilliğinin doğal yasalarına boyun eğerek pek akılcı davranmış olduğu için, ev sahibesine karşı işlediği kusurları ve suçları anlamasına olanak kalmıyordu. Yaşamın büyük şeylerinin anlaşılması ve anlatılması kolaysa da, küçük şeyler pek çok ayrıntıyı ve açıklamayı gerektirir. Orta halli insanlar arasında geçen bu dramın, tiyatroda perde açılmadan önce gösterilen ön oyunda olduğu gibi, içinde bir sürü tutkunun büyük çıkarlardan doğuyormuşçasına buluşup karşılaştığı olaylarını anlatmak zorunluluğu, bütün bu uzun başlangıcı gerekli kılıyordu; doğruluk düşkünü bir tarihçi için, olayların önemsiz ve küçük göründükleri halde derinden derine dikkat isteyen gelişme aşamalarını daha kısa anlatmak zor olurdu. Ertesi sabah uyandığında, Birotteau cenapları piskopos danışmanlığına yükselme konusunu öyle güçlü olarak düşünmeye koyuldu ki, bir akşam önce içlerinde yıkımlarla dolu bir geleceğin uğursuzluk başlangıcını görüp okuduğu dört konuyu, artık anımsamaz oldu. Yardımcı papaz, ateş yakılmadan kalkacak adamlardan değildi, Mairanne'a uyandığını haber vermek, kadını odasına getirtmek için çıngırağı çaldı; sonra da her zamanki gibi, uykuyla uyanıklık arası düşlerine daldı gitti. Bu öyle bir mahmurluk ve uyku sonu anıydı ki, bu durumdan, hizmetçinin ocağı alev alev tutuşturduktan sonra şunu bunu sormasından, ordan oraya yürümesinden doğan uğultuyla, o hoşlandığı, sanki kulağına müzik gibi gelen sesle, tatlı tatlı sıyrılıp açılmaya alışıktı. Marianne ortalarda görünmeden bir yarım saat geçti, piskopos danışmanlığı konumuna yarı yarıya ulaşmış papaz yardımcısı, yeniden çıngırağı çekmeye hazırlanıyordu ki merdivende bir erkeğin ayak sesini duyarak, elinden çıngırağının kordonunu bıraktı. İşittiği gerçekti; kapıya hafifçe vurduktan sonra, Birotteau'nun "buyurun" demesi üzerine Rahip Troubert içeri girdi. İki rahibin, oldukça düzenli olarak ayda bir kez birbirlerinden esirgemedikleri bu ziyaret, yardımcı papazı hiç de şaşırtmadı. Piskopos danışmanlarından olan Rahip Troubert, odadan içeri adımını atar atmaz, nerdeyse kendisinin eşiti sayılabilecek dostunun ocağını o zamana dek yakmamışlar diye şaşkınlık gösterdi. Bir pencereyi açtı; sert sesle Mairanne'ı çağırarak Birotteau'nun odasına gelmesini söyledi, sonra da "kardeşi"ne dönerek, "Matmazel odanızda ateş olmadığını duyacak olsa Marianne'ı azarlar," dedi. Bu tümceden sonra Birotteau'ya hal hatır sordu ve tatlı bir sesle, piskopos danışmanlığına atanmasını umduracak yeni haberler alıp almadığını yoklayan sorular yöneltti. Papaz yardımcısı yapmış olduğu başvuruları anlattı; üstelik büyük bir saflıkla, Madam de Listomère'in başvurduğu yüksek kimselerin kimler olduğunu söyledi; Troubert'in değil danışmanlık, piskoposluğa bağlı dinsel yönetimde genel papaz yardımcısı olmak için iki kezdir atanma hakkı kazanmış "koskoca rahip" Troubert'in, bu hanımefendinin evine kabul edilmemeyi bir türlü bağışlayamamış olduğunu bilmeden, düşünmeden olanı biteni ortaya döktü. Şu iki papazın yüzleri gibi karşıtlıklar gösteren iki yüze raslamak olanaksızdı. Uzun boylu, kupkuru Troubert'in sapsarı, "safra gibi" bir rengi vardı; oysa papaz yardımcısı, alışık olduğumuz bir sözcük kullanmamız gerekirse yuvarlak, tombul tombalak bir adamdı. Birotteau'nun testekerlek, kırmızı yüzü, çapraşık düşüncelerden uzak kalmış, yalın ve babacan bir kişiliğin aynasıydı; oysa Troubert'in derin kırışıklarla oyuk oyuk olmuş upuzun suratı, kimi zamanlar alay ve küçümsemeyle dolu bir anlatımın kasılmalarını taşırdı. Yalnızca şurası da kesin ki, bu iki duyguyu anlayıp sezebilmek için bu yüzü dikkatle incelemek gerekirdi. Piskopos danışmanlığına ulaşmış olan kuru papaz efendi, göz kapaklarını, isteğine, huyuna göre bakışları kimileyin dupduru, kimileyin keskin bir görünüş alan o bir çift portakal rengi gözlerinin üstünde hemen her zaman inik tutarak genellikle tam bir dinginlik içinde görünürdü. Çatkın ve önemli düşüncelerin insan yüzüne örttüğü o peçeyle durmadan kararan bu karanlık yüz, kızıl saçlarla tamamlanmış oluyordu. Birçok kimse, önceleri onu yüksek ve derin bir hırs, makam ve ün hırsı içinde bocalıyor sanabilmişlerdi; ama adamı herkesten iyi tanıdığını ileri süren kimi "hatun kişiler", papaz efendiyi Matmazel Gamard'ın baskısı altında şaşkına dönmüş ya da uzun oruçlarla yorgun düşmüş bir durumda göstererek bu düşünceyi yok etmişlerdi. Az konuşur, hiçbir zaman da gülmezdi. Nasılsa hoşlandığı bir şey karşısında duygulanıvermek fırsatı düştükçe de yüzünün kırışıkları arasında yiten hafif bir gülümsemeyle, güya gülerdi. Birotteau ise tersine, içi dışı bir, apaçık, yemeğin, içkinin iyisine bayılan bir adamdı; kine ve kötülüğe aklı ermeyen bir insanın yalınlığıyla, en sıradan ve en saçma sapan şeyleri kendine zevk ederdi. Rahip
Troubert, ilk bakışta insanın içine, elinde olmadan bir korku duygusu verir; papaz yardımcısıysa, yüzünü gören herkesi hemen o saniye tatlı bir gülümsemeyle gülümsetirdi. Uzun boylu papaz, Saint-Gatien Kilisesi'nin kemerleri ve sütunlu dehlizleri arasında dinsel bir törende kendisinden geçmiş olduğu duygusunu veren adımlarla, başı eğik, gözleri sert, yürür ve dolaşırken, insana saygı aşılardı; arkaya doğru bükülü boyu, kilisenin sarımtrak kubbe ve kemerlerinin çukurlu, eğimli biçimiyle nasıl da uyuşur, cüppesinin kıvrımları yontucu eline layık, sanki anıtımsı bir görünüm alırdı. Papaz yardımcısına gelince, o aynı yerlerde, hiç de ürkütücü, sert tavırlar takınmadan, teker meker yuvarlanıyormuş duygusunu veren bir yürüyüşle, ayaklarını şap şap vura vura gezer dolaşırdı. Hoş, bu iki adamda yine de benzeyen bir yan vardı: Troubert'in açgözlü, kendinden emin görünümü, nasıl insanların kendisinden ürkmesine neden olarak onu belki de sıradan bir danışmanlık rolüne yargılı kılmakta etkili olduysa, Birotteau'nun özyapısı ve davranışları da, zavallıyı yıllar yılı katedralin yardımcı papazlığına adayacak gibi görünüyordu. Bununla birlikte, artık elli yaşını bulan rahip Troubert, korkunç yüzü ve herkesçe kestirilen yeteneği dolayısıyla, üstlerinde uyandırmış olduğu kaygıları; hesaplı, ölçülü davranışı; ün, makam hırsı gibi şeylerden tümüyle sıyrılmış görünüşü ve evliyalara yakışır yaşam biçimiyle bütün bütüne silip dağıtmıştı. Bir yıldır, sağlığı da adamakıllı bozulduğu için, başpiskoposluk merkez yönetimine bağlı piskopos vekilliğine yükselmesi olası bile görünüyordu. Troubert'in bu yere atanmasını, kendi rakipleri bile diliyor, süreğen bir hastalığın bağışına kalmış üç beş günlük ömrü arasında, aynı makama kendilerini geçirtmenin yolunu daha iyi, daha rahatça hazırlayabilmek amacıyla, üstelik bu işi yürekten istiyorlardı. Birotteau'nun bu tür umutlar vermekten pek uzak duran üç katlı gerdanıysa, adamcağızın elinden piskopos danışmanlığını kapmak için didişen rakiplerin gözüne, dört başı mamur bir sağlığın belirtilerini sokmuş oluyor; nikris derdi de, bilinen atasözü uyarınca, uzun bir ömrün "verilmiş sağlam sözü" yerine geçiyordu. Toplantıların tuzu biberi sayılan birtakım hoş sohbet insanlara, başpiskoposluğun türlü türlü üst düzey memuruna inceliğiyle her zaman kendisini aratmasını bilmiş, pek akıllı, düşünceli bir adam olan rahip Chapeloud, keşiş Troubert'in yükselmesine her zaman için engel kesilmiş, ama bu işi gizliden gizliye ve büyük bir kararlılıkla yapmıştı; Troubert Efendi, ona her zaman büyük bir saygıyla yaltaklanmış, her fırsatta en derin saygıyı göstermişse de, rahmetli papaz, Tours kentindeki kalburüstü tabakanın toplandığı bütün salonları, pek kurnazca bir yol tutturarak, adama yasak etmesini bilmişti. Troubert'deki o sürekli yazgıya boyun eğme ve söz dinleme durumu; son gezintilerinde bile, Birotteau'ya dönüp, "Şu kuru sırık Troubert'den sakının, bu adam Sixte-Quint'in (18) küçük bir taslağıdır!" diyen rahmetlinin düşüncesini değiştirmişti. Ev sahibesinin, deyim yerindeyse, zavallı Birotteau'ya savaş ilan ettiği günün ertesi sabahında, adamcağıza sanki konukluğa ve dostluğunu göstermeye gelen Matmazel Gamard yardakçısı ve "sadık dostu", işte böyle bir insandı. Piskopos danışmanı, hizmetçinin odaya girdiğini görünce: -Marianne'ın kusurunu bağışlamalısınız. Galiba işe benim odamdan başladı. Alt kat çok rutubetli oluyor da... hem bütün gece öksürdüm... dedi; sonra da gözlerini kornişlere dikerek, sağlık bakımından, buraya diyecek yok! diye ekledi. Birotteau gülümseyerek: - Ya, öyle! Burada piskopos danışmanı gibi yaşıyorum; dedi. Azla yetinmesini bilen alçakgönüllü rahipse: - Bendeniz de papaz yardımcısı gibi, yanıtını verdi. Herkesin mutlu olmasını isteyen iyi yürekli, tonton papaz efendi: - Öyle ama, yakında başpiskoposluk konağında oturacaksınız, dedi. - Ya da mezarlıkta. "Tanrı'nın yazdığı" neyse öyle olsun! Ve Troubert cenapları Tanrı'ya boyun eğiş gösteren bir tavırla gözlerini gökyüzüne kaldırdı, sonra da şunları ekledi: - Ziyaretimin nedenini açıklayayım; piskoposlarla ilgili "vakıf ve mallar çizelgesi"ni, daha sonra geri vermek üzere ricaya gelmiştim. Bu yapıtı Tours'da zatıâlînizden başka kimseden bulma olanağı yok da... Piskopos danışmanının son tümcesiyle yaşamının bütün sevinçlerini, zevklerini anımsayıveren Birotteau:
- Buyurun buyurun, kitaplığımdan alın, yanıtını verdi. Sırık boylu piskopos danışmanı kitaplığa geçti ve papaz yardımcısı yanına gelene dek orada kaldı. Arası pek uzamadan, kahvaltı çıngırağı duyuldu. Nikrisli papaz efendi, "Troubert'in şu sabah konukluğuna gelmesi olmasaydı, yataktan çıkınca ateş yüzü göremeyeceğini" düşünerek, kendi kendisine, "İyi adam, sonuç olarak!" diye fetva yürüttü. İki papaz, her birinin elinde birer "büyük defter"le, yan yana aşağı indiler. Bunları yemek odasındaki konsollardan birinin üstüne koydular. Matmazel Gamard, ekşi bir sesle Birotteau'ya seslenerek: - Bunlar da neymiş? diye sorduktan sonra, daha yanıt verilmesine meydan kalmadan, umarım yemek odama eski partal kitaplarınızı yığmak niyetinde değilsinizdir! sözünü yapıştırdı. Rahip Troubert: - Bu kitaplar bendenize gerekti de, rahip efendi ödünç vermek lûtfunda bulundular, dedi. Kız kurusu, yüzünde küçümseyen bir gülümseyişle: - Bunu anlamalıydım; mösyö Birotteau'nun bu koca ciltleri öyle sık sık açıp okuduğu mu var ki! yanıtıyla sözü gediğine koydu. Kiracı efendi, şekerliye kaçan bir sesle: - Nasıl matmazel, sağlığınız iyidir inşallah? diyerek konuyu tatlıya bağlamak istedi. Ev sahibesiyse, sert sert: - Doğrusu pek iyi değilim. Henüz dalmışken, sizin yüzünüzden uyandım. Uykumu kaçırmanızın zararı bütün geceme dokundu, yanıtını verdi; sonra da masanın başına oturarak: - Efendiler, süt soğuyacak; diye ferman buyurdu. Ev sahibesinin özür dilemesini beklerken, böylesine soğuk, haşin bir davranışla karşılanmaktan afallayan, ama hele konu ve hedef kendi kişilikleri olunca bir tartışma kapısı açılmasından, bütün utangaç ve ürkek insanlar gibi, korkup çekinen zavallı papaz yardımcısı, hiç sesini çıkarmadan yerine oturdu. Sonra da Matmazel Gamard'ın suratında "açık seçik" görünen öfke belirtilerini bir bir keşfettikçe, bir yandan özyapısı gereği kavgadan kaçınmaya bakarken, bir yandan da ev sahibesinin bu saygısızlığını sineye çekmemeyi buyuran mantığıyla sürekli bir çekişme içinde kaldı. Birotteaucuk, bu iç sıkıntısıyla bocalarken, Matmazel Gamard'ın ne aşınmış kenarlarına ne de sayısız yara bere izlerine acımadan, yıllardır alıştığı gibi sofrada tuttuğu muşamba örtünün kalın yüzünde oluşmuş koca yeşilimsi çatlakları ciddî ciddî incelemeye başladı. Ev sahibesinin, yastıklarla süslü arkasını sobaya vererek masanın baş köşesine kurulduğu büyük iskemlesinin tepesinden "egemen" olduğu bu kare biçimi görkemli masanın iki ucunda, karşı karşıya çifte hezaren koltuklarda, evin çifte kiracısı otururdu. Bu oda, bir de ortaklaşa kullanılan salon, birinci katta; Birotteau'nun odasıyla salonun altında bulunuyordu. Papaz yardımcısı, daha önceleri Matmazel Gamard'ın elinden şekerli kahve fincanını aldığı zaman, yaraTılışı ve alışıklığı gereği hep güle söyleye geçirdiği kahvaltı süresini, bugün nasıl derin bir sessizlik içinde atlatmak zorunda kaldığını görerek, sanki iliklerine kadar dondu. Ne Troubert'in kupkuru suratına, ne de kocamış kızın kavgaya hazır çatkın yüzüne bakmayı göze alamayarak, durumunu açığa vurmama kaygısıyla, sobanın yanındaki bir yastık üstünde yatan ve her zaman solunda tatlı türünden abur cubur doldurulmuş küçük bir tabak, sağında da tertemiz su dolu bir kâse bulduğu için hiçbir zaman kımıldamayan, yağ tulumu kesilmiş, basık burunlu, tüysüz, koca köpeğe döndü: - Anlaşıldı nazlı bebek, kahveni bekliyorsun; dedi. Evin bu en önemli, ama artık havlamaktan vazgeçtiği ve söz hakkını hanımına bıraktığı için kimseye pek tedirginlik vermeyen kişisi, Birotteau'ya, şaşırtıcı suratının yağdan kat kat olmuş kırışıkları arasında yitip giden küçücük gözlerini kaldırdı; sonra da bunları, sinsi sinsi yeniden yumdu. Umarsız papaz yardımcısının içezincini anlamak için, şunu da söylemek gerekir ki, adamcağız, bir balonun patlaması gibi boş ve çın çın kulakta öten türünden bir konuşkanlık, gevezelik hünerine sahip olduğundan, çene çalmanın sindirime çok yararlı olduğunu, hekimlere bu kuramının hiçbir zaman tek bir nedenini ve kanıtını bile gösteremeyerek, ileri sürer dururdu.
Bu sağlık inancını paylaşmakta olan matmazel cenapları, aralarındaki anlaşmazlığa karşın; şimdiye dek yemeklerde bol bol konuşmaktan geri kalmamıştı; ama papaz yardımcısı, birkaç sabahtan beri, kadının dilini çözebilmek sevdasıyla, aldatıcı sorular bulmak uğruna boş yere kafa patlatmıştı. Bu öyküyü dört bir yandan kapayan dar sınırlar izin verip de, çoğu zaman, papaz Troubert Efendi'nin acı ve alaycı gülümsemelerine yol açan bu karşılıklı konuşmalardan, birini bile aktarabilseydik, önümüze, taşralıların yavan yaşamı konusunda, her bakımdan eksiksiz, renkli bir resim serilmiş olurdu. İnce zekâ oyunlarını seven kimileri, belki de, rahip Birotteau ile Matmazel Gamard'ın siyaset, din ve yazın konularında, kişisel görüş ve düşüncelerindeki gariplikleri öğrenmekten hoşlanmayacak da değillerdir. Örneğin, gerek 1826 yılında, her ikisini birden Napoléon'un ölümünden hâlâ ciddî olarak kuşkulandıran nedenleri, gerekse koca bir ağaç kütüğünün kovuğunda bulunup kurtarıldığı varsayımıyla XVII. Louis'in hâlâ yaşadığına onları eni konu inandıran şaşırtıcı kestirim ve olasılıkları bir bir ortaya dökmenin, elbette gülünç bir tuhaflığı olurdu... Onların, kuşkusuz, sırf kendi söyledikleriyle sınırlı kanıtlar ileri sürerek, bütün vergilerin tek başına Fransa kralının keyfi için alındığını; Millet Meclisi'nin, papazlar topluluğunu yok etmek amacıyla toplandığını; devrim zamanında yüz otuz binden çok insanın idam sehpasında can verdiğini kanıtlama çabasıyla çene yormalarını duyup da kim gülmezdi ki? Bununla da kalmaz, gazetelerin sayısını bilmeden, bu çağdaş silah konusunda en ufak bir bilgileri olmadan, dillerine basını dolarlardı. Sözü uzatmayalım, Birotteau cenapları, Matmazel Gamard'ın savuradurduğu bütün hikmetleri dikkatle dinler, kadının örneğin "her sabah bir yumurtayla beslenen kişi, yıl sonunda kesinlikle öbür dünyayı boylarmış"; "birkaç gün, hiçbir şey içmeden yumuşak francala içi yenirse, siyatik hastalığı şıp der geçermiş!"; "Saint-Martin Manastırı'nın yıkılma işinde çalışan bütün işçiler, altı ay geçmeden öbür dünyaya yollanmışlar!"; "Bonaparte döneminde bilmem hangi vali, SaintGatien'in kulelerini yıkmak için elinden geleni yapmışmış..." gibi öykülerine, daha nice fetva ve masallarına canla başla kulak kesilirdi. Ama şu dakikada, Birotteaucuk dilini döndürecek gücü bulamıyordu. Bundan dolayı da konuşmaya kalkışmadan yemeğe katlandı. Ancak çok geçmeden, bu suskunluğu midesi için tehlikeli buldu ve bir cesaret atılımı göstererek: - Kahve olağanüstü! dedi. Bu yiğitlik boşa gitti. Saint-Gatien'in, bahçenin üzerine dikilen iki kapkara kemer payandası arasında kalan küçük açıklıktan gökyüzüne baktıktan sonra, papaz yardımcısı bir kez daha ağzını açıp şunu söyleme çabasını gösterdi: - Bugün hava dünden güzel olacak... Bu boş sözün üstüne, Matmazel Gamard, en anlamlı, cilveli bakışlarından birini rahip Troubert Efendi'ye çevirmekle yetindi; sonra da, bereket versin, gözlerini önüne indirmiş olan Birotteau'yu ürkütücü bir hışımla, sert sert süzdü. Kocamış kızların gamlı ve yaslı yaratılışını anlatabilmek ve resmedebilmek için, kadın cinsinden hiçbir varlık yoktu ki, Matmazel Sophie Gamard'dan daha yetenekli olabilsin; ama özyapısıyla bu dramın küçük olaylarına ve canlandırdıkları oyun kişilerinin önceki yaşamlarına çok büyük bir önem katan bir kişiyi iyice çizmek, renklendirebilmek için, belki de kocamış kızın benliğinde canlı anlatımını bulan düşünceleri burada şöylece özetlemek gerekir: Alışılmış yaşam biçimi, ruha biçim verir, ruh da yüzü biçimlendirir. Her şeyin, gerek toplumda gerekse evrende her şeyin, bir amaç ve isteği olması gerekiyorsa, kesindir ki şu ölümlü dünyada hedefi ve yararı açıklanması olanaksız kalan bazı var oluşlar da vardır. Zaten "ahlak bilgisi" ve "siyasal iktisat bilimi"; üretmeden yani yaratmadan harcayarak tüketen kimseyi, çevresine ne iyilik ne de kötülük saçmadan dünya yüzünde yer tutan kişiyi, el birliğiyle geri çevirmektedir. "Kötülük" dedik, çünkü kötülük de, kuşkusuz sonuçları hemen tezi tezine ortaya çıkmayan bir tür iyiliktir. Kocamış kızların, bu verimsiz yaratıklar sınıfına kendiliklerinden çekilmeyişlerine az rastlanır. İmdi, iş gördüğünü ve emek verdiğini bilmek inancı, çalışan bir insana, yaşama dayanabilmesi için yardımcı olacak hoşnutluk duygusunu verirse; şuna buna yük olmak, gereksiz bir insan olarak görülmek kanısının da tam tersi bir etki yaratması; aylak ve cansız bir ömür süren bu yaratığa, çevresindekilerde uyandırdığı kendini aşağılama duygusunu, kendi kendisi için duyurtması gerekir. Acı gelen bu toplumsal suçlama, yüzlerinin gösterdiği üzüncü ve üzüntüyü, kendileri de bilmeksizin, bu kız
kurularının ruhlarına da çökerten nedenlerden biridir. Belki de içinde gerçek payı bulunan bir boşinanç; dünyanın her yerinde, özellikle her yerden çok Fransa'da, evlenmeden kocayıp kalmış kadının üstüne, hiç kimsenin, yaşamın ne nimetlerini ne de güçlüklerini paylaşmak üzere baş başa vermeyi kabullenebildiği o kız kurusunun üstüne- aşağı görmenin çamurunu sıçratır durur. Böylelikle de, eninde sonunda öyle bir yaşa gelirler ki, bu evlenmemiş kızlara, haklı ya da haksız, zaten uğruna kurban gittikleri beğenilmezliklerine bakarak, herkes suçlu yargısını basıp çıkar. Çirkinseler, huy güzelliği, yaratılıştan gelen kusurların pahası, zarar bedeli sayılmalıydı; güzelseler, yıkımlarının temeli önemli nedenlere dayanıyordu, demektir. Hangileri, bunlardan hangileri aşağı görülüp istenmemeye daha layıktır bilinemez. Evlenmeyişlerinin nedeni tasarlanıp düşünülerek kararlaşmış bir şeyse, yani başa buyruk yaşamak isteğiyse, hemcinslerini nasıl da o hüzün verici duruma sokan o yana yana aşklardan kendilerini uzak tutmakla kadına özgü özveri duygularına ihanet etmiş oldukları için, onları ne erkekler, ne de anneler bağışlar; kadınlığın yazgılı olduğu içezinçlerinden vazgeçmek, şiirinden de el çekmek, bir annenin her zaman, karşı çıkılamaz biçimde hak kazandığı tatlı avuntulara, bütün ömür boyunca layık görülmemek demektir. Hem dahası da var, özveri duyguları, yani kadına özgü o olağanüstü değer ve üstünlükler, ancak sürekli alıştırmalarla gelişir; kadın türünden bir kimse, kız kalmakla anlam ve hikmetini yitirmiş bir şey olur; bencilleşir, buz gibi soğuklaşır, herkeste nefret ve tiksinti uyandırır. Bu şaşmaz yargı, ne yazık ki nedenleri kız kurularınca bilinmemesine olanak bırakmayacak denli doğrudur. Gamlı ömürlerinin etki ve sonuçları yüzlerinde nasıl tıpkı tıpkısına çiziliyor, resimleniyorsa, bu düşünceler de aynı kolaylık ve doğallıkla zavallıların yüreklerinde filiz salıp büyümektedir. İş böyle olunca da kendi kendilerine solar bozulurlar; çünkü kadın yüzünü nurlandıran ve davranışlarına tatlı bir yumuşaklık veren mutluluk ya da sürekli duygu açıklığı, bunlara hiçbir zaman nasip olmamıştır. Gitgide hırçın, neşesiz bir duruma girerler, çünkü kendi yakışığına, doğal eğilimine ulaşamamış bir insan, mutsuzdur; acı çeker, acı da kini ve kötülüğü doğurur. Açıkçası, dünya evine girememiş bir kadın, yalnızlığından ötürü kendisini ayıplamadan önce, bu suçu epey bir zaman, başkalarının sırtına yükler. Suçlamaktan, öc almak isteğine geçmek için yalnızca bir adımlık yol vardır. Aslında varlıklarını saran sevimsizlik de, gene sürdükleri yaşamın zorunlu görünümlerinden biridir. Hiçbir zaman beğenilmek gereksinmesini duymadıkları için, incelik, zevkli olmak gibi şeylerle alış verişleri olmamıştır. Benliklerinde, yalnızca kendilerini görürler. Bu duygu, onları yavaştan yavaşa, başkalarının hoşuna gidebilecek şeyleri hiçe sayıp, kendilerine rahat gelenleri seçmeye yönlendirir. Öteki kadınlarla aralarındaki benzemezliğin bilincine iyice varamadan, er geç farkı sezer, bu yüzden de acı çekmeye başlarlar. Kıskançlık, kadın yüreklerinde giderilmez bir duygudur. Gelgelelim, kız kuruları boşu boşuna kıskançtırlar; erkeklerin, onurları okşandığı için, "lâtif cins"te hoş görüp bağışlayabildikleri bu tek tutkunun, yalnızca üzüntülerini, acılarını öğrenmiş olurlar. Böylece, her türlü isteklerinin mengenesinde kıvranıp acı çekerek, yaratılışlarının gittikçe büyüyüp artan belirtilerine uymama zorunluluğu içinde, asla alışamadıkları bir içsel işkenceyi her zaman çeker dururlar. Dört bir yanında, gönüllerde, ancak iç açıcı duygular uyandırmak gibi güzel bir alınyazısıyla yaratılmışken, hangi yaşta olursa olsun, hele kadın kısmı için, karşısındaki yüzlerde tiksinti sezmek çok acı bir şey değil midir? Nitekim, kocamış bir kızın bakışı her zaman yana, eğriye kaçar; bunda alçakgönüllülüğünden çok korkunun, utancın payını aramak gerekir. Bu yaratıklar, kuşkulu, iğreti durumlarının günahını toplumdan bilir; bu yüzden kendilerini bağışlayamadıkları için, toplumu da bağışlamazlar. İmdi, her an kendi benliğiyle çatışan ya da yaşamla çekişip zıtlaşan bir insanın, başkalarına huzur vermesine, onların mutluluğunu hoş görmesine olanak yoktur. Bütün bu gamlı düşünceler dünyası, Matmazel Gamard'ın gümüşsü, donuk gözlerine sanki tümüyle sığmıştı; çevrelerini saran koca kara halkalar da yapayalnız geçen ömrünün uzun savaşımlarını acımasızca açıklıyordu. Yüzündeki kırışıkların hepsi düz, doğru çizgiler durumundaydı. Alnının, kafasının, yanaklarının kemik yapısında, sertliğin, kabalığın belirtileri vardı. Çenesindeki birkaç serpme benin bir zamanlar kumral olan tüylerini, artık işi umursamazlığa döktüğünden, alabildiğine uzatıyordu. İnce dudakları, beyazlıktan yana beyaz olan upuzun dişlerini ancak zar zor kapatabiliyordu. Esmerdi, bir zamanlar siyah olan saçları, dehşetli yarım baş ağrılarıyla ak pak olmuştu. Bu nedenle kafasına bir yalancı bukle çemberi takmak zorundaydı; ama, bunu başlangıç noktasını saklayarak oturtmasını bilmediğinden, hotozunun kıyısıyla bukleleri çarpık çurpuk olan yarım perukayı tutan siyah şeridin arasında, çoğu kez, hafif aralıklar kalıyordu. Yazın
taftadan, kışın ince yünlüden, ama her zaman karmelit rahibelerinin giydikleri renkten seçilen giysisi, kazık kesilmiş vücudunu, sıska kollarını iyice sıkardı. Buruşuk boynunun kırmızı derisi, hep aynı biçimde olan büzmeli, devrik yakasından, ışıkta bakılan bir meşe yaprağının göründüğü gibi görünürdü. Soyu sopu, kişiliğinin oluşmasındaki talihsizlikleri iyi kötü açıklayabiliyordu. Bir odun tüccarının, sonradan görme bir köylü ailesinin kızıydı. On sekiz yaşındayken taptaze, tombul tombul olabilirdi; ama, geçmişini anlatırken övünüp durduğu ne o duru beyaz tenden, ne de pembe pembe yanaklardan, hiçbir iz kalmamıştı. Rengi, işi dindarlığa, sofuluğa vuran kadınlarda sık sık raslanan o soluk, kirli beyaz durumu almıştı. Yüzünün bütün çizgileri arasında, onun başkalarını baskı altında tutan özyapısını, en iyi gaga burnu anlatıyordu; tıpkı, alnının yamyassı biçiminin de, zekâsının kıtlığını pek iyi açıkladığı gibi. Devinimlerinde eda ve sevimlilikten pek uzak; şaşırtıcı, beklenmedik, apansız haller vardı; onun, olanca gücüyle burnunu sümkürmek üzere, sırf çantasından mendil çekişini görmek, huyunu, alışkanlıklarını keşfetmenize yeterdi. Epey boyluydu; dimdik, kazık gibi durur; "eklem yerlerinin yapışıp oynamaz olduğunu" ileri sürerek bütün kız kurularının yürüyüş biçimini fizik yoluyla açıklamaya kalkışmış olan bir doğalcının kuramını haklı çıkarırdı. Davranışılarında, devinimlerinde kadınlarda gördüğümüz o hoş, o çekici dalgalanışlar yoktu. Deyim yerindeyse, tepeden tırnağa "yekpare" biçimde adım atar, sanki her adımda, Komandörün yontusu(19) gibi, birdenbire ortaya çıkmaya niyetlidir sanılırdı. Keyifli anlarında, bütün kız kurularının yaptığı gibi, şimdiye dek çoktan evlenmiş olacağını, "ille ve lâkin" sevdiğinin hayırsız çıktığını, bereket versin bunu zamanında sezdiğini, bilgi olarak aktarır; böylelikle de her işi hesaba kitaba dökmek yeteneğini överken, suçu ve günahı, bilmeksizin kendi gönlüne yüklemiş olurdu. Kız kurularının bu tipik örneği, yemek odasının duvarlarını süsleyen ve sözüm ona Türk görünümleri gösteren parlak duvar kâğıtlarının o doğal olmayan, gülünç düzmeleriyle pek güzel çerçevelenmekteydi. Matmazel Gamard, çoğu zamanını iki konsol, bir de barometreyle süslenmiş olan bu odada geçirirdi. İki papazın her zaman oturdukları iki yerde, renkleri solmuş birer kanaviçe işi küçük yastık dururdu. Konuklarını kabul ettiği ortak salon da, tam ev sahibesine uygun bir yerdi. Sarı salon diye adlandırdığını söylemekle, bu salonu çarçabuk tanıtmış olabiliriz. Perdeleri sarıydı, eşyalar ve duvar kâğıtları sarıydı; şamdanlar ve billûrdan koca bir saat, yaldız çerçeveli bir aynayla süslü şöminenin üstünden insanın gözüne sert bir parıltıyla çarpardı. Matmazel Gamard'ın bu evdeki özel köşesine, yani yatak odasına gelince; oraya kimsenin ayak basmasına izin verilmemişti. Yalnızca bu odanın, bütün kız kurularının dört yanlarını kuşatan, üstelik öylesine büyük bir güçle bağlı oldukları o kullanım ömrü geçmiş giysiler, kumaş parçaları, o aşınmış eşyalar, o eski püskü paçavralarla dolu bulunduğu kestirilebilirdi. Rahip Birotteau'nun, yaşamının son zamanlarına en büyük etkilerle karışması yazılmış olan insan, işte böyle biriydi. Yaşama sevincini göstermekten yoksun kalınca, doğanın dileğince kadın türüne nasip edilmiş işleri, içindeki davranış gücünü, aşağılık dolap çevirmelere; bütün kocamış kızların en sonunda özellikle bütün zamanlarını veredurdukları mahallevari, taşra usulü çançanlara; bencilce tasarlanmış önlem ve girişimlere dönüştürdü. Birotteau'nun bahtsızlığına bakın ki, adamcağız Sophie Gamard'da bu kısır yaratığın duyabildiği tek duyguyu; kinden, düşmanlıktan doğan duyguyu, kavruk benliği için ufku büsbütün daralmış bir taşra yaşamının dinginlik ve tekdüzeliğiyle o zamana dek gizli kalmış, sinsi sinsi uyumuş duyguyu geliştirdi; öyle bir duygu ki, daracık bir çemberin ortasında, küçük, anlamsız şeylerle didişeceği için, daha beter kızışıp artan bir şiddet kazanacağı besbelliydi. Birotteau, cefanın her türlüsünü çekmek nasibiyle doğmuş insanlardandı; çünkü, bunlar hiçbir şeyi göremedikleri için hiçbir şeyden de korunup kaçamazlar; başlarına belanın her türlüsü yağar durur. Piskopos danışmanı sıska papaz, bir süre sonra dalgınlığından sıyrılıp incelik kurallarına uymak ister gibi bir edayla: - Evet, hava güzel olacak, dedi. Birotteau, kendi sözüyle aldığı yanıtın arasında geçen zamandan ürkmüş bir durumda -çünkü ömründe ilk kez olarak konuşmadan kahvaltı etmişti- yüreğinin mengene içinde kalmış gibi ezilip sıkıldığı yemek odasından çıktı. İçtiği kahvenin midesine, bir kurşun ağırlığıyla çöktüğünü duyumsayarak, bahçede
yıldız biçimli, kıyıları şimşirli, daracık, küçük yollarda, üzgün üzgün dolaşmaya kalkıştı. Ancak bu yürüyüşün ilk turundan sonra dönüp bakınca, salon kapısının eşiğinde, Matmazel Gamard'la keşiş Troubert'in sessizce dikilmiş olduklarını gördü; erkek, kolları göğsünde çaprazlamasına bağlanmış, bir mezar yontusu gibi kıpırdamadan duruyordu; kadın, kapı pancuruna dayanmıştı. Her ikisi de gözlerini ona dikmiş, sanki adımlarını sayıyorlardı. Zaten yaratılıştan utangaç, çekingen bir insan için meraklı bir incelemenin hedefi olmak gibi sıkıcı bir şey yoktur; ama bu, bir de düşmanlık ve kinin gözleriyle yapılırsa, verdiği acı dayanılmaz bir işkence olur. Çok geçmeden rahip Birotteau'nun kafasına, "Matmazel Gamard'la danışmanın gezintisine engel oluyorum," diye bir kurt girdi. Hem korku hem de iyi yürekliliğin esinlendirdiği bu düşünce kafasında öyle büyüdü ki, ona "alanı bıraktırdı." Yaşlı kızın, adamı canından bezdiren hainliklerini düşünmeye öylesine dalmış bir durumda yürüyüp gidiyordu ki, artık yükselme konusu bütün bütüne aklından çıkmıştı. Raslantıyla, Saint-Gatien'de -buncacık olsun talihi gülerek- uğraşılacak bir sürü iş buldu; birkaç cenaze, bir düğün, iki de vaftiz töreni yapıldı. O ara dertlerini unutabildi. Midesi yemek zamanının geldiğini haber verince, saatini, hele dördü birkaç dakika geçtiğini de görür görmez, doğrusu epey bir korkuyla cebinden çekti. Matmazel Gamard'ın her işi dakikası dakikasına görmek merakını bildiği için, ivedilikle eve yollandı. Mutfağa baktığında birinci yemeğin tabaklarının kalkmış olduğunu anladı. Bunun üstüne yemek odasına girince, kız kurusu ona bir azarlamanın sertliğini, aynı zamanda kiracısının suçunu yakalamak sevincini taşıyan ses tonuyla şöyle dedi: - Saat dört buçuk, Mösyö Birotteau. Birbirimizi beklemememiz gerektiğini biliyorsunuz. Papaz yardımcısı, yemek odasındaki duvar saatine bir göz attı, bu mübarek nesnenin tozdan korunmasını sağlayan tül kılıfın takılış biçimi, adamcağıza ev sahibesinin o sabah bunu, Saint-Gatien'in saatinden daha ileri almak keyfini tada tada kurmuş olduğunu kanıtladı. Ağız açıp düşüncesini belirtmesi olanaksızdı. Papaz yardımcısının, içine düşen kuşkuyu sözlü olarak bildirmesi, Matmazel Gamard'ın -böyle bir olay karşısında kendi düzeyinden ve türünden olan bütün kadınlar gibi- ustalaştığı en korkunç, hem de sanki en haklı şirretlik patlamalarına yol açabilirdi. Bir hizmetçinin efendisine ya da yaşamının özel alışkanlıkları arasında bir kadının kocasına uygun görebildiği bin bir tersliğin hepsi, Tanrı'nın hikmeti, Matmazel Gamard tarafından bir bir keşfedildi ve cadaloz, zavallı kiracısına bütün bu bilgilerle "donamış" olarak çullanıp yüklendi. Zavallı papazın ev mutluluğunu baltalayacak planları kurarken, bir tür hazla tutturduğu yöntem, yezitce, hınzırca şakacı, uğursuz bir dehayı gösterdi. Hiçbir zaman haksız görünmemenin yollarını tasarlayıp buldu. Bu öykünün başladığı dakikadan sekiz gün sonra, bu evde oturmak durumu ve rahip Birotteau'nun Matmazel Gamard'la olan ilişkisi, adamcağıza, ortada altı aydır kurulup düzenlenen, gizli kasıtlarla dolu bir dolap döndüğünü anlattı. Kız kurusu, öcünü belli belirsiz, için için güdedurduğu ve papaz yardımcısı da çevresinde kötü niyetler beslenebileceğine inanmak istemeyerek sanki gönül rızasıyla aymazlık içinde yaşadığı sürece, hazretin mânevî derdi pek az artmıştı. Ancak, yukarı götürülen şamdan, ileri alınan saat konusundan beri, Birotteau, kendisini hep göz hapsine almış bir kinin egemenliği ve baskısı altında yaşamakta olduğundan kuşkulanamayacak duruma gelmişti. Bu kanıyı edindiği andan sonra da, Matmazel Gamard'ın, kiracısının yüreğine batmaya, dalmaya hazır çengel gibi eğri, ipince parmaklarını her vesileyle görerek, çabucak ürkütücü bir umutsuzluğa düştü. Heyecandan yana böylesine bereketli, verimli olan öç gibi bir duyguya dayanarak yaşamanın mutluluğunu tadan kız kurusu; bir yırtıcı kuşun, bir tarla faresinin üstünde, onu paralayıp yemeden önce kanatlarını kımıldatmaksızın havada duruşuna, yüksekten duyumsattığı ağırlığıyla onu çökertip ezişine benzer keyif verici oyunu, papaz yardımcısına uyguluyordu. Şaşkın, sersem papazın anlayamayacağı bir planı uzun zamandır tasarlayıp durmuştu; nitekim bunu, çok geçmeden, gerçek dindarlığın yüceliklerini duyumsama yeteneğinden yoksun ruhlarını koyu sofuluğun bir sürü ıvır zıvır ayrıntısına bağlayıp saplamış yalnız insanların, anlamsız ufak şeylerde göstermeyi bildikleri üstün dehayı göstererek ortaya serdi. Papaz yardımcısı için eza ve acının son, ama en korkunç evresi! Kendini acındırmaktan, avutulmaktan hoşlanan açık yürekli bir adam olduğu halde, üzüntülerinin türü ve niteliği, Birotteau'yu bunları dostlarına anlatmakla duyacağı küçücük zevkten bile yoksun bırakıyordu. Utangaç yaratılışına borçlu
olduğu az buçuk ağırbaşlılık duygusu, ona, bu gibi saçma sapan şeylerle uğraşmak yüzünden "elâlemin maskarası olacağım!" korkusunu aşılıyordu. Oysa bu saçma sapan şeyler, bütün ömrünün, "boşluk içinde uğraşlar" ve "uğraşlar içinde boşluk"tan oluşan o canım ömrünün bileşenleriydi. Donuk, kapanık yüzlü bir yaşam ki, içinde geçecek aşkın taşkın duygular birer yıkım, her türlü heyecan yokluğu da mutluluktu. Zavallı papazın cenneti, işte böylece cehennem olup çıkıverdi. Uzun sözün kısası; çilesi, üzüntüsü dayanılmaz bir durum aldı. Matmazel Gamard'la karşı karşıya geçip konuşmak kuruntusundan duyduğu korku günden güne büyüdü; ömrünün son zamanlarının saatlerini hırpalayıp örseleyen gizli derdi, sonunda sağlığına da dokundu. Bir sabah, çizgili mavi çoraplarını giyerken, bunlardan birinin baldıra gelen yerinde sekiz çizgilik bir erime gördü. Reddedilmesi olanaksız olan bu içler acısı tanılamanın karşısında afallayarak, Matmazel Gamard'la kendi arasında dostça bir aracılıkta bulunmasını rica etmek üzere rahip Troubert'e başvurmaya karar verdi. Birotteau'yu tamtakır bir odada kabul etmek amacıyla, kimsenin ayak basmadığı ve dört duvarı arasında durmadan çalıştığı, yığın yığın kâğıtlarla dolu bir çalışma hücresinden ivedilikle çıkan heybetli, ağırbaşlı danışman efendinin karşısında kalınca, zavallı papaz bu denli ciddî işlerle uğraşır görünen bir adama, Matmazel Gamard'ın vırvırlarından söz etmeye utandı. Ama alçakgönüllü, ikircikli ya da zayıf özyapılı insanların, önemsiz şeyler için bile içten içe duydukları o kuruntuların bütün heyecanını çektikten sonra, yine de yüreğinin şaşırtıcı atışlarla şişip sıkışmasına engel olmadan, rahip Troubert'e durumunu anlatmaya karar verdi. Piskopos danışmanı, belki de zeki gözlere gizli bir hazzın heyecanını açıklayabilecek gülümsemesini göstermemeye çabalayarak, ama bu işi bütün bütüne de başaramadan, ciddî, soğuk bir edayla onu dinledi. Birotteau, yaşamın kendisine nasıl zehir edildiğini, gerçek duyguların verdiği coşkun bir konuşmayla söyleyip anlatırken, sıska rahibin göz kapaklarından alevli bir pırıltı kaçar gibi oldu; ama Troubert, az çok düşünürlere özgü olan bir devinimle elini gözlerinin üstüne koydu ve her zamanki ağırbaşlı görünümünü sürdürdü. Papaz yardımcısı, sözünü bitirdiğinde, bu kuşku kumkuması rahipte uyandırmış olduğu duyguların birkaç belirtisini karşısındaki irin rengi yüzde, hele o dakika her zamankinden daha da sarı lekelerle hârelenen bu yüzde, aramaya kalkışsaydı, epey zorluk çeker, bocalardı. Bir an suskun durduktan sonra, piskopos danışmanından; genişliğinin ve kapsamının tümüyle ölçülüp anlaşılabilmesi için bütün sözcüklerinin uzun uzadıya incelenmesi gereken, ama "enine boyuna düşünen" insanlara, bu adamdaki şaşırtıcı ruh derinliğini, zekâ gücünü aradan bir süre geçtikten sonra kanıtlayan yanıtlardan biri geldi. Açıkçası, Birotteau'yu şu türlü tümcelerle ezdi, hırpaladı: "Bu işler, kardeşinin açıklamaları olmasa asla ayrımına varamayacağı içindir ki, onu büsbütün şaşırtmıştı; zekâdan yana gösterdiği bu kusuru önemli uğraşlarına, sürekli çalışmasına, yaşamın ayrıntılarına dönüp bakmak fırsatını vermeyen yüce düşüncelerin altında ezilip gidişine veriyordu". "Yaşı ve bilgisiyle kesin olarak saygıya layık bir adamın davranış biçimini eleştirmek gibi olmasın ama..." kaydıyla, şöyle düşünceler de yürüttü: "Yalnızlık köşesine çekilmeyi seçmiş olanlar, bir zamanlar eski Mısır'ın çöllerindeki yalnızlık köşelerinde mutlu iç hesaplaşmalarına dalarken, yiyeceklerini, başlarını sokacak yerleri binde bir akla getirirlerdi; ve kuşku yok ki, şu günlerimizde de bir rahip, nerde olursa olsun, düşünce yoluyla kendisine bir yalnızlık çölü kurabilirdi." Bunun üstüne sözü, Birotteau'nun konusuna döndürerek, savurduğu şu hikmetleri ekledi: "Bu gibi tartışmalar, kendisi için yepyeni bir konuydu. On iki yıl boyunca Matmazel Gamard'la 'rahmetli ve tanrının acımasına kavuşmuş' rahip Chapeloud arasında, asla böyle şeyler olmamıştı. Kendisine gelince, ev sahibeleriyle papaz kardeşinin arasında elbette ki hakemlik edebilirdi." Şu noktayı ısrarla vurguladı: "Çünkü, matmazele karşı duymakta olduğu dostluk duygusu, kilise yasalarının, bu yasalara içtenlikle bağlanan kimselere buyurduğu sınırları aşmış değildi; yalnızca böyle olmakla, hak ve adalet, Matmazel Gamard'ı da dinlemesini gerektiriyordu. Hem zaten bu kadında, bir değişiklik görmüyordu, şimdi nasılsa, onu hep öyle görmüştü; kutlu hatunun iyiliğin ve sevecenliğin bir örneği olduğunu bildiği için de, bir iki kaprisine öteden beri, seve seve boyun eğmişti; aslında, onun davranışlarındaki gizli değişmeleri, kimseye sözünü etmediği ve gerçek bir Hıristiyan ruhuyla yazgıya boyun eğerek sabrettiği 'akciğer hastalığının' verdiği acıya bağlamak gerekirdi..." Sonunda Birotteau'ya şunu salık vererek sözünü bitirdi: "Matmazelin yanında daha bir iki yıl oturacak olursa, bu yetkin kişinin hazinelerini daha iyi anlayacak, böyle bir insanın değerini daha iyi bilecekti."
Rahip Birotteau, danışman efendinin yanından allak bullak bir durumda çıktı. Artık öğüdü kendi başına vermek gibi tehlikeli bir zorunluluk içinde, Matmazel Gamard'ı kendi aklınca yargıladı. Tonton papaz, "Birkaç gün evden uzaklaşmakla, kadının kinini -değil mi ki bunu körükleyecek neden de ortadan kalkıyordu- söndürürüm!" diye düşündü. Bunun üzerine, güz sonunda, Touraine ilinin genellikle açık bir gök ve ılık havayla geçen bu mevsiminde, Madam de Listomère'in gitme alışkanlığında olduğu bir yazlıkta, eskiden yaptığı gibi birkaç gün geçirmeye karar verdi. Zavallı hazret, korkunç düşüncelerine ancak bir keşiş sabrıyla set çekilebilecek korkutucu düşmanın gizli niyet ve dileklerini, nasıl da tastamam yerine getiriyordu; ne çare ki, hiçbir şeyi sezemeyerek, kendi davasını kendisi bilmez bir durumda, kasabın ilk vuruşunu yiyen bir kuzu gibi can vermesi kaçınılmaz yazgıydı. Madam de Listomère'in, Tours kentiyle Saint-Georges tepelerinin arasındaki yüksekçe yerde, doğuya karşı yapılmış, kayalıklarla çevrili kır konağı, insana hem kırlık, açıklık yerlerin zevkini, hem de kentin bütün eğlencelerini tattırabiliyordu. Tours köprüsünden tutturup, Alouette [Çayırkuşu] adlı bu evin kapısına varmak için, on dakikadan çok yürünmezdi. Neden olursa olsun, kalkıp bir eğlenceye gitmek uğruna bile, kimsenin tatlı canını eziyete sokmak istemediği bir ülkede, doğrusu bu yakınlık, hatırı sayılır bir kolaylıktı. Rahip Birotteau, on günden beri Alouette'teydi ki, bir sabah, kahvaltı ederken, kapıcı gelip Mösyö Caron'un kendisiyle görüşmek istediğini söyledi. Mösyö Caron, Matmazel Gamard'ın işlerine bakan bir avukattı. Bu noktayı anımsamayan ve dünyada hiç kimseyle, "çözümlenip bitirilecek", davalı, çekişmeli bir pürüzü bulunacağına akıl erdiremeyen Birotteau, avukatı görmek üzere, yürek çarpıntılarıyla sofradan kalktı; adamı, işi alçakgönüllülüğe döküp, terasın trabzanına oturmuş bir durumda buldu. Avukat hemen söze başlayıp dedi ki: - Artık Matmazel Gamard'ın yanında oturmamak niyetinde olduğunuz açıklık kazandığına göre... Rahip Birotteau, sözünü keserek: - Bu da nereden çıktı! Oradan ayrılmayı aklımdan bile geçirmedim... diye bağırdı. Avukat konuşmasını sürdürdü: - Öyle ama, değil mi ki matmazel burada daha uzun süre kalıp kalmayacağınızı öğrenmek üzere bendenizi yolluyor, öyleyse bu konuda kendisiyle kararlaşmış kimi konuların bulunması gerek. Uzun süre ortada görünmeme durumu, aranızdaki sözleşme hükümlerinde, önceden düşünülüp belirtilmediğine göre bir anlaşmazlık nedeni yaratabilir. Bundan dolayı, matmazelin görüşüne göre pansiyon konusu... Şaşıran ve yeniden avukatın sözünü kesen Birotteau: - Doğrusu mösyö... şey... şey için, kalkıp da hukuksal, yasal yollara başvurmak gerekeceğini düşünmemiştim... dedi. Caron: - Her türlü anlaşmazlığın önünü almak isteyen matmazel, sizinle görüşüp anlaşmak üzere bendenizi yolladı, diye yineledi. Rahip Birotteau: - Hı! Peki, yarın bir daha gelmek lûtfunda bulunursanız, ben de o zamana dek bir akıl sorup danışmış olurum, yanıtını verdi. Caron, selâm verip: - Baş üstüne, dedi. Kâğıt düşmanı kırtasiyeci başı, öylece çekildi gitti. Matmazel Gamard'ın bir türlü peşini bırakmamak konusunda gösterdiği ısrar ve kararlılıktan adamakıllı korkmuş olan zavallı papaz yardımcısı, allak bullak bir yüzle yemek odasına girdi. Durumunu görür görmez herkesi bir meraktır aldı: - Ne var, ne oldunuz Mösyö Birotteau? diye sormaya başladılar. Papaz efendi, yıkımının anlaşılmaz belirtileriyle beyninden vurulmuşa döndüğü için, bitkin bir durumda, yanıt vermeden, çöküverdi. Ancak kahvaltıdan sonra, dostlarından birkaçı salonda alev alev yanan ocağın başında toplanınca, Birotteau onlara başına gelen işi bütün saflığıyla bir bir anlattı. Yazlıkta geçen günlerden sıkılmaya başlamış olan dinleyicileri, taşra yaşamına böylesine uyan bu dolantıya, sıcak bir ilgi gösterdiler. Her biri kız kurusunu yerden yere vurup papazdan yana çıktı.
Madam de Listomère: - Kuzum Tanrı aşkına! Oturduğunuz kata rahip Troubert'in geçmek istediğini apaçık görüp anlayamıyor musunuz? dedi. Öykümüzün şu noktasında, bu kadının portresini çizmek, gerçi olayları yazanın hakkıdır; ama Sterne'in cognomotogie dizgesini bilmeyenlerin bile, şu üç sözcüğü; "Madame de Listomère" adını söylerken, onu, "soylu, ağırbaşlı bir hatun, dindarlığın sert ve ateşli yandaşlarını saray usulü ve klasik göreneklerin eski tarz inceliğiyle, kibar tavırlarla uzlaştırıp hafifletmesini bilen; iyi yürekli ama biraz haşin; hafifçe genizden konuşan; kendisine "Nouvelle Heloïse" (20) yapıtını okumak, tiyatroya gitmek, hâlâ da saçlarının üstüne bir şey takmamak ayrıcalıklarını bağışlayan bir hanımefendi"den başka türlü canlandıramayacağını düşündü. İznini geçirmek üzere yengesine konuk gelmiş olan deniz binbaşısı Mösyö de Listomère, coşarak: - Rahip Birotteau'nun bu cadaloza boyun eğmemesi gerekir. Papaz efendi biraz gözüpeklik gösterip benim söyleyeceğim gibi davranmayı kabul ederse, çok geçmeden rahata kavuşacağına senet veririm; diye bağırdı. Sözü uzatmayalım, her biri, insan davranışlarındaki en gizli nedenleri ve amaçları ortaya çıkarma biliminden yana pek hünerli olduklarını yadsıyamayacağımız dışarlıklılara özgü derin görüşle, Matmazel Gamard'ın "yapıp ettiklerini" incelemeye koyuldu. Ülkeyi karış karış tanıyan, mal mülk sahibi, yaşlı başlı biri: - Yok yok, bildiğiniz gibi değil; dedi. Bunun altında henüz akıl erdiremediğim önemli bir şeyler, bir çapanoğlu var; Rahip Troubert, öyle bir çırpıda anlaşılmayacak kadar derindir. Sevgili Birotteaumuz çilesinin daha başında. Hem önce şunu düşünelim: oturduğu daireyi Troubert'e bıraksa bile, acaba mutluluğa, rahata kavuşacak mı? Doğrusu ben kendi hesabıma kuşkuluyum. Sonra büsbütün afallamış olan keşişe dönerek şunu ekledi: - Eğer Caron gelip, size Matmazel Gamard'ın yanından çıkmak niyetinde olduğunuzu söylediyse, lamı cimi yok, matmazel cenapları sizi kapı dışarı etmek niyetinde demektir... Bana sorarsanız, ister istemez oradan çıkacaksınız. Bu türlü insanlar, hiçbir zaman bir işe, "kader kısmet" diyerek girişmezler; oyunu ancak sağlam kozla oynarlar. Voltaire, döneminin ruhunu nasıl tümüyle özetlediyse, Mösyö de Bourbonne adındaki bu yaşlı soylu da taşranın düşüncelerini aynı bütünlükle özetliyordu. Bu kuru, zayıf, yaşlı adam, giyim kuşam konusunda, toprak ve mülk bakımından varlık değeri resmî dairesince rakama vurulmuş, geliri tıkırında bir insanın bütün kayıtsızlığını göstermekten çekinmezdi. Touraine ilinin güneşiyle bakırımsı bir renk almış olan yüzü zekî ve anlamlı olmaktan çok, kurnaz bir yüzdü. Sözlerini tartmaya, davranışlarını önlemle düzenlemeye alışık olduğu için, derin kavrayışını, aldatıcı bir "saflık" altında gizlerdi. Nitekim, en ufak bir dikkat, onun tıpkı Normandiyalı köylüler gibi her işten hep kazançlı çıktığını anlamaya yeterdi. Toureanelilerin baş uğraşı olan şarapçılık işinde kimse onun eline su dökemezdi. Mülklerinden birinin çayırlarını, hükümetle mahkemelik olmamanın yolunu bularak, Loire Irmağı'nın araziden kazandığı yerler zararına genişletip büyütmesini bilmişti. El çabukluğuna getirip çevirdiği bu dolap, onu becerikli, hünerli bir adam olarak tanıtmıştı. Mösye de Bourbonne'ın söyleşisinden zevk alıp da herhangi bir Toursluya onun ne biçim bir adam olduğunu sormaya kalkışsanız, onu çekemeyenlerin hepsinden -#hani, kıskananı da, çekemeyeni de bol mu boldu!- atasözü gibi söylenen şu yanıtı alırdınız: - Ha, o mu! Yaman ihtiyardır. Touraine'de birçok taşra kentinde olduğu gibi, kıskançlık duygusu, dilin iç yapısını, gizli yönünü oluşturur. Mösyö de Bourbonne'un ileri sürdüğü düşünce, bu küçük topluluğu oluşturan kimseleri düşünceye daldıran bir suskunluğa yol açtı. O aralık Matmazel Salomon de Villenoix'nın "konağı onurlandırdığı" haber verildi. Kadıncağız, Birotteau'ya yararlı olabilmek isteğiyle eyleme geçmiş, Tours'dan geliyordu. Hem oradan getirdiği haberler, işlerin görünümünü büsbütün değiştirdi. Yeni konuğun içeri girdiği dakika, odadakilerin her biri, emlak sahibinden başka herbiri, Birotteau'ya, kendisine arka çıkacak olan soylular tabakasının koruması altında, Troubert ve Gamard'la savaşmayı salık vermekteydi. Matmazel Salomon şunları söyledi:
- Çalışanların sorunlarıyla uğraşan piskopos vekili hastalandı, başpiskopos onun işini Rahip Troubert'e verdi. Şimdi danışmanlığa yükselme konusu artık tümüyle onun kararına, keyfine kalmış bir iş. Üstelik dünkü günde, rahip Poirel, Matmazel de la Bolttiere'in evinde rahip Birotteau'nun, Matmazel Gamard'a karşı işlediği kusurlardan söz etmiş; bizim iyi yürekli papazımızın uğrayacağı talihsizliği haklı göstermek ister gibi birtakım sözler söylemiş,"Sağ olsun, rahip Birotteau'nun, her bakımdan rahip Chapeloud'ya gereksinme duyan bir adam olduğu ortaya çıktı; o olgun ve erdemli insanın ölümünden beri göze batan bir gerçek varsa..." diye tutturmuş; arkasından da varsayımlar, kara çalmalar akın etmiş. Durumu anlıyorsunuz değil mi? Mösyö de Bourbonne, ağzından keramet çıkar gibi ciddî bir edayla: - Anlaşılmasına anlaşıldı; Troubert piskopos vekili olacak, dedi. Madam de Listomère de gözlerini Birotteau'ya dikip, sesini yükselterek: - Baksanıza kuzum! Siz neyi yeğliyorsunuz; danışmanlığa geçmeyi mi, yoksa Matmazel Gamard'ın evinde kalmayı mı? diye sordu. Hep bir ağızdan: - Danışmanlığa geçmek, diye bir çığlık basıldı. Madam de Listomère, sözünü sürdürerek: - İyi ya, öyleyse rahip Troubert'le Matmazel Gamard'a haklarını vermek gerek. Caron'un ziyaretiyle size, yanlarından çıkmaya razı olursanız, danışmanlığa yükseleceğinizi çıtlatmadılar mı? Her şey karşılıklı olur, verene verilir! Madam de Mistomère'in anlayış ve zekâsını övmek için her kafadan bir ses çıktı; yalnızca bu övgülere yeğeni Baron de Listomère katılmadı; üstelik Mösyö de Bourbonne'un yanına sokularak, gülünç bir tavırla: - Doğrusu ben Gamard'la Birotteau arasında savaş yandaşıydım; dedi. Ama papaz yardımcısının talihsizliğinden olacak ki, rahip Troubert'in desteklediği kız kurusuyla kibarlar sınıfı arasındaki güçler hiç de denk değildi. Çatışmanın daha açığa vurulup iyice büyüyeceği an, çok geçmeden gelip çattı. Madam de Listomère ve taşra köşesinde geçen ömürlerinin boşluğu içine fırlatılıvermiş, bu dolantıya ateşli bir ilgi göstermeye başlayan kafadarlarının kararıyla Mösyö de Caron'a bir uşak gönderildi. Avukat efendi, yalnızca Mösyö de Bourbonne'u ürküten dikkate değer bir hızla, yeniden çıkageldi. Toursluların yaşam satrancında gösterdikleri olağanüstü düzenleri, derin derin düşünerek anlamak yeteneğini kazanmış olan bu sivil kılıklı "kurmay", düşüncesini "incelememizi tamamlayana dek bütün kararları ertelemeliyiz" diyerek belirtti. Birotteau'yu da durumunun tehlikeleri konusunda aydınlatmak istedi. Yaman ihtiyarın akıllı uslu düşünceleri, o aralık ortalığı kaplayan coşkunluk havasına uymuyor, yaramıyordu. Nitekim adamın sözlerine pek aldıran da olmadı. Avukatla Birotteau'nun arasındaki toplantı kısa sürdü. Papaz yardımcısı yel yepelek, yelken kürek içeri girip, şu haberi verdi: - Fekk-i râbıtada bulunduğumu tebeyyün ettirecek bir senet istiyor benden... Deniz binbaşısı: - Bu çetrefil söz de neymiş? dedi. Madam de Listomère: - Yani bu ne demeye geliyor? diye bağırdı. Mösyö de Bourbonne, elindeki kutudan bir çekimlik burunotu alarak; - Ne demeye gelecek, pek kolay: Papaz efendi, Matmazel Gamard'ın evinden çıkmak istediğini belirtecek, diye yanıt verdi. Madam de Listomère, Birotteau'ya bakarak: - Bu kadarcık mı? Öyleyse imza edin! Kadının evinden çıkmayı gerçekten aklınıza koydunuzsa, karar ve isteğinizi açıklamakta ne sakınca olacak ki! Birotteau'nun karar ve isteği! Mösyö de Bourbonne, burunotu kutusunu, sözle anlatılamayacak, başlı başına bir söz anlamı ve gücü taşıyan sert bir devinimle kapatarak: - Orası doğru, dedi. Sonra da papaz yardımcısının ödünü koparan bir edayla kutusunu şöminenin üstüne koyarak: - Ancak, yazmak her zaman tehlikelidir, diye ekledi.
Birotteau, bütün düşüncelerinin altüst olması; korunma önlemine zaman bırakmadan üzerine çullanan olayların hızı; kimsesiz ömrünün en değerli sorunlarını dostların böylesine kolayca ele alması karşısında öylesine afallamıştı ki, kendisinden geçmiş durumda, bir şey düşünmeden, ama herkesin bol keseden veredurduğu ivedi, telaştan doğan öğütleri dinleyip anlamaya çalışarak, hiç kıpırdamadan, taş gibi duruyordu. Mösyö Caron'dan senedi alıp, sanki avukatın yazdıklarını anlayacakmış gibi şöyle bir okudu; ama bunu bilinçli olmaksızın yaptı. Sonra da, Matmazel Gamard'ın evinde oturma ve aralarında önceden kararlaşmış sözleşme koşulları gereğince orada bakılıp beslenme haklarından, gönül rızasıyla vazgeçtiğini onaylayıp belirten bu senede imzasını bastı. Papaz yardımcısı, imzalama işini bitirince, sözü geçen Caron Efendi, senedi ondan alıp, "Sayın rahibe ait eşyanın, müvekkilesi tarafından hangi mahalle bırakılması gerekiyor?" diye sordu. Birotteau, "böyle bir yer" olarak, Madam de Listomère'in evini gösterdi. Bu kibar hatun, papazın yakında piskopos danışmanlığına atanacağından kuşku duymayarak, göz işaretiyle birkaç gün için kendisini ağırlamayı kabul etmişti. Emlak sahibi yaşlı kişi; bu bir tür el çekme belgesi sayılacak kâğıdı görmek istedi; Mösyö Caron da bunu kendisine uzattı. Okuduktan sonra, papaz yardımcısına: - Demek, Matmazel Gamard'la aranızda, yazılı sözleşme koşulları, öyle mi? Nerede bu? Ne gibi hükümler taşıyor, bunları biliyor musunuz? Birotteau: - O senet evde; dedi. Emlâk sahibi, avukata dönüp: - Bu sözleşmenin metni konusunda bilginiz var mı? diye sordu. Mösyö Caron uğursuz kâğıdı almak için elini uzatarak: - Hayır efendim, dedi. Yaşlı adam, kafasının içinden, "Hah, tamam! Sen avukat efendi, o senette neler yazılı olduğunu bal gibi biliyorsun ama, paranı, bize bunu yetiştiresin diye vermiyorlar ya!" sözlerini geçirdi. El çekme belgesini de avukata geri verdi. Birotteau zavallısı: - Eşyalarımı nereye koyacağım ben? Kitaplarımı, güzel kitaplığımı, canım tablolarımı, kırmızı salon takımımı, onca mobilyamı nereye sığdıracağım? diye bağırmaya başladı. Deyim yerindeyse, başka bir yere dikilmek üzere kökünden çıkarılmışa dönen zavallının üzüntüsünde öyle bir çocuksuluk; yaşayışının saflığını, dünya işlerine olan bilgisizliğini öyle iyi anlatan bir durum vardı ki, Madam de Listomère ile Matmazel Salomon onu avutmak için, çocuklarına bir oyuncak söz veren anaların takındıkları ses tonuyla şöyle dediler: - Bu boş şeylerle ne diye kendinizi üzüyorsunuz canım? Haydi haydi merak etmeyin... nasıl olsa size Matmazel Gamard'ın kara evinden daha sıcak yüzlü, daha aydınlık bir yer buluruz. Hoşunuza giden bir ev çıkmazsa, ne olacak kuzum, ikimizden biri, sizi yanına alır. Haydi uzatmayın, gelin bir tavla atalım. Yarın da rahip Troubert'e gider, yükselme konusu için aracılığını istersiniz; göreceksiniz, sizi ne iyi karşılayacak! Zayıf yaratılışlı insanlar nasıl kolayca korkuya kapılırlarsa, yine öylece, çarçabuk rahatlayıp yatışırlar! Nitekim, Madam de Listomère'in yanında oturmak umuduyla gözleri kamaşan zavallı Birotteau da, nice zamandır istediği ve ne zevkle, keyifle, tadına varmış olduğu mutluluğun, artık bir daha ele geçmemecesine yıkılıp gittiğini unutuverdi. Ama gece olunca, uykuya dalmadan önce, adamcağız, üstüne üstlük taşınma ve yeni alışkanlıklar edinme derdini gözünde büyüttükçe büyüten bir insanın içezinciyle, kitaplığına daha önce sözünü ettiğimiz galeri kadar elverişli bir yeri nerede, nasıl bulacağını düşünme uğruna, beynine işkence etti durdu. Kitaplarını oradan oraya sürünür, eşyalarını parça parça dağıtır, yuvasını karmakarışık bir durumda görür ve düşünürken, Matmazel Gamard'ın evinde yaşadığı ilk yılın neden o denli safalı, ikincinin de neden o derece cefalı geçtiğini kendi kendisine belki bin kez soruyordu. Başına gelen bu garip iş, boyuna aklının, mantığının yuvarlanıp gittiği dipsiz bir kuyu olup çıkıyordu. Piskopos danışmanlığını, artık bunca yıkıma yetecek bir karşılık gibi görmüyor ve yaşamını, kaçmış tek bir iplik nedeniyle bütün ilmikleri çözülüp kaçan bir çoraba benzetiyordu. Gerçi elinde,
Matmazel Salomon kalıyordu; kalıyordu ama, zavallı papaz, gün görmüş, yaş yaşamış, hülyalarını yitirmekle, artık yeni, taze bir dostluğa inanma cesaretini bulamıyordu. Kız kurularının acılar beldesinde, özellikle Fransa'dakiler arasında, yaşamları her gün soylu duygulara mertçe bağışlanmış bir özveriden başka bir şey olmayan, nice yaşamın haksızlık ettiği kişilere raslanır. Kimileri, ecelin ellerinden zamansız aldığı bir yüreğe bağlı kalırlar; bu aşk şehitleri, ruh yoluyla kadın olmanın gizine ererler. Kimileri, kendilerinin bu duruma düşmelerine neden olanlar için, günden güne utanç duygusuna dönüşen bir aile gururuna boyun eğip, varlıklarını ya bir ağabeyin talihine ya da yetim kardeş çocuklarına adarlar; böyleleri, erden [bâkire] kalarak, kendilerini ana kılarlar. Bu kocamış kızlar, bütün kadınlık duygularını yıkımın kulluğuna adamakla, cinsiyetlerinin en üstün kahramanlığına ulaşmış olurlar. Hemcinslerinin ulaşacakları ödüllerden el çekip yalnızca eziyetleri kabullerek, kadınlığın simgesini ülküselleştirirler. Bu aşamaya vardıktan sonra, sınırsız özverilerinin ışığıyla kuşatılmış bir durumda yaşarlar ve erkekler, onların solmuş, kırışmış yüzleri önünde saygıyla eğilirler. Matmazel de Sombreuil'e (21) ne kadın, ne de kız çocuk diye bakabiliriz; o canlı bir şiirdi, her zaman da böyle kalacak. Matmazel Salomon da işte bu kahraman yaratıklardandı. Ömür boyu sürecek bir acıya dönüşen büyük özverisi, artık zaferi de tadamayacağı için, dinsel bir yücelik taşıyordu. Güzellik ve gençlik döneminde sevildi, sevdi; nişanlısı, günün birinde çıldırdı. Beş yıl boyunca, aşkın verdiği gözüpeklikle kendisini bu zavallının bilinç, istem gibi şeylere dayanmayan, sanki makineleşmiş olan mutluluğuna adadı; üstelik bu insanın ruhsal durumuyla öylesine özdeşleşmişti ki, onu hiç de deli yerine koymuyordu. Aslında hali tavrı yalın, düşündüğü gibi konuşan, biçimli ve solgun yüzü ruh ve anlamdan yoksun bulunmayan bir insandı. Hiçbir zaman yaşamını etkileyen olaylardan söz etmezdi. Yalnızca, korkunç ya da üzücü bir serüven anlatılırken, kimi zaman engellemeyi başaramadığı ani ürpetti ve titreyişler, zavallının yüreğinde büyük acıların geliştirdiği üstün artamları [meziyetleri] açıklamış olurdu. Yaşam arkadaşını yitirdikten sonra, gelip Tours'a yerleşmişti. Burada, onun tam olarak değerlendirilmesi olanaksızdı; ondan söz açılınca, "iyi insan" denilip geçiliyordu. Pek çok hayır işliyordu, yaratılışı gereği zayıflara, güçsüzlere bağlanıyordu. Bu bakımdan, papaz yardımcısı, doğaldır ki, kadıncağızda derin bir ilgi uyandırmıştı. Hemen ertesi sabah kente dönen matmazel Salomon de Villenoix, Birotteau'yu da yanında götürüp, katedral alanında bıraktı; adamcağız da, uğradığı yıkım tufanı içinde, hiç değilse psikopos danışmanlığını sağ salim kurtarmak ve eşyalarının toplanmasına göz kulak olmak için, bir an önce ulaşmaya can attığı Cloître'a doğru yollandı. On dört yıldır eşiğine bastığı, içinde yaşadığı ve kutlu çatısı altında dostu Chapeloud'nun ardından huzurla ölüme kavuşma düşlerini kurduktan sonra şimdi sonsuza dek ayrılmak zorunda kaldığı bu evin kapısını, yüreciği güm güm atarak çaldı. Marianne, papaz yardımcısını görünce şaşalar gibi oldu. Kadına, rahip Troubert'le konuşmak için geldiğini söyledi ve danışmanın oturduğu giriş katına doğru yürüdü; ama Marianne: - Rahip Troubert artık orada değil mösyö, sizin eski dairenize geçti, diye seslendi. Bu sözler; Troubert'i Chapeloud'nun kitaplığına yerleşmiş, Chapeloud'nun gotik biçimli koltuğuna kurulmuş, kesinlikle Cpapeloud'nun karyolasında yatmak nimetine kavuşmuş, Chapeloud'nun eşyalarına zevkle konmuş; kısacası, sanki Chapeloud'nun yüreğine girmiş; Chapeloud'nun vasiyetnamesini ayaklar altına almış ve işte sonuç olarak, onca zaman her türlü yükselme olanağına engel olup Tours salonlarını kendisine kapalı tutarak onu Matmazel Gamard'ın evine sanki hapsetmiş bir adamın, şu Chapeloud olacak kişinin, dostunu da yediği mirastan yoksun kılmış bir durumda bulunca; sıska keşişin özyapısını, ağır ağır ve sinsi sinsi hesaplanıp hazırlanan öcün derinliğini sonunda anlayan papaz yardımcısının ciğerine işledi; zavallıyı şaşkınlıkla karışık büyük bir korkuya düşürdü. Bu akıllar durduran değişikliğe, nasıl bir sihirli masal değneğiyle ulaşılmıştır? Yoksa artık bütün bunlar Birotteau'nun elinden gitmiş miydi? Herhalde Troubert'in şu kitaplığı seyrederken takındığı iblisce alaycı edayı görmekle; talihsiz Birotteau, gelecekteki Piskopos vekilinin ne denli nefretle diş bilemiş olduğu iki insandan, (can düşmanı saydığı Chapeloud'dan ve benliğinde hâlâ Chapeloud'yu bulduğu için de Birotteau'dan) kalma malları, ne yapıp edip ele geçirme konusunda pek güvenli olduğunu iyice anladı. Bu durum karşısında, zavallının sızım sızım sızlayan yüreciğinden bin türlü duygu ve düşünce geçti; adamcağız bu düşüncelerle, sanki düşe dalmış gibi kalakaldı. Troubert'in, sert sert yüzüne dikilmiş gözlerine bakarken, büyüye uğramışçasına taş kesildi.
Sonunda dile gelebilip dedi ki: - Sanırım, beni kendimin olan şeylerden yoksun etmek istemiş olacağınızı sanmıyorum mösyö. Gerçi Matmazel Gamard, sizi daha rahat bir yere geçirmek konusunda sabırsızlık duymuş olabilir; yalnızca kitaplarımı ayırıp toplamak, eşyalarımı taşıtmak için de bana zaman tanıyacak kadar insaf göstermesi gerekir. Rahip Troubert, yüzünde hiçbir heyecan belirtisi olmaksızın, soğuk bir edayla: - Mösyö, dedi, Matmazel Gamard, dün bana, henüz bilmediğim bir nedenle buradan ayrıldığınızı haber verdi. Buraya geçmek konusuna gelince; bu odaya, gerekli olduğu için geçtim. Rahip Mösyö Poirel de benim daireme yerleşti. Buradaki eşyaların Matmazele ait olup olmaması konusunda bir şey bilmiyorum; ama, eşyalar sizinse, ev sahibemizin iyi niyetli, doğruluk örneği bir insan olduğunu bilirsiniz; onun kutsal yaşamı, doğru bir insan olduğunu yeterince gösterir. Bana gelince, bir lokma bir hırka sözünce, ne denli yalın ve basit yaşadığımı bilmez değilsiniz. On beş yıldır tamtakır bir odada, en sonunda sağlığıma, yaşamıma mal olan rutubete aldırmadan yatıp kalktım. Bununla birlikte, yeniden bu dairede oturmak isterseniz, size burasını sevinerek bırakabilirim. Bu korkunç sözleri duyunca, Birotteau danışmanlık konusunu unuttu; Matmazel Gamard'ı bulmak üzere bir delikanlı çevikliğiyle aşağı indi; kadına merdivenin alt başında, yapının iki bölüğünü birleştiren geniş taşlıkta rasladı. İvedilikle selam verip, ne kadının dudaklarındaki alaycı, buruk gülümsemeye, ne de bakışlarına kapılan gözlerindeki parıltıyı ele veren o şaşırtıcı ışıltıya aldırmaksızın: - Matmazel, dedi, doğrusu anlamıyorum, nasıl oldu da beklemediniz, eşyalarımı kaldırana dek... Kadın, sözü onun ağzına tıkayarak: - Ne gibi! dedi. Bir eksik mi var, bütün eşyanız Madam de Listomère'e teslim edilmemiş mi? - Onlar başka, ben asıl eşyalarımı, mobilyalarımı söylüyorum... Kız kurusu: - Kuzum, senedinizi okumadınız mı siz? dedi. Bunu, kinin ve öfkenin her sözcüğün söyleniş biçimine ne çok ayrıntılar katma gücünde olduğunu anlatabilmek için, insana musiki diliyle, notayla yazma yollarını aratacak bir güçle söyledi. Bu tümceyle birlikte, Matmazel Gamard'ın boyu sanki daha büyüyor gibi oldu, gözleri daha parladı, yüzüne sevinç ışıltıları yayıldı, bütün varlığından keyif ve haz ürpertileri geçti. Rahip Troubert, sözde, elindeki koca cildi, aydınlığa tutup daha rahat okumak niyetiyle, yukardan bir pencere açtı. Birotteaucuk yıldırımla vurulmuşa dönmüştü. Matmazel Gamard, borazan sesi gibi cırlak bir bağırışla, kulağının dibinde şu tümcelerle uğursuzluk borusunu öttürüyordu: - Rahmetli Rahip Chapeloud'dan aldığım pansiyon ücretiyle sizin vermenizi kararlaştırdığımız kira payı arasındaki fark yüzünden uğradığım zararı karşılamak için, evimden çıktığınızda bütün mobilyanızın bana kalacağı konusunda anlaşmamış mıydık? Durum böyle olduğuna göre, rahip Poirel Efendi'nin de piskopos danışmanlığına atanması üzerine... Birotteau, bu son sözcükleri işitince, sanki kız kurusuyla esenleşir gibi hafifçe eğildi, sonra da ivedilikle dışarı sıvıştı. Daha fazla kalırsa, bayılıp yere yıkılmaktan, böylelikle de bu amansız düşmanlara daha büyük bir zafer sevinci vermekten korkuyordu. Yollarda sarhoş gibi yürüyerek, Madam de Listomère'in evine vardı ve orada, basık tavanlı bir odada, tek bir sandığa sığmış olan çamaşırlarını, giysilerini, darmadağın kâğıtlarını buldu. Bahtı kara papazcağız, eşyasının bu "kılıç artıkları"nın, onca şeyden elde avuçta kalan şu döküntülerin karşısında bir köşeye çöktü, göz yaşlarını kimsecikler görmesin diye ellerini yüzüne kapadı. Demek, rahip Poirel piskopos danışmanlığına geçmişti! Kendisi, Birotteau ise, evsiz, barksız, parasız pulsuz, eşyasız kalmıştı! Bereket versin, Matmazel Salomon'un, arabayla oradan geçeceği tuttu. Evin kapıcısı, zavallı papazın sonsuz üzüntüsünü anlamış olduğu için, arabacıya bir işaret yaptı. Bunun üzerine, yaşlı kızla kapıcının arasında geçen kısa bir konuşmadan sonra, papaz yardımcısı, kollarına girilip yarı ölü, yarı baygın bir durumda, kendisine sevgi ve bağlılık duyan bu yaşlı kızın yanına götürülmesine ses çıkarmadı; kadını görünce de ancak birbirini tutmaz birkaç söz söyleyebildi. Matmazal Salomon, zaten pek güçlü olmayan bir kafanın, geçici olarak da olsa böylesi bir perişanlığa uğramasından korkarak, bu bilinç bozukluğu (daha açık söylemek gerekirse, bu delilik) başlangıcını
rahip Poriel'in danışmanlığa atanması yüzünden duyulmuş üzüntüye yorarak, adamı hemen tezi tezine, Madam de Listomère'in köşküne, Allouette'e götürdü. Birotteau'nun Matmazal Gamard'la yapmış olduğu sözleşmenin maddelerinden, (zaten bunların kapsamını ve ayrıntısını adamcağızın kendisi de bilmediğinden) hiç haberli değildi. Gülünçlüğün en acıklı şeylere karışmış bulunması kimi zaman doğanın cilvelerinden olduğu için de, Birotteau'nun acayip yanıtları, Matmazel Salomon'u nerdeyse gülümsetecekti. Zavallıcık şöyle diyordu: - Chapeloud'nun hakkı varmış. Herif canavar! Kadın: - Kim? diye soruyordu. - Chapeloud. Her şeyimi aldı. - Poirel demek istiyorsunuz sanırım? - Yok canım, Troubert... Troubert. Sonunda "Çayırkuşu"na varabildiler; dostları papaz efendiye öyle candan davrandılar ki adamcağızı akşama doğru iyice yatıştırdılar; ertesi sabah da olup bitenlerin öyküsünü ağzından alabildiler. Soğukkanlı Mösyö de Bourbonne, doğal olarak hemen sözleşmeyi görmek istedi; çünkü avukatın bir gün önceki ziyaretinden beri, bütün bu bilmecenin anahtarının eski senette bulunabileceğini duyumsuyordu. Birotteau, üstüne pul yapıştırılmış uğursuz kâğıdı cebinden çıkardı, yaşlı adama uzattı. Mösyö de Bourbonne bunu hızla okumaya başladı, çok geçmeden, sözcüklere şöyle dökülmüş bir maddeye geldi: "Mezbure Sophie Gamard'ın balâda mukarrer şartlar mucibince hanesine kabul ettiği mumaileyh François Birotteau'nun tediye ile mükellef bulunduğu icar bedeliyle, merhum Mösyö Chapoloud'nun sabıken vermekte olduğu pansiyon ücreti arasında senevî sekiz yüz franklık bir fark mevcut bulunması sebebiyle zirde vâzı-ı imza François Birotteau'nun, hane sahibi matmazel Gamard'a, diğer pansiyonerleri ve alelhusus rahip Troubert tarafından tediye edilegelen meblağ-ı icarı, daha birçok seneler devamınca ödemek iktidarında bulunamıyacağını maaziyadetin kabul ve teslim eylemekte olması hasebiyle, hülâsa-yı kelâm, zirde vâzı-ı imza Sophie Gamard tarafından mumaileyh F. Birotteau'ya ödünç olarak verilmiş muhtelif meblağların da nazar-ı itibara alınması dolayısiyle, müstecir Birotteau; hîni vefatında, veya herhangi bir sebeple, herhangi bir zamanda olursa olsun, hâlen kiraladığı işbu mahalli kendi rıza ve arzusiyle terk eylediği ve bu suretle Matmazel Gamard tarafından balâda tekeffül edilmiş taahhüdat mündericatında mukarrer istifade ve menfaatlerden müstefit ve müntefi olmaktan fariğ kaldığı tarihte sahip bulunacağı bilcümle eşya-yı beytiye ve kâffe-i emval-i menkûlesini, makam-ı tazminatta, mucir Sophie Gamard'a terk eylemeyi kabul ve taahhüt eder..." (22) Emlak sahibi yaşlı adam: - Vay vay, alın size dörtdörtlük bir senet! "Mezbure Sophie Gamard cenapları"nın pençesine öyle bir silâh verilmiş ki! dedi. Zavallı Birotteau, çocuksu kafacağızından, günün birinde, kendisini Matmazel Gamard'dan ayırabilecek bir neden geçiremediği için, bu kadının evinde güzel güzel yaşayıp, rahatça ölmeyi tasarlamıştı. Bu dokuncalı maddeyi anımsamıyordu bile; zaten o zaman da sözleşme maddeleri üstünde tartışmaya, konuşmaya kalkışmış bile değildi. Başını kız kurusunun kanadı altına sokmak isteği içinde bütün bu maddeleri öylesine haklı bulmuştu ki, önüne hangi kâğıdı koysalar, imzasını basardı! Adamcağızın bu saflığı ne denli saygıdeğerse, matmazel Gamard'ın davranışı da o denli yılancaydı. Zavallı altmışlık adamın acıklı yazgısı öyle acıma duygusu uyandırıyor; zavallılığı ve umarsızlığı ona öyle yürekler acısı bir görünüş veriyordu ki, Madam de Listomère, ilk üzüntü ve kızgınlık anı içinde, hemen şöyle bağırdı: - Elinizden varınızı yoğunuzu alan ikinci senedin imzalanmasına ben neden oldum. Sizi yoksun kıldığım mutluluğa kavuşturmak, boynuma borç olsun. Yaşlı soylu söze karışıp: - Size bir şey söyliyeyim mi, o senet, hileli bir nitelik taşıyor, dava için bir neden oluşturabilir, dedi. Baron de Listomère atılıp: - İyi ya işte! Birotteau da dava açar. Tours'da yitirirse, Orleans'da kazanır. Orleans'da yitirirse Paris'te kazanır, diye bağırdı. Mösyö de Bourbonne, soğuk edasıyla:
- Dava açmak istiyorsa, katedraldeki papaz yardımcılığı görevinden istifa etmesini salık veririm, diye buyurdu. Madam de Listomère, sözünü sürdürerek: - Avukatlara danışırız, dedi, dava açmak gerekirse açarız. Ama bu sorun Matmazel Gamard için o denli çirkin bir şey ki... Üstelik Rahip Troubert için de öyle zararlı bir biçim alabilir ki, nasıl olsa, bir uyuşma yoluna yanaşmak zorunda kalacaklardır. Enine boyuna konuşmaların sonunda, her biri, rahip Birotteau'ya, kendisiyle bütün düşman takımı arasında açılacak savaşımda yardım sözü verdi. Şaşmaz bir öncü duyguyla, tanımlanamaz bir dışarlıklı içgüdüsüyle, her biri de, Gamard ve Troubert diyerek, bu iki ismi birleştirmek zorunda kalıyordu. Ama o aralık Madam de Listomère'de bulunanlardan hiçbiri, yaman yaşlı adamdan başka hiçbiri, böyle bir savaşımın önemini tam olarak bilmiyordu. Mösyö de Bourbonne, zavallı tombalak papazı bir köşeye çekti, yavaşça: - Şimdi şurada hazır bulunan on dört kişiden, on beş güne varmaz, sizden yana konuşacak bir tek insan kalmayacak. Birini yardımınıza çağırmak gereği duyarsanız; belki de o zaman, benden başka, sizi savunmayı göze alacak denli gözüpek birini bulamayacaksınız; çünkü ben taşrayı, insanları, işlerin gidişini, hele hepsinden çok da çıkar çatışmalarını bilirim! Ama, bütün dostlarınız, iyi niyetlerine karşın, sizi içinden çıkamayacağınız yanlış bir yola sürüklüyorlar. Gelin, öğüdümü dinleyin. Rahatça ömür sürmek istiyorsanız, Saint-Gatien'in papaz yardımcılığından da, Tours'dan da ayrılın. Nereye gideceğinizi söylemeyin; ama, Troubert'in size raslayamayacağı uzak bir kilisede iş bulmaya bakın. Papaz yardımcısı, tanımlanamaz bir korkuyla: - Tours'dan ayrılmak mı? diye bağırdı. Hiç ötesi yok, bu onun için ölmek gibi bir şeydi; dünyaya bağladığı, saldığı bütün kökleri koparmak, sökmek değil miydi bu? Bekârlar, duyguların yerini birtakım alışkanlıklarla doldururlar. Onların gerçek anlamıyla yaşam sürdürmelerini engelleyip, yalnızca yaşamın gelip geçici yolcuları ve konukları kılan bu manevi yaşama, üstelik zayıf bir özyapı da katışınca, dünya işleri, bu ruh gurbetine çıkmış kişilerde, şaşırtıcı bir etki yaratır. Nitekim Birotteaucuk da, rasgele bir bitkiye dönmüştü; onu yerinden çıkarıp başka bir yere dikmek, yok yere meyve verimini tehlikeye düşürmek demekti. Nasıl ki, yaşamak için, bir ağaç her saat aynı özsuyunu bulmak, kıl gibi ince ince köklerini aynı toprakta tutmak isterse, Birottteau da, tombiş tombiş, her zaman Saint-Gatien'de dolaşmalı, her zaman alıştığı gezi yeri olan Mail çevresinde piyasa adımıyla yürümeli, aynı sokakları bir kez daha arşınlamalı, her Tanrının akşamı da whist ya da tavla oynamak için dadandığı o üç salona taşınıp durmalıydı. Mösyö de Bourbonne, karşısındaki papaza bir tür acımayla bakarak: - Ya! Orasını düşünmedim, yanıtını verdi. Çok geçmeden, Tours kentinde herkes, bir tümgeneralden dul kalmış olan Madam La Baronne de Listomère'in, Saint-Gatien'de papaz yardımcılığı eden rahip Birotteau'yu evine almış olduğunu öğrendi. Birçok kimsenin inanamayıp kuşkuyla karşıladıkları bu olay, özellikle ilk olarak Matmazel Salomon cesaret gösterip de hileli senetten ve davadan söz edince, bütün soruları kestirmeden önlemiş ve çarpışacak partileri tümüyle belirlemiş oldu. Matmazel Gamard, kız kurularına özgü o buluttan nem kapmaya hazır bir kendini beğenmişlik duygusu ve bu gibilerin başlıca niteliklerinden sayabileceğimiz benlik davasını aşırıya kaçırma merakıyla, Madam de Listomère'in tuttuğu yol karşısında son derece gücenip kırıldı. Madam La Baronne sağbeğenisi, ince tavırları, dindarlığı yadsınamaz; yüksek tabakadan, her yönüyle zarif bir kadındı. Birotteau'yu kabul etmekle, Matmazel Gamard'ın bütün savlarını en kesin biçimde çürütmüş ve papaz yardımcısına karşı davranışını, dolaylı olarak, ayıplamış oluyor; böylelikle de, adamın eski ev sahibesinden ötürü, yana yakıla sayıp döktüğü yakınmaları haklı bulmuş görünüyordu. Bu öykünün daha açık olarak anlaşılabilmesi için, kız kurularının başkalarının davranışlarını anlama konusunda gösterdikleri o seziş ve kavrayış yeteneği sayesinde, Matmazel Gamard'ın nasıl bir güç edinebildiğini ve partisinin ne gibi kaynaklara dayandığını şurada anlatıvermemiz gerekiyor. Gamard cenapları, sessiz sedasız Troubert Efendi'yle birlikte, durumlarındaki benzerlik ve aynı içgüdüsel eğilimler dolayısıyla hepsi de birbirine kenetlenip bağlanmış bir düzine kadar insanın toplandığı dört beş eve, akşam konukluğuna gidiyordu. Bunlar, hizmetçilerinin çançanları ve ruhsal tutkularıyla haşır neşir olan bir iki kocakarı bozuntusu erkek; bütün günlerini komşularının ve toplumsal yaşamda
kendilerinden üstün ya da daha alt düzeyde olduklarına inandıkları insanların sözlerini elemek, davranışlarını iskandil etmekle geçiren beş altı kız kurusu; bir de özellikle dedikoduları imbikten çekmek, bütün servetlerin tastamam çizelgesini tutmak ya da el âlemin yapıp ettiğini denetlemekle uğraşan birkaç acuzeydi. Hele bu sonuncular, yapılacak evlenmeleri, falcı örneği, önceden keşfeder, düşman kesildikleri kadınların davranışlarını nasıl dillerine doluyorlarsa, "dost hemşireciklerini" de aynı zehir zemberek yöntemle yererlerdi. Hepsi de bir bitkinin özsu yollarına benzer biçimde kentin içine yerleşip kök salmış olan bu insanlar, bir yaprağın çiy tanelerine karşı duyduğu susuzlukla bütün haberleri, ev gizlerini emercesine içlerine çekerler; sonra da bunları, yaprakların içtikleri serinleme damlacıklarını doğal olarak sapa verişleri gibi, birer birer keşiş Troubert'e aktarırlardı. İşte böylece, haftanın her akşamında, bütün insanoğullarının benliğinde tazelenip duran o heyecan gereksinmesiyle fitili almış olan bu "hayırsever" sofular alayı, kentin durumu konusunda, "Onlar Konseyi"ne (23) taş çıkartan bir kavrayışla, tastamam bir bilanço çizer ve tutkuların yarattığı o bir tür (sağlam mı sağlam!) casus örgütünün silahlı polis kolunu oluştururlardı. Sonra da bu kadınlar bir olayın gizli nedenini keşfettikleri zaman, her biri karşılıklı "bölgelerinde"ki çançanlara güç ve ruh katabilmek için, kendilerine özgü gururun da itkisiyle, eski İsrail mahkemelerinde görev yapan "Yargıçlar kurulu"nun olgun bilgiçliğini anımsatan bir bilgiçlik takınırlardı. Bu hem aylak, hem çalışkan; hem görünmez, hem görür; hem dilsiz, hem de çenebaz "kurul", işte o zaman, anlamsız niteliğiyle görünüşte zararsız sanılan ama ağır basan bir çıkar duygusundan hız aldı mı, korku verici bir güç ve etki kazanırdı. İmdi, çok zaman vardı ki, ömürlerinin döngüsü içinde, rahip Troubert ile matmazel Gamard'a karşı Madam de Listomère'in desteklediği Birotteau savaşımı gibi ciddî, üstelik her biri için de bu denli genel anlamda bir olay çıkmamıştı. Gerçekten, Madam de Listomère, Merlin de La Blottiere ve de Villenoix gibi gösterişli ad sahiplerinin üç salonu, Matmazel Gamard'ın gelip gittiği evler tarafından, "düşman cephesi" sayıldığı için, bu kavganın içyüzünde birlik düşüncesiyle birlik ruhuna uyan o anlamsız gururlar toplanıyordu. Bu, bir köstebek yuvasında sanki ulusla Roma Senatosu'nun kavgası; ya da "astığım astık kestiğim kestik" yöntemiyle yönetimi ele almanın kolaylığı yüzünden, hükümet buyruklarının ve devlet memurluklarının ancak bir gün sürebildiği Saint Marin Cumhuriyetinden söz ederken, (Montesquieu'nün dediği gibi) bir bardak su içinde fırtına yaratıyor; ruhlarda, en büyük toplumsal çıkarları yönetmeye yetecek güçte tutkular geliştiriyordu. Zaman dediğimiz sürecin, ancak yaşamı karıştırıp kaynatacak büyük tasarılara kapılmış yürekler için pek çabuk geçtiğini kabul etmek yanlış olmaz mı? Rahip Troubert'in saatleri de tıpkı bir yükselme tutkununun, bir kumarbazın, bir sevdalının üzüntülü saatleri derecesinde, büyük bir canlılık içinde geçiyor; yine o türden kaygılarla yüklü bir durumda uçup gidiyor; aynı derin umutsuzluk ve umutla karışıp örseleniyordu. Türdeşlerimize, birtakım şeylere ve kendi benliğimize karşı; saklı yollardan kazandığımız zaferlerin bize nasıl bir enerjiye mal olduğunu, yalnızca Tanrı, o tek sırdaşımız bilir. Nereye gittiğimizi her zaman bilmezsek bile, yolculuğun yorgunluklarını hep biliriz. Yalnızca, bu satırları yazanın, bir an için eleştirmenlik rolünü oynamak üzere, anlatmakta olduğu dramdan ayrılma yetkisini kullanışını; bu kız kurularıyla iki papazın varlıklarına (onların asıl cevherlerini kemirip çürüten uğursuzluğun nedenini aramak amacıyla) sizleri bir göz atmaya çağırışını; insanoğlunun varlığına ruhsal soyluluğu verecek, dar yaşam çemberini genişletecek ve her varlıkta yaratılıştan gelen kökleşmiş bencilliği uyuşturacak artamları benliğinde geliştirebilmek için kimi tutkular duymasının gerekli olduğunu (belki de tam anlamıyla) kanıtlayabilmek dileğini gütmekte oluşuna vermelisiniz. Madam de Listomère, beş altı günden beri dostlarından birçoğunun, kendisi için yayılan ve ayrıntılarını bilmiş olsa kahkahalarla güleceği bir savı; yeğenine karşı gösterdiği sevgiye çirkin ve suç sayılan anlamlar yükleyen kötü bir dedikoduyu engellemek için epey dil dökmek zorunda kaldıklarını bilmeksizin, kente döndü. Birotteau'yu kendi avukatına götürdü. Adam, böyle bir davayı hiç de kolay görmedi. Papaz yardımcısının dostları, yasal bir hakkın verdiği güven duygusuna kapıldıkları ya da doğrudan doğruya kendi kişiliklerini ilgilendirmeyen bir davaya karşı isteksiz davrandıkları için, mahkemeye başvurma işini,
Tours'a dönecekleri güne bırakmışlardı. Bu sayede de Matmazel Gamard'ın kafadarları atiklik edip, konuyu rahip Birotteau'ya hiç de uygun gelmeyecek bir biçimde anlatmaya zaman buldular. İş bu duruma varınca, zaten müşterilerini özellikle kentin dindar tabakasından devşirmiş olan hukuk adamı, böyle bir davaya kalkışmamasını salık vererek, Madam de Listomère'i pek şaşırttı. Üstelik "söylevini" şu anlama gelecek sözlerle bitirdi: "Doğrusu aranırsa, böyle bir davayı üstlenmek niyetinde değildi; çünkü senette yazılanlara göre Matmazel Gamard hukuksal olarak haklı bulunuyordu; doğruluk bakımındansa, yani konu adalet ve yasa yolunun dışından ele alınırsa, Rahip Birotteau, mahkemenin ve dürüst insanların gözünde, şimdiye dek kendisinde bulunduğu varsayılan "barışçı ve dingin", "uzlaşmacı", "doğruluğa düşkünlük" gibi ruh özelliklerinden yoksun bir insan olarak görünecekti; üstelik yumuşak huyluluğu ve uysallığıyla tanınmış bulunan Matmazel Gamard, Birotteau'ya Chapeloud'nun vasiyetnamesi dolayısıyla ortaya çıkan veraset hakkı masrafları için gerekli parayı, karşılığında alındı belgesi filan almaksızın ödünç verip yardımda bulunmuştu; sonunda Birotteau, bir senedi, içinde ne yazılı olduğunu bilmeden, önemini anlamaksızın imzalayacak yaşta da değildi ya... Üstelik Matmazel Gamard'ın yanında iki yıl kaldıktan sonra (hem aynı yerde, dostu Chapeloud on iki; Troubert de on beş yıl oturmuşken)... Şimdi tutup buradan çıkmış bulunuyorsa, elbette bunun nedenini ve amacını kendisi biliyordu; dolayısıyla, kız kurusunun dava edilmeye kalkışılması, iyilik bilmezlik olarak görülecekti...". Şöyleydi böyleydi gibi bir sürü lâf daha... Avukat efendi, önden gitsin diye Birotteau'yu merdivene yönlendirdikten sonra, Madem de Listomère'i uğurlarken hafifçe yana çekti ve rahatını kaçırmak istemiyorsa bu işe karışmamasını salık verdi. Böyle olmakla birlikte, o akşam oyuna başlamadan önce, konuklar Madam de Listomère'in şöminesi başında halka olup oturdukları sırada, Bicêtre'in (24) daracık zindanında yargıtaydan gelecek bozma kararını bekleyen ölüm mahkûmu denli üzüntü ve acı çeken zavallı papaz yardımcısı, yine de dostlarına, o ziyaretinin sonucunu bildirmekten kendisini alamadı. Mösyö de Bourbonne sesini yükseltip: - Tours'da, Liberal Parti'nin savunmanı dışında, bu davayı yitirmeyi göze almaksızın üstlenecek; yalan dolana, yaygaraya şerbetli tek bir insan tanımıyorum. Doğrusu o yola başvurmanızı da salık vermem, dedi. Deniz binbaşısı: - Olur şey değil, şuna apaçık rezalet desenize! Öyleyse, rahip efendiyi bu avukata ben götürürüm, dedi. Mösyö de Bourbonne sözünü keserek: - Karanlık basmadan gitmeyin, diye uyardı. - Neden? - Rahip Troubert'in, önceki gün ölen hazretin yerine geçtiğini, yani piskopos vekilliğine atandığını öğrendim. - Rahip Troubert falan vız gelir bana. Otuz altı yaşındaki Baron de Listomère, ne yazık ki ağzından çıkan söze dikkat etmesi için Mösyö de Bourbonne'in, belediye meclisi üyelerinden, Troubert'in dostu olarak tanınmış birini göstererek yaptığı işareti anlayamadı. Nitekim deniz binbaşısı onunla da kalmayıp şunu ekledi: - Eğer Troubert Efendi, hilecinin biriyse... Mösyö de Bourbonne hemen atılıp onun sözünü kesti: - Yoo, bu olmadı işte! Rahip Troubert Efendiyi, tümüyle dışında olduğu bir işe sokmanın anlamı var mı? Baron sözünü sürdürerek: - Öyle ama, hazret şu dakika, rahip Birotteau'nun eşyalarına konmuş bulunmuyor mu? dedi. Bir kez Chapeloud'yu ziyarete gitmiştim, orada iki değerli tablo gördüğümü anımsıyorum. On bin frank değerinde olduklarını varsayın? Aslında kitaplıkla mobilyaların değeri aşağı yukarı bu toplamı bulurken; Mösyö Birotteau, şu Gamard olacağın yanında iki yıl oturmak için on bin frank vermeye niyetlenmişti diye mi kabul edeceksiniz? Elinde böyle büyük bir serveti tutmuş olduğunu öğrenince, Birotteaucuğun gözleri fal taşı gibi açıldı. Baron cenapları ateşli ateşli sözlerini sürdürerek şunları ekledi:
- Akla sığar şey mi efendim! Paris Müzesi'nin eski uzmanı Mösyö Salmon, kaynanasını görmek üzere buraya, Tours'a gelmiş bulunuyor. Bu akşam rahip Birotteau ile kendisine gidip, tablolara değer biçmesini rica edeceğim. Oradan da, dostumuzu dediğiniz avukata götürürüm. Bu konuşmadan iki gün sonra, dava konusu tam kıvamını bulmuştu. Birotteau'nun savunmasını üstlenen Liberal Parti savunmanı, papaz yardımcısının işine epey zarar veriyordu. Hükümet karşıtı geçinenler, öte yandan papazları ya da dini (birçok kimsenin birbirine karıştırdıkları bu iki şeyi), sevmemekle tanınmış olanlar, bu konuyu dillerine doladılar. Böylece de Birotteau-Gamard davası, bütün kentin diline düşmüş oldu. Müzenin eski uzmanı, Valantin'in "Meryem Ana"sına ve Lebrun'ün "Mesih"ine, bu önemli sanat yapıtlarına, on bir bin frank değer biçmişti. Kitaplıkla gotik mobilyaya gelince; bu gibi şeylere karşı Paris'te günden güne artan heves ve merak modası, bunlara şimdilik on iki bin franklık bir değer kazandırıyordu. Uzun sözün kısası, uzman efendi inceleme ve tahminleme işinin sonunda, bütün eşyaya on bin ekülük bir fiyat biçti. İmdi, Birotteau Efendi, koşula bağlı zarar karşılığı gereğince Matmazel Gamard'a borçlu sayılabileceği az bir para için, böyle pek büyük bir para ödemeyi amaçlamış olamayacağına göre, ortada, sözleşme maddelerinin hukuksal ve adlî bakımdan değiştirilmesi, düzeltilmesi konusunda gerçek nedenler vardı; yoksa, ev sahibesi, hırsızlıkla suçlanabilirdi. Liberallerin savunmanı, konuyu Matmazel Gamard'a karşı dava başlangıcı oluşturacak hazırlık çalışmasıyla mahkemeye götürdü. Kimi yasal maddelerin ve yüce hükümlerin ileri sürülmesiyle desteklenip güçlendirilmiş olan bu dilekçe, her ne denli buruk ve atak bir dille yazılmışsa da, hukuksal mantığın bir başyapıtı olmaktan geri kalmıyor ve kız kurusunu öyle açık olarak mahkûm ediyordu ki, bunun otuz kırk kopyası kentin içinde, muhalif parti tarafından hınzırca bir el çabukluğuyla dağıtılıverdi. Kız kurusuyla Birotteau arasındaki düşmanlık kavgasının resmen başlamasından birkaç gün sonra, epey zamandır Deniz Bakanlığı'nda müjdesi dolaşan ilk yükselme listesine yarbaylıkla gireceğini uman Baron de Listomère, bir arkadaşından, kendisinin eylemli kadrodan çıkarılacağı konusunda, dairede kimi söylentiler döndüğünü bildiren bir mektup aldı. Bu haber karşısında etekleri tutuşarak hemen Paris'e doğru yola çıktı; Baron de Listomère'in sayıp döktüğü kaygılara şaşıran ve bol bol gülen bakanın ilk gece toplantısına koştu. Baron, bakan cenaplarının verdiği söze "bakmayarak", ertesi günü ilgili kalem odalarını bir kolaçan etti. Bazı üstlerin, eş dost uğruna kolayca yapabildikleri boşboğazlık yanlışlığı sayesinde, bir yazman arkadaşı, kendisine bir genel müdürün hastalığı dolayısıyla henüz bakana sunulmamış ve uğursuz haberi pek iyi doğrulayan, her noktası tamam ve hazır, koca bir yazı destesi gösterdi. Bunun üstüne Baron de Listomère, hemen bir koşu, milletvekilliği konumu sayesinde bakan cenaplarını hemen, sıcağı sıcağına Meclis'te görebilecek bir amcasına koştu, bakan hazretlerinin düşüncesinin ve amacının ne olduğunu araştırsın diye ricada bulundu; çünkü şakası yok, baron için geleceğinin yok olup gitmesi söz konusuydu! Nitekim amcasının arabasında oturup meclis toplantısının sonunu büyük bir üzüntüyle bekledi. Milletvekili amca, toplantı sona ermeden önce, hem de epey önce çıktı ve konağına gidene dek, yol boyunca yeğenini şu sözlerle haşladı: - Kuzum Tanrı aşkına, nerden aklına eser de, papazlara savaş açar, burnunu bu türlü işlere sokarsın! Bakan söze nasıl başladı, biliyor musun... Siz efendimizin, Tours'da, Liberal Parti'ye elebaşılık ettiğini haber vermekle! Suç sayılacak düşünceler taşıdığını, hükümetin çizdiği yolda yürümediğini daha da buna benzer birtakım şeyler söyledi. Sanki Meclis kürsüsünde konuşuyormuş gibi lastikli, karmakarışık tümceler kullandı. Bunun üstüne ben de, "Yoo, olmadı, şöyle açık açık konuşacak mıyız?" dedim. O zaman, hazret bin dereden bin su getirmeyi bırakıp, senin başpapazlık makamıyla bozuşmuş olduğunu söyledi. Kısacası, arkadaşlara da sorup danışınca, şunu öğrendim: Rahip Troubert adında biri için ileri geri sözler ediyormuşsun; bu adam görünürde sıradan bir piskopos vekili; ama, rahipler topluluğunun temsilcisi olarak bulunduğu ilin en önemli kişisiymiş. Bakanın karşısında, her sorumluluğu üstlenmek koşuluyla sana kefil oldum. Bak efendi oğlum, ilerlemek istiyorsan din adamlarıyla aranı açacak işlere kalkışayım deme. Hemen Tours'un yolunu tut, o piskopos vekili denen iblisle barış görüş olmaya bak. Piskopos vekillerinin bozuşmaya gelir yaratıklardan olmadıklarını öğren. Ne diyeyim, Tanrı cezanı kaldırsın emi! Hepimiz din işlerini yeniden kurup yoluna koyalım diye uğraşır çabalarken, yarbaylığa
yükselmek isteyen bir deniz binbaşısının papaz takımına aşağı gözle bakması gibi saçma, anlamsız bir iş olamaz! Rahip Trousbert'le barışmanın yolunu bulamazsan, bundan sonra bana güvenme. Senin gibi bir yeğenim yoktur der, çıkarım. Din İşleri Bakanı, demin, bu adamdan, gelecekteki bir piskopostan söz eder gibi ağız kullanarak konuştu. Troubert keşişi ailemize kancayı takarsa, gelecek senato üyesi listesine beni geçirtmemenin yolunu da bulabilir. Anlıyor musun oğlum? Bu sözler, deniz binbaşısına, Troubert'in sinsi ve gizli uğraşlarını açıklamış; saf Birotteau'nun bön bön sorduğu, "Bu adam da uzun geceleri geçirecek ne işler bulur bilmem ki..." sorusunun yanıtını da vermiş oluyordu. Piskopos danışmanının, şu koca eyaletin kolluk görevini nasıl da ustalık ve kurnazlıkla, sanki pîr aşkına gören "kadınlar senatosu"ndaki konumu ve kişisel yeteneği, rahipler topluluğuna, kentin bütün kilise emektarları arasından seçilip Touraine yöresinin "adı bilinmeyen prokonsülü" (25) olarak el üstünde tutulmasına yol açmıştı. Başpiskopos, general, belediye başkanı, küçük büyük herkes, onun sanki gücünü gizilbilimlerden alan gizli ve örtülü egemenliği altında bulunuyordu. İşte böylece, Baron de Listomère'e de tez elden kesin kararını vermek düştü. Amcasına dönüp: - Papaz güruhunun ikinci bir yaylım ateşine hedef olmak niyetinde değilim. İçiniz rahat olsun, dedi. Amcayla yeğen arasındaki bu diplomatik görüşmeden üç gün sonra, ivedi posta iletimiyle görevli arabayla, hiç beklenmediği bir sırada Tours'a dönen denizci, hemen geldiği akşam yengesinin karşısına geçti, her ikisi de "şu salak" Birotteau'yu desteklemek inadından caymazlarsa, de Listomère ailesince beslenen en yüce umutların ne gibi tehlikelere uğrayacağını bir bir açıklayıp anlattı. Yaşlı soylu, whist partisinden sonra ayrılıp gitmek üzere bastonuyla şapkası için arandığı sırada, Genç Baron Mösyö de Bourbonne'ı durdurup alıkoymuştu. Listomère gemisinin içine dalıp sıkıştığı su yüzüyle tehlikeli kayalıkları aydınlatabilmek için, kesinlikle bu "yaman yaşlı adam"ın tutacağı ışıklara gereksinmesi vardı; aslında bu hinoğluhin, sırf onu kulağına, "Kuzum siz kalın, konuşacak şeylerimiz var," dedirtmek için, zamanından önce bastonuna ve şapkasına uzanmıştı. Baron'un çabucak dönüşü, zaman zaman yüzüne çöken çatkınlık ve ciddîlikle hiç uyuşmayan hoşnutluk cakası, Mösyö de Bourbonne'a, binbaşının Gamard'la Troubert'e karşı çevirdiği savaş manevrasında bir bozguna uğramış olduğunu az çok belli etmişti. Genç baron, din dalaverelerinin kurdu olmuş piskopos vekilindeki gizli gücü sayıp dökerken, hiç de şaşkınlık göstermedi. - Biliyordum, dedi. Madam La Baronne: - Aşkolsun! Öyleyse bizi neden uyarmadınız? diye bağırdı. Adam da, eni konu bağırarak şu yanıtı verdi: - Madam, bu papazın görünmez etki gücünü keşfetmiş olduğumu unutun; ben de bunun artık sizlerce de bilindiğini unutayım. Birbirimizin gizini tutmazsak, bu adamın suç ortakları olur çıkarız; herkesi kendimizden ürkütür, tiksindiririz. Benim gibi yapın; kolay aldanan, kolay yutan biri gibi görünmeye bakın; ama çürük tahtaya basmayın. Ayağınızı atacağınız yeri iyi bilin. Sizi yeterince uyarmıştım; anlamıyordunuz ki, doğrusu ben de kendime söz getirmek istemedim. Baron: - Şimdi nasıl bir yol tutturmalı? dedi. Birotteau'yu yüzüstü bırakıvermek, söz konusu değildi. Nitekim, bu karar; danışma için kafa kafaya vermiş üç insanın açıkça söylemeden anlaştıkları ilk konu oldu. Mösyö de Bourbonne, baronun sorusuna şu yanıtı verdi: - Sancağı, topu tüfeğiyle geri çekilmek, her zaman en becerikli generallerin hüneri diye kabul edilmiştir. Troubert'e boyun eğin; kini onurundan üstün değilse, onunla el ele verebilirsiniz. Ama gereğinden çok eğilirseniz, sizi çiğneyip geçebilir; çünkü, Boileau'nun (26) dediği gibi: Yıkılmaktansa yık'tır, kilisenin ilkesi. Bu adamı, askerlikten çekilmek niyetinde olduğunuza inandırın Mösyö le Baron, böylelikle elinden kurtuldunuz demektir. Siz de papaz yardımcısını evinizden savmaya bakın madam; Gamard cadalozuna hak vermiş olursunuz. Başpiskoposun yanında, Troubert'e whist oynamasını biliyor mu diye sorun, size "evet" diyecektir. Kendisini, kabul olunmak istediği bu salona, bir oyun partisine katılmak üzere çağırın; kesinlikle gelecektir. Kadınsınız, bu papazı kendi çıkarlarınızdan yana çevirmeyi bilin. Baron, yarbay;
amcası da senato üyesi, Troubert de piskopos olunca, Birotteau'yu gönül rahatlığıyla danışmanlığa geçirebilirsiniz. O zamana dek eğilin; yalnızca kararını kaçırmadan, hem de tehdit ederek eğilin. Çünkü Troubert'i onun sizi destekleyebileceği denli kayırmak, ailenizin elindedir; bu adamla iyice uzlaşıp anlaşmak için olanaklarınız var. Siz de denizci bey, elde iskandille yürüyün! Madam la Baronne: - Zavallı Birotteau! dedi. "Yaman yaşlı", giderayak: - Ha, onun hesabını hemen görmeye bakın; Tanrı korusun, kurnaz bir liberal bu boş kafayı ele geçirecek olursa, başınıza türlü dertler çıkarabilir. Mahkeme de ondan yana karar verecek gibi görünüyor; Troubert de bu kararın korkusunu çekiyordur. Sizleri, savaşa önayak olduğunuz için, haydi neyse deyip bağışlayabilir; ancak, bozguna uğradıktan sonra amana gelir yanı kalmayacaktır. Benden söylemesi, işte bu kadar. Burunotu kutusunu çat diye kapattı; kaloşlarını giydi ve çekip gitti. Madam La Baronne, ertesi sabah kahvaltıdan sonra, papaz yardımcısıyla yalnız kaldı ve adamcağıza, kızara bozara, şöyle dedi: - Mösyö Birotteau, sevgili dostum, şimdi sizden isteyeceğim şeyleri, biliyorum, pek haksız ve yersiz bulacaksınız; ama emin olun ki, hem sizin hem de bizim çıkarımız için, daha önce ileri sürdüğünüz hak ve savlardan vazgeçerek Matmazel Gamard'a karşı açtığınız şu davayı durdurmanız, sonra da evimden çıkmanız gerekiyor. Bu sözleri duyunca, zavallı papazın beti benzi atıverdi. Soyluluk simgesi hanımefendi, sözlerini sürdürerek: - Başınıza gelen dertlerin, suçsuz yere de olsa, nedeni benim; şunu da biliyorum ki, yeğenim işe karışmasaydı bugün size ve bize üzüntü kaynağı olan şu davayı açmayacaktınız. Ama bakın, beni dinleyin! Bu konunun ortaya çıkardığı sakıncaları enine boyuna adamcağızın önüne serdi ve sonucunun ciddiliğini ve önemini açıkladı. O gece daldığı derin düşünceler, Madam La Baronne'a Troubert'in yaşamında, akla yakın gelen birtakım geçmiş şeyler olacağını keşfettirmişti: bu sayede de Birotteau'ya, nasıl da ustalıkla ağını örüp hazırlamış olan bu kinin, onu nasıl bir pusuya düşürdüğünü, noktası noktasına gerçekten kanıtlayabildi; Birotteau'yu dört yandan kuşatan kini, bu korkunç duygunun nedenlerini anlattı; Troubert yılanını, on iki yıl boyunca Chapeloud'nun önünde uyur gibi çöreklenmiş, şimdi de rahmetlinin dostunda, yine Chapeloud'yu ısırır, Chapeloud'yu zehirler bir durumda göstererek, adamcağıza düşmanının üstün gücünü, yüksek yeteneğini anlatmak olanağını buldu. Masum Birotteau, tertemiz yüreciğiyle, hiçbir zaman anlayamayacağı bu insan kötülükleri karşısında, sanki duaya varmış gibi ellerini kenetledi, üzüntüsünden ağladı. Uçurum kıyısında kalmışçasına bir korkuyla, yaşlı gözleri bir noktaya dikili, ama ağzını açıp tek bir düşünce yürütemeden, koruyucusunun nutkunu dinliyordu. İyiliksever dostu, işte şu sözleri ekleyerek, sözünü tamamlıyordu: - Sizi yüzüstü bırakmakla işlediğimiz kötülüğü biliyorum, ama sevgili rahip, aile görevleri dostluğun yükümlülüklerinden ağır basıyor. Bu boraya siz de benim gibi boyun eğin; minnet borcumu her bakımdan kanıtlamaktan geri kalmayacağım. Maddî çıkarlarınızdan söz etmiyorum; bunları karşılamayı üstüme alıyorum. Geçim derdi diye bir üzüntünüz olmayacak. Görünüşü kurtarmasını bilecek olan de Bourbonne aracılığıyla hiçbir şeyden yana eksiğiniz kalmamasını sağlayacağım. Aziz dostum, size ihanet etmek hakkını verin bana. Şu yalancı dünyanın koyduğu kurallara uymakla birlikte, size hep dost kalacağım. Karar verin. Uğradığı şaşkınlıkla büsbütün alıklaşan zavallı keşiş: - Chapeloud'nun yerden göğe kadar hakkı varmış... diye haykırdı; boşuna, "Ayaklarımdan çekip beni mezarımdan sürümeye gücü yetse, bu Troubert kafiri onu bile yapar!" dememişti; hakkı varmış! Hem baksanıza, Chapeloud'nun yatağında yatıyor. Madam de Listomère: - Yanılıp yakılmanın sırası değil; çok vaktimiz de yok. Kararınızı verdiniz mi onu söyleyin! dedi. Birotteau, öyle altın yürekli bir adamdı ki, yaşamın büyük bunalımlarında, ilk anın, o düşünmeksizin içten kopup gelen özveri duygularına hemencecik boyun eğeceği, besbelli bir şeydi. Ömrü de artık can
çekişmeye dönüşmüştü. Koruyucusuna, onun da yüreğini sızlatan umutsuz ve içler acısı gözlerini çevirerek: - Kendimi size emanet ediyorum. Artık ben "çiğnenti"ye döndüm! dedi. Tourslu ağzıyla söylenen bu sözcüğün, "saman çöpü"nden daha uygun bir karşılığı yoktur. Ama çocukların gönüllerini, yüzlerini ışıldatan sarı, parlak, pırıl pırıl, minicik saman çöpleri vardır; oysa "çiğnenti"; rengini atmış, çamurlanmış, su akıntılarında sürünüp gitmiş, rüzgârla savrulmuş, gelip geçenin ayaklarıyla basılıp kıvrılmış olan "saman çöpü"dür. Adamcağız, sözünü sürdürdü: - Yalnızca şunu söyleyeyim madam, Rahip Troubert'e, Chapeloud'nun portresini bırakmak istemiyorum; o benim için yapıldı, benim malımdır; bu resmin bana geri verilmesini sağlayın, geri kalanlar onların olsun. Madam de Listomère: - Pek iyi, Matmazel Gamard'a giderim; dedi. Bu sözcükler, Madam de Listomère'in, kız kurusundaki gururu okşamak pahasına uğrayacağı alçalışa katlanmak için gösterdiği çabayı belirten bir tonla söylendi. Sonra da şunları ekledi: - Her konuyu çözümlemeye çalışacağım. Doğrusu sonuç alabileceğimi beklemiyorum. Hemen kalkıp Mösyö de Bourbonne'a gidin, davanızdan vazgeçtiğinizi bildiren yazıyı hazırlasın; bu kâğıdı, resmî ayrıntıları neyse yaptırıp bana getirin. Sonra da, inşallah başpiskopos hazretlerinin yardımıyla, belki bu işi bitiririz artık. Birotteau, büyük bir korku içinde evden çıktı. Troubert Efendi, gözünde, bir Mısır piramidinin yüceliğini almıştı. Bu adamın elleri Paris'te, dirsekleri Saint-Gatien dehlizindeydi! Kendi kendisine: - Akıllar durur; Mösyö le Marki de Listomère'in senato üyeliğine bu adam engel olsun ha? Üstelik, başpiskopos hazretlerinin yardımıyla, belki artık bu iş bitermiş, ha! diye söyleniyordu. Bu kadar büyük çıkarların karşısında, Birotteau kendini devede kulak yerine koyuyor, kendi suçluluk yargısını ve cezasını yine kendi veriyordu. Birotteau'nun Madam la Baronne'un evinden taşınıp çıkma haberi, nedeninin bir türlü anlaşılamaması yüzünden, büsbütün şaşkınlık uyandırmıştı. Madem de Listomère, yeğeninin evlenmek ve askerlikten ayrılmak istemesi üstüne, kendi dairesini büyütmek zorunda kaldığından, papaz yardımcısının oturduğu bölüğe gerek duyulduğunu söylüyordu. Birotteau'nun davadan vazgeçtiğini henüz kimse bilmiyordu. Böylece, Mösyö de Bourbonne'un söyledikleri, yolu yordamınca yerine getirilmişti. Bu iki haber piskopos vekilinin kulağına gidince, Listomère ailesinin, tam anlamıyla teslim olmuyorsa da yansız kaldığını, papaz topluluğunun görünmez, sezilmez, gizemli gücünü dolaylı olarak kabul etmiş bulunduğunu belirterek, keşiş efendi hazretlerinin onurunu okşamış olacaktı: bu yüce gücü kabul etmek, ona boyun eğmek sayılmaz mıydı? Ancak dava, daha doğrusu yasanın eli, henüz "sümen altında" duruyordu. Bu da hem eğilmek, hem de korkutmak değil miydi? Böylelikle Listomerèler, bu savaşımda tastamam piskopos vekilinin durumuna benzer bir tavır takınmış oluyorlardı; konunun dışında kalıyor ve her şeyi yönlendirebilme gücünü elde tutuyorlardı. Ama araya önemli bir olay karıştı ve Gamard-Troubert cephesini yatıştırmak için Mösyö de Bourbonne ile Listomèrelerin inceden inceye tasarladıkları düzenin başarıya erişmesi büsbütün zorlaştı. Bir gün önce, Matmazel Gamard katedralden çıkarken üşüterek yatağa düşmüştü; adamakıllı hasta olduğu söyleniyordu. Bütün kent halkı, sahte bir acımanın kızıştırdığı sızlanmalarla dövünüp duruyordu. "Matmazel Gamard'ın duyarlığı bu dava rezaletine dayanamamıştı. Yerden göğe kadar haklı olduğu halde, üzüntüsünden ölüyordu işte... Birotteau, velinimetini öldürüyordu..." Kadınlar Derneği adsız yandaşlarının, bu yüceler yücesi örgütün, kılcal damar örgülerini anımsatan dedikodu borularından fırlattıkları ve Tours'un da bol keseden yineleyip durduğu tümcelerin mayası, işte bu düşüncelerle yoğrulmuş bulunuyordu. Madam de Listomère, kız kurusuna, (ziyaretinin ürününü toplayamadan) başvurmuş olmanın utancına uğradı. Renk vermeden, "pek büyük bir incelikle" piskopos vekiliyle konuşmak isteğinde bulundu.
Kendisini küçümsemiş olan bir kadını, Chapeloud'nun kitaplığında, tartışma konusu o iki tabloyla süslü şöminenin başında kabul etmekle belki gururu okşanmış olan Troubert, Madam la Baronne'u iki dakika bekletti; sonra konuğu huzura almaya rıza gösterdi. Hiçbir kral "nedim"inin, hiçbir diplomatın, kişisel çıkarları için yaptıkları çekişmede ya da ulusal bir tartışmayı yönetmede; La Baronne'la Keşiş efendinin, karşı karşıya oyun sahnesinde kaldıkları an gösterebildikleri becerinin, ikiyüzlülüğün, "bilmezden gelme"nin ve "düşünceleri derinleştirme" gücünün eline su dökemeyeceğini söyleyebiliriz. Ortaçağda, savaş alanına gireceği sırada şampiyonun (27) eline silahını kalkanını veren, üstelik değerli öğütlerle onu kışkırtan yardakçı gibi, "yaman yaşlı" da, Madam La Baronne'a şu öğütleri sunmuştu: Rolünüzü unutmayın; siz, düşmanları uzlaştırmak amacını güdüyorsunuz; konuyla kişisel olarak ilgili değilsiniz! Troubert'i de yalnızca aracı olarak görüyorsunuz. Sözünüzü tarta tarta söyleyin! Piskopos vekilinin sesinde belirecek değişikliklere dikkat edin; çenesini sıvazlarsa, onu elde ettiniz demektir. Kimi ressamlar, insanın söylediğiyle düşündüğü arasında, çoğu zaman var olan karşıtlığı karikatür olarak canlandırmakla gönül eğlendirmişlerdir. Keşiş hazretleriyle kibar hanımefendi arasında geçen söz düellosunun önemini iyice kavrayabilmek için, burada da, önemsiz tümceler altında, karşılıklı saklayadurdukları düşünceleri açığa vurdurmak gerekiyor. Madam de Listomère, Birotteau davasından ötürü duyduğu üzüntüden dem vurmakla başlayıp, sözü bu konunun her iki yanı da hoşnut edecek bir yöntemle bitmesi dileğinde olduğuna getirdi. Rahip Troubert yaşlı ve ağır aksak bir sesle: - Artık olan oldu madam; erdem ve namus simgesi Matmazel Gamard şu dakika ölümle pençeleşiyor; dedi. (Düşündüğüyse şöyleydi: Bu alık kıza metelik verdiğim yok, ama ölümünü sizin sırtınıza yüklemeye, bu ölümü kendinize dert edecek denli aptalsanız, böyle bir silahla vicdanınıza çullanmaya can atmıyor da değilim.) Bir sessizlik anı oldu. Papaz efendi, içinde kabaran heyecanı örtüp peçelemek için, gepgeniş göz kapaklarını kartal gözlerinin üzerine indirerek, sonunda şöyle buyurdu: - Matmazel Gamard'ın dünyasal işleri beni ilgilendirmez. (Bu ara aklından geçirdikleri: Yağma yok! Beni faka bastıramazsınız! Ama neyse, Tanrıya şükürler olsun! Yerin dibine batası savunmanlar üzerime çirkef sıçratabilecek bir işi artık dillerine dolayamayacaklar. Şu halde, Listomèrelerin böyle karşımda kul köle olmak için ne zorları var? Acaba ne istiyorlar?) Madam La Baronne: - Efendi Hazretleri, diye yanıt verdi; Matmazel Gamard'ın çıkarları sizi nasıl ilgilendirmiyorsa, Mösyö Birotteau'nun işleri de beni öylece ilgilendirmemektedir. Yalnızca, ne yazık ki bu konunun dillere, mahkemelere düşmesi yüzünden din zarar görüp incinebilir; aslında, sırf ara bulmak amacıyla karıştığım böyle bir konuda, zatıalinizi de ancak bağışlayıcı bir arabulucu olarak görmekteyim... (Bir yandan da şöyle düşünüyordu: Ne sen beni aldatabilirsin Troubert efendi, ne de ben seni. Şu yanıttaki yergi oyununu anlayabiliyor musun?) Piskopos vekili: - Hiç din zarar görüp incinir mi madam! diye buyurdu. Dinin, örseleyici insan ellerinin ulaşamayacağı denli yüce bir konumu vardır. ("Din, yani ben" diye düşündü). Ve ek olarak şu hikmeti savurdu: - Yüce Tanrı, biz kullarını yanılmadan yargılamasını bilecektir; ben ancak onun mahkemesini tanır, bilirim. Kadın: - İyi ya mösyö, öyleyse, insanların yargılarını Tanrı'nın yargılarıyla uzlaştırıp bağdaştırmaya çabalayalım, yanıtını verdi. (Biliyoruz, din demek sen demeksin!) Rahip Troubert sesinin tonunu değiştirerek: - Yeğeniniz beyefendi Paris'e gitmediler mi? (Şöyle düşünüyordu: Benim kim olduğum, orada kafanıza dank etmiştir. Beni aşağı görmüştünüz, ama şimdi de sizi ayaklarımın altında ezip çiğneyebileceğimi anlıyorsunuz. Teslim bayrağı elde, uzlaşmaya geldiniz.). - Evet mösyö, kendisini sorarak gösterdiğiniz ilgiye teşekkür ederim. Bu akşam Paris'e dönüyor; bize karşı pek iyi davranan ve yeğenimin askerlikten ayrılmasını bir türlü istemeyen bakan hazretleri onu
resmen çağırdı da... (Düşüncesi: Seni iki yüzlü zangoç bozuntusu seni, bizi çiğneyemeyeceksin; alay ettiğini anlamadık sanma.). Bir sessizlik ve sözün arkası: - Yeğenimin bu konudaki davranışını uygun bulmuyorum. Ancak bir denizcinin, hukuk işlerine akıl erdirememesini bağışlamak gerek. (Asıl düşüncesi: Gel el ele verelim, çekişmekten bir şey kazanacağımız yok.). Keşiş efendinin "lûtfettiği" hafif bir gülümseme, yüzünün kırışıkları arasında yitip gidiverdi. Gözlerini, sözünü ettiğimiz tablolara dikerek: - Bize, şu iki yapıtın değerini öğretmek bakımından, yardımı dokunmuş oldu diyebiliriz; bu tablolar, Meryem Ana mihrabını ne güzel süsleyebilir. (Bu arada düşündükleri: Bana bir yergi oku fırlattınız, işte size iki tane karşılığı; ödeştik madam!) - Bunları Saint-Gatien'e vermek niyetindeyseniz, konacakları yere ve yapıtın değerine uygun çerçeveleri kiliseye armağan etmek zevkini bana bırakmanızı rica edeceğim. (Bir yandan da şöyle düşünüyordu: Elimde olsa da Birotteau'nun eşyalarına, hem de nasıl göz dikmiş olduğunu sana bir bir söyletebilsem!) Hep tetikte duran rahip: - Kendi malım değil ki, dedi. Madam de Listomère: - İşte, her türlü tartışmayı gideren ve onları Matmazel Gamard'a geri veren resmî bir kâğıt, dedi; vazgeçme belgesini masanın üzerine koydu. (Aklından şu sözleri geçiriyordu: Bakın hazret, size nasıl da güven gösteriyorum.) Beri yandan şöyle sürdürdü sözünü: - İki Hıristiyanı barıştırıp uzlaştırmak size uygun, dindar ahlakınıza yaraşır bir iş olacak mösyö; gerçi artık rahip Birotteau'yla pek ilgim yoksa da... Keşiş hemen onun sözünü keserek: - Ama onu evinizde oturtuyorsunuz, dedi. - Hayır efendim, artık evimde değil. (Hem bu yanıtı veriyor, hem de, Kayınbiraderimin senato üyeliği, yeğenimin yükselme konusu bana epey alçaklığa mal oluyor, diye düşünüyordu). Keşiş efendi taş gibi durdu, ama durgun oluşu, onun pek heyecanlandığını gösterirdi. Bu görünüşteki dinginliğin gizine varmış olan, yalnızca Mösyö de Bourbonne'du. Diyecek yok; hazret zafere ulaşmıştı! Bir kadını, duyduğu iltifatları yinelemeye yönelten duygunun benzeri bir isteğe kapılarak: - Bu kâğıdı kendi elinizle getirmek zahmetine niçin katladınız? diye sordu. - İçimden gelen bir acıma duygusuna karşı koyamadım. Zayıf özyapısı sizce de bilinen Birotteau çok yalvardı, Matmazel Gamard'la konuşmamı ve davadan vazgeçmesine ve... Keşiş efendi kaşlarını çattı. - ...seçkin, güçlü savunmanların kabul edip desteklediği hakkından el çekmesine karşılık olarak istediği bir portre varmış da... Rahip, Madam de Listomère'e gözlerini dikti. Kadın sözünü sürdürerek: - Rahmetli Chapeloud'nun portresi... İşte bunun verilmesi konusunda aracılığımı rica etti.. Bu isteğinin değerlendirilmesini, artık size bırakıyorum... (Aynı zamanda, Davayı yürütmek istese, hüküm giyerdin, orasını da aklında çıkarma! diye düşünüyordu). Madam La Baronne'un, seçkin ve güçlü avukatlar derken sesinin aldığı ezgi ve bu sözcükleri söyleyiş biçimi, papaz efendiye, karşısındaki kadının, düşmanının güçlü ve zayıf yönlerini bildiğini gösterdi. Epey zaman, hep bu ton üstünde sürüp duran konuşma süresince, Madam de Listomère, şu insan sarraflığında ömür çürütmüş kurnazlık ustasına öyle hünerler gösterdi ki, keşiş efendi, yapılan barış önerisine ne yanıt vereceğini öğrenmek üzere, Matmazel Gamard'ın yanına indi. Çok geçmeden döndü. - Madam, ölmek üzere olan zavallının sözlerini, işte size aynen yineleyeyim: "Rahip Mösyö Chapeloud bana karşı öyle dostça duygular göstermişti ki, portresinden ayrılmaya gönlüm elvermez." Böyle dedi; bana gelince, resim benim malım olsaydı, onu hiç kimseye vermezdim. Merhum ve aziz dostuma öyle kalıcı duygularla bağlıydım ki, resminden yoksun kalmamak için kendimde herkesle çekişmek hakkını görürdüm.
- Rica ederim mösyö, anlamsız bir resim için anlaşmazlık konusu açmaya kalkışmayalım. (Aklından da şöyle geçiriyordu: Bu kutlu şeye ne senin metelik verdiğin var, ne de benim!) Zarar yok, burada kalsın, bir kopyasını yaptırırız. Bu üzücü, yakışıksız davanın önünü aldığım için, doğrusu övünüyorum. Dolayısıyla sizinle tanışmaktan onur duyma zevkini de, kendi kazancım olarak sayıyorum. Whistte pek usta olduğunuzu işittim; (gülümseyerek) meraklı olmayı bir kadına bağışlarsınız sanırım. Ara sıra oyun toplantılarımızı onurlandırırsanız, nasıl hoşnutlukla karşılanacağınızdan kuşkunuz yoktur, sanırım. Troubert çenesini sıvazladı. Madam de Listomère, Ele geçirdik! De Bourbonne haklıymış; gururunun da belirli bir sınırı, ölçüsü varmış! diye düşündü. Gerçekten de piskopos vekili şu dakika, Mirabeau'nun (28) bir zamanlar yüzüne kapalı kalmış konak kapılarının, güçlü ve etkili olduğu günlerinde arabasının önünde ardına dek açıldıklarını gördüğü zaman, kendisini kaptırmaktan alıkoyamadığı, o tadına doyulmaz duyguyu yaşıyordu. - Madam, işlerim öylesine çok ki, toplumsal yaşama katılmak olanağını bir türlü bulamıyorum; ama sizin için, insan ne yapmaz? diye yanıt verdi. (Aklından da şu hesabı geçiriyordu: Kocakarı geberecek; Listomèrelere el atarım, işime yararlarsa ben de onlara yararım! Bu insanlarla düşman olmaktansa, dost geçinmek yeğdir!) Madam de Listomère, bu kadar hayırlı bir biçimde başlayan barış işini, başpiskopos hazretlerinin tamamlayacağını umarak evine döndü. Ancak, haklarından vazgeçmiş olsa da Birotteau'nun bundan bir yararı olmayacağı kesindi. Madam de Listomère, ertesi sabah, Matmazel Gamard'ın öldüğünü haber aldı. Kız kurusunun vasiyetnamesi açıldığında, Troubert'i genel mirasçı olarak seçtiğini öğrenenler, hiç de şaşırmadı. Servetine yüzbin ekülük bir değer biçildi. Piskopos vekili "can dostunun" cenaze duası ve töreni için Madam de Listomère'e iki çağrı kâğıdı göndermişti; biri kendisi, biri de yeğeni için. Madam La Baronne: - Gitmek gerekir, dedi. Mösyö de Bourbonne da sesini yükselterek: - Aslında bunun başka bir anlamı yok ki. Mösyö Troubert bu fırsattan yararlanarak sizleri denemek istiyor, diye atıldı. Sonra da, henüz Tours'dan ayrılmamış olmak belasına çatan binbaşıya dönerek: - Hele siz, kabristana kadar gitmelisiniz baron, öğüdünü ekledi. Cenaze duası görkemli bir kilise töreniyle yapıldı. Onca insanın içinde tek bir kişi göz yaşı döktü; o da Birotteaucuktu. Kimselere görünmeden, yalnız başına kuytu bir köşeye çekilmiş, bu ölümden kendisini suçlu tutarak ağlıyor, ölen kadınla helalleşip, suçlarının bağışlanmasını sağlayamamış olmanın acısı içinde yana yana, bütün içtenliğiyle, ölünün ruhuna dualar okuyordu. Rahip Troubert, "can dostunun" cenazesini gömüleceği mezarın başına dek götürdü; kabrin yanıbaşında bir söylev verdi ve söylev yeteneği sayesinde vasiyet sahibi hatunun sürülmüş bilinen yaşam tablosu anıtsal ölçülere büründü; söylevin sonundaki şu sözler, oradakilerin dikkatini çeldi: - Şu hufre-i ebediyyetin kenarında, bilcümle âlâm ve ekdârımızın, biz âciz kullara, Cenab-ı Hak tarafından irsal buyurulduklarını unutabilmiş olsak; Allah-ı azîmüşşâna ve onun evâmir-i dîniyyesine vakfedilmiş eyyâm ile meşhun bulunan bu hayat, sâkitâne ifa olunmuş nice hasenât, nice mahviyetperver ve nâmâlûm fazâil ve hasâyille mütetevviç bulunan bu hayat, nabümahal bir ıstırap yüzünden söndü gitti, diyebilirdik. Esasen bu mübeccel insanın asâlet ve iffet-i ruhiyesine âşinâ birçok dostları, merhumenin hayatını kâmilen ihlâl eden suîzanlar müstesnâ, her nekbete tahammül edebilecek bir hilkatte olduğunu derk ve istidlâl ediyorlardı. Nitekim pek muhtemeldir ki, kudret ve hikmet-i Rabbaniye, onu, bizim süfliyyâtımızdan kurtarıp almak için sine-i ilâhiyyesine çekmiş bulunuyor. Ne mutlu o insanlara ki, bu fânî dünyada, tıpkı şu dakika, libâs-ı mâsûmânesi içinde, mesken-i suadâda, Sophie kulunun kemâl-i huzurla yatışı gibi bir ruhî sulh ü sükûna ulaşmışlardır!''(29) Oyun partileri bitip, kapılar kapanıp, baronla birlikte üçü yalnız kalınca, cenaze töreninin ayrıntılarını Madam Listomère'e anlatan Mösyö de Bourbonne, sözünü şöyle sürdürdü: - Bu gösterişli söylevi bitirir bitirmez, bizim cüppe giymiş XI. Loius (30) taslağı efendi hazretlerini, elinde okunmuş su sıçratan o asayla, çevreye son bir kez kutsal su damlalarını serperken, şöyle bir gözünüzün önüne getirin. Mösyö de Bourbonne, ocak maşasını aldı ve rahip Troubert'i öyle bir taklit etti ki, baronla yengesi, kendilerini tutamayıp gülümsediler.
"Yaman yaşlı adam" sözünü sürdürerek: - Yalnız bu işte foyasını da açığa vurdu. O dakikaya dek kusursuzdu; ama şurası kesindi ki, sonsuz derecede aşağı gördüğü, belki de Chapeloud'ya olan kini derecesinde nefret ettiği şu kız kurusunu mezardan içeri tıkıp üstünü de sonsuza dek örterken, belli ki artık elinde olmayan bir davranışla, sevincini az buçuk belli etmekten kaçınamadı. Ertesi sabah Matmazel Salomon, Madam de Listomère'e kahvaltıya geldi ve içeri girer girmez büyük bir heyecanla, kadına şu haberi verdi: - Zavallı papaz Biroteaucuğumuz demin öyle korkunç bir sille yedi ki... Yakasını bırakmayan düşmanlığın, ne inceden inceye hesaplar, niyetlerle kitaba uydurulduğu artık apaçık ortada. Düşünün, Saint- Symphorien papazı oluyor. Saint-Symphorien, köprünün öte yanında, Tours kentinin bir dış mahallesiydi; Fransız mimarisinin güzel anıtlarından biri olan bu köprünün uzunluğu bin dokuz yüz ayaktı ve iki yakasındaki iki alan birbirinin tıpkı tıpkısına eşiydi. Kadıncağız, bu haberin karşısında Madam de Listomère'in gösterdiği soğukkanlılığa şaşarak sözünü şöyle sürdürdü: - Durumu anlıyor musunuz? Rahip Birotteau orada, Tours'dan, dostlarından, her şeyden upuzak, yüz saatlik bir yere atılmış gibi yapayalnız kalacak. Gözlerinin her gün göreceği, ama artık kolay kolay ayak basmayacağı bir kentten koparılıp atılmak... Doğrusu bu, sürgünden de besbeter bir şey... Başına gelen yıkımlardan beri, adım atacak gücü bile kalmamışken, demek bizi görmek için bir saat taban tepecek. Zavallı, şu dakika ateşler içinde yorgan döşek yatıyor. Saint-Symphorien'in o eski papaz evi soğuk, rutubetli bir yer; topluluğu da burasını onarttıracak denli paralı değil. Hiç ötesi yok, zavallı adam diri diri mezara gömülecek demektir. Çok korkunç bir dalavere çevrildi, çok korkunç. Şimdi bu öyküyü bitirmek amacıyla, yalnızca kimi olayları aktarmak ve son bir tablo çizmek, sanırım bizim için yetecektir. Beş ay sonra, piskopos vekili, piskoposluğa atandı. Madam de Listomère ölmüş, rahip Birotteau'ya vasiyetnamesiyle bin beş yüz franklık bir gelir bırakmıştı. Madam la Baronne'un vasiyeti duyulup öğrenildiği gün, Troyes piskoposu Hyacinthe hazretleri (31), kendi dinsel görev yöresine yerleşmek amacıyla Tours'dan ayrılmak üzere bulunuyordu; ancak yola çıkışını erteledi. Dostça el uzattığı, ama öte yandan da düşman gözüyle gördüğü bir adama gizliden gizliye el uzatmış bir kadın tarafından aldatılmasının öfkesi içinde ateş püsküren Troubert, baronun geleceğiyle Marki de Listomère'in senato üyeliğini yeniden tehdit etti. Başpiskopusun holünde, meclis toplantısında bulunanların hepsinin ortasında, yumuşak huyluluk, uysallık ikiyüzlülüğüne bürünen, bir yandan da her hecesinden buram buram öç alma tutkuları tüten o papazca sözlerden bir ikisini söyledi. Yükselme tutkunu denizci, sanırım kendisine ağır koşullar öne sürmüş olan bu amansız keşişle görüşmeye koştu; çünkü baronun davranışı, korkunç papazın istek ve tutkularına tam anlamıyla baş eğdiğini, ona teslim olduğunu gösteriyordu. Yeni piskopos, Matmazel Gamard'ın evini pullu mühürlü bir senetle katedral dinsel meclisine geri verdi. Chapeloud'nun kitaplığıyla kitaplarını rahip okuluna bağışladı; çekişme konusu olmuş iki tabloyu Meryem Ana mihrabına armağan etti; ama Chapeloud'nun portresini alıkoydu. Matmazel Gamard'dan yediği mirası, böyle hemen tümüyle denecek biçimde elden çıkarmasına kimseler akıl erdiremedi. Mösyö de Bourbonne, kurnaz piskoposun, ulusal meclisteki piskoposlar topluluğuna alınırsa, Paris gibi bir yerde kendi durumuna yakışır biçimde yaşayabilmek için bu mirasın nakit bölümünü gizlice elinde tutmakta olduğunu tahmin ediyordu. Sonunda Monsenyör Troubert hazretlerinin hareketine bir gün kala, "yaman yaşlı adam" bu bağışlama dalaveresinin gizlediği son amacı, acı çekenlerin en umarsızına, öçlerin en inatçısının indirdiği son ölüm vuruşunu keşfetmek isteğine erebildi. Madam de Listomère'in Birotteau'ya bıraktığı miras konusu, "hileyle ele geçirilmiştir" bahanesiyle Baron de Listomère tarafından mahkemeye verildi! Dava başlangıcını oluşturan dilekçenin sunulmasından birkaç gün sonra, baron cenapları yarbaylığa yükseldi. Saint-Symphorien papazı, güvenlik önlemi olarak aforoz edilmiş, "âyin yönetme görevinden çıkarılma" yargısı giymişti. Kilise uluları, böylece, davanın son yargısını peşin peşin vermiş oluyorlardı. Merhume Sophie Gamard'ın ölümüne yol açan papaz, demek bir hileciydi! Monsenyör Troubert hazretleri, kız kurusunun mirasını elinde tutsaydı, Birotteau'yu böyle bir cezaya uğratması elbette zor olurdu.
Troyes piskoposu Monsenyör Hyacinthe hazretleri Paris'e gitmek üzere posta arabasıyla SaintSymphorien rıhtımı boyundan geçerken, zavallı Birotteaucuk da, bir koltukta, taraçaya, güneşe çıkarılmış bulunuyordu. Başpiskoposun hışmına uğramış olan bu papazcağız solgun ve zayıftı. Yüz çizgilerinde yer eden üzüntü, bir zamanlar nasıl da güleç olan yüzceğizini tümüyle bozup değiştirmişti. Bir zamanlar iyi yiyip içmek keyfi içinde, üstelik kafacağızına derin, ağır düşünceleri uğratmamak sayesinde çocuksu bir dirilik taşıyan gözlerine, şimdi hastalıkla yalancı bir düşünce perdesi çökmüştü. Bu, bir yıl önce Cloître alanında nasıl da bomboş, ama nasıl da hoşnut bir durumda, yuvar yuvar yürüyüşüyle giden Birotteau'nun artık iskeletinden başka bir şey değildi. Piskopos efendi, ona aşağılayıcı bir acımayla şöyle bir baktı, sonra da zavallıyı unutmak lûtfunda bulunup, geçti gitti. Hiç kuşku yok ki, Troubert efendi başka zamanlarda olsaydı ya Hildebrandt ya da VI. Alexandre olurdu. Bugünkü günde artık kilise, siyasi bir güç taşımıyor; bu sayede de yalnızlık kösesine çekilenler alayındaki gücü ve yeteneği bütün bütüne kendisine çekip almıyor. Böyle olunca da, bekârlık niteliği, erkekteki özellikleri tek bir tutkunun, bencillik duygusunun üzerine toplamak gibi önemli bir ahlak özrüne yol açarak, bekârları ya zararlı ya da yararsız insanlar durumuna getiriyor. Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, devletlerin yanılgısı; toplumu insanoğlu için hazırlamış olmaktan çok, insanoğlunu toplum için hazırlamış olmasından ileri geliyor. Kişiliğini kötüye kullanmak isteyen, beri yandan onun da kendi çıkarına geldiğince kötüye kullanmaya çabaladığı kurulu düzenle birey arasında durmadan sürüp giden bir savaşım; oysa, bir zamanlar, gerçekten daha serbest olan erkek, kamuyla ilgili konularda daha da mert davranıyordu. Orta yerinde insan oğullarının bocalayıp durdukları çember, belli belirsiz genişleyip açıldı; bunu içine sindirebilecek vicdan, her zaman yüce bir kuraldışı olarak kalmaya yargılıdır. Çünkü fizikte olduğu gibi, genellikle ahlak biliminde de, davranış; genişlik bakımından kazandığını, güçten yana yitiriyor demektir. Toplum, kuraldışı durumlar üzerine kurulmamalıdır. İlk önceleri, erkek yalnızca baba oldu; yüreği, aile denen dairenin merkez noktasında durarak, sevecenlik ve sıcaklıkla çarptı. Sonraları, bir boy ya da küçük bir topluluk için ömür tüketti; oradan Yunanistan'ın ya da Roma'nın büyük, tarihsel özverilerine geçildi. Daha sonra, bir ırkın, bir sınıfın ya da bir dinin müjdecisi oldu ve güttüğü amacın yükselmesi uğruna, çoğu kez yücelik ve görkem aşamasına ulaşmış olarak göründü; ama iş bu aşamaya varınca, kendi çıkar alanı da, bütün dinsel makam ve derecelerle büyümüş, genişlemiş oldu. Bugün, yaşamı büyük bir yurda bağlanmış bulunuyor; gidişe bakılırsa, ailesi yakında bütünüyle evren olacak. Hıristiyan Roma'nın umudunu oluşturan bu ahlaksal ve manevî "evrencilik" (32), acaba yüce bir yanılgı değil midir? Soylu bir kuruntunun gerçeklemesine ve insanların kardeşliğine inanmak ne denli doğal bir şeydir. Ama, yazık! İnsan makinesinden bu derece yüce uygunluk ölçüleri çıkmaz. Ulu insanoğullarına vergi olan sınırsız bir duyarlığı benimseyecek denli engin ruhlar, hiçbir zaman ne sıradan, "yalın kat" yurttaşlara, ne de aile babalarına nasip olacaktır. Bazı fizyolojistler, insan aklı bu türlü genişleyip büyüyünce, yürek daralıp küçülür diye düşünürler. Ne büyük yanlış! Yüreklerinde bir bilim, bir ulus ya da yasalar taşıyan insanların görünüşteki bencillikleri, tutkuların en soylusu ve bir dereceye kadar kitlelere analık etmek değil midir? Yeni uluslar yaratmak ya da yeni düşünceler doğurmak için, güçlü kafalarında, dişinin memelerini Tanrı'nın gücüyle birleştirmek zorunda değil midirler? Troubert'in Saint-Gatien'deki kuytu manastır hücresinde canlandırdığı bu görkemli ilkeyi; gerekirse, Innocent III'lerin (33), Büyük Petroların; çağına ya da ulusuna önderlik etmiş bütün uluların öyküsü, çok üstün bir düzen içinde de olsa- kanıtlamaya yarayabilir düşüncesindeyiz.