SIĞ BETİK (Yazınsal Denemeler) Serdar Akdağ
2018
T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı yayıncı belgesi: 32156 bétik: 140 Yazar: Dizer: Kapak tasarımcısı:
Serdar Akdağ Gökbey ULUÇ KUVART
1. baskı: Mayıs, 2018 – İstanbul, 500 éşlem ISBN: 978-605-68376-5-4
© Serdar Akdağ Tüm içerik yazarının sorumluluğundadır. Yayınevi yalnızca basım, dağıtım ve satış işlemlerinden yükümlüdür. KUTLU YAYINEVİ – göksel sözcükleriñ yayıncısı Alemdar Mah. Divanyolu Cad. Ticarethane Sok. Tevfik Kuşoğlu İş Merkezi, No: 11/202 Sultanahmet-Fatih/İstanbul Tel: 0212 603 5661
[email protected] Arı Basımevi: 13340
İÇİNDEKİLER ŞAİRLER...................................................................................5 DENGEDE BİR KARŞI DURUŞUN ŞİİRİ: ERDEM BAYAZIT...................................................................................7 ERGİN GÜNÇE’NİN ŞİİR IRMAĞI......................................11 MÜNTEHİRANE....................................................................15 NİLGÜN MARMARA ŞİİRİNDE ANLAM DUYARLIĞI.....19 OSMAN SARI ŞİİRİ...............................................................22 SEZAİ KARAKOÇ ŞİİRİNDE İNSAN VE TOPLUM...........26 ŞİİR VE İNANÇ BAĞI: ŞAİR İLHAMİ ÇİÇEK....................31 ZARİFOĞLU ŞİİRİNDE KÖKLER ÜZERİNE BAZI DİKKATLER...........................................................................37 ATEŞ BANDOSU....................................................................41 ÜÇ ŞAİR:.................................................................................46 1) CANSEVER’LE VAROLUŞA YOLCULUK......................46 2) UYAR’IN MUTSUZLUĞU.................................................48 3) ERDEMLİ BİR ŞİİR: ZİYA OSMAN SABA ŞİİRİ............49 POETİK METİNLER..............................................................53 ŞİİR NE ŞAİR KİM.................................................................55 ŞİİR, UYGARLIK VE TOPLUM ÜZERİNE..........................58 ŞİİRİN SÖYLEDİĞİ...............................................................61 YOZLAŞMANIN HÜKÜMLERİ............................................64 DEĞİNİLER............................................................................67 KAPİTALİZMİN ÇEVRESİNDE SİVİL İTAATSİZLİK*......69 AHMET OKTAY: “POPÜLER KÜLTÜR” ÜZERİNE ÇIKARSAMALAR..................................................................74 HENRY İÇİMİZDE BİR YERLERDE....................................77 KÜLTÜR VE DİL İZLEĞİNDE MEHMET KAPLAN...........79 BİR VATANSIZ DOĞULU SADIK HİDAYET......................82 KAFKA KİTAPLIĞI................................................................87 TELEVİZYON İNSANA DÜŞMAN.......................................91 KAYNAKLAR.........................................................................92
ŞAİRLER
Serdar Akdağ | 5
DENGEDE BİR KARŞI DURUŞUN ŞİİRİ: ERDEM BAYAZIT Diriliş, Edebiyat ve Mavera dergilerinin iz sürdüğü doğrultuda yer edinmiş şairlerin, bir topluluk kapsamında ideolojik, toplumsal, dini, ontolojik ve kültürel uzanımlarıyla, bu uzanımların kavramsal ve dile dönük yapılarıyla ortak ve yerli bir duyarlık inşası meydana getirmelerinin farkındalığıyla birlikte, Erdem Bayazıt’ın poetik olarak Türk Şiiri’nde bıraktığı ayırıcı, ayrıcalıklı işaretlerin varlığından da söz etmeliyiz. Öz ve biçim arasındaki uyumluluğun mekanik hiçbir ayrıntıyı içermeyen dil ve dize kurgusu üzerine bina edildiği söz konusu yapı, modernizmin kapalı ve yerli olarak tanımlamaya elverdiği algıya da açılım kazanma fonksiyonları yükleyebilecek çapta olduğunu göstermiştir. Erdem Bayazıt şiir ve poetikası istikrarın çekiminde bir ibre olarak bağlısı olduğu duyarlık birikiminin yazınsal ortalamasını da hep yukarılarda tutmayı sağlamış bir ivmedir. Doğallık ve sadeliği aleladelikten sakınarak meydana getiren eylemin işaret ettiği bir mizaç ve bilinç tamlığı, en başından zor olana talip olmanın verdiği şuur ve denge, kalite ve kantite arasında yapılması gereken tercihi de zorunlu kılıyor. Erdem Bayazıt’ın yazınsal bir kimlik olarak mütevazı duruşunun rağmına tercihini ödünsüzce ilkinde sürdürmesi, dikkatli okurları açısından şairin en az duyarlık konusundaki hassasiyetini şiirlerine yansıtmasında gösterdiği derinlikle eş değerdedir. Bayazıt’ın bu tutumu bir kavram ve olgu olarak bile şiire ideolojiden daha az saygı göstermediğini duyumsatmaktadır. Genel anlamda sözcüklerin yüzeyin sığlığıyla kuşatılmış olmasının uzağında; durumların, olguların, eylemlerin, Serdar Akdağ | 7
cisimlerin mutlak tanımı olmasının dışında onların birer öz ruhu, öz anlamı olma hükmünü taşıması; varlığın madde ve ruh boyutunda bütün bileşenleriyle iç içe geçmiş olmasının remzi olarak alınabilir kelimeler. Bir tabiat hadisesi kendi alanında işaretler taşıyabilir, yaşantının içinde onunla hemhal ancak seçilebilen incelikler rikkati salıklayan yüce birer bildiri gibi algılanabilir. Çağların birer yazgısı anlamın bu mahiyette bir bereketi olduğu düşünülebilir. Duyuş, kabul edilir bir semantiğin ve estetiğin içerisinde, salt bildik yaşamın sürdürümündeki dişlilerin kıskacından kurtarılabilir. Şiire dair bu mezkûr imkânların Erdem Bayazıt poetikasının kaplamında devindiğine dair imler, yine söz konusu şiirin takipçileri için yabancılanmayacak özelliklerdir. Şairin ayrıntı ve odaklar konusundaki hassasiyeti, yazınsal ve yaşamsal açıdan değer algımızı körletecek biçimde zihinlere egemen kılmakta olan örgütlü veya başıbozuk girişimlere karşı da sesini yükseltmektedir. Hayatın içinde yer edinebilmiş kelimelerle, sehl-i mümteni de denen kolay ancak özellikli söyleyiş biçimlerine yönelmede hassas ve öncü bir şiir yapısı oluşturabilmiştir. İkinci Yeni’nin savruk ve imge ağırlıklı yapısına, toplumcu şiirin sulu sloganla kurulu ve özensiz yapısına karşı kendinde, özgün ses ve imaj kodları ortaya çıkarabilmiş, söz dizimi ve gramatik ögeler açısından bağdaşık, tutarlı ve imge yoğun bir yapıyı şiirin burcuna inşa edebilmiştir. Yatağını taşırmamaya özen gösteren gür ve derinlikli, istikametini bozmadan yolunu bulan bu şiir, modernizmin karşısında üslup-dil ve anlam kurgusuyla da edilgen duruma düşmüyor. Şiddeti tok, gerilimi, konumunu bozmayan bir denge ve ölçünün şiiri. Katışıksız ancak derinlikli bir evren tahayyülü ve kurgusu, dışa vurum olarak adlandırılan ifade biçimini bir sorumluluk bilinci, öz ve biçim olarak da muhafaza ederek sapmalardan uzak bir düzlemde dile getirtiyor. 8 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
Tarih, çağ gibi zamansal adlandırmalar; emek, alın teri, toprak gibi yaşamın özüne dair imler, İslam ve Türk coğrafyasını işaret eden şehirler, semboller; aşk, inanç, insan, doğa gibi manevi ve maddi realiteler; dönüşüm, değişim, varlık, devrim gibi sosyolojik ve ontolojik durumlar şairin kendisine has duygu halleriyle birlikte aynı kültürel, siyasal, topluluksal bakış açısını temsilen yetiştiği edebiyat yaklaşımının ortak verimini merkez almasıyla birlikte yazınsal açıdan bu imkânları kullanmasında da orijinalitesini korumuştur. Mehmet Kaplan’ın “Erdem Bayazıt’ın şiiri değil eski dindar şairlerinkinden, Mehmed Akif’inkinden de çok farklı bir şekil ve üslupta yazılmıştır” tespiti, Bayazıt’ın çağdaşı şairler arasındaki yerine de teşmil edilebilir. “Hızlı, coşkulu, yüksek, hüzünlü ve yanık…” Kadim şiirin izlerini süren bir damardan, “şehirden doğaya, düşten şiire hicretten hayata, dervişten çocuğa” doğru akmaktadır Erdem Bayazıt şiiri. Bazen “tek kare çığlık bazen yumuşak ve kavisli” ama yatağını taşırmadan idealize edilen mutlağı aramaktadır. Çelik dişliler, beton duvarlar, demir külçeler arasında sıkışmış bir imkân olan insanın kurtuluşuna dair sebepler aramaktadır. Ölmezin maviliklerle, toprakla ve sularla çizdiği ölümsüzlük sınırına, ölüp ölüp dirilerek varılacak bir koşunun anlamlanmasını sağlayacak sebepler… Geçen zamanın, sonsuz yalnızlığın, mecalsiz yorgunluğun soğuttuğu dirimi ışıtacak inanca dair sebepler… Sabretmeye değer bir hayat algısının hâlâ diri kalabilmiş köklerine tutunmak adına yeşermeyi başarabilmiş sebepler… Çağın ve hayata dair bu izansız örgütlenmenin, insanla ilgili bütün adil sebepleri imkânsızlaştırdığı dizgenin tam ortasında Erdem Bayazıt şiirini saygıyla hatırlamaya devam edeceğiz. “Dirilmek yeniden Yüz yıl süren bir berzahtan geçmişiz gibi Serdar Akdağ | 9
Kandan kinden öfkeden Üstümüze bir sağanak boşanmış gibi Sürekli lekelendiğimiz çözülmeye terk edildiğimiz Bir bataktan çıkar gibi.” Kertenkele dergisi sayı 14
10 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
ERGİN GÜNÇE’NİN ŞİİR IRMAĞI “Aklımla ben birbirimizi oynatıyoruz Tarlam yağmura, esintiye, deliliğe açıktır” İlk bakışta çağrışım düzeyinde bir şiir olarak ortaya çıkıyor Ergin Günçe’nin şiiri. Yukarıdaki iki dizenin uyardığı yansılar da izini, aklın ve yüreğin ışığında sözü yormadan buluyor. Türkiye Kadar Bir Çiçek’teki şiirler, mezkûr dizeler gibi daha nicesinin kapsandığı, sözün akışkan damarının somutlandığı kavşaklar. Bir ruh temizliğinin kitabı olarak vasıflandırılıyor Gencölmek; taptaze, lirik ve koygun bir duyarlığın. Duygu ve düşünceler farklı katmanlardan gelip tek bir safhada bütünlüklü bir yeğniliğe ulaşabiliyor. Hüznün, sevincin ve ironinin iç içe tek bir kanaldan yansıması gibi, zengin ve renkli bir şiir olarak biçimleniyor. Ölüm, çocukluk, doğa gibi temaların vazgeçilmez unsurlar olması, bunların kendinden olmasını, tasarlanmamış olmasını engellemiyor. Kurma ve yapay bir alana yönelme zorundalığı taşımıyor Ergin Günçe. Şiirinin çekim gücünü belki de bu pazarlıksız saflıktan kazanıyor. Özellikle doğa, hayvan betimlemeleri ve çocukluk, Ergin Günçe şiirinin deşifre edilmeye olanak tanınmayan spesifik alanın içeriğini genişletiyor. Şiir toplamına bütünlüğüne bakıldığında, neredeyse birer laytmotif olma özelliğine bürünen çocuk, at, kuş, çiçek, tabanca, ağaç, tüfek gibi yüzeysel algılamaya açık sözcükler kapalı anlam katları oluşturabiliyor. Bunu dönemin (İkinci Yeni) şiirine eklemlenmede kendiliğinden ortaya çıkan anlam sorunlarıyla ilişkilendirmek yanıltıcı olabilir. Monolog ve deformasyonlardan hoşlanmayan ancak geleneksel ve ussal sınırlar dışında konulan tamlamalar, tümce içine doğru genişleyen heterojen yapı, kurulan dize yapısının kapalı anlamlar içeriyor olması Serdar Akdağ | 11
İkinci Yeni’nin genel özellikleriyle yer yer akrabalık, zaman zaman da kopukluk olarak ortaya çıkan özellikleri Ergin Günçe şiirinin. Daha önce de değinildiği gibi iç konuşmaları çağrışım düzeyinde bir şiir olarak ortaya çıkıyor. Şiire özgü kişisel yetkinlik ve donanım Ergin Günçe için burada da belirleyici bir özellik oluşturuyor. Adnan Özyalçıner’in ifadesiyle: “Şiir birikimi çok olan bir şair”. Ve bu birikimi, yüzünü şiirin kendi içindeki organik bütünlüğünden çevirmek adına kullanmıyor şair. Ergin Günçe’nin şiir ırmağında çocuğu, çocukluğu bireysel olarak algılamaktansa yüzü topluma dönük çoğul bir kırılganlığın işaretleri olarak görmek daha belirleyici görünüyor. Çocuklar İçin Faşizm ve benzer örneklerde genelde içten içe yer yer de belirgin olarak vuzuha çıkan protestocu söylem aynı saflığın akarında mündemiç, sindirilmiş olarak da şiiri hırpalamadan görünürlük kazanıyor. Sözcüklerle münasebetinde slogana asla yer vermiyor. Nilgün Marmara, Dağlarca, Anday, Metin Eloğlu, Sabri Altınel, Salah Birsel gibi farklı şiir anlayışından, sözcükleri son kertesinde özgün kullanabilen şairler gibi bir dil beğenisine sahip olmakla birlikte İkinci Yeni’nin gerçeküstü ögelerle yapılandırdığı dil ve dize örgüsüne olan yakınlığıyla da modern şiirin kalburüstü örneklerini veriyor. Ancak şiirinin sağlam geometrisi, yumuşak ve sade söyleyişiyle İkinci Yeni’nin savruk dize ve dil düzeneğine mesafeli kalıp Yeni Şiir’in ardıllarından biri olmak gibi bir ikinciliği de benimsemiyor. Durumlarla, duyumlarla açılım kazanıyor Ergin Günçe şiiri. Bir kıpırtıyı, aynı ölçekte has şiirin esaslı izlerini duyumsatarak örneklendiriyor. Eylemin kör, içi boşaltılmış yanlarını değil hayatın içinde duran, devinen kökünü, akışını tasvir ediyor. Şairin imge yoğun söyleyişi nostaljiyi bu dolayımla duyguyu ağlak bir geçmiş tapıncından kurtarıp naif bir görüntüye de kavuşturuyor. “İşte durumlar 12 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
böyle ey kandil simitleri / bir değirmen bugünler kalbimi öğütürüm / serentiler kurarım ömrümü kuruturum / haritamda denizlerin yerleri değişiktir.” Sezai Karakoç’un “kırık bir Verlaine var” deyip Cemal Süreya’nın “Bir savaşçı değil de eski bir uygarlık gibi konuşmak” sözleriyle tanımladığı tam da bu dingin ruh olsa gerek. Şiirdeki metafizik noksanlık bu noktada yoğun simge gücüyle gideriliyor. Tekrar doğa, çocuk, ölüm üçgeninden hareket edecek olursak üslup olarak da Ergin Günçe, kendindenliği bir ada olma kıvamına taşıyor. Eskiyle bağını koparmış olmak bir tarafa, sözcük seçiminde yerelliği de reddediyor. Bilinçaltına eğilimli, ritme ayarlı bir tarz sunuyor şiirinin genelinde. Örneklendirecek olursak: “Öğüt sen de bu acıyı kalbim ıssız kaldıkça / Ölümleri, ağıtları biriktiren kumbara”, “Kuşlarımız ürkütüyor tüfeklerini / Hiç çiçek ve çocuk olmamış o adamların”, “İyi çalkantılar sana bozkırdaki Rüzgar / İyi martılar sana uzaktaki deniz / İyi boğulmalar size derin duygularımız”, “Özentisiz bir umudun intiharı oldular / boynu vurulmuş kuşak, tuzağa düşürülmüş delikanlılık” gibi karamsarlık, ironi ve direncin bir arada bulunduğu daha nice seçkin dize ve ayrıcalıklı metafor aynı duyarlıktan yansıyor. Tamamının ortak özelliğiyse, özetle şairin özgün kaleminden çıkmış, imbikten süzülmüşçesine duru olmaları. Bu bütünlüklü kimya (simya da olabilir) baştan sona bağdaşık bir inşanın çatısını oluşturuyor. Çocukluğu koparılmış bir çiçek, ölümü gömütlükte açan güller, doğayı tek başınalığın sığınağı, hayatı upuzun ve hüzünlü bir gülümseyiş gibi betimliyor şair. Çünkü sağlı sollu bir şiir vadisini andırıyor Türkiye Kadar Bir Çiçek’teki şiirler. Ortasından Ergin Günçe ırmağının geçtiği… “Hepimiz el ele tutuşmalıyız Korkmadan yürüyebilmek için gecenin ötesine Serdar Akdağ | 13
Güneş nasıl olsa doğacaktır Horozlar ötmeye başlar başlamaz.” Şiiri Özlüyorum dergisi Mayıs 2005
14 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
MÜNTEHİRANE “..O her gün kendini öldürerek usu Kınında saklı bir intihar gibi bırakan..” (s.a.) “Açlığı da ölümü de hiç sevmem” diyordu şâir Metin Eloğlu. Yaşamı ve ölümü kolaylaştıran şeylerin bir arada bulunabilirliğine yabancı kalmayacak bir hayatı sırtlamış olmasına rağmen, seküler bir kaymanın dahası bir alışkanlığın kolay terk edilemeyeceğinin eksikliğine yapılan gönderme ve insancıl etkiyle. Kişi yaşamaya meyyal bir donanımla yaratılıyor olsa da yaşamın ne denli yaşamaya elverişli olduğunu sorgulamak gerekiyor. Bunu başarabilenlerin en başında geleni kuşkusuz Albert Camus. İntiharı varoluşun diğer kutbunda konuşladığı bir anlam kapısı olarak kurmuştu felsefesini. Mezkûr konu bir sistematiği gereksinmediği için tekil ve özgün, ayırt edici ve farklı yaşamlar, bakışlar da zuhûr etmişti daha öncesi ve sonrasında. Dünya yazınının bilinen adlarından Mayakowsky, Yesenin, Sâdık Hidâyet, Virginia Woolf, Sylvia Plath, Cesare Pavase, Stefan Zweig, G. de Nerval gibi isimlerinin yanı sıra Beşir Fuad, İlhami Çiçek, Nilgün Marmara, Kaan İnce, Zafer Erkin Karabay da bu bakışa kendi elleriyle perdeyi kapayanlardandı. Ahmet Oktay Yol Üstündeki Semender’de ölümün de tıpkı yaşama iştiyâkı gibi bir güdüye seslendiğine dâir şeyler yazmıştı. (“Çünkü biliniyor artık;/ tek içgüdü değil/ yaşam İçgüdüsü” (Ahmet Oktay, Yol Üstündeki Semender, Ada Yayınları, 1987’den naklen İlhami Çiçek, Göğekin, Ankara, 1991)). Bunu bir tutku boyutunda yaşayan-
Serdar Akdağ | 15
lar olduğu gibi (bkz. Sylvia Plath) yazgısal bir karamsarlıkla örtüştürenler de oldu. Esas olarak yaşamın ağır bastığı sorgulama girişimi katında kabul edilebilecek bir kara yüzey intihâr gerçeği. İlk bakışta bulanık, debelenmeye müsait bir zemini içeriyor. Ancak yaratılmışlığın doğasındaki savaşma içgüdüsü de göz ardı edilmemesi gereken ölçülerden. Kafka metinlerindeki tok savunma, Dostoyevski’deki savruk tutunma, Türk Edebiyatı’ndaki örnekleriyle Tezer Özlü metinleri dekadan bakışın verimleri olmaktan öte, iradi bir bilincin farklı yansımaları olarak algılanabilir. Lübnanlı yazar Amin Maalouf, Doğunun Limanları’ndaki bir roman kişisine “Şayet hayatta kalabildimse hayatta kalmamak da bir iradeyi gerektirdiği içindir.” dedirtiyordu. Yukarıdaki örnekler aynı yaklaşımın karşıt kutbunu yaşayarak oluşturuyordu. Sözgelimi Tezer Özlü, sözcüklerle yaşamın derinliğini verebilmenin imkânsızlığına değiniyordu. Gerçekten de aslolan hayatın verimlerini insan kalabilmenin onurunu kendi akarında sürdürmenin imkânlarını aramaktan geçiyordu. Mayakowsky de arkadaşı Yesenin’in ölümünde devrimci kanına dokunan duyguyu şiirinde yansıtmaktan geri durmamıştı. Modern dünyanın yaşamaya dönük soylu, erdemli bir varoluş çabasının anlam sınırlarını daralttığı günlere yetişse de İlhami Çiçek de güneş vurgusuyla sabrı öğütlüyordu bir şiirinde. Gene de yazıp çizmeyi uğraş edinmiş kişilerdeki bu kısmî olumlayıcı bakış, yaşamı sekte eden sabuklukların, yaşam katında algılanıyor olmasına gereği kadar tahammül gösterememişlerdi. Oğuz Atay’ın, Eylembilim’deki ifadesiyle intihâr kendini yetiştirenlerin eylemiydi ve toplumdaki yürümeyen budalalıkları dert edinen en çok onlar oluyordu. “Ne anlamsızdı intihâr etmek etmemek” kabilinden avangart yönelimlerin tuzu kuru gözü kara oluşların dışında, 16 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
intihâr eyleminin bir yanılgıyla yüceltilmeye yönelik tarafları olduğuna da bir ara söz olarak vurgu yapmak gerekir. İntihârın bir kaçış veya başkaldırı eylemi olabileceği düşünülse de yoksulluk, felaket ve sıkıntıların insan tekini kuşattığı kadar toplumların önemli bir kısmını etkisi altına aldığı da bir hakikat. Dolayısıyla bir salgın hastalık gibi görmek meseleyi düzleminden saptırmakla da eşdeğer tutulabilir. Çağın meta menşeli tek tip algılama biçimleri günümüzde intihâr sorunsalını da maddeye indirgiyor yalnızca. Örneklendirecek olursak Özge Dirik’in ölümüne dâir verilen gazete haberinde bankacı olarak tanımlanan şâirin maddi sorunu olmadığına, dolayısıyla bu fiili anlamlandırmanın güçlüğüne özellikle vurgu yapılıyordu. Gazetelerin bu denli sığ kâğıt israfı mantığı, sosyal ve siyasal döngünün oportünizme endeksli akışı, radyolarını arabesk ve pop mezbeleliği yapısı, televizyonlarını düzeysizlik kumkuması olarak örgütlemeyi başarmış bir toplumun yazıyla ilgilensin ilgilenmesin duyarlık sahibi fertleri gereğince tedirgin eden şeylerin varolduğunu söyleyebiliriz. Ancak “Soğuk kalabalığın/Gülüşü...” ya da “onlar ki bana yakışmaz söz etmek” şeklinde özetlenebilecek bir toplum algısını, umarsızlığı, şâirler elbette ki rastgele kişiler olarak da algılayabilecek çapta kimseler. Hiçbir fiili özne merkezli etkenlere de indirgeyip çözümlemeye çalışmamalı. Böylesi bir kişisel gelişimci ukalalığına girişmeden ve kişiselliğin mahremiyetine dalmadan intihârın köklü bir varoluş sorunu olduğunu tekrarlayabiliriz. Yazına akseden boyutuyla da farklı nüveler taşıyan bir sorun. Tabii şu da var: “Kurgusu değişince hayatın şirin görünür ölüm bu kuraldır” diyordu bir şâir. Bir diğer şair yenilgi yenilgi büyüyen bir zaferden söz ediyordu. Tanrı varken kim Serdar Akdağ | 17
neyin nereye kurulup kurgulandığını bilebilir ki? O’nun her fırsatta sabrı salıklaması da bu bilmeler konusunda bir had bildirme değil midir aynı zamanda? Aralık dergisi sayı 19
18 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
NİLGÜN MARMARA ŞİİRİNDE ANLAM DUYARLIĞI “Bir her şey, bir hiçlik” Başlarken, buradaki kısa okumanın Nilgün Marmara şiirine yönelik teknik ya da içeriksel çözümlemeler getirme, yargıya dönük temellendirmeler sunma, bu dolayımla biçimselleştirme maksadını taşımadığını açıklamalıyız. Belki başlangıçtan bu yana şiirin konuşulduğu her alanda vurgu yapılmış olan anlam bileşenine Nilgün Marmara şiirince aralanan kapıdan dağılmış çağrışımlara göz gezdirme çabası olarak nitelenebilir bu çaba. Şeyleri özsel niteliklerinden soyutlamadan ve onları kendi kapsamında şifrelemeden, illetten, arazdan arındırılmış rafine bir yokluk durumunun tamlanması gibi bir arılığa atıflarla ilerleyen Nilgün Marmara şiirine nüfuz edebilmek için bu kapsamın en doğru gözenek olduğu düşünülebilir çünkü. Anlamın neredeyse kurgusal ve tematik özerk bir alana dönüştüğü, yani mutlak bir olgu gibi dize yapıtaşlarıyla ceset bulduğu bir iç ya da tine evrildiğini söz konusu şiir için savlayabiliriz. Esasen aynı soy şair ve yazarlar adına açımlanabilecek bu saf bilgelik durumunun gene tamamının kendine özgü yorumundan yansıyan bütünün kolları gibi uzanması bir vakıa. Belirtilen kategoride yer alacak isimlerin içinde olduğunu düşünmesek de Dağlarca da bir söyleşisinde yazdığı nesneyle bir iç içe geçme durumunu yaşadığına, özne olarak ele aldığı objeyle bütünleşebildiğine dair bir söylem kullanmıştı. İşte Nilgün Marmara; zaman, varlık ve yaşayış gibi kavramları ele alırken yukarıdaki örneğe benzer bir bütünlüğü yansıtabiliyor yalınlığıyla. Ancak şair, yaşam ve ölüm, varlık ve yokluk Serdar Akdağ | 19
arasındaki çizginin bu ontolojik durumlardan her hangi birinde belirsizleşebileceğine dair benzetileri sıklıkla kullanarak; kategorize edilmiş iyi-kötü, doğru-yanlış, güzelçirkin gibi karşıtlıkların tek bir öbekte doygunluk kazanması gibi, son noktadaki anlam ve anlamsızlık duygusunu da yanına alarak aynı değer içinde bir ikiz anlamlılığa da yürüyebiliyor. Tabii anlam, konu alınan bütün izleklere düşsel değil sahici, yapıntısız, özdoğasındaki homojen inşayı muhafaza ederek yol buluyor. Buradaki doğru ya da yanlış aynı saptamanın usta şair İlhan Berk’in “Benim derdim anlamdadır, anlamsa miadını doldurdu. Onu bozmak istiyorum.” sözleriyle yetmiş yıldır anlamı hâlâ dil ve düşünce ekseninde kurguladığını düşündürtmesi açısından da önemlidir. “Coşku külü ben yangınından doğmuş inancın kanıtı” Denebilir ki Nilgün Marmara yalın bir bağlaşımla anlamın ötesinde artık boşunalığa uzamış bir yerden bir üst bilinçle anlamın ve varlığın içini doldurabiliyor. Gerçekte diri, farkında ve kendinde bir öznenin uyanıklık hali… Başka her şeyin ve herkesin yabancı olduğunu biliş… Yabancılaşmaya karşı ödünsüz bir olumsuzlamayla uzuvlara farklı işlevler yükleme, kendi kendini bütünleme, görüntüsel olana yenilmeme, öz derinliğini sahiplenme gibi öncesiz, sonrasız bir anlamın bilgeliğini sunuyor şair. Burada anmayacaklarımla birlikte; İkiz, Kent, Küçük Ağaç, Rüzgâra Yakarı, Petra Vonkant’ın Acı Gözyaşları, Değmedikleri Yerde Bahçeler, Düşü ne biliyorum… Söz konusu bilgelik ve bütünlüğün şiirleri gibidir. Yaşam ve varlıkla aynı kabulde hesaplaşmanın… “Yerleşik yabancılığın acısı” sözleriyle gerçekten doymuş bir ruhun, sapaksız, oturaklı ,bilen bir duruşunun itirafını “Kov kara duygulu olasılığı bilincinin gücüyle / Biçimleri kesikler yaratmadan tininde” 20 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
gibi bir özdenetim mekanizmasını sürekli işler hâlde tutmayı.. ya da “Yeni çiçek dürbünleri bul ertesinde düş kırıklığının / gizlenmişlerse senden kur öz yaratısını saflığının” dizeleriyle içe doğru genişleyen bir bilinçli olma durumunu sunarak.. denebilir ki Nilgün Marmara şiiri belirgin bir ayırıcı özellikle semantik olarak da tam bir dizgeyi devam ettiriyor. İletken, kesintisiz bir imgelem gücüyle, dönüştürümler kendi öz yapısını bozmuyor. “Karada, hançer suratlı abinin rüzgârında uçar adımları. / Geçmiş ilmeğinde saklıdır arzusu / İçinden karanlık, tekrar ve ilenç sızdıran hayret taşında. / Soruyor hatırasında, ‘sırtımda ve sırtında gezinen bu ürperti kim, / bir damla süt yerine bu ağu kim?’ / ay gözüyle bakmayan kavruk akıllara / -boy atmış da salgıları, cücelmiş sezgileri- / bir yanılgı rehavetinde debelenenlere…” Derida; şiiri, kirpi metaforu ve ilintileriyle açıklarken bir varolanın ne olamadığına dair açıklamalar getiriyordu daha çok. Biz de durup durmanın şiiri olduğunu söyleyebiliriz, Nilgün Marmara şiiri için… Dünya arafından bir seslenişin farklı bir boyuttan... Anlamı özümlemiş yalana duyarlı sözlerle... Bütün anlamların doyduğu yerde, “taşkınlıktan ırak mı ırak”… Yalınayak dergisi Nisan-Mayıs 2006
Serdar Akdağ | 21
OSMAN SARI ŞİİRİ Uygarlığı bir mihenk noktası alarak tema edinen yazınsal duyarlığın, medeniyet algısını tüm imkânlarıyla birlikte bilinç düzeyinde derinleştirip, kökleştirme; kişilik ve açılım kazandırma aksiyonu, yaşamsal ilke ve değerler toplamını çağa karşı bir uyanıklık, direnç ve eylem bütünlüğü içerisinde taşınmasını da öğütlüyordu. İkiz deyişle; söylem-eylem arasındaki koşutluğu kimlik olarak belirleme, modern dönemin sistematik yıkım aygıtına karşı bir paratoner gibi korunak olma vasfını kendi iç dizgesinde egemen kılma tavrını. İnancın ve millet olmanın verdiği dirençle Akif’in bir yıkıntı içinden ayağa kalkışı, Necip Fazıl’ın entelektüel anlamda da idealize edip, dirlik adına yaşamı boyunca yeşertme uğraşı verdiği ruh ve inanç tohumu, yazınsal ve yaşamsal kimlik olarak müşahhas inşasını Diriliş ve Edebiyat dergilerinin de iz sürdürdüğü minvalde tebarüz ettirmişti. Söz konusu okulların idealist, devrimci ve dirimsel bakış açısı, takipçisi şairlerin yaygın ve köhne olandan sakınarak oluşturduğu yeni ve ortak bir söylemin hayat bulmasında da itici güç oluşturuyordu. Bu doğrultuda, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Alaattin Özdenören, Akif İnan, Ebubekir Eroğlu, İlhami Çiçek, Cahit Yeşilyurt… Gibi ikinci ve üçüncü dönem üslup şairlerinden ayırmamak gerekirliğiyle hususen anımsıyoruz Osman Sarı şiirini. Özellikle, çünkü uygarlık düzleminde şiirin ongun, sorunsuz, yıkıntı ve çelişkilerden arınmış bir toplum düşünü idealize etmesi bilincini söylem olarak da şiirinde biçimselleştirmiş bir şair olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Şairin dünden bugüne Müslümanların soluk alıp verdiği bütün kara parçalarını, İslam coğrafyası olarak algılayıp; zulmün, yıldırının, esaretin, işgalin, baskı ve saldırının, hüküm sürdüğü her 22 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
kıtayı kendi öz yurdunun bir parçasıymış hissini duyurmasının yanı sıra; içinde yaşadığı küresel şartlandırılmışlık ve şehirleşmenin bir izdüşümü olan fiziki ve içsel molozlaşmaya (modernlik) karşı da sesini yükselttiğini fark edebiliyoruz. Bu iki boyutlu karşı çıkışın ilkinin din, kültür, medeniyet; ikincisinin ise sosyal, siyasal, ontolojik kökenli kimlik ve konumlanmadan yol bulduğunu savlayabiliriz. Yukarıdaki ifadelerle paralel veya karşıt olmak üzere mütevazı bir şiir olarak tanımlayabileceğimiz Osman Sarı şiirine yönelirken, yüzeydeki teknik ve maddeci ilerlemenin tersi istikametinde tükenen insani öz ve olgunun, arka planda yeniden harekete geçme olanaklarını devindirme şuurunun, zihni bir tamlıkla yankılandırıldığına değinmeliyiz. Yaralı bir ruh soyunun temsilini, naif ve oturaklı bir simgesel izlekle üstlenen şair, biçimsel açıdan da kadim şiirin yeni ve devrimci bir mantıkla işlenişine kapı aralamaktadır. Şekil ve duyarlık olarak aynı kanalda konumlanmış farklı bir tarzdan ‘Akif İnan’dan; şiir dili, söz dizimi ve dize akışı, içerik ve biçim yapısı gibi teknik konularda daha az titiz davranmasına karşın; İkinci Yeni’nin kuşatıcı damarından farklı bir alanda konuşlanmak, şiirsel bir tercih ve imkân olması hasebiyle de önemsenmelidir. İnanç ve hayatın birleşik aydınlığında, kötücül bir çağ vurgusuyla yüceltilerek yaşamsal işlev yüklenen şiir, yenileyici zihin inşasının da orijinini oluşturuyor. Emek, özveri ve sabrın ışığında savaşçılardan, pamuk işçilerine; gündelik geçimlikten, düşünsel çabaya; kişi onurundan, sevdaya; acı ve ölümden, umuda kadar değişik insan hallerini yansıtırken aynı coşkuyu taşıyabiliyor Osman Sarı şiirinde. Kelime, varoluşu anlamlandıran bir imaj, şehir-ülke (Endülüs’ten Afganistan’a) tarihi ve kültürel ayağıyla, İslam’la özdeş bir sığınak; savaş, evrensel ve dini bir metafor; direnç, insani bir eylem; göç, lahuti bir çağrışım olarak işlerlik kazanabiliyor. ‘Batı’ya duyulan haklı nefret [sizin tek ama büyük bir Serdar Akdağ | 23
gücünüz var / karşınızdakini değiştirmek(*)] ritme yeğ tutulmuş bir iç döküşe dönüşebiliyor. Yoğun dağ vurgusu, özgürlük ve yücelik hissi bulvarların, alanların bol ötümlü gürültü ve çürümüşlüğüne tercih edilebiliyor. İşçi ve emek, yiğitlik ve epik kaygı bir yenilenme bilinciyle dile getiriliyor. Katı, tıkanık ve köksüz kent yaşamı önce heykelleştirip sonra bir ilişkiler ağı olarak sunduğu bütün uzanımlarıyla dıştalanabiliyor. Şair arınma duygusunun merkezi olarak gördüğü toprak ve tabiat olgusuna da sıkça yer veriyor şiirinde. Çok kısıtlı olmasıyla birlikte değişik halk motifleri ve folklorik öğeleri yakalamak da muhal değil. Yeni ve özgün olanı yansıtırken biçim ve içerik olarak da geleneksel şiirin verimlerinden yararlanmayı ihmal etmiyor. Modern bir algı ve söz dizimiyle klasik söyleyiş biçimlerine yöneldiğini de duyumsatabiliyor. Tekrara düşmek kaygısıyla özetleyecek olursak kullanılan mecazlar sonsuz ve mutlak olanı bilmenin yörüngesinde konumlandırılıyor. Çağın çelik bukağılarla derdest edip tunçtan duvarlarla muhatara altına aldığı, kirli sularıyla bir fosilleşme sürecine terk ettiği ruh kökü, medeniyet vaha ve aydınlığının ayrımını hissetmediği sürece, mevcut körelme ve çürümenin de ayırdına varamayacak kuşkusuz. molozlar arasındaki tabiat özlemi, mekanik ilerleme karşısındaki toprak düşü, erdemin devindiği bir arınma erkiyle açıklanacak durum alışlardır. yoksa azmin, ilerlemenin, adaletin, eşitliğin, çaba ve emeğin çağlar üstü aziz kılınışına karşı bir taassup değil; bunların yanılsatıcı bir taktikle kaos istikametinde insan varoluş bilincine zerk edilişine karşı bir duruştur. Konu kapsamına çıkmak pahasına da olsa esas itibariyle insani her uzanımıyla da evrenseldir şiir ruhu. Sırf matematik bir kesinlik değildir. Zaman öbekleri arasına sığıştırılmış poetik oluşlar da değildir. Bunlar şiir eyleminin eskiyecek, entelektüel ve kurma boyutlarıdır daha çok. Meseleyi gereğinin ötesinde 24 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
ululamaktır. Binlerce yıl ötesinden sesini duyurup, yaşama yetisini taşıyan ancak o evrensel ruhtur. Hem nedir ki şiirin içtenliği? İnsanın bütün açmazlarını, zaaflarını, kayboluşlarını, tutunuşunu, tutarsızlığını, inancını, isyanını, boşunalığını, amacını, sövgüsünü, sevgisini, güneşin altında diri ve yeni tutmaktan başka. Osman Sarı şiirine, sonlandırmak üzere tekrar dönecek olursak; içi dolu, insan sorunsalına bütün kolları ve vaktin her kesitinde cevap verebilen bir medeniyet algısına duyulan ihtiyacı öğütlediğini söyleyebiliriz. Bir başka ifadeyle kendince tanrı yardımına talip olmayı.. “güç netsin soluk netsin senden gelirmiş hepsi acı bu son soluktur bir bengisu ver gel” (**) Kertenkele dergisi, Sayı: (*) Sezai Karakoç, “Zamana Adanmış Sözler”, Diriliş Yayınları (**) Osman Sarı, “Önden Giden Atlılar / Bir Savaşçıdır Kalbim”, Şiirler, İz yayınları, 1995 Kertenkele dergisi, Sayı: 13
Serdar Akdağ | 25
SEZAİ KARAKOÇ ŞİİRİNDE İNSAN VE TOPLUM İkinci Yeni Şiiri’ni insan ve toplumdan soyutlandırılmış “eylemsiz bir edim” yargısıyla algılayıp onu ödünsüzce eleştiren yazar Asım Bezirci olumsuzlamalarını en çok köksüzlük, anlamsızlık, amaçsızlık odağına yaslandırıyordu. Turgut Uyar’ın insanın kaosunu şiirin kaosuyla ilişkilendirdiği savına, “insan çıkmaza girince şiirin de çıkmaza gireceğini öne sürmek, şiiri çok bağımlı ve etkisiz görmek demektir.” karşılığıyla yanıt veriyordu. Bezirci’nin yeni şiirle ilgili getirdiği saptamaların kendi kapsamındaki tutarlılığı, düşünce ortaklığı sağlansın sağlanmasın tırnak içerisindeki ifadeyi farklı bir açılımın girizgahı işlerliğine taşıyor. Özel süreç ve koşulları öncelendiğinde İkinci Yeni’nin zaten bir bunalım veya kaçışın şiiri olduğu yargısı öteden beri yaygın ve geçerlilik taşıyan bir genelleme. Aynı tarihsel dönemin rastlantısala zemin oluşturan bilinç gelgeçliği de bu tezahürün kaçınılmaz paydalarından biri. Tam da burada öteki kuşakdaşları gibi Pazar Postası’nda yayımladığı şiirlerdeki söz dağarı, sözdizimi, imge ve biçim yapısıyla İkinci Yeni’nin hazırlayıcılarından biri olarak kabul edilen Sezai Karakoç’un ayırıcı özelliğini “egemen ideolojinin toplumu batı karşısında ciddi bir aşağılık kompleksine sürükleyerek, yüzyıllar boyu benimsediği medeniyet değerlerinden koparıyor” olmasının şairce farkındalığına bağlamak hiç de yanlı bir tutum arz etmez. Sonraları biçimlendirmiş olacağı uygarlık eksenli; anlam, amaç, kök, insan ve bu uzanımla toplum algısı çoğul bir diriliş ideal fikriyle yapılandırıyordu. Karakoç şiirinde içkin veya tebarüz etmiş olan insan temi gerçekte sahici, derli toplu bir bakış açısını gerektiriyor. 26 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
Şairin “insansız şiir tez ölür” lafzı bu meyanda önemsenmesi gereken bir ifade. Esasen kesbi bir oluşun değil yazgısal bir yönelişin işaret ettiği nokta insan sorunsalı. İnsan, bu dolayımla toplum ve Sezai Karakoç şiiri arasındaki ilinti içtenlikli ve yapaylıktan uzak bir görünüm sergiliyor. “Bütün çiçeklerle donanıp / bütün insanlarla ölen”, “sedye taşımaktan kolu tutulan / bu sessiz çılgın çalkantıda”.. örneklerinde olduğu gibi su benzeri bir arılığı çağrıştırıyor. Bu dış gerçekliğe iç realiteyle dinamik ve bilinçli bir formasyon ve ruh kazandırmak girişimi olarak da gösterilebilir. Kendi zihin serüvenini tamlama çabasını da taşıyan “toplumun uyarıcılarıdır şairler, “şair milletinin sözcüsü, yorumcusu ve gerekirse yol gösterenidir” Kuşkusuz millet kavramı sözcük olarak da ruh olarak da değişik anlamların bir terkibi olarak düşünülüyor. İnsan, millet ve toplum çerçeveli şu iki tanıma değinmek gerekir : “Batı’daki millet kavramı daha çok bir ırka ve bir dile bağlı bir topluluğu ifade eder. Dar görüşlü bir kavramdır. Oysa İslam düşünce ve yaşantısında, millet kavramı ırka veya dile bağlı bir kavram değil, İslam medeniyetinin organik toplumuna verilen bir addır. “Asıl millet aynı ideale sahip insanların meydana getirdiği toplumdur” örneklerinde yansıtılan mantık, düz ve basitleştirici anlayışı dıştalar. İkinci Yeni genel anlamda bu kabil kaygılar taşımaktan hep uzak bir görünüm sergiledi. Eleştirmen H. Bülent Kahraman, çoğu bakış açısınca kaçış olarak sunulan mezkûr şiirin “iktidardan kaçış” olarak da adlandırılabileceğini öne sürüyordu. Bu bağlamda Yeni Şiir’in en sevimsiz ve uç örnekleri de sözcük ve cümle yapısıyla birlikte semantik yapının da hiçe indirgenip, teamülün kat kat üstünde deforme edilişine olanak sağladı. Şiirinin iktidara dâhil edilmesini istemeyen Ece Ayhan sivil bir şair olarak tanımladığı Sezai Karakoç’u “Türkçe’nin en önemli bir kaç kaynağından biri” olarak görür ve aynı dil karmaşasının uzağında tutar. Serdar Akdağ | 27
İkinci Yeni Şiiri’nin en az dil kadar yoksadığı unsurlardan biri olarak öngörülen insan kavramı; şairin düşünce ve şiir inşasının ön ve geri planında alımlanmaya elverişli bir unsur boyutunu kazandı. Toplumcu kaygıların salt herhangi bir ideolojiye eklemleyerek kısırlaştırdığı bu unsur İslam’ın evrensel soluğuyla dipdiri ve derinlikli bir çeşitlilik konumuna yükseldi Sezai Karakoç’ta. Sözgelimi Doğu ve Batı’yı karşılaştırdığı kimi dizelerinde bile Türk Şiiri’nin tarihsel birikimiyle doğrudan bir koşutluk gözetmekten çok; anoloji ve karşıtlıklarda doğu mistizmini, Batı anlatımlı bir romantizmi ve gerçekliği çağrıştırdı. İlhama dayalı yani İlahi menşeli insani ve evrensel bir soluğu taşıdı şiire. Bu şiir yüklü, derinlikli, hikmet ve metafizik yönelimli, bu dolayımla evrensel bir potansiyel kaynaklar paradigması olarak gösterilebilir. İslam köklü aynı eğilim kendi genelinde yeni ivmelere devinim imkânları da belirledi. Hareket alanı çok geniş bir atılım, şiir ve düşünce etkinliği alanı. Bu kapsam Cumhuriyet sonrası Türk Şiiri’nin gelişiminde genişletici ve özgün bir çığır, imkânlar açılımının toplamıydı. İnsanın Tanrı’ya karşı aczi hemcinslerine karşı kıstırılmışlığı çokça yer buldu Karakoç şiirinde “halkları sürüyorlar savaşa / kullanıyorlar onları kızıl kara sarı esmer zulümler için”, “insana en aykırı Filistin’de ekmek sepetleri” örneklerindeki gibi bir uyanıklık hali ve başa kakışla birlikte. Hızır’la Kırk Saat’in özelde ikinci genelde tamamına yakın bölümleri bu türden serzeniş örnekleriyle dokuludur. Kalbi sezginin veya iman bilincinin yaradılışın insandaki belirlenimi olarak algılanıp onu bir taklit ediminden uzak tutmanın samimiyetinin bir tezahürü olan çoğu dizesiyle model bir görünüm sunan Alınyazısı Saati de aynı yaklaşımın başat örneklerini kapsar. Monna Rosa’da da buna benzer bir yazgı örgüsünün işleniş süreci dillendirilmişti. Kitabın son şiirleri mutlak bir bağlanışın, kutlu bir teslimiyetin doruklandığı çaresizliği 28 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
simgeliyor. Benzer vurgu ve anıştırmalara bir bilinç düzeyini yansıttığı için diğer kitaplarında da bütünlüklü olarak rastlamak olası. Doğu’yu ve Batı’yı iyi bilip özümleyen, kendi köklerinden neşvünema bulan Sezai Karakoç şiiri çeşitli yönleriyle uzun araştırmalara konu olacak, ön bağlanmasız ve nesnel geçerliliklerle ölçülüp tartılacak bir oluşun şiiri. Burada dile getirilenler sadece eksik bırakılmış bir alana yöneltilmiş dikkatler bütünü olarak özetlenebilir. Zira şiirin herhangi bir şairin düşünce, bilinç, bilgi ve duyarlık yapısının gelişimini sağlayan evrelerle koşut seyri olduğu düşünülürse; şiir ve şair bu oluşum düzeyinde biri ötekinin aynası. Yazıdan bağımsız diğer edim tecrübe, aynı doğrultudaki eylem ve pratikler bulunulan yüzeyi oluşturan birer yapı unsuru olarak ele alınmamalı. Gelişim sürecindeki son noktaya dâhil edilebilecek tamamlayıcı parçalar olarak da… Bunları evrilebilen katkı veya doğrudan neşet etmiş sağlıklı birer veri olarak düşünmek de yanıltıcı olabilir. Kısaca zikredilenler bir iç deney ya da arınma değil; daha çok kopukluklar, eksiklikler, fazlalık veya eklentiler olarak değerlendirilmeli. İşte Sezai Karakoç şiiri başlangıcından günümüze bu eklemlenmelerden uzak bir yapıda olduğunu, insani özün bu vetireyle hikmete elverişli bir çizgide mukim bulunduğunu ihsas ettiriyor. Bunun tam da zorluğu nispetinde dikkate değer aynı şiire has bir özellik olduğu söylenebilir. İnsan merkezli, toplum uzanımlı kesitlerin Sezai Karakoç şiirinin verimlerinden önemli işaretler taşıdığı kanısı enikonu açımlanabilir. Çağın gerekleri ölçüsünde durgun ancak paradokssuz, klişesiz, çıkış dönemlerindeki örnekleri gibi atıl hale gelmeyen bugün büsbütün bir hikemi boyut kazanan bu bilge duruşun şiiri hala beklemede çünkü. Uçtan uca kendi içinde devinen, sürekli yenilenen ve yeniden başa dönüldüğünde eskinin ya da fazlanın izlerini taşımayan kadim bir yalınlığı çevreleyen bir bütün olarak süregeliyor bu şiir. Serdar Akdağ | 29
Bizse anlama egzersizlerimizi doğrudan odakladığımız bu bilgi ve düşünce çağlayanının akışını tekil veya çoğul benzetmelerle, topluca seyretmeye devam ediyoruz.
_______________________________ KAYNAKÇA Asım Bezirci, İkinci Yeni Olayı, Evrensel Basım Yayın,1996 Ali Günvar, Doğru Yazılar, Estnon,1999 Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları (1), Diriliş Yayınları Sezai Karakoç, Körfez-Şahdamar-Sesler, Diriliş Yayınları A.G.E. Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları (2), Diriliş Yayınları H. B. Kahraman, Türk Şiiri-Modernizm-Şiir, Büke Yayınları, 2000 Ece Ayhan, Aynalı Denemeler, YKY, 2001 Sezai Karakoç, Alınyazısı Saati, Diriliş Yayınları Sezai Karakoç, Zamana Adanmış Sözler, Diriliş Yayınları
Yedi İklim dergisi
30 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
ŞİİR VE İNANÇ BAĞI: ŞAİR İLHAMİ ÇİÇEK “Anlar birbirini kovalıyor ve biz buna zaman diyoruz. Narin kesitler… Devine devine saatleri, mevsimleri, yılları oluşturuyorlar. Hep akarlar mı böyle? Yoo, hiç de zorunlu değiller. Kesilebilir de bu akış, başa alınarak yeniden yaşatılabilir de. Ben anın içindeyim ve sorumluyum. Seçebilirim; bu konuda donatılarak yaratılmışım. Zaten sorumluluğum da mutlaka seçim yapmamı gerektiriyor.”* Şiiri bir çevrim eyleminden başkaca, olduğu gibi bırakma edimi, yalınlığa bir kilit beraberinde bir anahtar işlevi taşıma boyutu kazandırıyor. Bundan kastın şiirin kendi iç gelişim, oluşum serüveninin çetinliğiyle birlikte, aynı şiire içkin zihinsel deney ve bilinç aksinin işlerlik katında algılanması demek olduğudur. İzlek olarak genişletici bir alanda iz sürmek, inanç bahsini gene şiiri için ideal fikir kertesinde özümlemiş bir şairin ‘İlhami Çiçek’in dizeler bütününe bakmada en doğru yol olduğunu kaçınılmaz kılıyor. Yapılan alıntıdaki seçenek konusu, esas olarak başlı başına bir sorun, şair içinse kendini bilme sorumluluğu. Düz ve anlaşılır… Bu samimiyeti Satranç Dersleri’nde bütün olarak yansıtması bir tarafa, inancının bağlısı bir şairin konumlandığı düzlemin seçenek tanımayan ikrar telkininin, sorun tanımlamasını bir paradoks düzeyine yükselttiğini öncelikle ayırt etmek gerekiyor. İlkin yanıt bulmak gerekiyor, nedir seçenek? En başından içinde olma ‘doğma’ zorunluluğu taşıdığınız bir çağın karmaşık, ziyankâr tutumuna yöneltilen olumsuzlama çağrısı mı, aynı doğrultuda bir yol göstericiyi yol mesabesine yükseltme Serdar Akdağ | 31
yanılgısını taşıyabilecek anlık şuur mu, yoksa göstermelik bir geçimlikte gene göstermelik bir istenç boyutunun değerinin üstünde anlamlarla çoğalması ya da yoğalmasının tekrarına yönelik seküler bir bilinç hali mi? “çapraz özgürlüklerinde filler / acılardan yapılmış bir alanda / ne zaman ki esrirler” Özgürlük tercih yapabilirliğin söz konusu olduğu şu veya bu alanda söz konusu olabilir. Ama bunun gerçekleşmesine yönelik bir ön koşul ya da zorunluluk, çözümlemesi ancak boşluğa kapı aralayabilecek karmaşık bir düğümü çözme fiilini gerektirecektir. Oysa düğümün açılmasıdır boşluk, başlangıçta getirilen derinlik, yalınlık haline göndermelerde bulunan bir son bulmadır. Biz soyutlamalarımızı ısrarla “hangi tercih” konusu üzerinde odaklandırıyoruz. Sözgelimi satranç derslerinin ikinci şiiri de bu tercih sakınmasının haklı gerekçelerini sıralayan bir görünüm sergiliyor. Kabul ama ya sonra der gibi bir başa kakışı. Sabır bu meyanda zaten öncelenmiş bir unsur, zira onsuz mevcut bilinç tamlığıyla bir gün kalınabilmesi bile olanaklı değil. Geçerli yaşamsal realiteler ile bulunulan konum edinilen deneyler ve bağlısı olunan değerler arasında bir karşı kutup zıtlığı söz konusu. İşte kanı olarak tercih yapılabilirlik bu iki kutup arasındaki seçenek ayrımında ortaya çıkıyor. Bu da bizi meselenin yani şiirin, yani temanın başlangıcından sonuna ya da sonundan başlangıcına doğru bir yönelişin müzmin bekleyişine sevk ediyor. İlhami Çiçek mümin bir şair olarak tercihini vehbi olarak bu doğrultuda yapmış bir şair. Tercih ve vehbi sözcükleri burada da bir paradoksu imliyor ancak getirilen örneklemelerden sonra bir tema öğesi olarak ‘yazgı’ kavramını açımlama sorununu da yerinde bir yaklaşım olarak göstermiyor. Şairin kendine özgü şiirsel dilinin saf bir bildirimi olarak ortaya çıkıyor bu farkındalık. Zaman, yaşam ve 32 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
getirdiklerinin dolambaçlı öykülemini dokuyan, derinliğine inildiğinde yabancılanmayacak bir bütünlüğün anlatısını serdediyor. Sorusuz, sorunsuz bir kabul ve tevekkül bilincini. Şiiri mesele olarak tanımlayabileceğimiz bir ruh doygunluğu kitabın metinsel bütünlüğünden edinebileceğimiz. Bu boyutuyla gerçek özgün ve duru bir duyarlık, seçkin ve seçilebilir bir şiirsel dil, büsbütün içselleşmiş, kemikleşmiş bir muvazene durumu. Sekiz bölümlük Satranç Dersleri bu yanıyla da tematik ve kurgusal bütünlüğü bulunan bir toplam. Sonraları eklenen şiirlerinde de aynı estetik düzey ve bilinç tutarlılığı egemen. Başlangıçta okuru yoracakmış izlenimi veren dizelerle açılmasına karşın arı bir işlerlikle devam edip son bulan bir sözler bütünü. “artık / öyle bir ıssızlık düşle ki içinde” Yalnız nesnel gerçekliğin değil algılama işinin reddi de anlık da olsa hissedilebiliyor. Lirizmi hareket noktası kılan bir tekemmül anlayışı, salt bir kendiliğindenlik, bunun açılımları da girift bir oluşum özelliği taşımıyor. “Bu tuvalde nesne kendisi değil.” Kendi kollarıyla bütünleşik bir damar gibi herhangi bir su yığılışına değil kendi kaynağına dönüyor şiir, en başa, iki ucu keskin bir bıçağın dönülmezliğine. Çoğu olmamış bilinç bu yaklaşımı sekte edici görebilir. Fakat şairin durduğu yerde yapılanın aksi söz konusu değildir. Esasen buna olanak da yoktur. Bu ayırım ya da tevekkül bilinci seçeneği gerektirmez. Meselesiz yazmamayı şiire yaraşanı gereğince özümlemeyi en iyi açıklayan şairlerden biri olarak İlhami Çiçek öğütsüz ve ödünsüz, ama sözcükleri bir işaret fişeği gibi kullanmayı en iyi örneklendiren şairlerden biri. Bununla birlikte arı damıtılmış kendi yazınsal ve varoluşsal sürecini genel geçer kaygı ve biçimlerden yalıtmayı da yeterince özümlemiş, kayıt altında tutmuş bir duyarlık sergiliyor. Modern dönemlerin kendi kriterlerini sürekli bir yanıltışla kemikleştirdiği modern Serdar Akdağ | 33
kişi ve onun taşıdığı inançla arasındaki açmazlar, ilerleme halindeymiş gibi görünen inançla da ilintili durağanlık ya da tıkanıklık, samimiyetsizlik, bu yaklaşımın kapısını bile çalamamaktadır. “eye hattındaki budala / tanrım ne saflık” kaleyi buyruksuz düşündü mü kişi / demek ki bütündür sallantıda ” örneklerindeki gibi İlhami Çiçek şiiri özetle serapa bir inanç durumunu yansıtmaktadır, süreç içi bir hal değerlendirmesini değil. Aynı şiire özgü bir diğer özelliğinse içsel anlatımın ehil bir duyarlığın yanı sıra belki bunun bir uzantısı olarak ilham yoğunluğunu da imliyor olması. İfadeler vazıh hislerin dışavurumunda hiçbir dişil öğeye yer vermeden yoğunluk sağlanabiliyor. Yalınlık, yalnızlık, haşyet, kaygı ve umut gibi benden kopan gene bu öze dönüşü kaçınılmaz kılan öğeler olarak yoğruluyor. İnanç ve tercih değerlendirmesi yazının girişinde konumlandığımız ana unsurlar. Fakat söz konusu şiirin yalınlığı nispetince eklentisiz, kendi doğrusunda dallanıp budaklanan hacimli değerlendirmeler gereksinen teknik yapı özelliğini imge ve söyleyiş sadeliğini, ritmik helecanını yok sayma tutumu olarak algılanabilmesine olanak tanımamalı bu konumlanma. Özellikle değinilmeli: Bu şiir ontolojik birtakım değerlendirmelere olanak tanımayacak kadar düz ve sorunsuzdur. Gerçekten saygı uyandıran bir duyarlığın yansımasını kendi kapsamında barındırıyor olması öznel kanılar dillendirilirken ölçülü ve çekinceli olmayı da gerektirmektedir. Yalnızca icmalen değinmek gerekirse şiirlerin tümünde genel olarak metinsel bir bütünlük, mana ve biçim insicamı söz dizimi ve dize yapısındaki titizlik, duru bir söyleyişi hâkim kılma çabası öncelikli olarak göze çarpan unsurlar. Şair şiire yüklediği işlevi bu izlenimle bağlantılı olarak şöyle açıklıyor : “İbrahim’in yaptığını yapmak özü örten her şeyi kırmak.” Bu yaklaşım tam da Cahit Zarifoğlu, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil ve Necip Fazıl gibi şairlerin kendi şiir iklimlerinin kurulu 34 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
olduğu atmosferin benzer bir tarafını çağrıştırıyor. Özgün, yalın, duyarlıklı ve açılıma elverişli bir anlayışı. Sırası gelmişken söylemeliyiz aynı dünya görüşünü taşıyor olsun olmasın dönemin kendi gerçeklerinin bir gereği olarak doksanlar ve sonrasında bu tarz yaklaşımlarla birlikte adı anılabilecek düzeyde şiir örneklendirmesi henüz belirmedi. Bulunduğumuz zaman kesitinde birtakım yanlış yönlendirmelerin dikkatsiz zihinleri oyalama ve yanıltma sürecinden söz edilebilir ancak. Bu tarz farklılık örneklemeleri derinliğine açımlanabilir. Sözü edilen farklılığın samimiyetle ilgisi büyüktür. Şairin yazın deneyini dışsallaştırdığı Karşı anamalcı ekolün ödünsüz tavrında konumlanmış bir zihin ve şiir serüveni elbette yapaylığın gitgide doğal işlerlik akışını yakaladığı bir süreçte gereğince değerlendirilemeyecektir. Ve her dönemin kendine özgü gerek ve gerçeklikleri bulunmaktadır. Hiçbir eğilim tümüyle yadsınmayı hak etmeyecek olsa da son birkaç on yılın inancı önceleyen girişim ve oluşumları da şiire bakışta sahih bir Müslüman görüşünü yansıtamamaktadır. Buna postmodernizm dolaylarında suçlamalar getirmek gereksiz. Tekrar altı çizilecek olursa aynı konudaki anahtar tanımlama samimiyet noksanlığıdır. Kanı olarak Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat ve Mavera’nın başarıları bu samimiyet düsturunun yerli yerinde uygulanmasından geçiyordu. Biz de içinde durduğumuz zamansal kesit ve koşulları dikkate alarak değerlendirmelerimizi bu bağlayışla sonlandırmanın uygun olacağını varsayıyoruz. Konu için son bir tümce getirecek olunursa: İlhami Çiçek şiiri kendi öz varlığından kopan imanlı, içtenlikli, yalın, dolaysız ve düzgün akışını yazdıklarıyla zamana yaymış olmayı tercih ediyor.
Serdar Akdağ | 35
“çünkü satrançta çünkü orda ve burda her zaman öğretidir zaman” Yedi İklim dergisi, Nisan 2004
36 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
ZARİFOĞLU ŞİİRİNDE KÖKLER ÜZERİNE BAZI DİKKATLER “Can kamaram Yalnız göğsüm değil Hayat var kaçıp bıraktığım zamanlarda da Ölmek koşup varmak mıdır oralara” Anlamla ilgili klişe söylem ve kaygıların Zarifoğlu şiirini sorgulamada merkez alınmasının, şairin de bıkkınlık getirip içten içe küçümsediği bir ilgi kaymasının etrafında döndüğünü biliyoruz. Esasen bir şiirden nesnel ve ortak bir anlam kurgusu çıkarmaya çalışmanın mantığı başlı başına anlamlandırılmaya muhtaç bir konu. Şair bu sarmalı: “Nasıl ki ağaçlar da topraktan yeryüzüne doğru büyürken amaçsızdırlar, insanlar onları sonradan fark eder” biçiminde basit bir örneklemeyle açıklıyor. Bizce de şiirlerini metne içkin bir öte dille kurduğu söylenebilir Zarifoğlu’nun. Söz dizimi ve imge tekniği açısından yer yer Rilke-Sezai Karakoç-İkinci Yeni üçgeniyle ilişkilendirildiği görülse de anlam, duyarlılık, algı ve aks bağlamında spesifik ve doğaçlama bir kayıt tutma ediminde olduğu savlanabilir. Aynı göreceliğin kapsamında söz konusu şiire ait bağlılık noktalarına bakarken; toprak, kök, çocuk, hayat, su, ruh, kadın, ağaç, dağ, baba, deniz, gök, ev… gibi kavramların kayda değer temsil veya simgeler olarak ele alındığını görüyoruz. Tabiat vurgusu ve insan bedeni içeriği sürekli genişleyen, doğurgan, güçlü ve keşfedilmeyi dışa vurulmayı bekleyen hassalar bütünü olarak yansıtılıyor. Hatta karın, baş, alın, gövde, parmak gibi uzuvlar şiire sokulurken canlılık dışı ya da bütün ilineği gibi anılmaktansa gerçekliğin kendi başına var bulunan değişik birer yansıması gibi ele alınıyor. Bu minimal ancak bütüncü bakış, anlamak için aynı anlamın Serdar Akdağ | 37
içinde olmayı da gerektiriyor. Bir izleyici ya da etken olarak değil. Bir şeyin kaplamında tecrübeyle öğrenmek salık veriliyor. Bu kavramlardan biri olan çocuk, Zarifoğlu şiirinin vazgeçilmez bir lâytmotifi olarak varoluşa dair dirimsel bir itici güç olarak, vuzuha çıkıyor. Köklü bir geçmiş ve gelecek olgusunun varoluşa dair açılımı olarak her sancı bir yeniden doğuşun habercisi, her oluş bir muştu imkânı boyutuyla düşünülüyor. Gelecek de tıpkı geçmiş deneyimlerle oluşturulan yapı gibi özveri ve dayanma gücüyle inşa ediliyor. İnsan, özelden genele doğru bir dolayımla bütün uygarlık ve gelecek tesisinin en temel yapıtaşı olarak görülüyor. Şiiri tez (deney-birikim) ve duyarlık (duygu-düşünceinanç) bileşimi olarak alıp ilham ve zekâ kaynaklı bir çaba olarak görüyor şair. Varlığın, yaşamın, ölümün, varlık öncesinin, ölüm sonrasının zamana dair ve modern şiirin isterlerinden biri olarak anakronik tüm hatlarına inme güdüsünün deneyleri gibi algılanabilir Zarifoğlu’nun bu çabası. Ancak çağdaşı veya değil aynı duyarlılık noktasında kesişen hiçbir zihni birikimin varmayı denemediği ya da denemek istemeyeceği bir uç noktadan gösteriyor bu alegorik çabayı. Sözgelimi şu ikilikte uyarılan çok katlı duygularla: “anne eve dönünce / anne eve dönecek.” içselleştirmesinde özne salt bir his boyutuyla soyutlanıyor. Merak ve soru gerektiren yanıtlarla nesne anlamlandırılmaya çalışılıyor. Varolanı dile getirme çabası her durumuyla madde mana birlikteliği, eksiksiz muhatarasız bir anlam için gereklilik konumuna taşınıyor. Öğütlediği gerçek yaşamla iç içe olmak kaydıyla şiir cevherini kendiliğindenlikle kendi ünsiyetinden alıyor. Şiirini harekete geçiren kökler kendi yaşam deneyini geride bıraktırdığını hissettiren bir anlatımla yansıtılıyor. Ortaya çıkan güven unsurunun bu düzlemde tensel şiirlerinde de zedelenmediğini belirtmek gerekir. Özgünlüğünü dışa vururken 38 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
insana karşı cesur ancak Yaratıcı’ya karşı bir zaaf hissi taşıdığını duyumsatabiliyor. Bu ‘Bilme’, özgünlük aktarılırken de bütünü algılamadaki rahatlık, yaşamı çözümleyişteki zirve bir nokta olarak vuzuha çıkıyor. Şiire özgü bu ilhama dayalı yoğunluk, nerede kesileceği belli olmayan kaynak zenginliği adeta şairin irade kullanımıyla bitiriliyor veya bir sonraki şiire erteleniyor. İlham yoğunluğunun keskinliği yazılanlarda kapalı da olsa metne ait bir iç tutarlılık hissi kazandırıyor. Bunu parça parça birleştirilmiş ipuçlarını yeniden aynı şekilde bölümleyerek çözümleme çabası her şeyden önce boşunalığa atılmış bir adım olarak kabul edilebilir. Şair yazdıklarının insani bir soluk olduğunun bilinciyle şiirinin mahiyetinin farkındalığını taşıyor. Derin yazgı, derin umut, varoluş ve tevekkül… Hissiyat ve varlık bir öz bütünden hayatın çetin bir zorundalık olduğunu özetlemeye girişmektir. Zarifoğlu en çok bunu ihsas ettiriyor; yaşamın, senkron tutturmada güçlük çektiğimiz bu aksak müziğin arka planda taşıdığı gizil insicamı. Söylemini oluştururken dili araç olarak değil de simgesel bir teknikle kotarıyor. Sırasında hayat ve toprak özdeşleşiyor. Biri ötekini doğuran iki anne iki özsuyu olarak. Birbirinden kopmaz bir bağla bağlanarak. İnsan olmanın dahası varolmanın hamurunu yoğurarak. Şiirinin içinde sade bir insan ve bir şair olarak Zarifoğlu da gerçek yaşamın köklerine ışık tutuyor. Biz bu ışık huzmesinden kelimesiz yazmak ya da meselesiz yazmamak arasında ayırıcı bir tercih yapmadığını görüyoruz Zarifoğlu’nun. Esasen pek de belirgin nüanslara değinme cesaretine gerek görmediğimiz bu notları paylaşma sebebimizi tetikleyen en sarih reaksiyon da bu. İşte notlarımıza dair kökler üzerine bilincimizde iz bırakan birkaç dize: Serdar Akdağ | 39
“Mutluluğumuz anlaşılsın yıkıldık Toprağa dağıldık ve büyüdük Çünkü topraktan ancak böyle geçtik” … “Bir bebek susar nihayet Sezer de ağaçların otların Topraktan çıktığını” … “Sen bir şehir açısından çevrilensin/ Bu koşan eski ve solgun/ Aşkın/ İkinci serpilişin bir yüreğe/ Tuzaktır adını bildirmek” “Anlamadığım koşuyu birden bırakır ağlarken/ Birden kaybolan oyuncak atlı çocukları dönerdim/ Küçüklüğümün oralarda dehşetle devrilirdim...” “Öpüşümüz gizli olmalı/ Öpebilirsek uzanıp kaderlerimizden öpmeli/ Sıcak gözyaşı ve şikâyetle/ Ağzı konuşmaz kılan/ Ağzımızda/ Dilimizi şişiren ayrılık bademi...” “Toprağın altındaki bitki kökleri/ Ne sabırlı bir rüya Çektikleri/ Beklerken kesilirken çürürken…” Devam ediyor… 1. Konuşmalar, C. Zarifoğlu, Beyan Yayınları 2. Şiirler, C. Zarifoğlu, Beyan Yayınları Yedi iklim dergisi
40 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
ATEŞ BANDOSU Doksanlar ve sonrasında yazılan şiirin, Türk Şiiri’nin durgunluk dönemi olarak adlandırabileceğimiz Seksen Kuşağı süreğinde ortaya çıkmış olmasına karşın bu dönem şiirinden hemen hiçbir etki almamasını tek tek iyi şairlerine rağmen Seksen Kuşağı’nın şiirde dikine bir açılım kazandırma gücünden yoksun oluşuna bağlayabiliriz. Varlığından söz edebileceksek modern şiirin özellikle dolaşımda olan bölümü için en çok izlenen ve etkisi en çok hissedilen ayağı; İkinci Yeni’nin sakınılması zor bir kanal ve tercih imkânı olarak ortaya çıktığına vurguda bulunmamız gerekir. Doksanlar sonrası, İslami hassasiyetleri ayırıcı bir özellik olarak mesele edinen kesimin Sezai Karakoç, İsmet Özel, Cahit Zarifoğlu gibi usta isimlerin biçim ve içeriksel pratiklerinden faydalanma eğilimlerini bu noktada anlaşılır bulabiliriz. Aktivasyon anlamında geniş, teorik olarak da sağlam bir temellendirmeyi ihtiva eden bir verim, bir mecrayı işaret almak, kendi özgün ve kemikli doğrusunu şekillendirmede, poetik gelişimini sürdürmede bir noktaya kadar önemli katkılar sağlayabilecek imkânlar dizisidir. Konu edindiğimiz Mustafa Celep Şiiri’ni okurken de bahsi edilen paradigmanın derinliğine süzülüp orijinal bir etkinlik alanına evrilebileceğinin işaretlerini yakalıyoruz. Mustafa Celep özellikle Yedi İklim Dergisi’nde yayımladığı şiirlerle dikkat çekmiş bir isim. Bu şiirlerin seneler sonra bir araya getirildiği Ateş Bandosu ise şairin yayınlanmış ilk kitabı. Dergilerde görünen onca şiir arasından ustalıkla seçilmiş yirmi şiir, editöryal anlamda da homojen bir katkı oluşturmuş. Bu tematik derleme şairin duyarlığına dönük fikir edinmede bütünlüklü bir izlenim edinmemize yardımcı oluyor.
Serdar Akdağ | 41
Çıkartma başlıklı münacatla açılan ritme dönük akış, kendi içinde sahici olma gayretini yetkin bir biçimde son şiire kadar devam ettiriyor. Fonetik olarak diri, yer yer taşkınlığa varan bir ses reel planda rasyonalitenin dışında bir görünüm kazansa da dert edinilen mesele mitoman bir hüviyet kazanmadan, içtenlikle dile getirilebiliyor. Mustafa Celep varoluş gaye ve serüvenini her ne kadar ağır bir tonla dile getirse de bu durum kişileşmiş bir iç sesin konuşmalarına kulak verdiğimiz izlenimini değiştirmiyor. Modernizm adı altında bütün açmazlarıyla birlikte yukarıdan aşağı örgütlenip dayatılmış, artık bir yaşamsal form hüviyeti kazanan tüketim ve yabancılaşma toplumunun içinde yalnızlaşmış, ancak bu amansız yalnızlaşma içinde bile manevi imkânlarını harekete geçirebilme sorumluluğunun ayırımını taşıyan, tenakuzdan arındırılmış, ilkeli bireyin kuralcı yaklaşımını ortaya koyuyor şiirinde. Bu yönüyle kuşakdaşları arasında yazınsal etik bakımdan ayırıcı bir özellik sunma gayreti içerisinde olduğuna vurgu yapabiliriz şairin. Kent yaşamı, teknik, magazinel boşluk ve köksüzlük handikabı gibi günceli kapsayan eleştirilerle birlikte, bağlısı olduğu medeniyete dair diri ve yenileyici, yaşatıcı vurgularla da çağına tanıklık edebilme olgusunu görece kapalı olarak algılanabilecek şiirinde işleyebiliyor şair. Aslında işlevsel olarak kendi içinde dönen bir şiir izlenimi verdiğini söyleyebiliriz bu akışın. Zira modernite karşısında savunma durumunda kalan bireyin anakronik bir ruh durumunu içselleştirmesi de zorunlu bir yöntem olarak anlaşılabilir. Ancak bu geçici durağanlık kanıksanmış ve göstermelik bir doygunluğa kapı aralamaz. İnanç ve yaşam itkisiyle serin, ritmi yoğun bir şarkıya da çevrilebilir. İnanç ve yaşama iştiyakının şiire kattığı daima ergen ve cevval bir damar vardır. Mustafa Celep Şiiri’nin bu damarda konuşlandığından söz edebiliriz. Tay, hançer, aşk, şarkı, koşmak, at, güneş, gül, dünya, şehir, gitmek, konuşmak ve bu enerjiyi yansıtabilecek özenle 42 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
seçilmiş kelimeler… Konuşkan ve dik bir sesle Gerçek’in köreltilmesine karşı durmaya çalışan bir söylem. Kederi reddeden, dinginleşmemeyi salıklayan bir duyarlık. Dünya dervişçe ve yabanca değil de devindirici sınırlar çizilerek sakınılan bir olgu. Bir şair ve birey olarak sağlam durmanın imkânlarını kendi içindeki aciz ve irade kapsamında inancı da korunak alarak aramaya çalışan bir şiir. Şair bu çabayı yoğunlukla metaforlar oluşturarak yaygınlaştırıyor. Dizelerin yer yer kesik ancak birbirini takip eden senkronize bir bütünlük içinde sürdürüldüğünü gözleyebiliyoruz. Aslında sorunsuz bir şiiri var Mustafa Celep’in. Ancak dünya, hayat ve varlıkla olan meselesini şiirine yoğun bir biçimde taşıyor. Çağın gereklerinin fiziksel bir yabancılaşmayı beraberinde getirdiği fasit döngü Müslüman bireyin düşünsel etkinlik alanına açılım da kazandırabiliyor. Bu meyanda Ateş Bandosu’nda yaşamı kesinlikle dışlamayacak bir ‘gerçek’lik algısına sıkça vurgu yapılıyor. Metafizik değil ruhsal bir gerilimden söz açabileceğimiz söz konusu şiir, İkinci Yeni’nin ardıllarından dize yapısındaki sağlamlıkla da ayrılıyor. Başkalarının boşlukta ve boşunalıkta devam eden ama doludizgin yaşayışlarının ortasında duyulan yaşama sevdası, varolma çaba ve bilinci belli bir özdenetimle, sınanma erki ve farkındalıkla dillendiriliyor. Burada bir ara söz olarak modern şairin hakikat sevdasındansa sarih olanı yansıtmak ödevinde olduğunu, bunun bulunulan düzlem ve boyut açısından bir denge zorunluluğu taşıdığına değinmeliyiz. Bizim hissettiğimiz, tanık olduğumuz duygular dışında korku, acı, sevinç, umut ve sair olarak tanımladıklarımızdan çok daha keskin, adı konmamış ve insanlar tarafından sınanmamış, bu bağıntıyla ne gündelik ne de şiir diliyle, ne araçsal, ne simgesel, ne formel, ne de imge (hayal) boyutuyla ifade edebileceğimiz duygular vardır. Bu yanıyla hakikat durum olarak değişkense de ne öz ne de görüntüsel kodlarıyla bizim algı kalıplarımız, uzam ve Serdar Akdağ | 43
zamanla açıklanabilen varlıklarımızın çizdiği realite sınırında sistematik bir anlam vasfını taşımaktan uzaktır. Daha doğru bir ifadeyle bizim sınırlarımız bu anlam dizgesini kavrama yetisinden uzak kılınmıştır. Bu cihetle şiiri uğraş edinmiş de olsa modern kişinin biricik realitesi kafası molozlar içine gömülü bir halde var edilme ve yaşatılma durumudur. Modern şairin benimseyeceği en sahih görüntü bu standartlar dizgesindeki zavallı vizyonu açılımlarıyla birlikte yansıtma yoludur. Doğruluk dediğimiz bu acizdir. Hâlihazırda dolaşımda olan genel örnek de budur. Ateş Bandosu’nun vurgulanan ara sözle ilgili olumlu ya da olumsuz bağına değinmeden devam edersek yüksek sesle oluşturulmuş olmasına rağmen mütevazı bir şiir şeklinde alımlayabileceğimiz okumalar sunuyor. Yukarıda da değinildiği gibi daha çok kendi ekseninde dönen bir şiir. Sembol oluşturmak gibi bir iddia gözlemleyemiyoruz. Şair dağarcığını kişisel bildirisini oluşturma yönünde kullanıyor. İleride şiirine açılım kazandırma gayreti içerisinde olup olmayacağı bilinmez ancak bir ilk kitap olarak şiir okurunun ilgisini çekebilecek düzeyde üsluba dayalı bir kıvamı tutturabiliyor. “Bana göre değil boşluğun bayrağıyla dalgalanmak bu çağda Bir hamle bir atılımla aşkın ve halkın karanlığına Bu çağda sözümü sakınmayacağım” (…) “.. dostum biraz dua biraz şuur Kafası düşünmekten çatlayan bu adamla reddediyorum” (…) “Göç vardır ve tanımlanmayan göç vardır işte oraya O güneş hatırlanmazsa yaşamak ne ucuz ve içi boş kelimedir” (…) “Koş ve inkâr et dünyanın diline bıraktığın cam kırıklarıyla 44 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
Aklından fersah fersah uzakta olsan da elbet seni tanıyacak dünya gölgesinde durup konuştuğumuz bir yolculuk biçimi olarak dünya” Ateş Bandosu süreç içerisinde daha farklı ve daha doğru değerlendirmeler getirebilecek okumalara açık bir kitap. Bizim burada yaptığımız daha öncesinde olduğu gibi ortaya konan bir emeği olumlu olumsuz hiçbir bağ kurmadan anlamaya çalışma gayreti. Kitabı daha doğru değerlendirenler çıkacaktır. Hak ettiği şekilde karşılanacağını umuyorum. (*) Ateş Bandosu, Ebabil Yayınları, Eylül, 2007 Yedi İklim dergisi, Kasım 2007
Serdar Akdağ | 45
ÜÇ ŞAİR: 1) CANSEVER’LE VAROLUŞA YOLCULUK Edip Cansever hayatın sıradan işleyişinin can sıkıcı genelliğini şiirsel bir humorla dile getirirken, aleladeliğin karamsarlıkla taçlandığı özne-nesne-doğa-olay örgüsünü anlamsızlık daha ötesi hiçlik duygusuyla diri ve parlak tutma yolunu seçiyordu. Bu ayırıcı bir biçimde tercih unsuru vuzuha getirmek düşüncesi taşımasa da Camus’nün bir anlatısında konu tipine söylettiği “Belleğimde bu kadar güneş varken nasıl oldu da zarımı anlamsızlıktan yana atabildim.” yakınmasında olduğu gibi kısmi de olsa aynı tutuma etken bir yaşayış ve kavrayış meydana getirme salahiyetine işaret ediyor. Sözü edilen tezahürün hayatın özü ve esas işlerliğiyle, realite arasındaki uyum ya da uyumsuzlukla iç içe geçip kaynaşmasını imlediğini söyleyebiliriz. Hayatın kabul ettiği umde ve ölçülere göre izafi bir orta yerden sade bir insan bakışını. Ölüm, teklik, çokluk, güz, zaman, zamansızlık duygusu, nesneler ve/veya uzuvların ana hatlarından kopuk ancak varlığı anlamlandırmaya yönelik bir bütüncü bakış içinde ele alınmasıyla birlikte, yolculuk ve otel gibi kavramları, bu olgu ve ifadelendirmeleri bir amaçtan da çok geneli imleyen tekdüzeliği prensip olarak biçimlendirip anlamlandırması da aynı gezintinin bir başka yolu. Cansever şiirleriyle varoluşa düşsel çağrışımlar ve kişisel hezeyanlarla değil, duyarlıklı, yalın ve alabildiğince açılım özelliği barındıran bir sonlu düşüncesiyle kapı aralıyor. Son46 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
rasızlığı dolanıp dönmek için bir yabancıyla arkadaşlığa ya da… Aralık dergisi, Sayı: 17
Serdar Akdağ | 47
2) UYAR’IN MUTSUZLUĞU “Beni yandan yana döndüren mutsuzluk” Turgut Uyar’ın şiir dili öteki yeni şiir öncülerine oranla daha koygun, lirik ve sade bir usare içeriyor. Su metaforunun yoğunluklu olarak işlenişi de içsel bir duyarlığın işaretlerini veriyor. Yaşamın içinden derinlikli bir söyleyişin umutsuzluğa salınımı gibi bir izlenim edinebiliyor Uyar okuru. Bu duyarlığı İlhan Berk ve Cemal Süreya dışında kalan yeni şiirin tüm ustalarının şiiri ihmal etmeden genişlettiği söylenebilir. Söz gelimi Edip Cansever’deki görece yüzey ve umarsız, Ülkü Tamer’deki saf olana dönük söyleyiş benzer yaklaşımın farlı boyutlardaki üretimi olarak algılanabilir. Şairde aynı duyarlığı fevkaladelik boyutunda bir imge gücüyle şiir dilinin uç noktasına taşıyan yoğunluk damarının egemen olduğuna değinmeliyiz; konuşma dilinin imkânlarını şiir yüküyle hemhal kılmanın. Dünyanın En Güzel Arabistanı’yla açımlanıp son yazılanlara kadar devam eden bu şiirsel gizilgüç elbette ki tek bir konu etrafında dönüp dolanmayı gerektirmeyecek kadar zengin. Ancak mutsuzluğu Uyar’ın miri malı kılan dokunulmaz maraziliğin neredeyse okunulan her dizeye sindiğini görmezden gelmek de "bütün mümkünlerin kıyısı"nda yer kaplamıyor. "Bana hüzün ver beni kucakla beni hep tazele Ey üzünç artık nasılsa bir seni almışlar içeri" Aralık dergisi, Sayı: 18, 2004
48 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
3) ERDEMLİ BİR ŞİİR: ZİYA OSMAN SABA ŞİİRİ Küçük şeyler için Tanrı’ya şükretmek büyük bir şeydir. Bundan daha fazla övülmeye değer olanıysa varlık olarak küçük bir şey olduğunu yaşamı boyunca bir bilinç hali olarak her alanda sürdürülebilir kılmaktır. Ziya Osman Saba bir şair olarak bu bilinç durumunu yaşam ve mizaçla koşut bir düzlemde içselleştirebilmiştir. Başlangıç döneminde yazdığı kasvet ve bunaltı merkezli kara şiirlerden beyaza evrilişte ölüm ve fanilik duygusunun rafine hale gelmesi, geçen zamandaki nostalji duygusunun Sartre’ın ifadesiyle “artık var olmadığı için geçmişin güzelliği”nden- Nefes Almak’ta var olmanın rasyonel çekiciliğine dönüşmesi gibi bir süreçten söz edilebilir; geçirilmiş zamansal kesitlerin, ayrıntıların zaman geçtikçe zihinde tek bir karede yer etmesi gibi; tanıdık insan, hayvan, eşya, bitki gibi işaretlerle tecrübe edilmiş yaşantının özlemine kapı aralayıştan… Yitirilmişin bildik nesne ve mekân ile duyumsanışından… Yoğun geçmiş ve çocukluk özlemiyle birlikte, yaşamın tüm ayrıntılarıyla birlikte canlılıkla akışı, safiyet, yenilenmek, insan kalmaktaki ısrar, zamanın devinimiyle iç içe tabiatın devamlılığı, fanilik hissi ve yine de temeli ölüm olan bir yaşam alanının kapsamındaki var oluşun geçerliliğinin farkındalığı… Tanrı’nın insan var oluşuna kattığı yaşamla ilintili çocukluk, gençlik, sağlık huzur dirim gibi evrelerin; hastalık, yaşlılık, yalnızlık, ajitasyon, yokluk gibi tersi durumlarla birbirini takibi… Görkemin, kutsamanın, şiddetin, coşkunun, retoriğinde yer bulamadığı, naif bir iç çekişin form ya da tasavvuru… Durağan an bir keşif değil statik bir pozisyondan eylemsizliği Serdar Akdağ | 49
bir ahenk ve akisle sonsuzluğa hareket ettirebiliyor. Tanrı hep iyidir. Bunu teyit bazen yalvaçça bir sükûn ve bağlılık, ermişçe bir vefa ve tevekkül gerektirir. Alçak gönüllülüğü nispetince yüce gönüllü, mazbut, insancıl, yaşam istenç ve sevincine bağlı, çevresel etkilerden çok iç dünya ile alış verişi olan, geçmişin bir ölü bütün gibi değil de nefes alarak devindiği, hislerin yaşamın mahiyetinde olup, yaşamı referans aldığı, ölümle ilgili kaygı ve tevehhümün umutla renk değişebildiği, klasik ve şifahi inanç disipliniyle birlikte çocukluktan edinilmiş öğreti, sorgulamayan yapısıyla muhafazakar, kötünün tatbik ve tahakkümüne karşı anlamlandırma girişimi olmayan, yer yer insana dair insanca ve ütopik beklentilerin dillendirilebildiği, somutun kıskacından anılara sığınma ve son aşamada sonsuza iştiyak ve avuntunun yer aldığı bir şiir… Ahmet Emin Atasoy’un da Ziya Osman Saba’nın Şiir’i çalışmasında serimlediğinden özetle ve belki de eksik çıkardığımız gibi; Baudelaire, Mallarme, Verlaine gibi Fransız Sembolistleriyle birlikte Yunus Emre, Ahmet Haşim, Necip Fazıl’a uzanan bir ses… Yaşar Nabi Nayır, Saba’nın esasında şiiri kadar dindar olmadığını ama olmak istediğini yazdığını belirtirken de dikkate değer bir hususun altı çiziliyor. “Evrensel Tanrı düşüncesi hiçbir özel niyetin doğruluğunu güvence altına almaz” diyor Sartre. Tasavvufi, İslamcı ya da muhafazakar herhangi bir kavrayışta rastlamanın da kolay olmadığı bir iktifa etme bilincini ortaya koyduğu görünümden izleyebiliyoruz şairin; var olmanın ve inanmanın mütevazi bir aydınlığı mutlaklaştırdığı bir görünümü. “Kişi savaşı reddettiği zaman muazzam hayatı da reddeder” diyor Nietzsche. Son olarak şairin mütevekkil temayülü bu noktada paradoks olarak da muazzam: tam da ahlakı ve erdemi telkin etmediği için erdemli bir şiirin kaydını tutuyor. Ev, oda, geçmiş, doğa, ölüm, hayat, çocukluk, gündelik çaba, nişanlılık, evlilik, bağlılık, çile, yakarış, mer50 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
hamet, vefa, sevgi, huzur, yurt sevgisi, yaşama sevinci ve istenci gibi kelime ve durumlarla insanca bir şiirin kaydını…
Serdar Akdağ | 51
POETİK METİNLER
ŞİİR NE ŞAİR KİM “Kendilerini Tanrı sanıyorlar.. ama satıyorlar da.. yaşam herkes için çok zor.” -A. CamusYukarıdaki epigraf bizim yüklediğimiz anlamıyla kültür endüstrisinin lokal bir çözümlemesi olarak algılanmamalı. Hatta böyle bir mekanizmanın işlerliğinden bahis açabilmek bile Donkişotvari bir sataşmanın gülünçlüğüne sürükleyebilir iddia sahibini. Yazınsal erk, yazınsal saygınlık, yazınsal ödünsüzlük siyasal olarak da iktisadi olarak da ideolojik olarak da kıvamını bulmuş değil henüz. Hiç kimsenin çözüm öneremeyeceği bir kaostan, sözün sahibi olmayan hizipleşme ve etkin olmayan tekil sivrilmelerden söz edilebilir belki, ancak bu meyanda da mevcut dolaşım adına birkaç tiz sesin kamusallık çığırtısı dışında kurumsallaşmaya dönük hayır hak çaba adımlarını ayırdedebilmek imkânsız. Yaygın hengâmede şiirin neliğini, değilliğini; şairin kim olup kim olmayacağını, sözünün değer ve doğruluğunu, Platon’dan kalma bakış açısıyla okumanın bellekte iz bırakabileceğine inanmak güç. Küresel emperyalizmin son moda yaşayış ve algılayış biçimleri iğreti de olsa bütün toplum katlarınca ram olunmaya yazgılı birer ikon görüntüsü alarak tasvir ediliyor tüketim kültürü açısından. Bu epistemik yanılgının bilinç düzeyindeki yansıması yaşamın tüm alanlarını sistemli olarak kapsadığı gibi yazıyı (şiir) da kuşatıyor. Mezkur durumdan iz sürerek kriter olması açısından şiir ve şair olma ölçüsünü de Adorno’nun ifadesiyle: “Alanında ilerlemeye kararlı yazarlar tıpkı daha eskilerin yayıncılarından söz edişi gibi son derece doğal bir tavırla ajanlarından söz etmektedirler bugün, ünlü olmayı böylelikle öldükten sonra da yaşamayı –çünkü tümüyle örgütlenmiş toplumlarda şu an Serdar Akdağ | 55
tanınan şeylerin gelecekte de anımsanma şansı olabilir ancak– bir kişisel sorumluluk gibi üstlenmektedirler” lafzına bağlayabiliriz. Şiir ve şiir eleştirisi bağlamında da hiç de saygın kabul edilemeyecek bu keyfiyet sıralaması aynı muğlak hiyerarşiyi(bizim kültürümüzde algılanmış şekliyle) bir gizil güç olarak takip ediyor. Bağdaşık bir yapı olmadığı için kimin tarafından tartışılmaya açılırsa açılsın şiir adına söylenen her şey boşlukta asılı kalmaya devam ediyor. Bir bakıma Adorno’nun savındaki tutum kendi kendisinin antitezi olma durumun alıyor:”… Geçmişte kiliseden dilenen ölümsüzlük vaadini tröstlerin uşaklarından satın alma yoluna gitmektedirler. Ne ki bunun getirdiği bir kutsanma yoktur. Tıpkı iradi bellekle mutlak unutuşun her zaman birlikte gitmesi gibi örgütlü ün ve anımsama da kaçınılmaz biçimde hiçliğe, yokluğa mahkûmdurlar.” Meselenin tali ve yazarken bile rahatsızlık hissettiren bir boyutu bu. Geçmişten bugüne her dönemin kendi gerçeklikleri ölçüsünde ancak nesne ve gidilen yolların farklılığı nispetinde tekrarlanan bir durum. Söz gelimi 60’lı yılların eleştirmeni Eser Gürson da 40-50 yıl öncesinden şöyle bir göndermede bulunabiliyor: “Bu bulanık su kimin işine yarıyor. Orası da pek belli değil. Bir bakıyorsun yabancı bir sanat şenliğinde içine sinmeyen bir takım adlar Türkiye’yi temsil ediyor. Bir bakıyorsun gedikli bir yeteneksiz, attığı bir çalımla yabancı bir dile çevrilmiş. Bir bakıyorsun yetenekli bir sanatçı bu ortamda yabancılaşmaya itilmiş, bir başkası yazmaya küsmüş” gibi aynı buyurgan döngünün taraflarından birine işaret ederek. Ancak bu benlik kumkumasının şiire (yazıya) sirayeti bir takım büyük sözler sıralayarak anlaşılabilecek gibi görünmüyor. Ekonomik yeterliliğin toplum genelindeki güdüklüğü önemli bir ölçüt kuşkusuz. İnsanların yarısından çoğunun temel yaşamsal gereksinimlerini karşılayamaz halinden yansıyan sekirlik ve kayıtsızlıkla, diğer paydadaki kişilerin elle56 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
rindekileri muhafaza etme ve çoğaltma hususunda gösterdiği tedirgin çabanın koşulladığı bir hayat algısının, şiirin seçilebileceği bir perspektif bırakmadığına kuşku yok. Meselenin bir yüzü şiir, yazı ve eleştiriye izafe edilen yükün nasıl algılanıp dışa vurulduğuyla da ilgili. Bir başka deyişle şiirin kendinden başka hiçbir şey olamayacağını unutmakla da. Yazıldıktan sonra artık işlevini tamamlayıp kendisini zamanın eleğine bırakan bir unsur olduğunu, dış etkilerin artık boyutu ne olursa olsun hepsinin bir kapıya çıktığını bilmemekle ya da. Şiirin iyisinin iyi, kötüsünün kötü söz olması gibi kutlu bir hükmü devreye sokmak ortalama şiir okuru için en sağlıklı mantık olarak ortaya çıkıyor bu süreçte. Böylelikle hastalıklı sapma ve beklentilerden de koruyup arındırma imkânlarını ayrımsayabiliyor kişi. Ta ki insani nitelikler açısından tercih edilir toplum düzeyine (ortalama olarak kişisel, maddi, manevi, ahlaki her alanda) bir tekâmül düzeyine ulaşıncaya kadar, şair: kimse; şiir: hiç yaklaşımını benimseyebiliyor. Aralık dergisi, Sayı: 19
Serdar Akdağ | 57
ŞİİR, UYGARLIK VE TOPLUM ÜZERİNE "Bir yığın söz ki samimiyeti ancak hüneri"
M. Akif
Uygarlık düzleminde şiir katışıksız ve saf İslâm inancının yanı sıra; ongun, sorunsuz, yıkıntısız, köklü, samimi ve kendinde bir toplum düşünü de idealize eder. Bu meyanda Mehmed Âkif’le basamak oluşturduğunu düşünebileceğimiz çöküş hâleti karşısındaki içerden ve kemikli duyarlık, savımızı örneklendirmede sağlam bir temellendirme olarak da düşüncemize yol bulduruyor. Servet-i Fünûn şairlerinin kentli, tensel ve hayâlî ifadeleri, dönemin zirve şairlerinden Tevfik Fikret’in daha çok, özellikle ilk döneminde husûsî addedilebilecek bunalımları, şiiri neredeyse ağdalı (anlaşılması, kavranması güç ve gösterişli) bir sözcük toplamı hâline getirmişken, aynı dönem Âkif’in hem kişiliği hem de yansılarıyla tek başına çırpınan şiirini sonsuza dek yankılanacak bir büyük duâ kitabı boyutuna da taşımıştı. Âkif, kuşkusuz şiiri ve sağlam kişiliğiyle kendinden sonra yazan Müslüman şairler içerisinde de bir daha erişilmemiş noktayı imliyor. Yazınsal ve yaşamsal direncindeki bağdaşık akış bütün zaman aralıkları için uygarlık odağında temellendirebileceğimiz şair ve yazarlar arasında net ve kesin bir görünümü belirliyor. Aynı konuda adı anılabilecek, ayırıcı özelliğini geleneğin üzerine yeniyi inşâ etmekle alan Yahya Kemâl’in lirik ve rint mizacını, şiirini çıkış noktası olan uygarlık düşüncesinden soyutlamak mümkün olmasa da yoğun bir toplum algısını seçebilmek için reel (mevcut) değil, epik temellendirmeyle 58 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
okumak gerekliliği ortaya çıkıyor. Mükemmeliyet konusunda adını onunla yan yana yazabileceğimiz Ahmed Hâşim’le kıyaslandığında, Yahya Kemâl’de de geçerli bir toplum düşünün varlığını yakalama imkânı belirginlik kazanıyor. Esas olarak Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde seksenli yılların liberal yönetim anlayışına gelinceye değin İslâm’ın uygarlık bağlamında kişiler üzerindeki koruyucu çeperi sığınak olma vasfını hep sürdüre gelmiş bulunuyor. Necip Fâzıl’ın Büyük Doğu, takip edilme açısından daha dar bir çerçevede ele alınabilecek Sezai Karakoç’un Diriliş ve Nuri Pakdil’in Edebiyat eksenli çıkış ve aksiyonlarının düşünsel etkileri bugün de varlığını sürdürmeye devam ediyor. Yüzü topluma dönük şiirin öncüleri uygarlığın nasıl bir ortak payda olarak düşünüyorsa, aynı konudaki samimiyeti de yaşatan bir soluk, bir can suyu olarak ele alıyorlar. Yaşayışın şiiri olarak ele alabileceğimiz aynı yaklaşım, açılım olarak gerçek karşılığını bulmuş olmasa da bir umut olma olasılığını bugün de devam ettiriyor. Burada Sezai Karakoç gibi misyon adamlarının, yazınsal serüvenlerinin özü olan samimiyet olgusunun sonraki kuşaklar tarafından yeterince benimsenmediğini söylemeliyiz. Kuşkusuz kimse kendi çapının üstünde bir değeri zorlamayla yüklenemez. Ancak sosyal ve siyasal gidişatın akışına kapılıp da kendilerini yazdıklarıyla hâlâ gerçek şiirin has düşüncenin merkezinde görme zehabına kapılanların oluşturdukları getto, cemaat, klik, dost ve dergi topluluklarında birbirlerini anıp çoğaltma, nitelik ya da edebiyata dâir gündem belirleme, kavramlar oluşturma mantığının da bir yere kadar yürüyeceğini hatırlatmak zorundayız. Söz konusu meseleyi ancak bir siluet olarak algılayabilecek çoğu yazıcı ve bunlarla şekillenen şiir ve kültür ortamının kulaksızlığı yaygınlık zannına sığınadursun bu bereketsiz ve şahsiyetsiz dönemin de renk ve şekil dolaSerdar Akdağ | 59
yısıyla algı değişmesi yaratacağına olan kesinliğe günlerin devriyle yol alıyoruz. Söz konusu meseleyi ancak bir siluet olarak algılayabilecek çoğu yazıcı ve bunlarla şekillenen kültür ortamının kulaksızlığı yaygınlık zannına sığınadursun bu bereketsiz dönemin de renk ve şekil, dolayısıyla algı değişmesi yaratacağına olan kesinliğe günlerin devriyle yol alıyoruz. Aralık Edebiyat WAP, Mayıs 2007
60 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
ŞİİRİN SÖYLEDİĞİ Kaos gizil bir hükümranlığı, hissettirmeden de olsa yaşamın değişik alanlarına nüfuz ettirebilen karartılı görünümünü üzerimizde sürekli bir dayatışla belirginleştiriyor. İçinde bulunduğumuz dönemin kendine özgü gerek ve gerçeklikleri nispetinde, gönülden geçmeyen ancak her vakit burun buruna olduğumuz, olabileceğimiz hantal bir görünümü. Bu tasallut eğilimi hayatın içinden kesbedebildiğimiz ve/veya yitirdiklerimizi belirlemede bile söz sahibi artık. Değerlendirmemizi hayat terkibiyle ele alıyoruz; aksi halde salt şiir mesele olarak hesaba katılırsa tartışmacı, sürüncemeci ve adı geçen kaos tanımına katkı olarak dahil edebileceğimiz malayani lakırdılar etme tehlikesinin farkındalığını hissedebiliyoruz. Bu tam da sureti itibariyle sergilenen, meselelere bakışta yüzeysel ve eyyamcı yaklaşımın görünen ve tüm siluetini yansıtan yüzü olarak algılanabilir. Ne ki maruz bırakılan biçemin aynı mübrem mahreç tarafından bir şey ifade etmek isteniyor da edilemiyor ya da bastırılıyor veya altından kalkmada güçlük çekiliyor gibi beylik önyargı ve tanım ve yaftalarla indirgenmesi gibi bir zafiyet taşıdığını da belirtmekte yarar var. Anlaşılmazlık kimin neyi söylediğine göre de değerleme olarak kullanılabiliyor. Konuyu yeniden toparlamak umuduyla şuna da değinmeliyiz ki tartışma, söyleşme, atıp tutma meraklılarının derdi, kalkış noktası; gerçek, değişmez veya doğrunun menşeine uzanmak değil, şu durumda getirebileceğim en dolu ve garip bir ifadeyle belki kendilerinin bile tam olarak künhüne varamadıkları başka bir şey. Bir şeyin ne olup olmadığı konusu başlı başına bir konu. Tanım ve kavramları ıskalama kolaylığına yol açmadan Serdar Akdağ | 61
düşünülüp değerlendirilmesi gereken bir problem. Bahsi bir açmaz haline getirmek tam da açıklanmak istenen söz konusu gizil tahakkümün işini akışkan kılmak demek de olabilir. Neyi dillendirmek istediğimize bir bakalım: Söz gelimi gerçekte gerçekten sahici bir şiir ilgilisiysek ve sahici şiir ilgililerinin yadsıyamayacağı bir ortak bakış ve nitelik düşüncesinin varlığından haberdarsak (şiirde niteliğin somut muayyen ölçülerinin bulunabilirliğini öne sürmüyorum) varoluşumuz ve sahip olduklarımızla mevcut ilinti arasındaki rabıtayı kopmaz bir bağla sağlamlaştırabilmişsek bu konu üzerindeki tedirginlik ve içtenliklerimizle ilgili bir öz sorgulama fiilini işler duruma getirmek gerekliliğini de göze almamız gerekir. Zira belirsizlik; hinliği, adiliği de yığın halinde zerk eder. Bireyin varolma çabasına bu vetireyle de surlar örer. Onu hep bir yanıltışla akim bırakır. Oysaki bilinçli olmanın haysiyet sahibi olmakla bir akrabalığı olmalı. Bu öyle ki taliplisi olduğumuz şeyin anlamını odağından saptıran, kapladığı alanı ve taşıdığı anlamın sınırlarının dışında algılamaya meyyal kılan; maddi-manevî olanaklarımızı akla ziyan bir biçimde gerçekçi olmanın boyutlarından taşıran pinti, akim ve ziyankâr döngünün bir vehmi çoğaltıp duran vaatlerine burun kıvırma cesaretini göstermemizi öneren derinlikli olma ve yakaza halini gerektiren öz sorgu mantığı olarak da adlandırılabilir. Şiir meselinde olduğu gibi, özellikle son dönemlerde bir hayli rağbet bulan, alınıp satılabilen manzume okumaları ilgi bağlamında sadece bir örnek. Bu nispetle oluşturulmuş bir pazarın ve aynı anlayışın türevlerinin revaçta tutulması ve dayatılması, bu yolla genel bir beğeni ve kabullenme düzeyi oluşturulması gibi, sözü edilen alana kabul edilen ve yaşama hakkı tanınan bir zümrenin varlığından da haberdarız. Yine farklı bir mecrada şiirin hiç de gereksinmeyeceği bir kamu hegemonyası veya iktidar bağımlılarıyla çerçevelendirilen edebiyat düşkünleri ve son olarak şu veya bu nedenle aynı 62 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
alanın dışında kalmış içten içe başka bir kamu oluşturma sevdası taşıyan bilicileri de hesaba katarak; tam da burada belirtilmeli ki tedirginlik ve içtenliğimizin ancak ifade edilen durum nezdinde bir rahatsızlık taşıması bu kıstasların dışına çıkan beklentilerimizin bizden olmadığının gerekliliğinin kabullenilmesi elzem bir hakikat. Şiirin işlevlerinden biridir: o bize arınmayı önerir, söz konusu yoldaki imkânların varlığını işaret eder. Aklın ve özün süzgecinden geçiremediğimiz çerçöpü kapımıza kadar getirip bırakan yıkıcı rüzgârların nefsimize ılık bir okşayışmış gibi gelen kaybettirici fâniliğini anlatır. Özümüzü karartan beklentilerin kendisi için söz konusu olmayacağını açıklar. Duyan kulaklar için böylece konuştuğu da olur şiirin. Nedir ki işitmek istediklerimizi işiteceğimiz an gelip çattığında kulaklarımızın duyması bize kazandırmayacak belki kaybettirecektir. Belki ancak vakit geçtiğinde ruhun, aklın, insafın süzgecinden geçirebildiğimizi işitmemizin yarar sağladığını fark ettiğimiz gibi içtenliklerimizi arı tutabildiğimiz ölçüde değer sahibi olabileceğimizi; bugün yüz yüze kaldığımız hatta içinde olduğumuz geçerliliklerin aslında ziyan ettiren birer tercih şekillenmesi olduğunu ayrımsayacağız. Henüz şiirden duyup ayırt edebildiğimiz, işte belki de vakit geçmiş olmasına karşın bu “daha vakti gelmedi mi” sorusudur. Aralık Edebiyat WAP, Mart 2007
Serdar Akdağ | 63
YOZLAŞMANIN HÜKÜMLERİ Yabancı Camus’nün çok bilinen romanlarından biri olmasının yanı sıra içimizde belli belirsiz büyüttüğümüz bir olgu, bir imge veya çağrışım olarak da yerleşik bir konum arz ediyor. Yabancılaşma, yabancılık çekme, yabancılama gibi gündelik dilin sınırları kapsamında kullandığımız yığınla deyim ve sözcük sıralayabiliriz. Devam ettirmekte olduğumuz süreç ve içinde yaşadığımız geçerlilikler de özne olarak konumlandırıldığımız bir dizi yabancılaşma öğesini kendi alanında barındırıyor. Tanzimat’la işlerlik kazanıp süregelen kopukluk ve eklenmelere her dönem yenileri ulanıyor. Bir süreçten ötekine yol alırken daha alışkanlık kesbedemediğimiz zorunlulukların eskidiğine de tanık olabiliyoruz. Yerlerine gelenler yaşamın doğal akışıyla paralellik taşımadığı, reel ve maddi olanakların aynı sınırlı ellerde dolaşımda tutulduğu için yeni yabancılaşma ögeleri belirliyor. Böylelikle bir türlü bulunduğumuz yerden başka bir yere geçemeyen müzmin geçiş toplumu olma özelliğimizi devam ettiriyoruz. Toplum mühendisleri veya yönlendirme mekanizmaları durmaksızın sundukları, gene toplumun geniş kesimlerinin hiçlik dolaylarında algılanabilecek yanılsatıcı görüş ve pratiklerini ısrarlı sınamalar zinciriyle bilinçlerimize zerk etmekten geri durmuyorlar. Bunların dizgesel çözümlemesi elbette değişik bir alanın konusu. Bizler fert olarak taşıdığımız tedirginlikleri anlamlandırma konumundayız sadece. Buna benzer bir anlamlandırma durumunun en ilginç boyutu olarak düşünülebilecek örneğini yıllar önce Tunç Okan imzasıyla çekilen Otobüs adlı filmde gözlemleme imkânını yakalamıştık. Filmin silik, yaban karakterlerinin mütemadi bir kaygıyla yürüyen merdivenden iniş sahnesini 64 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
resimleyen karelerin toplamı zihinlerde bıraktığı izini devam ettiriyordur belki. Çoğu bilinçsiz ve gereksiz okumuş yazmışın hükümler düzeyini ölçerken, bu toplumun içine doğmuş olmasına karşın en az yukarıdaki örnek kadar gene bu şirazesiz döngünün işleyişine yabancı olan çoğunluğun farkındalığından habersiz olduklarını göz önünde tutmakta yarar var. Kafka’nın Şato isimli romanının kendine özgü zamansızlık duygusu dıştalanırsa yaşadığımız koşul ve geçerliliklerle ne denli benzerlik taşıdığı da hissedilebilecektir. İşte asıl sorun bu absürdün, yanılsamanın, kokuşmuşluk ve zulüm kanıksamışlığın yabancısı olan bizlerin birer gerçek varlık olarak nerede durduğumuzdur. Karşılıksız bir Tanrı armağanı olan insan yaşamının bilinçli bilinçsiz bir mezbelelik halini aldıranların izansız durumları süregiderken kişilerin durum almadaki referanslarını ne denli özümlediklerini sorgulamaları, insan kalmaktaki samimiyetlerini ölçmelerini gerektiriyor. Yer Yazıları, Mart-Nisan 2004
Serdar Akdağ | 65
DEĞİNİLER
KAPİTALİZMİN ÇEVRESİNDE SİVİL İTAATSİZLİK* Başlangıçta sistematik, geç döneminde izansız bir yayılmacı tutum izleyerek gelişme gösteren piyasa ekonomisi, muharrik güç ve tanımladığı insan prototipi ile birlikte; ekonomi başta olmak üzere sosyal, kültürel, siyasal, ideolojik hatta dinsel tüm yaşayış ve kavrayış biçimlerini de kendi etki alanı içerisinde konumlandırdı. Soğuk savaş sonrasında oluşan tek kutuplu dünya nezdindeki genel ve kutsanmış standartlaşma, hızla gelişen teknoloji, kapitalizmin küresel bir din olarak algılanmasını, yaşamı anbean bir tanrıyla karşılaşılacak ikon çöplüğüne dönüştürmesini de anlaşılır, uzlaşılır bir gerçeklik boyutuna taşıdı. Üretim, pazarlama, tüketim kıskacındaki insan olgusunun köklerine dair gereksinimlerine, taban tabana zıt düzlemde seyretmesine karşın, metalaşma (commodification), arızi yönüyle yaşamın kaplamındaki her alanla doğrudan doğruya bağlantılı bir hâlde artık. Anamalcı mantığın mevcut ve uç noktadaki tahakkümünün insanî bir imkan olan demokrasiyi nasıl çölleştirip modern ve gizil bir derebeylik haline getirdiğini de gözlemleyebiliyoruz Bahis konusu düzeneğin çarkında sermaye ve egemen grupların önce üretip sonra ürettikleriyle birlikte sunduğu söylem, davranış ve yaşayış tarzının; yukarıdan aşağıya yeni ahlak, değer, ilke ve norm kalıpları ortaya çıkardığı da aynı süreç içerisinde algılayabildiğimiz bir gerçeklik. İçinde soluk aldığımız toplumda hiçbir resmi ve sivil örgütlenme; yolsuzluk, işsizlik, gelir dağılımındaki adaletsizlik gibi başat sorunları çözme yolunda ortak bir söylem veya proje bulma prensibiyle siyasal erki zorlama yoluna gitmiyorlar. Ekonomik, bireysel hak ve özgürlüklerde eşitliğin, sözde Serdar Akdağ | 69
anayasal bir vurgu ve politik bir söylev olmak dışında başka hiçbir işlev taşımadığı gerçeği her kesimin bilgisi dâhilinde olduğu halde. Halbuki kapitalizmle ilintili rant düşkünlüğü , geri kalmış veya gelişmekte olan ülkelerdeki iktisadi yoksunluğu, o ülkenin üretim olanaklarını elinde tutan hakim zümreye bağlanması olarak ele alınabilir. Bunu özündeki varoluşsal kodlardan arındırılıp dayanışma kültüründen yoksun bırakılan, üzerinde sürekli bir tecrit psikolojisinin hakim kılındığı "öteki" üzerine dökülmüş birkaç damlalık timsah gözyaşı olarak nitelendirip geçebiliriz. Zira aktüele ilişkin toplum organizasyonunun altyapısını yalnızca ekonomi çevresinde değerlendirmek; yukarıda da değinildiği gibi maneviyatı bile materyalizm, absürdite ve oportünizmin egemenlik alanına sevk etmekle eş değerli. Modernite ve konformizmin kişi ve toplum yaşamına ait temel isterler olarak kaydedilişi, kültür ve medeniyet algısının düzlem değişmesini de tetikleyen birer sapma olarak netlik kazanıyor. Hâlbuki insan çok boyutlu bir varlık olarak hayatın sürdürümünde, “medeniyetin işler hali olan kültür”ün (*) bütün unsurlarıyla birlikte hareket ediyor. Kapitalizme ait toplum olaylarının salt ekonomiye indirgenerek insani realiteden soyutlanması fikrinin ortaya bıraktığı handikap, meselelerin temel özünün gizlenmesi, eğreti biçimli çözümler üretilmeye çalışılması gibi zincirleme ve kurumsal yanlışlarla devam ettiriliyor. ‘Öteki’nin isyan hakkı ve ahlakı: Özne (kişi) ile nesne (doğa) arasındaki ilişkinin (etkileşim), başlangıçta, dolayımsız ve doğrudan olması durumu, özne ve nesneyi somut bir belirlenim olarak gösteriyor. Pratik düzeyde üretim olgusu; ekonomik, siyasal, kültürel kavramsal yapılarıyla bu yalın belirlenimin yönünü değiştiriyor. İlişkiler ağı eksikli özne bağlamında dışsallaşıp, özgür davranma ve yaşamanın üzerinde temellendirdiği alanı giriftleştiriyor. Yasalar, kurallar, normlarla örülü bu diyalektiğe mutlak bağımlılıktan kaynak70 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
lanan zorunluluk, kişinin yaşamı üzerindeki davranış etkinlik ve serbestisini de bölüyor. Modern zamanlara özgü kaçınılmaz bir gerçeklik olarak, üretim alanı içerisindeki deneyimlerimizle mevcut bir değerler sistemine haiz topluluk içerisindeki yerlerimizi alıyoruz. İşte bu döngü içerisindeki konumumuz veya karşı karşıya kaldığımız durumlarla ilgili hoşnutsuzluğu dışa vurma eylemi olarak görebiliriz itaatsizlik edimini. Sivil itaatsizlik tanımlamasıysa, sistemi topyekun hedef almayan yargı nezdinde lokal bir karşı duruşu içerse de köklerimize dair tüm kültürel deney, etki ve mevcut değerler sistemi bu zihinsel ve fiili dışavurumu sakındıran, biçimlendiren, yöntem ve bilinç kazandıran bir etkiye dönüştürüyor. Nurettin Topçu’nun “İsyan Ahlakı” tanımlamasıyla, ‘Anarşizm’in silahı olarak gördüğü tedhiş ve tersi pasifizmi (uysallık), kültürel ve toplumsal dizge bağlamında aynı oranda çarpık bulması gibi. Bilindiği üzere Topçu söz konusu eserde, Fransız M. Blondel’in Hareket Felsefesi’ni çıkış noktası alarak hareket, irade ve değişim çerçevesinde; yıkıcılıktan uzak çözümleyici bir karşı koyuşu öneriyordu. Koşulların boyunduruğuna karşı tercih etmekle mümkün olan bir bilinçli olma, düşünsel ve arka planda da ne yaptığının ayırtında, sorumluluğunda olma halini… Bir soft çatışma modeli olarak Sivil İtaatsizlik: Verili hukukun gereklerinin şiddete başvurulmadan, alenen ortaya konulmuş reddi olarak niteleyebileceğimiz eylem biçimi. Sistematik olarak ilk kez Henry D. Thoreau’nun Meksika Savaşı’nda, köleci dayatmanın kelle vergisi olarak tanımladığı yaptırımı, bilinçli olarak karşılamamadaki ısrarıyla gerçekleştirildi. Thoreau bu eylem sonucunda yalnızca bir gün tutuklu kalmış olmasına karşın, bu kısa hapislik deneyimini daha sonra düzenleyeceği konferanslarla yazmış olduğu ilham verici manifesto ve makalelerle paylaşacaktır. Kuşkusuz bu ilhamın en önemli paydası 20 yy. başlarında Güney Afrika’da avukatlık yaptığı sırada yurttaşlarını Serdar Akdağ | 71
(göçmen Hintliler) mevcut dayatmacı hükümete karşı örgütlediği pasif direnişle Mohandas K. Gandhi’ye ait olmuştu. Sivil İtaatsizliği, Satyagraha adlı özel bir felsefeyle benimseyip tüm yaşamını aynı özveri için harcayan Gandhi, bu yolla kendi toplumunu bağımsızlığına kavuşturmak gibi başlı başına ödül olan mücadelesini de taçlandırmış oluyordu. Köleliğe karşı direnişi ve liderliğini yaptığı Yurttaşlık Hareketi’nin içerisindeki etkin konumuyla Martin L. King, Kosova’nın ilk başkanı İbrahim Rugova da aynı yaklaşım biçimini kitlelere yayarak uluslarının kurtuluşu adına başarıya ulaştırdılar. Bu alt başlıktaki ezber örnek dökümünün, popüler kültürün yanılsamalar ağı içerisinde salt bir kopya bilgi aktarımından öteye geçemeyeceği için kısa tutulmasında ayrıca yarar var. İnsani bir üslup, bir eylem; Sivil İtaatsizlik; “Eşitliktir hayatı güzelleştiren yasa”**: Postmodern kesitin başlangıcıyla birlikte özellikle Batı tipi demokrasilerde hareketlilik kazanan kavram, esasında kökü insanla birlikte arkaik dönemlere uzanan, Sokrat’tan Yahya Peygamber’e, Ebuzer’den İmam-ı Azam’a, Nefi’den Pir Sultan’a, mihr konusunda Halife Ömer’in hutbesini bölen kadın sahabeden başörtüsü direnişçilerine kadar uzatılabilecek bir liste. Peygamberler, veliler, âlimler, kadim şair ve filozoflar… Bir eylem veya durumun; eşitlik, özgürlük ve adalet gibi yaşamı anlamlandıran unsurları içerdiği ölçüde değer kazanabileceğinin farkındalığını resmeden misaller olarak anılabilirler. Modern dönemlere özgü slogan çığırtkanlığı ise meselenin farklı bir boyutunu oluşturuyor. Yine iki karşıt ideolojik söylem ve tavrın vaat ve sakındırma istismarına maruz kalan başörtüsü mağdurlarının sürmekte olan meselesi, militarist bir toplumun içindeki çıkışlarıyla marjinal olarak nitelendirilebilecek vicdani retçiler, dönem dönem etnik ve mezhepsel bölücülüğün de sahne aldığı cumartesi anneleri hadisesi, dördüncü kuvvet tarafından ideolojik bir gösteri 72 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
arenasına dönüştürülen aydınlık için bir dakika karanlık şarlatanlığı vs… Eksik ve fazla, mezkur örneklerin tümü de Sivil İtaatsizlik kapsamında değerlendirilebilecek başlıklar. Kapitalizmin Boyunduruğunda Sivil İtaatsizlik ya da “Taşın eri(me)yen kalbi” (***): Bireysel ve toplumsal bağlamda olanca yıkıcı deneyin sonrasında enkaza dönüşen insan çıktısı, kurulu dizgenin isterleri içerisindeki rolünden memnuniyetsizlik duyduğu ölçüde kendini yeniden dönüştürebileceği mekanizmaya ihtiyaç duyduğunu hissedebilir. Kanı olarak bu hoşnutsuzluğu ifade etme metotlarından önce adalet ve insaf kavramını kaynağından öğrenme yetisini yeniden kazanabilmek, karar mercilerinin verili, kurumsal yapıyı, otoriteyi ve güçlüyü önceleyen, devlet ve kurumlar karşısındaki bireyin korunaksız durumuyla demokrasinin ancak yüzünü kızartabilecek hak-hukuk klişelerine karşı gösterilecek memnuniyetsizlik modellerinden- kısa vadede etki alanı yetersiz de olsa- daha anlamlı ve ayırt edici olma vasfını kazanabilecektir. Bu kopmanın çağında toplum denen şeyin alt ve üst yapıya dair bütün kurumlarının temel yapıtaşı olan kişinin, bireysel öz ve köklerine dönmesi bir umutlu olma vetiresi sayılabilir. Taşıdığı kütleden başka hiçbir bünyeyi yargılama hakkı bulunmayan vicdanı, ahlak düşkünü sorgucu ve yasa düzenleyicilerin elinde uyumaya terk etmeden, bu tür bir geriye gidiş ileriye ait yolu aydınlatıp açabilir. Dünya hiçbir zaman bir kaybedenler cenneti olma cihetinde devinmeyeceğine ve yitirmiş olan boynunu sürekli göğe dikeceğine göre; bu kabil bir pesimizmin dünyanın ve yitirilmişin durup durduğu yerde kişinin insan kalmasına katkıları olabileceğini de düşünmelidir. _______________________________________________ * Sezai Karakoç ** Nuri Pakdil *** Gandhi Serdar Akdağ | 73
AHMET OKTAY: “POPÜLER KÜLTÜR” ÜZERİNE ÇIKARSAMALAR Şiirde Mavi Hareketi’nin etkin isimlerinden biri olarak anılan Ahmet Oktay, Toplumcu ve İkinci Yeni şiirleriyle de ilişkilendirilmişti. Kuramsal denemeleriyle eleştirel bakışı önceleyen yazar, Ülkü Tamer’in bir gazete yazısındaki görüşüyle koşut: yazarlığı önemsenmesi gereken ve şairliği yazarlığına başat bir isim olarak tanınıyor. Ahmet Oktay’la ilgili dile getirilen kimi alçak gönüllü muhalif olma tavırları da açıklanmak istenen izlekte önem kazanıyor: Marksist söylemin yaşamın, çağın isterleri konusundaki tıkızlığı aynı kaynaktan beslenme durumundaki dünya görüşünün farklı arayış ve açılım biçimlerine kayma zorunluluğunu beraberinde getiriyor. Ussallığın postmodern dönemde yeni tahripkâr tutumlar geliştirerek kişi ve toplum yaşantısına sirayeti de, boşluk bıraktığı alanlarda yeni ve kendine karşıt söylemler gelişmesine etken oluşturuyor. İtiraf edilmese de yazar popüler kültür kavramını açımlarken solun protesto söylemine bu eksiklikle göndermede bulunuyor. Konunun kavram olarak çözümlenmesindeki ilk aşamasında kitle iletişim araçlarıyla özümlenmesi sonucundaki askeri müdahalelere olan etkisine yer veriliyor. Popüler kültürün tarihsel gelişiminin özet bir çıkarımı olan magazinin tarihi art çerçevesinde cumhuriyetin erken dönemindeki söylemini birkaç dergi odağında açıklayan yazar, popüler kültür konusunda çeşitli ayrımlar da getiriyor. Kitleleşme (kitle kültürü), popüler kültür ve folklor olarak ikiye bölünürken, özgünleşme (tarihsel ve bireysel yatkınlık) bir çıkış yolu olarak gösteriliyor. Schiller, Aristo ve Goethe’den getirilen örneklerle beğeni düzeyinin alt-üst sınıflar arasında farklı74 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
laşma eğilimleri taşıdığı açıklanıyor. Üst kültür kapsamındaki düşünsel ögelerin salt estetik bağlamda ele alınmaması kaydıyla, protestocu ve ütopik yanlarının popüler kültür cenderesinden baskın çıkabileceğinin altı çiziliyor. Burada yazarın konudan bağımsız olarak da (farklı alanlarda) değindiği yetkinleşme ve birikim sahibi olma yönünde salık verdiği durumun postmodern ve popüler kültürün kendi kapsamında çok genel örnekleriyle eritilip sindirildiği de bir karşıt görüş olarak savlamak gerekliliğini hissediyorum. İkinci itiraz olarak Toplumsal Gerçekçilerin en önemli sorunu keskin, geçerlilikli sınıfsal ayırımların reel planda Türk toplumunun gerçeklerinden biri olmadığını kabullenmemek gibi bir kısır döngüyü çözümlemelerinde ele almalarıdır. Bu durum sadece üst burjuva tüketim anlayışına hitap eden olumlayıcı, elitist ve snop birkaç önemsiz dergi odağında kapitalizmin aklanışına değinilirken de çıkarsanabiliyor. Aynı minval açımlanırken demokrasi dışı müdahalelerde basının edilgen ve yaltak tavrı ise yazarın söylemine özgü bir biçimde haklı olarak eleştiriliyor. Birinci ve ikinci dönem dergilerindeki açılma ve magazinel genişleme, Amerikan yaşam tarzının mitos ve ikonlarla içkinleştirilmesi dikkat çekilen diğer noktalar. Cinsellik, devrim, kadın sorunsalları da irdelenen kavramlardan temelde yazınsal bir sorun olarak ele alınan erotizm, santimantalizm (duyguculuk) ve mazoşist eğilimler de popüler kültürle bağlantılı olarak serimlenip, maksimo kavramı bu rabıtayla sadece bireysel olmayıp kitlesel alanda da genişletilerek toplumsal statü farklılıklarına bağlanıyor. Popülizm ilk aşamada yazını ideolojik olarak yönlendirme işlevi de dikkat edilmesi gereken hususlardan. Ayrıca popüler kültürün heterojen bir mantık ve genişleme alanı taşıdığı bilgi düzeneğiyle kimi kesim ve yaklaşımların tam demokrasi düşünü de bulandırıyor. Siyaset ve popülizm Serdar Akdağ | 75
arasındaki zorbalık mesabesindeki ilişkiye ise, içinde durduğumuz dönemde işsizlik, yolsuzluk, düşük ücret gibi temel sorunların popüler kültür üretiş biçimleriyle kanıksanırlığına tanık kılındığımız gerçeğine bir ara söz olarak vurgu yapmak gerekir. Son kertede melankoli, gelecekçilik, özerklik, merkezilik gibi kavramları gerçek ile ütopya alt başlığı altında irdeleyen yazar, eşitlikçi ve özgür toplum düşüncesinin bireylerde içselleşmesi, siyaseti sorun olarak algılamama, yurttaş olma bilinci kazanma gibi imkânlar bir umut ve olasılık olma düzeyine taşınıyor. Bireyselliği içeren tarihsel varoluşu önceleyen yazarın, kişisel ve toplumsal hafızanın muhafazası konusundaki ısrarı popüler kültürün değişken, günübirlik üretiliş biçimlerini kavramak ve durum almak açısından önem kazanıyor. Aralık dergisi, Sayı: 18 Eylül-Ekim-Kasım-Aralık 2004
76 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
HENRY İÇİMİZDE BİR YERLERDE Henry İçimizde Bir Yerlerde: İsmet Özel kuşku yok ki soy bir şair. Ve bütün soy şairler gibi kendi varlık ve varlık amacı hakkında düşünen, sorgulayan, irdeleyen bunu esaslı bir yapısal bütünlükle biçimlendiren, izahat ve belagat yetkinliğine de sahip önemli bir isim. Sosyalist görüş açısıyla yayınladığı şiirlerde de İslamcı anlayışı benimsedikten sonra yazdığı denemelerde de bu yapı bütünlüğünün dokularını gözetlemek mümkün. Mezkûr tamlığın şahsiyet sahibi olma yönünde saflık ipuçları taşıdığını belirtmek gerekiyor ilkin. Yoksa kotarılmış, devşirilmiş ancak özden yalıtık bir yaşamsal birikim ve deney sistematiğini gene özün akıl ve ruh birlikteliğiyle eritilip kazanılmış tecrübeler yığını değil bu tamlık. Kendisinin Cezanne’den ilham aldığını gizlemediği, önceki kitaplarına oranla sergilediği daha açık ve anlaşılır üslup, Henry Sen Neden Buradasın’da uyanıklık adlandırmasıyla karşılığını buluyor. Şair bu vetireyle altmış yılın sonunda kapalılığı içtenliğe dönüştürmeye birkaç adım daha yaklaşmış görünüyor. Gene nispeten biraz daha silkeleyici bir hususiyeti var kitabın. İsmet özel çağrıda bulunmaya yatkın bir şair değil, daha çok kendinde bir ada olma özelliği taşıyor. Hakkında yazılanlara çoğunlukla burun kıvırması da söz konusu iddiayla ilişkilendirilebilecek bir tutum. Kitabı şahsen bir öze dönüş çağrısı olarak algılamama rağmen, benzer ifadeyle adlandırmanın salt bu nedenle yersiz olacağını düşünüyorum: Kişiler arası ilişkilerin çürük temellere dayanması, şahsiyeti bir bakıma apaçık kavrayış açısından kişilik kazanma süreci içerisinde sekte eden öz karşıtı yaşamsal düzenek kurgusunun yine kişiler tarafından ifsat edici bir biçimde çatılmasıyla beliren yanılsamalar dizisinin hayatı kuşattığı gözle görülür bir gerçek. Bu dolayımla kitabın giriSerdar Akdağ | 77
şinde getirilen cimrilik itirafı ve zihin açıklığı adlandırmasıyla; olgular, nesneler ve insanları ölçüp tartmada kişilik sahibi olarak değerlendirmeler yapabilmenin ön gerekleri sıralanıyor. İdeoloji, özgürlük gibi unsurlara da değinen yazar mevcut zaman kesitinin tek tip ve yeknesak çıkar döngüsü üzerine kurulu yaşamsal geçerliliklerin kişilerin akıllarından geçirmelerine akıllarından geçirseler bile anlamlandırıp bir yerlere koymalarına olanak tanımadığı konular olarak yer veriyor. Yaşam, insan, ölüm çerçevesindeki kendilik bilgisi, insanın biricikliği(kişi olarak varoluşsal tarihi ya da özgünlüğü),bununla birlikte bir imkân olarak beliren iman ve anlamlılık arasındaki doğrudan ve doğal ilişki, epistemik şiddet (bilgi kullanılarak istismar edilmiş zihin ve muhataralı bilinç hali) kitabın yedi temel bölümüne teşmil ediliyor. Tarihin dongun ve/veya insan eliyle yönlendirilebilen bir mesele olarak algılanmasının yanlışlığının altını çiziyor yazar. Kapitalizmin sadece bir üretim tarzı olduğu vurgusuyla istikamet sahibi olunması öğütleniyor. Kapitalizm ve birey olmanın bir yanıltışla özdeş tutulmasının kapsamındaki aldatmacayı belirginleştiriyor. Denebilir ki istikamet sahibi olmak, sahih bir bilinç tamlığıyla verili yaşam biçiminin bütünüyle reddedilmesiyle ilişkilendiriliyor. Gerçekten de insanların bilgiyi (hikmet) anlamlandırmasından çok elde etmenin bilgisini anlamaya çalışan genel eğilimleri iktidarlar tarafından sistemli, döngüsel bir mekanizma boyutuna taşınıp, istismar ya da tersyüz edilerek bir bumerang gibi kullanılabiliyor. Bütün bu göstergeler ışığında İsmet Özel’in Henry’i içimizden biri olarak değil içimizdeki biri olarak algılatmak istediğini zannediyorum. Aynı yalınlığın içinde yaşanılan toplumun gerçek-ideal insan toplumu olup olmadığını düşündürtecek kadar kişileşip gelip çatan bir yapısı olduğuna dair çağrışımları da son kertede göz önünde bulundurmak gerekiyor. Aralık dergisi, Sayı: 17, 2004 78 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
KÜLTÜR VE DİL İZLEĞİNDE MEHMET KAPLAN Tanzimat’ın eşiğinde tomurcuklanan kültürel değişme daha sonraları siyasal, sosyal ve devlet erkinde ortaya çıkan kırılma hareketleriyle palazlanma sürecine girmişti. Henüz miadını tamamlamamış ve çok daha mündemiç açılımlarla dallanıp budaklanmış kültürel köksüzlük ve kaos ortamı, değişik yabancılaşma, farklılaşma vasıta ve yaklaşımlarıyla gündelik hayatın tastamam orta yerinde arz-ı endam etmeye devam ediyor. Kıymetler sisteminin enikonu sarsıldığı, birleştirici noktalarda odaklanacak yerde, yeni ve yapay ayrışma nedenlerinin sürekli bir dayatışla belirginleştirildiği süreçler dizisi yaşamsal bir kirliliği de beraberinde getiriyor. İşte bu kesif zaman aralığında duru, aydınlık, şuurlu zihinlerin; dil, kültür, inanç konusundaki değerlendirmelerine, hatırlatmalarına yeniden kulak vermek gerekiyor. Edebiyat bilimcisi Mehmet Kaplan’ın dil ve kültür münasebeti kapsamında getirdiği dikkatler, bu meyanda zikredilebilecek öneme haiz düşünceler. Tanzimat döneminde eski yeni bireşiminin sadelikten uzak kaldığına, dinden uzaklaşmanın yozlaşmaya önayak oluşuna kültürel değişme kapsamında değinen yazar; toplumu fertlerin rastgele bir araya gelip oluşturdukları yığınlar olmadığı, kültürün kişileri biçimlendiren sosyal bir iskelet veya vasıtalar bütünü olma boyutu taşıdığı temeline dayanıyor. Yine kültür ve dilin yaşamın bütün alanları, toplumun bütün kurumlarıyla doğrudan ve doğurucu yanlarının söz konusu olduğuna, toplumun millet olma aşamasında geçirdiği tarihsel bütün süreçlerin dil ve kültürü oluşturan yaşamsal birikimlerin toplamı olduğuna dikkat çekiliyor. Aynı kavramın statik olma duruSerdar Akdağ | 79
mundan çok, dozunda değişken, devingen ve etkileşimsel olma özelliği, milli şahsiyeti geliştirici, kök ve özü bozmadan diri bir biçimde çağında tutunabilme kabiliyetini taşımasıyla eş değer tutuluyor. Kaplan kültür olgusuyla, yazılan ve yaşanılan tarihin yol gösterici ışığı, içinde bulunulan çağı tanımlayıp bütünlemek bu vetireyle konumunun ayırdına varma bilinci kazanmak imkânının yanı sıra, bir milleti uygarlık haline getiren bütün ögelerin terkibinin, kişi ve toplum yaşamını çoraklaşmadan kurtarıp maddi, manevi tamlık halinde sosyal bir şuur ve muvazene durumunu işaret ettiğine dair çağrışımlar getiriyor. Mimariden eşyayı işleyip tabiatı değerlendirmeye kadar kültürlü olma bilincinden, teknik ilerlemenin uygarlık ruhundan yoksun olarak ele alınıp bir köksüzlük handikabı halini alması, medeniyetin bütün katlarından uzak din, dil, kültür bağını yok sayıcı ayrıcalıklı bir toplumsal üst katman oluşturup bu dolayımla kendi toplumsal ve tarihi gerçekliklerinden yalıtılmış çözülme ve kopuklukların tahakküm kertesinde galebe etmesine değin; yazarın, soyut-somut yaşamsal unsurların gündelik akıştan dile, bunların sürekliliği, birikmesi ve yayılmasıyla edebiyat ve kültüre çevrimi, toplumun başlangıcından sonuna geçirdiği bütün tarihsel evrelerde yaşayarak oluşturduğu uygarlığa dönük birikim, tecrübe ve kazanımları yansıtan bir ayna olarak değerlendirmesi gibi edebiyat, dil, kültür ilişkisi bir bütün olarak tablo halinde ortaya çıkıyor. Dilin inanç, hakikat ve hikmetle ilintili bir kavram olduğuna dikkat çekilmesi önemsenmesi gereken bir husus. Yapay ve değiş yerindeyse tepeden inme dönüştürüm, değiştirim ve eklemelerin doğrultucu ve kalıcı bir tutarlılık getireceğine dair tasarruf ve fiillerin samimiyetsiz aynı zamanda boşuna bir çaba olabileceğine dair göndermeler hala karşılığını buluyor çünkü. Milli ruhun dil ve kültür duyarlığıyla sağlanabileceği, milleti uygarlık kılan değerlerin dil ve kültür 80 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
düzleminde toplumsal tarihin bütün aşamalarının dikkate alınmasıyla anlaşılabileceği; yüzeysel, pratik, teknik tekâmülün; dil, kültür ve uygarlık alanından kopuk olarak ele alınmasıyla sahih bir tamlık düzeyine ulaşılamayacak olması, bunların milletler bazında değil de insani temelde ele alınıp genele teşmil edilmesi öze dönük bir kavrayış ve yapılanma için elzem. Yazarın kültür kavramıyla ele aldığı değerler bütünü bunu imliyor. Ve bu değerler hala ortak aklı bir kesişme noktası kılan gerçekler olarak varlığını devam ettiriyor. Aralık dergisi, Sayı: 17, 2004
Serdar Akdağ | 81
BİR VATANSIZ DOĞULU SADIK HİDAYET “Gökte herkesin bir yıldızı olduğu doğruysa, benimki çok uzakta, karanlık ve pek önemsiz bir şey olmalıdır. Belki de benim hiç yıldızım yok”(*) 20. yy.ın en önemli çöküş yazarı Franz Kafka’nın yapıtlarındaki ikiz dünya arayışı; iktidar, yerleşik hayat algısı, sahiciliğin sonrasızlığı ve amaçsızlığı gibi varoluşsalı da içeren sorunlar karşısında reaksiyonel ve kendiliğinden bir mekanizmayı, egosantrizmi içermeyecek bir biçimsellikle ortaya çıkarıyordu. Kurmacalarındaki çizgisel bütünlüğün; kayma, boşluk çelişik ve çatışkıları içermeyen bir dizgesellikle yansıtılması savımızı doğrulamak adına göz önünde bulundurulabilir. “Kapı ve pencereler bu dünyaya kapatıldı mı yine de yer yer güzelim bir varoluşun görüntüsü hatta başlangıcı sayılabilir” (Elias Canetti, Öbür Dava-Kafka’nın Felıce’ye Mektupları Üzerine, Cem Yayınevi, 1. Baskı, Aralık 1994, Çev. Kamuran Şipal) diyor Kafka ve ekliyor: “Yaşamak için gereken şey kendi kendinden haz duymayı boşlamaktır. Evi hayranlıkla seyretmeyi, süsler ve bezeklerle donatmayı bırakıp içine taşınmaktır” (K,Wagenbach, F. Kafka Özyaşam Öyküsü, Cem Yayınevi, 1. Baskı, Ocak 1997, Çev: Kamuran ŞİPAL) Kafka’nın varlık ve yaşamla ilgili anlamlılık arayışındaki bu sistematik tamlık ve iç tutarlılık; çağdaşı veya değil benzerlik gösterdiği yazarların tümünden hedonist, seküler ve sansasyonel olana kapalılık konusunda da kesin bir çizgiyle ayrılıyordu. Söz gelimi Hidayet’in bütün yazınsal deneyimi içerisinde varmaya çalıştığı ve cennet tabiriyle kutsadığı 82 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
yokluk durumunu bir başlangıç noktası olarak ele alıp, yine yazın serüveni içerisinde eksiksizce disipline etmeyi başarmış devasa ve ikincil bir dünya ortaya çıkarabilmişti. Tabii ki Hidayet köken ve süreç itibariyle toplumsal ve tarihsel aidiyet konusunda Batılı bir yazar kadar serazat olamayacağı bir kültürün kodlarını taşıyordu. Fars uygarlığının büyük birikimi, İran’ın 20. yy.da karşı karşıya kaldığı toplumsal ve siyasal keşmekeşle birlikte, Uzak Doğu ve Batı Avrupa’yla ilgili izlenimleri de Hidayet’in düşünsel ve yazınsal çabası üzerinde çok değişik izler ve etkiler bırakmıştı. Kimi romanlarındaki doğrudan doğruya siyasal yapıya dönük sistem eleştirisi, içinde doğduğu topluma ait yüzeyi işaret eden yergiler bu kendine kapalılık hissini kendinde bir doygunluğa değil geçici bir boşalmaya bırakıyordu. İşte Behçet Necatigil’in Kör Baykuş isimli çevirisine ek olarak alınmış Bozorg Alevi imzalı biyografide de aynı yazar; Hidayet’in romanında bir kurtuluş olamayacağı olsa olsa bir boşalmadan söz edileceğine değiniyordu. Elbette Hidayet de kötücül yazgı imajının bağlısı bir yazar olarak konu karakterlerini oluşturuyordu. Yapıtlarındaki varoluşçu, Kafkaesk ve tecridi unsurlar, tercih edilenin dışında yaradılışın kişilik ve yaşayış düzeyindeki etkisi, yaşantının istem dışı olay ve durumlarla bağı bir çeşit yok oluş yazgısı gibi sunuluyordu. Yaşamın aldatıcı sürekliliği, ölümün doğallığı ve her ikisi arasındaki mevhum kopuş ya da tutunuş olarak süre giden bir akışın farkındalığı, Hidayet’in bir kader olarak gördüğü bu sahiplenilmiş yazgının tanımı olarak açıklanabilir aslında. Fizik ötesi ve hiçbir boşluğa olanak tanımayacak kadar kuşatıcı bir etkinin örgülediği zorunluluk olarak da adlandırılabilecek bu durum, yine anlatılardaki bir konu tipine atfedilen “Ne yapabilirim yazgım benden daha güçlü.”( Sadık Hidayet, Diri Gömülen, Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, Eylül, 2001 Çev: Mehmet KANAR) sözleriyle daha iyi anlaşılabiliyor. Ölümü neredeyse yeniden Serdar Akdağ | 83
doğuştan sıkılacak denli içselleştirmiş bir ruh durumunun konu karakterlerinin hemen hiçbirinden esirgemediğini gördüğümüz yokluk aşığı bir duyarlığın bağlısı olarak Hidayet’in de eserlerinde kendisiyle çelişecek bir anlatıma yer vermediğini söyleyebiliriz. Bu noktada ölüm kavramı da Hidayet’te genelde zor ve sıkıntılı bir son olarak düşünülse de; eksik, travmatik ve illetli kişilerin, mecburi münzevilerin nefes almayı unutarak sahip olabildiği doğal bir hiçlik durumu olarak da olumlanabiliyor. Ölüm kavramından bağımsız olmamakla birlikte işlenen hayat sorunsalı Poe’nun gizil, dehşetli ve şeytansı güçlerinin hüküm sürdüğü alanlara değip mitsel öğelere sıçrayabiliyor; buradan bilmecemsi ve labirentimsi boşluklarda iz sürebiliyor. Gerçeküstü bir yazar olarak Hidayet’in toplumsal realiteyi boşlamadığını da okurlar olarak biliyoruz. Burada da yazarın yaşamındaki tüm etkileri yazınsal serüvenine taşıdığı gerçeğini gözlemleyebiliyoruz. Yalnızca anakronik değil yaşadığı döneme özgü zamansal kesitlere de eserlerinde yer verebiliyor. Birey sorunsalını karşı karşıya olduğu sosyal açmazlarla temellendirerek realitenin tanıdığı sınırlar çerçevesinde açıklayabiliyor. Hidayet’in kötümserlik edebiyatında; kan tutması, cinayetler, intihar, terk ediliş, eksik din algısı, kötülük toplumu, tekinsiz ve sonrasız bir hayat ve ölüm kurgusu içerisinde samimiyet arayışına yönelik nüveler de yakalanabiliyor. Tabii Hidayet’in düşünsel açıdan savruk kabul edilebilecek etkiler içerisinde olduğu da gözden uzak tutulamayacak bir izlenim. Kimi yerde teknik ilerlemenin yaşama sirayetini ruhtan yoksun bir yaşayış biçimi olarak ele alıp eleştirebildiği gibi kimi yerde materyalist felsefenin çıkış noktalarından bir olan Darvinizm’in etkisinde kaldığı da gözlemlenebiliyor. Bunu kapalı ve katı toplumsal bir bilincin içinde yer alıp mekanik ve seküler batı toplumunu da tanıma 84 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
imkânı bulmuş bir yazarın gel-gitleri olarak da anlayabiliriz belki de. Tahayyül ettiği ahret inancında da belli belirsiz bir Araf ya da kör noktaya sıkça dokunduğu gözlemlenebiliyor yazarın. Yaşadığı toplumla paralel olarak Zerdüştlük ve İslam’la birlikte Budizm’in etkilerini de öykülerinde hissedebiliyoruz. Hidayet metinlerinde gizemli çağrışımlar taşıyan kimi ayrıntıların anlatımla bağdaşık durmayan bir düzenek kapsamında somutlanmadığı, hesap edilip düşünülmüş bir yapıya sahip olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Olay öykülerindeki yerli yerinde diyalogları, yoğun ve aydınlatıcı betimlemeleri, yerel hayatın içindeki feodal, politik etkilerden, insanlar arasındaki çıkar ilişkilerindeki realizme; karanlık sembollerden, boşluk ve ölüm duygusuna uzanan bir gerçeküstücülüğe kadar; Modern İran edebiyatının bu en önemli ustalarından biri olarak gösterilen yazarın yaşamı boyunca sorduğu sorulara bulduğu ve bulamadığı yanıtlar olarak okuyoruz. Folklora duyduğu ilgiyle halk arasındaki diyalogları zenginleştirerek ironiyle bütünleştirip aktarabilen bir üslubun yanı sıra şaşılacak kadar büyük acıları hiçliğe gömebilecek bir çöküşün yazarı olarak da anılıyor Sadık Hidayet. Yazarın yurtsuzluk kavramıyla ilintisi, yapıtlarındaki gerçeküstü öğeler açısından ele alınması felsefe ve edebiyat bilimlerinin konusu olarak değerlendirilecek hususlar. Bizim buradaki Hidayet okumamız, hakkındaki genel kanılarla birlikte öznel ve icmalen değinilmiş konuları içeriyor tabii ki. Hidayet metinlerindeki kaygan ve absürt zeminin Mehmet Kanar’ın çabalarıyla Türkçeleştirilen yapıtlarından varlığın ve hiçliğin, yaşamın ve ölümün belli belirsiz katlarına dair sunduğu çağrışımlardan edindiğimiz izlenimleri… Burada ara söz olarak Hidayet’in bir aydın olarak toplumsal anlamda feodalite ve monarşiyle ilgili problemleriyle birlikte; eski Fars kültürünün üstünlüğünü savunarak idealize etmeye çalıştığı düşüncenin İran’ın sosyal Serdar Akdağ | 85
altüst oluşu içerisinde temeli sağlam bir yapıya sahip olamadığına da vurguda bulunmak gerekir. Zamanın İran toplumunun dinle ilgili problemlerinin yozlaşmış çıkar ve iktidar ilişkilerine alet edilmesinden kaynaklandığını bilmekle beraber; hâkim dinin salt mevcudiyetinin bu ilişkiler ve baskı ağı içerisinde konumlandığını düşünmek yanılgısını taşıdığını da okuyucuya hissettirir. Açmazları, acıları, arayışları ve sorularıyla 20. yy. Modern İran edebiyatının en önemli isimlerinden biri olarak anılmayı başarabilmiş bir yazar olarak Hidayet, Türkçeye çevrilmiş eserleriyle artık Türk okurlarının da yakından tanıdığı-tanıyacağı bir biçimde gözler önünde durmaktadır. (*) Hidayet, S., Kör Baykuş, Çev: Behçet Necatigil, YKY, İstanbul, 2002
86 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
KAFKA KİTAPLIĞI “Yaşam Bir Sabır Oyunundan Öte Bir Şeydir” Kafka’yla Söyleşiler’i (Gustav Janaouch, Kafka İle Söyleşiler, Cem Yayınevi, 2. Baskı, Çev: Kamuran ŞİPAL, Haziran,2000) yazın dünyasına kazandıran Janouch, aynı adlı kitapta Dadaistlerin Alman öncüsü Richard Hülsenbeck’in bir konuşması üzerine yazdığı haber nitelikli yazının Kafka yorumunu şöyle özetler: “Kelimeler insanlara karşı büyük bir özlemle dolup taşıyor (…) Ama kaçıklık, insan kendisini yitirdi mi başkalarını nasıl bulabilir? Ama siz bu sessizliğe işaret parmağınızı uzatarak ‘sen, sen, sen’ diye karşınızdakini paralamak için başvuruyorsunuz.” (a.g.e) Alıntı bir yazar yorumunun öznel ve iddia taşımaksızın da yapılsa, ölçülü bir mahremiyet hissi bulundurması gerekliliğindeki hassasiyetini barındırıyor Kafka’nın. Janouch, bu görüşü edindikten sonra beğenilmediği kaydıyla manüskrisini ortadan kaldırır. Yazarın kişisel, mahrem, düşçül dünyasındaki ayrıntıları biçimlemede, örmedeki gizilliğini yadsımaksızın, aynı yetkinliğin gözle görülür bir apaçıklığı yansıttığını da vurgulamak gerekir. Yüzeysel de olsa bu dünyaya bir kapı aralama çabası okuyucu sorunu, sorumluluğu, yoksa birbiriyle bağımlı, zincirleme bir bütünün tüm nüansları anlama amacı gütmek, zoraki ya da tam tersi keyfî bir boşunalıkta ısrar demek de olabilir. “Gerçekten güç ve anlaşılmaz sorunlar, dile getirilmesi güç sorunlardır. Çünkü tüm yaşamın sorunsallığını içerirler.”(a.g.e.) Nesneleri açıklamadaki yetersizliğini yer yer dile getirir Kafka. Ne ki bu ifadeler yakınmakla iç içe değil, zaten somutlanması güç bir duyarlığın ehil bir dışavurumu ya da bir çeşit itirafıdır. Nesnel gerçekliğin yadsınmadığı, sahip olma güdüsünün beraberinde gelen bir olanaksızlıklar zinciri, varSerdar Akdağ | 87
lıksal bir sorunun ortaya çıkışını da kaçınılmaz kılar; bir dışa kapalılığı ya da. “Her şeye gerçek değil sadece zorunlu gözüyle bakmak gerekir.”(F.Kafka, Dava, Cem Yayınevi, 9. Baskı, Temmuz, 2000, Çev. Kamuran ŞİPAL) Ötenin sığlığı, bilinmezliğin muhayyilede yeşerip palazlanmasıyla eşdeğer özellik taşır. Kuşku ve bilgelik beraberliğinde sürer. Yazarın sahiciliği asıl gerçeklikle koşut değil fakat onun farklı bir ikizi gibi algılandığında saklı bir başkaldırının, bağlısını gerçekliğin tunçtan duvarına toslatıp balçık içerisindeki boş devinimlerini sürdürtebildiğini de gözlemletebilir. İnsan eylemlerinin görünür plandaki boşunalığı–sonuçsuzluğu, özsüz-cisimsiz özdek sorunsalı ana ve kapsayıcı izleğinde yürütülen açılımsız bir özerklik… Yaratısının Tanrısal düzlemdeki gerçek olgusuyla tutarsızlığından kaynaklanan sonrasızlığı… Varlığı kendisinden neşet etmiş bir büyük handikabın benzersiz bir iç tutarlılıkla aktarılışı. Söz konusu çabanın Tanrı tarafından bırakılmışlık zannının kaçınılmaz kıldığı bir anlamlılık arayışını imlediği düşünülebilir. İkincisinden bağımsız olmamakla birlikte yazgı kötücül bir görünüm taşır. Tanrı imajı ise belli belirsiz olduğu yerlerde bile hep bir hidayet (gerçek, iyi, değişmez) arayışıyla birlikte dile getirilir. Bu da sahicilik anlayışının kendine özgü tipik dengeliliği içerisindeki akışını sürükler. Kafka’nın salt bir çöküş yazarı olduğu söylenemez. Arkadaşı Max Brod bu durumu yazarın yapıtlarının dokuz ölçek umutsuzlukla bir ölçek umudun birleştirdiğini söyleyerek açıklar. Trajiğin çıkış noktası, ödev bilinci, ektiğini biçme sorumluluğu hayatın aksamaz sürdürümü için gerekli birer ipucu; olumsuzluklar ve rastlantıların belirleyiciliğiyle birlikte. Kişinin ummasına, bağırışına, adalet düşüne karşı sağır ve dilsiz bir hayat, eylemse her şeye karşın günün doğmasını çabuklaştırmak adına atılan bir adım. “Gözlerimi kapayıp diyorum ki: Ey ırmak kıyısında yükselip taşları yuvarlanan yeşil dağ, sen 88 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
güzelsin.” (Franz Kafka, Bir Savaşın Tasviri, Cem Yayınevi, 6. Baskı, Çev: Kamuran ŞİPAL, Mayıs,2000) Nedensiz tasa, haksız karaçalmalar, hiçbir olasılık tanınmayan hayal kırıklıkları ve sürprizli iniş-çıkışların anlamlanmasını sağlayan, içinde hayreti de soğutabilen o küçük mutluluk… Ki davası gitgide yargıya dönüşen Jozef K., rastlantısal olaylarla örgülenen bir bahtsızlık yumağının içerisindeki K. Rosman, bürokrasi ve kişiler arasındaki ilişkilerin sonrasızlığındaki K. ve daha ufak oylumlu kimi öykülerdeki konu tiplerinden esirgenmiştir bu cılız hoşnutluk. Anlatılardaki bir diğer özellikse, satirikle irrasyonelin şiirsel bir humorla bütünleştiği bir savunma mekanizmasının bileşenleriymiş gibi işlev taşıdığı görüntüsü. “Yaşam bir sabır oyunundan öte bir şeydir.” (F.Kafka, Babama Mektup, Cem Yayınevi, 1. Baskı, Aralık, 1999 Çev: Kamuran ŞİPAL) İşte tam burada Brod’un, Werner Weber’in Figürler ve geziler kitabından yapmış olduğu “Moda olarak karamsarlık, yazgısal karamsarlığın saflığına yöneltilmiş bir saldırıdır”(Max BROD, Kafka’da İnanç ve Umutsuzluk, Cem Yayınevi, 1. Baskı, Kasım 1994, Çev. Kamuran ŞİPAL) alıntısı Kafka’nın burjuva kökenli bir yazar olmasının getirdiği kuşkuyu da (kendini her şeyin odağında görme hevesliliği) dıştalar. Hor görü, suç, yılgı, aşağılanma, utanç… Yaşamın içindeki gerçeğe dönük kimi kesitlerin anlatı kişilerinin genel durumundan yansıyan özelliklermiş gibi kotarılıp bireysel olaylara küçümsemeyle bakılmadan oluşturulmuş çoğu metinde betimleme ve öykülemenin yoğun öznenin gizli tutulduğu önemseyen bakışı da yazarın kendisine özgü bir niteliğidir. “Olmuş bir şey olmamış duruma getirilemez, yalnız bir belirsizlik içine itilebilir” (Franz KAFKA, Taşrada Düğün Hazırlıkları, Cem Yayınevi, 4. Baskı, 1994 Çev: Kamuran ŞİPAL) Sözgelimi bu sekter vurgu da gerçeklikteki hatlar, Serdar Akdağ | 89
kutuplar, engelleri açıklamaya yeter görünür. Bunları yaşama yayma her şeye karşın bir çıkış kapısı aralamak girişimiyle açıklanabilir. Denebilir ki yazarın ontolojik durumuyla ideal fikrinin eserlerine taşınılan boyutuyla bir bütünmüş izlenimi vermesi belki de bundan kaynaklanıyor. Kurduğu yazın alanının her mecrasına sızan “kuşku”nun, bu kaotik ve tedirgin edici dünya ile birlikte aktarıldığı metinler, tabiatın doğal işlerliğine, Tanrı âdetinin yerindeliğine şükrettirse de; yazarın varlık ve adalet konusundaki düş kırıklığının tanınması ve anlamlandırılması açısından büyük bir çaba harcadığını da duyumsatıyor.
90 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
TELEVİZYON İNSANA DÜŞMAN Televizyon İnsana Düşman: Televizyon diğer kitle iletişim araçlarına mikyasla tüketim kültürünü empoze eden vasıtaların en yaygını. Arızi, kullanıldığı alanlarda değerler örgüsünü yok sayan, bozan, dönüştüren, değiştiren, hatta yeniden oluşturan bir yapısı var. Görüntü ve ses özelliğiyle bilgi kaynaklı bir donanım olması, yaratılmışlar arasında yalnızca insanı merkeze almasıyla da açıklanabilir. İnsani özün zihin aracılığıyla gündelik yaşamda kılıktan kılığa girebilmesinin remzi, bir çeşit yanılsama. Temel ihtiyaçların dönüştürülüp statü ve kültür gibi ögelerin yeniden üretiminde de ana enstrümanlardan biri haline getirilmesi, siyasal ve endüstriyel yapının propaganda alanına dâhil ezber unsurların ilk akla geleni oluşu da bir gerçek. Tekniğin getirdiği, çağrıştırdığı imkân ve olasılıkların sahte bir sahiplik hissine kapı araladığı; tutulur olanın tutulmazla hayat buldurulduğu çarkın dişlileri dayatmalarını günden güne sarih bir görünürlüğe taşındı. Katı (müşahhas) olana ulaşma yine hayatın katı (mücerret) gerçeklikleri arasında bir mengeneye sıkıştırıldı. Televizyon onu yaratan kültürün gölgesi olarak kendi içindeki bu çelişkiyi yansıtmanın işlevcisi. Ne ki gören göze, duyan kulağa her dakika bunu açıklamak gibi bir zafiyet taşıması, görüş ve duyuş imkânlarını gene aynı aksamın dil ve yapısına adapte etmiş zihinlerin, yığının çokluğu arasında yalnızca bu görüş ve duyuş refleksini muhafaza edebilen azınlık için aydınlık bir alan bıraktı. Bu alanın varoluş amacı gereği görüş açısı tam yaratılmış soyuna, sonuna değin bir korunak olma vasfı taşıdığını söyleyebiliriz. Dar alanda doğa, dar alanda eşya, dar alanda insan olmaktan bütünleşik bir üçgen. Aralık dergisi, sayı 17, 2004 Serdar Akdağ | 91
KAYNAKLAR Adorno, W. Theodor, Minima Moralia: Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar, Çev. Orhan Koçak, Ahmet Doğukan, Metis Yayınları, İstanbul 2002. Atasoy, Ahmet Emin, Ziya Osman Saba’nın Şiiri, 2013. Atay, Oğuz, Eylembilim, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999. Batur, Enis, Perişey, Remzi Kitabevi, İstanbul, Kasım 1993. Bayazıt, Erdem, Şiirler, İz Yayıncılık, İstanbul, 2000. Camus, Albert, Sürgün ve Krallık, Çev. Tahsin Yücel, Can Yayınları, İstanbul, 1996. Camus , Albert, Yaz, Çev. Tahsin Yücel, 1993. Cansever, Edip, Yerçekimli Karanfil TopluŞiirler 1, Adam Yayınları, Şubat, 2003 Cansever, Edip, Şairin Seyir Defteri, Toplu Şiirler 2, Adam Yayınları, Mart, 2001. Çiçek, İlhami, Göğekin, Ankara,1991. Derrida, Jagues, Şiir Nedir, Babil Yayınları, 1. Baskı, Aralık 2002. Eloğlu, Metin, Önce Kadınlar, Adam Yayınları, Aralık 1984. Ersoy, Mehmet Akif, Safahat, Haz. M.Ertuğrul Düzdağ, Kültür Bakanlığı Yayınları 2. Baskı, 1989. 92 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
Günçe, Ergin, Türkiye Kadar Bir Çiçek, İngilizceye Çev. Gülay Yurdal Michaels, Richard Mckane, Broy Yayınları, Şubat 1995. Gürson, Eser, Edebiyattan Yana, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, Şubat 2001 Kaplan, Mehmet, Kültür ve Dil, Dergah Yayınları, 16. Basım Ocak 2003. Karakoç, Sezai, Zamana Adanmış Sözler, Diriliş Yayınları, Ocak 1999 Maalouf, Amin, Doğunun Limanları, Çev. Esin TaluÇelikkan, Yapı Kredi Yayınları, Temmuz 1998. Marmara, Nilgün, Daktiloya Çekilmiş Şiirler, Telos Yayınları, 1.Basım, 2002 Nietzsche, Putların Alacakaranlığında, Maviçatı Yayınları, 1. Baskı Oktay, Ahmet, Türkiye’de Popüler Kültür, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1993. Özel, İsmet, Henry Sen Neden Buradasın 1, Şule Yayınları, İstanbul, 2004. Özlü, Tezer, Kalanlar, Yapı Kredi Yayınları, Şubat 2000. Prof.Dr. Hüsrev Hatemi, Gün Akşamlıdır, Dergah Yayınları 2. Baskı, 1997 Puşkin, Alexsandr Sergeyeviç, Seviyordum Sizi Seçme Şiirler, Çev. Ataol Behramoğlu, Türkiye İş Bankası Yayınları, IV. Baskı, 2014
Serdar Akdağ | 93
Saba, Ziya Osman, Geçen Zaman Nefes Almak, Varlık Yayınları, 1. Baskı, 1991 Sartre, Jean Paul, Edebiyat Nedir, Çev.Bertan Onaran, Payel Yayınları, 3. Baskı Topçu, Nurettin, İsyan Ahlakı, Dergah Yayınları, İstanbul, 2016 Uyar, Turgut, Büyük Saat, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2002. www.kaffed.org/kultur-sanat/siir/item/370-sa %C3%A7masapan-bir-%C5%9Fiir.html www.siir.gen.tr/siir/n/nilgün_marmara/kan_atlası.htm
94 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler
Notlar:........................................................................................ ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ..................................................................................................
Serdar Akdağ | 95
Notlar:........................................................................................ ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ................................................................................................... ..................................................................................................
96 | Sığ Betik – Yazınsal Denemeler