This content was uploaded by our users and we assume good faith they have the permission to share this book. If you own the copyright to this book and it is wrongfully on our website, we offer a simple DMCA procedure to remove your content from our site. Start by pressing the button below!
-
ilk Ç a t ı ş m a v e Mutlak İlkesizlik Hani meleklere: "Âdem için saygı ile eğilin" demiş tik de; İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğil mişler, iblis (bundan) kaçınmq, büyüklük taslamq ve kâfirlerden olmuştu." (Bakara, 2:34) Allah'ın, Mükemmel Âdem'i Yaratışı ve Şeytanın bu SanaO tas dik etmemesi sonucu Şeytan; Allah'ın Yüce Arş'ından kovulmuştur. Kıskançlık ve kibir, kovulmasına neden olmuştur. Âdem için saygıyla eğilmek. Âdemin Sanan için eğilmektir. Yani Yaratıcı için eğilmektir... Bu kovulma; İnsanlık Tarihi ile doğrudan ilgili bu lunan. Yaradılış silsilesindeki ilk çanşma, aynı zamanda bu çaüşmanın sonuç verdiği ilk sürgün cezasıdır! Bu çatışma. Mutlak Doğrunun dışında ikinci bir doğru iddiasına değil, M u d a k Doğ rudan yüz çevirme; bile bile; inadına Mudak Doğru'nun inkârı temeline dayanmaktadır. Herhangi bir ilke iddiası değil. Mutlak D o ğ r u ' n u n reddine yönelik Mutlak İlkesizliktir! Bir sanatkâr kendi sanaOyla kendini ifade ettiğinden. Sıfatların bir açıklaması ve yapabilme gücünün (Kudretin) somut ifadesi olan bir Sanatın inkârı, Sanatkârın inkârına eşdeğer olarak görülmüştür..(Buna pa ralel olarak onun için İslam'da imanın şartı bir değil, yani sadece Allah'a iman değil, ahı'dır) İlkesizlik, büyüklük taslamadan (Kibir den) kaynaklandığı için örtülü bir "ben" iddiasıdır. "Ben", tek ba şına biri ilke olamaz. Bir ilke olması için başkalarına ait olan mal zemeleri kullanmadan bir sanann yaratıcısı olması gerekir. M u t 7
Yaratılış Felsefesi ve
Aykırılık
lak İlkenin buyruğuna karşı büyüklük taslamanın varlık nedenini ancak bir Mutlak İlkesiz; "ben" alabilir... O nedenden ötürü bü yüklük taslama, "ben"de mutlak bir Spekülasyon, mutlak bir yo ğunlaşmadır. Bu yoğunlaşma, var olan kendini; olduğundan da ha büyük görmeye ve göstermeye dayandığından mutlak bir katı laşmayı gerektirecektir. Bu katlaşma öyle derindir ki; bütün Var lık Âlemi şahit iken. Yaratıcının Doğru bulduğu bir şeyi (Sanatın üstünlüğünün tasdikini) yine Yaratıcının huzurunda reddetmek tir. Bu, ancak Mutlak bir Katılaşma ile başarılabilir. Tabi b u n u n insanlık tarihine yansıması, alabildiğine katı bir inkârı ve inkârdaki yorumun acımasızlığını gerektirecek, ego'ya dayalı yoğun bir spekülasyon'u gerektirecektir. Âdem Sanatının gerçekte İlkesiz Özne ile bir ilintisi yoktur, ö n u kendinde yoran, ilkesiz özne'nin kendisidir. Bu yorum, bakış açısının; karşıda duran sanattan kendi kendine dönmesi, bakış açısının ters dönmesi olacağından, m u t lak bir manipülasyonu(açı değiştirmeyi-çark etmeyi), Âdem Sanatının üstünlüğünü reddetmek, hakkını vermemek anlamın da yine sanatta mutlak bir manipülasyonu (tefriti- azlıkta mutlak aşırılığı) gerektirecekti. Bunun yansıması da, genel hatiarı ile Var lık Alemindeki sanadara bakar iken, ego'nun katılaşması içerisinde bir yaratıcıyı gösteren sanadarı sanat olarak okumama, örneğin bu sanatları tahtadan taştan yapılmış bir puta havale etme ya da kendi kendine olabilen, b u n u n yanında, bir de kendi kendine mr olarak gelen bask şeyler olarak okuma şeklinde olacaktı. Ortada bir "ben" yoksa büyüklük taslayan bir Şey de yoktur demektir. Yaratma gücü ve sıfatların bir somut yansımasından yok sun iken, bir Sanata karşı "ben" ileriye sürmek Hiçbirşey ileriye sürmektir. Hiçbirşey herhangi bir şeyi kapsamadığından içi boştur ve sadece İlkesizlik olarak ifade edilebilir. H e m e n belirtmek ge rekir ki M ü k e m m e l Âdem'den kastımız, doğrudan Hz. Âdem de ğil, tüm insanlığın ortak formasyonu olan ve o mükemmel işleyen,
i l k e ve
İlkesizlik
hayat bulduğu ortam olan doğa ile de birebir uyum içinde olan ek siksiz biyolojik fizyolojik ve psikolojik bütünlüktür. Hz. Âdem ise; Bu formasyonun ilk canlı örneğidir. Eğer Şeytanın düşmanlığı sa dece Hz. Âdem'in şahsına olsaydı, yoldan çıkarmaları ve yıkımları, H z Adem ile sınırlı kahr, sonradan gelecek nesillerle uğraşmazdı. Mükemmel Âdem Formasyonundaki her türlü dürtü ve eğilim, iç dinamikler olarak ifade edilebilir. Bu iç dinamikler, ya Mutlak Ilke'yi onaylayan akim kumandasında hareket ederler ya da M u t lak İlkesizliğe doğru kaymaya meyilli e g o n u n kumandasında... H e r bir denekte asgari bir düşünme yeteneği var olması koşulu ile Yaratılış Silsilesinde üçüncü bir ihtimal yoktur. Üçüncü bir ihti mal olmadığından, iç dinamikler herhangi bir anda eşya dan (öznel ya da nesnel) yararlanır iken, ya Mutlak İlke'nin buyrukları doğ rultusunda ya da Mutlak İlkesizliğin doğrultusu yönündeler. Ya ni bir eşyanın (öznel ya da nesnel ) kökenindeki varlık nedeni, ya Yaratıcılığın eseri olarak kabul edilir ya da inkâr doğrultusunda Hiçbir şeyin! H e r bilinç. Mutlak ilke'yi onaylayarak bu kumanda yı sağlamakla sorumludur. (Bu sorumluluğun herhangi bir anda yerim getirilmemesi, genel olarak şeytana uyma olarak ifade ediliyor... Ama bu uyma, here§ya da veya her eylemde aym derinliği göstermez. Bu da imlenen günahm büyüklük küçüklük bakmmdan farklılığmı ifade etmektedir.) İç dinamiklerin, Mudak İlke'yi benimsemiş bilincin ya da Mutlak il kesizliği benimsemiş ego'nun kontrolündeki her bir hareketi; bir ruhsal yönelmeyi ifade eder. Mutlak İlke'ye her yönelme bir artı. Mutlak İlkesizliğe doğru her yönelme bir eksidir. Bu yönelmelerin hareket alanı, Alâ-yı iUiyyîn'den Esfel-i sâfılin'e kadardır. (Yüksek lerin en yükseğinden- Aşağıların en aşağısına kadardır.) Bir insa nın herhangi bir andaki ruhsal k o n u m u , bu iki nokta arasında bir yerdedir. Bu iki ayrı uç noktası, bilincimde iki ayn kişiliği temsil etmiştir: Tepede; aynı zamanda bir insani duruşun da en yüksek
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
noktasında Hz. İsa gibi bir Uyarıcı kişiliği ile en dipte halkını ken dine ibadete zorlamış bir firavunun kişiliği. Bilincin her türlü şeyin (öznel ya da nesnel) karşısında aldığı her türlü duruş, bilinçle bütünleşmiş ve kendini bilinçle ifade ede bilen ruhun, o andaki k o n u m u n u gösterir. Bilincin iç dinamikle rin üzerinden aldığı kararlarla düşer ya da yükselir. Eğer insanın kendi iç dinamiklerine sahip çıkma sorumluluğu olmasaydı, gü nah işlemesine rağmen cehenneme gitme riski olmayıp bütün fa tura şeytana kesilecekti.. Ya da eğer iç dinamikler bilincin kontro lünden çıkma eğilimde olmayacak şekilde yaratılmış olsalardı, ira denin sorumluluğu ortadan kalkacağından cennet ödülü de olma yacaktı. D e m e k ki iman'ın en öncelikli çabası, kişinin kendi iç di namiklerinin İlkesizlik yönüne doğru kaymalarını engelleme çaba sıdır. H e r an düşmanın eline geçmeye meyilli mallarını (becerile rin) Mutlak İlkenin buyrukları doğrultusunda hareket etmelerini sağlama çabası, kişinin bu İlke çizgisinde kendi kendini terbiye et mesinden başka bir şey değildir. Yani İman bir fedakârlık, bir özve ri; bu oranda ego'dan da uzaklaştığı için de dolayısıyla İnsani Yük seliştir. İnsan bilincinin iç dinamikleri üzerinden sergilediği her duruş ve buna bağlı olarak ortaya çıkan her ruhsal konum, îlke ya da ilkesizlik yönünde bir değeri ifade ettiğine göre, insanların her biri de İnsanlık formasyonunun birer kopyası olarak, Bilinç-Ruh birlikteliğinin birer canlı örneği, birer kişiliğini temsil ettiğine gö re, Bilinç-Ruh birlikteliğinde iç dinamikler üzerinden kazanılan her üstünlük, "Mükemmel Adem Formasyonu"nun üstünlüğü nü destekler, her başarısızlık da, İblis'in inadını destekler. O n u n için M u d a k İlke emirleri doğrultusunda her ruhsal konum, ay nı zamanda "Kendini Yükseltme"; İlkesizlik yönünde her ruh sal konum ise,"Kendini Alçaltma"dır. Bu; aynı zamanda, en de rin ucundan; (1) "Âdem için saygı ile eğilin" buyruğunun BilinçRuh birlikteliği üzerinden onaylanmasını ya da reddedilmesini
10
ilke ve İlkesizlik
desteklemektir. Tabi b u n u n her eşya (öznel ya da nesnel) ve ey lemdeki derinliği farklı olacaktır. Ama sonuçta küçük, büyük va rılan her sonuç, bir niyeti ve ruhsal konumu ifade edecektir. Ya ni varılan her sonuç ya yanlışlık içerecek; ya da doğruluk! (Bu açı dan yanlışlık içermeyen her olağan duruşu da, kulluğa yakışır; ya ni doğru olarak kabul ediyoruz.) M u d a k ilke yönünde yükselme nin en üst seviyeleri. Yaratıcı' da yok olmaktır (Fenafıllâh). Bu; hiçbir zaman birleşme veya güç ve yetki paylaşımı anlamında de ğildir. Tamamen teslim olma, onaylamada kendi iç dinamikleriyle beraber bilincim de aşan bir erime; bir Ruhsal İltica'dır. Bu ruh sal ilticanın en yüksek basamağını, Peygamberler mucize gösterir ler iken ya da Yaratıcı ile doğrudan muhatap olur iken gerçekleşti rirler! Peygamberimiz H z M u h a m m e d (S.A:V), Mi'rac sırasında; Hz. İsa (A.S.) da göğe çekilmesi sırasında bu ruhsal ilticanın üst seviyelerindedir Bu ruhsal ilticayı, iç dinamikleriyle beraber bilincini de aşarak gerçekleşen bir iltica olarak açıkladık. İç dinamiklerin tamamen bilincin kontrolü altına alınması. Sadece M u d a k ilke'nin buyru ğunda işlevlerini yerine getirmeleri demektir. Aynı şekilde ruhun bilinci de aşarak bilincin ruhta erimesi ve ikisinin Mutlak İlke'ye mutlak teslimiyeti bakış açısının mudak bir şekilde Yaratıcı'ya odaklanması ve b u n u n kişide bir yansıması olarak düşünce üre timinin tamamen Mutlak İlke'nin buyruğuna geçmesi demektir. Yoksa bu erime, bir materyalistin ya da ateistin anlamak isteyeceği biçimde, şekerin çayda erimesi gibi küdesel beynin ruhta erime si anlamına gelmez.. Normal hayatta insanlar doğruyu deneme-yanılma ile bulurlar. Yani doğrunun belirlenmesi için yanlışın da denenmesi! Yanlışı hiçbir zaman denemeden doğruyu bilmek, sonsuz bilgiye sahip her şeyi en ince noktasına kadar bilen, aldanmaz bir Zaün kudre tinde ancak mevcut olabilir. M u d a k ilke'ye iltica, aynı zamanda 11
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
yanlışlardan arınma olduğuna göre, bilincin ruhta erimesi ve M u t lak İlke ye birlikte ilticası, bilinç-ruh bütünlüğünün; Yaratıcının Bilgisinden yine Yaratıcının izin verdiği ölçüde yararlanması, yani Uyarıcıdan başka insanların da görebileceği M u c i z e imkânını ta nır. Ay'ı ikiye bölmek, ölüyü diriltmek ya da d e n i z d e yol aç m a k gibi... O anda yapılan dua. Yaratıcının sonsuz bilgisinden ya rarlanma dileğinden başka bir şey değildir. Yani gerçekte o anda Ay'ı ikiye bölen, ölüyü dirilten ya da denizde yol açan yine Yaratı cıdır. Bir peygamber mucizesini; teşbihte hata yoksa şu şekilde de örnekleyebiliriz: Bir işi kendimiz yapabiliriz; ama aynı işi bir baş kasına yaptırabileceğimiz gibi doğrudan elimizle değil, bir aletle de yapabiliriz. Örneğin inkarcının inkârına karşı, Ay'ı ikiye bölen Ya ratıcı, H z M u h a m m e d ' i n (a.s.) parmağınf aracı olarak göstermiştir. (Görmeden İnanma Şartı'nın varlığından) M u d a k İlke'yi onayla manın basamakları, aynı zamanda kendini yükseltmenin basamak ları; mutlak ilkesizliğe doğru düşüşlerin basamakları da aynı za manda kendini alçaltmanın basamaklarıdır dedik. H e r iki uç için bir tek başlangıç noktasını aramak gerekirse; her türlü dünyasal çı karları kaybetme korkusunun en katmerli türü, can korkusudur. Bir canlı için hayat sürecinin sona ermesi, her türlü dünyasal çıkar lardan ayrılması demektir. Bu basamaktaki iman, onaylamaktan çok; dünyasal çıkarlardan ayrılma korkusu içinde, imanın kapalı duran kapısının önünde diz çökme'dir! Tehlike bittikten sonra kapıya yaklaşmadan veya tokmağını çevirme gayreti göstermeden sırtını dönerek terk edilebilir. Böyle bir diz çökmeyi, İlkesizliğin en derin çukurunda iken, tanrılık iddiasını kaybetme korkusu için de olan Firavun, Kızıldeniz'de boğulmak üzere iken gerçekleştir miştir. Tanrılık iddiasında iken can korkusuna dayalı bu teslimiyet. Mutlak İlke'yi Onaylama olarak kabul görmemiştir. (Gan kor kusuna dayalı her teslimiyetin bu kadar aşağıda olmadığını belirt mek gerekir.) Firavun'un örneği, bize en düşük iman seviyesinin 12
ilke ve İlkesizlik
nereden başladığını göstermektedir. Teiılike bittikten sonra ayağa kalkmak, kapıya yönelmek ve tokmağı çevirmek gerekir ama; b u nu geçerli kılmak için gerek şart, öncelikle Tanrılık İddiası gibi bir aşağılık derinlik konumundan yükselmiş olmak idi! En düşük i m a n seviyesinin, can korkusu yaşarken kişide herhangi bir tanrılık iddiası o l m a k s ı z ı n o anda! T e k Yaratıcı' ya teslim o l m a (Mutlak îlke'yi onaylama) olduğunu kabul ediyoruz! Bu, aşağılık bir seviyeden yükselerek İlkesizlikten ilk dönüştür (rücu). Saygı İle E ğ i l m e n i n kabulü, azgınlığın ilk b r ı l m a noktasıdır. İb lis örneğinden biliyoruz ki, büyüklük taslama (kibir), ilkesizliğin ana temasıdır. İlkesizlik yönünde yol almanın en aşağıları "Mutlak Ben"e tekabül eder. Bu, İlkesizliğin ana temasının; büyüklük tas lama (kibir) olmasından kaynaklanır. Büyüklük taslama (kibir), bir "ben" i gerektirir. En aşağılarda o kadar yoğunlaşır ki, kendini ilahlaşürır. M u d a k İlke doğrultusunda yükselme, bir ruiısal ilticadır. Yaratıcıda yok olma (FenafiUâh-her şeyi O'na teslim etme) ise, İl kesizlik doğrultusunda aşağılara yuvarlanmada "ben" de yok olma; her şeyi "ben"e teslim etmedir ki bu; "ben" i tanrılaşttrmaya ken diliğinden eşdeğerdedir. Bu noktadaki ruhsal konum, mantık tara fından doğrulanması olanaklı olmayan zor bir çelişki içindedir. Hiçbir İlâha tapılamayacağı ya da tapmaya değer hiç bir ilahın bulunamayacağı noktasından hareket e d e n bir ruhbilinç inisiyatifi, kendi kendini tanrılaştırıp tapmaya değer halde g ö r m e y e başlamıştır. Bir yandan kendini tanrılaştırmışken, bir yandan kendi kendini inkâr eder haldedir; "Eğer tapılmaya değer herhangi biri yoksa o biri sen de de ğilsin! Ç ü n k ü başından beri öyle biri yok diyen sensin! Eğer tapılmaya değer biri varsa O; sen değilsin! Ç ü n k ü başından beri tapılmaya değer biri olmadığını iddia e d e n sensin!. Kendi kendini yalanlayarak gelmiş olursun. Bu şekilde İlkesizlik doğrultusunda alçalmanın bilinç- ruh birlikteliğinin karar meka-
1.3
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
nizmasının " b e n " de bir d a r a l m a ' s ı , bir tutsaklığı ve son nokta sında bir b o ğ u l m a ' s ı olduğunu görüyoruz. Buradaki alçalma, bilinç-ruh birlikteliğinin anlamlandırma alanı olan yaşam alanının bilgisinden, mutlak kendi çıkarlarına göre y o r u m u n u dayatacak olan " b e n " tutsaklığına doğru bir alçalma olduğu açıktır. Bu alçal ma, tüm Yasaların " b e n " daralmasında bir reddidir ve İlkesizliğin; M u d a k İlkenin dışında herhangi bir ilke iddiasına dayanmayan M u t l a k İlkesizliğin kendisinden başka bir şey değildir. Bu ne denle en derin ucunda o, insan suretinde apaçık iki ayaklı b i r temsilcidir. Aynı birlikteliğin, Mutlak ilke yasaları doğrultusunda yükselişi ise; bir genişleme; bir özgürleşme ve yüzeye çıkmadır. Sı nırlı bilginin yasaları yerine, sonsuz bilginin yasalarına teslim olma olup, bir m u t l a k o n a y l a m a ' d a n başka bir şey değildir. Hz. Musa (a.s.)- Firavun örneğinde bu yüzeye çıkmanın ve bu boğulmanın fiilen gerçekleşmiş olması, Tanrılaşma iddiasının kendi kendini boğarak bir mutlak alçalma, sürünme ve sürüklenme içinde onay lamanın kapısından kovulmuş olması. Mutlak İlkesizliğin kendi çapında bir tekrarından başka bir şey olmadığını gösterdiği gibi. Mutlak İlke Yasalarının birebir işlediğini ve işleyeceğini de göster mektedir. Bu ikili mücadelenin, Hz. Adem (a.s.) den sonra tüm insanlık sürecine yayılması, bilinç-ruh birlikteliğinde. Mükemmel Âdem formasyonunun herhangi bir süreçteki örneklerinin birbiri ne zıt yöndeki bu iki iddianın birer "iki ayaklı temsilcileri" olduk larını görüyoruz.. Şeytanın bir gözünün kör olup, tek gözlü oldu ğu rivayet edilir... Kimi rivayeder bir gözünün H z . Hacer (r.a) ta rafından bir taş ile patlatıldığını söyler. Bu körlüğün herhangi bir nedene dayandırılması bize göre önemli değildir. Gerçekte bu nes ne! bir körlük olmayıp, bir teşbih de olabilir. Bize göre Şeytanın varlık nedeni zaten tek gözlü olmasını gerektirir. B u n u n Şeytanın kişilik formasyonu incelenir iken varılan bir sonucun kısacık, yani bir cümlelik öz ifadesi olduğu inancındayım. Şöyle ki: İnsanlık 14
ilke v e İlkesizlik formasyonu, iki gözlü olarak yaratılmıştır. Bu; Felsefi açıdan, bu formasyonun iki temel bakış açısına da açık olmasıyla uyum içeri sinde olduğunu gösterdiği gibi, eşyadan yararlanır iken anlamlan dırmada hem dünya hayatına yönelik, hem ölüm sonrası hayata dönük yönünü birlikte değerlendirebileceğini de gösteriyor: Bilinç tarafından algılanan her bir şeyin. Bir T e k Yaratıcıya veya hiçbir şeye, yani M u d a k ilkesizliğe teslim edilmesi... Onaylama ya da red, bu zıt iki bakış açısının ana temasıdır. İç dinamiklerin bilinçruh birlikteliğinin kontrolünde, M u d a k İlke ya da İlkesizlik doğ rultusunda hareket edebileceklerini ve yaratılış silsilesinde üçüncü bir ihtimalin olmadığını da söyledik. Şeytan ise; Mutlak İlkesizliği, yani peşinen red'di seçtiğinden, tek yanlı bakış açısına; yani ikinci bir gözün körlüğüne kendini başından beri zaten mahkûm etmiş tir. Bu tek yanlı bakış açısının eşyanın yorumlanmasına da bire-bir yansıyacağını bilmek gerekir. Örneğin Materyalist felsefenin k e n di kendine oluş tezi üzerine oturtulması. Mutlak İlkesizlikten hareket etmenin bir sonucudur. Bu felsefenin Big-Bang (ilk patla ma ) ve öncesi hakkında herhangi bir y o r u m u n u n olmamasına şaş mamak gerekir. Mutlak İlkesizlik peşinen! Bir Ret olduğuna göre Yaratıcılığın, kendinden öncesini; Ezeliyet'ini ya da sonsuz de vamlılığı ifade eden Ebediyet'ini yorumlaması düşünülemez. Kendini ileri sürdüğünden, kendinden öncesini yok sayar. Gelece ği de kendinde yorumladığından, kendisi dışında yok sayar. Bu, M u d a k İlkesizliğin Dünya yaşamında sadece etkili olabileceği buy ruğunun bir sonucudur. Eşyanın sadece Dünyasal çıkarları açısın dan yorumlanması, bu düşüncenin bir üst yapıdaki görüntüsüdür. Bu temelde yükselen Ü s t yapı, iki başlı olarak dallanmıştır. Birin cisi: Yaratıcı'nın Kâinatı yarattıktan sonra köşesine çekilmesinin kabulü; Mutlak İlkesizliğin kendini örtbas ederek aynı alçalmaya doğru sürüklenmesi... M u d a k İlkeyi onaylamanın ilk basamağın dan tekrar aşağıya yuvarlanma, "ben" de yoğunlaşma halinin;
15
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
onaylamanın kapısında beklemesi, bir türlü kapıyı açmaması anla mına gelir. Kapıyı açması halinde, Yasaların bağlayıcılığı gerekecek! Ben yoğunlaşmasında iken bir yetki paylaşımı ise, bu yoğunlaşma nın kendisi dışında olan her ilkeden kaçma geleneği ile çelişir. Bu şekilde, onaylayan formasyona yakın durma yapabildiği kadar bir Çıkar Alanı oluşturmadır. Bu çıkar alanı, öznel ve nesnel anlam da olmak üzeredir. Bu duruş, M u d a k İlkesizliğe tam olarak çekile meyen elemanların, İlkesizlik civarında tutulmaları için bir sürü tuzaklardan oluşur. Örneğin kendini şu şekilde ifade edebilir; "Bir yaratıcı var amabuyaratıcı ne İsa, ne Musa'nın, ne de M u h a m m e d ' i n bildirdiği yaratıcı olup, dünya yaşamıyla ilgili herhangi bir yasası da yoktur." Ya da: "Tanrı Kâinatı yedi günde yarattı ve köşesine çekil di." İkisine de ek olarak : "Ayrıca böyle bir tanrının yaşam pratiği mize karışmasına ne niyeti var, ne de hakkı vardır." Bu duruşu her zaman böyle açık yüreklilikle iki cümlede ifade etme cesaretini kendinde bulamasalar da, iki ayaklı temsilcilerinden okuyacağınız ciltler dolusu dolambaçlı oyunlarından bu sonuç çıkacaktır. Bu şe kilde. Yaratılışa dair yaptığı felsefi yorumlamalarının, dünyasal çı kar alanı oluşturmaya yönelik amaçlarına engel oluşturmayacak bi çimde olması sağlanır. Bu yorumlama biçiminin insanlık tarihi içinde süre gelen genel adı o p o r t ü n i z m (münafıklık)dir. Aldat ma bir yalan, yalan ise açıklamaya gerek duyulmayacak bir alçal madır. Sömürgecilik ve Vahşi Kapitalizm, bu b a h ş açısı üzerinde yükselmiştir. Sömürgecilerin bir Yaratıcıya inandıkları zannedilir. Oysa pratikte kendi mutlak çıkarlarından başka hiçbir şeye inan madıkları ve sadece bu mudak çıkarlarına taptıkları ortadadır.
(*) însanitk süreci içinde Yaratılıp gerçeği'ni katlederek aldatmanın koyu bir pratiği ni bulması gerekecekti, iblisin durucu, apaçık bir düşman olarak sanatta mutlak bir manipülasyonun kibir ve kıskançlığın ürünü olması; aldatma ile i^e ba^lamı^ olması, Hz Âdem'in şahsında insanlığa yönelmesi, mutlak bir mükemmellikteki sanatın kat ledilmesi anlamına da geliyor. İnsanlık süreci içerisinde yaratılıp felsefesiyle oynanarak
16
ilke ve İlkesizlik
İkinci başı temsil eden inkâr türü ise; alışılagelmiş inkâr türü olan apaçık inkârdır. Geçmişe baktığımızda, her ikisi için de ay nı şeyin süreç içindeki yansımalarını görürüz.. Münafıklığı temsil eden kanadın, uyarıcıların getirdiklerini bozarak dünyasal çıkarla rı için dini bozdukları**^ b u n u n yanında doğanın herhangi bir ele manına tapmak şeklinde ikinci genel inkâr türünü görürüz. İkinci inkâr türünün süreç içindeki uzantısı, yine kendi k e n d i n e oluş felsefesinin doğanın herhangi bir elemanını değil, tüm doğayı tanrılaşürmasıdır. Mükemmel  d e m Formasyonu'nun Üstünlüğü Üstünlük; Yaratılan Mükemmel Biyolojik formasyonun Akıl ile Des teklenmiş Olmasındadır. İnsan Biyolojisiyle, fzyolojisiyle en güzel şekil üzerine yaratılmış iken, bu biyolojisiyle aynı zamanda da doğa ile de birebir bir uyum içerisindedir. Bu uyum o kadar derinliktedir ki, materyalist felse fe. Yaratılışı inkâr ederken, insan ile doğa arasındaki bu birebir uyumluluk, insanın doğanın bir ürünü olduğu tezinde kendisine ilham kaynağı olmuş tur. Materyalist felsefenin vardığı bu sonuç dahi, insanın ne kadar mükem mel Yaratıldığını göstermektedir. Bir insana sadece doğada bir canlı olarak katledilmesi ve bunun oportünist bir yoniın ^ekli ile başarılması, sömürgecilik tarihi sü resince devam eden insanlığın katlinin en önce yaratıhj felsefesinin katli ile başladığını görmekteyiz. Uyarıcılar tarafından getirilmiş olan kulluğa yakışır dumşun katledilerek, özel çıkarlar doğrultusunda insanlığa dayatılması ki, bu katlediş; süreç içinde zaman zaman Uyanalann
katledilmesi ile nesnel pratiğini de göstermiştir Yaratılış felsefesi
nin katlinin, sömürgelerde insanlığın katli ile sonuçlandığım ve sonuçlanmaya devam ettiğini görmekteyiz. Sömürgecilik dönemindeki katliam, önce felsefede başarılmıştır Doğal olarak böyle olması gerekirdi. Bir insani düşüş olan bu bozulumun, önce dü şüncede başlaması, sonra toplumsal atana yansıması gerekirdi. Bir organizasyonunun, düşüncesi bozulmadan pratiği bozulmaz. Burada oportünist bir inkârın çift başlı olarak şekillendiğini, salt inkânn saldırgan olmadığı sürece zarannın sadece kendine olduğunu. Yaratılış Felsefesinde oportünist bir duruşun yıkımdan ibaret olduğunu ve salt inkâr'ı katladığını da görmekleyiz. (Oportünizm Bölümü)
17
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
kendi siluetinin kendisi tarafından çizilmesi olanağı kendisine tanınırsa da ha güzel duracak ve daha güzel hareket edecek ha§ka bir^ekil bulamaz; dö nüp dönüp yine MA. F'nda karar kılacaktır. Fizyolojisi ile beceremediği ^eyi, hatta fizyolojisini fersah fersah a§an peyleri aklı sayesinde becerebilen tek canlı insandır: Çünkü Rahman, "Ona Ruhumdan üfleyeceğim" buyurmuş tur. Bir usta, ustalık becerisini, üzerinde çalıştığı malzemeyi işleyerek anlam kazandırarak ortaya koyar. Kazandırdığı anlam, ustanın becerilerinin işlen miş malzemeye olan yansımasıdır. Bir bütün olarak Varlık Aleminin tümü Yaratıcının sanatım yansıttığı gibi, en güzel şekil üzerine yarattığı canlı bir örnek olan insan da, bu âlemin maddi vefiziki gerçeği içinde elinin ulaşabil diği her şeyi, her eşyayı yoğurarak fiziki kalıbıyla beceremediği birçok şeyin, kendisine verilmiş olan akıl ile yapılabildiğini gösteriyor. Gördüğü her şeyi taklit edebilen, taklidin de ötesinde o şeyin içindeki kuralı kavradıktan sonra başka malzemelere de uydurabilen bir akılfırsatı vardır. Âdem formasyonun fiziki merkezinde. Sanatın doğaya uygunluğu var iken, ustalık merkezinde akıl vardır. Bu ustalık merkezi, kendisi de dâhil her şeyden bir anlam; bir kural çıkarabilen ve bunu başka bir alana taşıyabilen bir ustalıktır. Yeri gel diğinde kendisinin de kendine malzeme olabileceği bir ustadır. Onun için bu ustalık, kendi kendine usta olabileceği zannedilecek bir şeyin bilinçsiz iken kendi kendine usta olamayacağını ve perde arkasında bir Akıl'ın var olma zorunluluğunu getireceğini de göstermektedir Bunu yaparken insan olarak yapmq olması, insan olarak üstün olması anlamına geliyor. Yeryüzüne bal dırı çıplak olarak inerken, doğada ki varlığını, bir sihirbaz ya da insanüstü güçleri olan başka bir varlık olarak veya bir hayvan gibi bir tek avlanma ve beslenme becerisinin keskin bir örneğini göstermekle değil, insan olarak sür dürmüştür. Bir hayvan, doğadaki yaşam süreci içerisinde varlığını sürdüre bilmesi için hep aynı şeyi yapar Bu, yaşamını sürdürürken belli bir beceri nin keskin bir örneğini yansıtır Bitkiler de böyledir. Kartal ya da şahin, ha vada manevra yapmanın en keskin örnekleri iken, bu becerileri konumlarını değiştirmemekte, bir canlı varlık olarak sadece kendi varlıklarını sürdürmeye ve doğanın bir parçası olmaya yetmekteler İnsan uçabilen, daldan dala zıp18
i l k e ve İlkesizlik
layan bir maymun değildir. Ama kendi ayaklarıyla bir metre yukarıya zar zorfırlayan insan, sırık diye bir şeyi icat ederek birkaç metre yükselebilmiş tir. Akü ile biyolojisi bir bütünlük içerisinde olup, kendi biyolojisine uygun olan sırıkla atlamayı akıl bulurken biyolojisi de bu atlamaya uygundur. Ya da biyolojisi ile uçamaz ama uzay gemisi yapma becerisinin yanında, kişi sel meraklarla kendine suni kanatlar yaparak okyanusları geçmeye bile ko yulabiliyor.. Tüm varlık Aleminin onun adına mükemmel Sanatını tas dik ederek Sanatkârına secde etmesi sınamanın gereği olarak belki ölüm, sa nat malzemesinin hiçbir zaman Sanatkârının ilmi seviyesine ulaşamayacağı için de Allah'ın Zatını kavramak da hariç olmak üzere (aslında bu da bir noktaya kadar mümkün ama bunun yolu bilimde ilerlemek değil, teslimiyet içinde nefsinden özveridir, îmandır) Maddi varlık âleminde ulaşılması dü şünülebilecek her noktaya ulaşabilir. Aynı formasyon, var olan bilinci ile her noktaya ulaşabilecek bir şekilde Yaratıldığı gibi, yine sınanmanın bir gereği olarak, ruhsal konumlarında her noktaya oturabilecek bir ego ile de yaratıl mıştır. Bir yandan nesinden özveride bulunarak Yaratıcının Katına yüksel meye dahi layık olabilecek bir iradeye de sahiptir. Onun içindir ki, O'nun hatırı için Alemler yaratılmıştır. Diğer yandan, ilkesizlikte en büyük ve tek rakibi olan İblisin duruşu, kibirden ibaret içi boş bir duruş iken; O, düz ça kılmış bir kazığı ters çakarken bile, ters bir kazığı düzelttiğini iddia etmiş tir! Bu kadar da, bütün varlık âleminde her şeye bir gerekçe uydurabilecek başka bir cadı var mı? İnkâr da bile tek rakibi olan iblisi dahi fersah fersah geçtiğim göstermiyor mu?.. O bir Sofist* olurken, kendi kendini dahi inkâr etmeye gerekçe uydurabilecek başka bir canlı var mı yeryüzünde?.. Bu haU ile onun bu durumu, egoya ilişkin çok mükemmel bir kaypaklığın kıvrak lığı değil de nedir... O, bilinciyle mutlak bir madde yoğurma ustasıdır... Maddenin üze rinde mutlak bir hâkimiyet kurmak üzere yaratılmıştır. Baldırı çıplak ola rak Dünyaya inene bakın ki, şimdi göğe uzanmış, yıldızlara yolculuk yap maya hazırlanıyor. Hem de baş döndürücü bir hız ile! Bu hali de bu gün kü hali ve yarın neleri dahi becereceğini bilemiyoruz henüz... 19
İnananı-
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
inanmayanını, zalimini-mazlumunu
değil, ortak formasyonu konuşuyo
ruz. Eğer hız limitlerine de dayansa idi, ömür de yetse idi şayet, bu formas yon var olan aklı ile bütün Kâinatı istila edebilirdi. Bundan hiç şüphem yoktur... Bilinci ile her şeye uzanarak ulaşmaya yetecek kadar mükemmel Yaratıldığını gösteriyor! Madde üzerinde tek ustadır... İnsanın dışında hiç bir canlının madde üzerindeki ustalığı, kendi yaşam biçimini aşamaz ve bu yaşam biçimini doğadaki işlevinin üstüne çıkaramaz. Sadece kendi kendi ni devam ettirecek kadar olup, kendi kendine yetecek kadardır. İnsanın dı şında hiçbir canlı, yaşam ortamını her gün bir buluş daha yaparak kendisi için her gün biraz daha kolaylaşOramaz. Bu sanatı küçümseyecek kqi, bu Formasyonu değil, ancak kendini küçümsemiş olur. Yaratıcıyı inkâr, zaten öznel açıdan da kendi kendini yani kendi formasyonunun inkârıyla sonuçlanması gerekir. Yani M..A.F de ki manipülasyonu kaçınılmaz kılacaktır. Not; Sofizmin dindeki sofi likle bir bağı yoktur. Zaman zaman bu iki ayrı şey arasında bağ kurmaya çalışılıyorsa da sofi; (mutasavvıf): Aklını ve ruhunu birleştirerek Yaratıcıyı hissetmeye çalışan kişidir. Sofizm ise, apayrı bir anlamlandırma felsefesidir. Adını bilgicilik' ten alan sofizm, sonuç olarak kendi kendini inkârla sonuç lanan mutlak bir bilgisizliğe ulaştığından bu terimi hak etmediği ortadadır. Sofistler "aslında hiçbir şey yoktur. Var olduğunu zanneden biziz" sonu cuna varmakla, var ile yok arasındaki mutlak değer farkını apaçık şek li ile ortadan kaldırmışlar. Bu; Felsefede bilgicilik olmaz, ancak akıl yi tirme olur. Başlangıç noktasında kendini bilgicilik olarak ileriye sürmesi, sonrasında ise tam tersi bir noktaya ulaşmış olması, oportünist(münafık) bir amaca bilerek hizmet edildiğini göstermektedir. Bu; Adeta üç kâğıtçılık ve dalavere amaçh bir organizasyonun kendi toplatıtt odasına "dürüstler deme ği" yazılı bir tabelayı asmasına benzemektedir! Mutasavvıf ise, ne kendin den ne de Varlık Aleminden şüphe eder. O kendisine ve Varlık Âlemine ek olarak daha çok şeyi hissetmeye, bulmaya çalışır. Ayrıca Sofizm, e^ya'nın varolup kimliğine hiçbir anlam getirmediğinden hiç bir yere ve sonuca va ramamayı da kapsayan hiçbirşeyin en açık örneğidir. 20
I N S A N BILINCINDE IKILI YORUM " O i ı ^ > -
"Eşya"ya bakıp düşüncemizde şekillendirirken, onun kökenine yönelik varoluş kimliğine de bir anlam vermek zorundayız. O eşya yı ya bir Yaratıcı'ya, ya da başka bir şeye istinat ederiz. Yani ya Yara tılmış; ya da yaratılmadı; kendi kendine olmuş -doğa yapmış- nasıl olduğu belli değil.. .vs. Yaratılmış seçeneği dışında seçenekleri birer birer açtığımızda bunların hepsinin ortak yanmm o eşyanın içinde ki sanatı manipüle etmek, o sanatın bir Yaratıcı'ya götürdüğü yolu kapamak olduğunu (Yani, Hiçbir şey'e götürdüğünü) görürüz.
Yaratıcı'ya«< (istinat)
Şey(Eşya)
»>HiçBirŞey'e (İstinat)
Şeytan, " M ü k e m m e l Âdem" Formasyonunu inkâr ederken, kendisinden başka hiç kimsenin değer biçmediği kendi "ben"ini ileri sürmüştür. O n u n "ben"inin hiçbir sanata sahip değilken ki bu duruşu kendisiyle sınırlı kalmış ve "Her Bir Şey" olarak belir lenmiştir. Hiç bir şeyin (bir şey kapsamadığından) içinin boş ol d u ğ u n u da biliyoruz. Diğer yandan "Eşya" (bütün varlık âleminin her biri), yaratılırken yaratılmasıyla birlikte ikili y o r u m u n bir ucu da ortaya çıkmıştı:"Gökte ve yerde ne varsa O ' n u tespih eder." Sanat'ın inkârının b ü t ü n varlık âleminin önünde yapılması ile beraber (ki "Mükemmel Âdem Formasyonu", en güzel şekil üzerine yaratıldığından, yaratılmışlar içerisinde zirveye oturduğu için, aynı zamanda hepsini de dolayısıyla temsil eder.) İkinci ucu n u n da "Hiçbir Şey" olarak ortaya çıktığını görüyoruz.."Eşya, öz21
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
nel ya da nesnel her §ey, bu "ikili yorum"a tabidir. Ama biz b u rada eşya'dan kasıt olarak daha çok nesnel olanı kastediyoruz İkili y o r u m u n çelişik iki ucunu, "Görmeden İnanma Şartı" ile sınan maya tabi tutulmuş insanın bilinci düzleminde ele alıyoruz. Çeli şik olmalarıyla birlikte uçlardan ikisinden birini tercih etme ağır lığı; H e r iki ucun insanın bağımsız iradesine kalmış olması koşu lu ile birbirine alternatif olmaları bakımından bir denklik içinde olduğunu kabul ediyoruz. (Bu, Yaratıcı'nın Sınanmadaki M u t lak eşitiik ve Mutlak Adaletinin bir yansımasıdır.) Yaratıcı katın da; "Gayb" Âleminde ise, "Mutlak ve Tek" Yorum vardır; Yani, " H e r şey O ' n u teşbih eder", O ' n u onaylar.
Yaratıcı "Mükemmel Âdem" İlkesiz özne Onayia!««<==========*==========»»> Onaylamam Gerekçe. Sanat Formasyonu Gerekçe: Kibir (yani iıiç bir şey) "Ben Katılaşması"nda kibir (büyüklük taslama); kendini oldu ğundan farklı görme, kendini yanlış değerlendirme olmakla bir likte, karşıda duran sanat'ı da "kendinde yorumlama" bakış açısı nın sanattan kendine dönmesi, bakışın ters durması anlamına da geliyor. Gerçekte karşıda duran Sanat'ın ilkesiz özne ile bir ilinti si yok. O kendi başına bir değerdir. B u n u kendinde yoran, ilke siz özne'nin kendisidir. Kibirdeki çelişki, kendisinin de bir yara tılmış olduğunun bilincinde iken ve Yaratıcının ilkesiz Ö z n e ' n i n kendisi de dâhil olmak üzere her şeyi herkesten daha iyi bildiğini bilmesine rağmen b ü t ü n varlık âlemi de buna şahit iken Sanat'ı onaylamamış olmasıdır! Eşya'ya bakıp, her bir ayrıntısı anlamlandırılmaya çalışırken ne olduğu hakkında bir y o r u m oluşturmaya çalışırız. Eğer attığımız bir adım yanlış ise, birinci adımı dayanak olarak attığımız ikinci adım da yanlış olacaktır. B u n u n üzerine bi na ettiğimiz üçüncü adım da yanlış olacak, bu örgü bu şekilde de22
insan Bilincinde İkili
Yorum
vam edecektir. Bu adımların toplamı, bizim o eşya dan ne anladı ğımız iıakkındaki yanlış y o r u m u m u z olur. İşte İlkesiz Özne'nin manipülasyonunun insan bilincine izdüşümü, b ü t ü n varlık âlemi Allaiı'ın varlığına ve birliğine şaiıitlik ettiği halde, eşya'nın her bi rini okurken Yaratıcılığın yansımalarını görmezden gelerek, her bir şeyi kendi kendine olduğu ya da ne ifade ettiğinin bilinemedi ği, dolayısıyla b ü t ü n varlık âleminin t ü m ü n ü n kendi kendine ol duğu ya da bir şeyi ifade edip etmediğinin belli olmadığı şeklinde, eşyanın her birini diğerine kanıt göstermeye çalışarak bir mantık zincirini kurma şeklinde tezahür etmiştir. Bu, aynı zamanda dik duran bir kazığın ters çakılması anlamına da geliyor: "Biz onların kalplerini ve gözlerini ters döndürürüz de iman etmedikleri gi bi (yine iman etmezler) azgınlıkları içinde bırahrız.". B ü t ü n var lık âlemine, insanlık ve y o r u m c u n u n kendisi de dâhil olduğun dan, böyle bir mantık zinciri; "Ben Katılaşmasında" bir yorumla ma olup, "kendinde yorumlama"dan başka bir şey değildir. "İkili Yorum"da her iki ucun insan iradesine kalmış seçiminin, sınama nın gereği olarak denklik içinde olduğunu yazdık. M u d a k anlam da bir matematiksel denklik olmadığını bir daha söyleyelim. Bu denklik; Eşyadaki sanatın her ilmiğinde, inanan için Yaratıcı'ya giden bir sonucun yanında, kendi kendine oluş veya bilinemeze gidiş gibi bir yola gidecek olan bir sonucun da bakış açısına göre varlığıdır. Yani herkesin anladığı dilden: Bir insan inanmak iste miyorsa, kendi kendine kesinlikle bir gerekçe yaratabilir! Gerçek te ise: " O ' n u n hiçbir dengi yoktur." (İhlâs: 3) "Görmeden İnan ma" şartı olmaksızın, herhangi bir yaratılmışın "Sonsuz İrade "ye karşı ifadesi: A sabit bir sayı olmak üzere: A/oo=0 dır. (Sonsuz; kavranamaz kabul edilir) Bu matematiksel sonuç, aynı zaman da Allah'ın Zatı"nın "eşya"da görülemeyeceğini, içeriğinin b u n u kaldıramayacağını, ancak Allah'a gitmek isteyene, içeriğini doğ ru okuyabiliyorsa, okuyabileceği oranda olduğu gibisi (lisan-ı ha23
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
li) İle götürebileceğini de gösteriyor. Keza bu matematiksel so nuç; Varlık âleminin her biri için geçerli olduğu gibi, diğer ucun öznel temsilcisi M u d a k İlkesizlik için de geçerlidir. Hatta; "HiçBirŞey" in içi boş olup, bir şeyi kapsamadığından; Matematiksel olarak HiçBirŞey, "boş k ü m e " ( 0 ) dir. A, her hangi bir k ü m e ol mak üzere, her A için ; 0 € A dır. (Bo| küme her kümenin bir alt kümesidir.]) Bu matematiksel ifade, felsefi olarak "Aşağıların e n Aşağısı" t e r i m i n e tekabül etmektedir. İkili y o r u m genel hatlarıyla bilincimizde şöyle oluşur;
Yaratıcı'ya madde götürecek yığınla, ince hesabı içeriyor
«<«< — — VV
(i
s»s»
Yaratıcı Zatını göster miyor
Madde; Yaratıcı'yı nesnel olarak içinde ne kadar barındırmıyorsa, o oranda bir Yaratıcı'ya götüren yığınla bilim ve sanat ince liklerini yansıtıyor.; " O , yaratıp şekillendiren, ahenk veren ve d ü zene koyandır. O, (her şeyi) ölçüyle yapıp yönlendirendir." (A'la 2.3) "Deveye bakmıyorlar mı, nasıl yaratılmıştır! Göğe bakmıyor lar mı, nasıl yükseltilmişdr! Dağlara bakmıyorlar mı, nasıl dikil mişlerdir! Yeryüzüne bakmıyorlar mı, nasıl yayılmıştır!" (Gaşiye: 17.18.19.20) İnanmak için madde'nin içinde Allah'ın Zatı'nı görme isteği ne derece mantıklı?!. Bu, mantıklı bir istek olabi lir mi! Hangi marangoz yonttuğu tahtanın içindedir! Hangi us ta ördüğü duvarın içindedir! Hangi kitabın yazarı, kendini kita bın içinde saklayabiliyor ve her zaman "umarım okuyucular be ni anlarlar" türünden bir beklentiyi ifade ettiklerini hiç görmedik mi... Bu objektif bir bakış açısı değildir; Objektif olmayı aşan bir k a t ı l a ş m a d ı r . Alışageldiğimiz ve hiç değişmeyen; her gün defa larca tekrarladığımız, bilinç ile sanat arasındaki "bak ifadesini bul " kuralına da uymuyor ve her alanda, öznel'den nesnele yansımış olan t ü m emeklerin inkârı anlamına geliyor: "Allah bir sivrisineği, ondan daha da ötesi bir varlığı örnek olarak vermekten çekinmez. 24
insan Bilincinde İkili Yorum
İman edenler onun, Rablerinden (gelen) bir gerçek olduğunu bi lirler. Küfre saplananlar ise, "Allah örnek olarak bununla neyi kas tetmiştir?" derler. (Allah) onunla birçoklarmı saptırır, birçoklarını da doğru yola iletir. Onunla ancak fasıkları saptırır" (Bakara: 26). Kaldı ki sanatı inkâr edemeyeceğimize göre "eşya"nın kendisine teslim etmemiz gerekiyor ki, bu da bizi bir zordan kaçarken eşya nın adedi sayısınca daha büyük bir zora götürmektedir.. Tabiat'tan bir örnek: Diyalektikçi Materyalist: Kendini ne kadarda geliştirmiş, Yaratıcı ne güzel yaratmış, arının kendisi mec'ourmu bize bal yapsın!
Bal arısı
«<=
Bu arada damağımızdaki tat alma sinirlerimiz de balın tadına göre kendilerini geliştirmişler.
Diyalektikçi: Ne güzel duruyor ve koku yor, güzelliğe bak sanat fışkı rıyor! Görüntüsü ise, kendini çevreye uyduruşundandır. (Yani güzeldir veya değildir diye bir şey yok, ona bu güzelliği biz yakıştırıyoruz)
Gül
Burnumuzdaki koku alma sinirlerimiz Onun kokusuna göre kendilerini geliştir mişler.
Bilinemezci: Balansı güzel bir canlı. Balı da güzel bir gıda. Ama neden böyle olduğu bilinemez. Gül güze bir bitkidir. Kokusu da güzel. Ama neden böyle görüldüğü ve böyle koktuğu bilinemez. Sofizm: Ortada ne balansı var, ne gül, ne de ben. Bunu böyle zanneden benim.
G ö r d ü ğ ü m ü z gibi, yukarıdaki şemada İlkesizlik yönünde "kendinde yorumlama" Manipülasyonu belirtmeye gerek d u yulmayacak kadar açıktır. Bir bal arısı ve bir gül'ü hatırlayarak her iki yöndeki bakış açılarını d ü ş ü n ü n , tartın. Hangisi daha o b jektiftir. Hangisi de eşya'yı yorumlamada bin dereden su getiri yor ya da bunu aşarak bir sofist gibi eşya ile beraber aklını da bir 25
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
tarafa fırlatıyor. "Görmeden inanma Şartı"na bağlı olarak, Mutlak İlkesizlikten insana yansıyan bu bakış açılarının insanda daha da derinleştiğini görüyoruz. Yaratıcı ile muhatap iken ve bütün var lık âlemi buna şahit iken "Mükemmel Adem Formasyonu" için "kendi kendine oldu" , kendi kendisine bakarken de "ben de ken di kendime oldum" diyememiş. Ama insan, sanatla sonsuz bilgi ve beceri ile dolu varlık âlemine ve kendi kendine bakarken "ken di kendine oldu" ve ben de "kendi kendime oldum" diyebiliyor. Toptan bir manipülasyona gidebiliyor. Şeytanın cüret edemediği nankörlüğü sergileyebiliyor; "Biz insanı bir damla sudan yarattık ta sonra o bize apaçık bir düşman kesildi" (Yasin:77) Burada gerçekte "Elle t u t u l u p gözle g ö r ü n m e y e n "; Eşyanın içindeki inceden inceye d o k u n m u ş sanat değildir. Hayal g ü c ü n d e n yaralanarak "kendi kendine oluş"u olanaklı hale getir medir. Bin yılda değişmesi mantığa aykırı gelen bir canlı için, bir milyon yılda değişti deniyor. Bu hayal yetmezse eUi milyon yılda değişti deniyor. Bu da yetmezse yüz milyon ya da yüz mil yar yılda veya beş yüz elli milyar yılda kendi kendine değişmiş tir denilebilir. Böyle gide gide Yaratıcısız bir Kâinatın varoluşu için bir hayal senaryosu k u r u l u p , bir varmış bir y o k m u ş t ü r ü n den bir giriş ile başlayan bir masalın mantık örgüsü kurulabilir. "Var olma nedeni"ni de sonsuzdan gelmesine bağlamış oluruz ki bu; bir yaratıcısı yok iken yoktan var olma'dan başka bir şey ol mayacak. Bu iddia n e derece tutarlı olabilir. "Sonsuz İrade " var iken kabul etmediğimiz bir şeyi ortada hiçbir neden yok iken nasıl kabul edebiliriz. Bu; H e r g ü n bir dolar biriktirerek beş yüz elli trilyon yılda dünyanın birinci sınıf dolar zengini olma hayalinden daha zayıftır. Ç ü n k ü H i ç olmazsa dolar zenginliği hayalinin arkasında her gün biriktirilen bir dolar vardır. Yara tıcısız bir yoktan var olmanın arkasında hiç bir şey yoktur. P e ki, başlangıç noktası zamanın neresinde olursa olsun "Sonsuz
26
insan Bilincinde İkili
Yorum
İrade" için bir elimizde bir belge var mı? Evet var! Sonsuz bir birliktelik. Sonsuz bir düzenlilik içinde sonsuz bir hareketli lik ve m ü k e m m e l l i k arz eden harika bir Kâinatımız ve D ü n y a mız var. Sonsuzdan gelerek bir yaratıcısı yok iken "yoktan var olma" ile Yaratıcısı var iken yoktan var olma yani; Yaratıcının "Yoktan var e t m e " Nedeniyle "Yoktan var olma" Eşyanın k ö keni için aynı şeyi ifade etmezler. Ç ü n k ü birincisinin arkasın da hiç bir şey yani hiçbir gereklilik yok iken, ikincisinin arka sında sonsuz İrade gerekçesi vardır. H a l böyle iken aynı insan, kendi sanatında Evrene olan bakış açısıyla çelişir d u r u m d a d ı r . M a l z e m e n i n nesnel görüntüsü üzerinde oynayarak bir "kendin de yorumlama'' ile inkâr ettiği bakış açısının çok acemi düzeyde bir taklitçisi olabiliyor Bir tahta parçasını alır ve yontar. Şekil verir ve cilalayıp parlatır... Ortaya çıkardığı bu şeye k e n d i n ce bir anlam yükler. Bu sanatını sergilerken kendince yükledi ği bu anlamı bizden ister. Yani o, b u tahta parçasına bakar iken neyi anlamak istiyorsa, bizim de bakarken aynı şeyi (yani elle t u t u l u p gözle g ö r ü n m e y e n o anlamı) çıkarmamızı bizden ister. O n u n arzularına göre tahtayı okuyamazsak, adımız cahile; sa nattan anlamaza çıkar. Hatta b u tahta parçasının sobaya atılacak o d u n d a n tek farkının cilalanmış olması olsa bile! Oysa sobaya atılacak o d u n d a dahi a t o m u n d a n m o l e k ü l ü n e kadar yığınla in ce hesap-sanat vardır. Bir yandan Sonsuz İrade'nin Yaratıcılığını inkâr ederken, öbür yandan üzerinde acemice oynadığı bu şe ye "yaratı" da diyebiliyor. Bu arada anlaşılmaz'm derinlik olarak yansıtılmak istenmesi ise; D a r bir alana sıkışmış olan "kendinde yorumlama" nın; Ö r t ü l ü kalmış zorbalığı oluyor.
Hayat, insan ve diğer canlılar
Nereden <====>
sudan başla mış
Nereden <====>
27
HO ele ment leri
Nereden <====>
Dün yanın varolu şundan
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
Nereden <—=>
Kai natın varolu şundan sonra
Big-Bang büyük enerji patlama sından
Nereden
Nereden
Yaratıcı ya da HiçBir Şey
Kaç adım daha gidersek gidelim, bu adımları daha kısa aralık lara da bölsek ya da daha uzun aralıklar şeklinde de göstersek, fark etmeyecektir. Sonunda t ü m varlık âleminin varoluş kimliği için varacağımız yer, ya bir Yaratıcı; ya da HiçBirŞey'dir, Şöyk ki; 1. Bir yığın materyalin üzerinde çalınıp da hiçbir yere varamama; sonuçsuz kaldığı için HiçBirŞey' dir. 2. Bir yığın materyalin üzerinde çalışırken bu materyallerin (öznel ve nesnel) içinde boğularak düşüncede yenilmek yoluyla materyallerin her birini de kendini de dağıtmak da HiçBirŞey dir. 3. Bir yığın materyalin üzerinde çalışırken, hem materyalin var ol ma nedenini cevaplandırmamışken, aynı zamanda kendi kendine de ğişebilen; Hiçbir irade yok iken hem usta, hem çekiç, hem çivi, hem tahta olabilen bir şey olduğunu iddia etmek, materyalin; materyal olma nedenine aykırıdır. Ona akıl üstü bir güç tahmil etme (yükleme) olup hem usta, hem çekiç, hem çivi, hem tahta olarak göstermek, özneli nes nelden farksız kıldığı gibi, bir çok şeyi bir tek şey kabul eden kalbur üs tü bir halüsinasyon
HiçBirŞeydir.
İster materyalistler gibi daha başlangıç noktasından hareket ettiği mizde 'Sonsuz İrade' yi yok sayalım, ister düşüncenin sonunda gör mezden gelelim ya da Sofistler gibi içinde boğularak eşya ile beraber kendi kendimizi de inkâra gidelim; bunların hepsinin sonucu aynı olup bir Yaratıcıdan
kaçmadır,
HiçBirŞey'
dir. HiçBirŞey
ğa maliyeti: İnsanlık ancak bir tek Yaratıcıya inanarak yaklaşabilir.
Sadece birbirlerinden
ihanet etmenin derin yollarım
korkarak
ke^ederler. 28
ancak
in insanlı birbirine birbirlerine
S I N A N M A ARAÇLARI TUZAKLAR ( S ı n a n m a d a Tercih)
TUZAK "Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır." (Ali İmran, 54) insani Tuzaklar insanlar birbirlerine karşı nasıl tuzak kurarlar? Var olan şartlar içerisinde düşmanlarını yenemedikleri halde, olağan dı şı bazı oyunlara baş v u r u p onların bu oyuna bilerek ya da bil meyerek karışmalarını bekleyip, bu şekilde yenilmelerini sağ lamak için tuzak kurarlar. İnsani tuzaklar, başarıya ulaşmak için birer hile araçlarıdır. N e k u r u l m a z d a n evvel, n e de k u r u lur iken kendisine karşı tuzak k u r u l m u ş kişi ya da k ü m e tara fından farkına varılmaması amacı üzerine bina edilir. Bir savaş hilesi olarak kendisine tuzak kurulan tarafın kaybı, tuzağı k u ran tarafın da kazancını amaçlamaktadır. Bir hile ve aykırılık tır. Birilerinin yararını işler iken, diğer birilerinin zararını iş lediğinden; izafi bir doğru olarak sadece kendi yararını işleyen ego'ya dayalıdır. Tuzaktan haberdar olup tuzağa tuzakla karşılık vermek, bir "hak"tır. Sadece kurulan tuzağr boşa çıkarmak için kurulacak tuzak ise, k u r u l m u ş tuzağa karşı verilecek cevabın en y u m u ş a ğıdır. Buraya kadar ki örgü tuzağı, insanların birbirlerine karşı kurdukları tuzaklardır. 29
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
"Tuzak K u r a n l a r ı n E n H a y ı r l ı s ı " O l m a k "Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır" denildiği anda, Allah'a "Tuzak kuranların en hayırlısı" gibi bir sıfat yakıştırılmaktadır. Evrensel Bir İrade'ye yakışünlacak bir sıfatın da Ev rensel olması gerekir. Bu sıfatı işleme koyacak "Tuzak kurmak" fiilinin de evrensel olması, bu fiili içinde barındıracak tuzak ke limesinin (kümesinin) de Evrensel olması, yani; Sonsuz İrade için "Tuzak Evreni" Şeklinde anlaşılması gerekecektir. Evrensel Bir İrade için T u z a k böyle değerlendirildikten sonra, bir insan için sınanma sahasında her şey bir tuzak olup, hayat; doğruyu ya da yanlışı seçme noktasında bir tuzaklar silsilesi olarak karşımız da durur. Yaratıcı, daha olayın başından beri her şeye Kadîr ve Hakîm'dir. Kişiyi de, bir denek olarak D ü n y a denilen sınanma sahasına insan adıyla sürüyor. H e r biri kendi iradesiyle yaşadı ğı süre içinde, ağırlıklı olarak ya Doğruyu ya da Yanlışı seçecek tir. Sınanma sahasında büyük, küçük her şey bir engel; Yaratıcıyı onaylama, göz ardı etme ya da reddetme yönüyle bir tuzaktır. En yüzeysel olanından, en derinine; en basitinden, en zoruna doğru karşımıza çıkan her şey (öznel ya da nesnel), bize tuzak olabilir. A l l a h , N e d e n T u z a k K u r a n l a r ı n En H a y ı r l ı s ı d ı r ? 1. Allah'ın tuzakları insani tuzaklara benzemediği için... İ n sanların tuzakları, bir tarafın yararını işler iken diğer tarafın za rarını işlemektedir. Oysa Allah, herkesi kâr etmeye çağırmak tadır. İnsani tuzaklarda tuzak kuran tarafin bir kârı vardır. Al lah ise hiçbir k u l ' u n imanına m u h t a ç değildir. D o ğ r u y u seçen, kendi yararına seçmiştir. 2. İnsanlığın yeryüzüne inişinden bu güne kadar, doğru olarak kabul edilen şey belirtilmiş; yanlış olarak kabul edilen şey de belir tilmiştir. Eğer insanlar bazı sınanma araçlarından geçerler iken ba30
Sınanma Araçları
Tuzaklar
§ansız kalıyorlarsa, bu onların o araçları tanıyamamış olmasından değil, kendi dürtü ve eğilimlerine yenilmelerinden kaynaklanmış tır. Karşımıza çıkan bir zayıf ve muhtaç bir kimse, bize bir tuzak; alacağımız tavır ise, mzağı nasıl aştığımızın ifadesidir. Karşımıza çı kan en güçlü veya en zalim kişiye yağcılık yaptık mı, yapmadık mı; ya da en güçlü ve en olanak sahibi halimizle kibirlendik mi, kibir lenmedik mi? Veya en fukara, en çaresiz halimizde Yaratıcıya şü kür m ü ettik, isyan mı ettik! Varlık âleminin her şeyinde, gözümü zün gördüğü kalbimizin hissettiği ne varsa, teker teker Yaratıcıya mı teslim ettik; HiçBirşey'e mi? İkili yorumun her eşyadaki her basa ma,
öznel veya nesnel her yansıması, bilimin her ilmiği. Yaratıcı
yı Onaylama göz ardı etme ya da reddetme noktasında bir tuzaktır. İlahi kitaplarda "Şeytanın Tuzakları" ya da "Şeytanın adımları" ola rak ifade edilmek istenen; eşya'nın (öznel ya da nesnel) ve olayların derinliğine iner iken bu basamaklarda aldatılmış olma yönünü ifa de etmektedirler. Şeytanın kendisi de, kendisine uyacak mıyız ya da uymayacak mıyız noktasında bir tuzaktır. Hatta O n u sınanmamız aracılığıyla her önüne gelenle sataşan bir mutlak belalı olarak düşü nebiliriz. Aklımız, irademiz ve dürtülerimiz de, onları nasıl kulla nacağımız konusunda bize birer sınanma aracı, birer tuzaktır. Ç ü n kü doğru yönde kullanmamız halinde bizi yükseltici, yanlış yönde kullanmamız halinde ise düşürücü olabiliyorlar. Bütün bunları her defasında geçerken tuzağa mı bastık, yoksa üzerinden mi atladık? Bu "Tuzak Evreni" İçinde Allah'ın Tuzakları" ile diğerleri (insan ların ve Şeytanın kurduğu tuzaklar) arasındaki fark şudur; "Allah'ın kurduğu tuzaklar". Uyarısı Yapılmış Tuzaklar olup, irâdemizle bi lerek, isteyerek, bazen övünerek, hatta bir zalim olarak zaman za man zafer naralarıyla basmışızdır. (insanlık tarihi boyunca Doğru ile Yanlış apaçık bir şekilde belirtilmiştir.) Diğer mzaklarda ise, ya doğrudan aldatılmışız ya da kibrimizden, dürtülerimizden veya çı kar hırsımızdan yararlanılarak aldatılmışızdır.
31
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
B ü t ü n bu tuzakların bir özeti olarak insanoğlunun yeryü züne inişinden Kıyamete kadar deneklerin sınanması, küfür ile iman arasındaki farkı ortaya çıkaracağından, insanlık ekseninde Mutlak Doğru'ya giden yolu, Mutlak Yanlış'a giden yoldan ayı racağı için, sınanma ortamında aynı gıdadan beslenmiş, aynı su yu içmiş ve aynı havayı teneffüs etmiş iki ayrı deneğin "Alay-ı illiyin'den Esfel-i Safılin'e kadar aralarındaki f a r h ortaya çıkara cağı için "Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır." En hayırlı tu zak, Mutlak D o ğ r u n u n mutlak yanlıştan mutlak bir şekilde ay rıştırılması tuzağıdır. Kıyametin diğer iki ismi de şunlardır "Al danma G ü n ü " ve "Ayrışma Günü!. Birincisinin anlamı, insanla rın bilerek, isteyerek kendileri için iyi olduğuna inandıkları şey lerde aldanmaları; ikincisi ise "Hafıdatün Rafıah-" Alçaltıp (ki mini), Yüksekip (kimini) Ayrıştıran... (Vakıa suresi: 5) Gerçekte başından beri uyarısı yapılmış olan bir şeye (öz nel ya da nesnel) tuzak deniyorsa, b u n a sadece söz gelişi olarak anlatımı kolaylaştırmak için ancak tuzak denilmiştir. Ö n c e s i n den tehlikeli olduğu bildirilmiş olan bir şeye (öznel ya da nes nel) insanların anladığı ve k u r d u ğ u şekli ile tuzak denilebilir mi! İnsanın Yaratılışından b u g ü n e kadar, her fırsatta, her U y a rıcının ağzından yanlış olduğu defalarca tekrarlanmış, defalar ca uyarısı yapılmış bir şey (öznel ya da nesnel), eğer bir denek için tuzağa d ö n m ü ş ise, b u n u bizzat kendisi kendi iradesiyle o şeyi tuzağa çevirmiştir; Aynı şey bir yükselişe de neden olabi lecek iken! Yaratianm kendini İfade etme yöntemlerini işlerlerken, bu d u r u m daha açık bir şekilde görülecek ve insanın, kendisine yönlendirilen herhangi bir nimetin gazaba dönüşmesini, ken disinin kendi iradesiyle sağladığı daha iyi anlaşılacaktır. Yoksa, insanın sınanmasına benzer olarak kopyası verilmiş başka bir sınanma türü m ü var?. 32
Sınanma Araçları
Tuzaklar
S ı n a n m a d a T u z a k , S a d e c e B i l i n e n i Tercihtir. Tuzağın Kökenleri Hani, Rabbin meleklere, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. Onlar, "Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamd ederek daima seni teşbih ve takdis ediyoruz." demişler, Allah da, "Ben sizin bilmediğinizi bilirim" demiş ti. Allah Adem'e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları me leklere göstererek, "Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin" dedi. Melekler "Seni bütün eksikliklerden uzak tu tarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin" de diler. Allah şöyle dedi: "Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle." Adem, meleklere onların isimlerini bildiritue Allah, "Size; göklerin ve yerin gaybmı şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?" dedi. Hani meleklere, "Adem için saygı ile eğilin" demiştik de iblis hariç bütün melekler he men saygı ile eğilmişler, iblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu. Dedik ki: "Ey Adem! Sen ve eşin cennete yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yok sa zalimlerden olursunuz." Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de, "Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir sü re barınak ve yararlanma vardır" dedik. Derken, Âdem (vahy yoluyla) Rabbinden birtakım kelimeler aldı, (onlarla amel edip Rabb'ine yalvardı. O da) bunun üzerine tövbesini kabul etti. Şüphesiz o, tövbeleri çok ka bul edendir, çok bağışlayandır. İnin oradan (cennetten) hepiniz.
Tara-
fimdan size bir yol gösterici (peygamber) gelir de kim ona uyarsa, onlar için herhangi bir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir" dedik. İnkâr
33
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte bunlar cehennemlik tir Onlar orada ebedî kalacaklardır. (Bakara, 30-39) " M ü k e m m e l Âdem Formasyonu", M u d a k İlkesizliğin öznel temsilcisi için bir tuzak olmuştur. İçinde var olan kibrini ortaya çıkarmıştır. Cennetteki Yasak j ^ a ç , H z . Â d e m ve Havva için bir tuzak olmuştur. Yaratıcı hiçbir hakkı yok iken yoktan var etmiş insanoğlunu... Cennette ağırlamıştır. H e r şeyi serbest kılmış, sadece bir tek şeye yasak getirmiştir. Bu yasağı çiğneme; insanda var olan, doğruya meylinin var olduğu gibi, yanlışa da meylinin var olduğunu göstermiştir. B u n u her bir insanda ortaya çıkar mak için, hangi tarafa ağır basacağının kişinin smanmasıyla or taya çıkabileceğini gösteriyordu. Bir insanın cennet ile ödüllen dirilmesi için sınanması gerektiği, yine bizzat insan tarafından olayda vardığı sonuç ile ortaya konuluyordu. Bazıları için C e n neti bedava olmaktan çıkarırken, bazıları için de cehennemi hak d u r u m a getiriyordu. Yapılması gereken tek şey, bu seçimi insa nın iradesine bırakacak bir ortamda sınanması idi. Kökenden çıkarılacak dersler: ( D İ ) İblis'in inkârının kibirden ibaret oluşu, inkârın insan lık ekseninde b e n merkezli olup b e n k a t ı l a ş m a s m d a bir y o r u m d a n ibaret olacağını gösteriyordu. (D2) Karşılıksız Yaratma ve Cennette misafir etme Rahman sıfatının bir tecellisi olup, bu sıfatın genişliğini gösterir. (D3) H z Âdemin Şeytanın apaçık bir düşman olduğu hakkında peşinen uyarılmış olması, Rahim sıfa tının bir tecellisi olup yine bu sıfatın genişliğini gösteren özel bir muameledir. (D4) H z Âdemin yasak ağaç hakkında peşinen uya rılmış olması. Rahim sıfatının genişliğini ve hiçbir gerekçe yok iken kullarına zulmetmek istemediğini gösterir..(Bu yasak, bir tek ağaçla sınırlı olmayıp bir çok ağaç için geçerli olabilirdi ve ya apaçık bir ağaç olmayıp ağaçlar arasında şans eseri çıkabilecek 34
S ı n a n m a Araçları
Tuzaklar
bir ağaç da olabilirdi.) (D5) Yasağın ihlâli, insanoğlunun ken di dürtü ve eğilimlerine uyması halinde hiçbir zaman var olanla doymayacağını ve her zaman daha fazlasını isteyeceğini gösteri yordu. D6) Ceza, Cennetin kirletilmesinin cezası olmaktan çok, "Rahman " sıfatına karşı gösterilen güvensizliğin cezasıdır. (D7) H e r iki uyarı birden, b u n d a n sonra da insanların uyarılmadan cezalandırılmayacaklarını gösteriyordu. Yani uyarıcılar gelecek! (D8) Avret yerlerinin kendilerine gösterilmiş olması; peşin ve temiz bir yiyecek ile yetinmemeleri sonucu, sindirim organları nın çalışmasıyla artık bırakacak şekilde devam olunacak bir ha yatta, insanların sindirim organlarıyla "pis"i temizden ayırdığı gibi, b u n d a n sonra her alanda da aklını ve iradesini kullanarak, "pis"i "temiz"den ayıklamakla sorumla tutulacağını gösteriyor du. (D9) İblisin H z . Â d e m ile baş edemeyince Havva'yı kullan dığı rivayet edilir. Bu, İblisin insanlara yaklaşırken zayıf noktala rından yaklaşacağını gösteriyordu. (DIO) H z Âdemin tövbe et mesi ve tövbesinin kabul edilmesi, b u n d a n sonra da her bir in san için sınanması süresince tövbe kapısının açık olacağını gös teriyordu. ( D i l ) Yasak ağacın meyvesini yemeleri halinde o n lara ebedilik kazandıracağı için yemiş olmaları, insanoğlunun ebediyete ne kadar talip olduğunu ve Ebediyeti ne kadar garan ti altına almak istediğini gösteriyordu. Bütün bunların ışığında; İn sanın yeryüzüne inişinden Kıyamete kadarki süreç, "Mükemmel
Adem
Sanatı"nın Yaratılmasıyla birlikte, bütün "Varlık Alemi" nin secde et mesi ve İblis"in Allah'ın katından ebediyen kovulmuş olması, "Mutlak Doğru"dan kibirle karşılık vererek "Mutlak Yanlış" olarak ebediyen ay rılması ve sonraki olaylar, insanoğlunun bu olayların daha geniş ve daha karmaşık bir biçimini kendi iradesiyle ortaya koymuş olacağını gösteriyor. Kısa bir diyalog gibi görünen, Allah'ın katında meydana gelen bu olay lar, aslında insanlık sürecinin kısa bir özetidir. 35
S I N A N M A D A MUTLAK ÖZGÜRLÜK -"
N e d e n i ; Ezel'de verilmiş olan söz ve b u n a bağlı olarak " G ö r m e d e n i n a n m a §artı"na dayanan sınanma; mutlak bir özgürlük temelinde süregelmektedir. İnkarcı bir kavmin uya rıcıyı taşlaması, kovması, liatta şehit etmesi bile bu mutlak öz gürlüğü engellememekte olup, her fırsat; kişisel iradesinin ö n ü n e serilerek, böylece kişinin t ü m avantajlarını kullanmasıy la sürecini tamamlamaktadır. "Evrensel Tuzak" kavramından hatırlamak gerekirse, kişinin iradesine sunulmuş bu fırsatların, her biri tek seçeneği içermedi ğinden, kendisinin yanlış yapması için önüne çıkarılmış, dar an lamıyla insani tuzaklar gibi tuzaklar değil; seçenekler içerisinde yanlış yapmış olmasını gösterecek ve kullanması halinde tam ter si bir yükselişi sağlayacak seçeneklerde mevcuttur. Deneklerin tü m ü doğarken eşit doğarlar. Günahları sıfırdır. Yeni doğmuş her çocuğun iman fıtratı üzerine doğduğunu kabul edilir. Herhangi bir denek, kazançları ve kayıpları açısından sorumlu bir yaşa gel mediği sürece de kayıplardan sorumlu değil, ama kazançları, ken di hanesine artı olarak yazılır. İman veya inkâr doğrultusunda her hangi bir fark atmak kendisine bırabimıştır. Alabildiğine yararlan ma fırsatı, ikili y o r u m u n her iki yanı için de geçerlidir. En küçük ten en büyüğe kadar, her sınamanın düşürücü seçenekleri var sa, seçenekleri de vardır. Bu alabildiğine yararlanma, inanan açı sından yükselişe neden olacak t ü m fırsatların verilmiş olması ve 36
Sınanmada Mutlak
Özgürlük
hesap günü için alabildiğine azık t o p l a m a anlamına gelirken, inkâr için düşüş nedeni olarak, h a z ı r d a n â z a m i ilkesiz, d ü n yasal yararlanma ve bu yararlanma sırasında hiç bir engel tanı mama olanağı da varken, aynı zamanda acımasızlığa ve zalimliğe dair t ü m olanakların tüketilmesi anlamına da gelir ki bu; İnkarcı için kendi sonunu kendi iradesiyle hazırlamış olmasıdır. Felsefi açıdan ikili y o r u m u n eşyanın ve düşüncenin her noktasında ge çerli olması, eşyaya bakış açısının her noktada özgür olduğunu, inkarcının inkâra m a h k û m olmadığını, inkârın kendi iradesinin bir kazanımı olduğunu göstermektedir. İşte bu d u r u m u n gerçek leşmesi, her deneyin kendisine yabşanı kendi eliyle seçmesi için, sınanmanın mutlak bir özgürlük içinde yapılması gerekmektedir. Sabûr ve Halîm sıfatlarıyla en acımasız davranışlara ses çıkarmaz. Hatta herhangi bir sesin çıkmaması, azgınlar için ayrıca bir tuzak olup; "Birileri olsaydı sesleri çıkardı" dercesine daha da azarlar. Görevlendirilmiş Uyarıcısının dövülmesine, yerlerde sürülmesi ne, kovulmasına, inananların ve uyarıcıların işkence ile öldürül mesine de ses çıkarılmaz. Ama süreç sonlandırıldı mı, yapan yap tığı ile değil, yaptığının cezasıyla kalmış olacaktır. Hatta iman ve inkar mücadelesi süregelirken uyarıcılar tara fından gösterilen mucizeler, bu mutlak özgürlük pozisyonun da b u l u n a n deneklerin zaman zaman inanmaları y ö n ü n d e ken dilerinin desteklendiği, kendilerine d e n e m e sınavını kazanma ları için torpil geçildiği de söylenebilir. Ama burada da açık bir kapı vardır ki, bir denek eğer inanmak istemezse, kendi kendi ni aldatarak kendine birçok gerekçe uydurarak, inkâr doğrultu sunda imandan kaçış yolu olarak açık kapılar yaratabiHr. Ken di gözleriyle ö l ü n ü n dirildiğini ya da Ay'ın ikiye b ö l ü n d ü ğ ü n ü görünce, kaçış yolu olarak: "Bu Sihirdir" deyip yüz çevirebilir. Bu, kendisine verilen m u d a k özgürlüğün bir ispatı olduğu gi37
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
bi, inkârdaki b e n katılaşmasının ne kadar derinde o l d u ğ u n u da göstermektedir. Ayrıca iki noktanın daha ispatıdır: Sihir d e mesi öyle bir şeyin gerçekleştiğinin teyidi olduğu gibi, Sonsuz Rahmetin de bir ispatıdır. N o r m a l d e Kâinatın Yaratıcısı, bir denek sınanmayı kazansın diye Uyarıcının şahsında ya da baş ka bir şekilde böyle bir tabiatüstü olayı göstermek zorunda de ğildir. B u n u n Sonsuz şefkatten ve Rahmetten geldiği de açıktır. Ç ü n k ü eğer g ö r m e d e n i n a n m a şartı, deneklerin insan sure tinde maddi âlemin sınırları içinde tutularak d e n e n m e k şek linde yerine gelmiş oluyorsa, bir tabiatüstü olayın gösterilmesi, bu şartın kısmen delinmesi anlamına gelir! Uyarıcı ya da genel olarak iltica noktalarına doğru yol alan bir deneğin dünyasında Yaratıcı'nın daha titiz davrandığı ve bu kadar taviz kar olmadı ğı da söylenebilir. Bu uyarıcıların genel profillerini incelerken, dalgın bir anında sarf ettiği iki cümlenin kendisine nasıl da yüz senelik bir uykuya mal olduğunu, ipe sapa gelmeyen kavminin verdiği bıkkınlıktan ileri gelen görevden kaçışın kendisini na sıl da bir balığın ağzına attığını ve son sözünde hastalığından şikâyet edecek mi, etmeyecek mi diye d e n e n m e k amacıyla, sarf edecek o son sözü dahi sınanmanın bir aracı olarak da kullanıl dığını görüyoruz. En küçük hatayı bile kabul edilemez bir şe kilde "Ey M u h a m m e d ! Eğer Sen,
yı yaparsan zalimlerden
olursun" t ü r ü n d e n uyarıların da yapıldığını görürüz. "Zalim lerden olursun" Sözü önemlidir. Ç ü n k ü zalimlik Yaratıcının Katında inkârla eşdeğer olduğu gibi. Zalimlik sıfatı, inkarcıyı belirtici ilk özellik olarak görülmüştür. İltica düzeyinde yol alan deneklerin yakın duruşlarının oranında yapacakları yan lışların hafif sayılması beklentisinin tam tersi, yükselişlerinin oranında yanlışlarının da kabul edilemez olarak g ö r ü l d ü ğ ü n ü anlıyoruz. Bir uyarıcı olarak O , her tavrı ve davranışı ile M u t 38
Sınanmada Mutlak
Özgürlük
lak İlke'nin buyruklarını ve gereklerini yerine getirmek z o r u n da kılınmıştır. B u n u n böyle olması gerekmektedir. Ö l ü y ü di riltme ya da asasıyla denizde yol açma mucizesiyle donanmış bir uyarıcının, M u t l a k İlke'nin gereklerini eksik yansıtmaya da hakkı olmayacaktır. Ç ü n k ü bu gerekleri mutlak bir doğrulukla yansıtmanın donanımı kendisine verilmiştir. Buyrukları ifade eden ayetlerin toptan değil aralıklarla inmiş olması, zamanlamanın Yaratıcı tarafından tayin edildiğini gös termektedir. Z a m a n a yayılmış bu sistematik yönlendirme, bir yandan uyarıda ve uygulamada sonuçta bir insan olan Uyarıcı nın şahsında hatayı en aza indirme amacına da yönelik olduğu görülmekte iken, öbür yandan aynı zamanda inkarcının süreç içinde gösterdiği d u r u ş u da ifade etmektedir. İnkarcıların hak kında sert bir yaklaşım inmiş ise, bir önceki daha y u m u ş a k yak laşım reddedilmiş ve hatta zalimlikle karşılanmış ki, daha sert bir yaklaşım tercih edilmişdr. "Onlar sizinle savaşmak istiyor larsa siz de Allah yolunda savaşınız."Yani inkarcılar tarafından inananlara karşı toptan bir silme amacının tasarlandığı bir sü reçte ancak böyle bir emir iner: "Onlar savaşmak istiyorlarsa!" D e m e k ki istemiyorlarsa. Uyarıcı'ya; d u r u p d u r u r k e n savaşamazsm denildiği sonucu çıkıyor. Olabildiği kadar; son imkâna kadar y u m u ş a k bir dille uyarı! "Seninle tartışmaya girişirlerse, de ki: "Ben, hana uyanlarla birlikte kendi özümü Allah'a teslim ettim." Kendilerine kitap verilenlere ve ümmîlere de ki: "Siz de islâm'ı kabul ettiniz mi?" Eğer islâm'a girerlerse hidayete ermiş olurlar. Yok, eğer yüz çevirirlerse sana düşen şey ancak tebliğ etmektir. Allah kullarını hak kıyla görendir." Böylece uyarıcının savaş pozisyonuna geçmesi nin nedeni de yine inkarcı olacak ve yeryüzünde fitne çıkardı ğı için lanet e t m e k o n u m u n d a olan herkesin de lânedni kendi iradesiyle hak etmiş olacaktır.
39
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
Ruhsal konum; aşağılarm en aşağısı ile yükseklerin en yükseği arasında herhangi bir yer ise, bir denek için kendi k o n u m u n u de ğiştirme iradesi, ancak mutlak bir şekilde müdahale edilemez olan bir mutlak özgürlük içinde sürmesi gerekir. Bir insan, bir düş gör se inanır ya da inanmaz. Ama fizik gerçek aşılıp da Ay'ın ikiye b ö lündüğü görüldükten sonra inanmamış olan adam, sadece U y a n cıya inanmamış olmaz; o güne kadar kendisine her şeyi doğru ola rak göstermiş olan kendi gözlerine de inanmamış olur. O muci zenin arkasında, sadece uyancı b u l u n m u ş olmaz. İnkarcının ken di gözleri de şahit olur. O güne kadar her şeyi kendisine doğru olarak göstermiş olan gözlerini yalanlamaktan gelmiş olur. Birden fazla adam iseler, birbirlerinin gözlerinin gördüklerini de inkâr et miş olurlar. Bu, inkârda bir derinliktir. Gerek kendi gördüğünü, gerekse bir diğerinin gördüğünü inkâr etmiş olmak en kesif bi çimiyle. Yaratıcıyı inkârın; Kendi kendini inkâr ile sonuçlandığı nın bir ispatıdır. Ama mutlak özgürlük ortamının sunmuş olduğu sonsuz seçenek olanağı yoksa bir denek kendi gözlerini yalancı bir duruma düşüremez. Bu şekilde kendi kendini inkâr etme konu muna da gelemez. İltica noktalarına doğru yol alan bir denek için de, benzer ama tersinden bir d u r u m söz konusudur. Kendi hata larını gördükçe tövbe ve istiğfar ve Havfullah (Allah korkusu), ki şinin daha çok nefsinden özveride bulunması olup, onu daha da yükseltir. Yükseldikçe Yaratıcının büyüklüğünü ve Kudretini da ha çok idrak eder. Bu daha çok idrak etme, daha çok nefsinden öz veriye yardımcı olarak birbirini besleyen yükselişler içerisinde de vam ederler. "Onlar bize yumuşak bir dille açıklamış olsalardı biz de kabul edebilirdik." ya da "onlar bizi öldürmeselerdi biz bir sü re sonra iman edebilirdik" T ü r ü n d e n bir gerekçeye de bu özgür lük ortamı içinde olanak tanınmamalıdır. M u d a k özgürlük için de sınanmanın gereği yerine gelmeli ve inkarcı hesaba çekildiği 40
Sınanmada Mutlak
Özgürlük
an, hiç bir gerekçenin geçerli olmayacağı bir pozisyonda olmalı dır. H e r uyarının hoş karşılandığı, doğruluğun apaçık görüldüğü ve zorbalığın olmadığı bir dünya da savaşmak, uyarıcıya bir görev olarak yüklenmemişür. Asli görevi, en yumuşak şekilde uyarmak tır. Uyarıcıdaki bu alabildiğine insani duruş, bir yandan Uyarıcının şahsında Rahman sıfatmdaki derinliğini açığa çıkarır iken, buna karşılık inkarcıda görülen inat ve yumuşak hasmını küçük görüp horlamak ise, inkârdaki derinliği açığa çıkarmaktadır. Mutlak öz gürlük içinde sınanması, inkârdaki derinliğini deşifre etmekte dir ki, bu; sınanmış bir deneğin. Hesap G ü n ü mutlak bir doğru lukla, lâyık olduğu yere postalanmasını sağlayacak ve postalandı ğı yerin kendi kazanımı olduğunu ortaya koyması için gereklidir! Sınanma sahasında mutlak özgürlük, her denek için vardır. Ama her alanda olduğu gibi sınanmada mutlak özgürlük açısından da uç noktaların görüntüleri açısından daha açık bir şekilde kendilerini ifade etmekteler. Deneklerin yaşam alanı olan doğaya baktığımızda görülüyor ki bu özgürlük, sınanma ortamında her bir denek için, Yaratıcıyı; Yarattığı sanatlarının ortasında inkâra ses çıkarmayacak kadardır. Yaratıcıya giden yol dışında her türlü eşyaya her türlü yakıştır m a n ı n yapılması, doğaya ve t ü m varlık âlemine dair her türlü se naryonun uydurulması ve sanatın bu şekilde manipüle edilme si, bunların her birinin kendi kendine olabilen basit şeyler olarak görülmesi ya da her birinin bir şeyi ifade etmediğinin bilineme diği gibi, t ü m ü n ü n de bir şeyi ifade edip etmediğinin belli olma dığı, uydurulacak ne varsa, bilinçten geçebilecek en ufak kırın tı dâhil, her türlü nankörlük buna dâhildir. Hakkı tavsiye edip, karşılığında hiç bir ücret talep etmeyenlere karşı sergilenen d u ruşun varlık âlemine bakarken ki izdüşümü, sanata karşı yapıl mış olan ve yapıla gelen bu asalak yorumlardır. Bir Uyarıcıya de li, ş;'iî, yalancı, sefil yakıştırması yapıhrken ki zalimlik k o n u m u . 41
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
eşyayı yorumlarken de yapılan manipülasyonun, sosyal alandan doğaya; doğadan sosyal alana kaymış olan aynı acımasız yansı malardır. Dikkat etmek gerekir ki, başka hiç bir alanda dürüst ve bir çıkar amacı için çalışmayan insanlar bu kadar düşürülmez. ("Hiçbir Uyarıcı göndermedik ki onlarla alay edilmiş olmasın". -Yasin) Yapmacıktan bile olsa, çıkarsız çalışana bir saygı, bir tak dir vardır. Hatta aynı şahıs, emaneti korurken ya da iki kişinin arasındaki anlaşmazlığı gidermek için hakem seçilir iken ki şöh reti, M u h a m m e d ül E m i n dir. Ama "Allah var, bir hesap günü var, putlara tapmak yanlıştır, zalimlik yapmayın" vs. dediği an da bir yalancı ya da sihirbaz oluyor! İşte acımasızlığa ve zalimli ğe dair t ü m olanakların tüketilmesi b u n a denir. Eşyaya bakarken düşürücü anlamlar veren bir düşünce biçiminin M u h a m m e d ü l E m i n gibi bir Uyarıcıya düşen y o r u m payıdır bu... Yani ala bildiğine ilkesiz yararlanma özgürlüğünün, en başta eşya da ala bildiğine zalimliği de kapsadığını görüyoruz. Bir Sahibi kendi m ü l k ü n d e inkârın örneğini, insani sistemle rin içinde göremezsiniz. T a m tersi çoğunlukla kendisi hep alan, ama hiç vermeyen zalim diktaları bulursunuz. Bir yandan varlık âleminin t ü m ü n ü n bir Yaratıcının yaratıcılığına tesHm edilmesi imkânı ile beraber, bunların her birine düşürücü anlamlar ver m e özgürlüğü de mevcuttur. Bir denek Kâinat kitabını istediği bir dille okuyabilir. Bu dil Yaratılış olabileceği gibi; tesadüf, ken di kendine oluş, bilinemez ya da hiç bir şeyi ifade etmiyor gibi bir dil de olabilir. Yaratıcı bir deneğin ne kullandığı gözlüğe m ü dahale ediyor, ne de okurken kullandığı alfabeye ya da sözlüğe .. Doğadan alabildiğine yararlanma noktasında bir denek, bir y ö neticilik vasfından başlayarak bir şakilik, bir eşkiyalık vasfına ka dar istediği rolü seçmekte mutlak bir özgürlüğe sahiptir. Bu arada da alabildiğine yararlanırken de aslında ekolojik denge için bir fazlalık olduğunu bilmesine rağmen, bu gerçeği 42
Sınanmada Mutlak
Özgürlük
de hiç hesaba katmaz. Ekolojik dengenin bir ü r ü n ü olarak varolageldiğini kabul ederken, bu dengeyi aşmış olan bir açıkgöz olarak görür kendini. Oysa kendi kendine dönebilen bir çarfan içinde müdahaleci, ama b u dengeye katkısı olmayan bir yararlanmacı fazlalık, ya bir y ö n e t i c i l i k vasfını gerektirir ya da bir yasadışılık vasfını... O n u n bu özgürlüğü, bu yararlanmayı kullandığı son nefesine kadardır. Yararlanırken, yararlandığı şeylerin hiç ses çıkarmaması; yöneticiye de, şakiye de aynı yararı sağlaması, hatta "ölüp gideceğim bir daha bu fırsat elime geçmez" düşüncesiyle daha bir aç gözlülük ve ilkesiz bir alabildiğine yararlanma için de olduğu için şakiye daha çok yarar sağlamış olması. Yaratıcının Sabrı yanında yararlanılan eşyanın bile sabrına insanı hayran bı rakıyor. Yeryüzünde yaşayan bir şakinin alabileceğinin en azami sini aldığını ve hiç bir alacağının kalmadığını aklınla çıkarabildi ğin gibi, zaman zaman gözlerinle de şahit olmak m ü m k ü n d ü r . . Eğer Yaratıcı dileseydi yeryüzünde öyle bir mutlakıyet ve tek tip bir düzen kurabilirdi ki hiç kimse izin almadan başını dahi kaşıyamazdı. Ama zaten Kendi Katında Mutlak bir Hakimiyet ya ni Sadece bir İlahı onaylayan bir işleyiş vardır ve muhatap aldığı insanın her türlüsünün m u d a k itaatine de muhtaç değildir.Ama böyle bir ortam görmeden iman etme şartını bozacağı gibi, İma nı bir özveri olmaktan da çıkarırdı.Uyarıcıyı da A p a ç ı k u y a n c ı olmaktan çıkartır. A p a ç ı k y a p t ı r ı m c ı rolüne kaydırmış olurdu. Uyarıcının güç kullanması da dâhil her türlü baskı, bir yandan inkarcılığın en açık biçimi ile ortaya çıkmasını engellediği gibi, en fedakâr biçimi ile bir imanın da ortaya çıkmasını engeller. U y a rıcıların dünyasal olarak olanak ve mal sahibi olmayan insanlar dan seçilmiş olması, bu uyarıcıların zaman zaman güçlerini kul lanarak zorla imana getirme girişimlerine zaten başından beri doğal bir engel teşkil etmiştir.. A m a buna rağmen yine de ima nın baskı olmadan gönülden olması gerektiği hakkında yine de
43
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
uyarılarda da bulunulmuştur. "Dinde zorlama yoktur." Bir bas kının, her iki u c u n temsilcilerinin de tam olarak ortaya çıkmala rını engelleyeceğini dünyasal iktidarlara da bakarak anlayabiliriz. Güçlü ve zalim bir diktatörü genellikle herkes alkışlar. Ama her zaman bu alkışlayanların bir kısmı, zalimliğe ve keyfiliğe gönül den bağlı kimseler iken, b ü y ü k bir kısmı da alkışlamak zorunda olduğu için alkışlar. Bunların içinde tenha yerde küfredenler de vardır. Pek azı bu diktayı sevmediğini belirtir. D e m e k ki, m u t lak bir baskı ortamında gönülden severek destekleyenlerin ya da reddedenlerin, tam olarak kendilerini en açık bir şekilde ortaya koymaları olanaklı değildir. Ç ü n k ü b u n u olanaklı kılma malze mesi eylemde özgürlüktür ve bu özgürlük kendisinden alınmış tır. Belki bu d u r u m her zaman ve zeminde en güçlüğü alkışla yacak olan bir oportünist (münafık) için önemli değildir. O n u n için İman'da özgür iradeye bağlı olma ortamı, salt inkârdan daha tehlikeli olarak görülmüş olan münafıklığın imana karışmama sı için de gereklidir. Ç ü n k ü münafıklığın, eğer daha derin sayı labilecek o dünyasal gücün yerine geçme gibi bir amacı ve gücü yoksa, her zaman o dünyasal gücün arkasında koştuğunu görü rüz.. Zaten çıkarlarının gereği oportünizm (münafıklık), ya zalim olur ya da zalimi alkışlar. Mutlak özgürlüğe m u d a k ikiyüzlülük özgürlüğü de dâhil olmuştur. Sınamada mutlak özgürlük Yaratıcı ile kul arasında varılmış bir sözdür. Kul - kul ilişkisini kapsamaz. Kul-kul ilişkisinde bir zalim, ilk zalimliğini gerçekleştirdiği anda karşılığını bulmaya layık duruma gelmiş olur. Kul - kul ilişkisinde zalimliği belli bir yere kadar yumuşaklıkla, hoş görü ile karşılamak zalim için bir hak değildir. Buna karşılık, mazlumun bağımsız tercihine kalmış bir seçenektir.
S I N A N M A D A M U T L A K EŞİTLİK ( D ü n y a s a l Bir Eşitlikten S ö z Etmiyoruz)
Sınanmada insan iradesi şart iken ve kaderinin bir parça sı iken, bu noktada! kader kavramı insan iradesinin ö n ü n e na sıl geçebilir ki. H e r denek için geçmişi ve geleceğine ait her şey, Yaraücı'nın bilgisi dâhilinde olduğu için kader vardır. İnsanın bağımsız iradesiyle vardığı sonuçlar, kaderin bir parçasıdır ama hepsi de değildir. Bizi bağlayan ve s o r u m l u l u ğ u m u z u ortaya çı karacak olan, bağımsız irâdemizdir. Kader ise bu bilginin daha da ötesindedir. Kader, sorumlu olduklarımızla birlikte sorumlu ol madıklarımızı da kapsayan hakkımızdaki t ü m bilgilerdir. N e r e d e ; hangi şartlarda, nasıl, hangi milletten veya kimin oğlu olarak Dünyaya geldiğimiz, s o r u m l u l u k alanımızın dışın dadır. Hesap g ü n ü d e n e k kendi kaderiyle değil, kaderinin bir parçası olan kendi s o r u m l u l u k alanında, bağımsız iradesi kap samındaki miktarıyla hesap verecektir. İrâdemizin dışında bir d u r u ş u (öznel ya da nesnel) kendimiz seçmemişsek, b u n u n so r u m l u l u ğ u da bizi bağlamayacaktır. Bizi bağlayan, var olan şart larda Yaratıcıya karşı s o r u m l u l u ğ u m u z u yerine getirip getirme medir. Bir deh, deliliğinin s o r u m l u l u ğ u n d a olmadığı gibi, her hangi bir fiziki sakatlığı b u l u n a n biri de o sakatlığının s o r u m luluğunda değildir. Bu eksiklikler doğuştan olabileceği gibi sonradan devam edecek olan hayat a b ş ı m ı z içerisinde de böyle olacaktır. Ö r n e ğ i n irâdemizin dışında bir nedenle bir kaza ge çirdik. Bu kazada ö l d ü k ya da sakat kaldık. Bu, kader bilgisi ola45
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
rak Yaratıcı'nın bilgisi dahilindedir. Ama irâdemizin dışında ol d u ğ u n d a n b u n u n l a hesaba çekilmeyiz.. Eğer bu olay başka bir deneğin iradesinden kaynaklanmışsa, o n u n iradesi kapsamında olduğu için o hesap verecektir. Yargılanacak olan kaderin kap samı değil, bağımsız iradenin kapsamıdır. H e r yanlışta bir par mak izi, her doğruda da bir parmak izi ve üstelik yapılan her yanlışta bir de doğru seçenek fırsatı da varken, kişinin " M a d e m b e n i m kaderim böyle idi ve bu bilgi Katında da mevcut idi, n e den beni cezalandırıyorsun" diye bir yalanmaya hakkı olmaya caktır. Bu sebeple bir denek için, "Kendisine biçilen rolü en iyi şekilde oynamak" diye bir şeyden de söz edilirken, bu biçilen ro lü iyi oynamak, kadere olan bir tutsaklık zorunluluğu değil, ki şinin bağımsız iradesinin kapsamında ve imkânları ölçüsünde yapması gerekJi olan ve birbirlerini art arda tamamlayacak olan en iyi davranış biçimleri ahengi olarak anlaşılmalıdır. Bir Uyarıcıyı iki farklı kişi dinlemiştir. İkisi de sözden anla yan, aklı ve kulağı iyi çalışanlardandır. Bu ikisinden biri, "sen kim oluyorsun da beni uyarıyorsun" der, o m u z silker gider. Diğeri ise, "Bu adam mantıklı konuşuyor, beni uyarmakta da bir çıkan yoktur. Galiba doğru şeyler söylüyor" diye daha da yaklaşır. O m zunu silken kişi, kendi iradesiyle o m z u n u silkmiş ve gitmiştir. En iyi şahidi kendi de kendi o m u z u d u r . Diğeri ise, kendi iradesiyle daha da yaklaşmış ve en iyi şahidi de kendi ayaklandır. Mekke'de söz konusu olan bir değil, iki tane Ö m e r vardı. Bunlardan biri, kendi iradesiyle h e m de seçimi yapması için, Uyarıcıya daha m u hatap olmadan bir kaç Kur'an ayeti okudu, kendi iradesiyle daha yolda iken İmanı seçti ve ismi H z . Ö m e r oldu. Diğeri ise, bir yı ğın uyarıyı aldığı halde kendi bağımsız iradesiyle direndi inat et ti ve ismi Ebu Cehil oldu. Bir değil, iki tane Ö m e r de çıkabilirdi. Ama ikincisi özellikle ayncahklı bir E b u Cehil olmak için diren miş ise, b u n u n sorumlusu sadece kendisidir. 46
Sınanmada Mutlak
Eşitlik
Bir kişinin, kendi iradesiyle ne yapacağı ile bağlantılı olarak nereye varacağının Yaratıcı'nın bilgisi dâhilinde olması ile, o ki şinin ne yaptığı arasında vardığı sonuç bakımından fark yoktur. Ancak Yaratıcı'nın olacak olan bir şeyi biliyor olması ile o şeyin bir kişinin iradesinde gerçekleşmiş olması aynı sonucu verdikle ri halde, aynı kapsamı içermedikleri gibi birbirini de bağlamaz lar. Yaratıcı'nın o kişi hakkındaki bilgisi, farklı seçeneklerinden arınmış olan bilgidir. Yani kişinin ö n ü n e bir o kadar daha seçe nek konulsa da, nasıl bir yol izleyip nereye varacağının Bilgisi dâhilinde olmasıdır. Kişide okuyacağımız ve sorumluluk alanını belirleyecek olan aynı bilginin kişinin iradesindeki kesiti ise; her bir ruhsal k o n u m d a kılınan her bir kararın art arda oluşturduk ları her bir d u r u ş u n , birdenfazla seçenek içerisinde tercih edilmiş olan ve birbirini tamamlamış olan seçeneklerin toplamını ifade eder. D e n e k için bu kesitteki toplam sonuç, birebir kendi iradesiyle gerçekleştirildiğinden, en ince detayına kadar kişinin mutlak so rumluluğundadır. D e n e k hesaba çekilirken, bu sorumluluk ala nı kesitinde hesaba çekilecektir. İrade dışı olacak olaylarda farklı seçenekler sunulmadığından, kaderde var olduğu halde, s o r u m luluk alanı kesitinde olmadığından, kişinin sorumluluğu da ol mayacaktır. Yaratılmış iken, böyle olmaya m a h k u m olarak mı Yaratılmıştı? Eğer öyle olsaydı ö n ü n e daha farklı sonuçlara da götürebilecek olan farklı seçenekler konulmayacaktı... Ama o, kendi iradesiyle seçtiği toplam seçenekleri ile böyle bir sonuca vardığı sürece, o artık budur. Asıl o n u n adına başka bir şey k o nulursa haksızlık olur. H e r bir insanı yivlenmemiş birer vida; hayatı süresince kendi iradesiyle seçerek vardığı her bir sonu cu da o yivlenmeyi şekillendirmiş birer kazıcı, o kişinin vardığı toplam sonucu da o vidaya uyan bir yuva olarak görürsek eğer, o yuvanın bir tutsağı olarak Yaratılmış olsa idi, ö n ü n e farklı bir yuvayı da sonuç verecek seçenekler konulmazdı. A m a hayatı sü-
47
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
resince sağa sola çarparak tuzaklardan geçerken, bizzat kendisi kendini şekillendirmiş, kendisine uygun olan yuvayı da kendisi bulmuştur. Su girdiği kabın şeklini alıyor. Suyun bu ahşkanlık özelliğinden faydalanarak, eğer o n u n sulanacak bir arazinin sa dece belirli bir kısmını sulamasını istersek, o belirlenmiş yöne doğru akması için ö n ü n e bazı engeller koyarız. Yani akışkanlığa seçenek bırakmayız. İnsan ise, hayatının akışı içerisinde sudan da ha a h ş k a n olmasına rağmen Yaratıcıya karşı, bağımsız h l ı n m ı ş iradesiyle şeklini alacağı kabı kendisi seçer. Gerçekte tutsak lık saplantısı kaderde değil, eşyayı kendi çıkarları doğrultusun da yorumlayıp, yön vererek; kendi kendisine tutsaklık kazandı ran mutlak dünyasal çıkarcılığa dayalı çıkarcı zihniyederde var dır. B u n u yeri geldikçe açıklamaktayız. Teşbihte hata olmaz, bu nedenle daha açık bir örnek verelim: Bir okulun m ü d ü r ü , A ismindeki bir öğrencinin, B dersinde ba şarısız kalacağını tahmin etmektedir. Bu öğrencinin gerçekten B dersinden başarısız kalmasıyla, m ü d ü r ü n öngörüsünün doğ ru çıkması halinde bu m ü d ü r d e n şikâyetçi olunabilir mi? Hata payı ile doğruyu bulmak, insanlara hastır. Yaratıcı'nın bilgisi ise, en ince detayına kadardır. Bu bilgi farkı da, şu farh ortaya koyar: İnsanlar geleceğe ait, yani daha yaşanmamış süreçleri akıl yürütm'e yolu ile tahmin ederler. Yaratıcı ise biliri. Eğer sınanmak üze re Dünyaya sürülmüş M ü k e m m e l  d e m Formasyonundaki bir denek için, bu sınamadan başarısız çıkması halinde, sorumlulu ğu kadere olan tutsaklık olarak anlarsak, bu bilgiyi kendi isteği ile oluşturmuş iradeyi değil, olayın dışında bu toplam bilgiye ek ola rak başka bilgilere de sahip olanı sorumlu tutmuş oluruz ki bu; Olayın failini değil, şahidini sorumlu tutmak anlamına geleceği gibi, kişinin iradesiyle öznelden nesnele yansıyan her türlü emt.ğin de inkârı anlamına da gelecektir. En derin örneğinin u c u n dan bakarsak, konuyu daha iyi kavramış olacağız; M u d a k İlkesiz48
Sınanmada Mutlak
Eşitlik
ligin ben kahlaşmasmdiL sadece bir kibiri içermesi, içi boş bir d u ruştan ibaret olması, bu duruşun; her türlü bilgiyi önemsememiş olduğunu, kendisinden başka hiçbir şeyi önemsemediği gibi, ka deri de önemsemeyeceğini gösterir. Ç ü n k ü o kader de dâhil ol mak üzere, hiçbir şeyin tutsaklığında olmayıp, sadece kendi ami nin tutsakitğtndz olmuştur. Bu, başka bir bağlayıcılığı olması ha linde, ilkesizliğini yeterince yerine getiremeyeceği için idi. İblis, M ü k e m m e l A d e m Formasyonunun inkârını yapar iken, bu ken disi için bir sınanma aracı olmuş ve bu sınanmada o n u n içinde var olan kibir ortaya çıkar iken, O n a bir haksızlık yapılmamıştır. Ç ü n k ü aynı sanat, b ü t ü n varlık âleminin her bir elemanının da ö n ü n e sürülmüştür. Bu sınanmaya herkes dâhil olmuştur. Ken disi kendi iradesiyle b u n u inkâr etmiştir. B u n u yaparken, başta Yaratıcı ve b ü t ü n varlık Âleminin her birinin de tam zıddı bir ta vır koymuş olması, aynı zamanda onların da İnkârı anlamına gel mektedir. Kendi dışındaki her şeyin inkârı, kaderin de inkârı an lamına geliyor. İblis, için bu duruş, en kesif anlamıyla bir ukalâlık olduğundan, aynı zamanda kader bilgisinin de küçümsenerek inkârını da gerektirecektir. Ç ü n k ü önemsemediği b ü t ü n varlık âleminin her bir elemanı, en ince detayına kadar geçmiş ve gele ceği ile, yani kaderi ile beraber vardır. Sanatın inkâr ile k ü ç ü m senmesi. Yaratıcının bilgisinin küçümsenmesi ve bu küçümse meye sanatın kaderinin de dâhil olmasıdır. Bu; İnsanlık süreci boyunca, sınanma ortamında, aynı formasyondaki deneklerin tü m ü n ü n başına bela olmasıyla kendini göstermiş oluyor. Kişinin sosyal k o n u m u h e m salt bilgi h e m maddi olanaklar açısından b u l u n d u ğ u veya sonradan sürükleneceği pozisyonlar ne olursa olsun iman ve inkâr açısından fark etmez. Ç ü n k ü Ya ratıcıya inanmak öncelikle bedava olup dünyasal her hangi bir bedeli yoktur. Z a m a n ı m ı z d a denizler ve okyanuslar da sahiplenildiğine göre, ta daha ulaşılmamış gök cisimleri bile hayalen 49
Yaratılış Felsefesi ve A y k ı r ı l ı k
tapulanıp müşteri bulduğuna göre İman belki insanlık ile bera ber bedava olarak var olan ve yeryüzünde bedavaya kalmaya de vam edecek olan tek şeydir. Yaratıcı ' ya karşı kendi nefsinden özveride b u l u n m a n ı n sosyal k o n u m ile bir bağı olup olmadığı nı anlamak için çok d ü ş ü n m e y e gerek varsa eğer: Bu özveri isteği, insan nefsine ağır gelecek ve doğal olarak her zaman diğer insanlara göre ayrıcalıklı bir yer isteyen olanak sahibi kişilerin işine daha çok gelmeyecektir. Uyarıcılar, her zaman Hakkı tavsiye edip karşıhğında hiçbir ücret talep e t m e mişler. Bedavaya kalmış tek şey olması, çıplak ayağa bakmayan tek şey olduğu anlamına da geliyor. Çıplak bir ayak ile en var lıklı bir ayağı fark gözetmeden eşitlemek, sınanmada mutlak eşit liğin en açık vurgusudur. Bu vurgu, bir yandan dünyasal çıkar lar açısından b a b l ı n c a fakir fukaranın ancak tamah edebileceği bir mal olarak görüldüğü gibi, fılozofık derinliği ile m u t l a k bir eşidenmeye gidildiği için de, her toplumsal alanda ve her sü reçte ben katılaşmasındaki seçilmişliğin zıvanadan çıkmasına, hatta delirmesine neden olmuştur. O n u n için bu mal, dünyasal çı karlar açısından bir yandan tamah edilecek bir mal olarak gö r ü l m e z iken, aynı kişiler tarafından ilgisiz kalınmamış; tam ter si en tehlikeli d ü ş m a n olarak ilan edilmiştir. Bu şekilde ben katılaşmasındaki Seçilmişliğin! Bakış açısı ile her zaman en tehli keli d ü ş m a n olarak ilan edilmiş olması, sınanmada mutlak eşitli ğin ne kadar da yerinde olduğunu gösteriyor. Yani eğer sosyal k o n u m ile bir bağı varsa, b u bağ bizzat ayrıcalıklı bir yer isteyen kişinin bencillik temelindeki düşünceleridir. Yaratıcı, farklı olanak sahiplerinden aynı şeyi (kulluk göre vini) istemektedir. Ama bu şey (kulluk görevi), farklı olanak sa hiplerinde, olanakların ölçüsünde olmaktadır. Gökyüzüne iki ki şi baksın. Bunlardan biri herhangi bir insan, diğeri ise gökbilim ci olsun. Herhangi biri olan denek. Yaratıcıya giden yolda, çıplak 50
Sınanmada Mutlak
Eşitlik
gözle gördüğü ve anladığı miktardan, gökbilimci ise teleskopu ile gördüğü ve anladığı miktardan sorumludur. Gözler, sanatı oku makta bir araçtır. Teleskopla okumak da, aynı sanatı okumak için belki daha iyi bir araçtır ama her ikisinin de istenen doğru yönde karar verdiğini kabul etsek bile, teleskopu ile bakan kişinin daha çok şeyi gördüğü için ruhsal özverisinin de daha çok olduğunu söyleyemeyiz. Bu ruhsal özveri, tümüyle kişinin Yaratıcı' ya olan iyi niyetine annmışlığma bağlı olacaknr. Eğer daha çok şeyi gör mek, her zaman daha çok ruhsal yükselişe kathda b u l u n m u ş ol saydı, "Apaçık Mucizeleri" görmüş olanlar, çok az kişinin görebi leceği daha çok şeyi gördüklerinden, ruhsal yükselişte hep önde olacaklardı. Ama böyle olmadığını ve bazı denekler için tam tersi bir düşüşe neden olduğunu da biliyoruz. Hesap günü de bu m u cizenin açıklığı oranında hesap verecekleri de kesindir. B u F ı r s a t E ş i t l i ğ i , Farklı A ç ı l a r d a n Genel olarak eşyayı o k u m a d a (İman v e inkâr uçlarından) Eşyayı (öznel ya da nesnel), bir Yaratıcıya ya da HiçBirŞeye havale etmeyi ifade eden ikili yorum, ya da başka bir deyiş ile iki temel bakış açısı (İman - inkâr U ç l a r ı ) her eşyanın her detayın da var olduğunu biliyoruz. B u n u n için, herhangi bir bilim da lında, bilgi düzeyi farklı olan iki kişi için, inanma ya da inanma ma yönlerinde, asgari avantajları ve dezavantajları açısından bir fark yoktur. Bilgi içeren bir sanatın ne kadar derinliğine inersek inelim, o sanatın içerisinde Yaratıcının Zatını göremeyiz. Ancak sanatının daha ince detaylarına inmiş oluruz. Ç ö z d ü ğ ü m ü z her d ü ğ ü m d e o şeyi bir Yaratıcıya mı, yoksa HiçBirŞey'mi havale ediyoruz seçenekleri yine de var olacaktır. Bu, biHmde derinleş miş olmanın, ne İmanın, ne de inkârın yolunu kapatamayacağı 51
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
anlamına geliyor. Bilimde derinlik, imanın derinleşmesine kat kıda b u l u n d u ğ u gibi, bakış açısına göre, aynı oranda inkârın da derinleşmesine katkıda bulunabilir. Bu yönüyle bilimlerde ince detaylara inerken, her detayda ikili y o r u m u n varlığından inan maktan caymak isteyenler için bir engel olmadığı gibi, inkârdan d ö n ü ş için bir engel de yoktur. Kişi, her hangi bir bakış açısı ta yin etmeden sadece yararlanır ise, bu bakış açısı üçüncü bir yol olarak görülemez. Ç ü n k ü yine ben' e dayanan daha katı bir ben cilliğe çıkmaktadır. Bunu; eşyayı anlamlandırırken açısızhk ola rak ifade etsek bile, belirli bir süre kendine bir bakış açısı tayin etmemiş olan bir denek, her an kendine bir bakış açısı tayin ede bilir. Ama sonuç itibariyle bu açtsızhk da hiçbir anlam verememe ol duğundan, Hiçbirşey'e dâhildir. Yine de imanın kapısı, her de nek için yaşadığı süre içinde kendisine açıktır. Farklı K ü l t ü r K a t m a n l a r ı Farklı A l a n l a r İnanmış olsak bile, inanan farklı katmanlardaki kişilerin fark lı miktardaki salt bilgileri, ruhsal k o n u m u belirleyici değildir. Bi lincimizde var olan felsefemizin arkasında "ne kadar varız?" soru s u n u n cevabı, bilimdeki derinlik kavramı değil; bu derinliği belli bir kulvarda işlemiş olan kişinin Yaraücıya karşı özveri yoğunluğu' dur (İhlâsur). Bu yoğunluk, her denekte kendisinin ben'i ile bi•rebir bağlantılıdır; yani eşyayı (öznel ya da nesnel) okur iken, her insan beninin bulunduğu konuma göre, kendisine uyan bir bakış açısı ile bakar ve öyle okur ama bu bakış açısında ne kadar duyar lıdır, ne kadar samimidir, ne kadar özverilidir; herhangi bir bilim dalındaki ya da meslekteki salt bilgi derinliği b u n u açığa çıkara maz. Kişinin kendi berû ile ilgisi olan bir alanda ne kadar özverili olacağı ve b u n u hangi sınırlı oranda dışarıya yansıtabileceği h u susu belirleyicidir. Sınırlı bir oranda deyişimizin nedeni, Yaratı52
Sınanmada Mutlak
Eşitlik
cı ile kul arasına giremememizden ve bilgilerimizin Yaratıcı'nın takdirini belirlemeden uzak oluşundandır. Ortalarda gezen her hangi bir denek için değil de, uç noktalarda en koyu bir örneği ne baktığımız zaman, bu özveri yoğunluğunun kişinin salt bilgi siyle değil, ama ben'i ile bağlantısının nerede ise apaçık bir şekilde ortaya çıkarıldığını görürüz. "Kendilerine kitap verilip de, o kitap ile amel etmeyenler" İçin "yığınla kitap taşıyan eşek" benzetme si yapılmıştır. Bu benzetmenin yapılmasına neden olan, o g ü n ü n kişileri ya da topluluğu; bir doğrunun dile getirilmesinde keskin bir örnek iseler de, b u doğru teşhisin tek muhatabı değiller. H a t ta varlık alemindeki salt bilgiyi de göz ö n ü n e aldığımızda, bu ça ğın insanına göre çok az şeyi bilmiş olacaklar. H e r toplumda ve her süreçteki kişiler ve topluluklar da, yoğunluğuna göre bu teş hisin keskin örnekleri olabilecekleri gibi, sapmanın yapacağı ha sara göre daha basit muhtelif örnekleri de olabilirler. Buradan çı kardığımız sonuç: Salt bilgi; fedakârlığın, özverinin ölçüsü değil, belki aracısı olabilir. Belki diyoruz çünkü, aynı salt bilgi; mutlak inkâr y ö n ü n d e de aracı olarak kullanılabileceği gibi, inanmış ol duğu halde özveriden kırpma yolunda da kullanılabilir. Bu neden lerden dolayı varacağımız sonuç, salt bilginin iyi niyet tabanlı ol duğu oranda ancak ruhsal yükselişte katkıda bulunabileceği, iyi niyetin ise salt bilgiye bağh olmadığı ve bir arınma çabasından ileri geldiği, arınma isteğinin de içsel bir yönelme olduğu ve da ha çok şeyi bilmekten değil, bilinen herhangi bir miktar şeyin ne için kullanıldığına bağh olduğu, en zavalb cahil bir insan ile, her hangi bir dalda en çok söz sahibi olan bilgili bir insanın ruhsal yönelmeleri arasında; daha aşağı ya da daha yukarı gibi bir ilişki nin kurulamayacağı ve ayrıca kişinin bilgilerinin arttıkça bu bilgi lerin kullanımı konusunda sorumluluğun da arttığını, bu bilgiler kullanılırken yükseliş yönünde ne kadar avantaj içeriyorsa, yan-
53
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
lı§ yönde kullanılmas) halinde o kadar da ruhsal k o n u m düşüşü riski içereceğidir. Bu salt bilgi aynı zamanda sosyal bir statüyü de belirleyici olabileceği için, hayatın akışı içinde herkesin kendi p o zisyonunda karşılaşabileceği seçeneklerle birlikte sunulacak, ör neğin bir doktorun önüne, doktorluk pozisyonunda vicdani se çenekleri, bir bakkalın önüne de bakkallık pozisyonunda vicdani seçenekleri getirecektir. Farklı Maddi Olanaklar Sınanmada m u d a k eşitliğin en anlaşılır ve en yüzeysel görün tüsü, sınanan her deneyin M ü k e m m e l Adem Formasyonunda denenmiş olmasıdır. En koyu inkarcıdan Uyarıcıya kadar, her kesin doğa'nın şartları içinde aynı şeylere bağımlı olmasıdır. Ö r neğin, her insan belirli bir süre yemek yemezse veya su içmezse ölür. Bu zorunluluk, herkes için aynıdır. En yüzeysel olanından en karmaşığına kadar, fiziki ortamın şartları, herkesi aynı oran da ya da aynı ortalamaya yakın bir oranda etkilemektedir. Kişiye özel farklılıklar ise, her insanın sadece elinde var olan fırsatlarla denenmiş olmasıyla dengelenmektedir. M u d a k eşidiğin ve ada letin temeli, b ü t ü n varlık âleminin bir tek Sanat ile sınanması, yani M ü k e m m e l Âdem Formasyonu ile sınanmasına dayanmak tadır. Öznel ya da nesnel varlık adına ne varsa, herkes ve her şey, bir tek şey ile sınanmıştır. Bu şekilde sonradan sınanmaya tabii tutulacak olan insanoğlunun, sınamadan evvel kendisi dışında ki herkese ve her şeye bir sınanma aracı olduğunu da görüyoruz. (Herkes ve her şey, o n u n Yaratılış Sanatının üstünlüğünü kabul etmiş iken, ö n ü n ise, kendi formasyonunun inkarcısını (iblisi) takip etmesi ne b ü y ü k çelişkidir.) Bir zengin, mal varlığı oranında zenginliğinin pozisyonunda denenmiş oluyor iken, bir fakir de fakirliğinin pozisyonunda de54
Sınanmada Mutlak
Eşitlik
nenmiş oluyor. Tabi bu d u r u m , mutlak bir sabitlik üzerine ku rulu olmayıp, yaşam süreci içerisinde değişebilir. Ama inanma ya da inkâr sosyal konuma bağlı olmadığı için, bu sosyal değişimler, iradenin sınanma alanını sadece değiştirmiş oluyor. İrade değiş mez. İradenin; dürtülerin, özel çıkar hırslarının vb., gibi eğilim lerin üzerinde kazanmış olacağı ya da kaybetmiş olacağı objektif görüntüleri değişecektir. Önemli olan, sınamanın biçimini beHrleyen sınanma aracı değil, o sınanma aracının nasıl geçildiğidir. Yoklukta mala açlık var iken, varlıkta daha fazlasına sahip olma açlığının yanında, bir de olanakların sağladığı azgın yararlanma lar ve değişik zevkleri tatma, deneme isteği ile birlikte, kazandık ça kibirlenmek suretiyle kendini ortalama insanın üstünde gör me gibi saplantıların risklerini de beraberinde getirecektir. Bura da dünyasal açıdan bakıldığında, zenginin işi daha kolay görül mesine rağmen, imanını zedelenmeme açısından daha çok risk te olduğu kanısındayım. Mal varlığı sahibi olmak, o malın nasıl kullanılacağına, nerelere harcanabileceğine dair ikinci bir sorum luluğu da, yani malın bekçiliğini de beraberinde gedrecektir. Ma lın bu bekçiliği, doğru yerde kullanılması bekçiliğidir. O n u n için Yaratıcıdan korkanlar, zaman zaman dünyasaldan zenginlikten kurtulmayı ruhsal k o n u m u n yükselişini kolaylaştıran bir hafif lenme olarak algılamışlar.'*' Azgınlıklara bakılınca haksız olduk ları da söylenemez. Ç ü n k ü dünyasal varlık, aykırılıklara daha ko lay ulaşmayı sağladıklarından, başlı başına birer yoldan çıkma ara(*) Ruhsal yükselip için bir yol olabilir Tabi bu şahıslar konunun sivri örneklerdir.
Toplumsal
yapı içerisinde her dindarın
ve lüksü olmadığı gibi, genele yayılmasıyla, ye, tembelliğe yol açacaktır. Tembellikle rafından doldurulacaktır. bulmadan
Dünya
toplumsal alanda
yarattığımız
anlatılması
bunu yapma
hareketsizlepne-
her boihık, bankaları ta
ölçeğinde de bu böyledir: Sömürgecilik
ilerleyemez.
55
için
olanağı
boşluk
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
cına dönüşebilirler. Ama buna karşılık yokluğun yakıcı çaresizli ğinden uzaktırlar. Yokluk da, belli bir dozdan sonra bir var olma mücadelesine dönüşeceğinden, o da başlı başına bir yoldan çıkma aracına dönüşebilir. H e r şeye rağmen yokluktaki bir denek hesap verir iken, "ben mecbur kaldım da yaptım" gibi bir mazeret ileri ye sürerek affını dileyebilir.. Ama buna benzer bir gerekçe varlık tan azmış bir denek için sadece bir küstahlık olur. Kişi; e l i n d e o l m a y a n ile s ı n a n m a d ı ğ ı , e l i n d e k i i m kânlarla s ı n a n d ı ğ ı i ç i n , h e r h a n g i bir k o n u d a iradesi dı ş ı n d a d e r i n bir salt bilgi sahibi o l m a m a k , o k o n u d a v e sorumluluk alanında olmamak, önüne seçenek sunul m a m ı ş o l m a k a n l a m ı n a g e l d i ğ i için, b u ç o k l u k ya da a z lık, s ü b j e k t i f bir felsefi bilgi ya da h e r h a n g i bir a l a n da salt bilgi o l a b i l e c e ğ i gibi, b u ç o k l u k ya da azlık, m a l m ü l k para z e n g i n l i ğ i v b . bir şey d e olabilir. Ayrıca U y a rı yapılır i k e n "Ey akıl sahipleri" olarak h i t a p e d i l m e k t e dir. D e m e k ki Yaratıcı'nın m u h a t a b ı , salt bilgi, statü v e ya d ü n y a s a l varlık d e ğ i l , b ü t ü n b u n l a r ı belli bir kulvarda y o ğ u r m a s ı g e r e k e n akıldır. İrade dışı bir d u r u ş , s a d e c e d e l i l e r d e var v e d e l i l i k d e S o f i z m gibi, inkârda ilerleye r e k aklını y i t i r m i ş o l m a hali hariç, s o r u m l u l u k i ç e r m e z . Bu nedenle: K i ş i n i n sosyal k o n u m u itibarıyla b u l u n d u ğ u n o k t a n e olursa o l s u n , özveri a ç ı s ı n d a n h i ç b i r şey fark e t m e z . H e r h a n g i bir s t a t ü d e s e r g i l e y e c e ğ i d u r u ş lar, a n c a k niyetleri a ç ı s ı n d a n y a r g ı l a n a c a ğ ı i ç i n ( A m e l ' i n T a k d i r i kişideki n i y e t e bağlıdır) v e b u n i y e t i n d e b i r e bir i s t e ğ e bağlı o l u ş u n d a n , var o l a n h e r türlü şarttan b a ğ ı m s ı z o l u p , k i ş i n i n i r a d e s i n e v e iyi n i y e t i n e kalmıştır. B u , S ı n a n m a d a bir m u t l a k ö z g ü r l ü ğ ü g ö s t e r d i ğ i gibi, bir m u t l a k eşitliği d e g ö s t e r m e k t e d i r . 56
ADALET
Burada, sınanmada mutlak eşitliği açıkladığımız gibi sınan mada mutlak adaleti açıklama şansına sahip değiliz. Ç ü n k ü böyle bir m u d a k eşitliği perçinleyen; her kişinin kendi irade sinden ve elindeki imkânlarından s o r u m l u olduğuna dair bir çok ayet ile beraber, insanlık tarihi boyunca objektif sonuçla rı elimizde vardır. Ama m u d a k bir adalet, ancak mutlak bir so nuçla anlaşılabilir. Yani m u d a k adalet, sınanma sahasındaki araçlar ve sonuçlar ne olursa olsun, Yaratıcının kefil olduğu, ama geleceğe dair bir vaattir. Bu mutlak sonuç; Hesap G ü n ü n ü n kurulduğu gündür. Doğruların ve yanlışların en ince ay rıntısına kadar ortaya çıkarılacağı gün, mutlak adaletin tam ola rak nasıl gerçekleşeceğinin görüldüğü gün olacaktır. Bu Adale tin görüntüleri hesap günü işlenirse, ödüllendirilecek kanat için varılan toplam sonuçlar, Yaratılış Felsefesinin bir uzanımı ola caktır. A m a kaybedenler için hangi cezanın, işlenmiş olan han gi suça karşılık geldiği görülebildiği kadarıyla analiz edilmeye çalışılırken, bu toplam sonuç; Yaratıhş Felsefesinin bir uzanımını değil, aykırılığın toplam bir süreç içinde vardığı bir toplam so n u ç olacaktır. Bu ilişkilendirmeyi yapmak için de, öncelikle sü reç içinde Yaratılış tezine karşı geliştirilmiş olan her türlü aykırı lığın (içerden oynanarak her türlü saptırma da tabi ki b u n a dâhil olacaktır.) kapsamlı bir analizini gerektirecektir. D ü n y a da mutlak bir adaletin gerçekleştiğini hiçbir zaman söyleyemeyiz. Genellikle zalim, yaptığı ile m a z l u m da kendisi57
Yaratılış Felsefesi ve A y k ı r ı l ı k
ne yapıldığı ile ölmektedir. H e n ü z o g ü n ü görmediğimizden, m u d a k adaleti tam olarak anlamak olanaklı değildir. Bizi aştı ğı nedeniyle burada kısa geçiyoruz. Ama ş u n u söyleyebiliriz; H z . M u h a m m e d (As), Veda H u t b e s i ' n d e Uyarıcılık görevini layıkıyla yerine getirip getirmediğine dair önce ashabına sor m u ş , sonra da Yaratıcı' yı onların söylediklerine şahit göstere rek "Şahit ol ya Rab, Şahit ol ya Rab, Şahit ol ya Rab!" Diye rek bu Uyarıcılık görevinin layıkıyla yerine getirildiğinin tasdik edilmesini dilemiştir. Dünyasal ölçülerin şekillendirdiği bir ba kış açısıyla b u n u açıklamak m ü m k ü n değildir. Ç ü n k ü dünyasal gözle bakılınca, bir Uyarıcının Yaratıcının Katında en torpilli! Kişilerden olacağı ve böyle bir şahitliğe gerek duyulmayacağı dır. B u n u ; Yaratıcının İlminin sonsuz olduğu gibi, kişilerin ey lemlerine yansımış olan ni^ederinin de en ince detayına kadar ortaya çıkarılacağına inanan ve b u n d a n e m i n olduğu oranda da çekinen bir kişiyi anlayabilirsek ancak anlayabiliriz. Yani b u n u ; Sınanmadaki M u d a k Eşidiğin ve bu eşitliğin getireceği mutlak adaletin farkına vardığımız oranda ancak anlayabiliriz. Özveriden kastımız, Yaratıcı' ya karşı yapacağımız özveridir. Bu özveri, başta Yaratıcıya iman olmak üzere ulaşılabilir bir miktar şeyden (yasaklardan) kaçınmak anlamında kullanılmıştır. İnandığı halde kul luk görevi yok denecek kadar az olsa hile, temiz bir vicdan ve zalimlik ten kaçınmak; bunun asgari şartıdır. Ama özveri, başkalarının çıkarla rı için kendi kendini zarara uğratmak, kendi kendine ızdırap çektirmek değildir. Yaratıcının korkusu, inananların üzerinde haklı çıkışlara kar şı bir engel olarak kullanılacaksa, bu bir acımasız saptırma olur. Eşitlik ve Adaletten söz ederken, dünyasal bazdaki eşitsizlik, ada letsizlik değildir. Amelin tamamen niyete bağlı, zorunlulukların deki imkânlarla orantılı olduğunu söylemeye çalışıyoruz. Bu
da el "Yokluk
içinde olmak"dan kastımız, elindeki olanakları zorladığı halde yokluk 58
Adalet
içinde olma hali olarak anlaşdmaltdır. Sınanmanın yoklukta da kaza nılabileceği gerçeği saptırılarak insanlar için bir tembellik aracı olmama sı gerektiği gibi, hak arama çıkışlarına da caydırıcı bir zemin de oluş turmamalıdır. Gerçekten inanmış biri için eğer tüm çabalarına rağmen hak yerini bulmamış ise, ancak v zaman daha büyük bir mahkemenin var olduğu ve hakkın kesinlikle yerini bulacağı inancı kendisine bir te selli vesilesi olabilir, insani dürtülerin tetiklediği azgınlık, zalimlik, aç gözlülük ve hile- hurda var iken zaten hiç kimse dünyasal mutlak bir eşitlik ve adaleti düşünemez. Haksızlıklara göz yumup, nasılsa daha büyük bir mahkeme var diyerek pasif durmak, adaletle hükmetmiş ol mamak anlamına geliyor. Genel olarak Emperyalizmin
henüz yozlaştıramadığt bir dine ya
da antiemperyalist bir herhangi organizasyona düşmanlığı kendi bakış açısıyla kendine göre doğrudur. Çünkü herkese eşit mesafede olan bir din ya da başka bir organizasyon; kişiler ve toplumlar arasında var olan birfarkı ortadan kaldırmaktadır. Emperyalizmin en öncelikli amacı ise, eşit olması gerekenler arasında birfark yaratmaktır. Bu fark oluşturulmazsa, gerek lokal, gerekse küresel ölçekte birçok noktadan bir tek nok taya doğru sömürü akışı nasü olanaklı hale gelecektir ki... Ayrıcalıkh bir azınlık yaratmak için en önce, bu ayrıcalıklara sahip olmayacak olan bir çoğunluk yaratmak gerekecektir. Bu çoğunluğu yaratmak için her kese eşit mesafede duran tüm değerlerin,-özel çıkarlara göre yorumu yani sulandırılarak yozla§tmlması
gerekecektir.
. B u n e d e n l e h e r d i n v e anti E m p e r y a l i s t h e r o r g a n i z a s y o n , k e n d i s i ile E m p e r y a l i z m i n arasına b e l i r g i n bir çizgi koymak zorundadır. Aksi halde E m p e r y a l i z m ta rafından yutulacağı bilinmelidir.
59
YÜKSELTİLMİŞLERİN GENEL PROFİLLERİ "0>^>"
İnsanlığı D o ğ r u Yola iletmek için, yeryüzündeki insanlık yaşamı süreci boyunca Yaratıcı tarafından Nebi'ler görevlendi rilmiştir. .. Kurân'da; görevlendirilmiş olan bu Nebilerden yir mi dört tanesinin ismi geçmektedir. Gönderilen Elçi sayısı, ri vayetlere göre değişir. Bazısına göre yüz yirmi dört bin olduğu da söylenir ama bu sayı ya da sayılar, bana göre bir sayısal ke sinlik ifade etmekten çok, b i r ç o k l u ğ u n ifadesidir. 124 000 ya da 124 001; sonuç itibariyle her süreçte, gerek görüldüğü her defasında, değişik topluluklara Uyarıcı gönderilmiştir. Bu n e bilerin her biri t ü m insanlığa gönderilmemiş, k ü ç ü k insan t o p luluklarının, zamanın ulaşım imkânları içerisinde birbirinden uzak oldukları süreçlerde, daha çok yerleşim birimine özel n e biler gelmiştir. Bu süreç içinde, bir şehire özel uyarıcı geldiği gibi, daha küçük olan bir köye ya da sadece kendi ailesine, hatta sadece kendine gelen peygamberler de vardır. Yani peygamber dir ama kimseyi inanmaya çağırmakla görevlendirilmemiştir! Yaratıcı ile diğer insanların arasında bir i m a n B a ğ ı olan bu Özel Kişilikler: H a k k ı tavsiye e d i p , karşılığında h e r h a n g i bir ü c r e t talep e t m e y e n ; nefsinin düşük arzularına yenilme miş. Yaratıcı' ya imanı ve teslimiyeti her şeyin üstünde ve tek gö revi olarak bilen insanlar. D ü ş ü k arzulara yenilmemiş olmakla; nefsine hâkim olmayı becermiş, düşük arzularının kesif kuşat masından kurtulmuş, kendi arzularına da yukarıdan bakabilen ve 60
Yükseltilmişlerin Genel
Profilleri
her şeyi sadece Yaratıcısının rızasını kazanmak için yapan bir ki şiliği ifade etmeye çalışıyoruz... ( N e b i kelimesinin Arapçadaki karşılığı, Yükseltilmiş'dir.) Bu özel kişilikler için özel bir d u r u m u açıklamak gerekmektedir. Şöyleki; "Son el Bildirici"nin, bir insan olması gerekiyor. Ç ü n k ü O aynı zamanda Mutlak İlke'nin emirlerinin uygulanabilirliğini gösterecek olan ve bu buyruldara bire bir uyan örnek bir insan tipini de temsil etmiş olacaktır. Ay nı zamanda, "Son el Bildirici"nin örneğin, bir melek olması ha linde bu ilahi buyrukların insanlık ekseninde uygulanabilirliği ni tartışır hale getirebilirdi. " O , bir insanüstü melektir. Biz, m e leklerin ancak yapabileceğini yapamayız." türünden yakınma ların yanında, "Son el Bildirici"nin insanüstü bir varlık olması, peşinen bir doğaüstü varlığın belgesi olacağından. G ö r m e d e n İ n a n m a Şartı m da kısmen bozmuş olacaktı. D i n ' i n insanlık eksenindeki merkezi, bu profildir. İslam di yalektiğinin (yani ilk peygamberden son peygambere kadar de ğişmeyen doğru yolun) insanlık sürecindeki t ü m halkaları, bu profilin avucunda son şeklini bulacaktır. T ü m sınanma y ö n temlerini, t ü m cezalandırma yöntemlerini uyarmalda y ü k ü m lü olduğu topluluğun sürecini, başlangıç ve bitişini, hatta baş langıç sebebi ve bitiş sebebini de bu profil ve bu profile kar şı alınacak d u r u ş belirleyecektir. Bir yandan uyarmakla görev li olduğu topluluk bu profil ile denenirken, bizzat kendisinin de daha da olgunlaşması birçok şekilde denecektir. Bir yandan kendisi M u c i z e ile desteklenirken bir yandan da yine b ü t ü n G ü ç ve Kudretin T e k Yaratıcıda o l d u ğ u n u gösterecek biçimde, kendisi de bir insan olan bu profile bir çok çıkmazları göste recek, ama zaten her zaman Yaratıcısından e m i n olan bu p r o fil, h e m e n kendine gelecek ve her alanda M u d a k G ü ç ' ü n , T e k Yaratıcıda olduğuna dair inancını dile getirecektir. Kendisi de 61
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
bir insan olduğu için, hata yapmaktan m u a f bir üstünlüğü yok, ama bu profilin hatasmı anlaymca h e m e n istiğfar ile tövbe et m e k gibi bir üstünlüğü var. İnkarcı 'yz kargı ne kadar dik başlı ise. Yaratıcısına karşı o ka dar emrine hazırdır. Ama Emre hazırdır diye her zaman rahat içinde olacak olmanın tam tersi, bu profilin Yaratılışı: "Zor Sı nanmalara, göğüs germeye uygun olmak!" ü z e r e d i r . Bir baba olarak ismi İbrahim iken, "Oğlun İsmail'i bana kurban et!" e m rini yerine getirmek için evladını kesmeye koyulurken, bir çocuk olarak da "Baba madem Yaratıcının emridir, yerine getirsene!" diyecek kadar cesaret; imanından ileri gelen bir sadakat kahra manıdır. Oysa O Yaratıcıya en ters duran; hatta kendi m ü l k ü n d e kendi kulları tarafından inkâr edilmiş olmaktan dahi önce gelen: Mükemmel Âdem'den
birinin Kendisine kurban edilmesidir! Bu
da yetmiyormuş gibi, bu şekilde öz çocuğunu istemek işte bu; imanı sınamak değil, hatta İblisin sınanmasından daha ağır olup. Katındaki melekler âlemini,bir baba ve oğlunun şahsında, 'Yer yüzünde fesat çıkaracak kan dökecek kullar mı Yaratacaksın!?" sözüne âdeta bir gönderme olarak hayretler içinde bırakmaktır. ' M u d a k Hubbullah'ı, Mutlak Sadakat'i sınamaktır. Kendi kavmi için her s o r u n u n ç ö z ü m ü onda bitiyorsa, her s o r u n u n muhatabı da odur. G ü n olur Filistin'den kaldırır, "Git Mısır'a! Firavun azdı!" emri verir. O , gitmek zorunda! Fi ravunun ne yapacağı, tavrının ne olacağı önemli değil. O n u n eninde sonunda ölüp. Kendisine döneceği kesindir... Asıl, Uyarıcı'nm vereceği mücadele, göstereceği fedakârlık ö n e m l i dir. Kaybedene göre değil, kazanana göre bir kural olup, her kesin kazanması temeline dayanmaktadır. İster tek başına ol sun, ister arkadaşı, yalnız kardeşi olsun; O n bir havari ya da on bir sahabe; fark etmez. Açıkça "haykır!" emri indiği an; hiçbir 62
Yükseltilmişlerin Genel
Profilleri
engel tanımaz, Hakkı haykırır. Ç ü n k ü o, karşısında duran zali m i n kalıbından değil. Yaratıcısından korkar. Haykırdığı Şeyin, Yaratılışın en b ü y ü k hakikati o l d u ğ u n u n farkında olarak haykı rır. " N e d e n kavmim beni dinlemiyor" diye Yaratıcısına bir si t e m d e bulunursa, kendini denizde bir balığın boğazında bulur. O Yaratıcı ki, e n zalim inkarcıya bile son nefesine kadar m ü h l e t v e r e n . . . Ç ü n k ü son nefesine kadar zalimlik inkarcıya layık g ö r ü l m ü ş , ama o kadar küçük bir sitem bile bu profile yakışnrılmamıştır! G ü n olur bir harabenin ö n ü n d e d u r u r k e n yorgun ve dalgın, ağzından çıkan "Bu şehir bu kadar harabeye d ö n d ü k t e n sonra, artık tekrar imar edilmesi ve eski haline dönrnesi m ü m k ü n m ü acaba!" cümlesi, kendisine yüz senelik uyku dalgınlı ğına mal olur. Bir yandan, ç ü r ü m ü ş toprak o l m u ş eşeğinin tek rar diriltilebileceğini göstermek için, yüz senelik bir süre gere kiyor ama b u n u n yanında da birkaç saniyelik dalgınlığın, dilin den çıkarttığı bir c ü m l e y ü z ü n d e n y ü z senelik uykuya dalarak, dalgınlık cezası da aynı kulvarda ayrı bir anlam taşıyor... Yara tıcının her şeyi yapmaya olan Kudreti k o n u s u n d a bu kadar kü çük bir dalgınlık da, o profile yakıştırılmamıştır... G ü n olur, hastalık diline kadar bulaştığı an: "Ya R a b b ü ' B e n duamı ya p a m ı y o r u m artık" diye yalvarır. Bu; Artık hiç konuşamayacak olan birine: "Konuşmak istediğin son cümle nedir" diye soru lunca kullanacağı son şansıdır. O ise; Artık dua edemeyeceğin den şikayetçi... G ü n olur kavmi tarafından şehit edilir de ken disine: "Haydi cennete gir" denilince C e n n e t i n havasını daha solumazdan önce "Ah! K a v m i m d e bilseydi" diyerek, kavminin âhını içine çeker. Ç ü n k ü bu profil; kazananın kendisi de olsa, kazanana sevinmeden önce, kaybetmiş olan katiline üzülendir ve ancak böylesi bir arınmışlığa bir tek soru sorulmadan "Hay di C e n n e t e gir!" denilir.
63
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
B u Profilin G e n e l H a t l a r ı Ç e v r e s i n d e k i Etkileşimler 1. İnsanları Kulluğa davet edecekler, onlara doğruyu göste recekler. Yaratıcı'nın Birliği ve Tekliği, insanlık süreci içinde değişik zaman ve coğrafyalarda bu elçilerin her biri tarafından defalarca tekrarlanacaktır. 2. M u t l a k İlke'nin değişmezliğinden, bu elçilerin hepsi aynı şeyi tavsiye edecekler. Gelen itirazlara göre verilecek cevapla rı, soruya göre ancak birbirinden farklı olabilir. Bu kadar örnek içerisinde bazen sorular ve cevapları da aynı olacaktır. 3. Yaratıcı'nın izni dâhilinde insanları inandırmak için, bazı mucizeler gösterecekler. Sınırlı yaşam alanı içerisinde, insan ların dikkatini ve ilgisini çekecek olan, ö n e m arz eden eşya ve olaylar sınırlı olduğundan, bu mucizeler de birbirine benzeye cektir. Ö r n e ğ i n hayat ve ö l ü m , her insan için önemlidir. O za m a n bir mucize olarak ölüyü diriltmek yüzlerce hatta binlerce defalar kullanılmış olabilir. Ya da ölümcül bir hastalıktan kur tarmak aynı şekilde... 4. Bunlara karşı inkarcılar tarafından yapılacak haksızlıklar, z u l ü m l e r de bu kadar ö r n e k içerisinde birbirine benzeyecek tir. Ö r n e ğ i n taşlayarak şehirden kovma ya da bu şekil de Şe hit e t m e gibi... 5. Bu elçilerin bizzat kendileri de zaman zaman çok özel sı nanmalara tabi t u t u l d u ğ u n d a n , elçilerin ö n ü n e çıkarılan zor luklar, olumsuzluklar da birbirine benzeyebilecekdr. (Aslın da inkarcıları doğrudan ilgilendirmeyen bu tür sınavları, elçiler için; birer iradeyi güçlendirme eksersizi olarak da görebiliriz.) Hastalık, az bir yemekle kanaat ve çölde susuzluk gibi. Sınırlı yaşam alanı ve sınırlı gereksinim alanı içinde (Adem formasyo n u n u n bir canlı olarak, asgari hayatını hangi olanaklarla s ü r d ü 64
Yükseltilmişlerin Genel
Profilleri
rebileceği bellidir) bu kadar örnekler içerisinde bunlar da bir birine benzeyecektir. 6. Bu insanların şehit edilmesiyle birlikte, kavimlerinin fa turası kesilecek ve belli bir y ö n t e m l e b u kavimler ortadan kal dırılacaktır. Helak olayları, aynı doğanın şardarı içinde gerçek leşeceklerinden, bu kadar örnek içerisinde birbirine benzeyebileceklerdir. (Örneğin; Suda boğularak, sıcakta kavrularak, kıtlık ve hastalıkların yurtlarını istilâsı gibi.) Yaratıcı, apaçık mucizelerini, bu Yükseltilmişlerin şahsın da pratiğe geçirir. Bu mucizenin berraklığı ile şahsında prati ğe döktüğü kişiliğin berraklığı, birbirleri ile u y u m içindeler. Ö n e m l i bir görev oluşturulurken, öncelikle bu görevi omuzla yacak dürüst ve uygun taşıyıcıları gerektirdiğinden, bu u y u m luluk, Uyarıcı olarak seçilmişliğin ana temasıdır. Bir yandan en sert şartlarda, en acımasız inkarcılarla mücadele ve b u n u n getirdiği zorlanmalar; bir yandan da bu uyarıcıdan beklenen sabır, sebat ve tevekkül disiplini... Yaratıcı için önemli olan, inkarcının varacağı yer değil, bu profilin koruyacağı pozisyon dur. Bu; C e h e n n e m e adam yetiştirmek değil, sabır, sebat, sa dakat, fedakârlık abidelerini ortaya çıkarmaktır: Kabe'yi inşa e t m e görevini kime veriyor; Kendisi için oğ lunu kurban etmekten çekinmemiş bir baba ile, yine kendisi için kurban edilmeyi seve seve kabul etmiş oğluna?! N e m r u t u n ateşine atılırken ateşi söndüren şey. Yaratıcısına karşı bes lediği tevekküldür. D e m i r , en zor şartlarda Yaratıcısına güve nerek, Câlut gibi bir zalimin karsısına dikilme cesareti göstere bilmiş bir çocuğun ehnde; D a v u d ' u n ehnde ancak eriyip şekil kazanabilir. Yani bir zalimi nasıl un-ufak etmiş ise, demiri de o oranda evirmiştir. Eğer. H z M u s a ' n ı n kalbi, ellerinden çok da ha beyaz olmasaydı kendisine bembeyaz bir el verilmezdi. Eli65
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
nin beyazlığı kalbinin berraklığının bir aynası olmuştur. Ö n ce gider kendini Firavun gibi bir zalimin karşısında ispat eder, sonra duasıyla denizi ikiye böler. Eğer H z İsa'nın, Yaratıcı için h e m e n ölmeye hazır bir İmanı olmasaydı, " K u m bi izni Allah!" der iken ölü dirilmezdi. İmanının; cansız toprağı, insan sure tinde diriltecek kadar b ü y ü k olduğunu göstermiştir. Ve ancak Yaratıcı, ölüyü diriltecek kadar sağlam olan bir imanı Kendi Katına yükseltir! Ay'ı ikiye b ö l m e yetkisi, ancak "Bir elime Ay'ı diğer elime Dünyayı verseniz yine davamdan vazgeçmem!" di yecek olan H z M u h a m m e d ' i n parmağına verilir. Dünyasal n i metler için diz çökmüş bir inkarcı topluluğun karşısında görü nen büyüklükleri ile, o g ü n k ü inkarcının g ö z ü n d e kocamanlıkları açısından b ü t ü n evreni de temsil eden Ay ve G ü n e ş dava sının karşısında bir hiç olarak kalırken, "Levlake Levlak, Lema Halakt-ül Eflak" sözünün;, neden! kime! ne için? lâyık görül d ü ğ ü n ü de gösteriyor... Felekler; ancak, gerektiği zaman onla rı imanına feda edecek olan Birinin hatırı için Yaratılır! Yoktan var e t m e ile başlayarak, insanlığa hibe edilen her şey gibi, her türlü beceri ve avantaj da zaten bir lütuftur. Ama Mucize dahi bedava olmayıp, iradesiyle kendini ispat edene verilmiştir. Bu na rağmen mucize, Allah'ın Katmdandır ve dünyasal üstünlük aracı olarak kullanılmamıştır. O H z İsa olarak ölüyü diriltir, ama kendisini öldürmeye gelenlere Yaratıcısından bir emir al madığı için hiçbir şey yapmaz. Oysa toprak olmuş ölüyü dirilt m e k mi, yoksa sağ adamı ö l d ü r m e k mi daha zordur! (*) Aynı profil, daha önce duasıyla, ya da âsasıyla denizi ikiye bölmüştü ama, aslında daha kolay sayılabilecek olan Firavunun o r d u s u n dan kaçışı tercih etmişti.. Denizi ikiye bölecek bir Âsa, elbet te bir orduya karşı bir biçme makinesine de dönüşebilirdi. Bu 66
Yükselrilmişlerin Genel
Profilleri
profil, daha sonra da Ay'ı ikiye bölecek ama, U h u d Savaşı'nda yenilmiş ve yaralanmış olacaktı... Eğer i m a n - i n k â r çatışmasında, insanlar arası g ü ç m ü cadelesi, fizik g e r ç e ğ e b a ğ l a n m a m ı ş olsaydı, dünyasal ü s t ü n l ü k hiçbir z a m a n m u t l a k i l k e s i z l i ğ i n eline g e ç m e z d i . Bu, uyarıcıların h e m e n hemen hepsinin halktan seçilmiş ol maları, bir yandan kendilerinde bir insan üstülük olmadığının bir belgesi ve gösterdikleri mucizelerin de Yaratıcının bir lûtfu oldu ğ u n u n belgesi iken, öbür yandan dünyasal mal, m ü l k ve üstünlü ğe sahip kişilerin, ellerindeki bu dünyasal güçle zalimlik yapmak isteyenlere de içlerini tam olarak dışa vurma fırsadnı yaratmış, imanın da, deneklerde Yaratıcıya karşı katıksız bir özveri teme linde oluşmasını sağlamıştır. Bir fakirden, bir marangozdan, bir çobandan; sözün kısası olağan bir insandan, hiç kimse, çekindiği için tavsiye ettikleri doğrulara inanmaz. T a m tersi, içinde dökül meye meyilli zehri varsa, zayıf gördüğü O kişiye karşı zehrini da ha kolay akıtmasını sağlamıştır. Böylece bu profilin etrafında ki misi kendi iradesiyle yükseklerin en yükseğine çıkma olanağı b u lurken, kimisi de yine bu profilin çevresinde kendi iradesiyle aşa ğıların en aşağılarına düşme şansızlığına ulaşmış olacaktı. Bu uyarıcıların, çağlarının filozofık bilgilerine sahip olmadık larını görürüz. Filozofık bilgi, tanrısal bilgiyi işlemiş olsa dahi, dünyasal çıkarcılıkla karıştırarak sunar. Filozofun t ü m zaafları da buna dâhildir. Zaten böyle olması gerekir. Mutlak bir doğruluğa yanlışın karışmaması gerekir. Eğer filozofik bilgiden kasıt olarak derinlik anlaşılıyorsa. Yaratıcı tarafindan uyarıcıya sunulan bilgi lerde, yapılan tavsiyelerde, zaten m u d a k bir derinlik vardır. Var olmasına rağmen dünyasal çıkarcılık ile karıştırılıp kirletilmemiş haliyle vardır. Süreç içinde bu kirletilmemiş filozofik derinlik, dünyasahn içine dalmış denekler tarafından, kendilerinden uzak 67
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
olarak görülmüş ve tuhaf karşılanmıştır. T u h a f karşıladıkları şey, gerçekte ilkesizlik temelinde derinleşmiş beklentilerini bu fılozofık derinlikte bulamamalarıdır. Deli, şair yalancı suçlamaları, her biri irili ufaklı birer firavun iken, Uyarıcının eşyaya bakışını anlayamamadır... Kendileri dünyasalda delirmişler iken, dünya sal çıkarı gözetmeyen bu profili anlamak istememedir. Ek: Y ü k s e l t i l m i ş l e r i n G e n e l P r o f i l i n e {*) Dinin toplumsal bir temsil gücüne ulaşıp, inkarcıların tarafın dan kendileri için tehlikeli olarak görülmesiyle, saldırıya uğraması hali bunun dışındadır. Bu durumda karşılık vermekfarz olup, karşılık ver memek, inkâra bir teslimiyettir. Katı bir inkâr ortamında varolup, bu ortamda gelişimini tamamlamış olan İslam'ı ve Peygamberini savaştan yana göstermek, o katı inkâr ka dar katı bir saptırmadır. Saldırıya karşı savaşfarz kılınmış ve bu durum da savaşmayanlar Yaratıcı tarafından kınanmıştır. Davut (As) da Calut'a karşı savaştı. Savaşan Peygamberler, kendilerine sadece inmiş olan Em ri uygulamışlardır. Savaş kaçınılmaz hale gelince tabii ki savaşılacaktır. Bu, inkarcının elinde oyuncak olmaktan daha onurludur. Her ne pahası na olursa olsun Savaşmamaya, Hz. Isa gibi onbir havari ile sınırlı kalmış (Hz.İsa'nın
Uyaruilık görevi boyunca ) bir toplumsal alanı örnek olarak
göstermek yanlıştır. Ölüyü diriltmek, insanları kendi rızaları ile Din'e ça ğırmak, bu arada insan iradesini de serbest bırakarak imanı da bir özveri olmaktan çıkarmamaktır. On bir havari ile normal şartlar altında bir or duya karşı bir şey yapılamayacağını herkes bilir. Aslında neredeyse bir ço ğunluğa karşı ha bir kişi, ha on bir kişi savaşırken pek bir şeyfark etme yecekti. Peki ölüyü diriltme mucizesiyle donatılmış birZat'm şahsında on bir kişi ile değil, hatta sadece bir kişi ile bir ordu yenilgiye uğratılamaz mı? Yaratıcı' ya inanıyorsak eğer, sadece bir kişi ile de bir orduyu yenilgiye uğ ratmanın da mümkün olabileceğine inanmamız gerekir. Ama on bir kişi68
Yükseltilmişlerin Genel
Profilleri
yi bir orduya karşı başarılı kılmak, yeryüzünde inkarcının iradesini bağ lamak ve inkarcı kişiliğinin ortaya çıkmasını engellemek anlamına gelir. Böyle bir üstünlüğün bir uyarıcıya verilmesi halinde, zaten yeryüzünde inkâra yeltenecek kimse kalmaz. Yaratıcı, insanlar arası güç mücadelesin de, mucizeyi büyük çapta ortadan kaldırmış ve insan iradesine bırakmış tır. Yardım olsa da, fiziki şartlara uygun ve Görmeden inanma Şartını bozmayacak şekilde olur ki bu; Sadece dünyasal güce inanan inkarcılar için gereklidir. Yoksa inanmadıkları halde O güçlünün! etrafında perva ne olurlardı. Bu nedenler de, var iken ki her şeyi yine de Allah bilir; "sa vaşma!" emri Hz.İsa'ya inmemiştir Bunun yerine lâyık olmadıkları için Uyarıcısını, inkarcıların içerisinden çekerek, aslında verilmesi gereken da ha büyük bir cezayı vermiştir: "MAdem inanmak istemiyorsunuz, o halde öylece kalın!" anlamına geliyor. Önceki uyarıcıları öldürdükleri gibi, onu da öldüremediler. Ama yine de Peygamber katili olarak yargılanacaklar. Çünkü yerine başkasını öldürürler iken O! diye öldürdüler. Kendi Ba tına yükseltmeyi tercih etmiştir. Yaratıcı'nın Mutlak ilkenin
yeryüzün
de Mutlak hâkimiyetine ihtiyacı da yoktur. Çünkü O gönülden inananı, güçlünün değil; gerçeğin etrafında toplananı ister. Daha önce belirttiğimiz de gibi Kendi Katında kavrayamayacağımız oranda her şeyin, Onu teşbih ve takdis ettiği Mutlak bir Hâkimiyeti zaten vardır. Hz. İsa'nın Hümanizmini
örnek göstererek, Hz. Muhammed'i
ve
İslam'ı kaba kuvveti kullanmış olarak görmek acımasız bir saptırma dır. Yani Hz. İsa'ya inananlar, on bir kişi değil de on bin kişi de olsa lardı ve inkarcılar bu inananları tehlikeli görüp kılıçtan geçirmeye kalkışalardı, bu durumda da Hz. İsa hâşa seyircimi kalacaktı? Nihayet Onun İmanh mirasçıları, sonradan çoğunluk olunca kendilerini sava şarak inkarcı düşmanlardan korumaya çalışmışlar. O günkü
inanan
ların ruhbanlığı tercih etmelerinin bir nedeni de, savaşa savaşa azalıp, hepsinin savaşarak bitmesi halinde yeryüzünde Allah'ın Dinini yaya cak hiç kimsenin kalmaması endişesinin bir sonucudur... 69
Y A R A T I C I N I N KENDİNİ İFADE ETME Y Ö N T E M L E R İ (MUCİZELER)
İnsanlık aynı insanlık, m e s a j aynı m e s a j . . . Bu iki ol gu, ilk elçiden son elçiye kadar, hiç değişmemiştir ve değişme mesi gerekendir. İnsanlıktan istenenin genel hatları ise şudur: "Siz sahipsiz değilsiniz. Sizi Ben yarattım. Bana kulluk ediniz. Sizi ö l ü m ü n ü z d e n sonra tekrar diriltip hesaba çekeceğim. Ya saklarımı çiğnemiş olanları C e h e n n e m e (Rahmetine nail olma dıkları sürece); Benden korkup doğru yolda y ü r ü m ü ş olanla rı ise C e n n e t e koyacağım." Bu elçilerle bir yandan insanlık top y e k û n uyarılırken, bir yandan elçilerin bizzat kendileri de ba zı sınamalara ve uyarılara muhatap olmaktalar. Bu şekilde, bu Nebi'lerin şahsında M u t l a k ilkenin Nebi'lerin sayısınca yük sek mertebeden teyit edildiği görülmektedir. İnsanlar aynı in sanlar... Yaşadıkları şartlar, h e m e n h e m e n aynı şartlar... Yol dan çıkarılmalar ve b u n a benzer nefsin arzuları, dürtüler vs. de aynı ve Şeytan da aynı şeytan olduğuna göre; İnsanlık süre ci içinde denenmeler, mucizeler, isyanlar, cezalandırmalar gi bi olaylar ve bu olayların verdiği sonuçlar da benzer olacaklar. Hatta bazen zaman, zemin ve şahıslar dışında oluş şekilleri tı pa tıp aynı olabilecekler. Verdikleri sonuçlar da aynı sonuçlar olacaktır. Bilinen toplumsal yapılar içinde yüz yirmi dört bin versiyon, birbirinden ne derece farklı olabilir! Aynı şeyi iddia ya da inkâr noktasında... Kur'ân'da sözü geçen Peygamberler ve olaylar, bunların sivri ve daha kapsamlı örnekleridir. Ö r n e 70
Yaratıcı'nın K e n d i n i İfade E t m e Y ö n t e m l e r i
(Mucizeler)
ğin N u h kavminin Tufan ile cezalandınidığmı biliyoruz. Bir de H z M u s a kıssasında Firavun ve o r d u s u n u n suda boğuldu ğ u n u biliyoruz. Bu iki olay, Yaratıcı'nın isyan etmekte ileri git miş bir kavmi imha e t m e k için. S u d a B o ğ d u r m a ' y ı bir c e z a l a n d ı r m a y ö n t e m i olarak benimsediğini gösterir. Bu y ö n t e m binlerce defa kullanılmış olabilir. Su baskını bir cezalandırma yöntemi olarak b e n i m s e n m i ş ise, bir denizin ya da nehrin ke narında k u r u l m u ş ve kendileri bir uyarıcı ile uyarılmış birçok şehir halklarının aynı y ö n t e m l e cezalandırılmış olabileceğini göstermektedir. Aynı şekilde H z Eyüp, hastalıkla s ı n a n m a da en sivri örnektir. Ama hastalıkla sınanmış tek peygamber ol mak zorunda olmadığı gibi, hatta hayat tecrübelerimizden has talıkla sınanmış tek insan da olmadığını biliyoruz. Bu y ö n t e m ler, uyarıcıların genel profilleri ile birebir bir örtüşme içerisinde dir. Ç ü n k ü bu yöntemlerin her biri, uyarıcıyı ya doğrudan ya da bir sonuç itibarıyla köprü olarak kullanmaktadır. B u n u n nedeni, uyarıcı var iken inkârın; Yaratıcı tarafından hiç bir zaman doğru dan muhatap olarak alınmadığıdır. İnkarcıyı doğrudan muhatap olarak almış olmanın, ancak toptan bir silme, süreçlerini sonlandırma şeklinde olabileceğini de belirtelim. M u c i z e l e r : ( R a h m a n v e R a h i m sıfatları i l e ) Mucizeler, birer kendini ifade e t m e yöntemidir. Kurandan öğrendiğimiz sivri örneklerin insanlık tarihi süresince kullanıl dığı inancındayım. Bazen o anda m u h a t a p uyarıcının kendisidir. Peygamber den başka o anda başka bir insanın göremediği mucize olarak, H z . M u s a (As)'nın T u r Dağı'nda Yaratıcı ile konuşması, H z M u h a m m e d 'in (SAV) Miracı. H z İsa'nın Kendi Katına yük seltilmesi, Üzeyir (As) Uyanırken, Bineğinin Yeniden İnşasını gözleri ile görmesi... Bu mucizeleri, oluş biçimlerine göre, ara71
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
asız ve Uyarıcı vasıtasıyla olmak üzere iki kısma ayırmak m ü m k ü n d ü r ama, bu ayırımın çok keskin bir ayırım olmadığını pe şinen söylemek gerekir. 1) Aracısız mucizeler: Direkt olarak. Varlığına ve Birliği ne kanıt mucizelerdir. Kundaktaki bebeği konuşturmak gibi... Bu tercihin nedeni herkes tarafından bilinir ki, kundakta bir çocuk çok özel bir müdahale değilse, konuşamaz. Dilinin daha gelişme diği, mucizeye muhatap olan o toplumun kendi süreci içinde o gü ne kadar bir çocuğun konuştuğunun görülmemiş olması, dili gibi beyninin de gelişmediği, Çocuğun manük örgüsünün zayıf oldu ğu ve b u n u n için de bir olay hakkında mantıklı cümleleri kurama dığını, hele ki çok özel bir konuda yalan uydurmayı da bilemeye ceğini her insan aynı süreci geçirdiği için bilir. Çölde belli bir top luluğa her gün kendi katından yemek indirmek de aynı türden dir. İnsanlar çok zor şardar altında çalışırlar ve kazanırlar. Bu yet mez, bir de pişirerek yiyecek hale getirirler. Gerek görüldüğü her defasında Kendi Kaondan yemek indirmek, başlı başına bir özel müdahale olup alışılmışın dışında bir olaydır. Bu, her defasında M u d a k ilkenin aracısız olarak yüksek mertebeden bir teyididir. Yine aşağıda işlediğimiz, kesilen ineğin bir parçasıyla ölüye vurup diriltme, hiç bir aracı bırakmadığından Yaratıcının varlığına ve bir liğine aracısız bir delil ve mucizedir. Yukarıda ki Üzeyir (AS)'in mucizesi de aracısız mucizelerdendir. Ö l ü m sonrası dirilmenin de bu derece kolay olacağını gösteren bir mucizedir. 2) U y a r ı c ı Vasıtası ile Uyarıcının gerektiğinde duasıyla yardım dilemesi ile o n u n şahsında gerçekleşen mucizelerdir. Ruhsal ilticanın bir erime; kendini yaratıcının Kudretine tama m e n teslim etme olduğunu yazmıştık. Bu mucizelere genel ola rak Peygamberin Mucizeleri denir. Ama o anda belgelenen ger çek Uyarıcının gücü kuvveti değil. Yaratıcının Kudretidir. N i h a yet mucize olup bittikten sonra, hatta o anda bile Uyarıcı, yine 72
Y a r a t ı c ı ' n ı n K e n d i n i İfade E t m e Y ö n t e m l e r i
(Mucizeler)
her zaman olduğu gibi acıkan, susayan, yorulan, hastalanan, kı sacası herkes gibi bir insandır. H z Musa, firavunun sihirbazları na karşı asasını yere atarken, diğer sihirbazların attıkları ne var sa yutmuştur. O , yılana d ö n ü ş m ü ş olan asasının o mucizesini ilk görmüşken yerden almaya çekinmişti. "Al o n u yerden, senin elinde yine Asaya dönüşecek!" emri gelmeden yerden alamamış tı. Kayaya asası ile v u r u p kayadan su fışkırtmak... "Ama kayaya vur, su fışkırsın!" emri gelmeden âsanm böyle bir işe yarayaca ğını da bilmiyordu. D e m e k ki Uyarıcı zaman zaman gelen e m rin n e işe yarayacağını dahi bilmiyor olabilir. O n u n şahsında bir Mucize gösterilir. Kabul edenler için Rahim sıfatının bir yansı ması olurken, inkâr edenler için gerçek niyetlerini ortaya çıkar mada aracı olur. İnkârlarındaki derinliği ortaya çıkarır. Bu de rinlik, bir inkarcının her türlü gerekçeyi bir yana bırakarak; " N e yaparsan yap ben inanmam" demesinden başka bir şey olmaya cağından, bu seçenek ; "Eğer bir Yaratıcı varsa ve ölüm sonrası dirilme de varsa, ben cehennemi istiyorum" seçeneğidir. Buna benzer bir seçeneğin tercih edilmesiyle, zaman zaman inkarcının daha yeryüzünde iken istediği şeyi elde etmesi anlamına gelecek olan Cezalandırma yöntemlerinin kaçınılmazlığını da kendi ira desiyle oluşturduğunu gösteriyor. R a h m a n ve Rahim sıfatından anlamayan, ancak Kahhar sıfatından anlayabilir! ,
Cezalandırmalar S ü r e ç S o n l a n d ı r m a l a r ı ( K a h h a r Sıfatı ile): Cezalandır
m a yöntemleri, inkarcının inkâr ile h e r yolu kapamasından, kav min kendi sonuçlarını kendi iradeleri ile ortaya koymuş olma sından tercih edilmektedir. Bu cezalandırmalar, Kuran'da helak olarak geçmekteler. Bir kavim, Uyarıcıyı kovmadan, ö l d ü r m e den ya da başka bir şekilde uyarmakla sorumlu tutulduğu top lumdan izole etmeden, yani kendileri ile uyarıcının arasına bir 73
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
fiziki engel koymadan b u helak süreci başlamamıştır. Uyarıcı yı bir şekilde toplumdan izole etmek, Uyarıcı için, uyarıcılık gö revinin sonlandırılmasına neden olmak demektir. Bu nedenle karşı karşıya kalmış oldukları helak sürecinin, kendi tercihleriy le geldikleri bir sonuç olduğu gibi, başlarına gelecek olan bir şe yi genellikle daha önce uyarıcıya ve ona u y m u ş olan inananlara yahştırdıkları bir sonucun karşılığı olmaktır. Helak edilerek yok edilmek, bir topluluğun fiziki gerçekten (yani hayat ortamından) izole edilmesi anlamına geldiği gibi. Yaratıcının; yeteri kadar ya rı? Yapıldıktan sonra, İman olmadan inkarcıyı yeryüzünde beda vadan tek başına hiç bir zaman yaşatmayacağı anlamına da geli yor. H e r bir süreçte ve her anda, insanların üzerinde alabildiğine geniş Rahman ve Rahim sıfatları tecelli eder iken, tek başına kal mış olarak bir inkâr ortamı, bu sıfatlardan bir tek kırıntının kar şılığını bulamadığı bir ortam demektir. Eğer Yaratıcı, denekler için sadece alabildiğine yararlanmayı gerektirecek hayvanca bir yaşamı dilemiş olsa idi, denekleri böyle bir sınama ortamına sür mezdi. Ç ü n k ü tam da böyle bir yaşam pozisyonunda olan hay vanlar âlemi zaten vardır. Deneklere verilmiş olan akıl ve bu de neklerin var olan doğaya hiçbir katkıda bulunmamaları, bu d ö n g ü n ü n birer parçaları olmamaları, bu farkı ortaya koyan iki derin ayrıntıdır. Bu nedenle tek başına kalacak olan inkâr, doğada za ten var olan ve sadece kendinden sorumlu olan bir yaşam biçi mini temsil edeceği için, uygulamaya devam ettirmek zaten ge reksiz kalacaktır ki; insandaki alabildiğine yararlanmayı, hayvan ların yaşam biçimi ile eşit tutmak dahi olanaklı değildir. Ç ü n k ü kendisine verilmiş olan a b l , bu d u r u m d a sadece yıkıcı bir silaha dönüşecek ve bu silahın bu güne kadar alabildiğine yararlandığı doğa ile beraber, daha çok kendi hasmı saydığı hemcinsine yö neldiğini de biliyoruz. 74
Yaratıcı'nın K e n d i n i İfade E t m e Y ö n t e m l e r i
(Mucizeler)
Yöntemlerin Bazı Uygulamaları R a h m a n ve R a h i m Sıfatlarını gösteren uygulama örnekleri 1.) Aym zamanda Allah'ın
varlığından
birliğinden ve Kud
retin den kaçanlara derin bir tuzak: Öyle ki, tuzak içinde tuzak! 67. Hani Mûsâ kavmine, "Allah size bir sığır kesmenizi emredi yor" demişti. Onlar da, "Sen bizimle eğleniyor musun?" demişlerdi. Mûsâ, "Kendini bilmez cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım" demişti. 68. "Bizim için Rabbine dua et de onun nasıl bir sığır olduğunu bize açıklasın." dediler. Mûsâ şöyle dedi: "Rabbim diyor ki: O, ne yaşlı, ne körpe, ikisi arası bir sığırdır. Haydi, emir olunduğunuz işi yapın." 69. Onlar, "Bizim için Rabbine dua et de, rengi neymiş? açıklasın" dedi ler. Mûsâ şöyle dedi: "Rabbim diyor ki, o, sapsarı; rengi, bakanların içini açan bir sığırdır" dedi. 70. "Bizim için Rabbine dua et de onun nasıl bir sığır olduğunu bize açıklasın. Çünkü sığırlar, bizce, birbirleri ne benzemektedir. Ama Allah dilerse elbet buluruz" dediler. 71. Mûsâ şöyle dedi: "Rabbim diyor ki, o; çift sürmek, ekin sulamak için boyun duruğa vurulmamış, kusursuz, hiç alacası olmayan bir sığırdır". Onlar, "İşte, şimdi tam doğrusunu bildirdin" dediler. Nihayet o sığırı kestiler. Neredeyse bunu yapmayacaklardı 72. Hani, bir kimseyi öldürmüştü nüz de suçu birbirinizin üstüne atmıştınız. Hâlbuki Allah gizlemekte olduğunuzu ortaya çıkaracaktı. 73. "Sığırın bir parçası ile öldürülene vurun" dedik. (Denileni yaptılar ve ölü dirildi.) İşte, Allah ölüleri böyle diriltir, düşünesiniz diye mucizelerini de size böyle gösterir. l.a. Sığırı kesme fikri onlardan çıkmadı. Hatta kendilerine çok ya bancı geldi ve kendileriyle alay edildiğini zannetmişler önce. l . b . "Demek ki ölü dirildi! Bu sığırı kesme fikri bizden çıktı. Biz de ölünün dirilmesine katkıda bulunduk" ya da" ölüyü biz dirilttik" diyemediler. 2.a. Rengini onlar seçmedi. Hz. Musa'ya sordular da bildiler. 75
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
2.b. Rengim biz seçtik. Ölünün
dirilmesinde bizimde
katkımız
var diyemediler. 3.a. Sığırın sarı sığırlardan hangisi olduğunu Hz. Musa söylemiştir. 3.b. İçlerinden biri kalkıp da sığın biz seçtik diyemez. 4.a. Sığın kendileri kestiler ve parçaladılar. 4.b. ''Mucize sığırda idi" diyemediler. Ölüyü diriltecek kadar mu cize sahihi bir sığırı öldürebilir mi idiler. 5.a. Ölüyü kendileri öldürmüşler ve ceset başlarına bela olmuş tu. Birbirlerinin üstüne attıktan bu belayı ortadan kaldırmak için Hz. Musa'ya gelen kendileri... 5.b. Adam daha tam olarak ölmemişti. Kendiliğinden uyandı diye mediler. Tartışma ve kavgalardan sonra yapacak bir şeyleri olsaydı Hz. Musa 'ya gelmezlerdi. Burada Allah'ın varlığına, birliğine kudretine inanmayan ve her se ferinde bir bahane uydurup kaçan bir topluluğu teslimiyete mecbur bı rakan, hiçbir gerekçeye en ufak bir delik bırakmayan çok ince bir man tık var. Buna ek olarak olayın içine adım adım çekilirler iken bunun nereye varacağım, sığırın ne renk bir sığır olup da ne işe yarayacağım da ancak olayın sonunda anlamışlar ki, bu da olayın sonucunu önce den bilmeleri halinde çark edebilecekleri ihtimalinin de mevcut olduğu nu gösteriyor. Tuzağın inceliği onun sadeliğinde yatmaktadır. İlk ba kışta sığır filan insana olağan ve anlatılmasına yer verilmesinin gerek siz gibi görülmesi inceliği anlaşılınca hayretler içinde bırakıyor. Yani inatçı bir kavme tuzak olduğu gibi, okuyucuya da tatlı bir tuzak olu yor. Yaratıcı'nın bu çabası, aynı zamanda o kavmin bir kısmının cehalette ve gerçeği kabul etmemekte ne kadar taassup sahihi olduğunu da gösteriyor Böylece bu topluluk bir cesedin belasından kurtulurken,
"Allah'ıngücünün
her şeye kadir olduğunu ve ondan kaçılamayacağı" belasına! yani tuzağı na !! düşmek zorunda kalıyor. Şüphesiz "Allah tuzak kuranlann en ha yırlısıdır." Ve yine şüphesiz Allah bu topluluğun imanına da muhtaç de16
Yaratıcı'nın K e n d i n i İfade E t m e Y ö n t e m l e r i
(Mucizeler)
ğildir. İnanmaları dışında her yolu kapamak ancak bir lütufiur."Rahim" Sıfatının mutlak bir tecellisidir. Onun için bu tuzak örneği aynı zaman da Rahman ve Rahim sıfatını tam olarak yansıtan çok orijinal bir örnek tir. Buradan üçüncü bir ders daha çıkarabiliriz. Sığır değil de başka bir şey olamaz mı idi? Mesela Hz. Musa'nın eli... yada asası pek alâ ola bilirdi. Ama o zaman da her şeyi saptıran bu topluluğun bu mucizeyi de Hz. Musa'nın eline ya da asasına bağlaması ihtimali de mevcuttu vefiravunun öne sürdüğü "sihirdir" gerekçesini kendileri de ileri süre bilirlerdi. Nihayet buzağıyı ilah edinmeleri, en küçük birfırsatta Tan rısal yetkiyi ya başka şeylerle paylaştırmaya, ya da tamamen devretme ye meyilli olduklarını gösteriyor. Hz. Musa'nın Kavminden bir kısmı!
buzağıyı tanrı edindiklerini biliyoruz. Verilmek istenen başka bir
liiLiCij
da şudur;"Ben ölüyü diriltmek dâhil her şeyi yapmaya, gerekti
ği zaman en gizli sırlarınızı açığa çıkarmaya kadirim. Sebepler gözle görünen araçlar, hiç önemli değil! Bu araç hiç ilgisiz ve basit bir şey de olabilir. Bir de bunun yanında; ne ölü nede diri, bir buzağıda da hiç bir keramet yoktur. Buzağı ya da inek sadece bir hayvandır. Kesilebi lir, etinden, sütünden yararlanılabilir. Ama Yaratıcının yaratmış oldu ğu bir sanat olmaktan öte sığırda bir mucize tapılmaya değer bir üstün lüğü yoktur. Onu put yapıp ilah edinmeyin! 2) Bu örnekte, adım adım R a h m a n Rahim sıfatlarının nasıl gerçekleştirildiğini ve b u arada inen ayetlerin h e m imanın sı naması h e m de savaş stratejisi y ö n ü n d e n nasıl da aynı zaman da bir orduyu da yönlendirildiğini görelim. Rahmetin diğer bir ifadesinin, kendilerine yönlendirilenler için s a ğ l a n a n k o l a y l ı k o l d u ğ u n u göreceğiz. "Musa'dan sonra İsrail oğullarının ikrige lenlerini görmedin mi (ne yaptılar)? Hani, peygamberlerinden birine, "Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım" demişlerdi. O, "Ya üzerinize savaşfarz kılındığı halde, savaşmayacak olursanız?" demişti. Onlar, "Yurdumuzdan
çıkarılmış, çocuklarımızdan
uzaklaş
tırılmış olduğumuz halde Allah yolunda niye savaşmayalım" diye cevap 77
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
vermişlerdi. Ama onlara savaş farz kılınınca içlerinden pek azı hariç, yüz çevirdiler. Allah zalimleri hakkıyla bilendir. (Bakara: 246) Ken dileri istediler... Yani kendileri aralarında bir lider seçememiş ler. Peygambere başvurmuşlar. Bir kısmının samimiyetlerin den şüphe edilmiştir. Peygamberleri sormuştur: "Savaş üzeri nize farz kılmırsa savaşacak mısınız" diye... 'Teygamberleri o n lara, 'Allah size Tâlût'u h ü k ü m d a r olarak gönderdi' dedi. Onlar, ' O bizim üzerimize nasıl h ü k ü m d a r olabilir? Biz hükümdarlı ğa ondan daha lâyığız. O n a zenginlik de verilmemiştir' dediler. Peygamberleri şöyle dedi: 'Şüphesiz Allah o n u sizin üzerinize (hükümdar) seçti, o n u n bilgisini ve gücünü artırdı.' Allah m ü l k ü n ü dilediğine verir. Allah lütfü geniş olandır, hakkıyla bilen dir." (Bakara 247) Talut, halktan bir kahraman ama zengin değil. H e m zengin iken, zenginlikleri işgal edilmelerine engel olama mış iken, aynı zenginliğin kendilerini h ü k ü m d a r yapmalarını is terler. H e m sorarlar, yardım isterler, h e m de yapılmış bir seçime karışırlar. Burada dünyasal zenginlik ile Yaratıcının sırf emri ol duğu için halktan seçilmiş herhangi bir insanın komutasına gir m e k gibi bir seçim vardır ve bu seçim iki yönden Yaratıcıya karşı gerçek bir özveri sınanmasıdır. Birincisi zenginlik ile savaşta öl m e k halinde o zenginlikten m a h r u m kalma ikilemi ki bu; Ahiret g ü n ü n e imanı ortaya çıkaracaktır, ikincisi zenginliğin verdiği ki bir ile doğrudan Yaratıcının emri olduğu için dünyasal varlık ba kımından kendilerinden daha aşağıda olan Talut'un komutası na girme... İmanın sınanması yönüyle böyle iken; savaş strateji si y ö n ü n d e n daha savaş başlamadan savaş sırasında kaçabilecek lerin bir ön elemesidir. Ç ü n k ü savaş sırasında kaçacak olurlarsa, kaçmayacakların da savaşma azmini kırabilirlerdi. Temel tercih te, dünyasal olanı seçmiş olan ve dünyasal olana göbeğinden bağ lı olan bir kişi nasıl savaşabilir ki... B u n u n yerine haraç vermeyi tercih etmez mi! Tâlût ordu ile hareket edince, "Şüphesiz Allah sizi 78
Y a r a t ı c ı ' n ı n K e n d i n i İfade E t m e Y ö n t e m l e r i
(Mucizeler)
bir ırmakla imtihan edecektir. Kim ondan içerse benden değildir. Kim onu tatmazsa işte o bendendir. Ancak eliyle bir avuç alan başka." dedi. İçlerinden pek azı hariç, hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve onunla beraber iman edenler ırmağı geçitue, (geride kalanlar) "Bugün bizim Câlût'a ve askerlerine karşı koyacak gücümüz yok." dediler. Allah'a kavuşacakları nı kesin olarak bilenler (ırmağı geçenler) ise şu cevabı verdiler: "Allah'ın izniyle büyük bir topluluğa galip gelen nice küçük topluluklar vardır. Allah sabredenlerle beraberdir" (Bakara: 249) Burada ikinci bir eleme vardır: Irmaktan su içmemek, k o m u t a n ı n emridir. K o m u t a n ise Yaratıcının seçtiği komutandır. Yaratıcıya ne kadar bağlı iseler, komutana olan bağlılıkları da o oranda olacaktır. Bu bir avuçtan fazla su içmeme yasağının, imanın sınanması açısından anlamlıdır. A m a savaşma açısından çöl sıcağında karnını su ile dolduran bir savaşçıya da rehavet gelebilir. Üstelik susamaya sabredemeyen bir asker, nasıl savaş ma iradesi gösterebilir... "(Tâlût'un askerleri) Câlût ve askerleriyle karşı karşıya gelince şöyle dediler: "Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağ dır, ayaklarımızı sağlam bastır ve şu kâfir kavme karşı bize yardım et. Derken, Allah'ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Davud, Câlût'u öl dürdü. Allah ona (Davud'a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona dile diğini öğretti. Eğer Allah'ın; insanların bir kısmıyla diğerlerini savması olmasaydı, yeryüzü bozulurdu. Ancak Allah, bütün âlemlere karşı lü tuf sahibidir." (Bakara: 250-251) G ö r ü y o r u z ki Yaratıcı, zafer ile imanı aynı nedenlere bağlı olarak iç içe s u n m u ş t u r ve zaferle ri imanları oranında gerçekleşmiştir. Bu kolayhk h e m imandır h e m Rahmettir. Tabi b u n u g ö r m e k için ilahi kitaplara bakar ken iyi niyetle bakmak ve d ü ş ü n m e k gerekir. Yoksa niyete bağlı olarak sadece sıradan bir efsane gibi de görülebilir. İ n a n m ı ş o l a n h e r bir k a v m i n kurtarılmış o l m a s ı , R a h m a n v e R a h i m sıfatlarının u y g u l a m a l a r ı i ç i n birer d e r i n likli örnektirler. G e n e l l i k l e aynı olay, p e y g a m b e r l e r i y l e 79
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
b e r a b e r kurtarılmışlarsa, i n a n a n l a r i ç i n R a h m a n v e R a h i m s ı f a t l a r m ı n y a n s ı m a s ı olur i k e n , aralarına fiziki bir e n g e l k o n u l d u k t a n sonra i n a n m a y a n l a r ı n
helak e d i l m e s i
i l e b e r a b e r aynı s ü r e c i n u z a n ı m ı , k e n d i l e r i i ç i n K a h h a r S ı f a t ı n ı n bir U y g u l a m a s ı n a d ö n ü ş m ü ş t ü r . S ü r e ç Sonlandırmaları (Kahhar sıfatının uygulamaları) "Biz onlara zulmetmedik. O n l a r kendi nefislerine zulmet tiler." ( H u d , 101) Süreç sonlandırmalarının hepsinde, kendile rine yapılan uyarı ve gösterilen mucizelerin, inanmamaları ha linde öldürene kadar yakalarını bırakmadığı ama aynı şeyin y u muşak bir uyarıdan sert bir sonlandırmaya doğru şekil değişti rir iken, daha önce rahmet şeklinde inmiş olan aynı şeyin, ga zap olarak inmesi şeklinde olmuştur. Bu da, cezanın işlenen suça ne kadar y a b ş ı r o l d u ğ u n u gösteriyor. 1. Firavun ve ileri gelenlerinin kötülük yapmaları korkusu y ü zünden kavminin küçük bir bölümünden başkası, Musa'ya iman etmedi. Ç ü n k ü Firavun o yerde zorba bir kişi idi. O gerçekten aşı rı gidenlerdendi. Mûsâ, "Ey kavmim! Eğer siz gerçekten Allah'a iman etmişseniz, eğer O'na teslim olmuş kimseler iseniz, artık sa dece O'na tevekkül edin" dedi. Onlar da şöyle dediler: "Biz yal nız Allah'a tevekkül ettik. Ey Rabbimiz, bizi zalimler topluluğu n u n baskı ve şiddetine maruz bırakma!" Bizi rahmetinle o kâfirler topluluğundan kurtar. (Yunus, 83-86) "İsrail oğullarını denizden geçirdik. Firavun da, askerleriyle birlikte z u l m e t m e k ve saldır m a k üzere, derhal onları takibe koyuldu. Nihayet boğulmak üzere iken, "İsrail oğullarının iman ettiğinden başka hiçbir ilah olmadığına inandım. Ben de m ü s l ü m a n l a r d a n ı m " dedi. Şim di mi?! Oysa daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan o l m u ş tun. Biz de b u g ü n bedenini, arkandan geleceklere ibret olman 80
Y a r a t ı c ı ' n ı n K e n d i n i İfade E t m e Y ö n t e m l e r i
(Mucizeler)
İçin kurtaracağız. Ç ü n k ü insanlardan birçoğu, âyetlerimizden gerçekten habersizdir. (Yunus, 90-92) Burada aslında takip et tirerek suda cezalandırmanın şöyle bir amacı da vardır. Aynı şeyi şehrin ortasında yapsa, suçlular ile beraber masumlar da gidecek. Ç ü n k ü katı bir zalimliğin olduğu bir yerde kesinlik le kalben inandığı halde açığa vurmaya cesaret edemeyen in sanlar zaten vardı. A m a b u n u n yanında ortada d u r d u ğ u halde zalimlikleri onaylamayanlar belki daha da çoktu. Zalimlikle ri onaylamayanlar, İnananlara karşı "sınanmada mutlak özgür lük" kuralı gereğince, acımasızlığa dair t ü m avantajların t ü k e tilmesine karşılık, gelecek olan mutlak bir sonlandırmayı hak et medikleri için, saldırgan inkârın kovalama sarhoşluğu içinde, şehirde yaşayan diğer insanlardan kopanldığı ve yalnız bırakıl dığı görüyoruz. Diğer yandan mucizeye inanmaması, kendisi nin bir mucize ile ölmesine n e d e n olduğu ve b u n u kendi ira desiyle kendisinin vardığı bir sonuç olduğu da görülüyor. N o r malde firavunun da bilmesi gerekir ki; Bir özel müdahale de ğil ise, deniz kendiliğinden yarılıp da yol açmaz. Ama gözleri nin ö n ü n d e diğer mucizeleri görür iken, aklını devre dışı bı rakmış olan biri, d ü ş m a n olarak ilan ettiği insanları takip eder iken, kaçanı kovalama azgınlığı içinde denizin ikiye b ö l ü n m ü ş olmasının da bir tuzak olabileceğini nasıl düşünebilir ki. Ama tam boğulmak üzere iken iman etmiş olması, tara da bir zor banın nasıl da ancak Kahhar sıfatından anladığını göstermiyor mu.... Dünyasal g ü c ü n e güvenerek kendini tanrı ilan etmiş bir şaşırmış, kendisinden daha güçlü Birinin tehlikesini görünce nasıl da teslim olduğu ve aslında inanıp da taptığı şeyin d ü n yasal güç, yani b u n u elinde b u l u n d u r a n kendi b e n ' i olduğu da görülüyor. Dünyasal güç, kendisi ölmesine rağmen yine ken disine verilmiş, bir m u m y a olarak dünyasal bir devamlılığa d ö n ü ş m ü ş t ü r . Musa'yı, bebek iken nehire bırakılması sonucu, onu
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
su kurtarmıştı. Kuyudan çektiği su bir tanışmaya neden olmuş tur. Karnının doymasına ve iş bulup evlenmesine neden olmuş tur. Firavundan son kurtuluşunda da yine su kurtarmıştır. Süreç teki başlangıç ile s o n u n u n u y u m l u l u ğ u açısından; H z . M u s a doğarken su ona dost, Firavunun da başına bela kesilmiş gibi görünüyor. Ama kişi, eğer bir N i l ' e bakıp, bir suladığı verimli topraklara bakarken, kendi kendini aldatarak kendini tanrı ilan edecekse, Nil'in suyu da Kızıldeniz'in suyu da adamı böyle al datır işte... Ayrıca takip ederek, ne olursa olsun yok e t m e ina dı, kendisinin bizzat kendi s o n u c u n u hazırladığı, başkalarının başına getirmek istediklerinin, kendi başına getirilerek Yaratıcı 'ya başka bir seçenek bırakmadıklarını gösteriyor. Böyle değil midir?.. Evet "onlar boğulacaklar" gibi bir kesinleşmiş h ü k ü m var ama Fizik gerçek içerisinde olaya bakılınca, eğer kendi ira deleri ile kovalamasalar idi, boğulmazlardı... 2. (Ey M u h a m m e d ! ) Onlara, o memleket halkını örnek ver. Hani oraya elçiler gelmişti. Hani biz onlara iki elçi göndermiş tik de onları yalancı saymışlardı. Biz de onlara ü ç ü n c ü bir elçi ile destek vermiştik. Onlar, "Şüphesiz biz size gönderilmiş elçileriz" dediler. Onlar şöyle dediler: "Siz de ancak bizim gibi insansınız. Rahman hiçbir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söylüyorsu nuz." (Elçiler ise) şöyle dediler: "Bizim gerçekten size gönderil miş elçiler o l d u ğ u m u z u Rabbimiz biliyor." "Bize düşen ancak apaçık bir tebliğdir. "Dediler ki: "Şüphesiz biz sizin y ü z ü n ü z d e n uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz sizi mutiaka taşlarız ve bizim tarafımızdan size elem dolu bir azap dokunur. "Elçiler de, "Uğursuzluğunuz kendinizdendir. Size öğüt verildiği için mi (uğursuzluğa uğruyorsunuz?). Hayır, siz aşırı giden bir ka vimsiniz" dediler. Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak gel di ve şöyle dedi: "Ey kavmim! Bu elçilere uyun." "Sizden hiç bir ücret istemeyen kimselere uyun, onlar hidayete erdirilmiş 82
Y a r a t ı c ı ' n ı n K e n d i n i İfade E t m e Y ö n t e m l e r i
(Mucizeler)
kimselerdir.""Hem ben, ne diye beni yaratana kulluk etmeye yim. Oysa siz de yalnızca ona döndürüleceksiniz." " O n u bıra kıp da başka ilahlar mı edineyim? Eğer Rahman bana bir zarar vermek istese, onların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve beni kurtaramazlar." " O takdirde ben mutlaka açık bir sapıklık için de olurum." "Şüphesiz ben sizin Rabbinize inandım. Gelin, be ni dinleyin!" (Kavmi o n u öldürdüğünde kendisine): "Cennete gir!" denildi. O da, "Keşke kavmim, Rabbimin beni bağışladığı nı ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilseydi!" dedi. Kendisin den sonra kavmi üzerine (onları cezalandırmak için) gökten hiç bir ordu indirmedik. İndirecek de değildik. Sadece korkunç bir ses oldu. Bir anda sönüp gittiler. Yazık o kullara! Ki kendilerine bir peygamber gelmezdi ki, onunla alay ediyor olmasınlar. (Ya sin, 13-30) İlk iki elçiyi yalanlamaları sonucu, daha da yumuşak bir söylemle kendini örnekleyerek uyarıyı yapan üçüncü uyarı cıyı şehit ediyorlar. Burada uyarının en yumuşak şekliyle sonlandırmada kullanılan aracın, en sert biçime dönüşmesi arasında tam bir paralellik vardır. Şöyle ki; En yumuşak bir sese taham m ü l edemeyen bir topluluğun, korkunç bir ses ile cezalandırıl dığı görülmektedir. Yani gerçekte bir şeyin en yumuşağı, en ko layı olanından (Rahmet sıfatından ) anlamayan bir topluluğun, aynı şeyin en sert türü ile (Kahhar sıfatıyla) cezalandırıldığı gö rülmektedir. İlginçtir "şehitlere ölü demeyiniz. Bilakis onlar ya şıyor ama siz bilmiyorsunuz." H ü k m ü var iken Yaratıcı; Elçinin (Habibi Neccar'ın) şahadetinden bile söz etmemektedir. Kendi si için sadece; " C e n n e t e gir denildi." diye buyuruyor. Bu; an latımda bir kısalık amacını değil, anında başka bir evrene geçmiş olmayı özellikle ifade ediyor. Eğer her okuyucu bu inceliğin far kında ise meali yapanın parantez içerisindeki "Kavmi o n u öldür d ü ğ ü n d e " açıklamasını yazmaya da zaten gerek kalmaz. Ç ü n k ü bu anlatımla O , kesinlikle ölmemiş olarak kabul ediliyor.
83
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
3. Lut kavmi: Elçilerimiz Lût'a gelince, onlarm y ü z ü n d e n üzüldü, göğsü daraldı ve "Bu çok zor bir g ü n " dedi. Kavmi, (konuklarıyla çirkin ilişkide b u l u n m a k üzere) ona doğru k o şa koşa geldiler. Zaten onlar önceden de bu tür çirkin işleri ya pıyorlardı. Lût dedi ki: "Ey Kavmim! İşte kızlarım. Onlar(la nikâhlanmanız) sizin için daha temizdir. Allah'a karşı gelmek ten sakının ve konuklarıma karşı beni rezil etmeyin. İçiniz de hiç aklı başında bir adam yok mu?".Onlar, "İyi biliyorsun ki kızlarında bizim g ö z ü m ü z yok. Sen bizim ne istediğimizi çok iyi biliyorsun" dediler. (Lût da:) "Keşke size karşı (koya cak) bir g ü c ü m olsaydı, ya da sağlam bir desteğe dayanabilseyd i m " dedi.. Konukları şöyle dedi: "Ey Lût! Biz Rabbinin elçi leriyiz. O n l a r sana asla ulaşamayacaklar. Geceleyin bir vakitte aileni al götür. İçinizden kimse ardına bakmasın. Ancak karın müstesna. ( O n u bırak.) Ç ü n k ü onların (kavminin) başına ge lecek olan azap, o n u n başına da gelecektir. Onların azap ile b u luşma zamanı sabahtır. Sabah yakın değil midir?!"(Azap) e m r i miz gelince oranın altını üstüne getirdik. Ü z e r i n e de Rabbinin katında işaredenmiş pişirilmiş balçıktan taşlar yağdırdık. B u n lar zalimlerden uzak değildir. ( H u d , 77-83) Şehrin altının ü s t ü n e gelmesi meslek haline getirdikleri işin bir yansımasıdır. Bakış açılarının ters dönmesiyle, hayat tarzları ile zaten altları, üstlerine gelmişlerdi. Dişiye yönelmesi gereken ilginin tersine dönerek erkeye yönelmiş olması, Ters ilişkileri nedeniyle sür dürdükleri hayat tarzlarında olması gereken ile zaten ters d u r makta idiler. Yaratıcı'dan kaçılırken hangi cezanın hangi suça karşılık gelebileceğini de bir daha görmekteyiz.
H z . İ s a v e İncil Bir tv nin açık otorumunda Dinler tartışılıyordu. Sıra Hz. İsa ve in cilin gerçekliğine gelmişti. Bir Arkeolog olarak aklımda kalmış olan bir
Y a r a t ı c ı ' n ı n K e n d i n i İfade E t m e Y ö n t e m l e r i
(Mucizeler)
bayan ite Türkiye'deki Katolikterin temsitcisi olarak adı Kirkur Bey ola rak hatırımda kalan zat tartmıyordu. Arkeologun iddiası şu idi; Kucağın da bir bebek bulunan kabartmaların (Hz. Meryemi kastederek) tarihleri nin iki bin seneden daha dahafazla eskiye dayandığını ve Hıristiyanlığın da bu kabartmalardan ilham almış olduğu idi. Kirkur beyin bu iddiaya karşı cevabı ise, Miladi takvimin Hz. isa'nın doğumunu göstermediği ve Hıristiyanlığın doğuş tarihinin de belirsiz olduğu dolayısı ile bu kabart maların asıl Hıristiyanlıktan itham almış olabileceği idi. Kirkur hey bir Hıristiyan olduğuna göre, onun bu cevabına saygı duyarım. Ancak
Hı
ristiyanlık hakkında ortaya atılacak lıer iddiaya göre Hıristiyanlığı ta rihsel bir belirsizliğe sürüklemek her soruya karşı yer değiştirmek Hz İsa ve Hıristiyanlık
gerçeğini efsaneye dönüştürmek anlamına da çe
kilebilir. Hz. İsa ve İncil gerçeğinin arkasında, öncelikle başından so nuna kadar adım adım nerede nasıl ve Kime vahiy edildiği belli olan Kuran durmaktadır. Salt Hz İsa ve incil gerçeği efsane değil, onu tas dik eden Kuran Gerçeği kadardır. Bu günkü incilin içinde yazılanla rın tamamını ya da bir kısmını kabul edip etmemek, bunu değiştirmez. Aslına bakarsak iddianın ortaya dökmek istediği şey de Hz İsa ve İncil ile sınırlı olmayıp, bütün Tek Tanrılı dinlerin birer hayal ürünü olduk larıdır. Hatta Tanrı fikrinin, Yaratılış Felsefesinin sadece hayalde oluş turulmuş bir şey olduğu iddiasının bu tartışmaya yansıyan
kısmıdır..
Daha önce oturumu izlemiş olmam, "Yükseltilmişlerin Genel Profil leri" ve 'Yaratıcı'nın Kendini İfade Etme Yöntemleri" konulan
üze
rinde daha fazla düşünmeme neden oldu. Yaratıcı'nın, annesinin ku cağında bir bebeği konuşturarak Mucizesini göstermiş olması, Hz İsa ile sınırlı değildir. Hatta bu yöntem, peygamberlikte de sınırlı değildir. Yani bir peygamber olmadığı halde, annesinin kucağında konuşarak bir gerçeğe şahitlik etmiş örnekler vardır. Daha önce de Hz. Musa ve Fi ravun çatışmasında da rivayet olmuş örneği vardır. Hz. İsa'dan daha sonraki süreçlerde de vardır. Bu yöntem, Yaratıcı tarafından benimsen miş bir yöntemdir. Ancak Hz İsa örneği, olayın çözütnündeki önemi ve
85
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
bu büyük peygamberin hakkında verdiği bilgileri içerdiğinden, bu yön temin en sivri örneğidir. Ama daha öncesinde ve daha sonrasında örne ği bulunduğundan, bu yöntemin bir tek sefer kullanılmadığı gayet açık tır. Daha önce de değindiğimiz gibi, kundakta ya da annesinin kuca ğında bir bebek, herkes aynı evreyi geçirdiği için ve hata çevresinde ko nuşamayan birçok bebek ve küçük çocuk bulunduğu için bilinir ki özel bir müdahale olmadan bir bebek konuşamaz. Bu açıdan inkârı sustu racak kadar Apaçık bir mucizedir. Yaratıcı tarafından defalarca kulla nılmış olabilir. Bu. ve benzeri kabartmaların bir yerlerden ilham aldığı açıktır. Ama hangi süreçte hangisinden ilham aldıkları bilinemez tabii ki... Kabartma iddiasının sahibinin dediğigihi de değildir aslında. Ya ni o kabartmanın yaşı üç bin sene ise, duvara yansıttığı hikâyenin ömrü de üç bin seneliktir anlamına gelmiyor. Belki o kabartmayı yapan ki şi kendisinden bi- iki bin sene evvel hatta beş bin-on bin sene evvel ol muş bir olayın hikâyesini o duvara yansıtmıştır. Çünkü
kabartmanın
ömrü, bize hikâyenin kabartma sanatı olarak duvara yansıtıldığı ömrü verir; İlham alınan o olayın oluş tarihini değil. Zaten kendi iddiaları; bu ve benzeri kabartmalar değişik coğrafya ve tarihlerde mevcuttur di yor. Eğer bu doğru ise, aslında bu yöntemin defalarca kullanıldığının bir belgesi değil midir! Bundan daha iyi belge mi olur! Asıl bunun nereden geldiğini kabartma pazarlamacısından sormak gerekmez mi! Kucağın da bebek bulunan sadece Hz. Meryem değil ki... O kabartmanın
Hz
Meryem olduğu mecburiyeti nereden doğuyor? Belki insanlık Tarihi ve Uyarıcı silsilesi boyunca, binlerce sefer kullanılmış bir yöntem! Bu tür kabartma ve resimlerden böyle bir yöntemin var olarak geldiğini göster diği için, gerçekte Hz İsa'yı ve İncili destekler birer tarihi belge olması gerekirken; İnkârına delil olarak gösterilmeye kalkışılıyor. Bu; İnkârın katılaşma içindeki "kendinde yorumlama"sının
bir
Doğruya ne kadar açı değiştirebileceği acımasızlığını da (Burada tam ters< olduğuna göre doğruyu tersyüz etmedir) göstermektedir. Eşyayı algılamadc bir kişinin aklı ters dönmemişse, bir belgeyi bu kadar ters yüz edemez. 86
TEK KAINAT, TEK YARATıCı -o«s>-
Salt hayal ile m a n t ı k ü z e r i n e o t u r a n akılcı d ü ş ü n c e arasındaki b i l g i alış verişi; D a h a g e n i ş o l m a s ı n a r a ğ m e n i ç i n d e zararlı ışınların da var o l d u ğ u U z a y ile D ü n y a d a ki t ü m y a ş a m a l a n ı n ı n arasındaki alışveriş gibidir. U z a y daki zararlı ışınların a t m o s f e r d e n g e ç e r k e n s ü z ü l d ü k l e ri gibi, hayal ü r ü n ü n ü n d e b i l i n ç s ü z g e c i n d e n g e ç e r k e n kirliliğini b ı r a k m a s ı g e r e k e c e k t i r . Tek Yaratıcı Birden fazla tanrının var olabileceğini akla getirdiğimizde bu, ancak iki şekilde düşünülebilir: 1. Başlangıçta bir tanrı vardı ve diğerleri sonradan bu tanrı dan türeyerek oluşmaya başladılar. 2. Bir birinden t ü r e m e m i ş birden fazla tanrı vardı. 1.) Bu durumda etkinlik alanını belirleyecek olan evrenleri ortak olacaktır. T ü r e m e devam ettikçe etkinlik alanı daralacaktır. Ç ü n k ü türemiş olacak olan her tanrıya, tanrılığının gereği olarak bir yetkü yüklememiz gerekecektir. Etkinlik alanının aynı oluşun dan bu yetki, kendisinden önce bir başkasının yetkisine dâhil ol duğundan, kendisinden öncekinde bir güç bölünmesine neden olacaktır. Bu güç bölünmesi, bir bölüşüm sorununu da berabe rinde getirecektir. Bu etkinlik alanında her tanrı, tanrılığının ge reği olarak kendini ileri süreceğinden, b u bölüşüm sorunu çatış87
Yaratılış Felsefesi ve A y k ı r ı l ı k
maya dönecektir. Bir çatışma, birden fazla iddiayı içerdiğinden, her tanrıya göre bir doğruluk iddiası ortaya konacaktır. Bu çatış manın sonucunun, en güçlü olanın üstünlüğü ile sonuçlanacağı kesindir. Ki bu, en doğru olan iddianın en güçlünün iddiası ola cağını gösterecek ve bir Teklik ile sona erecektir. Aynı Tek'lik, Kendi Doğrusu ile var olacağından, bu doğru aynı zamanda her şeye Yeterlilikdr (Mudak Güç). O zaman Tanrılık sıfatının bizzat kendisi Tekliği gerektirmekte olup, bu Tek'lik; Tanrı olmanın bir gereğidir. Bu; Tannlık'da bir türemenin olamayacağını göste rir. Sürecin hiç bir yerinde türemenin olamayışı, sonsuzluğun da olmayışını gösteriyor. Bu sonsuzluk, geçmişi ve geleceği de kap sadığından Tek'lik; Sonsuzlukta bir Tek'lik olmak gereğindedir. O zaman Tanrılık için Tek'lik, gerek koşuldur. Sonsuzlukta Ye terlilik ise, başka bir tanrılığa yer vermeyeceğinden. Tanrılığın yeter koşuludur. Sonsuzlukta Tek'lik ve Yeterlilik sonsuzu kap sadığından. Mutlak İlke'nin kendisi olacaktır. Yani eğer bir Tanrı varsa, O T e k olmalıdır. Eğer O T e k ise, her şeye Yeterli olmalı dır. Yeterlilik, hiçbir şeye muhtaç olmamayı gerektirdiği için, bir M u d a k Yeterlilik olma gereğindedir. Yani Tanrı olmaktan kasıt, Mutlak Doğı^u olma ve Mutlak Yeterlilik sahibi olmadır. ( O ' n u n hiçbir dengi yoktur.)Bu Mutlak Yeterlilik, hiçbir şeye muhtaç ol mamayı gerektirdiğinden, tanrı konumunda irili ufaklı yardım cı tanrılara muhtaç olmamayı da gerektirecektir. Aslında bir den çok tanrının ileriye sürülmesi saplantısı, "egosu" var olan insanın bir T e k Yaratıcı'dan kaçar iken ki kendi k o n u m u n u n hikâyesidir. T ü r e m e , yaratılmış olan canlılara mahsus bir iş lemdir. Hayvanlar gibi sadece,bilinç altına yerleştirilmiş sınırlı bir bilgi ile değil, bilinçle üreterek maddi gelişmeyi sağlayan ve yükselen tek yaratılmış olan insan için T e k Yaratıcı'dan kaçma yolu olarak katı inkâr yollarının yanında bir de, tanrılığı insan k o n u m u n d a d ü ş ü n m e yolu ile T e k Yaratıcı' dan kaçma yolu 88
Tek Kâinat, Tek
Yaratıcı
da d e n e n m i ş d r . Türeyebilen, kıskançlığı olan, hilesi ve seksüel dürtüsü olan bir tanrı ya da tanrılar ihtiyacı buradan d o ğ m u ş tur. O anlatılanlar, insanlara has olan eğilimlerdir. Yani sürecin bir yerinde katı bir inkâr yolu ile aşılamayan kaçış y o l u n u bir de, birden fazla tanrıyı icat e t m e yolu ile aşılmaya çalışılmıştır. Bu; Tanrı bilimini sulandırmadır. 2.) Birbirinden türememiş birden çok tanrının var olabileceği halinde ise; bu d u r u m d a tanrılar, birbirinden tamamen bağım sız; etkinlik alanlarının da birbirinden bağımsız olması gereke cektir. Bu tanrılar, kendi alanlarında her türlü yaratıcılığa yetkili; ama diğer bir tanrının alanında yetkisiz olmak zorundadır. Aksi halde sınırları ihlâl edilmiş olan için, tanrı sıfatı ortadan kalkmış olacaktır. Birinci şıkta birden çok tanrı fikrine sadece varsayım olarak hayalle ulaşmaya çalıştık. Bu şıkta birinci şıkkın birden fazla tanrı varsayımına ek olarak, bu tanrıların bir de birbirinden tamamen bağımsız etkinlik alanlarına da sahip olduklarını var sayarak, bir varsayım üzerine ikinci bir varsayım olarak hayalle yaklaşmak gerekecektir. Ç ü n k ü elimizde bir tek Kâinattan baş ka ikinci bir kâinat yoktur. ( O , ömeksiz Yaratandır. Bakara;117) Hayalle yaklaşmamız halinde; Bu tanrıların etkinlik alanlarını, varlıkla, birbirinden ayıramayız. Ç ü n k ü varlıkla ayırmamız halin de, bu tanrılardan birisi için diğer bir tanrının etkinlik alanına gi rememek, tanrılık sıfatıyla çelişen bir hükmedememe; bir acizlik ifadesi olacağı gibi, kendisi için aynı zamanda yaratıcılıkta sınır lılığı da gösteren daha fazlasını yaratamamayı da ifade eder. Bu du rum. Sonsuz Kudret sıfatıyla da çelişecektir. Yani etkinlik alanının dışında bir şeye varılacak ama o, bu şeyi kendisi yaratmadığı gibi, onun yetkisinde de olamayacaktır. Bu noktada boşluğu (yani iki varlık arasındaki mesafeyi), bir varlık (bir teoriye göre esir maddesi) olarak kabul etsek de veya yokluk olarak kabul etsek de, birden faz la tanrısal güç varsayımı için sonuç bakımından fark etmeyecektir.
89
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
Çünkü yaratarak ilerler iken bu yaratılıcılık, eğer başka bir tanrının etkinlik alanının sınırında son bulacaksa; boşluğu yokluk dışına itsek de, itmesek de aynıdır. H a yokta var etmiş, ha mr olarak ka bul edilmiş olan bir boşlukta yaratarak ilerlemiştir; fark etmez. Her iki durumda da bir acizlik, bir sınırlılığı ifade edecektir. Burada da yoktan var etmemin, çok tanrılık ile çeliştiği ve bir tanrılar erksizliği (kargaşası) yarattığı görülüyor... Yoktan var etme, her iki d u r u m d a da çok tanrılık ile çelişmektedir ve T e k olmayı gerektirmekte dir. B u n u n için Tek'lik (İlâh olmakta Tek) ve Yeterlilik ( H e r şeye muktedir olma. Kadir sıfatı) kavramları, birbirini m u d a k gerektiren kavramlardır. Birinci şıkda olduğu gibi, bu şıkta da çok tanrılık, bir tanrılar erksizliği(kargaşası) yaratmaktadır. Aşağıda Yaratıcı ile Yaratoğı Kâinat (Maddi Alem) gerçek liğine bir de, tümevarımla varmaya çalışacağız. Tümevarım la başka kâinatlar: G ö r d ü ğ ü m ü z üzerinde araştırma yaptığımız ve içine dâhil olduğumuz Kâinat var ( n = l ) . Bu KâinaOn dışında başka kâinatlar(maddi âlemler) var mı? ( n = ?) Yani birbirinden ayrı ve birbirinden alabildiğine uzaklarda; yıldızlarla, galaksiler le dolu başka kâinadar... İkinci bir kâinatın var olması ihtimaline yer verdiğimizde {n-2
?), üçüncü bir kâinatın da var olabileceği
ni düşünmek; birinci kâinatın varlığından, ikinci bir kâinatın da var olabileceği kabullenmesine gider iken ki düşüncemizden da ha kolay olacaktır ( n = 3 ) . Ç ü n k ü gerçekte elimizde bir kâinat var iken, elimizde iki kâinatı varsaymaktayız ve bir sayısal çoğunluğa bir sefer izin vermişizdir. Ü ç ü n c ü kâinaan var olması ihtimalin den dördüncü kâinatın da var olabileceği ihtimali de çok daha ko lay olacak(n=4) ve bu sonsuz kâinata giderken, arkasında bir sayı sal çoğunluk ( n = k ) bırakarak bir adım daha attığından (n=k-l-l) bu iş; yani kâinatları çoğaltma işi çok daha kolay olacaktır ve bu; sonsuzda bir adım daha atma işi, arkamızda bıraktığımız N=K-I-1 gibi bir sayısal çoğunluğa göre, bir sıfır hata payı olarak algılana90
Tek Kâinat, Tek
Yaratıcı
çaktır. Bu hesapta baştan yapılmış bir düşünce yanlışlığı, bizi so nunda bir kâinatlar anarşisine götürecektir. Aynı zamanda bu her bir kâinat için de, bir tanrının var olup olmayacağı da, yine bir tanrılar erksizliğine götürecektir. Hayalde oynamak gerçek hayat ta oynamaktan her zaman çok daha kolaydır. Birinci şıktaki iddia, manipülasyonun Yaratıcılığa yansıtılması, ikinci şıktaki iddia ise spekülasyonun Yaratılışa yansıtılmasıdır. İkisi de acımasız saptır madır. Bir cismi içeriye doğru ezerek bozabilirsiniz Aynı şeye dı şa doğru dış cidarlarına basınç uygulayarak şişirip incelterek pat latmak yoluyla da kırıp dağıtabilirsiniz. B u n u n aynısını felsefede hatta daha kolay yapabilirsiniz. Ç ü n k ü felsefede ezmek ve kırıp dağıtmak için çekice balyoza gerek yok! Birinci şıkta T a n n , Bi lim ile içerden oynanarak Teklik ve Yeterlilik bölük pörçük ha le getirilmeye çalışılmış olur. İkinci şıkta ise. Teklik ve Yeterliliğe birçok benzerleri hayal etmek suretiyle dışardan oynanmış ola caktır. T ü m e v a r ı m a gelince: Bir yandan gözüyle gördüğü; için de b u l u n d u ğ u ve her türlü yararlandığı bir Kâinata bir anlam veremez iken, bir Yaratıcısını kabul e t m e z iken, sonsuz sayıda kâinatların var olabileceği varsayımından nasıl bir sonuç çıka rabileceğiz! Bu varsayımların t ü m ü n ü n ortak yanı, hiçbir yere varamamayı da kapsayan H i ç b i r ş e y olacaktır. Tek K â i n a t ; (Fizik g e r ç e k ile) Bir an, "acaba çok uzakta, alabildiğine uzakta başka kâinatlar var mı?" (ve buna bağlı olarak o kâinatların yaratıcıları?) diye düşün düğümüzde, hayali olarak iki şekilde bu kâinatlara olaşabiliriz: a) Yer ve zamana bağlı olarak d ü ş ü n d ü ğ ü m ü z d e , bu haya li kâinatların arasındaki uzaklığı da ölçülebilir bir cinsten al m a m ı z gerekecektir. Bu kâinatlar arası boşluklar ölçülebilir ol duktan sonra, yokluk olarak varsayıp saymamak elimizde olup ölçüsü örneğin ışık yıh cinsinden olacaksa, iki varlık arasındaki 91
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
mesafeyi ölçerek ilerlediğimizden, o boşluk içinde b u l u n d u ğ u m u z Kâinaan bir uzanüsı olacaktır. Kendisine varacağımız var lık da, içinde b u l u n d u ğ u m u z Kâinatın bir parçası olacaktır. b) Ölçülebilir değilse, yani boşluğun dışında bir yokluğu kast ediyorsak, böyle bir yoktuk; algılanamadığı gibi, ölçülüp biçilemez. Yer değiştirmek için boyutları ve doğrultuları da olmaya caktır. Yani böyle uzaklıklar, böyle kâinatlar ancak hayalde olur. Bu şekilde hayalimizde canlandırdığımız kâinatların, hayal g ü c ü m ü z e tavizkâr davranarak var olabileceğini kabul etsek bi le sorun bitmeyecek. Bir tek kâinat gerçeğinden hareket ede rek birçok kâinat hayaline sapmışız... Şimdi hayalle ulaştığımız bu bir çok kâinat varken, elimizdeki hayal g ü c ü m ü z hiç rahat d u r u r m u ? Bu kâinatların geçmişlerine dair birer hikâyelerini yazmamız ve birer yaratıcıları olup olmadıkları k o n u s u n d a ha yal ü r e t m e m i z gerecekdr. Ama bu da yetmeyecek ve bu birçok kâinattan da yola çıkarak daha birçok kâinatları bu hayal gü c ü m ü z ile bulmaya çalışacağız. Bu şekilde kâinatları kabullen m e n i n her seferinde kadanarak devam edecekdr. H e r seferin de ö n ü m ü z e yığılan bir gereksiz malzemeyi katlayarak b ü y ü t e ceğiz. Bu; Akıl yürütme'nin
yoldan çıkarak, a h i yitirmeye doğ
ru yol almasından başka bir şey olmayacaktır. D e m e k ki bir b i r i n d e n a l a b i l d i ğ i n e u z a k l a r d a n e tanrılar var n e d e b u tanrıların yarattığı kâinatlar ( m a d d i e v r e n l e r ) . . . Gözleri ile gördüğü, içine dâhil olduğu Kâinata bakarken, bir Yaratıcısına zar zor nazlanarak inanan ve ö n u maddenin en kü çük biriminde dahi sorgulayan insana b a h n h , kendini aklı ile çok yeterli zanneder iken, a h i dışı hayale ne kadar saplanıyor ve kendini nasıl da Hiçbirşeyin kucağına atıyor!.. Ş u n u da söyle m e k lazım: Bu kadar hayal ötesine de kaçabilen insan, neden başka ev renler (Mânevi Alemler) söz konusu oturua mutlak anlamda bir objek tivist oluveriyor!.. Ç ü n k ü hayalin spekülasyonu kat be kat zor ol92
Tek Kâinat, Tek Yaratıcı
masına rağmen, kişinin kendisinden bir üretim olup bir bağlayı cılık getirmiyor, belli bir yaşam felsefesi dayattığı da yoktur. H a yal âleminden başını kaldırıp da gerçek dünyasına döndüğü an, o hayallerinden kendisinin oluşturduğu tanrılardan bir çekincesi yok. İlkesiz yaşam tarzına devam eder. Ama dürüst bir uyarıcı nın getirdiği Yaratıcı iddiasında yapa geldiği bir miktar davranış tan, en önemlisi zalimlikten cayması gerekecek, nefsinden öz veride bulunacaktır. O n u n için kılı kırk yarar. O n u n h e m hayal âlemine bu kadar sarkması, diğer yandan başka Evrenlere (Ma nevi Alemlere) sıra gelince de mutlak bir objektivist kesilişi, ger çekte alabildiğine yararlanmada ne kadar koyulaştığını ve d ü ş ü n cesinin Madde'ye ne kadar da m a h k û m kaldığını gösteriyor. Bu Kâinatı yaratan Yaratıcı, başka kâinatları da yaratamaz mı? Elbette yaratabilir. Ama bu kâinat bize yeterli g ö r ü l m ü ş t ü r diyebiliriz. Ya da b u kâinat. Yaratıcısının b ü t ü n sıfatlarını bize yansıtmaya yeterlidir diyebiliriz. İnsanın limideri. Kâinatın li mitlerine nazaran çok küçüktür. Bir k o ş u c u n u n hızı saatte bir kaç k m iken, ışığın bir saniyede aldığı yol, üç yüz bin km. dir ve miyarlarca ışık yılı mesafeden bahsedebiliyoruz. Ortalama yaşı mız altmış, yetmiş senedir ama bir fosile bakarken yetmiş mil yon yaşındadır diyebiliyoruz. H a c m i m i z de Kâinatta ne ifade ediyor? Sadece bizim yaşama alanımız için ise bu kadar b ü y ü k lük bize alabildiğine fazladır. Amaç sadece yiyip içip yaşamamız ise, bir adet G ü n e ş , bir adet Dünya, bir adet Ay ve belki gecele ri romantizmimizi süsleyecek olan birkaç yüz yıldız yeterli ola caktı. D e m e k ki bu Kâinat boşuna Yaratılmadığına göre bir baş ka anlamları vardır. Bu, en başta Yaratıcısının B ü y ü k l ü ğ ü n ü ve Kudretini gözler ö n ü n e sermektedir. Kendisi de insanları bak maya ve ucu bucağı olmayan kâinatta bir çatlak buluyor m u di ye "Bir daha, bir daha bak!" diye buyurarak, insanı bu m ü k e m mel Kâinatta bulabilirse, hata bulmaya davet ediyor. D e m e k ki
93
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
acımasızca sorgulayan insan aklının karşısında, Kendi Sanatı na güveniyor. Aynı zamanda Kendisinin Sanatıyla insanlar ta rafından anlaşılması için maddi varlık âlemini yeterli buluyor. Ama bakıyoruz hayal g ü c ü m ü z e b u n u aşmaya çalışıyor. Baş ka kâinadarı arayış, "ego"nun aç gözlülüğünden ileri gelmek te olan şişirmedir. Hayali kâinatların- içinde dolaşırken, gerçek Kâinatı anlamlandırmaktan kaçmış oluyor. Küdesel olan insan beyninin bir sıvı içinde y ü z d ü ğ ü gibi, hayal g ü c ü n ü n de her tarafa yamulabilen m ü k e m m e l kıvraklığıyla b u d u r u m a uygun olarak yaratıldığını görüyoruz. Hayal gücü sonsuzu çözemedi ği halde sonsuzda yüzebiliyor. Bu, insanda bir şey hakkında il gili olan t ü m yanları ortaya çıkarmaya yaradığı gibi, o şey hakb n d a ilgisiz saçma sonuçlara götürücü saplantılara batmayı da sağlamaktadır ve ikili y o r u m u n o t u r d u ğ u zemindir. A m a ha yalde oluşturulacak her şey, bilincin mantık kriterleri eleğin den geçmek zorundadır. Gerçek hayatta temizi pisten ayırmak zorunda o l d u ğ u m u z gibi... Böyle olması, sınanma sahasındaki bir mutlak özgürlüğün gereğidir. Böylelikle inanmak istemez se, alabildiğine her türlü gerekçeyi uydurabiliyor. Yani o hayal gücünde de, ikili y o r u m u n alabildiğine derinliği vardır. Bu ha yal g ü c ü n ü n hayali tanrıları ve kâinatları d ü ş ü n c e m i z d e oluş t u r m a k için değil, var olan gerçek Kâinatımızı daha iyi anlama mız için Yaratıcının vergisi olduğuna inanıyor. Zaten alabildi ğine geniş olan Kâinatımız buna yeter. A m a isteyen istediği şe kilde kullanmakta kafasını şişirmekte özgür kılınmıştır. Bakın elinize beyaz bir A dört kâğıdı alın ve başlangıç rakamı olarak satırın başına bir (1) rakamını yazınız ve sonra canınızın istedi ği kadar sağına birbirini takıp eden yuvarlaklar şeklinde sıfırlar atabilirsiniz. Hatta ciltlerce kağıt kullanarak ciltlerce uzunlukta sıfırların arka arkaya dizildiği bir sayı yazabilirsiniz. Ama bu sayı ile ifade olunan bir şey olmadığı sürece bu u z u n kuyruklu sayı hiçbir 94
Tek Kâinat, Tek
Yaratıcı
şeye yaramayacaktır. Bir şeye yaramadığı gibi, gerçek hesaptan ve kitaptan kaçmak için kolay bir yoldur. O kadar kolaydır ki, kalem kullanmayı bilen h e r ç o c u k bu işi yapabilir. B u n u n farb n a ilk varanlar matematikçiler olmuşlar doğal olarak... M a t e matikçiler herhangi birçokluk için bir denklik bulunamayınca, daha işin başında sağlam bir kafa ile o çokluğu sonsuz olarak kabul etmişler. B u n d a n başka bir yolu da yoktur. İşte b u n u kâğıdın üstünde yapabileceğimiz gibi, hayalde de hatta daha kolay yapabiliriz. Ç ü n k ü hayalde ne kaleme, ne kâğıda, ne de o n u karalayacak bir çocuğa gerek vardır. Var o l m a n ı n A n a l i z i ; Materyalist Felsefenin Bing Bang'ın (Sıbşmış Enerji Padamasına) öncesine bir y o r u m getirmesi bek lenemez. O n u n malzemesi sadece m a d d e olup. Var olanın sade ce maddeye d ö n ü ş m ü ş halinin üzerinde içindeki sanatı manipü le ederek (görmezden gelip yok sayarak ) kendini yorar. Sıkış mış enerji patlamasının. Sonsuz Kudret'in (Yoktan var e t m e ye terliliğinin) kaç adım sonrası olduğu bilinemez. (Belki "ol" e m ri, bu patlamanın bir adım öncesidir de...) Ama bu enerjinin eş siz bir sanata dönüştüğü ortadadır. Burada sorun, geriye doğru kaç adım sayabileceğimiz (sayabilirsek) değildir. Sorun salt " Var olmanın" neden var olması gerektiğidir. Var olma gereksinimi nerden doğmuştur? (Belli bir amaç için yoktan var Edici olma dıkça) . Var olan bir "eşya" n m daha önce var olmuş başka bir "eşya"dan var olmuş olması, o n u n kökenindeki Var olanm; " N e den var olma gereğinde" olduğu sorusuna, var olanın sonsuzdan gelmiş olması da dâhil olmak üzere cevabı değildir. Çünkü: 1) Varlığın sonsuzdan geldiğini kabul etmemiz halinde, yani "Var sonsuzda da vardı" d e m e m i z halinde varlığın var olma n e deninin zaman b o y u t u n a bağlı olmadığını söylemiş oluruz ki; Bir Yaratıcıyı kabul etmez iken, zamandan bağımsız bir Yaratı95
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
cıya vermediğimiz hakkı, var'ın kendisine veririz. Yani m a d d e ye d ö n ü ş m ü ş olan o varı tanrılaştırmış oluruz. Ama bu tanrı laşmayı ona yakıştırsak bile, varın var olma nedenini cevaplandıramayacak; ç ü n k ü bu yakıştırmayı bilinçsiz bir varlık olarak kabul ettiğimiz bir var için yapmaktayız. Z a m a n d a n bağımsız bu tanrılaştırmayı, BiHnçli bir Yaratıcı için yapmış olsak, o n u her şeyin Yaratıcısı olarak kabul e t m e k zorunda o l d u ğ u m u z gi bi süreçlerin de Yaratıcısı o l d u ğ u n u kabul e t m e k zorunda kala cağımızdan. Kendisinin; Yarattığı bir şeyden t ü m d e n bağımsız olması zaten gerekecektir. A m a bilinçsiz bir var için aynı şeyi d ü ş ü n m e k kendi kendisiyle beraber, sürecini de kendisinin var ettiğini kabul etmiş oluruz. Peki "hiçbir madde yoktan var ol maz, vardan da yok olmaz" diyebilen bir insan, o n u n k ö k e n i n deki var'ın var o l m a n e d e n i ' n i n yoktan kendiliğinden var ol d u ğ u n u nasıl iddia edebilir! Bu; "Beni bırakın; ben hiçbir şeyi d ü ş ü n m e k istemiyorum" d e m e k olmayacak mı? 2) Eğer zaman b o y u t u n a bağlarsak, sürecin bir yerinde ken diliğinden yoktan varolduğu zorunluluğu doğacaktır. Bu daha vahim bir hata olacak. Ç ü n k ü ; Sürecin bir yerinde bir O l ! E m rini ve bir Y o k t a n Var E d e n i yok sayarak b u n u yapıyoruz. Yani Bilince vermediğimiz hakkı, m u d a k bir şekilde biHnçsizliğe ve yokluğa vermiş olacağız. Bu böyle iken; nitelik ve nicelik değiştiren süreçler de (Enerjiden maddeye geçiş olan patlama sü reci gibi), sadece kendilerini ifade ederler. Bir öncekini anlamak için, bir önceki sürece bakmak gerekir. Bakabilirsek; yani bir ö n ceki sürece ait verileri bulabilirsek... Ama her adımda b u n u ba sarsak bile bu bize; O kök var'ın, var o l m a n e d e n i ' n i değil; sü recin içinde bir uzanımını, yani zamana bağlı bir değişim fonksi yonunu ancak verebilecektir. B u n u n için; 96
Tek Kâinat, Tek
Yaratıcı
a) Hayal g ü c ü m ü z ü kullanarak. Var olanm Sonsuzun bir kesitinde yoktan gelmiş (yoktan var eden bir Yaratıcı yok sayı lırken) olabileceğini düşünürsek, kendimizi mutlak bir aldanı şa sürükleriz. Ç ü n k ü zaten V a r o l m a g e r ç e ğ i ; V a r o l m a ile var o l m a m a (yok) arasındaki fark olan m u t l a k değerdir. Bi linçli Bir Yaratıcı yok sayılırken Var ile Y o k arasındaki bu far kı kaldırmak, b ü t ü n varlık alemiyle beraber kendi kendini de inkâr e t m e k anlamına geliyor. Var ile yok arasındaki bu fark, zamana bağlı nitelik ve nicelik değişse de, değişmese de vardır. B u n u n için; salt var olanın nitelik ve nicelik değiştirerek son suzdan da gelmiş olması da dâhil olmak üzere var o l m u ş olma sı, değişme süreci dışındaki var olma nedeninin Z a m a n d a n ba ğımsız o l d u ğ u n u ve zamanda aranamayacağını da gösterir. b) Geriye doğru nitelik ve nicelik değiştirme süreçlerine bak madan hayalle sonsuzda ilerlediğimizde (ilerleyebilirsek), ya yu karıda olduğu gibi bir yerde d u r m a k zorunda kalacağız ya da sonsuzda bir örgünün, sonsuz halkasıyla da karşılaşacağımızı ka bul etmek zorundayız. Sonsuz kavranamadığı için, bu örgünün sonsuz halkasını da kavrayamayacağımız açıktır. Bilemeyiz deriz. Ama buradaki "bilemeyiz" cevabı, "henüz bilemeyiz" demek de ğildir. Ç ü n k ü ; ne kadar ilerleyebilir sek ilerleyelim, var'm geç mişteki var olma nedeninin üzerinde çalışma yapacağımız bir Ol Emri'nin dışında bir malzeme yoktur ve O n u da göz ardı etmi şizdir. .. Elimizdeki tek malzeme, maddi varlık âlemidir ve va rın varlık nedenini değil, sadece kendisinin varlık nedenini (Big b a n g ' ı ) göstermektedir. O , yuvarlak bir top gibi, düşünülen sı b ş m ı ş enerjinin patlamadan bir ö n c e b adımını ve eğer bu önceb adım bir Ol emri değilse, ondan da ö n c e b adımı ve Sonrasını bulsak bile Bilinçle başlatılan bir başlangıç dikkate alınmadığı sürece bu soru, yine cevapsız olarak kalacaktır. O za m a n bir tek ç ı b ş yolu kalıyor b o da; Var olmanın Bilinçli bir 97
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
çekirdek başlangıcı var (Ol! Emri gibi) ve bu çekirdekten başla yarak gelir ki, var olma nedeni zamana bağlı olmadan bu geliş, maddeye dönüştükten sonra artık üzerinde çalışma yapılabilecek bir fizik gerçek haline d ö n m ü ş t ü r . . . EK: Demek ki, tarihte bazı toplumlar, inkâr yoluna bu şekilde de sap maya çalışmışlar. Adeta bir gücü inkâr etmenin iki yolu vardır Birincisi apaçık haliyle Tanrı konumunda hiç bir gücü kabul etmediği gibi birde, İkici bir yol olarak, o gücün yetkilerini birçok kişi (tanrı) arasında paylaş tırarak bölük pörçük hale getirip yetkileri sulandırmaktır. Dünyasal baz da bir yetki alanını idare eden ve kendisine itaat etmeyi dayatan bu güç; bir kral, bir padişah ya da bir düzen olabilir. Yaratılış bazında bu an cak bir Tanrı olabilir. Yani Tek Yaratıcıyı kabul etmek istemeyen o in sanlar, kendi kendilerine kendi kişisel zevk ve hırslarına arzularına uy gun tanrılar yaratmışlar. Yaratıcıdan birkaçı^ yolu seçeneği olarak bu se çenek kuru kuruya puta tapmanın bir adım geliştirilmiş olan versiyonu iken, İzafi doğruluk sapmalarının da bir ilkel biçimidir. Bu güne kadar uzanan sömürgeciliğin, birbirileriyle savaşmaları ile yunan mitolojisinde ki tanrıların birbirleriyle savaşları ne kadar da birbirine benziyor...
Aynı
zamanda anarşizminde kökeni sayılır... Yunan mitolojisinin tanrı bi limde bir saçmalıklar manzumesi oluşu ile tanrılar anarşisi oluşturma sı bunu açıkça ortaya koymaktadır Bir sefer tanrılığı insan konumunda düşünmeye başladın mı, insana has olan her türlü eğilimi de yakıştırabi lirsin. Bu konum değiştirtmedir ki bu saçmalıklara eğer "tanrıbilim" denilecekse, hu; İnsanın, Tanrı bilimi kendi eğilimleri doğrultusunda izafıleştirmesidir. Bu şekilde saçmalık olarak görünmesine karşın altındaki asıl amacın bilinçli bir sapkınlık olduğu ortaya çıkıyor. Çünkü bu şekilde kendisine has her türlü sapkın davranışın üstüne "tanrı davranışı müh rünü" basarak sapkınlığı halk nazarında yasal hale getirmiş oluyor. De98
Tek Kâinat, Tek
Yaratıcı
mek ki o süreçte o yöneticiler, aydınlarfelsefeciler ya da yolunu şaşıranlar, ne isimle anılacaklarsa, halkları yönetirler iken Tanrı bilimden saptırmak suretiyle bu şekilde yararlanmışlardır. M u c i z e l e r v e A l l a h ' ı n Zatı Bilimsel ve teknolojik gelişmeler, Peygamberlerin bazı mucizelerini desteklemiş olabilir. Ama hu; O mucizenin kesinlikle o yolla gerçekleş tirildiğinin kanıtı değildir. İleride aynı şeyin gerçekleştirilmesi için baş ka yollar da bulunabilir. Bu; ancak "böyle bir şey kesinlikle
mümkün
değildir" diyecek olan birini susturmaya yarar... Yaratıcının bilgisi son suzdur. Bize verilen ise bize yetecek olan bilgidir. Bize yetecek kadar olan her şeyi materyalist bir temelde açıklamaya çalışırsak yine kendimiz ka dar olanı, yani varlık âleminde elimizin yetişebileceği, aklımızla işleyebi leceğimiz kadar olanım açıklayabiliriz; Yaratıcının ilminde olan kadarını değil... Bizeyetecek kadarolan verilmiş bilgifırsatı, her türlü maddigelişmeyi sağlamanın yanında, Yaratıcıyı da sanatıyla anlamaya ancak yeter lidir. Eğer bu mucizeleri birer veri olarak kabul edip, bunlarla Allah'ın Zâtım veya Allah'ın Katında olanları açıklama kalkarsak, çok vahim bir hatta işlemiş oluruz. Çünkü bu mucizeler; 1. Ne ile ilgili olurlar sa olsun, muhatabı insan olup insanların standardına göre birer olağan üstülüktürler. 2. Mucizelerin amacı, Allah'ın mutlak bir güç sahibi ol duğunu kanıtlamaktır. Bu mucizeler ancak insanlar için Yaratıcının sıfatlarını açıklayabilir. Halen boşlukta yol alma hızı olarak en yüksek hız, saniyede üç yüz bin km olarak bilinen ışık hızıdır. Bu böyle iken Hz İsa için, Allah'ın Katma çıkar iken ışık hızı ile çıktığını iddia ede bilir miyizPBunu yaparsak, daha başından Yaratıcının bilgisinin hâşa bizim ulaşabileceğimiz bilgiler kadar olabileceğini kabul etmiş oluruz,. Allah'ın katına yükselmek, maddi bir konum değişikliğine bir hıza ta bi olsa bile, bu bildiğimiz maddi verilerle ifade edilemez. İllâki bunu maddi verilerle ifade etmeye kalkarsak, kâinatın büyüklüğü oranında
99
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
hız limitlerini göz önüne almak zorundayız. Bunu yapsak bile muci zeyi açıklayamayız. Diyelim ki Hz İsa'nın göğe yükselme mucizesini, en yüksek hız limitindeki qık hızı ile açıklamak istedik. Kâinatta bir nokta bile olmayan güneş sistemini düşünürsek, Güneş -Dünya
me
safesi de yok denecek kadardır ışık güneşten dünyaya, sekiz buçuk da kikada gelmektedir. Hz İsa'nın ışık hızı ile yükseldiğini var sayar sak, halen yolda olabileceğini de kabul etmemiz gerekmektedir! Üstelik uzaklık mesafesi hakkında hiçbir bilgimiz yok iken... Üstelik
"Allah
şah damarınızdan size daha yakındır." Ayeti, daha başlangıç noktasın da bu hesabın yanlışlığını yüzümüze
haykıracaktır. Kat edilen mesafe
nin maddi bir konum değişikliği olmadığı (maddeden-manevi âleme bir geçiş olduğu) apaçık ortadadır. Allah'ın katındaki her şeyi maddi unsur larla açıklamaya çalışmak bizi Allah'ın zatı üzerinde fikir üretmeye sü rükler. Bir sanat eserine bakarak Yaratıcının Zatının izlerini değil. Ya ratıcılığının sanat izlerini ancak bulabiliriz. Sanatçının bizzat kendisini değil. Bu temelde melekleri bir çeşit uzaylılar olarak açıklamaya çalışmak sadece bir saçmalık olacaktır. Böyle bir açıklamaya kimin ihtiyacı var? İnanmayana böyle anlatılınca mı inanacak? 'Yüz çevirirlerse bırak git sinler. Onlar için üzülme isteseydik inanmalarını sağlardık"... Maddenin gözlenebilecek hareketliliği, ışık hızının altındadır. İşık hızına yaklaşan bir uzunluğun gözle görülemeyeceğini biliyoruz. Tabi bu gözle görünmeyen bir şeyin yok sayılamayacağı anlamına da geliyor. Maddenin ışık hızında kütlesini kaybediyor olması bize, aslında maddi âlem dışında başka kriterlerin de var olabileceği fikrini vermelidir. Yani ışık hızından daha hızlı bir varlığın görünmeyebileceğini akla getirme lidir. Kâinatın büyüklüğü göz önüne alınırsa, ışık hızıyla milyarlarca sene uzaklıklar vardır. Cebrail hazretlerinin ışık hızıyla vahiy getirmiş olabileceğini düşünmek hiç mümkün müdür! Bunu düşünsek bile nere den hangi mesafeden getirmiş olduğunu da bilmek gerekir ki; Bu, bizi; Yaratıcının Kâinattaki bulunduğu mevkiini bulmak istemeye götürür. 100
Tek
K â i n a t , Tek
Yaratıcı
Hiç bilmediğimiz bir konuda atacağımız ve bir zandan ibaret kalacak olan her adım, bizi daha vahim bir saçmalığa götürecektir.
Mucizenin
ne ile yapıldığı konusunda hiç kimsenin elinde hiçbir şey yoktur. İn sanoğlunun becerisini kullanarak bir mucizenin çağrışımını yakalamış olması, aynısını yapmış olması anlamına gelmez. Bu, bize mucize ile varılan sonucun akılla desteklendiğini ve bu sonuca ulaşmanın tekno lojik gelişme bazında da mümkün olduğunu ancak gösterebilir. Ne ya zık ki bu ve benzeri çarpık düşünceler, temelde "Tanrısal Olanı" İnsanın konumunda açıklamaya çalışma yanlışından doğuyor. Sen eğer Tanrısal yetkileri kısmen ya da tamamen kullarla paylaştırmaya kalkarsan, "Tan rısal Olanı" kulların konumunda açıklamak zorunda da kalırsın. Ya da kurduğun yanlış mantık örgüsü, seni o noktaya çeker. Bu benzeri yanlış sonuçlar, "üçlü Ruh" "üçlü Tanrılık"gibi yakıştırmalardan kaynaklan maktadır. İslam dünyasında Yaratıcının Zatı üzerinde fikir üretene hiç rast gelmezsiniz. Üreten birileri varsa, sapıtmış olarak kabul edilmiştir. Çünkü Birlik ve Teklik kesinlikle belirtilmiş. Yaratıcının Zatının da bi linemeyeceğini, bunun üzerinde fikir üretmenin helake götüreceği de ka lın çizgilerle belirtilmiştir. Eğer Hıristiyanlıktaki tanrısal yetkilerin kul larla paylaştırılması saplantısı olmasa idi, insanların böyle saçmalıkları arka arkaya dizmeye hakları olmadıkları daha iyi bilmiş olurlardı. Ama eğer sen bir Kul'a oğul diyebiliyorsan. Üçlü Ruh diye bir kavram üretebiliyorsan, o zaman hâşâ Yaratıcıyı da uzay gemisine binen, daha doğru su uzay gemisine muhtaç olan bir kul konumunda düşünebilecek safsata örneklerinin de önünü alamazsın. Çünkü konumunu değiştirdiğin kul uzay gemisine muhtaç olabilecek olan Mükemmel Âdem Formasyonundandır. Daha genel bir bakış ile: Eğer ayrı olan iki şeyden birinin öznel ve nesnel ifadelerine bir diğerini ortak edersen, bu ifadelerini paylaştırdı ğın şeyi de, diğer şeyin öznel ve nesnel ifadelerine ortak etmiş olursun. Bu yanlış örgünün üzerine, tersten bir yanlq daha örmüş olursun. Yaratı cı için öznel ifadeler ayetlerde anlayabileceğimiz oranda vardır. Yani "O
101
Yaratılış Felsefesi ve A y k ı r ı l ı k
mutlak güç sahibidir", "O Rahimdir" "O Rahmandır" ... gibi tüm sı fatlar, ama nesnelifadeler,kesinlikle hiç yoktur ve olması mümkün değil dir. Nesnel olmak, maddi varlık âlemi ile ifade olunmak demektir. Mad di varlık âlemi ise Kendi unsuru değil, Sanatının malzemesidir. Yaratıcıya ve Yaratılışa dair her şeyi maddi unsurlarla ifade etmeye kalmak, gerçekte manevi âlem fikrini ortadan kaldırmaya çalışmakla eşdeğerdir. Bir kikinin Yaratıcıya inanıyor olması, madde ötesine de ina nıyor olması demektir. Maddenin ötesi olan her şey madde ile açıklanabiliyorsa, bunun ötesi falan kalmaz, maddenin kendisi olur. Her şeyi fi zik dünya ile açıklayabiliyor isen, bunun manevi hangi tarafı kalır? Bu saplantının bir adım sonrası, düşüncede Yaratumm hâşa maddi profilini çizmek olacak ki, buna ancakfelsefi putperestlik
denilebilir. Hz. ibra
him hakkında tartışanlara; işte siz böyle kimselersiniz! Diyelim ki bi raz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız. Ya hiç bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışıyorsunuz? Allah bilir, siz bilmezsiniz. (Al-i İ m ran, 66) Hıristiyan tanrı bilimdeki bu saplantıların eski yunan felse fesinden etkilenmeler olduğu apaçık ortadadır. Yunan felsefesi ise tan rı bilim olarak kabul edilemez. Bu felsefe, putperestliğin senaryolaştırıl mış, üzerine hikâye uydurulmuş şeklidir. Ama bu senaryoları yazanlar, o zaman mevcut olan hikâye ve söylentileri kendi saplantıları doğrul tusunda böyle şekillendirmişler. Bunun bir kültürel alışkanlığın sonu cu olarak bu kadar derinleştirilmiş olabileceğini de düşünüyorum.
Do
ğu toplumlarındaki heykel sanatıyla, batı toplumlarındaki heykel sana tı arasındaki görsel farklardan biri de, doğunun heykel sanatı genellik le giyinik; batının heykel sanatı ise çıplak ya da yan çıplaktır. Doğuda tanrı diye tapılan putlar da daha ciddi ve daha oturaklı figürlerdir. Tabi fark tanrı bilimdeki saptırmalarda da doğal olarak hem öznel hem de bir put olarak nesnel görüntüsü ile de eşini bulmuş olacaktır..
102
OPORTÜNIZM (MÜNAFıKLıK) -o>^>-
Başlarken, İlkesizliğin b e n y o ğ u n l a ş m a s ı ' n d a katılaşmayı analiz ettiğimizde, birbirini besleyen karakteristik iki özelliğin den söz etmişdk. Bunlardan birincisi, b e n kabarması idi ki; bir Yaratıcıyı inkânn, eninde sonunda başka bir şeyi Yaratıcının ye rine koyup, tanrılaşnrmayı sonuç verdiğini, b e n d e k i bu kabar manın Yaratıcının yerine, kendi kendini tanrılaştırmayı (çıkarla rı gereği) daha uygun b u l d u ğ u n u ve eşya'ya (öznel ya da nesnel canlı ya da cansız) karşı bir dikta (hesapsız kıyım) ile sonuçlan dığını, diğer ucu b e n tutsaklığı idi ki bu da; zavallılık (Dışındakinden korkarak yaşama) olarak ifade edilmişti. B e n katılaşmasmdaki bu ruhsal k o n u m u n toplumsal alana yansıtılması ile bir Yaratıcıyı kabulden kaçınılması halinde, gerçekte bir tanrı sallığı taklit ile sonuçlanacağı. B e n katılaşması'nda eşyayı yo rumlamanın, bir k e n d i n d e y o r u m l a m a ' d a n ibaret kalacağı ve kendisine en yakın tercihi benimseyerek kendi kendini tannlaştıracağı açıktır. Bu seçenek en öncelikli seçenek olsa da, her za m a n her alanda her kişi için olanaklı değildir. Bir toplumsal et kinlik alanında, bir çoğunluk var olmasına rağmen genellikle bir tek dikta vardır. Aynı diktanın daha alt birimlerindeki görijntülerini, kendisinin bir uzanımı olarak kabul edersek, kendi kendi ni tanrılaştırma, o toplumsal alanda bir tekliği gerektirdiğinden, bir toplumsal etkinlik alanı genellikle bir tek diktaya izin verir. (Her bir insan, ben'inin iç dünyası bu pratikten ayrıdır. H e r kişi kendi iç dünyasında kendini herkesin ve her şeyin üstünde gö103
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
rebilir. Ama b u n u öteki'ne yansıtmak, her kişi için olanaklı değil dir.) İkincisi ise; Kendi devamlılığı için en ufak bir risk ihdmaline izin vermeyen mutlak bir zavallılık içinde b u l u n m u ş olma halinden ileri gelen ve yine diktaya dönüşen karakterdir ki; her nedene sımsıkı sarılma; tapılmaya değer bir Yaratıcı kabul edil mediği halde, olasılıklara tapma anlamına gelir. (İsminin "zaval lılık" olarak konmasına bakmayın. Risk ihtimalini ortadan kal dırmak için her türlü acımasızlığı içinde barındırır.) "Sen onla rı derli toplu zannedersin. Oysa onların kalpleri (düşünceleri), darmadağındır." Ben tutsaklığında iken, içinde devamlıhğını gördüğü her ola naktan, ilkesizlik temelinde her ne şekilde olursa olsun bir bek lenti içinde olma; bir yandan akıllılık ve açıkgözlük olarak yo rumlanabilecek iken, diğer yandan dünyasaldan alabildiğine ya rarlanmanın açgözlülüğü içinde, sonu gelmeyen Hmitsiz beklen tileri ise, herkese ve her şeye uşak da olabilecek, dejenere olmuş bir kişilik formasyonunu da ortaya koymaktadır. Böyle bir deje nere formasyonun varacağı iki nokta vardır. Birincisi; olanaklar elverirse, ruhsal k o n u m u n diktasını, objektif olan sosyal bir dik taya d ö n ü ş t ü r m e k öncelikli hedefidir. Bu olanaklı olmadığı sü rece de, uşaklık ve yağcılık temelinde bir aldatıcı yalan kültürü geliştirir ki bu kültür, O p o t ü n i z m (münafıklık) olarak ifade ediHr. D e m e k ki münafiklık, öncelikle b e n yoğunlaşmasındaki katılaşmanın ruhsal k o n u m u n u n dikta y ü z ü n ü gizleme ça basıdır. Varoluş nedeni, ilkesizlik ve ilkesizliğin mutlak bir ka tılaşma içindeki ruhsal k o n u m olduğundan, ilkesizliğin bütün yanlarını içinde barındırır. Barındırmakla da kalmaz, bu katılaş ma içerisinde bunlara derinlik katar. Bu gerçek, bir tek c ü m lede özetlenmiştir: "Münafık, kâfirden eşeddir!" İnkâr, imanın düşmanı ise; münafıklık bu inkârın kendi amaçlarını gizlemiş, 104
Oportünizm
(Münafıklık)
maskelemiş türüdür ve salt inkâr gibi sadece inkâr içermez. Giz li düşman, açık düşmandan her zaman daha tehlikeli olmuştur. Bu ruh hali, öncelikle dünyasal olarak güçten ve güçlüden yana karar kılmayı gerektiriyor. Ç ü n k ü orada kendi devamlılığını ve garantisini görecektir. Yukarıda b e n k a b a r m a s ı ve b e n tutsaklığı olarak açıkla dığımız iki karakteristik özellik, birbirini besleyen ruhsal salın ı m l a n n uçlarıdır. Mayasını ilkesizlikten almış olması n e d e niyle, takılacak sabit bir kriteri olması beklenemez. Kritersizlik bir kişiliksizliği ortaya koyarken, aynı zamanda çıkarlarına göre hızlı görüntü değiştirebilen ve takılacak bir engelinin yoksun luğunda bir pratik zekâlılığı da beraberinde getirmiş olacaktır. Bu pratik zekâlılık ile çıkarların hızlı değişiminin çakıştığı sü reçlerde, ikisinin birada oluşundan doğan ahenk, oportünizmi k i ş i l i k s i z l i ğ e götürerek, kendisine çıkarlarının değişimi hızın da bir bin bir surat olma özelliği kazandırır. Sivri akıllılık, hızla beraber d ü ş ü n ü l ü r . H ı z olmazsa ç ü n k ü başkaları ona yetişebi lir, hatta geçebilir. Geçilirse yarışta yenilmiş olacağından, için de b u l u n m u ş olduğu d u r u m sivri akıllılık sayılamayacağı için, bu en önemli özelliğini kaybeden; ilkesizlikten ileri gelen hız lılığı kaybetmesi, takılacak bir engeli olmadığı halde geçildiği anlamına gelir. Bu ise; Dünyasal başarının ilkesizliğe tanıdığı hızlılık avantajında m a h r u m kalması demektir. B u n u n için bu ruhsal salınımlar, çıkarlarının değişebilirliği hızındadır. Ayrı ca bu salınımlann uç noktalarının her biri, ifade ettiği en koyu öznel anlamıyla bir uç nokta olarak kendini ifade eder. Nesnel olarak zaman zaman birbirlerinin ü s t ü n e de gelerek çakışabi lirler. Öyle bir sarkaç d ü ş ü n ü n ü z ki, her bir salınımmın süpürdüğü alan örneğin yüz seksen derece değil, saat on ikiden o n i kiye üçyüz atmış derece s ü p ü r d ü ğ ü alana sahip olsun. B u n u n
105
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
pratikteki görüntüsü, koyu haklılık ajitasyonu, kendini acındır ma propagandası ( b e n tutsaklığının ucu) ile ilkesiz ve katık sız bir kıyımın ( b e n kabarmasının ucu) beraber y ü r ü t ü l d ü ğ ü süreçlerdir. Yakın tarihte O r t a d o ğ u halklarına uygulanmış bol ca örnekleri vardır. Fiziki olarak bir sarkaca üçyüz atmış derece salınım kazandırıp, üst üste gelmeyi aşmadan, yani dairesel bir harekete dönüşmesine izin vermeden, ama yavaşlamasına da izin v e r m e d e n salınımı tekrarlamanın, özel bir fiziki müdahale olmaksızın olanaklı olmadığını biliyoruz. Birbirine zıt iki ayrı salınımın uç noktalarım çabştırmak, ama aynı zamanda da aş mamak. .. B u n u sağlamak için, ince ayarh bir tutturucu gerek mektedir. Bu ince ayarlı tutturucu, birbirinden farklı iki salını m ı n uç noktalarını çakıştıracak ve o her iki salınıma özel olarak üretilmiş ince ayarlı bir F kuvveti gerekecektir. Fiziksel terim olarak F kuvveti diyebileceğimiz bu ayarlayıcı, plân ve proje an lamında bir suni organize; kendi kıyımlarını haklı çıkarma p r o jesi olabilir. İşte genel olarak ilkesizliğin ve özel olarak ilkesizli ğin derin bir y o r u m t ü r ü olan o p o r t ü n i z m i n p r o v a k a s y o n ih tiyacı buradan doğmaktadır. Provokasyon, münafıklığın kendi ni tanrılaştırma çabası içindeki uç ile, her şeyden bir çıkar dile yen, mutlak bir zavallılık içindeki ruhsal salanımın diğer u c u n u n üst üste çakışmasını sağlamaktadır. Olayların normal akışına kendi çıkarları doğrultusunda m ü dahale eder. Dinsel, ahlâki ve sosyal tercihleri değiştirmeye y ö nelik müdahalesinden doğan akışı da, insafsız bir saptırma ile ol ması gereken akış gibi gösterme çabası, ona ihtiyacı olan bu de rinliği kazandırır. Yani öncelikle kendi çıkarlarının derinliğini iş lemekle derinlik kazanır. Hatta çok daha derinlik onu; uydurma bir tarih yazmaya kadar götürebilir. Ya da u y d u r u l m u ş olan olay ların tarihini yazmak... İkisi aynıdır, yani tümevarımla uydurma, 106
oportünizm
(Münafıklık)
ya da t ü m d e n gelimle u y d u r m a . . . O l m u ş , bitmiş olaylarm; her kesçe bilinen verdikleri objektif sonuçlarla zaten değişmezler. Herkesçe bilinen sonuçların rakamsal sonuçları da genellikle ay nıdır ya da birbirine yakındır... Bir savaş, eğer X kişinin ö l ü m ü ne ve Y kadar ailenin göç etmesine sebep olmuşsa, ya da bazı ül kelerde düzen değişikliklerine neden olmuşsa bu sonuçlar, ge nellikle her kişiye göre doğru ya da doğruya yakın bir hata payı ile aynıdır. Açıklamaya çalıştığımız derinlik, bu objektif sonuç larda tam olarak bulunamaz. Bu sonuçlar, ancak süregelen de rinliğin artık maddeleri, yani bedelleridir. O p o r t ü n i z m d e olayların her zaman iki y o r u m u vardır. Bi rincisi, olayın oportünistin dışmdakine yönelik olarak k e n d i çı karlarına g ö r e y o r u m u ; ikincisi ise hep saklı tutacağı k e n d i çıkarlarının y o r u m u . Kendi çıkarlarının y o r u m u n u , insanlı ğın genel çıkarlarının y o r u m u olarak yapacaktır. Bu, o n u n var lık nedenidir. Çıkarlarının gerçek y o r u m u ise kendisinden bek lenemez.. Yapması halinde deşifre olur. Oportünist k u r u m çö ker. Bu y o r u m u , ancak dışındaki yapabilir. Dışmdakinin bu y o r u m u yapması için elindeki malzeme, oportünistin kendi çı karlarına göre y o r u m u n d a n çıkarılacak derin amaçlardır. Ana amaç, dünyasal üstünlük amacı merkezinde toplanmış olduğu na göre, çıkarlarının gerçek y o r u m u n u bu merkezde aramak ge rekecektir. B u n u n için O p o r t ü n i z m i anlamakta tek yol, çıkarla rının hangi süreçte, nerede olabileceğinin kestirilmesi ile olur. Çıkarlarının gerçek y o r u m u ile kendi çıkarlarına göre y o r u m u , birbirini izleyen olayların her biri için de, t ü m olayların oluş süreci için de, sürecin iki ayrı y o r u m farkını oluşturacaktır. İşte uydurma tarih yazmak, gerçek nedeni k e n d i çıkarlarının y o r u m u olan bu süreçlere, k e n d i çıkarlarına g ö r e y o r u m getir mesi ile olur. U y d u r m a tarih; Y yılının, A günündeki B sonu107
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
cunu veren X olayının yılı veya g ü n ü ile oynamak değildir. U y d u r m a tarih; hangi çıkar amaçları temel alınarak, B s o n u c u n u v e r e c e k X olay ya da olaylarının başlaması için, A g ü n ü n d e d ü ğ meye basıldığı ve B sonuç almana kadar bu sürece devam edil diği ve kendi doğal akışı imiş gibi gösterildiğidir. Bu; ilkesizli ğin b e n yoğunlaşmasındaki kendini tanrılaştırmanın, süreç l e r i n d e yaratıcısı olmaya ö z e n m e d e n başka bir şey değildir. Süreçlerin de yaratıcısı olarak, kendini bu şekilde tanrılaştırma, dışındakini ö t e k i l e ş t i r m e ile aynı anlama geldiğinden ve ken dini tek yetkili güç olarak gördüğünden, bu aynı zamanda o n u n s e ç i l m i ş l i k saplantısını da ifade eder. İnsanlık tarihi boyunca kendini efendileştirip, ötekini köleleştirme, ilkesizliğin bu sap lantısı ile gerçekleşmişdr. Kaçınılmaz bir sonuç olarak bu d u ruş; Adaleti ve Eşitliği dayatan herkese katıksız bir düşmanlığı da beraberinde getirmişdr. Dolayısıyla Uyarıcılar, silsile b o y u n ca veya kısacası, H z N u h ' d a n (a.s.) H z . M u h a m m e d ' (a.s.v.)'e Uyarıcıya düşmanlığın ana çekirdeği de buradadır. Bu derinlik, ben yoğunlaşmasının bir ucu olan tutsaklık te melli bir dünyasal çıkarcılıktan yola çıktığı için, k e n d i çıkarla rına g ö r e y o r u m ; yoğun bir ajitasyon içeren filozofık bir de rinlik g ö r ü n ü m ü n d e d i r . Bu filozofık derinlik g ö r ü n ü m ü alda tıcı olup, gerçekte kendini örtbas e t m e gizleme sanatıdır. Sade ce mantıklı bir temele o t u r t m a k için yer yer filozofık slogan lardan yararlanmıştır. Var olan bir şeyi, özel çıkarlara ters d ü ş tüğü için yok saymanın bir yolu da, o gerçeğe giden yolları ört bas etmek, inkârı ve kabulü konusundaki fikirleri dallandırıp, budaklayarak anlaşılmaz, içinden çıkılmaz hale getirmektir. Bu içinden çıkılmaz hale getirdiği şeyi derinlik olarak yansıtacak tır. Bu şekilde bir şey (öznel ya da nesnel) hakkındaki derin lik, o n u n bu şekilde o şeyden çıkarlarına gelecek olan zararları 108
Oportünizm
(Münafıklık)
engellemektir. Bu derinlik, çift başlı olarak iki kulvarda gelişir. Birincisi eşyanın spekülasyonudur. İkincisi eşyanın manipülasy o n u d u r . Genellikle bir konuda bir spekülasyon varsa, bu ay nı zamanda başka bir ilgili, ya da dolaylı ilgili şeyin manipülasy o n u d u r . Yani bir şeyin gereğinden çok işlenmesi, fikirsel pa zarlamasının gereğinden çok yapılması, aynı zamanda başka bir şeyin gözden düşürülmesi, örtbas edilmesi, görmezden gelin mesi de demektir. B u n u n için bu iki kulvarda gelişen o l u ş u m lar, eş zamanlıdır ya da birbiriyle h e m e n arka arkayadır. Birincil amaç her zaman spekülasyonu yapılan şey olmayabilir. Bu spe külasyonla başka bir şeyin gözden düşürülmesi ya da bu şekilde özel çıkarlara dayalı ahlâk dışı sayılan başka şeyin, yasal (doğru) sayılmasının sağlanması da olabilir. O n u n için yukarıda açık lamaya çalıştığımız derinlik, İlkesizlikten kaynaklanan acımasız bir saptırma
ile eş anlamlıdır. " T a n n kâinatı yedi günde yarattı
ve köşesine çekildi." Yetkileri kırpılmış bir tanrı ihtiyacı, belli ki yeryüzünde her türlü acımasızlığı yasal hale g e d r m e ve vah şilik temeline kaydırılan insanlar arası ilişkilere derinlik kazan dırmadır. Herhangi bir tanrı yok diyebilir, ama yeryüzünde so y u l m u ş soğana çevrilmesi m ü m k ü n olan inanan halk yığınları var! Bu, ona bir çıkar alanı oluşturacaktır. Bu çıkar alanını oluş t u r m a h e m öznel, h e m nesnel anlamda kendini belli edecektir. Ö z n e l anlamda mutlak ilkesizlikten beslendiği için, bu ilkesiz liğin çıkar alanını oluşturma amacı olan yanlışa (günaha) teşvik, tutarsızlığa s ü r ü k l e n m e ki bu Münafıklığı, M u t l a k ilkesizHğin iki ayaklı temsilcileri zaman zaman açık vererek yapmaktadır. G ü d ü m l ü olmayan ve sadece kendinden besleyen bir d i n g e r ç e ğ i n i n de, ancak tutarlı bir kitle ile iyi sonuçlarına varabilece ğini, tutarsızlığa sürüklenmiş toplumlarda dinin, ancak kimlik cüzdanlarında belirtici olarak kalacağını da çok iyi bilirler. N e s -
109
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
nel olarak da dünyasal çıkarcdığm bir rant alanını oluşturmak tır. Rant alanı, bir av alanıdır. Yolunu şaşırmamışlar, daha zor avlanırlar ya da hiç avlanamazlar. Y o l u n u şaşırmışlar ise daha kolay avlanırlar. Hatta belki avlanırlar iken avlandıklarının far kında bile değiller. G ü d ü m l ü olmayan bu d i n g e r ç e ğ i n i n , an tiemperyalist, anti sömürgeci ve s a d e c e d ü n y a s a l çıkarcılığa dayalı amaçlara karşı u y a n ı k bir dışlayıcı niteliğe sahip ola cağım da bilirler. Ö z n e l anlamı ile kitleleri saptırır. N e s n e l an lamı ile sömürür. Bu o n u n her şeyden bir çıkar bekleyen r u h sal k o n u m u n u n gereğidir. Münafıklık, bir yandan her şey ile çeliştiği halde, her hal ve şartı kendine uydurarak bir çelişmezlik görüntüsü oluşturma çabasındadır. Süreçlerin içinde, geçmişte kökeni bulunan, b u lunmayan her şeyin anahtarını elinde b u l u n d u r a n bir sihirbaz lık görüntüsü ve azgınlığın son limitinde bir alabildiğine yarar lanma ve bu yararlanmanın gerektirdiği sonlanmayan bir lider lik tutkusu, ona ihtiyacı olan b e n tutsaklığındaki bir m u t l a k b e n c i l l i k statüsünü kazandırır. o p o r t ü n i z m i kişiliksizliğe götüren, çıkarlarının hızlı deği şimi oranında bir değişebilirlik, ona özel doğruların da bu hız da değişimi anlamına geliyor. Bu g ü n ü n doğrusu bu güne ait olup, d ü n k ü n ü n doğrusuna m e c b u r olmadığı gibi, yarınki doğ ruya da bir temel olmak zorunda değildir. Bu, belirli doğrusu olmadığı halde herhangi bir an'a özel doğruların üretilmesi dir. Süreç içinde, zamana göre çıkarların değişimi grafiği, doğ ruların da değişimi grafiğini verecektir. Böylece o p o r t ü n i z m d e hiç bir d o ğ r u n u n sürekli olamayacağı, doğru olarak kabul edi lecek olan şeyin anlık olduğu ve çıkarlara göre göreceli olaca ğı açıktır, o p o r t ü n i z m i n İzafi ( g ö r e c e l i ) olma ihtiyacı bura dan doğmaktadır. 110
oportünizm
(Münafıklık)
Kendi çıkarlarına göre değişebilirlik, d ı ş m d a k i n e de bir değişme dayatacaktır. Bu dayatmanın şiddetini arttırarak z o runlu hale getirmek için s p e k ü l a s y o n (olaylarda alavere) ve m a n i p ü l a s y o n (eşya ve olaylarda açı değiştirme) gibi iki kav rama ihtiyacı vardır, şöyle ki: Kadanarak bir poşete sığdırılabilecek bir balonu şişirirseniz, havada koskoca bir cisim elde edersiniz. A m a bu balonun içi sadece havadır. Balonun dışında da benzer bir atmosfer var. Bize koskoca! Olarak görünecek olan şey, balonun incelmiş dış yüzeyidir! Bu dış yüzeyin şişirilmemiş haline oranla, ne k ü d e si değişmiş ne de ağırlığı. Ama k e n d i s i n d e n o l m a y a n belir li bir miktar başka jeyi(havayı) hapsettiği için g ö r ü n t ü s ü değiş miştir. İnsan düşüncesi, bire bir işleyen n ü m e r i k hesaplamalar dan ibaret olmayıp, b u n u n yanında bir de m ü k e m m e l bir elas tikiyete sahip hayal gücü vardır. Bu hayal gücü, bir olayın an latımında yanlış bir veriden hareket etme, ilgisiz olan bir şeyi ilgisi varmış gibi gösterme, anlatımın belirli aralıklarına küçük k ü ç ü k yalanlar sığdırma vb. gibi bir çok ıvır zıvır ile de doldu rulabilir. Bu şekilde kendisinden olmayanı hapsetme açısından bir olaya (ya da şeye), hayal gücü sayesinde, havadaki balondan kat kat daha çok elastikiyet kazandırılıp şişirilebilir. S p e k ü l a s y o n (şişirme-alavere) ihtiyacı buradan doğmaktadır. Aynı ba lona, bazı müdahalelerle havadaki duran görüntüsü değiştirile bilir ya da fabrikasyon olarak aynı havayı b u l u n d u r m a s ı n a rağ m e n havada değişik bir görüntüye sahip bir balon üretilebilir. Örneğin, havası biraz boşaltılırsa daha küçük, ortasından bir ip ile daraltarak bağlarsak aynı balondan iki bombeli bir balon görüntüsü elde edilebilir. Eğer bu balonun görüntüsü artık çı karlar için sakıncalı bir hale gelmişse, iki yol vardır. Bir: M ü -
111
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
dahale ile şeklini değiştirilir; iki: Ya da ambalajına koyulur, or tadan kaldırılır. Belli bir küdeye sahip bir cismin, tarülabilir ağırlığım ya da gözle görülür asgari g ö r ü n t ü s ü n ü , dışındakinin g ö z ü n d e n yok edemez. Bu, her zaman her şey (veya olay) için olanaklı olma yabilir. Hayal g ü c ü n ü acımasız bir saptırmadan yararlanarak inkâr edilemez olan, ama özel çıkarlarına ters düştüğü için bir şeyi (veya olayı) gözden kaybetme olanaklı değilse, üzerinde oynayarak o şeyin (veya olayın) dışındakine göre ne ifade etti ği k o n u s u n d a algılamasını değiştirebilir. Hayal g ü c ü n ü acıma sız bir saptırma ile birleştirerek, kendinde bir y o r u m l a m a ile bir olayın açısını değiştirerek nesnel sonuçlarını değiştirdiği gi bi, ne olduğu k o n u s u n d a öznel ifadelerini de değiştirir. Eşya da M a n i p ü l a s y o n (eşya veya olayda dalavere, çark etme, açı de ğiştirme) ihtiyacı, buradan doğar. Fizik biliminde izafiyet teorisini kabul etmek, bir parça doğru olabilir. Kabul eden de var, etmeyen d e . . . Ama bilim de görecelilik, bazı fizik problemlerinin daha kolay anlaşılma sına ve daha kolay çözülmesine katkıda bulunabilir. Benzer ka bullenmeler g ü n l ü k hayatımızda da mevcuttur. G ü n e ş doğdu diyoruz. Batınca da battı diyoruz. Ama bunları söylerken as lında D ü n y a olarak bizim d ö n d ü ğ ü m ü z ü n ve G ü n e ş i n yerin de d u r d u ğ u n u n farkında olarak b u n u diyoruz. Fizik bilimi ev rensel bir bilim olup, herkese eşit m u a m e l e eder. Bir V hızı ile bize yaklaşan bir hareketliliği göreceli olarak sabit varsayarsak, bizim aynı hızla ona yaklaştığımızı varsayabiliriz. A m a sadece var sayabiliriz! Yani gerçekte öyle varsaydığımız o şeyin öyle olmadığının farkında olarak.... Bu d u r u m d a çarpışmadan d o ğacak olan enerji sabittir, değişmez. Enerjinin değeri vektörel (doğrultusu ve yönü olan) değil, skaler olduğu için, bu şekil112
oportünizm
(Münafıklık)
de anlaşılmasında sorun yoktur. Bu çarpışma pratikte eğer kaza ile iki arabanın çarpışması ise, bu çarpışmadan aynı hız ve ay nı çarpışma açısıyla vereceği zarar ya da getireceği risk, D ü n y a nın neresinde olursa olsun herkes için aynıdır. Ama bu teoriyi özel çıkarları temel alarak toplumsal alana taşırsak, skaler değe rini vektörel boyuta dönüşrtürerek, daha başından bilime aykı rı bir yanlış yapmış oluruz. Bu vektörün y ö n ü n ü n de özel çı karların doğrultusu y ö n ü n d e olacağı açıktır. Daha açık bir dille, bu göreceli doğrudan çıkar sağlayacak olan merkez özel olarak seçilmiş, bedelini ödeyecek olan toplumsal alan da özel olarak seçilmiş olduğundan, ortaya konulacak sonuç(enerji), belli bir d o ğ r u h u d a olacağı için ortada değil (skaler değil), özel çıkarlara aracılık gibi bir amacı (vektörel bir doğrultusu) vardır. Bilim sel anlamdaki izafiyet gibi m a s u m değil, tam tersi katı bir za limliktir. Sorun burada izafiyet teorisinin doğru olup olmama sında değil, sorun bu teorinin özel çıkarlara hizmet edecek bir biçimde toplumsal alana taşınmasındadır. Genel olarak bilim den herkesin adına yararlanmak ile bilimi kendi çıkarları doğ rultusunda kitlelere rağmen kullanmak, apayrı iki şeydir. Ger çekte bu; ilkesizlik temelinde bilimden yararlanmanın ne kadar vahşete dönüşebileceğini de ifade ediyor. Örneğin; Bir coğraf ya da ya da bir ülkede birilerinin özel çıkarlarının gereği ola rak bir K toplumsal k o n u m u n u n gerçekleşmesi gerekiyor. Bu toplumsal alanın K k o n u m u n a gelmesi için, Y t ü r ü n d e n sosyal patlamaların olması, bu sosyal patlamalarda hatırı saydır X ka dar can kaybı olmalı ve olmaya devam etmeli ki, b u t o p l u m sal alan K k o n u m u n a gelsin ya da bu k o n u m d a durmaya de vam etsin. Bu d u r u m d a , özel çıkarlar açısından istenen sonuç, temelsiz gerekçelerden ibaret ve acımasız bir saptırmanın t o p lam bir ü r ü n ü olan, gerçekte; X k a d a r c a n k a y b ı n ı n ö z e l ç ı -
113
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
karlara g ö r e g ö r e c e l i d o ğ r u l u ğ u olacaktır! Bu örnek, ben katılaşması'ndaki çıkar amaçlı bir d u r u ş u n , nasıl da bir insani dü şüş ile sonuçlandığının çok açık bir g ö r ü n t ü s ü d ü r . Gerçekte di yoruz; ç ü n k ü bu süreçte o p o r t ü n i z m i n sergileyeceği her türlü iki yüzlü duruş; Ya istenen bu s o n u c u n alınması için bir kata lizör olarak kullanılacak bir spekülasyondur, ya da hedef kitle nin ileriyi görmesini engelleyici bir uyutma aracı olarak kulla nılacak bir manipülasyondur. Çıkarlarının sürekli değişmesinden doğan ve kendisine özel gerçekliği, değişen çıkarlarıyla değişirken, dışındaki olana karşı bir d u r u ş u ifade edecektir. Bu d u r u ş tek başına bir şey ifade et mez. İfadesini bulması için, çıkar a l a m olan dışındakinin de o n u n bu duruşlarına göre şekillenmesi gerekecektir. O n u n bu d u r u ş u , çıkarlarına göre bir değişme olduğundan, dışındakine de bu çıkarların doğrultusunda bir değişme zorunluluğu geti recektir. D a y a t m a ' y a olan ihtiyacı, buradan kaynaklanmakta dır. Sürecin bir şekilde kesintiye uğramaması halinde, dışında kine bir z o r u n l u l u k getiren bu dayatmaların, süreç içinde bir birini tamamlayan olaylarla, hedef olandaki nesnel görüntüsü, karşı çıkış ile baş e ğ m e arasında gidip gelen bir kısır d ö n g ü olarak yansır. O p o r t ü n i z m i n dışındakinden aldığı bu sonuç, kendisi için tanrısallığı taklid etmenin bir sapık ifadesini de bir daha ortaya koymaktadır. Yaratıcı, her denek için sınanma amaçlı olarak o n a y l a m a ( i m a n ) ve red (inkâr) uçlarını belir lemiştir, ama bu uçların tercihini, dayatmacılığın tam tersi olan bir s ı n a n m a d a m u t l a k ö z g ü r l ü k ortamında, insanın bağım sız iradesine bırakmıştır. Dışındakindeki öznel görüntüsü ise; t ü m süreç içindeki objektif sonucuyla t o p l a m bir s ö m ü r ü l m e yi de ifade eden, h i ç bir y e r e v a r a m a m a olarak mantık örgüsünde bir tıkanma, bir p a r a d o k s * olur. Objektif sonuçla114
oportünizm
(Münafıklık)
rıyla bir toplam s ö m ü r ü l m e olan bu paradoks, o p o r t ü n i z m için yine s ü r e ç l e r i n d e yaratıcısı olmayı taklit etme sapıklığının bir ifadesidir. Yaratıcı, her denek için, o n u n yaşam süreci için de toplam bir davranışı ifade eden. K a d e r denilen bir kavramı yaratmıştır. Bu kader kavramının bir parçası olan ve s o r u m l u k alanının bir toplam s o n u c u n u da olanaklı kılmıştır. Ama b u n u da her denek için yine o n u n bağımsız iradesine bırakmıştır. Bütün bu belirtici ihtiyaçlarından çıkan sonuç; Oportüniz min (münafıklığın), İMutlak İlkesizliğin (İblisin) yeryüzündeki iki ayaklı temsilcilerinin en önünde olduğunu ve bu öncülüğü, m u t lak ilkesizliğin belirtici t ü m özelliklerini yansıtırlarken bu özellik lere derinlik katarak başardıklarını söyleyebiliriz. Bu dünyasal ba şarı, gerçekte bir başarı mıdır? Büyük bir mahkemede hesabı so rutmazsa, bir zalimlik başarısıdır diyebiliriz. Ama hesabı sorula caksa, bir bedbahtlık bir zavallılıktır! Paradoks; zaman zaman eski fikirlere karşı çıkan yeni fikir! ola rak lanse edilse de, bu lanse öncelikle matematikçiye bir hakaret olup paradoksun anlamı, bir sorunun çözümünde mantık örgüsünde tı kanmayı ifade eden bir tür çıkmazdır. Bu matematiksel kavramın içini boşaltma ihtiyacı, belli ki herhan gi bir alanda, bir süreç içinde tekrarlardan ibaret olacak olan hiç bir ye re varamama yı, bir rant alam oluşturma amacıyla, aynı şeyi, değişi min sürekliliği adına piyasaya sürmek; gereksiz ama hızk bir tüketi min sürekliliğini sağlarken, bunun tekrar değil, olması gereken bir sü reklilik olarak açıklamaya çalışmak ihtiyacından doğuyor. Moda ismi al tında, her sene giysinin bir yerlerini değiştirirler iken bu işlerine karışan, hesap soran mı var... Kaldı ki hitap ettiğiniz tüketici kitlesi bir matema tiksel kavram ile uyduğu modanın arasında bir ilişki kurmaktan, hesap kitap yapmaktan en uzak insan tipidir.. Zaten öyle değilse, su gibi para harcayamaz. Aslında bu dahi kimseyi pek ilgilendirmez. Ama Paradoks 115
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
kavramı en derin biçimiyle açıklanmaya çalışılır iken bunu da belirtme zorunluluğu doğdu... Şema olarak D e r i n e g o i z m (mutlak bencillik)
Ben'de Yoğunlaşma A. Ben Kabarması ========== Ego ========== B. Ben Tutsaklığı (Ben Katılaşması) A.) Kendisinden başka (kişi ya da organizasyon), hiçbir de ğeri tanımaz. H e r şey o n u n içi:-, vardır. ( O herkes gibi bir insan iken ) Kendisinden başka hiçbir değeri tanımamak, tanrılaşma nın bir taklidinden başka bir şey değildir, içinde b u l u n d u ğ u r u h sal k o n u m gereği, kendine bakış açısı olarak t ü m varlık âleminin bir merkezidir. Bu merkez, mutlak bir k e n d i n d e y o r u m l a m a ile eş anlamlıdır. Bu kendinde yorumlamaya saplandıktan sonra her şey için ö n e m ve değer, sadece kendisiyle ile olan ilintisiyledir. Bu ilinti, mutlak bir şekilde kendi çıkarları doğrultusunda olacaktır. Bu ise, kendi çıkarları doğrultusunda her şeyin(öznel ya da nesnel) olağan görülmesini de aşarak, m u d a k gerekli görül mesini ifade edecekdr. Yani bu, e g o ' n u n bir dikta'sıdır. B ) Aynı kişideki bu uç , o kişinin; sonuçta herkes gibi bir in san olduğunun farkında olmasından oluşmaktadır. Yani kendin de yorumlama ile kendi kendine bir ilâhlık dünyası kurmuştur. Ama aynı kişi kendine bakınca diğer insanlardan da farksız ol d u ğ u n u da görecektir. Bu en yüzeysel algı ile onlar gibi acıkır , uyur, hastalanır vb. Ama Kabarma ucunda o kadar b ü y ü k bir açık oluşturmuş ki, kendi dünyasında kendisinin dengi olan hiç bir şey ya da kişi bırakmamıştır. Kişi ancak bu açığını, İlkesizlik temelinde, her şeyden(öznel ya da nesnel) alabildiğine yararlan ma çabasıyla kapatmaya çalışacak ve kendini her şeyden bağım sız ilan ederken, her şeye yalvaran, her türlü hile ve hurdaya yel116
oportünizm
(Münafıklık)
tenen bir kişilik k o n u m u n u da kendinde barındırmaya çalışa caktır. Bu, kaynağındaki kibir denilen O saplantının içi boş bir z a n ' d a n ibaret oluşundan böyledir. Aynı Mutlak ilkesizliğin öz nel temsilcisi, "Ben Alemlerin Rabbinden korkarım."diyor. Bir kişi de Zalimlikle beraber korkaklık da varsa, o kişide acımasız saptırma, bir zorunluluk haline gelir. B u iki uç, o p o r t ü n i s t ( m ü n a f ı k ) bir kişide, korkaklık ile z a l i m l i ğ i n aynı kulvarda hareket ettiğini gösterir. Doğru ve Dünyasal Başarı Bir insan olarak d ü ş ü n d ü ğ ü m ü z d e doğruluk nedir? Bir şe ye doğru denilir iken o şeyin neyi kast ediliyor. O şeyin t ü m d ü ş ü n c e ve insanlık evreni içindeki doğruluğunu m u kast edi yoruz ya da sadece birilerinin insanlığa karşı hangi bedelle olursa olsun, pratik yararı ve parlak bir başarısı olarak doğrulu ğ u n u m u kast ediyoruz. İlkesiz, ölçüden ve normlardan uzak, varılmış sonuca başarı denilebilir mi?... O sonuca başarı denilse bile, doğru denilebilir mi! Bir insana yaklaşarak arkadan bıçak ladığımızda, bir insanı yaralamak ya d:< ö l d ü r m e k gibi bir iş be cermiş oluyoruz. Bu bir başarı olur n: j ' Bu bir başarı olsa da, bir hainlik, bir acımasızlık başarısıdır,
una bir doğruluk deni
lebilir mi. Eğer b u n a doğru denilir ise, o zaman doğru denilen şey, kim kime daha iyi hile yapacak doğrusudur. Hiçbir kurala uymazsak, hiçbir ölçüyü hareket ölçüsü ola rak almazsak, t ü m insani değerleri de bir tarafa atarsak ve başa rı olarak sadece varılacak sonucu görür isek, kesinlikle çok da ha hızlı oluruz. Ama küçük ya da b ü y ü k bu kuralsızlık, kendi sahibini nereye kadar taşıyabilir; işte o belli değil... Sömürgecilik ve üstünde yükselen vahşi kapitalizm, dünya da tek düzen olarak kalmakla övünüyor. Ama bu yükseliş ile övünür 117
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
İken bu yükselişin nasıl sağlandığına, kulağı tıkalı, gözü kapalıdır. Kendini de medeni dünya olarak sunuyor. Eğer bu bir doğru ise, onu bu sonuca ulaştıran t ü m nedenlerin de doğru olması gereke cektir. Ç ü n k ü bu ekmek, o fırında pişmiştir. Eğer dünyanın bir yanı medeni dünya iken, diğer birçok yanları toplu mezarlardan aç ve sefîl insanlardan ibaret ise, bu fırın insanlık o d u n u ile ekmek pişirmiş bir fırındır ve bu firma özeleştirisini yapmamış hali ile hatta bir sömürgeci olarak suçunu itiraf etmediği sürece kendisi ne medeni dünya denilemez. Ayrıca bu farkın diğer yanına sadece geri kalmışlık deyip işin içinden kendini kurtaracaksa, bu kendini örtbas etme çabasından başka bir şey olmayacaktır. Birçok m e d e niyetin yerle bir edildiğini ve bu medeniyetlerin yeraltı ve yerüs tü zenginliklerinin yüzyıllarca gasp edildiği de biliniyorsa, kendi araştırmacıları da bunları kabul ediyorsa, b u n u n adı geri kalmqlık mı olmalı, yoksa soyulmuştuk ve geri bırakılmışlık mı? Sosyalisder bu g ü n k ü d u r u m u değerlendirirler iken, "sos yalizm kapitalizme yenildi ama bu; kapitalizmin doğru olduğu n u göstermez." diyorlar. Tabii ki bu ifade çok nazik bir ifade dir. Öncelikle karşımızda duran şeyi sadece kapitalizm olarak ifade edersek, acımasızlık yanının çok b ü y ü k bir kısmını gör m e z d e n gelmiş oluruz. Ç ü n k ü sosyaHst bir gözlükle, devlet çiliğin dışında her türlü girişim, kapitalizm olarak görülebilir. Gerçekte karşımızda duran şeyi şu şekilde açıklamak gerekirdi; "Vahşi kapitalizm ve sömürgecilik daha vahşi, daha ilkesiz ve sonuca gider iken daha acımasız kuralları uyguladığı için üstün gelmiştir. Bu vahşiliğe yenilen sadece sosyalizm değildir. B ü t ü n insani çıkışlar da yenilmiştir." Dinsel, toplumsal, ahlâki, vicdani, insani her türlü kuraldan uzak ölçüsüz bir hareket alanında alınacak kararların ve eylem lerin hiçbir takıntısı olmayacağı ve bu takıntısızlıktan ötürü he118
Oportünizm
(Münafıklık)
def olarak seçeceği, belli bir sonuca daha hızlı ulaşacağı kesindir. Hızlı varılan bu pratik sonuç, insanların bir çoğunluğu tarafından doğru olarak kabul edilebilir sonuç da olsa, yanlış bir sonuç da olsa; kendi çıkarları açısından bir şey fark etmeyecek. Ç ü n k ü te mel amaç, sonucun doğruluk derecesi değil, kendisidir. Eğer bir ülkeyi işgal ederken hiçbir yıkım, hiçbir trajedi işgalcinin u m u runda değilse, başkalarına çok zor gelecek bir sonuca, tabii ki çok daha hızlı ulaşabilir. Ayrıca gerçekte bir insanlık trajedisi olan va rılmış bu sonuçların hikâyesinin üstünden asırlar geçmiş, iş işten geçmiş olduktan sonra ancak itiraf etmek ve yazmaya koyulur ken, insan öldürme sanatını bir göz alıcı sanatmış gibi göstermek de nedir!.. Savaşta orantısız güç kullanımı ve teknolojik üstünlü ğün galip gelmesi mucize değil ki; beklenen bir sonuçtur. M u c i ze olan şey, silah üstünlüğüne rağmen sonunda kaçmak zorunda bırakılmış olmanızdır. "Batmm savaşma sanatım" anlatan o kitabı okurken, bire karşı yirmi ile övündüklerini görünce tüylerim ürperdi. Sanki yağlı güreş müsabakası yapmışlar da öylece bir kişi yirmi Türk'e, Arap'a, Siyah ırka, Kızılderili'ye ya da Vietnamlı'ya üstün gelmiş. Ama kendilerinin elinde tüfek varken, karşı tarafın çoğu zaman bir kırık sopa ile savaştığını yazmıyorlar. Bu; Gecikmiş bir vicdan azabı mı, hngünah
çıkarma mı, bir
sömürgecilik destanı mı,bir mutlak küstahlık mı,yoksa varılmış bir sonuçtan, son kırıntısına kadar yararlanma amacına d ö n ü k ola rak, aynı şeyin kitap olarak pazarlanması mı idi? O kitaba isim k o y a m a d ı m . . . Bir de aynı insanların benzer ama çok daha zayıf gerekçeleri ileriye sürerek, ötekilere barbar deyişlerini haürlayalım. Kendileri yirmi misli ile yapınca insan ö l d ü r m e n i n ismi savaş sanatı, öteki çok daha azını yapmış ise ismi barbarlık oluyor. N e b ü y ü k çelişki değil mi... İşte eşyayı mutlak bir şekilde kendi çıkarları doğrultusunda yorumlama örneklerinden bir tanesi... 119
G Ö R M E D E N INANMA ŞARTı (IMAN) ——
Sınanmanın amacı, görmeden inanma şartıdır. Görerek inan ma iman değil, kabul etme zorunluluğudur.(Dl) Hayatın t ü m ü nü saran g ö n n e d e n i n a n m a şartı, Sanat ile alâkalı ve iç içedir. Pratikteki ilk kökeni, İblisin M ü k e m m e l A d e m Formasyonu Sa natıyla smanmasıyla başlamıştır. Yani insanlardan önce iblis, ay nı şekilde ve zirvedeki Sanat ile sınanmıştır. Allah'ın Zatını veya salt Âdemin kendisini inkâr etmemiştir. M ü k e m m e l  d e m For masyonundaki sanatı inkâr etmiştir. Bu da insanlar için görerek inanmanın iman değil, bir kabul etme zorunluluğu olacağını ve inkârın, sanatı inkârdan geçeceğini gösterecekti. B u n u n İnsanlık düzlemine izdüşümü, genel anlamıyla inkâr türlerinin ortak ya nı olan Yaratıcı' nın Varlık Alemindeki Sanat izlerinin inkarı şek linde olmuştur. Pratikteki köken bu iken, ezelde alınan söz da ha öncedir. İblisin bu duruşu, ikili y o r u m u n diğer u c u n u n han gi temelde şekilleneceğini göstermiştir. Böylelikle sınanma sa hasında iblis ikili y o r u m u n diğer u c u n u temsil eden genel bir uç olarak ortaya çıkmıştır. (D2) Bu duruşun içi boş bir kibirden ibaret olduğunu ve herhangi bir iddiayı içermediği, dolayısıyla insanlık düzleminde de sanatın inkârının b e n katılaşmasında bir k e n d i n d e yorumlamadan ibaret olacağıdır. Şart, Sanatın Sahibinin Zatı'dır. Sanat eserinde inceden in ceye d o k u m u ş olduğu ilmikler Yaratıcısının sıfatlarını yansıtır. İnkâr, b u sanatın g ö r m e z d e n gelinmesidir. B ü t ü n inkâr türle120
G ö r m e d e n İ n a n m a Şartı ( İ m a n )
ri y o r u m farkıyla bu noktada aynı kapıya çıkar. Bu ş a r t : "Beni g ö r m e d e n Sanatımla bulabilir misiniz?" Bu soru, b ü t ü n varlık âlemine soruldu. Sadece İnsan bu yükü yüklenmiş, böyle bir sınanmaya tabi tutulmayı kabul etmiştir. Tabi bu G ö r m e d e n İnanma daha önce g ö r ü l m ü ş olan ve hatırlanan bir şeyin g ö zü kapalı bir körebe o y u n u şeklinde aranması olmayacak, böy le olursa g ö r m e d e n inanma değil, daha önce görülmüş olan bir şeyi el yordamıyla körü k ö r ü n e aramaya benzeyecekti.. Kendi sine verilmiş olan * b i l i n c i y l e a l a b i l d i ğ i n e d ü ş ü n c e d e r i n liği p a r a l e l i n d e , a l a b i l d i ğ i n e araştırma v e i n c e l e m e d e rinliği fırsatına s a h i p i k e n ; m u t l a k b a ğ ı m s ı z k ı l ı n m ı ş bir irade e ş l i ğ i n d e a l a b i l d i ğ i n e y u m u ş a m a y a da m e y i l l i bir v i c d a n a da s a h i p iken; a l a b i l d i ğ i n e bir katılaşmaya da açık bir "ego" ile d e d o n a m ı ş olarak a n c a k t a m a n l a m ı y la mutlak bir özveri, y a n i k e n d i iradesiyle s e ç e c e ğ i bir^öVmeden inanma derecesi ortaya çıkabilirdi. Bir tercihten söz etmek için, birden fazla seçeneğin olması gerekir. G ö r m e d e n inanma şartında b u n u n yerine gelmesi için, bilinçte tercih şıkkı g ö r ü n ü m ü n d e en az ikinci bir alternatifin de olması gerekecektir. Bu boşluğu, yoldan çıkarmayı bir misyon olarak üstlenmiş olan iblis yüklenmiştir ve bu misyon İlkesiz lik olarak ifade edilmiştir. Bu misyon, kişi kim olursa olsun ve şartlar da ne olursa olsun, genel doğruya ayktrtltk
misyonudur
ve her türlü aykırılığı alternatif şıkkı olarak sunar. İkili y o r u m u n , her eşyanın (öznel ya da nesnel) her aşamasında ve her ilmiğinde varlığından iman bir ucu, diğer ucu olan inkârın bir tercih ola rak görünmesine karşın, bir tek şık değil, kişinin k o n u m u n a gö re, eğilimlerini ve çıkarlarını da kullanarak anlamlandırdığı eşya da birçok şık ile sunacaktır. Bir Yaratıcıyı inkârdan doğacak olan bu boşluk, bir tercih olarak insanlık süreci içinde Tarihi İnkârdan 121
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
(D3) gelen en ilkel biçimiyle Güneş, Ateş, bir Dağ, bir Deniz, bir hayvan t ü r ü n ü n veya hayalde oluşturulmuş bir insan figürü olan bir put ile doldurulabildiği gibi, b ü t ü n bunlardan hiç birini de beğenmeyen başka bir şaşırmışm kendi kendisiyle de doldurma ya çalıştığı da görülmüştür... Bu şekilde inkâr, ucu sonuç itiba riyle bir tek uç olarak görünmesine rağmen bir çok şık üretebili yor. Bu da; bu misyonun, kişinin eğilimlerine göre pozisyon al dığı ve iman olmasm da ne olursa olsun noktasından hareket ettiğini gösterir. D o ğ r u l u k üzerinde olmasın da, nerede olursa olsun de mek, her türlü sapmayı içinde barındırmak anlamına geliyor ki, b ü t ü n varlık âlemi şahit iken takınılmış bir aykırılık d u r u ş u n u . M u t l a k İlkesizlik olarak ifade etmişiz... Bu duruşun iki ayaklı temsilcilere yansıması haliyle, "ego" n u n her türlü sapmayı birer kaçış yolu seçeneği olarak tercih etmesi şeklinde olacakdr. Aslına bakarsak, kişinin bir Yaratıcıyı inkârdan doğan bu boşluğu kendi kendisiyle doldurmaya çalışması, mutlak bir ka tılaşma derinliği olanağıyla e g o , şaşırmış bir denek için diğer b ü t ü n alternatiflerden kendisine daha yakın ve çok daha uy g u n d u r . Ç ü n k ü dağ, taş, nehir, ateş, hayvan gibi bir zavallı var lığın büyüklük taslayacak kendi adına hiçbir iddiası yoktur. Sa dece kendi şartlarında kendini yaşıyordun Z a t e n kişi, inkârla doğan bu boşluğu o şeyle doldururken yine kendisi için, ya ni kaçış yolu b u l m a k için yapmıştır. O zaman yukarıdaki söy lenen sözü şu şekilde açabiliriz: "Sanatımı o k u r i k e n B e n d e n e n iyi kaçış y o l u olarak s i z e e n y a k ı n o l a n alabildiği n e d e r i n l i k t e b i r " e g o " n u z d a var o l d u ğ u h a l d e , h o ş u n u z a g i t m e y e c e k o l a n yasaklar da o l d u ğ u h a l d e , B e n i b i z z a t k e n d i n i z e t e r c i h e d e r e k y a p a b i l e c e ğ i n i z bir m i k t a r e y l e m d e n , B a n a i n a n a r a k B e n i m i ç i n cayar m ı s ı n ı z ? " B u ikili y o r u m u n i m a n ö i n k â r u ç l a r ı n d a n b i r i n d e B e n , ö b ü r 122
G ö r m e d e n İ n a n m a Şartı ( İ m a n )
u c u n d a iblisin o k ş a d ı ğ ı sen, y a n i s e n i n e g o o l d u ğ u h a l d e özveride
b u l u n a c a k m ı s ı n ? demektir.
Eğer seçilmiş Uyarıcıların aracılığıyla yaşam biçiminde her hangi bir fark istenmeseydi, yani imanın, özellikle ayrıcalıklı ola na maliyeti itibariyle herhangi bir bedeli olmasaydı, inanmak egoya ağır gelmez, belki de yeryüzünde hiç kimsenin bir Yaratı cıdan kaçtığını göremezdik. Bu duruma en derin ucundan bakar sak daha iyi görünecektir; Eğer kendini tanrı k o n u m u n a yükselt meye çalışan sapık bir krala "Sen her çeşit zulmü yapmakta ser bestsin, bu yetkilerinden bir kırpma bir azaltma yapmadan sade ce Yaratıcının varlığına ve Birliğine inan" Denilmiş olsaydı, kendİl k o n u m u n a bir de, tanrı onayı alacağı için ! şüphesiz bu onay şek linin üzerine seve seve adayacaktı. Ç ü n k ü kendi kendine oluş turduğu tanrılık iddiasını, gerçekte kendisi için her şeyi yapmaya yetkili kılıcı olduğu için seçmiştir. Ama o n u n bu kabulü, duruşu n u n tanrı tarafından da onaylanması anlamına geleceği için beni nin yumuşaması bir yana, tam tersi, yapacak bir fedakârlığı olma yacağından, daha da katılaşmasına neden olurdu. Ç ü n k ü katılaş mada yumuşama, ancak fedakârlıkla olur. Bu fedakârlık, öncelik le zalimlikten caymakla ve yasaklara uymakla yapılır. D e m e k ki, ikili y o r u m u n uç noktalarını oluşturan İ m a n < = >inkâr uçları kişinin açısından iblisten çok kendisini bağlar. Ç ü n k ü b u n u ya parken, m u d a k kendi yararını işlediği zannıyla yapmaktadır. İb lisin kişinin üzerindeki azdırma girişimleri, daha geçmişte köke ni olan derin bir kinin, daha derin bir katılaşmanın ifadesi olarak görülse de, her bir kişideki katılaşmanın ana nedeni olmayıp, az dırmak için bir katalizör görevindedir. Kişideki katılaşma ise, da ha derin bir zarar peşinde olan oportünist (münafık ) bir amaç olmadığı sürece de, sahibinde bir özveri olmadan, kendiliğinden yumuşamaya dönüşmeyecektir. Buradan şöyle bir sonuç çıkmak-
123
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
tadır ki; *Insanlar bir Yaratıcının varlığından kaçarlarken, gerçekte salt varlığının k a b u l ü n d e n değil, Uyarıcıların g e tirdiği bir ö z v e r i farkından v e b u farkın getireceği dünya sal maliyetten kaçmaktalar. Yukarıda da değindiğimiz gibi, eğer müjde olarak sadece "Sanatıma bakıp bana inanınız başka bir şey istemem. Bana inananı da yeniden diriltip cennete koyacağım." Şeklinde bir uyarı olsaydı, herkes memnuniyetle inanacaktı. Hiç bir dünyasal maliyeti olmayan bir yaratıcı fikrinden kaçmanın ne mantığı olabilir ki.. Tabi bu en çok, dünyasal fırsatiarı eline geçir miş olan zalimlerin işine yarardı ve yeryüzünde her türlü zalimli ğin onayını da vermiş olurdu. Asıl bazı tek tanrılı dinlerde Tanrı fikrini saptırarak sulandırmanın, bölüp parçalamanın ve yetkiler den m a h r u m bırakarak işlevsiz bırakmanın çekirdek amacı da b u rada yatmaktadır. Yine en açık olan aynı örneğe dönersek ; "Tan rı Kâinatı yedi günde yarattı ve köşesine çekildi" Peki ya sonrası? Sonrası yok! Meydanı sana mı bıraktı ... Yani senin kişisel keyfin için mi yarattı! ( D İ ) Görerek İnanmak:
Yukarıda, daha önce görühnüş ue gö
rüldüğü hatırlanan bir şeyin izlerinin aranmasının, görmeden inanma şartına uymayacağını söyledik. Gerçekte bir şey hatırlanacaksa, o şeye inanmak için zaten e^a da (öznel ya da nesnel) aranmasına da gerek kalmayacak, dolayısıyla Yaratıcı için eşya da sanat izlerinin görülüp de ğerlendirilmesi de genel anlamda önem ve anlamını yitirecekti. Çünkü o şeyi geçmişten hatırlamaktayız ve e^a da aramaya gerek kalmamıştır. Herhangi bir anda görülecek olan bir şey ise, daha önce görüldüğü ha tırlanan bir şeyin çok daha ötesinde bir inanma zorunluluğunu gerekti recek ve ne olursa olsun bir kabullenme ile sonuçlanacaktır. Evrensel ve Mutlak bir güç olarak bu gerçeklik denekler tarafından aşılamaz olarak görüldükten sonra hiç kimse ne gözünün gördüğünü inkâr edebilecek, ne de bu aşılamayan güç karşısında bir direnmede bulunabilecektir. O 124
G ö r m e d e n İ n a n m a Şartı ( İ m a n )
zaman Görerek İnanmak, îman (Yaratıcıya karşı özveri) değil, ka bul etme zorunluluğudur. Bu şekilde olsa idi insanlar için îman ya da inkâr diye bir şey olmayacağı gibi, bunlardan bir ucunun ödüllendiril mesi diğer ucunun da cezalandırılması da olmazdı. Çünkü hu, bilin cin işlevsiz bırakılarak bir tarafa atılması ikili yorumun ortadan kaldı rılması, sınanmanın da, anlamını yitirmesi olacaktı. (D2) Ancak BCendinden ve sonsuz Kudretinden emin olan bir Zat, Kendi Mülkünde
iradesi yüzde yüz bağımsız kılınmış kullar Yaratır.
Ancak Tekliğinden şüphe olmayan bir Zat bu kadar azdı düşmanla rı mümkün iken, iblis gibi bir azdırtayı Onun da iradesini yüzde yüz bağımsız kılınmış bir şekilde Yarattığı bu kullarının arasına salar Böy le bir azdı düşmanı kendi mülkünde serbest bırakmak,
kendisinden
başka bir tanrının olmadığının ispatıdır. (D3)Tek Yaratıcıdan kaçma yolları olarak çok tanrılı dinler, insanlık süreci içinde insan bilincinin sapmalarının yansımalarıdır. Materyalistfel sefe, bu dinleri tek tanrılı dinlerin ilkel biçimleri olarak yansıtır Bu doğru değildir. Bu tapılan şeylerin her birinde, genellikle kökeni dünyasal bir çı kar ve göbeğinden bağlılık vardır. Bir dağ, bir boğa ya da kurtarıcı olarak görülen bir put, neden tanrılaştırılmıştır? Bir dağın kocamanlığından kor kutmuştur Çünkü bu dağda volkan patlaması, toprak kayması, sel, teh likeli hayvanlar vb tehlikeler vardır. Ama aynı dağda otlak, su, çeşitli gı dalar, av fırsatı vb gibi olanaklar da vardır. Aynı şekilde boğa, inek neden kutsallaştırılmış? Bunu bilmek için kâhin olmaya gerek yok, çünkü boğa güçlüdür Tarla sürer, inek de yavru verir, süt verir, et verir. Bu şekilde eş yadan yararlanırken ya *onlan Tek Yaratıcının birer nimeti olarak kabul eder, yararlanırken şükreder, bu arada da tehlikelerinden ko runmak için önlemini de aldıktan sonra. Yaratıcıya tevekkül eder sin; ya da Yaratıcıdan kaçarsan, dağa taşa mihnet eder duruma gel mek zorunda kalırsın. Varılacak sonuç itibarıyla ha deminsin "bu dağ tanrıdır. İstediği zaman beni öldürür. Her şeyimi de o veriyor 125
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
başka kimseyi tanımam" ha " doğadan başka bir şey yok kendi ken dine olmuş ya da nerden geldiği belli değil yararlanırım ve tann di ye bir şey yok" demişsin ne fark eder. Demek ki, böyle bir düşünce biçimi, tek tanrılı bir düşüncenin kökeni değil, materyalist ce diyalektiğinin
düşün
bir ilkel görüntüsü olur...* Tapılan her şey de, bir
güç ile birlikte bir dünyasal çıkar varsa, bu materyalizm
değil de
nedir! Daha önce değindiğimiz Eski yunan felsefesindeki
tanrıla
ra insani eğilimlerin yakışttnlmast
ye tanrılar anarşisi, bunu daha
açık biçimde ortaya koymaktadır. Kaldı ki tarihsel süreç içinde Uyarı cıların en azılı düşmanları bu dağa, taşa ya da her hangi bir puta tapan lar olmuşlar. Gerçekte kendi uyduruk tanrılarına sımsıkı bağlanırlar iken, aslında zalimlikten ibaret olan yaşam biçimlerine sımsıkı sarılmış oluyor lardı. Çünkü tanrı edindikleri şeyler kendilerinden bir şey isteyemiyordu. Tanrı edindikleri şeylere taparlar iken, gerçekte kendi egolarına ve hu doğ rultuda ilkesiz yaşam biçimlerine tapmış oluyorlardı. Aslında bazı Tek tanrılı dinlerde yapılan saptırmalarda tanrısal bi lincin yaptırım gücünden yoksun bırakılması veya bu tanrısal yetkilerin bazı uyarıcılarla paylaştırılması ve dinin dünyasallaştırılması inkârdaki ilkel düşünce biçiminin amacını yeterince açığa vurmaktadır. Tek tan rılı dinlerde Tanrısal yetki işlevsiz bırakılırken sonuç itibarıyla aynı şey yapılmış oluyor. Tanrı var, ama ben dünyayı istediğim şekilde yöneti rim. Dünyayı istediği şekilde yönetmek için tabi ki din'in içini boşalta caktır. Çünkü din'de, o dine mensup olanlar din kardeşidir. Ama sö mürgelerde kişi din kardeşi de olsa o, öteki olmalıdır. Bu, rı aldatarak inkâr etmek anlamına geliyor. Aynı saptırmanın
inananla kendini
gizlemiş bir görüntüsüdür. Sonuçta kendi dünyasal yararını işlemekte dir. Sömürgeciliğin geçmişte her zaman iki bayrağı olmuştur. Bunlar dan birincisi kraliyet milliyetçiliği
bayrağı, ikincisi daha geri plan
da ise kendisi için yaptırım gücünden ve sorumluluk yoksun bırakılmış din
bayrağı... 126
dayatmaktan
G ö r m e d e n İ n a n m a Şartı ( İ m a n )
Gerçekte ilkesiz davranışlarına engel teşkil etmediği sürece başkaları inanmış ya da inanmamış kendisi için fark etmez. Tam tersi zaman za man dindarın yumuşak vicdanından yararlanarak daha kolay sömürür. Varlıkları A n l a m l a n d ı r m a Y e t k i n l i ğ i Yaratıcı, İnsanı karşılıksız yoktan var etmiş ve Cennete koy muştur. İnsan ise bunun değerini anlayamamış ve uyarısı yapılmış olan bir suç işlemiştir. İşlediği suça rağmen affedilmiştir.
Sınanma
sahasına sürülmesinin nedeni kendisidir. Ezelde verdiği söz, zaten geçerliliktedir. Bu, insanoğlunun kolay olanın değerini anlamaktan çok, zordan anladığını gösteriyordu. Ebedilik Ağacına kendi iradesiyle ebediyeti kazanmayı ki Rahmetin yansımalarını
uzanırken
istemiştir. O aşamaya kadar
bedavadan kazanılmış
hakkı sanmış
tır. Yani kendi yararını düşünür iken, Yaratıcının Rahmetinden çok kendi aklına güvenmiştir. O zaman bu Rahmetin değerini anlaması için aşağıya inmesi ve temizi (öznel ya da nesnel) bin bir zorluk içe risinde pisten (öznel ya da nesnel) ayıklaması
gerekecekti.
Eşyadaki sanatı bir Yaratıcı'ya teslim etmeme sorunu, hatta sanatı, sanat olarak kabul edip etmeme sorunu, "ego" dayalı anlamlandırmanın sonucudur.. Bunu doğrudan bizimle bağı olan daha basit örnekler baka rak anlayabiliyoruz. Önce şunu belirtelim: Geçmişten var olarak gelmiş varlıkların, biz inansak da inanmasak da aynı işlevlerini devam etmele ri, görünen Dünyasal çıkarlarımız açısından birfark getirmemeleri, bizi tercih konusunda özgür bırakmıştır. Bir nehir, inancımız ne olursa olsun akar. Diktiğimiz fidan, duruşumuz ne olursa olsun sulamamız halinde büyür. Midemiz, görüşümüz ne olursa olsun çalışır. Soluduğumuz hava yine aynı şekilde... Daha basit olan ve doğrudan bizimle (rahatımızla) bağı olan eşyaya gelince; Kapımızın kolu yerine oturduğu sürece içindeki mekanizmayı çok azımız merak eder. Ütümüz bozulup, giyim
edamız
ütüsüz kalmadığı sürece, ütünün düzgün çalışması, sanki düzgün çalış127
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
mak ve sorun çıkarmamak üzere var olmuş gihi hiç dikkatimizi
çekmez.
Bir eşya, bozulup çıkarlarımızı zedeledikten sonra yerine getirdikleri işle vin öneminin farkına varırız. Yararımızı işleyen bir nesnedeki düzgün lükten çok bozukluğu dikkatimizi çekiyor. Çünkü o bozukluk artık ra hatımızı (genel olarak çıkarlarımızı) zedeliyor, bozuyor. Dünya, sanki mecburmuş gibi dönüyor. Günq her gün bedavadan doğar. Bedavadan ısıtır, aydınlatır ve batar. Hata bu bedavacılığa o kadar alışmışız ki, zaman zaman Ay ve Güneş yerlerinde var mıdırlar, yok mudurlar diye hatırlamayız bile. Bozulmaları halinde her birimizin ne ya pacağı bilinmez ama henüz sorun çıkarmadıklan için her birinin kendi liğinden hizmet ettiğini ve bu eksiksiz göreve de tesadüfen geldiklerine ba zılarımız inanır, hatta bunun üzerindefelsefe de kurar. Aynı insan, piya sadan iyi anlar. Zaman zaman hiçbir şeyin bedava olmadığı konusunda ahkâm da keser. Güneş neden milyonlarca yıldır o mesafeden ortalama bir ısı ile yanar durur. Bütün yakıtım bir haftada tüketip Dünyayı da kavurabilirdi. Oysa aynı Evrende birçok Güneşi ve sistemini de bir lokmada yutabilecek büyüklükte patlamaların da varolduğunu bilmekteyiz. Sınır lı bir süre için garantili güvenlik ayarlı ısıtıcı ve aydınlatıcıları bir düşü nün. ..Verilen süre içinde bozulmayacak anlamına da gelmiyor. Bozulur sa tamir edecekler. Bir tek odamızı ısıtmak veya aydınlatmak için... Satın alırken marka, güven, kalite gibi unsurları göz önüne alırız. Yani o ma lın arkasındaki en iyi 'akıl' ı ararız. Gökte kocaman bir soba hem ısıtıyor, hem aydınlatıyor. Bu kadar milyar senedir ortalama bir ısı ile otomatiğe bağlanmış Dünya da tam yerinde şöyle biraz kıpırdayıp açısını değiştirse yakar ya da dondurur. Neden bunun arkasında bir Akıl'ın var olabilece ğini hiç düşünmeyelim. Daha büyük birAkıl'a ihtiyacı olması gerektiğini hatırlamayalım. Bu "Ölçüyü ve dengeyi önemsemiyorsak bunun bir tek nedeni, hu ölçü ve dengeye bedavadan sahip
oluşumuzdandtr."
Herhangi bir edamıza oranla bozulması halindeki tehlikesi ise karşı laştırılması komik olacak bir tehlikedir. Bu da çıkarlarımızı düşünür iken
128
G ö r m e d e n İ n a n m a Şartı ( İ m a n )
bile, ne kadar yüzeysel düşündüğümüzü göstermektedir Yaratıcı, insanın dikkatini değişik anlatımlarla defalarca Kâinata ve doğaya çekmiştir. Bu rada anlaşılır olsun diye bir tek şeyi, yağan yağmuru hatırlayalım, her se ferinde yağmurun müdahalesiz kendiliğinden yağarak yerin yeşermesine anlam vermeyen, bir sahibini aklına getirmeyen aynı kişi, eğer olağan şart larda yağmurun yağmadığı halde, güzel bir yağmurun bir yağmur bom bası ile yağdırıldığını bilse ve yağarken görse, "Bu güzel yağmuru yağdı ran teknik ekip hangisidir" diye aklından geçirmez mi. Peki sıra alışıla gelmiş bir kolaylığa gelince neden çark edelim... "Şüphesiz, göklerin v e y e r i n yaratılışında, g e c e ile g ü n d ü z ü n birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle d e n i z d e sey r e d e n g e m i l e r d e , Allah'ın g ö k y ü z ü n d e n indirip kendisiy le ö l m ü ş toprağı dirilttiği yağmurda, y e r y ü z ü n d e her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve g ö k l e yer arasındaki e m re a m a d e b u l u t l a n evirip ç e v i r m e s i n d e elbette d ü ş ü n e n bir t o p l u l u k için deliller vardır." (Bakara: 164) Herhangi bir eşya ya yönelik anlamlandırma yetkinliğimiz her za man vardır. Mantık örgüsünü kurma yeteneğimiz de öyle. Ancak zorlan malarda bunların daha çok uyarıldığını görüyoruz. Bu zorlanmalarımız çıkarlarımızın zedelenmeye başlamasıyla oluşur. Alışıla geldiğimiz süre cimiz içinde var olan şeylerin neden! öyle oldukları konusunda genellik le düşünme gereksinimi duymayız. Oysa onların öyle olmalan kasıth bir irade olmadığı sürece öyle olmalarını gerektirmez. Bize göre olan konum lan, bize uygun olmaları gerekenin en azamisidir. Sonsuz olasılıklar içe risinde en iyisi olan tek seçenektir. Her hangi bir kişi, kalkıp da Günq ya da başka bir gök cismi için; "Daha yakında ya da daha uzakta olsa idi, daha iyi olurdu." diyebilir mi... Kâinat ve doğa, o kadar yalın bir işleyiş içerisindedir ki, bakanlar dan bir kısmı onun kendi kendine işlediğine inanma hakkına sahip oluyorlar. Bu düşüncenin bir adım sonrası da kendi kendine var olarak 129
Yaratılış Felsefesi ve A y k ı r ı l ı k
geldiğini kabul etmektir. Hadi kimseleri (işleteni) görmediğimiz için otomatiğe bağlanıp kendi kendine işlediğini kabul edelim. Buna ek ola rak kendi kendine var olarak geldiğini ileri sürersek, sadece kendi ken dimizi aldatmış oluruz. Ama karşılaştırılması olanaklı olmayan, çok daha alt düzeyde insan becerisi ile yapılmış bir entegre fabrikalar toplu luğuna bakarken hayran kalır ve akhmızdan ilk geçen "bu tesisin sa hibi kim?" sorusudur. Kendi kendine var olarak geldiği savma gelince; "Sonsuzluk"
düşünce ölçülerini aştığı için bir yandan Sonsuz
İrade
ye teslim etme seçeneği varken ikili yorumun diğer ucu olan HiçBirŞey e teslim ediliyor. Kavranamadığı için belirsizliğe sürükleme ve berabe rinde belirsizliğe sürüklenme...
Eğer karşımızda duran Varlık Alemi,
aklımızla çözdüğümüz şeylerden daha aşağı bir konumda olsalardı, bu konuda bir parça haklı sayılabilirdik. Ama karşılaştırma kabul etmeye cek oranda farklılık vardır. Kendimizin şişirdiği birfutbol topunu dü şünelim, bir de Vega Yıldtzı'm.
Doğru, ikisi de yuvarlak ama arala
rındaki fark bizi nasıl oluyor da mutlak bir manipülasyona götürüyor. Topun malzemesi de bizden olmayıp hazır bulmuşuz. Ona rağmen bi ze sanatta bir sahibini hatırlatıyor. Sonuç itibariyle bir Yaratıcı' ya tes lim etmeme.. Oysa bu durum bizi aştığına göre tam tersi bir sonuca gö türmesi gerekir. Yani daha büyük bir İrade ye götürüp
kimsesizlikten
önce bir Kimseyi hatırlatması gerekir. Sonsuzluk, ya da aşılamayan bir büyüklük; neden birsonuçsuzluğa
götürmektedir..
Doğal olarak aym bedavacılık Yerküreye bakarken de, aynı sığ mantık ile çalışacak ve her eşyanın yorumunda eşini bulacaktır. Do ğa için kendi kendim oluş savı oluşturulurken, canlılardan yararlan mada zaten bir vurdum duymazlık oluşturulmuştur. Ama cansız var lıklarda da durum farksızdır. En basit örnek ile; Milyarlarca ton de mir rezervi, makineleşme çağını haşlatarak süre gelirken, artık hurdası nı nereye atacağı ile kafa yoran insanlık, yer küresinin bu kadar demir filizini
içermeye mecbur olup olmadığını hiç düşünmemeli mi.. Keza, 130
G ö r m e d e n İ n a n m a Şartı ( İ m a n )
eğer yer küresinde bu kadar bakır olmasaydı, siz ne yaparsanız yapın elektrik teknolojisini bu kadar ilerletip, bu kadar
yararlanamazdınız.
Aklın yaptığı i§, var olan uygun malzemeleri bir araya getirmedir. Tıp kı türemedeki işlevimizin sadece var olan hazır malzemeleri yan yana getirmekten ibaret olduğu gibi... Uygun malzeme olmasa idi O, "ben yaptım" diyen ego olduğu yerde saplanırdı. Bilinç ile malzeme, birbiri ne uygun olduğu sürece anlam kazanmıştır. Malzeme uygundu, biz de yaptık bir cevap değildir. En acemi marangozda dahi bu cümlenin içeri ğinin yüz katı bilgi vardır. Yemek hazırdı biz de yedik Eee başka ... Burada inananın ve inanmayanın g ö z ü n d e n lıer şeyi açıkla maya kalkarsak, b ü t ü n varlık âleminin her biriminde ikili y o r u m u n varlığından İmanı ve İnkârı anlatmakla bitiremeyiz. O n u n için biz, burada g ö r m e d e n inanma şartı olarak eşyanın (öznel ya da nesnel ) yansımalarının bu şartın gereği olduğu n u n teknik yanını bazı örneklerle açıklarken, daha çok sınan mada mutlak özgürlüğün, eşya da bir Yaratıcının var olduğuna dair Sanat izlerinin inanmak istemeyen için bir kendinde y o r u m l a m a ile nasıl da var olmadığına dair belirsizlikJer şeklinde de anlaşılabileceğinin teknik yanını bazı örneklerle göstermeye çalışıyoruz. Bu teknik yanı açık bir şekilde gösteren kısımlar, (*) işareti ile belirtilmiştir. Öyle bir Zat d ü ş ü n ü n ü z ki; * K e n d i s i n e u l a ş m a k i s t e y e n l e r e , b ü t ü n varlık â l e m i n i n c a n lı c a n s ı z k ü ç ü k , b ü y ü k h e r e l e m a n ı , i m a n ı n ardına k a dar açık kapılarına d ö n ü ş e b i l i y o r . K e n d i s i n d e n u z a k l a ş m a k i s t e y e n l e r i ç i n d e , aynı şeyler inkârın b e l i r s i z l i k l e r l e d o l u s o n s u z kilitli kapılarına da d ö n ü ş e b i l i y o r . Kendisi, Kendi Katından bir mucize göstermediği sürece, * b ü t ü n var lık alemindeki her şeyde alabildiğine derinlikteki böyle bir ikili y o r u m u K i m ! fire v e r m e d e n başarabilir!. Burada ki örneklerle. G ö r m e d e n inanma şartında inanmaya ve inkâra
131
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
doğru ikili y o r u m u n her iki yanmı da göstermeye çalışnken, İ m a n m yolu tektir ve o imanı her eşyanın y o r u m u n d a tek so n u ç olarak görürsün. İnkârın yolu ise, eşyaya göre bir değil bir çoktur. Yani ya eşyayı bir sahipli sanat olarak kabul edeceksin, ya da sanat olarak kabul etmezsen sahibini inkâr edip belirsiz liğe sürükleyerek istediğin biçimde, yani "ego"nun istediği b i çimde anlarsın. Hatta eşyayı y o r u m l a m a m a , ya da eşya ile bir likte kendi kendini de inkâr e t m e yoluyla akıldan kaçarak b u iş ten sıyrılma bile b u n a dâhil olmuştur. Bu; D o ğ r u n u n tek oldu ğ u n u inkârın ise, yollarının bir değil; birçok şekilde olabilece ğini gösteriyor.. Genel anlamda bir saptırmanın, her zaman bir başlangıç noktasından değil, anlamlandırmanın, çıkış noktasın dan sonra, herhangi bir noktadan da başlayabileceği, bilgiyi azar azar kirleterek de ilerlenebileceği olanağını da sağlamaktadır. Kâinata Bakarken İşleyen bir düzen: M u a z z a m bir Kâinat, bu kâinatın bir k ö şesinde k u r u l m u ş bir G ü n e ş sistemi ve bu sistemin içinde yer almış olan D ü n y a ve b ü t ü n bu maddi âlemi gözlemleyen, bu Varlık Âlemi ile beraber kendisinin de ne o l d u ğ u n u sorgula yarak anlamaya çalışan insan... Varlık Âlemi, insana nazaran pek b ü y ü k diyecek olsak da, aradaki farktan dolayı bu deyiş, kâinatın büyüklüğü göz ö n ü n e alınınca tam olarak yerine o t u r mayacaktır. Çıplak gözle g ö r ü n ü r d e sahip falan g ö r ü n m ü y o r . H e r şey yerli yerinde ve bize göre sessizce, yani rahatsız e t m e den t a b r t ı , tokurtu çıkarmadan t a b r t a b r çalışıyor. Gerçi biz den alabildiğine uzaklarda patladığı zaman G ü n e ş sistemi b ü y ü b ü ğ ü n d e alev çıkaran yıldızlar da var ama bizim buralarda öyle korkutucu şeyler yok... Ç o k u z a b a r d a olduğu için teles kopla gözlemleyen b ş i zar zor görüyor. O dehşedi patlamayı 132
G ö r m e d e n İ n a n m a Şartı ( İ m a n )
seyrederken k o r k m u y o r ve korkudan ağlamıyor! Hatta yeni bir şeyi keşfettiği için sevincinden belki de gülüyordur!... H a l b u k i aynı o insan evinin balkonunda bu çalışmayı yaparken yanı ba şındaki sokaktan bir silah sesi duysa, serseri bir kurşuna kurban giderim diye belki ödü kopar. Böylelikle o sahibi görünmeyen, alabildiğine genişlikteki Kâinatın bir düzensizliğinden değil, insan aklının sapmalarından ileri gelen, bir hemcinsinin yanlı şından k o r k t u ğ u n u g ö r m ü ş oluyoruz. O dehşetli patlama kişi ye korku değil, sevinç ve eğlence bırakıyor. O alev bize ulaşırsa, hepimizi güneş sistemiyle birlikte belki bir anda buharlaştırır. Hayret! * O y l e bir u z a k l ı k t a n seyre d a l ı y o r u z ki, n e kadar b ü y ü k ise, o o r a n d a da u z a k t a d ı r . N e kadar k o r k u t u c u ise, o kadar da k e n d i m i z i g a r a n t i d e g ö r ü y o r u z . Yoksa ak lımızı yitirirdik korkudan. D e m e k ki b u n u göstermek isteyen Biri varsa eğer, sadece bize gösteriyor. Aklımızla yapacağımız değerlendirme bize kalmış oluyor. K o r k u t u p heyecanlandırırsa eğer, değerlendirmemiz bağımsız irademizin k o n t r o l ü n d e n çı kıp korkularımızın esiri olacaktır. İrademiz bağlanacaktır. Oysa iki seçenek vardır. Bir sahibi var mı, yok mu diye .. *Gök cisminin alabildiğine uzaklığı, alabildiğine
korkutucu-
luğunun dengeleyicisi oluyorken; Ne Sınanmada Mutlak lük zedeleniyor ne de buna bağlı olarak Görmeden inanma bozuluyor. Buna rağmen Yaratıcılığın
ihtişamını
Özgür Şartı
görebiliyoruz..
D e m e k ki eğer bir Sahibi varsa, bizim padayan yıldızlardan değil, kendisinden korkmamızı ve b u n u bağımsız irademizle seçmemizi istemiştir. Yakından göstermiş olsaydı bu iş olmaz dı. H e r an kendimizi tehlike altında sayacağımızdan bu işin hakkından gelecek Birini tek seçenek olarak çaresiz arayacak tık. H e r an b u n a benzer bir k o r k u n u n esiri olsaydık, içimizde ki azgınlık ve zalimlik duygularımız da bastırılmış olacağından 133
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
herkes böyle bir tehdidin akında yaşarken iyi bir insan, iyi bir kul olmaya m e c b u r olurdu. Hani kendini zorla kabul ettirmek istese yabana atılacak bir tehdit de değildir... Kâinadn t ü m ü n ü göz ö n ü n e aldığımızda, hayal gücü geniş liğinde alabildiğine uçsuz bucaksız genişliği bir yandan *Sonsuz bir İradeyi akla getirir iken; bir yandan da yüzeysel kışla, Sınırsız bir boşluğun belirsizlik girdabında, mış bir sahipsizliğini
de çağrıştırmayacak
bir ba
bedavaya kal
da değildir. Yani is
teyen bu şekilde de yorumlayabilir. Tabi insan formasyonu ölçeğinde d ü ş ü n d ü ğ ü m ü z d e , yani kendi eğilimlerimize göre değerlendirdiğimizde, böyle bir sonuca varmamız kolay ola caktır.. Ç ü n k ü biz insanların yüz metre kare arsası olsa, birço ğ u m u z etrafına tel örgü çekeriz. O boş arsaya dahi hiç kimse yi sokmamaya çalışırız... Bizim k ü ç ü c ü k arsamıza göre karşı laştırılamayacak genişlikte bir Kainatı, çıplak gözle baktığımız da Sahibini göremememizi, eğer arsamıza olan bakışımızla de ğerlendirir isek, yani kendimizi örnek alarak bakar isek, bu ka dar malı m ü l k ü kim! Sahipsiz bırakır.. Varacağımız sonuç, tabii ki sahipsizlik olacaktır. Ama sahipsizlik kendimize göre değer lendirdiğimiz kendi zannımız olacaknr. Biz insan olarak öyle yiz diye her m ü l k sahibi öyle olmak zorunda değil ki... Bırakın başka bir Sahibi, her insan dahi öyle değildir. Ya o n u n sahibi. Kendisinden başka hiç kimsenin bu büyüklüğe hükrriedemeyeceğini kesin olarak bilen üstün bir Akıl ise?... Ya Sahibinin amacı, maddi hudutları koruma gibi bir amaç değilse?.. *Ya b u u ç s u z b u c a k s ı z b ü y ü k l ü k , bir b e l i r s i z l i ğ i n g e r e k ç e s i o l u y o r i k e n , uyarısı y a p ı l m ı ş bir t u z a k ise ? Belirsizlik, ama yine aklın ölçeği olarak kendimizi alırsak bu işin içindeden de kendimizce sıyrılırız. En üstün akıl. B e n olan insandır ve ben de b u y u m ! Bu şekilde bakıyoruz ki Kâinatın sahipsizliği fikrine
134
G ö r m e d e n İ n a n m a Şartı
(İman)
giderken merkezde iıep bencillik vardır. Dikkat edersek, yan lış o k u m a n ı n nedeni bağımsız değerlendirme yapılması için, o k u m a n ı n merkezine Akıl oturması gerekirken, o o k u m a n ı n merkezine kendi b e n i m i z i oturtuyoruz. Ama bu bakış açısının adı, "ben k a t ı l a ş m a s ı n d a bir k e n d i n d e y o r u m l a m a " o l m a sı gerekir i k e n , k e n d i n i "objektiflik" olarak d e ğ e r l e n d i r m e k t e d i r . Hayır, doğadaki canlı varlıkların içinde, bilinci ile h ü k m e d e b i l e n ve bilinci ile ü s t ü n l ü k kazanan sen olan insan dır. Ama her Akıl, senin aklın olmak zorunda olmadığı gibi, her Benlik de sendeki "Ego" gibi davranmak zorunda değildir. Yine kendi eğilimlerimiz ile düşünürsek, yüz metre kare arsayı bir kilo metre kareye yükselttiğimizde, belki havamızdan başımız buludara değecek zannederiz. Ama b u bir zan olup eğer, den gesiz beslenmenin bir sonucu olarak kilo almamış isek, karşıki hemcinsimizin g ö z ü n d e bir gram değişiklik bile göstermeyiz. ^Hacimsel olarak şişme, dengesiz beslenmenin bir sonucu olarak bir ayktrt büyümeyi gösterdiği gibi, bencillik üzerine büyüme zanm da, yanhş bir düşünce kaynağından aykın büyüme olarak nasıl da kendini ele
kurulmuş
beslenmiş bir
veriyor...
Dünyasal çıkarcdığm felsefi temelde yükselen düşünce biçimlerinden varmaları beklenen akılcı sonuç; Alıiret hayatının var olabileceğine dair ve rilecek yüzde elli ihtimalin, insanlardaki harcamaların da ve yatırımların da ahirete de yüzde elli yatırım yapması gerekirken, var olmadığına dair yüzde yüz bir ihtimal olmadığı halde ve dünyanın geçici olup ölümle bitti ği kesin olarak bilinmesine rağmen, insanların yüzde yüz sadece dünyaya ihtimal verip, o şekilde yatırımlarını gerçekleştirmeleri yanlış değil midir? ihtimalleri eşit olarak saysak bile, dürüst insanlar olarak seçilmiş Uyarıcı lar gelmişler, bir tekrar dirilmenin bu hayat kadar gerçek olduğunu söyle mişler Bu yüzde elli ihtimalin fazlasıdır. Ama aynı insan, bir dünyasal yatırım yaparken kılı kırk yarabiliyor... Örneğin bir tesis kurarken aynı 135
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
şekilde düşünmemekte; tesisin hammaddeden uzaklığı, maliyeti, kaç sene kendini amorti edebileceği, hammaddenin devamlılığı, rakip firmaların du rumu, ürünün pazar payı vs gibi daha sayamadığımız birçok riski hesaba katar ve en küçük ihtimali bile değerlendirir. Üstelik hu tesisin başarırsız bir yatırıma dönüşmesi halinde, ne Cennet gibi bir ödülden mahrum kal ma, ne de Cehennem azabına maruz kalma gibi bir riski var. Bir yandan birkaç senelik bir hayat, diğer yandan ebedi bir hayat ve inanmamakla alı nan riskin ağırlığı... Üstelik inandıktan sonra kul hakkı hariç, ne ka dar çok günahı olsa bile af edilebilir gibi bir avantajı da var iken. Bu dahi ^İmanın birfedakârlık,
inkârın da bir bencillik temelinde yüksel
diğini göstermekle; inkâr ya da imanın keskin birer tercih olduğu, ikisinin bir arada yürüyemeyeceğigibi,
yaşam biçimine yansıyacak
olan tercihinde birbirinden tamamen ayn olan bu iki uç arasında bölünemeyeceğini gösterir. İnkârın akılcı düşünmemesinin sebebi akıl sız olmasında değil, yaptığı tercihtedir, iman, çıkarcılık üzerine bina edi lemez. Bir insan, ya imanı temel alır ya da inkârı.. Bu da inkârı, kendi akıllanyla tercih etmiş olmalarının bir belgesi olacaktır. Ne akıllarının ek sikliğinden ne de alabildiğine yararlanırken gösterdikleri sivri çıkarcılıkları nedeniyle derin aldanışlarından dolayı kimseyi suçlayamayacaklardır. Ge nellikle en sivrilerinin de dünyasal haşarının en üst sıralarında yer alışları nedeniyle yaşam biçimine de, gerçekte kendilerine olan büyük bir özgüven le devam etmişler. Aldanış gününde aldanmış olmak, o güne kadar doğru bildiğinde aldanmış olmaktır. Bir insan en çok doğru bildiği şeyde aldanabilir. Çünkü yanlış, kendisine göre yanlıştı ve denememişti. Yanlış olarak bildiği şeyi ise, kendi iradesiyle yanlq saymıştır, inkâr temelli bir yaşam hiçimi, ölüm sonrası için bir yatırımı göze alamaz. Ara sıra düşüncesinin bir köşesine takılsa bile, hazır olan ne varsa ondan alabildiğine yararlan ma, onun bu korkusunu kısa bir süre içinde bastırır. Tercihe değil, korku ya dayanan bir şüphe değişik hazlar ve penese gelen dünyasal basanlar gi bi oyalanma araçlarının çokluğu içinde kaybolup gider. 136
YERYÜZÜNDE VAROLUŞ
V a r o l m a k : Ya zamandan bağımsız M u t l a k ve Dolaysız bir Tanrısallıktır ki bu, bir zaman b o y u t u n d a n bağımsız bir Yara tıcıyı gösterecek, ya da Dolaylı varoluş (Yaratılma) dır. Dolay lı varoluş. M u t l a k İradenin zamana bağlı belli bir süreç içinde kaşıdı yaptırımıdır. Yani bir O l emri gibi, bir başlangıçtan (va rın var olma n e d e n i n d e n ) gelmektedir. Aksi halde, ya kendisi bir tanrılaşmaya gider, ya da yoktan var eden bir yaratıcısı yok sayılırken, kendiliğinden yoktan var olduğu sonucu çıkacaktır. ( B u n u , Tek Yaratıcı Tek Kâinat b ö l ü m ü n d e işledik) D e m e k ki; *Var ile Yok arasındaki Mutlak Değer farkı var olduğu sürece, eşyanın üzerindeki her türlü yaratıcılık izlerini yok saymak kaydı ile olsa bile, görünen bir varlık âlemi için sa hibi yok demlemez. Doğada bir canlı için Yaratılmış olma ile zaman içinde iç devinim, yaşam süreci içerisinde b ü y ü m e , olgunlaşma, toprağa d ö n ü ş iç içedir. Ç ü n k ü bir canlı bu sürecini yaşarken, dışarı dan bir müdahale olmadığı sürece, kendiliğinden süreci yarıda kesilmez, yaratılışı nasıl ise aynısıyla devam eder. Bir canlı d o ğar, b ü y ü r olgunlaşır ve yaşlanarak ölür. O n u n bu asgari süreci, doğarken öyle olmak üzeredir; "O, ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkartır"; doğa'nın döngüsünü açık ve öz hır hiçimde açıklamaktadır. Bu gerçeklik, her canlı ortamın ifa desi olduğundan, doğadaki her canlı ortamı ve ortamın her canlı birimi ni de açıklamaktadır En basit ve bir tek örnek verirsek; otçul hayvan ot
Yaratılış Felsefesi ve A y k ı r ı l ı k
yer. Dışkısı gübre olur, biçtiği otlara gübre olur, aynı otun tekrar gür ola rak yeşermesine katkı yapar. Ama bununla kalmaz; bu döngü, ottan ota dönüşümünü tamamlayana kadar milyonlarca organizmaya da beşiklik yapar. Ölüden dirinin, diriden ölünün çıkarılarak devam etmesi, her bir ölüden çıkan her bir diriyi de, her bir diriden çıkan her bir ölüyü de sağ layan hu döngü, yani uygun ortamda canlılık devinimi, başh başına top lam bir canlılıktır. Ama bu canlılık ortamı, tüm aykırılıkları içinde soğu ran bir disipline sahip olduğu sürece ancak bir düzenli döngüden söz edi lebilir. Bunun bir tek şartı var; o da, hu döngüdeki toplam sonucun, tesa düfe hak tanımış olmaması şartıdır. Yoksa tüm aykırılıklara ve dengesiz çoğalmalara açık hale gelmiş olacaktı. Eğer bu döngünün tesadüfi olabi leceğini hesaba katarsak, bu döngünün içerisinde var olabilecek her türlü aykırı büyümeyi de hesaba katmamız gerekecektir. Milyarlarca canlı içerisinde her bir canlının, tüm doğayı istila et me şansına sahip olduğunu düşünün... Ama her bir canlı, her bir dö nüşümde, bu aykırı büyüme fırsatına sahip iken, hiçbir canlının bunu hiçbir dönüşümde başaramadığım görüyoruz. Bu düzenli devamlılığın yorumuna, iki ayrı kabullenmeden yaklaşabiliriz. A) Her canlı için böyle bir istila fırsatı var olduğu halde, hiçbir canlı nın hu güne kadar böyle bir istilayı başaramadığı, ki bu; bizi tesadüfleri ortama dâhil ettiğimiz halde mutlak bir Yönlendiriciye götürecektir. B) Belli bir kulvarda, düzenli bir döngünün devamı için hiçbir can lının aşamadığı kuralların var olduğudur. Bu da bizi, aşılamayan bu kurallar için, bir Kural Koyucu'yu gerektirecektir. Ne (a) şıkkından, ne de (b) şıkkından hareket ederek varolan bu dü zenli dönüşüme tesadüf diyebiliriz. Materyalist felsefenin iddia etti ği gibi, "her şeyin çelişkisi kendi içindedir." denilebilir mi? Tabi; " O ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkartır" gibi çok apaçık ve anlaşılır bir ifadeyi illaki anlamak istemezsek, işi yokuşa sürersek, bu ya ratılma sanatının içerisine bazı sübjektif yaklaşımları katmak zo rundayız. Sadece her canlı için değil, başlı başına bir canlılık or138
Yeryüzünde
Varoluş
tamı olan doğa ortamı için de; " O n u n çelişkisi yine o n u n için dedir. Bu düzenli döngüyü sağlayan bu çelişkidir." diyerek İşin içinden sıyrılabiliriz. Yani ilkel toplumların kendi kendilerine uydurdukları bir tanrıyı doğaya kazandırmış oluruz. H e r şeyin çelişkisinin kendi içerisinde olması ne demektir... H e r canlının içinde iki usta vardır. Biri yapıcı diğeri ise yıkıcıdır. Bir canlı sürecini devam ettirir iken olgunlaşana kadar, yani zir veye çıkana kadar yapıcı usta güçlüdür. Olgunlaşmasını tamam ladıktan sonra bu yapıcı usta yoruluyor ve üstünlük yıkıcı ustanın eline geçiyor. Bu yıkıcı usta, o canlı ile beraber kendini de öldüre ne kadar çalışmaktadır. Ama bu yapıcı ustanın henüz güçlü iken neden bu yıkıcı ustanın da işini bitirmediğini yazmıyor. Böylelik le düzenli bir döngünün devamını, iki hayali ustaya teslim etmiş oluyor. Ama buna hayali demiyor, bilimsel diyor. Bu ustalara aynı zamanda bilinçli ustalardır da diyemiyoruz. Yani kendi ustasıdır ama kendisinin bilinçsiz ustasıdır. Materyalist felsefe belli bir for masyondaki öyle yarattimn yerine başka bir şeyi koyduğu zaman, o î M bilinçsiz demek zorunda kalmıştır. O n u n bu zorunluluğu, "bilinç maddeyi yaratmadı, madde bilinci yarattı" diyerek evren sel bir Bilinci peşinen inkârından gelmektedir.. "Canlı hir varlığın içini açıp baktığımızda
Yaratıcıyı içinde göremediğimiz gibi, içinde
yapıcı ve yıkıcı ustaları da göremeyiz. İçinde göreceğimiz şey bilinç gerektiren canlılıktaki
döngüyü sağlayan sanattır. Bir yandan o
canlının bir Yaratıcısını inkâr etmek için; hani içinde Allah'ı göre miyorum" diyebiliyor. (Bum söyler iken hiçbir sanatçının kendisine ait olan sanat eserinin içinde aranamayacağmın bilincinde olarak söylediğini, ama bu gerekliliği göz ardı ettiğini kabul ediyoruz. Zaten kişi bu-gerekliliğin bilincinde değilse, tamamen delirmiş demektir.) Öbür yandan; içinde bilinç gerektiren sanattan başka hiçbir şeyi göremeyeceği o canlının içine, kendisi ve çelişkisi olmak üzere, bir değil; kendisinin
ürettiği
iki tane bilinçsiz sübjektif kişilik koyar ve bunları, kendisi ve çeliş-
139
Yaratılış Felsefesi ve A y k ı r ı l ı k
kisi olarak ifade eder. (bu kendisi o gördüğümüz kendisi gibi değil, mücadeleci bir ego gibi görmeye çalışır. Dolayısıyla o ifade etme ye çalıştığı kendisi de o bildiğimiz kendisi değil, sübjektif olan bir kendisine dönüştürür. Bu objektif olan kendisini sübjektife çevir me çabasına da bilimsel! diyebiliyor.) Doğada her canlının toprakla hava ile ve diğer canlılarla sa vaştığı yetmiyormuş, meğerse yaşamı süresince kendi kendi siyle de savaşıyormuş. H e r canlı için Bir T e k Bilinç kabul edi lir iken bilimsel o l m u y o r da, iki tane bilinçsiz kabul edilir iken bilimsel oluyormuş. Arkadaşım sen ş u n u daha açık konuşsana: "Ben ne olursa olsun bir Yaratıcıdan kaçıyorum ve b u n u n için de k e n d i m e başka ustalar dâhil olmak üzere h e r yolu bir sığı nak olarak kullanıyorum" desene!.. Materyalist bakış, gerçekte çözümleyemediği, ama içine mahkum ol duğu kendi ruh halini her eşyanın iman ve inkâr uçlarındaki ikili yo rumunun, iki sübjektif elemanı olarak, canlının içinde bir halüsinasyon olarak görmeye başlamıştır. Materyalist birbakq ile iblis, bir yıkıcı usta olarak ancak bu şekilde, her şeyde çok güzel yerine oturmuş oluyor. B u na bir espri mi diyelim, yoksa bir çıkmazın içine hapis o l m u ş bir r u h halinin ifadesi olarak mı kabul edelim... *E§ya da Y a r a t ı c ı n ı n sanat i z l e r i n i g ö r m e k i s t e m e y e n b i r y o r u m l a m a b i ç i m i n i n nasıl da aynı eşya d a bir h a l ü s i n a s y o n a s a p l a n d ı ğ ı n ı g ö r m e k t e y i z . G ü y a b u bakış açısı m a d d i e v r e n i ç o k iyi a n a l i z e t m i ş o b j e k t i f bir bakış açı sıdır da a d ı n ı Materyalizm! Canlılık
O l a r a k seçmiştir.
döngüsüne yerleştirilen
çelişki saplantısının
kay
nağı: Bu saplantının temeli, genel olarak herhangi bir şey(öznel ya da nesnel) ile ilgili herhangi bir sorunun cevabının yine soru ile beraber varlığından kaynaklanmaktadır.
Tabi ki bir şey hakkında var olan bir
sorunun çözümü doğal olarak yine o şeye hakkında var olan bir çözüm den geçecektir. O çözüm o şeyin hakkında değil ise, nasıl cevap olabile140
Yeryüzünde
Varoluş
çektir ki... Hamuru olduğu gibi yiyemiyorsak, tabiî ki firmda pişirme nin yollarım ararız. Hamurun olduğu gibi yenir iken çıkaracağı sorun ile ekmek olarak yenirken varılacak çözüm, doğal olarak aynı şey (ha mur) ile birebir ilgili olacaktır Bunun bilinemeyecek hangi yanı var! Bir konu da insanlar arası bir anlaşmazlıktan dolayı bir çatışma varsa ve bu bir sorun ise bunun çözümü, o anlaşmazlığa neden olan şeyin çö zümünden geçecektir. Çözümü ilgisiz bir şeyde aramak mı gerekecek tir Eşya da durum böyle iken, her zorun kolay hale getirilmesi ise, yi ne o e^a ile birebir ilgili bir çözüm kesinlikle bir bilinci gerektirecektir. Hamuru yenecek hale getirirken bulduğumuz çözüm, hamurun yapısı ile yani ateşte pişirilebilirliği ite birebir bağlantılıdır; bu doğrudur Ya ni sorun ve çözümü tıamurta birebir bağlantılıdır. Ama bu ateş hamu run dışında ve pişme miktarını da biz ayarlıyoruz. Eğer bunu, hamu run içindeki bizimle olan çelişkisi olarak algılarsak, bizim ve hamu run dışında olan ateşi, pişirme ayarını, nereye koymamız gerekecektir. Üstelik hamurun içinde kaç tane çelişki aramak gerekecektir. Örneğin hamura sinirlenip fazla yakarak kömür haline getirmek suretiyle ha murdan intikam almış olma da bu çelişkilerden bir tanesinin çözümü olacaktır. *Hamur için bulduğumuz ğumuz,
kendimize
bu yol, bilincimiz
ile buldu
uygun hale getirme yolu olduğu apaçık orta
dadır ve bu yol ya da bu çözüm; hamurun bize karşı bir ters du ruşunu değil, yani bizimle ya da kendisi ile olan bir değil, bilincimizle olan bir malzemenin
imleyerek yararlanmak
çelişkisini
için bize uygun halde
duruşunu ifade etmektedir. Keza hamuru iş
leyerek değişik lezzetlerde çeşit üretmemiz bunların her birinin bilinçle bulunmuş değişik yararlanma çeşitleri olduğunu daha iyi gösterecektir. Şimdi bu çeşitlerin her birine bakarak * ya hamuru ve bu hamurun buğday bitkisini bizim için bu kadar uygun yaratmış bir Yaratı cıyı düşünürüz; ya da bunu yapmazsak hamur ile bizim aramızdaki
bu yemeklerin
çelişkilerden bir tanesinin
her birini çözümü
olarak görmek zorunda kalacağız. Hamuru bize karşı yenilmiş hir
141
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
hasım, kendimizi de hu mücadelede hamurdan çıkardığımız çeşit sayı sınca zafer kazanmış bir kahraman olarak görmek, bir
psikopatltktan
başka bir şey olmayacaktır. Materyalist bir bakış açısı için bu da yetme yecek, mücadele teorisini bir de hamur için devreye sokmamız gereke cektir. Bunu yapar iken hamurun bize olan tüm işlenebilir uygunlu ğunu görmezden gelerek, bu hamurun var olan tüm gücü ile bize karşı direndiğini, ama sonuçta yenilerek bize hizmet etmek zorunda kaldığı nı da kabul etmek zorunda kalacağız. Eşyaya karşı yararlanma adına hu tip bir bakış açısının, her şeyden ödünsüz bir duruşla faydalanmak isteyen bir bilincin bilinçaltı kazıntısı olarak tahmin etmek zor değildir. Böylelikle bir Yaratmdan kaçar iken nasıl da bir psikopatlık
zeminine
kayabileceğimizi daha iyi görmüş oluyoruz. B i l i n ç l i d e ( i n s a n d a ) Yaratılış Bilinç sahibi bir yaratılmış için belli bir zaman dilimi için de yok oluş korkusu, tükeniş çekincesi olmasaydı, bu d u r u m da kendisinde t ü r e m e dürtüsü de olmazdı. Ç ü n k ü ; T ü r e m e ve yenilenme, öncekinin bir tarafa itilip yok sayılması korkusuy la ancak t ü r e m e k istemiş kişide ö n e m ve anlam kazanır. Bu da bihnçli bir varlık olan insanda, devamlılık arzusunun (Ebediye tin) ne kadar derinde o l d u ğ u n u gösterir. Bilinçli bir varlık olan her insanda olduğuna göre, ö l ü m sonrası bir hayata inanma yanda dahi bir devamlılık a r z u s u n u n var o l d u ğ u n u göstermek tedir. Ama burada materyalist felsefenin gördüğü gibi bilinçli bir tükeniş korkusu, süreçteki şardarı yaratmaz. Hazır malze m e üzerinde, sadece süreci başlatma yaptırımının aracıdır. (Bu tükeniş korkusu dünyasal yaşam temelinde bilinç sahibi olan insan için ölümlülüğün farkında olmaktır.) B u tükeniş çekincesini destekleyen ve türeme işleminde ikin ci bir ayağı oluşturan sevgi (yavru sevgisi), bir sonraki neslin ol142
Yeryüzünde
Varoluş
gunlaşana kadar korunmasını da sağlamaktadır.. Arada seksü el dürtü, aşk vb ise bu işi bir angarya olmaktan çıkaran birer ka talizördür. Bilinçli bir varlık olan insan için bu tükeniş korkusu ile sevginin bir arada oluşu göz ardı edilerek türeme amacına yaklaşılamaz. (D) Aksi halde bilinçli bir varlık iken amaçsız bir çoğalma kulvarında devinen, h a b i s bir çoğalma olup, bizzat kendisiyle sa vaşan, öncesini türetmediği gibi sonrasını da önemsemeyen bir yok oluş süreci olarak algılanması gerekecektir. (Canlı için böyle bir süreç, bilinç adına bir türeme ve yenilenme süreci olmayıp, ancak adına kanser dediğimiz vakalarda görülebilecek bir tükeniş tir. Materyalist bir bakış ile olaya sadece bir mücadele olarak bak tığımızda canlıların da böyle bir habis çoğalmaya yönelebileceği ni ihtimalini de d ü ş ü n m e k zorundayız ki, dolaylı var oluşun dü zenli bir devamidtk arzusuyla çelişmektedir. Materyalist felsefenin "her şeyin çelişkisi kendi içindedir." Savı, ancak özel bir d u r u m olup, habis çoğalmalar için geçerli olabilir. Yine içinde bir çelişki si vardır diyemeyiz. Ancak düzensiz bir çoğalma diyebiliriz. Yani kanser gibi vakalarda organ bozulur, belli bir bozulmadan son ra bu bozulum, başka organlara da sıçramakta, en sonunda ken di yaşam alanını daralmğı için, kendi yaşam alanın sıfırlanmasıyla kendi sürecini de sonlandırmış olmaktadır... T ü r e m e d e canlının iç deviniminin odak noktası, bizzat kendisinin değil, kendinden olanın devamlılığıdır. Neslinin devamlılığı ise, daha m ü k e m m e lin üretilmesi amacına değil, aynı türün periyodu temeline yas lanmaktadır, (iddia edildiği gibi eğer canlılarda sıfırdan m ü k e m melliğe doğru işlem olsa idi, aynı türlere ait ama birbirinden da ha değişik milyonlarca fosil çeşidi bulunması gerekirdi.) Şu hal de canlılardaki söz konusu b u devinim, ne daha mükemmelliğe, ne de daha ilkelliğe doğrudur. Sadece aynı türün aynı kurallarla yenilenme gereksinimi olup, adına türeme diyoruz. T ü r e m e n i n
143
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
ben ile bağlantılı bir tükeniş korkusuyla birlikte bir sevgiye dayan ması, türeme için mutlak bir devamlılığı sağlamaktadır. Eğer tü keniş korkusu olmasaydı, salt sevgi için herkes çocuk yapmazdı. Özellikle zalimler için ölümlüğün farkında olmak var iken ken dilerinden sonra b ü t ü n dünyanın yok olması bile kendileri için bir şey ifade etmeyecekti. T ü r e m e d e her şeyin kendi devamlılığı nı şiddetle arzulayacağı gibi zalimlerin de, kendi zalimliklerinin devamını hatta katılaşma oranlarında herkesten daha çok arzulayacakları bellidir. *Sevgi ile bencillik hemcinsler için ters kutuplarda durmalarına karşın türemede ikisi aym
kulvardadır.
Yalnız burada saydığımız t ü m nedenler, t ü r e m e d e temel teşkil edecek olan iki şeyin yan yana gelmesi için araçlardır. Bu iki şey birbirine uygun yaraülmış olarak oluşurlar iken, ne t ü r e m e d ü r t ü s ü n e bağlı olarak gelişirler, ne yok oluş korkusu, ne de kendisinden türeyecek olana karşı sevgiye... ( D 4 ) B u r a d a Evrensel Bilincin Ebedi olduğu için,
Yaratılı
şın yok oluş korkusu tükeniş çekincesi gibi bir amaca
dayanma
yacağı, buna ihtiyacı olmayacağı, dolayısıyla
amacının
sadece Sevgiye dayandığı sonucu da
Yaratılış
çıkmaktadır.
Yaratıcı D ü ş ü n c e , D o l a y l ı v a r o l u ş u n c a n l ı l a r d a k i b u yenilenme (türeme) amaçlı deviniminin kumanda mer kezini üç şekilde oluşturmuştur. 1. Bilinç sahibinde (insanda); Birinci D ü ş ü n c e yoluyla öz ne'nin devamlıhk arzusu ve t ü r e m e dürtüsü. Bu aynı zamanda bilinçli iradenin beyin aracılığıyla canlı doku üzerindeki yaptırı mına dönüşür., insanlarda herhangi bir canlının yavrusuna karşı sevgi belli bir dozda zaten vardır. Ama yinede bu yavrular içinde en fazla kendinden olanı tercih eder. Bu fazlalık doğrudan, ken disinde var olan tükeniş korkusuna karşı bir direnme bir tesellisidir. Ama b u n u materyalist bir bakış ile açıklayamayız. Ç ü n k ü 144
Yeryüzünde
Varoluş
kullanılan malzemenin oluşumunda insan iradesinin hiçbir kat kısı yoktur. Kendi iradesiyle, ne bir dişi kendi yumurtasını, ne de bir erkek kendi spermini yapabilir. Birbirinden ayrı ortamlarda var olan bu iki şey birbirine mutlak uygunluk içerisinde ve kendi irademizden bağımsız olarak olgunlaşırlar. Birbirine mutlak uy gunluk içerisinde bu iki şeyin yan yana gelip bir tek şeye (başka bir insana dönüşmesi) için nedenler var edilmiştir. Bu nedenler bizi, birbirine uygun halde duran o iki şeyi yan yana getirmeye doğru sürükler. Burada yapılan şey sadece bir sürüklenmedir. D e m e k ki bilincin buradaki yaptırımı yapma; icat etme değil, var olan bir şeyleri bir araya getirerek sürecini sağlamadır. T ı p kı doğadan her türlü yararlanmayı yaparken kendimize daha uy gun hale getirme yollarını bilincimizle bulur iken bir yaratmada bulunmadığımız sadece uygun malzemeleri yan yana getirdiği miz gibi... Eğer kendi irademiz dışındaki bu oluşumu kendimi ze tesHm edersek, bilincimize değil seksüel d ü r t ü m ü z e , tükeniş çekincemize teslim etmiş oluruz ki bu, dürtüleri çekinceleri bi lincin ö n ü n e çıkararak bilincin bile farkında olmadığı ve algılaya madığı bir o l u ş u m u n , dürtüler ve çekincelere teslim edilmesidir. Dürtüler ve çekinceler ise, bizim o anda ya da geleceğe ait arzula rımızdan ibarettirler. Böyle bir yorumlamanın ben
katılaşmasın
da bir kendinde yorumlama olduğu apaçık ortadadır. 2. Hayvanda; Bilinç altına yerleştirme yoluyla yarı otomatik şekliyle.. Aynı şekilde bilinçaltının canlı yaptırımıdır. Peki, bilin cin bile farkında olmadığı bir oluşumun, bir hazır malzemenin, bilinçaltı nasıl farkında olur? İnsan ve hayvanlar da dâhil olmak üzere karşı cinse yaklaşımı sağlayan nedenlerin türeme için sade ce bir araç oldukları apaçık ortadadır. Nedenlerle türeme işlemi değil, türemenin sağlamış olan kişisel amacı ancak açıklanabilir. 145
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
3. Bitkilerde ve her canlı dokuda tamamen otomatize olmuş şekliyle. Merkezinde bir bilinç ya da bilinçaltı iradesi olmadan, tamamen kendisinde şifrelenmiş olarak ve dışarıdan bir habis müdahale olmadığı sürece ayarlanmış bir saat gibi çalışan, amacı dışına da çıkmayan kesintisiz bir döngü olarak! (Bitkinin t o h u m u , kendisine uygun gelen ortamı bulunca
filizlenir,
filizlenme
si için tek şart, bu uygun ortamdır.) D o ğ r u d a n y a p t ı r ı m . Bu üç ayrı tür yaptırımın eylemsel açıdan farklı, ama canlı üzerindeki etkilerinin (yeniletme, tü retme) genel amaç (kesintisiz ama habis olmayan bir çoğalma nın sağlanması) açısından iç devinim sonuçları bize öncelikle; *a) İradenin Tek oluşunun
gösterir.
b) İnsandaki bilinçli kararın, hayvandaki bilinçaltının, otomatizenin
bitkisel
arasındaki amaç uyumunun birebir örtüşmesi
(sü
rekli bir döngünün sağlanması), yani tümünün sonuçta insanların yaran için var olmalan. Mutlak Düşüncenin görkemli bir gösteri sidir. Ama yüzeysel bir bakış ile, bu üç tür türeme biçiminin bir birlerini sonuç vermiş olan, birbirlerini türetmiş olan devamlar ola bileceği saplantısına da kapı açıktır. Üzerinde biraz düşününce basit şeyler olarak görülmelerinin nedeni, gerçekte çok mükemmel işleyişlerindedir. Bu alabildiğine pratiklik; basitlik olarak değerlendirilebilir mi.. . Bir eşya sesiz kaldığı sürece, o eşyanın kökeni konusunda her türlü yakıştırma yapılabilir. (Görmeden İnanma Şartı Var Olduğu İçin) Bu, kendini savunma hakkına sahip olmayan bir mahkûma karşı, her türlü suçlamayı yapmaktan farksızdır. Eğer karşımızda duran eşya, kendisin den başka hiçbir şeye hizmet etmiş olmasa idi, onların var olma nedenle rine aklımıza gelen bir şeyi bir yakıştırmakta bir nebze hakkımız olurdu. Ama böyle değildir. Kendisinden, işlenebilir uygunluğundan yararlana madığımız hiçbir cadı yok iken, bütün bu yararlanmaları bir tarafa ata rak görmezden gelebilir miyiz! 146
RUH
Yukarıda, canlılar için türemenin; bir hazır malzemenin yan yana getirilme olduğunu, yani bu işlemin adının "yaratmak anla mında yapmak" olamayacağı gibi, bu yan yana gelişin arasına in sanda bilinç iradesi, hayvanda bilinçaltı iradesi girdiği için, kendi kendine oluş da olamayacağı açıktır. Yaratıcının Sanatını görmez den gelen bakış açısı, canlının içine çelişki yerleştirmişdr. Canlı nın içinde, hiçbir zaman göremeyeceği çelişkiyi yerleştiren mater yalist anlayış, sıra r u h kavramına gelince inkâr etmektedir. Ego'yu görmediği halde kabul edebiliyor... Farkında olamama sadece tü remede değil, biyolojimizin her devinimi için de geçerlidir. Ken di kendini bu kadar geliştirme iradesine sahip olan bir bilincin her an yağdırdığı emirlerin neden farkında değiliz? Kalbimizi, mide mizi, ciğerlerimizi, kendi irademizle, biz mi çalıştırıyoruz! M a teryalist bir bakışla; bunları sıfırdan yükselterek mükemmelleştir miş olan irade, neden bunların farkında değildir... Bir bozulma nın farkına, ancak bir ağrı ile varıyoruz. Ağrı ile farkına varmak, kendi kendisinde olup bitenlerin bilincinde olmak değildir. Ken di kendisinin artık doğru çalışmadığının ağrı vasıtasıyla farkına varmaktır. Doktora baş vurmamız, var olan biyolojimiz ile kendi kendimizden bir şeyi anlamadığımız demek değil midir! Oysa sı fırdan gelerek kendi kendini oluşturma mı daha zor, yoksa bu be ceriyi göstermiş iken kendisinin farkında olmak mı? Kendi ken dini yapan; neden kendi arızasının farkında olmasın... R u h yok mu? N e d e n ruh diye bir şeyin farkında değiliz. B u n u n farkında olamayışımız, bizi r u h u n inkârına götürebilir mi... Beyin her an 147
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
binlerce emir verir, vücudun her bir organma, her bir dokusuna; biz b u n u n da farkında olmadığımız halde, bilincin vücut üzerinde bir hâkimiyeti olduğunu biliyoruz. Beyinin kütlesi maddi olduğu için b u n u araştırarak ortaya çıkarabiliyoruz. Hissetmeyiz emirleri ni ama, hissetmediğimiz halde beynin böyle bir fonksiyonu oldu ğunu biliyoruz... Bu hissetmediğimiz bir şeyin, bizim biz olmaya neden olurken bile farkında olmadığımız anlamına gelmiyor mu. Sonuçta vücudumuzda bir çok devinim var ve biz onların farkın da değiliz. Hissetmiyoruz. Doktora gidip de film çekip, gözlerin gördüğün halde ya da gözlerinle gördüğün parmak uçlarının için deki devinimlerin farkında olmadığın halde. R u h denilen bir şe yi hissetmediğim için inanmıyorum diyemezsin; her an her insa nın içinde, organ işleyişi olarak binlerce, hatta milyonlarca fırtına koptuğu halde ve bunların tümü maddi olan organların birbirileriyle organizasyonları olduğu halde, bu devinimlerin farkında de ğiliz ama bu, bizi onları inkâr etmeye götürmemektedir. D e m e k ki madde bazında bile hissetmediğimiz halde varlığını mudak bir şekilde kabul ettiğimiz şeyler vardır. Bu; Hissetmemenin inkâra gerekçe olamayacağını göstermektedir. Maddeyi tabi ki görebilir sin ama gördüğün halde işte hissedemiyorsun. Bu maddi küdeni dahi hissetmediğin ortada değil m i . . . R u h u n gözle görünen bir şey olduğunu iddia eden bir kimse zaten yoktur. Başta senin karar merkezin beyin olduğu halde ve t ü m vücudun bir madde k ü d e si olduğu halde devinimlerini hissetmediğin bir k e n d i n var iken, R u h ' u n farkında olunmadığı için inkârı olanaklı değildir.
Lisan-ı H a l ( O l d u ğ u Gibisi) Sürecimiz içinde bize hizmet eden doğa ve içindeki her türlü canlı için istediğimiz yahşnrmayı yapmaya h a k b m ı z var mı.. .Bal tatlıdır. Kavun güzeldir. Ekmek açlığımı gideriyor. N a r ekşidir, Balık eti lezzetlidir... Yararlanır iken m e r k e z d e , b i z i m çıkar148
Ruh
larımızdır. A m a eşyanın varoluş n e d e n i n i n k ö k e n i n e iner k e n m e r k e z , kendi k e n d i n e oluş olabilir mi! Eşyayı o l d u ğ u gibisi ile anlamlandırma; Olduğu gibisi, kendisinin kendisiyle olan ilintisi ile beraber, kendisindeki toplam sonucun bilinç ile olan t ü m ilintisini de kapsar. Olduğu gibisi, İnsanı Yaratıcısına gö türecek insan bilinci ile t ü m Varlık Âlemi arasında bir anlaşma di lidir. Doğada var olan canlı varlıklarda bu dil, daha derindir. Eşya daki ilk dikkat çekici anlam, yüzeysel olan kısmıdır. Bu yönünün öne çıkmasının nedeni, doğrudan eğilimlerimize seslenmiş olma sıdır. Bal ve damağımızda bıraktığı tat, gül ve burnumuzda bırak tığı koku, karpuz ve sulu tadı, balık ve lezzetli eti, ağaç ve oksijeni, meyvesi ya da kerestesi v b . . . Bu şekilde eğilimlerimize seslenirler ken, anlamlandırmada derinliğe inmemiz için bize bir kapı açmaktalar. Bize uyumlu olan bu canlı ve cansız varlıklardan canlı olan ları, aynı zamanda doğadaki döngünün de birer parçası iken, can sızları bu döngünün devamı için uygun zemindirler. Doğadaki canlüann bizimle olan ilintileri, döngülerinin periyodik sonuçlan olarak kendi yararlarından çok bizim yararımızı işlemektedir. Onların bir yararı varsa eğer bu döngü içerisinde devamlılıklarını sağlamalarıdır. Bu da; Onlardan kesintisiz yararlanmamızı sağladığından sonuçta bizim yararımızı işlemektedir, ilk bakışta sağladıkları kolaylıklar, verdik leri zevkler, tadar; duyduğumuz bir ses gibi dikkatimizi çeker, d ü şüncemizde bir kapı açar, ne için var oldukları sorusunun cevabı ise, onların her birinden sağladığımız toplam yararlanmanın içinde saklıdır. Bir örnek olarak şöyle ki; Bir karpuz bitkisinin karpuzu yaparken sadece kendi çıkarlarını gözetmesi halinde çekirdekleri o kadar küçük iken, ü r ü n ü n ü sulu ve kocaman yapmasında, hele da mak tadına hitap eönesinde, kendisinin hiçbir yaran olmadığı hal de, kesilip yenecek bir şey olması da kendi başına düşmanları m u sallat ediyor demektir. Kendisi için varolup, kendisi için çalışıyor ise bu sonuç, büyük bir taktiksel hata olur. Üstelik bu taktiksel ha-
149
Yaratılış Felsefesi ve A y k ı r ı l ı k
tayı yerine getirdikten sonra başka bir amacı kalmıyor ve dalı koru yor. Toplam sonucu bir top karpuz olan bu bitkinin kabuğunu hayvanlar, içini insanlar, kendisinin devamı için yaptığı çekirdekle rin tohumluk miktarı hariç gerisini de, başta insanlar olmak üzere başka canlılar yiyor. H e r şeye rağmen bir fazlalığı kaldıysa çürüyüp gübre oluyor. Karpuz bitkisinin vardığı bu sonuca da hayat m ü cadelesi diyeceğiz! Eğer bu bir hayat mücadelesi ise, çok aptalca bir mücadeledir. Bu sonuç sadece karpuzun vardığı sonuç değil, Kendi k e n d i n e oluş'u temel olarak alırsak. Gıda namına işlev gö ren bütün canlılar böyle birer aptalca sonuç için çalışmış olacaklar. Ekiyoruz, biçiyoruz, yiyoruz ve buna yararlanma demiyor, onların namına ahkâm kesiyoruz, hayat mücadelesi diyoruz. Ekilebilir, biçilebilir ve yenebilir zorunlulukları nereden kaynaklanıyor. Eğer kendileri için var olup, kendi kendileri için süreçlerini tamamlı yorlar ise, toplam sonuçları bizimle ve diğer canlılarla ters, kendi leriyle doğru yönde olmaları gerekmektedir. Oysa ölürler iken bi le, cesetlerini de hayvan yemi ya da yakacak olarak kullanmak su retiyle, son kırıntısına kadar yararlanmaktayız. Kendisi için toplam sonuç bize yararlı olmak ise, gerçekte konuştuğu dil kendi adına de ğil. Başkasının adına çok açık bir dildir. Kendi haliyle "Ben bu ka dar zorluğa senin için katlanıyorum. Ben senin için varım. Çünkü senin görevin beni yemek. Ama beni yer iken beni ve seni Yarata nı tanımak... Bu arada seni kendimden yararlandırmamın devamı için, kendimi de devam ettirmem gerekiyor. Neslimin devamı için arta kalan tohumluklarım da zayi olmaz. O n u da sen afiyet ile ye, bu bana yüklenmiş olan görevim. Kendim için çalışmış olsa idim, başka bir canlıya hizmet etmek neme lazım... Hele senin gibi bizim ekibin dışında çalışan (doğaya hiçbir katkısı olmayan) biri için tam da damağına uygun hale gelmek neme lazım. Bir karpuz olarak kö tü emsallerim de vardır. Bu kötü karpuzlardan bir şu dersi çıkar man gerekir; Kendi hesabımıza çalışmış olsaydık hepimiz kötü
150
Ruh
karpuzlar olabilirdik. Hatta zehirli, öldürücü olabilirdik. Gerçi baş ka ailelerden zehirli arkadaşlarımız vardır ama onlardan da başka bir şekilde yaralanabiliyorsun. Sağlığın için eczanelerde satılan ilaç ların kökeni, o arkadaşlarımızın ürettiği zehirli ürünlere dayanıyor. Sana düşen sana verilmiş akılla gıdayı ve ilacı birbirinden ayırmak. Bizde bazı kişilerin iddia ettiği gibi acımasızlık yok! Dört dörtlük hizmet vardır. Herkes görevini yapmaya çalışıyor. B u senin raha tının devamı için, kesintisiz bir yaşama ortamının sağlan mış olması için, h e p i m i z i n varlığının d e v a m ı n ı n şartı da buna bağlı o l d u ğ u için b u h i z m e t e g ö b e ğ i m i z d e n bağlıyız. Ben görevimi yapıyorum. Sen ise belirli bir süreye kadar görevini yapıp yapmamakta serbest bırabimışsın. Bu beni ilgilendirmez. Benim görevim seni doyurmak. Sessiz sedasız çalışıyorum diye sa kın beni yanlış anlama. Ben bedava değilim. Benim hizmetimin bir bedeli muhakkak olacaktır. Ama bu bedeli bana değil, beni senin için bu denli uygun şekilde yaratana ödeyeceksin. Aslında beni ma navdan alırken ödediğin fiyattan hiçbir şeyin bedava olmayacağı konusunda yeterli bir ders çıkarman gerekir. Bir gün benden kop ya çekip laboratuarda benzerimi yaparsan, belki çok büyük bir pa raya mal olur sana bu kopya. O zaman benim bedava olmayabile ceğimi belki daha iyi düşünürsün. Çok fazla çalışırsan belki ben den daha kocaman olanını da yaparsın. Ç ü n k ü sana verilen ve bil gi birikimi yapabilen a b l bende yok... Paralan demet yapıp biriktirme;>a bildiğin gibi, bilgileri demet yapıp saklayabiliyorsun. Ama böbürlenip de s a b n yaratıcı havalarına girme! Çünkü sen ne ya parsan yap sonuçta bizim büyük evden (doğadan) kopya çekmiş olan bir taklitçisin ve bu taklitçiliği, birebir malzemenin uygunlu ğundan yararlanarak yapabiliyorsun. Beni ve benden iyisini yapa cak malzeme ve ortam olmasa idi sen ne yapabilirdin?.. Benzerimi yapman, sana beni de, seni de Yaratanı tabit etme hakbnı vermez. Çünkü, benim biricik görevimdir sana hizmet etmek. Aklını kul-
151
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
lanırsan doğal olaraksana daha iyisini bulma yolunda yardımcı ol mak şeklinde de hizmet etmiş olurum. Beni böyle görmekte ya da sadece sana hizmet eden bir enayi gibi görmekte de serbestsin. Da yatmaya yetkim yok, çünkü sen hayatın süresince ben de dâhil ol mak üzere çevrendeki her şeyi istediğin şekilde yorumlamakta mudak özgürsün. Haydi iyi lezzetler. Güle gülee.." Bir örnek ola rak Karpuzu bu kadar okumak yeter sanınm. Doğada bir tek dön günün her bir elemanı en az bu kadar konuşabilir. Ama anlamak isteyene... "Kendi kendine oluş", Yaratıcı'ya karşı bir nankörlük felsefesidir. Çatışma üzerine kurulmuş hangi organizasyon, kendi sinin dışındakinin çıkarlarıyla ile konuşur. İnsanın kendisi doğaya olan bakış açısını yalanlamaktadır. Egosu olan insan, bu egosu doğ rultusunda kararlar alırken sadece kendini gözetir. Bir diğer canlı nın da mücadelesinde öncelikle kendini gözetmesi gerekirdi. Ama böyle değildir. Toplam sonuçları kendilerinden çok bize yaramak tadır. Materyalist bir bakışla; Biz açıkgöz, bizim dışımızdaki her şeyde enayidir. Doğaya bakarken kendimizi birer açıkgöz, doğanın da bütün elemanlarını enayi yerine koymaktayız. Burada şöyle bir sav ileriye sürülebilir mi: "Çelişki ya da lisan-ı hal, nefark eder Sen materyalizmin yüklediği bir anlamı kaldırıyor, yerine başka bir anlamı yüklüyorsun", denilebilir mi... *Burada açıklanan lisan-t hal, ki şinin kendisinden üretimi değil, bir canlı ya da cansız varlığ m bilinçli bir canlı varlık olan insan ile ilintisidir. V e b u ilinti, objektif o l a n bağı ve s o m u t s o n u c u n u da belirler... C a n i m i n içinde var o l d u ğ u sayılan ve hiçbir z a m a n görül m e y e c e k o l a n çelişki gibi değildir. B i z e yapılan h i z m e t apa çık ortadadır. B u n u g ö r m e k için ayrıca anlam yüklemeye gerek yoktur. B u h i z m e t i g ö r e m e m e k bir eksikliktir. İblisin, sanatın inkârını bütün varlık âleminin önünde yapmış olması, on ları bu manipülasyona şahit göstermesi anlamına geliyor. Materya list felsefenin, bir felsefe olarak varlık âleminin üzerinde kurulmuş 152
Ruh
olması ile kainattaki ve tabiattaki her eşyanın, içindeki sanatı ma nipüle ederek bir felsefe geliştirmiş olması, her eşya içindeki sanatıy la bir tek Yaratıcıyı gösterir iken onlara "kendi kendine oluş"u ya kıştırması bütün varlık âlemi şahit iken şahitliklerinin reddi anla mına geliyor. Bu ret bir duruş olarak aym olmasına rağmen içerik olarak aym değildir tabi ki şeytanın duruşu sadece kibirden ibaret içi boş bir duruş iken, insanoğlu ciltlerle dolu saptırmalarda
bulunmuş
tur. "Milyonlarca sene içinde oldu" demek; bu hayal ötesi zannı zamana yayarak akla yakın hale getirmedir. Adatmaların hepsi, bir varmış bir yokmuş ile başlamaktadır. Oportünizmdeki süreçlerin de Yaratıcısı olmaya özenmenin kendi kendine oluş felsefesi şeklinde ki yansıması, ancak böyle olur. Değişmeyen şey, uydurma tarih yazma eğilimidir. Yaratılışa bu gömlek dar gelse de, isteyen istediği şekilde anlamakta özgürdür. Hatta tam tersi kendi zannını gerçek sanıp. Apaçık Uyarılara; "bir varmış bir yokmuş" demek de sınanmada mutlak özgürlüğün gereği olarak isteğe kalmıştır. Gördüğüme inanı rım demek hiç iman olur mu!.. Temelde haktan yana değil, güçten yana olan tercihe dayanmaktadır. Bu ancak kabul etme zorunlulu ğu olur. Mutlak bir güç olarak göründükten sonra inanmışsın ya da inanmamışsın ne fark eder. Bu ancak senin her şeye evet deme ne neden olur... Kaldı ki Kendi Katında böyle bir M u d a k Hâkimiyet zaten vardır. Cansız varlıklarda durumfarksızdır. Hatta da ha da bir vahşice saldırmaya müsaittir. Biz bir ormanı yok ederken hiç ol mazsa bizi çorak bırakarak, oksijensiz bırakarak tepkisini ortaya koymak tadır. Ya har vurup harman savurduğumuz cansız kaynaklar... Çevre mizde olan her şey, neden bir veya birçok yönleriyle bize hizmet ediyor... Bunların böyle olmalan için bir zorunluluk yok ki. Her şey bize dost ola cağına, pek alâ düşman olabilirdi. Bize her yönüyle hizmete hazırlanmış olan doğa, neden kendisine hiçbir katkısı olmayan bir varlığa hizmet etmek tedir. Biz hu alabildiğine yararlanmayı yaparken bunun farkında değilsek, kendimiz ile en bağlantılı olan bir düşünceyi göz ardı etmiş olmaz mıyız.
153
BİLİNEMEZCİLİK -<3»S>-
Eğer genel evren yasalarından hareket eden sistem içerisin de, ayrıntılara bölünen en küçük özele kadar, maddenin üzerin de görünen sonsuz birliktelikteki uyumluluk, takır takır işleyen bir düzen. Uyarıcılar tarafından doğrulanmamış olsaydı, belki bu somut varlık evren, akla son gelebilecek bir ihtimal olarak, bir b i l i n e m e z ' e teslim edilebilirdi. Bir işleyen düzen var ama, b u n u n sahibi var mı, yok m u bilinemez. Kendini Sadece sana tıyla ifade edecek bir Yaratıcı zaten düşünülemez... Sadece düze ne bakılarak varılmış bir tanrı fikri, aklın bir köşesinde kalmış iş levsiz ve yaptırım gücünden yoksun bir tanrı fikri olacaktı. Ama b u d u r u m d a dahi bir düzene bakarak bilinemeze gidilemez. H e r şeyin sorgulanması varolduğu gibi, bu düzenin de sorgulanma sı gerekecekti... Genel hatlarıyla doğru bir şekilde algılanması ve sorgulanması için, D o ğ r u ' d a n ş a ş m a z l ı ğ ı inkarcısı tarafında da onaylanmış seçibnişler, bilinemez kapısını kapatmak için sor gulayan bilincin hizmetine bir yol gösterici olarak sunulmuştur. Var ama neden var? Elçilerin görevi, neden varolduğu sorusunu cevaplamak... Bu elçileri göz ardı etmek, bilinemeze götürebi lir ama düzene hiçbir anlam v e r e m e m e eksikliği koşulu ile! Bir düzene hiçbir anlam verememek, bir bilginden çok bir bilgisize yakışır. Bilinemez sesi, eğer felsefede ya da pozitif bilimlerde id dialı bir kişiden değil de, bir ormanda yalnız başına yaşamış bir pigme'den yükselmiş olsa ancak haklı bir yakınma olarak kabul
154
Bilinemezcilik
görebilir. O zaman; b u adamm e n k a b a h a t l a r ı y l a b i r t a n r ı fikri ile tanıştırılmaya ihtiyacı vardır denilir. Aynı insanların günlük yaşamlarında eşyayı değerlendirme biçimlerine bir bakalım: Aynı şey, materyalist ve ateist için de aynı y o r u m u n sözcüklerle değiştirilen farkıyla geçerlidir.Aynı insanlar günlük yaşamlarında koyu bir işaretçi ve amaççıdırlar. H e r biri, her şeye bilimsel yaklaşan biri olarak kabul eder ken dini. Yaptığı bilimsel çalışmaların, kendini mevki ve yaşam stan dardı bakımından daha yükseklere taşıyacağını hayal da eder. Hayal etmesi bir yana, buna inanır. Yükselmek için içi dolu bir şeyler yapmanın şart olduğunu bilir. Buna, cismine inandığı ka dar inanır. Bir kâğıdın üzerinde bunların hesaplarını yapar. T o p lar, çıkarır, çarpar ve böler. Üzerinde benzer hesapların yapıldı ğı b u r u ş u k bir karalamayı yerde gördüğü zaman aklına ilk gelen, bu hesabı yapmış bir başka kişinin varlığıdır. Görmediği ve h e nüz tanışmadığı bazı hedefler ve geleceğe ait stratejiler belirler. Bu arada bir kapı gıcırtısı duydu m u , aklına bir misafir ya da bir hırsız h e m e n gelir. Acıkma hissinin midenin boş olma işareti ol duğuna inanır. Karın şişkinliğinin yemeği fazla kaçırmaktan ile ri geldiğini de bilir. Çocuğu varsa ilgilenir. Eğitilmemiş bir evla dın ileride hırsız cani ya da uyuşturucu madde bağımlısı olabile ceğini hesap eder. Hayalleri var. Bu hayalleri bazen çok speküla tif de olabiliyor. Çok, ama çok zengin olmayı da hayal edebilir... B ü t ü n bunlar, o n u n dünyasında a h i dışı değil! Ama her atomu sanat fişhran, bilgi, bilinç isteyen ve t ü m sanatçıları yarışa davet eden bir Kâinata, doğaya ve kendine bakuğı zaman kendi kendi ne oldu ya da koskoca bir bilinemezi Hani sen hiçbir bilimsel ça lışmanın amaçsız olmadığını ve sonuçsuz da kalmayacağını bi liyordun!?. Kâinatın ö n ü n e serdiği bilgiler, kendi çapında yap tığın çalışmalardan daha az bilgi mi içeriyor? En küçük birimi olan bir tek atom, senin çahşmalarının kaç kaU bilgi içeriyor! Se-
155
Yaratılış Felsefesi ve A y k ı r ı l ı k
nin çalışmaların seni gösteriyorsa, Kâinatın bilgileri kimi göste riyor? Hiç olmazsa yerde bulduğun müsveddeyi hatırla... Kâinat sayfası daha az ya da daha kaba bilgiler mi içeriyor? O kâğıt se ni birine götürüyor da; Kainat? Gelecekte iyi sonuçlar alabilmek için kendine göre içi dolu çalışmalar yapmışsın. Birileri geldiğin makama haksız yere geldiğini iddia etmeye kalktığı gün, b u m a k a m a nasıl g e l d i ğ i m kendiliğinden oldu ya da b i l i n e m e z mi diyeceksin! Bu kâinattaki sonsuz bilgi ve becerinin, bir Yapabil m e G ü c ü n ü göstermesi ihtimali, senin o makamda b u l u n m a se bebinin; yaptığın çalışmalar olduğu ihtimalinden çok m u azdır? Kendi bilgilerinin Evrendeki bilgilere oranı nedir acaba... Şim di yemek yiyeceksin. Afiyet olsun, belki iştahla yiyeceksin. Fazla yersen seni rahatsız eder. Sahi yemeği zevkle, iştahla yeme hak kını nerden buldun? Pekâlâ bir işkence de olabilirdi bu beslen m e ihtiyacı... Geçmişinde kendi kendi kendine oluş ya da biline mez olanın geleceğinin de ne olacağı bellimi ki? Acıkma hissi bir sinyal olabiliyor; karın ağrısı bir ölçünün kaçırılmasından gelen bir sinyal olabiliyor da, neden incelik v e ş a ş m a z l ı k bir sinyal olamıyor da bir bilinemez ya da kendi kendine oluş oluyor! Bu kadar manipülasyon neden? Eğitilmemiş bir çocuğun yolunu şa şıracağını tahmin edebiliyorsun da, eğitilmemiş kontrol dışı çalı şacak bir evrenin, bir düzensizlik içinde olabileceğini nasıl düşü nemiyorsun... Ya da ölçü ile düzgün çalışan bir evreni sahipsiz bir şekilde kendi kendine çalıştığını kabul edebiliyorsun da ço cuğuna neden yol gösteriyorsun...Bunu da kendine güvenerek yapıyorsun.. .Evrene nazaran çokbilmişlik yapmış olmuyor m u sun... Sahipsiz evrene rağmen bu kadar spekülatiflik neden! İnanmayanın yaptığı şey, sadece görünen çıkarların üzerindefelsefe yap maktır... Bu görünen çıkarlar, dürtülere dayanmaktır. Görünen çıkarlar üzerinde felsefe yapmak, felsefi bilgi düzeyinin en aşağı versiyonudur! En cahil insan ile en bilgili insan arasındaki bilgi farkını da ortadan kaldırır. 156
Bilinemezcilik
En cahil adam dahi, önünde duran bir eşyaya, kendi çapmda bir değerlen dirme yapabilir Hatta hayvan bile bu değerlendirmeyi kelimelerleifadeede mezse bile kararlarıylaifadeeder. En cahil insan, bir yemekten bir ısırık alır ya da dili ile yoklar Yenecek bir şey ise yer, tadını beğenmezse yemez. Bir fare, aynı şeyi yapar. Koklar; yenecek bir ^ey ise yer.. . Aradaki fark, sadece dilfarkıdır. Bu, bilgi düzeyinin bağlantı kurma becerisinin hayvani düzey de yüksek, insani düzeyde en aşağı miktarıdır. Daha aşağısı yok. Çünkü daha aşağısı, yemek ile taşı ve toprağı birbirinden ayırt edememektir Eşyayı kendi çıkarları doğrultusunda okumak sadece bir amaçtır, va rılacak birfelsefi sonuç değildir. Bu amaca varmak için felsefe gerekmez, bilim de gerekmez. Bal tatlıdır. Bende balı yerim. Bu cümleyi kurmak için balı bulmuş iken insan olmak ve tat alma duyusuna sahip olmak ye terlidir Aynı cümleyi ormanda yaşayan bir pigme de kurabilir ve hatta konuşma dili yoksa bile işaretlerle açıklayabilir. Varılan bu sonuç, bir bi limsellik, değildir. Varılan bu sonucun Tat alma duyusu çalışan her insan balın tatlı olduğtmu, damağa hoş geldiği için tercih edilen bir yemek oldu ğunu bilir Belki okumuş birinin bala bakışfarkı, tadına ek olarak besle yici olduğunu da daha iyi kavramış olması farkıdır. E^ayı sadece verdiği yarar açısında düşünmek, en yüzeysel düşünme biçimi olup en insafsızcasıdır. Doğaya anlam vermeden saldırmaktır Bu vahşice saldırma, en bilmez insan ile en kültürlü insan arasında arasındaki anlamlandırma farkım da ortadan kaldırmaktadır. Bu şekilde bir anlamlandırma birfel sefe ise, ancak birfelsefesizlik felsefesi olabilir. İnsanlığa böyle bir mantığı, böyle bir anlamlandırmayı dayatacak birfelsefenin ne lokal, ne de küresel ölçekte eşitsizlik ve adaletsizlikten şikâyet etmeye hakkı vardır! Amaç sa dece karın doyurmak ise, amaç sadece görünen çıkarlar ise; bir vampir gi bi insanlığı kanıyla beslenmek de buna dâhil olacaktır. K â i n a t ı n v e d o ğ a n ı n k e n d i k e n d i n e işleyişi; k e n d i k e n d i n e o l u ş u m u akla g e t i r m e m e l i . B u d u r u m Evrensel bir a k l ı n adresini v e r e c e ğ i n e , a k l ı m ı z ı d a b i z d e n a l m a m a l ı . K e n d i k e n d i n e oluş, insan b i l i n c i n e m u t l a k bir yakınlık 157
Yaratılış Felsefesi ve A y k ı r ı l ı k
İçinde ve yararlanma adına e n iyisi olabilir m i ? S o n s u z bir karışıklıktan nasıl bir m ü k e m m e l l i k çıkabilir! B u n u m a n tıklı h a l e g e t i r m e k i ç i n tabii ki bilinç düşürülecektir. B i linç, k e n d i k e n d i n e o l a b i l e n basit bir şeydir denilecektir. D o ğ a n ı n bir sanat olarak ö n c e içi boşaltılmış, sonra bi lince y ö n e l e r e k b i l i n c i n içi boşaltılmıştır. D o ğ a n ı n Sanat olarak içi boşaltılır i k e n b u b o ş l u ğ u k e n d i s i n e v e r i l e n bi l i n ç s i z bir yaratıcı r o l ü ile d o l d u r u l m a y a çalışılmış, a m a aynı bakış ile d o ğ a n ı n b i l i n m e y e n l e r i ç ö z ü l d ü k ç e h o r g ö rülmesi, k e n d i k e n d i n i tanrılaştırmanın basamaklarına d ö n ü ş m ü ş t ü r v e Yaratıcıdan d o ğ a n b o ş l u ğ u , k e n d i k e n d i siyle (insan Ego'suyla ) d o l d u r m a y a d ö n ü ş t ü r m ü ş t ü r . İki si d e ya d ü ş ü r ü l m ü ş t ü r , ya da ilahlaştırılmıştır. B i l i n c i de, b i l i n c i n d o ğ u r d u ğ u m a l z e m e y i d e yanlış y o r u m l a m a d ı r . Y a akıl d ü ş ü r ü l m ü ş , ya da akıl ilahlaştırılmıştır. İ n kârdaki ç e l i ş k i n i n çift başlı o l u ş u b u r a d a d a h a açık or taya çıkmıştır. Y a s p e k ü l a s y o n , ya m a n i p ü l a s y o n "ben" de yoğunlaşma "ben"in spekülasyonu. Mükemmel Adem'in kü çümsenmesi, Sanatın bir manipülasyonu idi. Materyalist Felsefe, her şeyi maddeye havale ederek maddenin spekülasyonunu yapmış, birliktelikteki
uyumluluğu göz ardı eder
ken, sanatı kendi kendine olabilen ve kendi kendine var olarak ge len basit şeyler olarak görmüş, Sanatta manipülasyona
düşmüştür.
Yaratılış fikrini kabul etmedikten sonra, b ü t ü n inkâr türleri y o r u m farb ile aynı kapıya çıkar. Felsefi söylemleri değişik olmalarına rağmen, e^a dan yararlanma ve hayatfelsefesi yönünden inkar türlerinin bir biriden hiçbirfarkları yoktur. Bu fark, en basit anlamlandırma olup, bilince en az ihtiyacı olan anlamlandırmadır. Yatü inkâr, gerçekte eşyaya bakışta (öznel ya da nesne), birfelsefesizlik
felsefesidir.
Yaratıcıya giden yol dışında, Varlık âlemine ilişkin t ü m yo rumlar, sanatı düşürücü asalak yorumlardır. 158
İNKARDA ACIMASIZ T R A N S F E R (BİLİNÇTEN DOĞAYA - D O Ğ A D A N TOPLUMSAL ALANA)
Herhangi bir bitkinin kendisine uygun olan malzemeleri top raktan ayrıştırıp işleyerek sürecini devam ettirmesi işlemi, o bitki nin toprak ile savaşımı olarak algılanabilir mi? Gördüğümüz şey şudur: * Bir toprak var ve bir bitki, o topraktan yararlanarak süre cini yaşamaktadır. Bitkinin topraktan yararlanarak sürecini tamam lamasına Yararlanma da desek, savaşım da desek, bu bitkinin işlevi ne yafaşürdığımız bu kelime, aynı şeyin bakış açısına farkıyla birer ifadesi olmak zorundalar. Her çeşit yararlanma, bir savaşım olabilir mi? Bir elmayı dalından koparıp ısırdığımızda, elma ile savaşmış mı oluyoruz! Ya da yürür iken yeryüzü ile savaşıyor muyuz! Eğer sa vaşıyor isek, elma neden bize uygun malzeme bulunduruyor? Bile bile yenileceği bir savaşa neden girmiştir. Üstelik meyvesinin o ta dı, savaşı ha bire kızıştırıyor. Bize uygun olan o malzemeleri neden kendisinde bulunduruyor. Her doğal gıda gibi, olgunlaştıktan son ra ki geri dönüşümü ise, bize en uygun hale geldikten sonraki sü recidir. Biz buna eğer kendi adımıza savaşım diyor isek, çok kolay hasım bulmuş bir açıkgözüz... Savaştıkça ağzımız tatlanmakta, kar nımız doymaktadır! Eğer elma adına bir savaşım diyor isek, o za man da çok salak bir hasım bulmuşuz demek! Ya da işimize geldi ği için ve her alanda görülmesini istediğimiz için savaş sözcüğünün ifade kapsamım şişirmiş, gözü dönmüş bir azgınız. Ha; bu elma ile ilgili bir emek var mı? Var. İyi ürün almak için bitkisine bakacak sın, koruyup gözeteceksin, ya da bu elmayı bir fiyat karşılığı satın alman için iş bulup çalışman, bir emek harcamak ve karşılığında bir 159
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
ücret alman gerekir ki manavdan bu elmayı alasın. Buna hayat m ü cadelesi diyor isen de... Yaptığın işe dahi savaşım diyemezsin. N e eşelediğin toprak, ne bir torna tezgâhı, ne bir dikiş makinesi, ne de bir memur masası, savaşım sözcüğünü kaldıramaz. *Çeli§ki ve sa vaşım anlamında Mücadele savı, insan bilincinden doğaya acımasız bir transferi olup, İnsan psikolojisinin düştüğü bir çıkmazın ifadesi dir ve Doğayı bir terör ortamı olarak algılamaktır. Çatışmaya anga je olmuş insan psikolojisi, bu bakış açısıyla doğaya bakar iken, ay nı alfabe ile okumuştur. İnsanlar arası derin çatışmaların, hiçbir za man öğünlük bir karın doyurma amacıyla yapılmadığını biliyoruz. Bir sınıfın, bir zümrenin, ya da daha eskilerde bir kralın; başkalarını kendisinin istediği biçimde düşünmelerini ve davranmalarını sağ lamak amacıyla yapılmışlardır. Bu çaüşmalar derin bir egoya daya nır iken, ego'nun amaçlarını b u kadar derinleştiren, kesinlik le bilinçtir. Sosyal, ekonomik, felsefi, ideolojik amaçlar derinleş tikçe, bu çatışmaların taktik ve stratejileri daha da derinleşmektedir. Öyle ki bu gün var olan bir çatışmanın amacı, yüz senelik, iki yüz senelik bir projenin gereği olabilir. Buna örnek isteyecek bir tek in san çıkabilir mi... Çıkarsa eğer, gerçekte hiç değişmeyen bu gün kü sömürgecilik ile iki yüz sene önceki sömürgeciliğin söylemleri ni karşılaştırsın yeter. Görecektir ki flamanın rengi değişmiş, ama bayrağı aynı kalmıştır. Doğada ki canlılarda var olan devinim ise, amaç olarak kendi kendisinin devamı için asgari bir devinimdir ve en sığ en şeffaf olan amaçtır. Bir aslan, bir leopar dahi tok durdu ğu sürece rahatsız edilmezse genellikle saldırmaz. Kendi adına bir mücadele veriyorsa bu mücadele, var olan şartlar içerisinde yaşa mını devam ettirmek için yaptığı yararlanmadır. Buna biz yorum getirirken, savaşım diyebilir miyiz? Savaşım desek bile bu savaşım, sadece açlıkla savaşım olacaktır. Çünkü bir geyik yediklerinde doymuşlarsa, ikinci bir geyik öldürmezler. Şimdi haksız yere ve derin amaçlar için öldüren insan ile en vahşi hayvanı karşılaştırmak ister160
inkârda Acımasız
Transfer
sek, insanlar birbirilerinin etlerini yemedikleri halde, yemek yapa cakları son §ey, bir hemcinsini yemek yapmak olduğu halde, birbirilerini hayvanlardan daha çok öldürürler! En vahşi hayvan ise, acı kınca öldürür ve bu, yaşaması için onun tek şansıdır. Doğada sü recine devam ederken. Öyle olmaya m a h k u m ... Öyle olmak zo runda olmaya dayanan bir davranış ile, herhangi bir n e d e n e bağlı olarak derin bir e g o ya dayanan bir davranış arasında, öldürme kelimesinin aynı oluşundan başka, yani nesnel ola rak bir canlının yaşamını sonlandırma işlemi dışında, ö z n e l olarak başka hiçbir bağ yoktur ve t a m a m e n ayrı, hatta hay vandaki öldürme; yaşamının devamı İçin bir varlık nedeni olduğundan aykırı iki şeydirler. Biz nasıl ki tarlayı ekip biçiyor yemek yapıyor isek, o vahşi hayvan da avlanmaktadır. Bizim ekip biçmemiz, insanları öldürmeye örnek olamayacağı gibi, bir vahşi hayvanın da örnek olamayacağı açıktır. Doğadaki örnekler, insanlar arası çaüşmaların örnekleri olamadıkları gibi en basit kökenleri de olamazlar. En basit kökenleri olarak görmüş isek, bu sapma, savaşa olan angajemizden kaynaklanmışOr. Ekip biçerken amacımız, o ot larla savaşıp ortadan,kaldırmak mıdır, yoksa yararlanmanın daha iyi yapılması için doğal malzeme ortamını kendimize daha uygun hale getirmek midir! Tarladan temizlediğimiz otları, sanki bir azılı düş manımız gibi ormanda da görsek hemen biçmeye koyulur muyuz? Uygun malzemeleri de ekip biçerken savaşıyor muyuz, yoksa ya rarlanıyor muyuz... Savaşıyor isek, geriye bir sonraki sene için ne den tohumluk bırakalım ki... Materyalist felsefe, doğaya bakarken bu canlı devinimleri iki yönüyle yanlış okur. 1. Bir gereklilikten kaynaklanan, vahşi hayvana has bir davranı şını veya öyle programlanmış bir bitkinin hayati devinimini, derin bir egoya dayanan insan davranışına temel olarak alır. 2. Bir beslenme biçimi zorunluluğu olan, bir canlı davranışı nı yaratılmanın yerine koyarak bu şekilde kendi kendine olmuş161
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
tur denir. Oysa o davranış ya da o beslenme biçimi, onun süreç içindeki devamlılığının sadece gösteriyor... V a r o l u ş nedenine te mel olarak gösterilmesi ise sadece bir zandır. H e r canlı kendi ken dine olmuş, insan da bir canlı olduğuna göre, o da kendi kendine olmuştur der. Bilinç için kendi kendine var olmuş demek, çevresel şartlarda var lığının devamı için kendi kendine oluş süreci içerisinde her türlü davranışı yasal hale getirme ile eş anlamlıdır. Ki bu temelde yükse len bakış açısının üst yapıdaki görüntüsü, hedeflenen bir amaca ulaş mak için her türlü yolun mubah sayılması olacaktır. Burada dikkate de ğer şudur: İnsanlık, toplumsal ve toplumlar arası alanda tek cins ol duğundan, inkârdan gelen bu duruş dışmdakinin, yani insanlığın düşürülmesi ve ego nun ilahlaştırılmasmı sonuç verecektir. Sosya lizm, devrimlere giderken bunu göstermiş. Vahşi kapitalizm ise ül keleri sömürgeleştirirken. en kesif biçimde bunu göstermiştir. Di ğer yandan doğada her hangi bir canlı için kendi şartlarında zaten bir yasallık vardır. İnsanı da doğanın bir parçası olarak gördüğü müzde her bir canlıya özel olan onun yaşam biçimini insanlık düz lemine taşımış olmaktayız... Acımasız transfer yapılırken toplumsal alana taşındığında bilinçli varlık olan insan, her türlü hayvani dav ranışı, hatta o hayvandan çok daha iyi taklit edebilecek bir bilince sahiptir. Bilgi birikimi ile mal birikimi azgınlığı birleştiği an, bir öğünlük yemek amacı, asırlarca sürecek bir sömürgecilik amacına dönüşmüştür. Savaşımı her alanda var olarak görmek, istemek; insani dürtü ve eğilimleri, doğanın ve varlık âleminin her alanına taşımak anlamı na geliyor. Herhangi bir dürtüye, eğilime, saplantıya gerekeninden fazla an gaje olunması halinde, çevreyi yanlış okuyan bir alfabeye dönüşerek, kendi sahihini bağlayan bir esaret zincirine dönüşebilir. Egoya dayalı bir derin ça tışmayı, doğadaki döngünün bir zorunluluğundan kaynaklanan bir davra nışa dayandırmak, gerçekte bilimi devre dışı bırakmak anlamına gelmekte dir. Buna da bilimsel deniyor. Oysa bu şekilde böyle bir bağ kurmaya çalış162
inkârda Acımasız
Transfer
tığımızda bu bağa bilimsel sözcüğü değil, hayvansal sözcüğü daha çok ya kışır! Ama bunu insanlar için düşünürken, tamamen insan bilincinde olan davranışlardır ve genel amaç, tek cins olan insanlar arasında çıkar çatışma sından kaynaklanmaktadır Materyalist felsefe, " bilinç maddeyi yaratmadı, madde bilinci yarattı" diyerek bu açığım kapatmaya çalışıyor. Buna göre bi linç, maddenin bir çelişkisidir sonucu çıkacaktır Yani madde; başı bozuk, ipe sapa gelmeyen bir şey idi ve kendi çelişkisini yaratarak, kendi kendim bi lince mahkûm etti. Madde bir baba; biz de biz de nankör evlât olmaktayız. Bedavacı bir anlayışla, hesap sormaya gücü yetmeyen, bir yaşam biçimi far kını getirmeyi de bilmeyen ve her türlü katillik davranışını yasal sayan mad deye havale etmektedir. Bunların hepsinin, bir Yaratıcı'dan kaçış yolu oldu ğu ortada iken, bu vahşilik felsefesinin maliyetini ise insanlık ödemiştir. Savaşım; ancak farklı duruşları dayatan, dürtü ve eğilimlere sahip birden çok e g o arasında söz konusu olabilir. İki insan kavga eder ken, iki ayrı topluluk savaşırken, savaşım ya da mücadele denebilir. İnsanların bilinçli bir ego'ya dayanan hareketle birbirilerine üstün gelmeye çalışmaları ile doğadaki varlıklarının devamının nedeni olan beslenme biçimleri nasıl birbiri ile karıştırılır? Burada bilinçli bir varlık olan insan için derin çatışmanın bir projesi, bir amacı ba şından bellidir. Ama ekip biçmezsek yaşayamayız. Horoz da darı yemezse yaşayamaz. Buna ne savaşım diyebilirsin, ne de çelişkidir. Bu, var olan şartlar içerisinde, sadece bir beslenme biçimi ve zorun luluğudur. Doğada var olan bir gerçekliği, değişik konumlarında ve süreçlerinde değerlendirmek, ya da bir eşyayı, başka bir eşya ile kar şılaştırarak açıklamaya çalışmak, nitelik ve niceliklerini ortaya koy mak, bir bilimselliktir. Ama bu bilimselliği, ilgisiz bir alana taşımak, bir acımasızlıktır. Belli bir hayvan türünün beslenme biçimini araş tırırken, onun doğadaki tüm ilişiklerini ortaya koyarız. Bacaklarının yapısı ile avmın arkasında koşarken hareketleri arasında, birebir bir gerçeklik bağı vardır. Ya da dişlerinin veya tırnaklarının yapısı ile avını nasıl parçaladığının tekniği arasında birebir bir gerçeklik var163
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
dır. Bu gerçeklik, o hayvanda bir bütünlüktür. Bir bitkinin yaprak ları ile yaşadığı iklim koşullan arasıda da benzer bir bütünlüğe dair gerçeklikler vardır. Bu bütünlük, o canlıya özel olup, doğanın den gesine yapüğı katkı ile birebir bir örtüşme içindedir. Yaptığı katkı ile davranışları arasındaki bu bire bir bütünlük, ona öyle olmayı ya sal hale getirerek, kendi şartlarında! İnkâr edilemez bir gerçeklik kazandırır. O bitki ya da o hayvan, öyle olmaya mecburdur. Bu mecburluk, o dengenin içinde kendisine biçilen roldür ve kendisi ile sınırlıdır. Ölüp gittikten sonra doğaya verdikleri ile doğadan aldıklan, birbirini sıfırlamaktadır. Bu gerçeklikler, sadece o canlının gerçeklikleridir. Bu bütünlüğü ve kathyı sosyalleştirerek, doğaya hiç bir katkısı olmayan bilinç sahibi ve bilinci ile en yırtıcı bir hay vandan karşılaşnrılması olanaklı olmayan bir yırtıcılığa soyunabile cek insanın davranışlarına köken olarak gösterme çabası, yeryüzün de insanlar arası sosyal ve özellikle ekonomik ilişkileri, vahşet teme line oturtma anlamına geliyor. Doğayı zalim ve onun yanında insa nı da doğanın bir ürünü olarak kabul ettikten sonra, aynı zalimliği doğanının bir kanununu olarak yasal hale getirme ve onun ürünü saydığı insanın davranışlarında da o zalimliği yasal hale getirmek tir. Birincisi, bir canlının kendisine özel olan gerçeklikleri öyle dav ranmayan canlılar da olduğuna göre genel bir yasa olarak kabul edi lemez. Kendisi ile sınırhdır. Çünkü bir canlı, başka canlılarla besle nirken daha başka bir çok canlılar da onunla beslenir. İkincisi, in sanların sosyal alanına taşınamaz; çünkü insan, doğada bir denge unsuru değildir. Bir denge unsuru olmadığı gibi sosyal alanda tek cinstir. Genel bir veri olarak sadece her canhmn kendi şartlarında! Bir beslenme ve hayatmı sürdürme kurak vardır denilebilir. Genel olarak Varlık Aleminin uygun bir yerine yerleştirilmiş bir resmi yerinden kaldırarak, insanlığın geneli için zalimlik anlamına gelecek olan toplumsal alana taşımak, hangi vicdana sığabilir! Ama taşınmıştır ve adına da hiç utanmadan ve sıkılmadan doğanın topluma uygu164
inkârda Acımasız
Transfer
lanması denmiştir. Gerçekte bitkisel, hayvansal davranışları insan ların bilgisine sunma ve bunların her birinin diğerleriyle ilişkilerin de kurulmuş bir tek doğal dengenin parçası olarak bu kompleks ya pının içerisindeki uyumluluğu, Yaratıcılığın eksiksiz nizamını ifade eden somut âyederdir. Aynı zamanda bakış açısına göre insanlara uyguladığı bir sınanma aracı olarak da hizmet görürler. Bu şekilde bir ktstm insanların içlerinde var olan acımasızlık ve zalimlik gularının, hayvani temelde nasıl da ortaya çıkarılacağına acımasızlar ve zalimler için hazır taklit kopyalan
duy
yönelik,
niteliğindeler.
Ama uyarısı yapılmış takliderdir. Doğanın tümü, mükemmel işle yen bir kompleks yapıdır. Kompleks bir fabrikanın kırma birimin de kırıp ufaltma, paketleme biriminde sıkıştırma ve ambalajlama olarak belli ölçekte bir ürünü ambalajlama olarak hapsetme var di ye, bu fabrikanın kompleks yapısı dışındaki bir alanda da her türlü kırıp, ufaltma ve hapsetmenin yasal hale geldiğini ileriye sürebilir miyiz? Ya da belli bir hayvandaki davranışı bu doğanın kanunudur deyip yasal hale getirirken, neden bunu kravat ile, takım elbise ile yapıp, kendimizi o hayvan gibi vahşi saymıyoruz! Sömürgecilik bir yandan sömürmüş, bir yandan sömürdüklerini ötekileştirerek bar bar demiştir. Doğada var olan dengeye dair birliktelik, her canlının daha küçük birimlerinde de vardır. Dişlerimiz yiyecek ısırarak par çaladığı için, midemiz öğüttüğü için, dişlerimizi ve midemizi örnek alarak her türlü ısırarak parçalamayı ve ö p t m e y i sosyal alana taşı yabilir miyiz! Doğadaki kompleksin içinde herhangi bir yırtıcı hay vanın yeri, yine hayvanın vücut komplesi içinde dişlerinden ve mi desinden farkı yoktur. D o ğ a d a her eylem, kendi şartlarında doğrudur. Bir aslan, bir fare gibi davranmaz iken, bir fare de bir tırtıl gibi; bir tırtıl da her hangi bir bitki gibi davranmazken nasıl oluyor da kendini hepsinin üstünde sayan insan; istediği yerde, özel çıkarlarına hangi canlının davranışı uygun geliyorsa onu taklit edi yor ve onun davranışını sosyal alana taşıyor, buna da bilimsel diye165
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
biliyor? Bunun ben tutsaklığındaki ruhsal konumun, eşyayı ters anlayan bilincinin bir üretimi olduğunu tekrar söylemeye gerek var mı... Doğadaki denge unsurlarını neden genelleştiriliyor... Çünkü bu vahşiliği, kendisi için de yasal hale getirmeye çalışıyor da ondan.. Hemcinsine saldırırken manevra türüne göre aslanın, kaplanın ya da kurdun doğasına sığınır ama, hile ve aldatmacaya sıra gelince til kinin kurnazlığına sığınır. Oysa doğada denge unsuru herhangi bir davranış, herhangi bir yaşam biçimi var diye o davranış, bize yasal hale gelmez.. T a m tersi insan, o davranışın hayvani olduğunu ve insanlara yakışmadığını, insanın insana yapmaması gerektiğini an lamalıdır. O davranıştan.doğadaki bir canlılar beslenirken başka canlılar da onunla beslenir.. Yani doğadan aldıklarını, başka bir cin sin aracılığıyla yine doğaya vermektedir. Kendi cinsleriyle beslen meleri de çok özel durumlardır ve her canlı için de geçerli değildir, bazılarında vardır. Bu, kendi cinsi ile beslenmeden çok, gerektiği zaman kendi çöpünün yine kendisi tarafından temizlenmesidir. İn san ise eşya dan vahşice yararlanırken, çoğu zaman ne israf yapnğını, ne doğal dengelere müdahale ile bozduğunu kabul etmez; bu nun yerine kendi kendine varolup geliştiğine inandığı aklı ile övü nür. Yani doğada estirdiği terör ile övünür. Doğanın yasaları, doğa ya katkısı olan bir canlı için geçerli olabilir. O n u n yaşam biçimi, ekolojik dengenin bir parçasıdır. Doğanın içinde var olan bu hare keti toplumsal bir alana taşımak, bir zalimliktir. Genellikle hayvan lar kendilerinden olmayanlara düşmandır. Ama bu düşmanlık, ba zılarının bazıları için yem olması zorunluluğundan doğmaktadır. H e r şeyi kendi çıkarları doğrultusunda kullandıktan sonra en önce likli düşmanını da yine kendi cinsinden seçen tek canlı, insandır. İnsanlar için böyle bir zorunluluk yoktur. Bu zorunluluk, toplum sal alana zalimlik olarak yansır. Bu zalimlik, insanı hayvandan çok daha aşağı bir konuma iter. Çünkü bir hayvanın kendi varlığını sür dürmesi için sadece karnını doyurması mecburiyeti vardır. İnsanda 166
inkârda Acımasız
Transfer
bir davranış bozukluğu olarak yansıyacak olan böyle bir aykırılık karnı doyana kadar değil, gözü doyana kadardır. Gözün nerede do yacağı belli değildir. Belki de hiç doymaz... O n u n için bir efendiye bir köle değil, bir çok hatta binlerce köle, ya da sömürgecilikte ol duğu gibi milyonlarca köle gerekecektir. Daha çok yükselmek iste dikçe, daha çok sayıda kurbanın sırtına binecektir. Bunun sonu yoktur. Son bulması için o kişinin ya da o kurumun ölmesi gereke cek... İyi ki her alanda ölüm vardır. İyi ki doğada döngü diye bir şey vardır. İyi ki matematik gerçekte ve fizik gerçekte artı sayılar var iken, eksi sayılar da vardır. Yükselen grafikler var iken, bu grafikle rin düşüş yönleri de vardır. Yoksa azgınlık ve zalimlik organizas yonları, hep yükselerek ebedileşeceklerdi. Bu gerçeklikler, türler arasındadır. İnsanlar ise aynı türdür. Doğadaki türlerin birbirleriyle olan ilişkilerini, doğanın kanunudur diye toplumsal alana taşıdığı mız halde, her türlü kuralsızlığı taşımış oluruz. Açhğını gidermek için bir aslan, bir geyiği parçalıyor diye, bu aynı şeyi insanlar için de geçerli kılınması halinde, aynı vahşiliğin insanlar için de geçerli ola cağı anlamına geliyor. Ki zaten insan aklı hiç bir zaman bu yasayı toplumsal alanda doğal akışı ile bırakmaz ve suni müdahalelerle bu nu kendi çıkarları doğrultusunda değiştirir. Değiştirmesine ek ola rak bilinçle beslendiğinden bunu doğal akışmış gibi gösterir. Oysa doğada haklılık ya da haksızlık diye bir şeyi yok, bunun yerine do ğal işlevini yerine getirme görevi vardır. Bu görev onun doğa için deki işlevidir. Bu işlev, onun ve doğanın varoluşunun devamı için bir kaçınılmazlığıdır. Doğada doğanın bir iç deviniminin dışarıya yansıtılması, aynı zaman acımasızlığa dair duyguların da dışarıya çı karılmasını sağlamaktadır. Demek ki doğa, yorum farkıyla niyederin dışa vurmasını sağlamaktadır. Dışa vurum, her türlü eğilim de eşini bulmaktadır. Doğadaki her işlevin kendi kopyası olan bir ben zerini bulabilir. Toplumsal alanda bir uygulaması olanaklıdır. D o ğada savaş gibi görünen ne kadar örnek varsa, o kadar da yardımlaş167
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
mayı gösteren devinimler vardır. Bu tamamen her bir insanın ni yetine ve nasıl algılamak istediğine bağlıdır. Hatta mücadele gibi görünen devinimlere daha genel bir bütünlüğün sağlanması adına baktığımızda, daha kapsamlı bir dengenin sağlanması adına bir yar dımlaşma olarak yansıyacaktır. Daha kapsamlı bir organik komp leks içerisinde, iki ayn çarktan birinin diğerini döndürmesini; iste yen, bu iki çarkın birbiriyle mücadelesi şeklinde yorumlayabilir ama bunu mücadele olarak algılasa, bu her bir hayvan için, kendi şardarında yasal olan bir mücadele olup, toplumsal alana taşıma hakfanı kazanamazlar. Kaldı ki bunu böyle yorumlayanlar, yardım laşma sözcüğünü kullanmak istemediklerinden, aynı şeyi kıyısın dan, köşesinden tutarak açıklama yoluna giderek, mücadele algıların da açık vermemeye çalışıyorlar. Yoksa hep tekrarlana durdukları be sin zinciri terimi, genel bir bütünlüğün devamına yönelik bir ortak iş bölümü olmaktan başka ne anlama geliyor? Besin zinciri terimi, her tür canlının kendi neshni devam ettirmek için besin bulduğu büyük bir entegre besin ortamını ifade etmiyor mu? Peki doğayı bir yardımlaşma alanı olarak görüp kabul ettiğimizde, bu yardımlaşma felsefesini temel alarak insanlık adına yasa üretebilir bilir miyiz? Kesinlikle hayır. Bunu yaptığımız takdirde, yine aynı şekilde uy gunsuz bir alandan kopya çekmiş oluruz. Bilimsel araştırmaların yapılması sırasında, maddenin ve doğanın sırları çözüldükçe, bir engel daha aşıldıkça, bunun doğanın bize olan yenilgisi olarak algı lanması yanlıştır. O ancak var olan hizmetleri önümüze serer; giz lediği bir şey yok... Çünkü insanız, bilincimiz var ve bilincimizin devreden çıkmaması gerekir. Bu yararlanma, her konuda olduğu gibi buluş noktasında da hayvandan farkımızı ortaya koyacak. Doğa kimse ile savaşmaz, savaşmadığı için yenilgisi de yoktur. Doğayı bir savaş alanı olarak görmek, bir p s i k o p a t h k t ı r . Kendini yaşar, ken dini devam ettirir doğa... Bunu yaparken bizim inadımıza mı yapı yor ki, biz onunla savaşıyoruz! Her haliyle bizim için Yaratılmış 168
inkârda Acımasız
Transfer
olan bir ortam, bilincimizi devre dışı bırakacak kadar önümüzde el pençe duracak değildir. Eğer bir köle gibi olsa idi, bilincimize gerek kalmazdı. Ç ü n k ü bu durumda her şeyi bizden daha iyi bileceğin den, bize herhangi bir anda gereken bir şeyi, bir market sahibinin istediğimizi raftan alıp elimize vermesine benzerdi. İnsanların hiz metine, bilinci işlevsiz bırakmayacak biçimde yaratılmışor. Kendi döngüsünü tamir etmeye uygun şekilde yaratılmışUr. Bu onun her süreçte bize hizmet etmesi içindir. İpe, sapa gelmeyen insanların eğilimleri mi, yoksa yararlanmamız adına ne varsa önümüze serilen eşya mı?. Doğayı insanla ve kendi kendisiyle savaşan bir savaş alanı olarak görmek, savaş isteyen aç göz insanoğlunun bir halüsinasyonudur. Savaş ve çatışmaya o kadar angaje olmuş kişiler var ki, "Tan rı olsa bile kendisiyle savaşılması gerekir." diyenler bile çıkmışnr. Bilinci yerinde olan, mamık örgüsü tam çalışan bir kişinin bunu söylememesi gerekir. Ama bu yeni bir şey değil, N e m r u t da Hz. İbrahim'in Tanrısıyla savaşmak niyetiyle yüksek bir yere çıkarak, göğe ok fırlatıyordu... "Tanrı fikri ile savaşılması gerekir" dersen, anlarız seni; "Buyurun meydan sana, ne dersen de!" denilir. Ama eğer tüm kâinatı yoktan var etmiş bir T a u n varsa, bu Tanrı ile nasıl savaşacaksın, söyleyebilir misin? Buna fikir ya da görüş denilebilir mi. Görelim, İnanalım saplanOsının zaman içerisinde psikopatlaşmış halidir bu... Düşünce, ancak evrensel bir insani veriyi kendine te mel alarak yasayı üretebilir. Doğadan örnek alarak yasa üretilirse, bu yasa üretmek değil; uygunsuz bir alandan kopya çekmek olur. İnsanlık, ancak fiziki yapı olarak yaşamını sürdürmek için doğa ile uyum içerisindedir. Yani yer, içer, havasını solur, hareket eder ve doğa, bütün bunlara uygundur. Yasa üretmek, insanların tümüne uygulanabilir yasa üretmektir. Kendine yasa üretmek başka bir şey dir. Kendi çıkarlarına uygun özele indirgenmiş yasalar... Üstelik, hem bütün insanların hukuk önünde birbirine eşit olduğunu iddia edeceksin, hem de bu eşitliğe; Eşitsiz olan ve birbirini tamamlama-
169
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
sı gereken doğadaki işlevleri temel olarak alacaksın. Bu, bir iki yüz lülükten başka bir şey olabilir mi.. Tabi haliyle bu felsefenin üst ya pıdaki görüntüsü, eşitlik isteyen birinin çıkarına değil, istemeyen birbirinin çıkarma hizmet edecek halde şekillenecektir. İnsanlardan bir kısmı kurt, bir kısmı da kuzu olacaksa, bazı insanların kurt olup, kuzu olarak gördüklerini parçalamalarını yasal hale getirmiş olur sun. Bir yandan doğanın bir denge sağlayıcısına vahşi denilmekte iken, aynı zamanda bu denge sağlayıcısının onu bu doğal denge içinde devam ettiren gerekli davranışlarını insani yaşam için örnek alıyoruz. Oysa ona vahşi demekle, onun o davranışlarını sosyal ala na taşımamamız gerektiğini peşinen görmemiz gerekir. Bunu top lumsal alana yansıtan organizasyon, doğal olarak en güçlü ve en yır tıcı hayvanın rolünü benimseyecek ve sonuç olarak: Ekolojik d e n g e n i n toplumsal alana yansıtılması, yaratılmak istenen çıkar alanının ö z e l çıkarların doğrultusunda d ü z e n l i bir sö m ü r ü akışı olacağı tabi ki bellidir. Dünya böyle idare edili yor. .. Alabildiğine yararlanma güdüsü ile alabildiğine inkâr güdüsü, bera ber yükselmektedir.. Biri diğerini sonuç verecektir. İnkâr etmezse alabildiğine yararlanmayı gerçeklqtiremez. Sosyalizm, alabildiğine yararlanmayı daya tan vahşi kapitalizmdeki çelişkiyi çözdüğü halde, başarıya ulaşmamıştır. Bunun nedeni, alabildiğine inkârın, alabildiğine yararlanma ile eşgüdümlü olup, çelişmez oluşunda ve ikisinin de mutlak ilkesizlik kaynaklı oluşumla dır. Doğayı bir savaş alanı olarak gören bir bakq açısı, aynı alanın bir ürü nü olarak göreceği insana iyi niyetli olsa bile, barış ve mutluluk getirebilir mi? Kendisine ters duran bir temel üzerinde oturabilir mi... Bu, edanın tabiatı na aykırıdır... Sen bir yandan bütün insanları eşit kabul edeceksin, diğer yandan da bütün insanları eşit yaratmış bir Yaratılışfıkrine cephe alacaksın! Bunu da vahşi kapitalizmin şekillendirdiği, özünden uzaklaştırılmış birdin yorumuna bakarak yapacaksın. Marksist felsefe maddenin ve doğanın edebiyatını yaparken, vahşi kapitalizm aynı materyale tapar halde dir. Gerçekte sosyalizmin uygulamaya dönük ütopyasına temel olarak ma170
inkârda Acımasız
Transfer
teryalist bir inkarcı felsefe değil, bütün insanları aynı Yaratıcının qit kulları olarak sayan bir İman felsefesine çok daha yakındır i^itliği ve adaleti doğa da arayamazsın, çünkü yoktur. Birbiriyle ilişkileri olan canlı materyaller, eşit değiller. Birbirini bir döngü adına tamamlayan çarklar ve dişlileridir. Doğa daki her bir cadı elemana ne bir zalim, ne de bir mazlum diyebiliriz. Ama bir insan eğer bu çarkları taklit etmeye kalkarsa (ki "ego"suna en cazip gele cek olan, en güçlü görüntüsündeki canlı materyali tercih edecektir) sonu ya keskin bir zalim olmaktır, ya da başaramazsa mazlum olmaktır Bu belir lemeyi ispat etmeye gerek yoktur İspatı yapılmış halde. Üryanda aç ve sefd hatta lâpa ile beslenen bir uç, diğer yanda vahşi kapitalizm ve sömürgecilik adı altında başka bir uç tüm haşmeti ile karşınızda duruyorlar. Bu iki ayrı uç, bu iki ayrı dünya neyi ifade eder; bir organizasyon, doğaya taparak ancak hu kadar açık hir şekilde kendi çelişkisini ortaya çıkarabilir. Onun bu şekilde apaçık ortaya çıkma fırsatını ve cesaretini kendinde bulma sını, oportünist yüzünde aramak gerekir. Maddeye tapar halde dururken, iş levsiz bir tanrı inancının temsilciliğini de takınmaktadır. Adaleti ve eşitliği dayatmayan bir tanrıya inancın kökeni, altından yapılmış buzağı heykeline tapmaya kadar uzanır. Sosyalizmin ütopik üst yapısı kendisine yakışmayan bir taban üzerinde durduğu gibi, vahşi kapitalizm de tanrıyı tanıyan ve kendisiyle çelişir halde duran bir temel üzerinde oturmaktadır. Aradakifark, sosyalizm; dine bakı şında Vahşi kapitalizmin bizzat şekillendirdiği din algısından hareket etti ği için belki yanlışlığının farkında değildir diyebiliriz, insanlar için evrensel bir adalet dayatırken herkesi qit yaratmış evrensel bir Tanrı fikrinden na sıl kaçılır... Vahşi kapitalizm ve sömürgecilik ise, mutlak bir şekilde kendi dünyasal yararını işlediğinden, bilerek bunu yapmıştır ve mutlak bir opor tünisttir. Hıristiyan bir çoğunluğun inançlarını kendi yayılmacı emellerine uydurarak alet etmiştir Evrim teorisi ve ilkel toplumlar için uydurulan se naryolar, genellikle oportünist organizasyonlar için dini inançları tamamen yok etmek amacıyla değil, zayıflatma laçkalaştırma, yozlaştırma anlamlan
ın
Yaratılış Felsefesi ve Aykırılık
m ve amaçlanın ifade etmektedir. Yani din'in kendisinin çıkarlarına zarar verine gücü kırılsın, yeter... Çünkü bir yandan sulandınimamtş
bir din'in dindarı, uyanık bir
dışlayıcıdır. Öbür yandan dindarın yumuşak vicdanı sömürülmeye daha uygundur. Vahşi kapitalizm ve sömürgeciliğin çizdiği hoşgörü profili; kendi çıkartan açısından, bu iki gerçeklik arasında kurmaya çalıştığı denge çabasından ibarettir. Birbirinefiziki olarak yakınlık, birbirine hasım ve düşman olmak anla mına mimliyor... Materyalistfelsefe bunu derinleştirerek, bir kültür geleneği haline getirmiştir. Materyalistfelsefeye göre iki ki^i arasındaki üçüncüye göre yakınlığınfarkı, "paylaşım" temelinde görülmüştür. Buraya kadar bir sorun yok. Çünkü paylaşım, adaletli bir paylaşım da olabilir. Ama bu paylaşım, mutlak bir şekilde mücadele temeli ile perçinleştirilince, birbirine fiziki ya kınlık vahşet temelinde, adeta iki hayvanın birbirine yakınlığına dönüşerek komşuluğu vefarklılığı bir baş belası haline getirmiştir Sömürgeci zihniyet, eıı önce kendi içinde sömürge savaşları ile bunu mutlak bir şekilde derinleş tirmiştir. Birinci Dünya savaşından sonra bu devletleri kendileri şekillendir mişler... Şimdi ise çok uzaklardan gelip birbirine yakın duranlardan biri ni diğerinden kurtarmaya soyunmuştur Çatışmasalar gelmeyiz diyebilirler mi? Diyemezler çünkü çatışmanın altyapısını kendileri oluşturmaktalar. Bu kendin pişir kendin ye deyişinin, sömürgecilik zihniyetindeki menusudur. Üstelik bu devletlerden bir kısmı kendilerini geliştirip kökleştirince, haliyle kendi etkinlik alanları içerisinde sınırlı bir sahiplik üstlenmişlerdir. Şimdi ise, hu sahiplik sömürgeciliğin işine gelmediği için yaptığım bozmaya çalışı yor. Genellikle Ulus devlet görüntüsündeki bu devletleri değişime zorluyor. Bu süreçte bölgesel dayanışmalardan yoksun iken değişmek, sömü rülme makarasını tekrar geriye sarmak anlamına gelecektir. Tek Yaratıcıdan uzaklaşmanın kaçınılmaz sonucu; Kâinatı sa hipsiz bırakan bir giriş kapısından giren kişi, insanhğı sa hipsiz bırakacak bir çıkış kapısından çıkmak zorunda ka lacaktır. 172
RAHMET
Kökeni: "Karşılıksız olarak Yaratmaya ve yoktan var etme "ye da yanmaktadır. İnsanoğlu hiçbir alacağı yok iken yoktan var edilmiş ve Cennete konulmuştur. Rahmet olarak Rahman sıfatı, bütün can lı varlıkların üzerine devam etmektedir. İnsan yaşamında bu; Önce likle her insanın yaşama alanında, inanan ve inanmayan farkı gözet meksizin kendi payını bulması ve doğada her şeyin ona hizmet et mesidir. Doğanın döngüsü içerisinde her canlının kendi yaşam or tamını bulması, yani Doğadaki döngünün kendisi de bir Rahmetin eseridir. Rahman sıfatının yaşam alanına yansımasıdır. Doğanın, in san için bilincini kullanmaktan başka hiçbir katkı sunmadan insan ların hizmetine sunulması, bu hizmette herkesin geçimliliğinin bu döngünün içinde var olması demektir. Bu, bir Rahmettir. Yeryüzün de Rahman sıfatı mutlak bir şekilde tecelli ederken. Rahim sıfatı yer yüzünde tam olarak tecelli etmez. Eğer tam tecelli etmiş olsa idi, ina nanların ölüm sonrası hayat için bir alacakları kalmazdı. Eğer böyle olsa idi, inananlann dünya da da daha çok avantaj sahibi olması anla mına geleceği için inanmayan hiç kimse de kalmaz, belki de insanlar inanmak için birbirini ezerek yarışa girerlerdi. Sınanmanın ve Gör meden inanma şartının da bir anlamı kalmazdı. Eğer Rahim sıfatinın tecellisi hiç olmasaydı, uyarısı yapılmış tuzaklann uyarısı yapılmazdı. İlk uyarı, iblisin Apaçık Düşman olduğu uyansıdır. İblis daha hiçBir işe koyulmadan evvel, uyarısı yapılmışOr. Bu uyarı, iblisi bilinmeyen bir düşman olmaktan çıkarmıştır. İkinci uyan. Cennette ki Tek ağa ca dokunulmaması uyarışıdır. Rahim sıfad olmasaydı, bu uyan ya pılmayacaktı. Bu iki uyanyla başlayarak insanlık süreci içinde devam ederek gelen Uyanlar, inanan ve inanmayan da muhatap olduğuna 173
Yaratılış Felsefesi ve A y k ı r ı l ı k
göre herkes içindir ve toplam bir süreç, rahim sıfaünın; kısmen Rah man sıfatının tam yansımasını ifade eder. Elçiler ve Getirdikleri, Rahmettir; Rahman sıfaünın gerçek leşmesi için doğru ve yanlışı belirlemede Uyarının yapılması gerekir. Aına bu Uyarı, herhangi bir şekilde herhangi bir insan tarafından ya pılmamış, tçplumsal alanda dürüst olarak bilinen "Seçilmişler" ter cih edilmiştir. (Seni ancak âlemlere Rahmet olsun diye gönderdik.) Hilesi hurdası bulunmayan ve insanlardan inanmaktan başka bir şey istemeyen şahsiyetier seçilmiştir. Bu, Yaraücının hiçbir insana karşı art niyetii olmadığını ve gerçekte herkese eşit mesafeden işe başladı ğını, insanları da inanacak olanlardan ve inanmayacak olanlardan ol mak üzere bir ayırımı gözetmediğini, yani Uyarı, Uyarıcı aracılığıy la başlarken uyarının herkes tarafından kabul edilebilir bir noktadan. Rahim sıfaündan başladığını gösterir. Ama uyarı yapıldıktan sonra kimisi bu sıfatın karşılığını bulmaya kendi iradesiyle sahip olur ve ya inanmayarak karşılığını bulmaya sahip olmaz. Mükemmel Adem formasyonu diyoruz. Bu formasyonun, süreç içinde her türlü dav ranışı sergileme fırsatı bulması için. Rahman sıfatı belli bir düzenin devamı adına bir formaliteyi de kapsamaktadır. Yani dünyasal de ğerler, "bir oyun ve eğlenceden ibarettir" Doğanın döngüsü, bu for malitenin nimete yansımasıdır. Yararlandırma adına doğa, herkese eşit mesafededir. Yararlandırma adına bir adaletsizlik ortaya çıkmış sa, bu eşitsizliğe özel çıkarlar doğrultusunda bir insan elinin karıştı ğı herkesçe bilinir.* Uyarı Yapılırken formalite icabı değil, kesin ola rak herkesin üzerine Mutlak bir iyi niyet ve acıma olarak tecelli eder. Rahim sıfatının sadece inananların üzerine tecelli ettiği kabul edi lir ama Uyarı yapılırken Rahim sıfaünın herkesin üzerine tecelli et tiğinin ve insanlara bu ilk adımda eşit sayılarak yaklaşıldığını görü yoruz. T ı p h babalan Adem'e daha ortada sınanma ortamı bile yok iken yukarıda söz ettiğimiz birinci ve ikinci uyarının yapılmış olma sı gibi... Ama sonradan sergileyeceği duruş inkâr yönünde ise, artık kendisine doğru yönlendirilecek nimetin akışına, kendisi isim koy174
Rahmet
muş olur. Hatta kişinin kendisine doğru akan bu atası gazaba çevir mesine de kendi iradesiyle de yeterlidir. Kişinin üzerinde Rahman sıfatının tam tecellisi olmadan, Kahhar sıfatı tecelli etmez. Bu, onla rm kendi sonlarını kendi elleriyle hazırladıkları ve Yaraucıya bir tek seçenek bıraktıkları içindi.(Bunu Yaratıcının kendini ifade yöntem leri bölümünde objektif sonuçlarıyla beraber işlemişiz.) Rahman sı fatı, herkesin üzerinde, her zaman tecelli eder. Hatta dünyasal olarak inkârın bu sıfata daha çok muhatap olduğunu görürüz. Çünkü 'Ya şarım ve ölürüm. Başka bir hayat yok" demiş, tercihini sadece dün yasaldan yana koymuştur. Bu şetalde sınanmada mudak özgürlüğün gereği olarak ilkesizlik temelinde alabildiğine yararlanma kapısı ken disi için ardına kadar açık tutulmuş ve ilkesizlik temelinde bu yarar lanmalar "kendilerine süslü gösterilmiş" olur. *Bumda kaynak akışı nın Özel çıkarların doğrultusunda, sadece belli bir noktaya yönlendirilmesi nin Rahman sıfatının inkârı anlamına geldiği sonucuna da varılır. Dünya da devam ede gelen yararlanmadaki hu farklılık ve insanlar arasındaki hu eşit sizlik Yaratılışın eseri olmayıp, açgözlü azgınlığın eseridir "Madem Rah man, Rahmet sahibidir; o zaman neden bizden karşılığında kendisi ne inanmamızı istiyor?" Sadece inanmak, sahipli bir maldan yarar lanma haktanın asgari bir karşılığıdır. Kendisine inanmadığın, Sahi bini tanımadığın bir maldan yararlanma ise ancak bir gasptır. Burada mudak inkârın doğada mudak bir terörizm olduğu kendiliğinden or taya çıkmaktadır. Bu şekilde bahş açısının ters dönmesi (ortak kul lanıma dayalı bu asgari paylaşım kuralının yanlış yorumlanması), ba kışın sadece kendi çıkarları doğrultusunda değerlendirilmesi, itiraz sız, sorgulamadan çalışan doğanın, sahipsiz kalmış bir malın peşkeş çetalmesi sonucunu gerektirecektir. Gerçekte ortada olan malda an laşılmayacak bir durum yoktur. Bunu anlaşılmaz kılan, oportünist bir eğilime sahip insan "ego"sudur. Bir Sahibinin olmasını gerekti recekse, bedava olmayacağı, ilk önce ücreti isteyecek olan bir merci in bulunması anlamına gelecektir. Yaratıcı, bir yaşam alanı olan do ğaya, derinlikli olarak Sanatını yerleştirmiştir. Çok uzaklarda da var iken, kolayca okunması için insanların bire bir her an muhtaç oldu175
Yaratılış Felsefesi ve A y k ı r ı l ı k
ğu bir ortama da sanatını yerleştirmiştir. YaraOİışın farkına varmak için çok özel çalışmalarla, teleskoplarla Kâinatın çok uzaklanna uza nıp, aramaya gerek de kalmadan hem yararlanabiliyor, hem de yarar landığın şeyin o Yaratıcısını da düşünebiliyorsun. Bu bir kolaylıktır, bir Rahmettir. Eğer Elçiler olmasa idi, dünya da ahkâm ve ibadetten yoksun tanrıbilim geçerli olurdu, ibadet denilen yaptırım da sadece inanmak ile sınırlı kalırdı. Ama bu tanrıbilimin içine, her türlü za limlik dâhil edilebilecekti. Bu daha çok zalimlerin, acımasızların işi ne yarardı. İkili yommun, her eşyanın, her ilmiğinde bulunması. Sa natı bir bilinemeze ya da bir Yaratıcıya götürmesine eşit ihtimaller le baksak bile, yani her birine yüzde elli ihtimal versek bile elçiler bu ihtimali ortadan kaldırmışlardır. Aslında kafasını varlık âleminin ne olduğu ile meşgul eden bir düşünürün d ü r ü s t u y a n c ı gerçeğini bulması halinde, bu müjdenin üstüne büyük bir Özveri açlığıyla at laması gerekir! Dünyasal hiçbir bedel istemeyen Uyarıcıya da teşek kür etmeleri ve saygı göstermeleri gerekir. Ama tabii tarihte herkes için böyle olmamış, Yaraucının Zatı' konusunda sorularla kafalarını meşgul etmişlerdir. Bu bilginin kimsede olmadığını tekrar söylemek zorundayız. Elçilerde Rahmetin mertebesi mutlak bir derinlik için dedir. Hepsi de dürüst insanlardan seçilmiştir. Yaraucının insanlara bir art niyeti olsa idi, doğadan yararlanırkenki gibi, formalite yerine gelsin diye her hangi bir insanı seçerdi. Hatta kendisine şöyle bir &ıgürlük de verebilirdi. "Sen günlük işlerinde her zaman dürüst olmak zorunda değilsin. Benim emirlerimi kullanma iletirken dürüst ol ye ter". Uyarıcı bu noktadaki görevini dürüstiükle yerine getirdiği sü rece, yani emir tam bir doğrulukla iletildiği sürece, yine de emirlere karşı gelme hakkına sahip olamazdık. Uyarıcılar, Allah'ın Zatı dışın da her türlü bilinemeze cevap verme görevini üstlenmişlerdir... Bu var iken, bir Uyarıcıyı düşman olarak ilan etmenin ne kadar aşağıda bir sonuç olduğunu görebiliyoruz. Uyarıcılar ortada olan sanatın ne olduğuna ve ne için bulunduğuna cevap getirdiklerinden, doğruyu yanlıştan ayırt etmek için bir engel bırakmadıklarından, kendileri ve getirdikleri birer Rahmettirler. 176