Tokta mışuyga At eşrlığ _ Siyas al T arih Kitaplar, UYARI: a yol göste ışıkla rdıbilgi r. nin www.kitapsev Kitap Cehaleti seve yenil nleriüm enle n diği, ye ni ssite evginin bulu m şma ,ren iyiliğin nokt ve-ki e dan herk p 846 ese aylaşıld me rhab ığı Ka y alar ernun'u ... n ilgili olarak mad göndesine rdüğ üzr.co mizdeki tü masın tapla r, 5 Sayılı
istinade n, e ngellile rin
TOKTAMIŞ ATEŞ
1944 yılında İstanbul'da doğdu. Orta ve lise öğrenimini Avusturya Ortaokulu'yla (Sankt Georg) Vefa Lisesi'nde tamamladı. Eğitimine İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde devam etti. Fakülteden 1967 yılında mezun oldu. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Siyaset İlmi Kürsüsü'ne asistan olarak atandı. 1969'da doktor, 1974'te doçent, 1982'de profesör oldu. İktisat Fakültesi'nin yanısıra değişik kurumlarda dersler verdi. Yine ders vermek amacıyla, çeşitli dönemlerde Amerika Birleşik Devletleri (Iowa) ve Almanya'da (Berlin-Münih) bulundu. Halen İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda Bilgi Üniversitesi'nin kurucuları arasındadır ve mütevelli heyeti üyesidir. Başta Cumhuriyet gazetesi olmak üzere çeşitli yayın organlarında yazılar yazmaktadır. Şimdiye dek yayınlanan 30'u aşkın kitabı vardır. Evli ve bir çocuk babasıdır.
1
İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI
TOKTAMİŞ ATEŞ SİYASAL TARİH İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI 76 TARİH 9
ISBN 975-6857-99-4 KAPAK 14MAYİS 1789'DA BASTİLLE'İN İHTİLÂLCİLER TARAFINDAN ELE GEÇİRİLMESİNİ GÖSTEREN BİR TAŞ BASKİ ÇİZİM
1. BASKİ (1982) - 2. BASKİ (1989) İSTANBUL ÜNİVERS İTESİ IKTİSAT FAKÜLTES İ YAYİNLARİ 3. BASKİ (1994) - 4. BASKİ (1998) - 5. BASKİ (2001) DER YAYİNLARİ İSTANBUL BİLGİ Ü NİVERS İTES İ YAYİNLARİ'NDA GÖZDEN GEÇ İRİLEREK YENİ EKLER YAZILMIŞ VE GENİŞLETİLMİŞ 1. BASKI, İSTANBUL, EKİM 2004
2. BASKI, İSTANBUL, EYLÜL 2007 © BİLGİ ILETİŞİM GRUBU YAYİNCİLİK MÜZ İK YAPİM VE H ABER AJANSİ LTD. ŞTİ. YAZİŞMA ADRESİ: İNÖNÜ C ADDES İ, No: 28 KUŞTEPE ŞİŞLİ 34387 İSTANBUL TELEFON: 0212 311 60 00 - 217 28 62 / FAKS: 0212 347 10 11 www.bitgiyay.com E-POSTA
[email protected] DAĞİTİM
[email protected] YAYİNA HAZIRLAYANLAR HİLAL AKGÜL, NAMİK SINAN TURAN
TASARİM MEHMET ULUSEL DİZGI VE UYGULAMA MARATON DİZGİEVİ DÜZELTİ SAİT KIZILIRMAK BASKİ VE CILT SENA OFSET AMBALAJ' VE M ATBAACİLİK SAN. Tic. LTD. ŞTİ. JTROS YOLU 2. MATBAACİLAR SİTES İ B BLOK KAT 6 NO: 4 NB 7-9-11 TOPKAPİ İSTANBUL
TELEFON: 0212 613 03 21 - 613 38 46 / FAKS: 0212 613 38 46
istanbul Bilgi University Library Cataloging-in-Publication Data İstanbul Bilgi Üniversitesi Kütüphanesi Kataloglama Bölümü tarafından kataloglanmıştır. Ateş, Toktamiş Siyasal Tarih /Toktamiş Ateş. p. cm. Indudes bibliographical references and index. ISBN 975-6857-99-4 (pbk.)
1. Political Science —History. D453 A84 2004
TOKTAMİŞ ATEŞ SİYASAL TARİH
n
Öğrencilerime, sevgiyle, umutla, inançla...
İçindekiler ix Önsöz l BÎRÎNCİ BÖLÜM Fransız Devrimi, Öncesi ve Sonrası 3 Ortaçağ ve Özellikleri 21 Osmanlı İmparatorluğu'nun Kuruluşu ve Büyümesi 25 İslâmiyet ve Osmanoğulları 28 Yeni Bir Dünya Görüşü ve Yeni Bir Ekonomik Düzen 34 Ekonomik Yaşam ve Kurumlar 35 Toprak Düzeni 40 Vergileme 43 Osmanlı Toplumunun Sosyal Yapısı 44 Çeşitli Tarikatlar ve Etkileri 47 Ahiler 49 İlmiye 52 Kapıkulu 54 Osmanlı Devleti'nin Siyasal Yapısı 54 Sultan 57 Divan 61 1640 İngiliz Devrimi
63 İngiliz Devrimi'nin Temelleri 68 İngiliz Devrimi'nin Aşamaları 75 Aydınlanma 81 Amerikan Devrimi 83 Amerikan Devrimi'nin Öncesi 85 Amerikan Devrimi 93 Fransız Devrimi 94 Fransa'da "Eski Rejim" 95 Eski Rejim'in Ekonomik Yapısı 98 Eski Rejim'in Toplumsal Yapısı 102 Eski Rejim'in Siyasal Yapısı 102 Kutsal (Mutlakiyetçi) Krallık 103 Yürütme Gücü 104 Yargı Gücü 106 Taşra Yönetimi 107 Fransa'da Devrim Süreci 107 Soyluların Tepkisi 110 Genel Meclislerin Toplanması 114 Kurucu Meclis Dönemi
vi içindekiler
ll8 Ekim Seçimlerinden Cumhuriyete ve Devrim Fransa'sına Tepkiler 121 Konvansiyon Dönemi ve Devrim Fransa'sına Tepkiler 128 Napoiyon Dönemi 128 Direktuar Yönetimi ve Napolyon'un İtalya Seferi 133 Napolyon'un Mısır Seferi ve Hükümet Darbesi 138 Napoiyon ve Fransa'ya Karşı Avrupa 148 Devlet Adamı Olarak Napoiyon 154 Viyana Kongresi 155 Viyana Kongresindeki Farklı Beklentiler 158 Viyana Kongresi Kararları 161 Fransız Devrimi Öncesi ve Sonrasında Osmanlı İmparatorluğu 163 Osmanlı Imparatorluğu'nun Gelişmesi ve Duraklaması 170 19. Yüzyılın Başlarında Osmanlı İmparatorluğu 183 EK 1: Birleşik Devletler Bağımsızlık Bildirisi 187 EK 2: Fransız Devrimi İnsan ve Yurttaş Haklan Bildirisi
191 İKİNCİ BÖLÜM Yeni Bir Dünyada Denge Arayışları 193 Sanayi Devrimi ve Yeni Dünya 201 Avrupa'da Restorasyon Çabaları: 1815-1830 202 1815 Sonrası Avrupa Ekonomisi 205 Kutsal İttifak ve Dörtlü İttifak 209 1820 İhtilâlleri ve Monroe Doktrini 213 Avrupa'da 1830 ve 1840 İhtilâlleri 214 1830 İhtilâlleri 214 1830 İhtilâllerinin Nedenleri 216 Fransa'da 1830 İhtilâli 218 Belçika'da 1830 İhtilâli 219 İtalya'da 1830 İhtilâli 220 Polonya'da 1830 İhtilâli 221 Almanya'da 1830 İhtilâli 223 1848 İhtilâlleri 224 1848 İhtilâllerinin Nedenleri 225 Fransa'da 1848 İhtilâli 230 Avusturya'da 1848 İhtilâli 233 İtalya'da 1848 İhtilâli 236 Almanya'da 1848 İhtilâli 240 İngiltere'de ve Avrupa'nın Diğer Ülkelerinde 1848 İhtilâlleri 243 İtalyan ve Alman Birliklerinin Kurulması
içindekiler Vİİ
244 İtalyan Birliği'nin Kurulması 254 Alman Birliği'nin Kurulması 255 Otto von Bismarck ve Döneminin Almanyası 261 Danimarka ile Savaş 264 Avusturya ile Savaş ve Kuzey Alman Federasyonu'nun Kurulması 269 Fransa ile Savaş ve Alman İmparatorluğu'nun Kurulması 275 Paris Komünü 283 Viyana ve Paris
Kongreleri Arasında Osmanlı İmparatorluğu 283 Konuya Genel Yaklaşım 288 Yunan Ayaklanması ve Yunanistan'ın Bağımsızlığını Kazanması 289 Osmanlı Yönetimi Altında Yunanistan ve Rumlar 291 Yunan Ayaklanması Öncesindeki Örgütlenme ve Tepedelenli Olayı 293 Yunan Ayaklanmasının Başlaması ve Gelişimi 299 Osmanlı İmparatorluğu - Rusya Savaşı ve Edirne Antlaşması 301 Cezayir'in Fransa Yönetimine Girmesi 304 Mısır Sorunu 305 Mehmed Ali Paşa'nın Mısır Valisi Olması ve Bunu İzleyen Gelişmeler 309 Mehmed Ali Paşa'nın Ayaklanması 310 Uluslararası Bir Sorun Olarak Mısır Ayaklanması ve Kütahya Antlaşması 313 Hünkâr İskelesi Antlaşması 314 Mehmed Ali Paşa'nın Yeniden Ayaklanması ve Nizip Savaşı 316 Londra Antlaşması ve Mısır Sorununun Sonu
319 Boğazlar Sorunu ve 1841 Londra Antlaşması 322 Tanzimat ve Islahat Fermanları 322 Genel Görüşler 326 Osmanlı İmparatorluğu'nun Dünya Ticaretine Açılması 330 Gülhane Hattı Hümayunu 332 1856 Islahat Fermanı 334 Kırım Savaşı ve Paris Antlaşması 334 Tanzimat'ı İzleyen Yıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nun Dış Politikası 337 Kırım Savaşı'na Yolaçan Nedenler 340 Kırım Savaşı 345 Paris Barış Konferansı ve Antlaşması
349 Avrupa'da Dengesiz Denge 349 Genel Görüşler ve Sömürgecilik Çağı
viii içindekiler
350 Sömürgecilik Siyasetinin Nedenleri 354 Sömürgecilik Siyasetinin Uygulamaları 359 Bismarck'ın Akılcı Diplomasisi ve Avrupa'da Alman Üstünlüğü 359 Konuya Genel Yaklaşım 361 Birinci "Üç İmparatorlar Ligi" 365 1879 Almanya-Avusturya Askerî Antlaşması 370 Üçlü İttifak 372 1887 Almanya-Rusya Güvence Antlaşması 374 Avrupa'da Blokların Oluşması 374 Bismarck'ın Yıldızının Sönmesi ve II. Wilhelm'in Dış Politikası 377 "Üçlü Anlaşma" Blokunun Oluşması
379 Paris ve Berlin Konferanları Arasındaki Dönemde Osmanlı İmparatorluğu 379 Döneme Genel Bir Bakış 381 Dönemin Önemli Siyasal Olayları 38a Cidde Olayı (1858) 382 Bosna-Hersek Ayaklanması (1857-1859) 383 Suriye Bunalımı 384 Romanya'nın Kuruluşu (1861-1866) 385 Mısır Valisine Hıdivlik Verilmesi ve Süveyş Sorunu 387 Karadeniz'in Tarafsızlığının Kaldırılması (1871) 388 "93 Harbi", Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları 388 1877-1878 Rus Savaşı'na Yolaçan Gelişmeler ve Barışı Kurtarma Çabaları 390 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı 392 Ayastefanos ve Berlin Antlaşması ve Kıbrıs'ın İngiltere'ye Devri 395 Berlin Antlaşması Sonrası Gelişmeler 395 Genel Görüşler 399 Rumeli'de Gerileme 403 Girit Sorunu ve Osmanlı-Yunan Savaşı 406 İkinci Meşrutiyet'in İlânı 410 Birinci Dünya Savaşı'na Doğru 410 Trablus ve Balkan Savaşları 413 Birinci Dünya Savaşı ve Osmanlı İmparatorluğu
417 EK 3: Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümayunu) 423 Kaynakça 431 Konu Dizini 449 Kişi Dizini
Önsöz
1
967 yılının 10 Kasım'ında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinin (o zamanki güzel adıyla) Siyaset İlmi Kürsüsü'ne (gene o zamanki kadro yokluğu nedeniyle), okutman olarak girdiğimden birkaç gün sonra; bugünkü adı, İletişim Fakültesi olan ve dört yıllık eğitim veren, o zamanlar İktisat Fakültesi'ne bağlı ve iki yıllık eğitim veren, Gazetecilik Enstitüsü'nün ikinci sınıfındaki, "Siyasal Tarih" derslerini vermeye başlamıştım. Ve bugüne dek geçen; yaklaşık 40 yıl boyunca, kimi zorunlu aralıklar dışında, bu dersi verdim. 1980 Cuntası'nın çıkardığı, 2547 sayılı YÖK Yasası; İÜ İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü'nü, Üniversite Rektörlüğü'ne bağladı. Enstitünün yeni yönetimi bu dersi benden aldı. Şimdi geriye bakıyorum da, dünya onlara da kalmadı... Gazetecilik Enstitüsü Öğrenci Cemiyeti, siyasal tarih ders notlarımı, 1969'da teksir ederek bir kitapçık biçiminde çoğaltmıştı. Şimdi bende bile yok. Gene zaman zaman kimi konuları teksire çoğaltarak öğrencilerime dağıtmıştım. Elimde, bunlardan da hiç kalmadı, artık bu notları bir kitaba dönüştürmenin zamanı gelmişti ama, doğrusu Çekiniyordum. Zira, o dönemde yeterince "birikimim" olmadığını
X önsöz
düşünüyordum. Ayrıca, o dönemde mevcutları pek kalmamış olsa bile; Türkçemizde aynı konuda yazılmış kitapların düzeylerini düşündüğümde, bu düzeyi tutturamamanın korkusuyla, Siyasal Tarih kitabını kaleme almayı sürekli erteliyordum. Sonunda; tüm endişelerime karşın bu kitabı yazdım ve ilk baskısı, 1982 yılında İktisat Fakültesi Yayınları arasında çıktı. Ve o günden bugüne, farklı yayınevlerinin yaptığı baskı sayısı altı, ya da yedi oldu (Galiba bir de korsan baskısı olmuş...). Siyasal tarih müfredatı, genellikle "Fransız İhtilâli" ve devrimiyle başlar. Bunun öncesi ve özellikle Türk toplumu, pek dikkate alınmaz. Ben bu yolu izlemedim. Ortaçağ'dan başlayarak, Fransız Devrimi'ni hazırlayan koşullar ve diğer gelişmeler üzerinde de durdum. Zira, tarih okumakta ve dersini vermekteki amacım; geçmişte neler olduğunu hikâye etmek değil, günümüz toplumunu ve toplumlarını anlamaktır. "Geçmişte hangi olaylar ve gelişmeler, günümüzdeki durumu ortaya çıkartmıştır?" sorusu, yanıtlamayı hedef aldığım sorudur. Bu bakımdan; Fransız Devrimi öncesini ihmal etmem, sözkonusu bile olamazdı. Aynı biçimde, yanıtlanması gereken bir başka soru, siyasal tarih müfredatının nerede noktalanması gerektiği idi. Zira, bu alandaki kimi kitaplar, 20. yüzyıl başında noktalanıyor; kimileri, Birinci Dünya Savaşı sonunda noktalanıyor; kimisi, İkinci Dünya Savaşı sonunda noktalanıyordu. Hattâ, öyle siyasal tarih kitapları vardı ki, günümüze dek geliyorlardı. Burada "siyasal tarih" ve "uluslararası ilişkiler" müfredatlarının karıştığım görmekteyiz. Zira, uluslararası ilişkiler kitapları, klasik olarak Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki gelişmelerle başlar. Bir kısmı ise, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki olayları ve gelişmeleri başlangıç alır. Doğrusu, toplumsal bilimlerde yöntem açısından fazla bir fark olmaması beklenir. Fakat gene de, siyasal tarih eğitimiyle, uluslararası ilişkiler eğitiminin farklı biçimlerde verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ve eğer bu kitaplar ders kitabı ve öğrencilere yönelik olarak kaleme alınmışsa; her iki dersi de alan öğrenciler, (bence) gereksiz tekrar-
önsöz Xİ
lar yapmış olacaklardır. Hele bu iki farklı dersin öğretim üyeleri, farklı noktalara ağırlık verirlerse, öğrencilerimizin aklının iyice karışması mümkündür. İşte bu nedenlerden ötürü; siyasal tarih kitabımı, 19. yüzyılın sonlarında noktaladım. O zamanlar, "Daha sonraları bir uluslararası ilişkiler kitabı kaleme alır ve o dönemle ilgili notlarımı değerlendiririm," diye düşünüyordum. Fakat akademik yaşamda ağırlığı başka konulara verince, bu projemden de vazgeçmek zorunda kaldım. Kitabın bu son baskısında, İstanbul Bilgi Üniversitesi Türk Devrim Tarihi Araştırma Merkezi Öğretim üyelerinden, Yrd. Doç. Dr. Hilal Akgül ve İ.Ü. İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı Öğretim görevlilerinden, Dr. Sinan Turan'm yaptıkları katkıların hakkını ödemem mümkün değil. Her iki öğrencime de, yürekten teşekkür ediyorum. Hakkını ödeyemeyeceğim bir başka kişi de, kırk yıllık dostum ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları yöneticisi Fahri Aral oluyor. İnanılmaz titizliğiyle; kimi zaman karamsarlık girdaplarına düşseniz bile, sizi o girdaplardan çıkartan, gene sevgili Fahri Aral'ın gayretleri oluyor. Fakat tüm bu yardımlara karşın, elinizde tuttuğunuz kitaptaki tüm eksik ve hataların sorumlusu, sadece benim. Bu kitabı; yaklaşık 25 yıl önce, ders kitabı olarak kaleme almıştım. Fakat sayıları otuzu geçen diğer kitaplarım gibi; bunun da, salt öğrencilere değil, konuya ilgi duyan herkese hitap etmesini ve yararlı olmasını umut etmiştim. Umarım kitap, bu amacına da ulaşır... PROF. DR. TOKTAMİŞ ATEŞ istanbul, Fatih 2004
imi, ri ras
ı',i
■J s—
> o o a) en CÛ
z
• MİM
o N
0) >
W) (/> (0 0)
a: Li- c
0Q
Ortaçağ ve Özellikleri
S
iyasal Tarih başlığını taşıyan kitaplar genellikle doğrudan doğruya Fransız Devrimi ile başlar. Bizim görebildiklerimiz arasında sadece birkaç tanesi konuya İngiliz Devrimi ile başlamıştı. Bu tutum elbette nedensiz değildi. Zira siyasal tarih, bir başka anlayışa göre "diplomasi tarihi" olmaktadır. Ve çağdaş anlamıyla diplomasi ancak 16. yüzyıldan sonra başlamıştır.1 Gerçekten diplomasinin bazı türleri hiç kuşkusuz ortaçağlara dek uzanır. Ancak belirli örgütlerle ve belirli kurallar içinde diplomasi uygulanması ancak ileri yüzyıllarda mümkün olabilecektir. Fakat insanlık tarihi yaklaşık altı bin yıl geriye doğru uzandığına göre, bu uzun sürecin kısa bir özetini vermeden ve bu çerçeve içinde daha sonraki gelişmelerin nedenlerini irdelemeden, doğrudan İngiliz Devri-mi'ne girmeyi doğru bulmadık. Ve bu nedenle bu bölümü ortaçağ ve özelliklerine, bundan sonraki bölümü de ortaçağın çözülmesi ve aydınlanmaya ayırdık. Fakat herhalde diğer siyasal tarih kitaplarının üzerimizde yıllardır süregelen etkisinden sıyrılamamışız ki, bölümün 1
Bu konuda geniş bilgi için bkz. 1453'ten Bugüne Dünya Tarihi ve Çağdaş Uygarlık, C. Brinton, J. B. Christopher, R. J. Wolff, çev. Mete Tuncay, Cem Yayınlan, 1982, s.87.
l\ birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
adını "Fransız Devrimi, Öncesi ve Sonrası" koymaktan da kendimizi alamadık. Bir zamanlar göçebe olarak ilkel bir yaşam biçimi sürdüren insan topluluklarının ilk ekonomik eylemleri ya da yaşamlarını sürdürebilmek için yaptıkları ilk eylemler, genellikle "toplayıcılık" ve "avcılık" olarak adlandırılmaktadır. Ve işte işin bu aşamasında insanlar, güç doğa koşulları karşısında yardımlaşma amacıyla ve zorunluluğuyla toplu olarak yaşama eğilimindeydiler. Doğadaki diğer canlılara oranla fizik olarak oldukça yetersiz görünen insandaki "sosyal hayvan" olma özelliğinin buradan kaynaklandığını düşünebiliriz. İnsanlık tarihinin en önemli buluşlarından birisi "karasa-ban"dır. Gerçekten o zamana dek toprağı "alt-üst" edemedikleri için, belirli bir yörede ancak birkaç yıl kalabilen insanlar, karasabanın bulunmasından sonra "yerleşik" düzene geçtiler. Bu aşama aynı zamanda "klan"ın örgütlenmesi aşamasıdır. Ve insanlar arasında "yöneten-yönetilen" ilişkisinin de bu aşamada başladığını görüyoruz. Ancak bu ilginç konulara bu kitap çerçevesinde girmemiz mümkün değildir.2 Aralarında "yöneten-yönetilen" ilişkilerinin başladığı insanlar, bir süre sonra "sınıflı toplum"a girdiler. Ve dünya üzerinde ilk oluşan sınıflar "köleler" ve "köle sahipleri" oldu.3 M.Ö. 4000 yıllarında ilk kent uygarlıklarının ortaya çıktığını anlıyoruz. O zamanların uygar yöreleri Nil deltası, İndüs bölgesi ve Dicle-Fırat deltası, yani Mezopotamya idi.4 Dünya tarihinin bu dönemleri oldukça karanlıktır. Her şeyden önce eldeki kaynakların yetersiz olduğu açıktır. Her ne kadar elde bir dizi yazılı metinler ve belgeler varsa da, unutulmaması gereken husus, sözkonusu dönemin binlerce yılı kapsadığıdır. Mısır, Hitit, Babil, Asur devletlerinin göreli olarak boşalttıkları alanda Girit, Anadolu ve Yu2 3 4
Bu konularda bundan yedi sene önce yayınlanmış bir çalışmamızda oldukça ayrıntılı bilgi bulunabilir: Bkz. Demokrasi, Der Yayınları, İstanbul, 1976. Sınıf ve tanımı konusunda da bir başka eski çalışmamıza bakılabilir. Türk Devrim Tarihî, İÜ İktisat Fak. Yayınlan, İstanbul, 1980. Bu konularda geniş bilgi için bkz. Pirenne, Jacques, Büyük Dünya Tarihi, çev. Nihal Önol, c.l.
ortaçağ ve özellikleri 5
Kölelik Kölelik, kökeni tarihin derinliklerine uzanan bir kurumdur. Eski Mısır ve Yakındoğu'da köleler sosval yapı içinde önemli bir yer teşkil ediyorlardı. Bugün Mısır'da hayranlık uyandırmaya devam eden Piramitler, binlerce kölenin emeği kullanılarak yapılmıştı. Benzer biçimde Eski Yunan ve Roma geleneğinde de kölelik kabul gören bir uygulama olmaya devam etmiştir. Roma hukukunda lus Gentium'a göre kölelerin hiçbir değeri yoktu. Köle, efendisinin tasarrufunda bir mal olarak kabul edilir ve Roma ekonomisi bütünüyle köle emeği üzerinde gelişirdi. Bu dönemde kölelik, ekonominin temeli ve emeğin en yaygın kullanım biçimiydi. Örneğin Aristoteles vatandaşların siyasetle uğraşabilecek gerekli zamanı bulabilmeleri için bütün bedeni işerin köleler tarafından yapılmasını önermekteydi. Bununla birlikte kölelerin çok ağır şartlarda yaşamaları zaman zaman Spartaküs örneğinde olduğu gibi isyan hareketlerine yol açabiliyordu.
nan Uygarlığı'nm canlanmaya başladığını görürüz.5 Aynı çağlarda Hint, Çin ve özellikle Pers imparatorluğu etkin görülmektedir. Ve tüm bu yerleşik uygarlıkların yanısıra sayısız göçebe kavim, Asya ve Avrupa'da at koşturmaktadır. Dünya üzerindeki bu kargaşa döneminin sonu, Roma İmparatorluğu'nun kurulmasıdır. Her ne kadar Roma İmparatorluğu'nun diğer ulusları baskı ve sömürü altında tutma araçlarıysa da "Roma Barışı" anlayışı, gerçekten belirli bir denge ve düzen sağlamıştır. Öylesine ki, "Kavimler Göçü" bile, Attila bile, bu dengeyi sarsmakla birlikte ortadan kaldıramamıştır. Köleci nitelikteki Roma İmparatorluğu'nun ikiye ayrılması ve Doğu Roma, Bizans İmparatorluğu'nun Batı Roma yıkıldıktan sonra bile yaşamını sürdürmesi artık bir başka çağı ve toplum biçimini temsil etmektedir. Bu başka çağ, "ortaçağ" ve toplum biçimi de "feodalite"dir. Aslında "ortaçağ" kavramının tarih literatürüne girmesi çok daha sonraları, 18. yüzyılda olmuştur.6 Önceleri kilise yazarları için tarihsel dönemler İsa'nın doğumuyla öncesi ve sonrası olarak bir anlam taşımaktaydılar. Bu arada ilginç bir anlayış olarak, ilk dördü İncil'de nkz. Dünya Tarihi, Kaynak Kitaplar, İstanbul, 1974, el. rauss , S. R, "Mittelalter", Marksismus im Sysîemvergîeicb (Herausgegeben von C. D. Kernig), Band 3, Herder-Herder, Frankfurt (New York, Freiburg), 1974, s.47-70.
6 birinci böiüm: fransız devrimi. Öncesi ve sonrası
Francesco Petrarca (1304-1374) Hümanizmanın ilk büyük temsilcisi kabul edilen Petrarca, Floransa'da doğmuş ve burada ilk gençlik yıllarından itibaren kendisini klasik kültüre adamıştır. Fransa'nın Avignon kentinde tanıdığı |_a-ura adındaki kadına aşık olan ve aşkına karşılık bulamayan Petrarca, ona olan aşkını ağdalı bulduğu Latince yerine anadili italyanca olarak kaleme aldığı sonelerle dile getirmiştir. Sonelerinde Ortaçağ Şiiri'nin aksine, sonsuzluk yerine dünyadaki mutluluğu aramış, bu şekilde çağına başkaldırmıştım Öbür dünyadaki kurtuluşla değil, bu dünyadaki olup bitenlerle ilgileniyordu. Hümanizmanın özünü bu şekilde ortaya koyan Petrarca, insanı evrenin merkezine yerleştirmesi açısından hümanizmanın kurucusu olarak tanımlanmaktadır.
(Daniel) yeralan ve sonuncusu Roma İmparatorluğu olan "Yedi İmparatorluk" anlayışı hüküm sürmüştü. Ancak hiç kuşku olmasa gerektir ki, bir içinde yaşanılan çağ ve bir de eski çağ vardı. Ve bunlar arasında bir "geçiş dönemi" olsa gerekti. Ancak bizim bugün "ortaçağ" diye adlandırdığımız dönemdeki yazarlar bu hususu tümüyle gözardı etmekteydiler. Batı tarihinde "eski" ve "yeni" ayrımını ilk yapan Francesco Petrarca (1304-1374) olmuştur. Petrarca, Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu tarafından benimsenmesinden önceki dönemi "eski" (anti-qua), bundan sonraki dönemi "yeni" (nova) olarak betimlemişti. Aslında amacı "karanlık" çağ ile "modern" çağ arasında bir ayrım yapmaktı. Bir başka İtalyan yazarı, Flavio Biondo (1388-1463) benzer bir ayrımı farklı bir kıstas ile yaptı. Biondo ya da Blondus, Batı Roma İmparatorluğu'nun Gotlar tarafından yıkıldığı 410 yılından öncesini "eski", sonrasını "yeni" olarak nitelendiriyordu. Bundan kısa bir süre sonra, "ortaçağ" kavramının ilk kez kullanıldığını görüyoruz. Aleria Kardinali Giovanni Dei Bussi Andrea, 1469 yılında "media tempestas"dan söz ediyordu. Aynı tarihsel döne-
ortaçağ ve özellikleri f
■ 1518 yılında Johaim von Vadianus "media aetas", 1519 yılında Be-tus Rhenasus "media antiquitas" olarak adlandırmaktaydı. Ancak çok ilginç bir nokta olarak o dönem genellikle "Gotlar cağı" olarak adlandırılmaktaydı. Burada sözkonusu olan barbar Got-ların Latin uygarlığını sarstıkları dönemi açıklamak idi. Ancak biraz yukarıda değindiğimiz gibi, eski dönemlerle, içinde bulunulan dönem arasında "üçüncü bir geçiş dönemi" kavramının ortaya atılması ancak 17. yüzyılda görülebilecektir. Bunun ilk örnekleri arasında Ch. Du Cange'nin 1678 yılında Paris'te yayınlanan Latince sözlüğü Clossarium ad Scriptores Mediae et Infimae Latinitatis ve Christoph Cellarius'un 1688 yılında Zeitz'da yayınlanan tarih kitabı, Historia Tripartita gösterilebilir. Ancak yukarıdan beri saydığımız tüm örneklerde "ortaçağ" kavramı, "eski" ile "bugün" arasında bir geçiş dönemini betimlemekte ve ne başlangıcı ve ne de sona erişi tarihlerine değinilmemektedir. Bu konudaki çabalar için de 18. yüzyılı beklemek gerekecektir. Bu konudaki ilk somut öneriler Johann Christoph Gatterer (1729-1799) ve August Ludwig Schlözer'den (1735-1809) geldi. Bunların günümüze dek genellikle kabul edilen önerilerine göre ortaçağ, Odakad'ın son Batı Roma İmparatoru Romulus Augustus'u devirdiği 476'dan başlayarak, Amerika kıtasının bulunduğu 1492'ye dek süren yaklaşık bin yıllık dönemi kapsamaktaydı.7 Bize göre ise ortaçağın sona ermesi II. Mehmed'in 1453'de İstanbul'u zaptetmesiyle olur. Ancak başlangıcı konusunda bir tartışma olmamasına karşın sona ermesi konusunda ne denli tartışma bulunursa bulunsun "ortaçağ" diye adlandırılan ve 5. yüzyıldan 15. yüzyıla dek süren bin yıllık dönem, kendi içinde de üç döneme ayrılır:8 "Erken ortaçağ", "yüksek ortaçağ" ve "geç ortaçağ". Fakat bu dönemlerin isimleri konusunda D»e tam bir anlaşma yoktur. Örneğin geç ortaçağ için "ortaçağın sonBu konularda bkz. Romano, Ruggiero-Tenenti, Alberto; Die Grundlegung der modernen Welt (Speatmittelalter, Renaissance, Reforkation), Fischer Weltgeschkhte 12, Frankfurt am Main, 1967, s.9-43. Bkz. C. Brinton..., s.29.
o birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
baharı" gibi isimler kullanılırken; bu dönemlerin başlangıç ve sonları konusunda hemen her ülkede ayrı bir olayın temel alındığını görmekteyiz. Gene de genel çizgiler içinde sorunu irdelemek istersek ortaçağın ilk dört-beş yüzyılı, erken ortaçağ ya da "karanlık çağı"; daha sonra gelen üç yüzyıl yüksek ortaçağ ve daha sonraki yüzyıllar geç ortaçağ olarak adlandırılmaktadır. Karanlık çağ, Roma İmparatorlu-ğu'nun bir kent uygarlığından feodal bünyeli bir tarım ekonomisine geçişini temsil eder. Yüksek ortaçağ feodalizmin egemenliğini betimler. Geç ortaçağ ise feodalizmin çözülüşünü ve yeni çağın izlerini betimler. Zaten Marksist tarihçiler, bu ortaçağ ayrımı yerine "feodalizm" kavramını koymayı tercih etmektedirler. Bu anlayışa göre ortaçağ, yani "feodal dönem" üçe ayrılır: "Erken feodalizm", "gelişen feodalizm" ve "çözülen feodalizm". Görüleceği gibi bu evreler, biraz yukarıda değindiğimiz evrelere karşılık düşmektedir. Son zamanlarda buna dördüncü bir aşama ya da evre daha eklenmiştir. Bu evre "erken feodalizm" evresinden önce bir "feodalizm öncesi" evredir. Böylece Marksist tarih anlayışı ortaçağı dört evrede incelemektedir. Bütün bu farklı anlayışlar ve tartışmalar bir yana ortaçağa damgasını vuran iki olgu vardır. Bunlardan biri kilise, diğeri de feodalizmdir. Ve biz bu kitap çerçevesinde bu iki önemli olguya kısaca da olsa değinmekten kendimizi alamıyoruz. Ve feodalizmin çökmesine yolaçacak olan gelişmelerin başlangıcını, yani ticaretin canlanması ve bu canlılığın ortaya yeni bir sınıf ya da yeni bir anlayış çıkarmasını da elbette genişliğine görmek gerek. Hz. İsa halkını Romalılardan değil, günahlardan kurtarmak amacındaydı.9 Ve önceleri Romalılara ters gelen ve egemenliklerine bir rakip gibi gördükleri bu tek Tanrılı din, "kilisenin hakkını kiliseye, Sezar'ın hakkını Sezar'a verdikten" sonra egemen siyasal güç ile Hıristiyanlık arasında herhangi bir sorun kalmadı. Ve "Hıristiyanlığın, köleleri özgürleştirme çabasında olmadığı; kötü kölelerden iyi köleler yap9
Bauer, Fritz, Widerstand gegen die Sîaatsgetvalî (Dkomente der Jahrtausende), Fischer Büche-rei, Frankfurt am Main, 1965, s.85.
ortaçağ ve özellikleri Ç
Ortaçağ'da feodaliteyi betimleyen eski bir çizim.
maya çabaladığı" görüldü.10 Oysa ki Hıristiyanlığın ilk biçimlerinde daha "sınıfsız" bir yaklaşım sözkonusuydu. Ancak Hıristiyanlık Roma Imparatorluğu'nun resmî dini olduktan sonra anlayış önemli ölçüde değişti (Özellikle 325 İznik Konseyi'nin öncesi ve sonrası büyük farklılıklar gösterir). Roma'yı yıkan "barbar" göçleri, tüm kurumları şu ya da bu biJ
o Auf
ustinus, "Enerratio", 123, a.g.e., s.87.
10 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
çimde etkiledikleri gibi, "Roma-Yunan etkisindeki Hıristiyan öğretisini" de önemli ölçüde etkilediler. O zamana dek teoloji konusunda kendini oldukça özgür hisseden düşünürler, birdenbire kalıpların arasına sıkıştıklarını gördüler. Felsefe dinin emrinef di.11 Bir yandan manastır düzeni oluşturulurken, bir yandan mezlıeplere bölünmeye başladı ve bu mezhepler kendi aralarında çatışmalara giriştiler. Aslında Hıristiyanlık, tarihi iki yönto ele alır.12 Önce gerçek ya da yalnızca hayal ürünü olan olayları temel olarak kabul eder, sonra da tarihin genel anlamı açısından bunlardan sonuçlar çıkarır. Hıristiyanlara göre Tanrı, kutsal ruh olarak Hıristiyan dünyasını ve Hıristiyanların yaşamasını yönetir. Burada baba,oğul ve kutsal ruhtan oluşan bir "üçlü-teslis" sözkonusudur. Ancak fei bu hususlar elbette ilgilendirmiyor, bizi ilgilendiren ortaçağın ilenlerinden itibaren kilisenin Doğu Roma İmparatorluğu'nun şemsijsi altında resmî din niteliğini kazanırken, Doğu Roma'nın da kilise desteği ile egemenliğini meşrulaştırma çabasına girmesidir. Ve ilginçtir husus olarak bu maya tutmuş ve siyasal iktidarın kökenini dinsel jörüşlerde bulan anlayış, "toplum sözleşmesi" anlayışı ortaya çıkana dek, daha doğrusu bu anlayışın ortaya çıkmasını gerektiren toplumsal koşullar gerçekleşene dek egemen olmuştur. Papa Büyük Gregoire, imparatorun isteğiyle Lombartlara karşı Roma'nın savunmasını üzerine almakla, iktidarın gerçek sahibi olarak tanındı ve tüm Batı piskoposlarının doğrudacdoğruya şefi olarak kendini kabul ettirdi.13 Böylece kilise monarşi niteliğinde bir otorite kazanmış oluyordu. Hıristiyanlık salt imparatorluk topraklın ve sömürgelerde değil; Galya, Almanya vb. ülkelerde de yayılırken, önemli bir aşama olarak İngiltere'nin de Hıristiyanlığı kabul etmesin Roma'nın dini otoritesine boyun eğmesi çok önemli bir aşama ofe. Zira Hıristiyanlıkla 11 12 13
Vorleander, Kari, "Philosophie des Mittelalters", Ceschichtı^ Pbilosopbie II Rowob!ts Deutsche Enzyklopedie, Münih, 1964 (1976), s.32 vd. Widgery, G. Alban, Büyük Öğretiler, çev. Gülçiçek Soytürk,l«bul, 1971, s.U3 vd. Pirenne, J., a.g.e., s.233.
ortaçağ ve özellikleri 11
Pax Romana Latince kökenli bir sözcük olan "Pax" barış anlamına gelmektedir. Roma tarihinde Augustus'un imparator olmasıyla başlayan ve aşağı yukarı M.Ö. 27'den M.S. ı8o'e kadar devam eden dönemi tanımlamak için kullanılan Pax Romana (Roma Barışı) kelimenin tarih terminolojisine girmesini sağlamıştır. Pax Romana dönemi Roma imparatorluğu sınırları içinde barışın ve zenginliğin hakim olduğu bir dönem olmuştur. Bu dönemde Roma ordusu, imparatorluğu dış saldırılardan koruyacak bir güce sahiptir. Akdeniz ise korsanlardan temizlenerek güvenli bir su yolu haline gelmiştir. İmparatorluk sınırları içinde ticaret canlanırken, refah seviyesi hızla yükselmiştir. Hukuki alandaki reformlar ve kurumsallaşma sayesinde imparatorluğun birliği güç kazanmış, mühendislik ve edebiyat gibi alanlarda ilerleme kaydedilmiştir. Ancak imparatorluğun iç ve dış etkenlerle güç kaybetmesine paralel olarak Pax Romana ideali son bulmuştur. Bu kavram Roma tarihinde yoğun olarak kullanılmakla beraber zaman zaman Pax Ottomana şeklinde terkipler içinde de kullanılmıştır. Burak S. Gülboy, "Pax Britanica'dan Pax Americana'ya", Amerikan Dış Politikasında Yeni Yönelimler, Ed. Toktamış Ateş, Ankara, 2004, 5.71-72
birlikte İngiltere'ye Latince, Yunanca, kilise hukukunun temelini oluşturan Roma hukuku, öğrenimi temel olarak klasiklere dayanan piskoposluk okulları girdi. Böylece barbarlar Hıristiyanlaşırken, klasik geleneğe de bağlanıyorlardı. Roma İmparatorluğu farklı ulusları, birbiriyle bağlantısız bir biçimde fakat ortak bir potada eritme çabasında idi. Oysa buna karşılık kilise evrensel bir kültür, ortak bir kültür yaratmaya çabalıyordu. Hıristiyanlığın yanısıra ortaçağa damgasını vuran bir başka önemli olgu feodalite idi. İleride Osmanlı toprak düzeniyle ilgili olarak yeniden döneceğimiz feodalite konusu oldukça karmaşık bir konudur. Zira çok farklı yörelerde ve çok geniş bir zaman kesitinde uygulanan feodalite, bu farklı yörelerde ve farklı zaman kesitlerinde önemli farklılıklar göstermiştir. Feodalite iki yönlü bir olgudur. Bunlardan biri "siyasal", diğeri "ekonomik"tir. Siyasal olarak feodalite "atomize bir iktidar"ı temsil eder. Merkez iktidarı sınırlandırılmış bir iktidardır ve yerel yönetim güçleri, merkez karşısında önemli ölçüde bağımsızdırlar.
12 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
'Feodalitenin ekonomik yönü, siyasal yönüyle içice geçmiş durumdadır. Yerel siyasal gücün sahibi genellikle o yörenin ekonomik gücünü de elinde tutar. Bu düzende "derebey" ya da "feodal bey" mülkiyetine sahip olduğu geniş topraklar üzerinde yaşamakta olan "serf'ler üzerinde büyük yetkilere sahiptir. Ve zaten o dönemdeki temel ekonomik faaliyet de çiftçilikten başka bir şey değildi. Leo Hubermann'ın da belirtmiş olduğu üzere; Batı ve Orta Avrupa'da çiftlik arazilerinin büyük kısmı "malikâne" denilen bölgelere bölünmüştü.14 Bir malikâne bir köyle, çevresindeki köy halkının işlediği birkaç yüz dönüm ekilebilir topraktan meydana gelirdi. Her malikane arazisinin bir beyi vardı. Feodal dönem için temel ilke şuydu: "Topraksız bey, beysiz toprak olmaz." Malikâne sisteminin temel bazı özellikleri vardır. Bunlardan birincisi, ekilebilir arazinin yalnız beye ait olması ve sadece onun adına ekilmesi, ötekinin ise birçok kiracı arasında bölünmesidir.15 İkinci özellik, toprağın tek parçalı tarlalar biçiminde değil de, dilimler biçiminde ekilip biçilmesidir. Üçüncü özellik de, kiracıların salt kendi topraklarında değil, aynı zamanda derebeyin toprağında çalışmak zorunda olmalarıydı. Zaten isimleri Latince'de köle anlamına gelen "servus"tan türemiş olan "serf'ler, haftanın belirli günlerinde derebeyin tarlasında çalışmak ve bunun dışında her türlü önceliği ve buyuracağı her türlü angaryayı yapmak zorundaydılar. Fakat serfle köle arasında temel bir fark vardı ki, o da şudur: Köle toprağıyla birlikte alınır satılırdı. Yani köleler aile kurmak hak ve yetkisine sahip değilken, serfler kilisenin de etkisiyle aile kurmak ve aile birliğini korumak hakkına sahiptirler. Derebey, bazı istisnalar dışında bu birliğe el atamazdı. Feodal toplumda serfler ve feodal beyler dışında "ruhbanlar", "savaşçılar" ve "zanaatkarlar" da yaşarlardı. Ve 11. yüzyıldan sonra yeni bir grubun güçlenerek ortaya çıktığı görüldü: Tüccarlar.16 TicaretİA Huberman, Leo, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, çev. Murat Belge, İstanbul, 1974, s.14. 15 A.g.e., bkz. s. 16 vd. 16 Ortaçağ'da derebeylik, kalıtımsal (ırsi)'dır. Fakat bu çağın başlangıcında "şövalye" olma yolu toplumun diğer kesimlerine de açık gibi görünmektedir. Özellikle savaşçılar için, büyük bir ya-
ortaçağ ve özellikleri 13
■ uğraşan birtakım insanlar hiç kuşkusuz tarihin her döneminde varolmuştu. Erken ortaçağ ya da karanlık çağda da ticaret sürdürülmüştü. Aslında ortaçağda tüccar sınıfının ortaya çıkmasının, daha doğrusu çok güçlenerek ortaya çıkmasının en yaygın biçimde kabul edilen nedeni Haçlı Seferleri'dir. Daha sonraları ise, özellikle 15. yüzyılın sonlarında yoğun bir biçimde başlayan "yeni kıtaların bulunması", bu süreci çok hızlandıracaktır. Fakat en az bunlar kadar önemli bir başka husus da ortaçağdaki "tarım devrimi"dir. Özellikle 950-1350 arasında gördüğümüz bu olgu ticari yaşamın canlanmasının temel nedenlerinden biri olmuştur.17 Zaten tarım sektöründe toprağı ekip biçenin gereksinmesinin üzerinde bir ürün elde edilmemiş olsaydı, tarım dışı meslek gruplarının yoğun bir biçimde büyümeleri mümkün olamazdı. Gereksinme fazlası bu ürün, yeni tarım alanlarının açılmasıyla değil, daha çok eski tarım alanları üzerinde daha bilinçli bir biçimde tarım uygulanmasıyla sağlanmıştı. Biraz aşağıda değineceğimiz, kentlerin kurulması ve genişlemesi de ancak tarım kesimindeki bu gereksinme fazlasıyla mümkün olabilmiştir. Bu konuda Henri Pirenne de aynı noktaya değinmekte:18 Kıta Avrupası kısa sürede, biri Batı Akdeniz ve Adriyatik'te, ötekisi Baltık ve Kuzey Denizi'nde ortaya çıkan iki büyük ticari kımıldamanın gücünü sınırlarında duymaya mahkûmdu. İnsan doğasında varolan kazanç hırsı ve macera arayışına cevap verdiği için ticaret esasen bulaşıcıdır. Üstelik doğası gereği, öylesine her yana ya-yılıcıdır ki, sömürdüğü insanlara bile kendisini kabul ettirir. Gerçekten de, ticaret, kurduğu değişim ilişkileri ve yarattığı ihtiyaçlar dolayısıyla bu insanlara mu'ıtaçsa da, tarımın olmadığı bir ticareti
rarhlık göstererek şövalye olmak ve böylece soylular arasına katılmak mümkündü. Bu soyluluk elbette gelecek kuşaklarına da kalıyordu. Bu konuda bkz. Lopez S. Robert, The Commercial Kevolution of the Middle Ages, 950-1350, Cambridge University Press, 1978; özellikle s.56-84, "The Take-Off of the Commercial Revolution". renne, Henri, Ortaçağ Avrupa'sının Ekonomik ve Sosyal Tarihi, çev. Uygur Kocabaşoğlu, İstanbul, 1983, s.28.
11} birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonras
düşünmek olanaksızdır. Çünkü ticaretin kendisi kısırdır, çalıştırdığı ve zenginleştirdiği insanlara yiyecek sağlamak üzere tarıma gerek duyar.
Gerçekten 10. yüzyıldaki tarım devrimine paralel olarak dünya ticaretinde önemli bir artış ve gelişme gözlemek mümkündür. Bu dönemde yeniden görkemli ekonomik bünyesine kavuşmuş bulunan Bizans; bir yandan İslâm dünyasıyla ticaretini yürütüyor ve bir yandan da Çin'le olan ticaretini düzenliyordu. Bu arada Japonya da dünya ticaretine katılma çabası içine girmişti.19 Ancak bu düzen uzun sürmeyecek ve Çin, Avrupa ile ticari bağlantısını yitirirken, îslâm İmparator-luğu'nun dağılması sonucu, Akdeniz ticareti İtalyan kentlerinin denetimi altına girecektir. Önce Venedik, sonra Cenova ve Piza limanlarının gelişmesi ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan Lombardiya'daki ekonomik gelişme, bu eski Roma kentlerine eski canlı yaşamlarını kazandırdı. Lombardiya'daki bu kalkınma daha sonra önce Toscana, ardından da diğer yörelere doğru yayıldı. Marsilya Limanı büyük bir canlılık içine girdi. St. Bernard Geçidi'nden Alpler'e dek uzanan bu canlılık, Cham-pagne'dan Flandre'a; Rhone Yolu ile Rhein bölgesine; Brenner Geçidi ile de Tuna'ya dek yayıldı. Yeni ticaret merkezleri açıldı. Ticarete paralel olarak endüstride canlılık başladı. Örneğin kumaş dokumacılığı büyük bir endüstri niteliğini kazandı. Aslında "kent" sözcüğü biraz açıklama gerektiren bir sözcük ve kavramdır.20 Zira 10. yüzyıldan başlamak üzere bir "kentleşme"den söz ettiğimiz zaman ister istemez akla; daha önceleri kent yok muydu?" sorusu geliyor. Eğer kenti, "halkının geçimini tarımla değil, ticaretle sağladığı bir yer" olarak tanımlarsak, ki doğrusu da budur; o zaman tarihte daha önceleri gördüğümüz büyük ve çok nüfuslu yerleşim birimlerini kent olarak adlandırmamız mümkün değildir. Eğer kent 19 20
Pirenne, Jacques, a.g.e., bkz. s.304-305. Pirenne, Henri, Ortaçağ Kentleri (Kökenleri ve Ticaretin Canlanması), çev. Şadan Karadeniz, istanbul, 1982, s.46 vd.
ortaçağ ve özellikleri 15
8. Haçlı Seferi'nde Tunus'ta bir kaleye saldıran Haçlıları betimleyen bir çizim.
sözcüğünden, "hukuksal bir varlığı ve kendine özgü yasa ve kurumları olan bir toplumu anhyorsak", eski yerleşim merkezlerini kent olarak adlandırmamız gene mümkün değildir. Pirenne'e bağlı olarak şunu ileri sürebiliriz: Eski kentler ya da kent görüntüsü veren yerleşim birimleri, salt bir toplanma ve dış düşmanlara karşı korunma yeri nite-"ğındeydiler. Bunun dışında halk, kırsal kesimde yaşıyor ve toprağını ekıp-biçerek yaşamını sürdürüyordu. Kentte yöneticiler için büyük ve görkemli binalar, anıtlar vb. yapılması ancak daha ileri çağlarda görülebilecektir. Bu arada kent oluşumunu pekiştiren bir başka olgu da, piskoposluk kurumu ve örgütlenmesi olmuştur. Gerçekten, özellikle kentle-
16 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
rin boşaldıkları dönemlerde, örgüt ve varlığını inatla sürdüren piskoposluklar, bir anlamda tek "otorite" durumuna girmişti. Bu arada Haçlı Seferleri'nin, sönmekte olan ticari yaşamı yeniden canlandırdığını görüyoruz. Gerçekten sayıları milyonları bulan "Haçlılar"ın binlerce kilometre süren bu yolları boyunca değişik gereksinmeleri vardı. Bunları karşılamak için savaşçılarla birlikte tüccarlar da seferlere katılmaktaydılar. Ayrıca geri dönen Haçlılar, Doğu'da gördükleri kimi şeyler arar olmuşlar ve böylece bir talep doğmuştu. 8.-10. yüzyıllar arasında 34, 11. yüzyılda ise 117 Haçlı Seferi olmuştu.21 Bu seferlere katılanların kimilerinin salt ufukları genişlemekle kalmıyor, servetleri de aynı ölçüde genişlemiş oluyordu. Ticaretin canlanması sadece kentleri yeni bir statü ve genellikle Latince kökenli "Burg" adıyla ortaya çıkarmakla kalmadı. Buna paralel olarak uluslararası ilişkilerde de, yoğun gelişmeler oldu. Zira her şeyden önce, bu tüccarlar arasında zaman zaman anlaşmazlıklar çıka-biliyordu ve farklı devletlerden gelen bu tüccarlar arasındaki anlaşmazlıkların çözümlenebilmesi için, evrensel kabul gören kimi kuralların ortaya atılması gerekmişti. Bu dönemlerdeki Avrupa'daki nüfus artışı da akıldan çıkartılmaması gereken bir başka olgudur. Bir yandan bu hızlı nüfus artışı, bir yandan da tarım kesimindeki kısıtlayıcı feodal ilişkilerden şu ya da bu biçimde kurtulanların "özgür" kente gelmeleri, kentlerin hızla büyümesine yolaçtı. Daha kabaca sınıflandırırsak; soylular, savaşçılar, ruhbanlar önce de değindiğimiz gibi feodal düzen içinde yaşayanlar çiftçiler ve zanaatkarlar ve ilk iki grubun hizmetlerini görenler dışında herhangi bir grup yoktur. Ancak kentlerin gelişmesine paralel olarak; soylu olmayan, savaşmayan, ruhban olmayan ve elinden herhangi bir ince zena-at gelmeyen ve bunlara karşılık ticaretle yaşamını sürdüren yeni bir grup görürüz. Bu gruba burg'da (kentte) oturan anlamına gelmek üzere "burjuva" adı verildi (Türkçemizde yerleştirilmek istenen "kentsoy21
Huberman, s.30 vd.
ortaçağ ve özellikleri I7
1 " sözcüğü de bu anlamı vurgulamaktadır). Daha burjuvanın dünyadeaiştirme ve dönüştürmesine birkaç yüzyıl vardır, ama gene de ar-pjc, burjuva vardır. Bu arada gene ilginç bir gelişme olarak ve feodal toplumun atomize siyasal yapısının çözülmeye başlamasıyla birlikte, "iktidarın merkezileşmesini" görüyoruz. Artık soyluların herhangi bir yönetim gücü kalmıyor, doğrudan doğruya kralların yönetimi altına giriyorlardı. Fakat bu arada kentlerde "demokratik" olarak nitelendirebileceğimiz kimi gelişmeler vardı. Her şeyden önce kentin kendi kendini yönetecek parlamentosu talebi olarak ortaya çıkan bu eğilimler, bu parlamentoların yanısıra, değişik mesleklerin güçlü loncalarının kurulmasına da yolaçtı. Ve özgürlükçü bir hareket, tekelci ve himayeci bir biçime büründü. 14. yüzyıl ekonomik bakımdan, daha önceki yüzyıllara oranla pek parlak geçmedi. Gelişmekte olan bankacılık ve kredi kurumu birdenbire duraklama dönemine girdi. Ancak bunda nüfus artışının durması ve bunun da gerisinde gerçekten Avrupa'yı kasıp kavuran felâketler vardır. Önce, 1315-1317 arasında, eskilerle oranlanamayacak kadar Şiddetli bir kıtlık oldu.22 Bundan otuz yıl kadar sonra 1347-1350 arasında tüm Avrupa'da yayılan veba (kara hastalık), tahminlere göre Avrupa nüfusunun üçte birini kırdı. Ve bunun ardından büyük fiyat arışları geldi. Bu doğal felâketlere, Pirenne'in deyişiyle "daha az acımasız olmayan siyasal felâketler de eklendi." Bütün yüzyıl boyunca İtalya iç sa vaşımlarla hırpalandı. Almanya sürekli bir anarşinin kurbanı oldu. yüzyıl savaşları" hem Fransa ve hem İngiltere'yi tüketti. Ancak bu siyasal felâketlerin yanısıra siyasal yaşam açısından önemli iki gelişme sözkonusuydu. Bunlardan biri "papalığın siya-°toritesinin çözülmesi", öbürü ise pek çok ülkede "parlamentola-rın oluşmaya başlamasıydı". 'nne, H., Ortaçağ Avrupa'sının..., s.156.
İO birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
Papalığın siyasal otoritesinin çözülmesi, aslında 14. yüzyıldan önce başlayan bir olgudur. Ancak olayın olgunlaşması 14. yüzyılda gerçekleşmiştir. Zaten bir süre önce Roma'dan Avignon'a geçmiş olan papalık, biraz sonra değineceğimiz imparatorlar gibi, parasal sıkıntılar içinde bulunuyordu. Bu nedenle, özellikle 22. Jean zamanında, önemli ölçüde borçlanmaya başladı. Ancak bu borçlanma genel bir hoşnutsuzluğa yolaçtığı gibi, borçların ödenmesi de başka büyük sıkıntılara neden oluyordu. Bu arada, İngiltere ile Fransa arasında yüzyıl savaşları sürmekte ve papa açıkça Fransa'nın yanını tutmaktaydı, ve böylece İngiltere'de papalığa karşı yüzyıllardır süren saygı yerini hoşnutsuzluk ve isyan duygularına bırakmıştı. Ve zaten savaşın getirdiği ağır yüklerin altında bunalmış durumda olan halk, kilisenin göze batacak kadar çoğalmış olan mallarının devlete aktarılmasını istemeye başlamıştı. Aynı dönemde İngiltere'de "Wyclif'in" önderlik ettiği yeni bir din, yeni bir Hıristiyanlık anlayışı doğdu. Bu anlayışa göre kilisenin tek önderi ancak Hz. İsa olabilirdi. Onun İngiltere'deki temsilcisi de papa değil, İngiltere kralı olmalıydı.23 Wyclif'in görüşleri bir süre sonra, biraz daha toplumsal içerik kazanmış bir biçimde Jean Huss'un ağzından Bohemya'ya yayılmaya başladı ve kanlı ayaklanmalara yolaç-tı. Her ne kadar papalık 14. yüzyıldaki bu talepleri geçiştirecekse de, ardından gelen talepleri engelleyecek güç ve otoritesi kalmayacaktır. Parlamentoların oluşmaya başlaması, biraz yukarıda değinmiş olduğumuz gibi, doğrudan doğruya ekonomik ve toplumsal gelişmenin bir sonucudur.2" Zira monarşik siyaset yeni gelir kaynaklan bulmak zorunda idi ve bunu ancak kiliseden, soylulardan ve özellikle burjuvadan sağlayabilirdi. Ayrıca dünyanın yeni siyasal görüntüsü içinde 23
24
Aradan yüzelli yıl kadar geçtikten sonra VIII. Henri, bu görüş çerçevesinde İngiltere Kilisesi nı Papalık'tan kurtaracaktır. 1532'de çıkacak bir yasayla kilise kararlarının kralın onayına tabı tutulmasından sonra, 1534'te çıkacak bir yasayla ingiltere'de Papalık harcının toplanması yasaKlanacaktır. Aynı yasayla krala İngiltere Kilisesi'nin başkanı unvanı veriliyordu. Ancak parlamento kararıyla böylesine geniş yetkiler alan VIII. Henri, bu yetkilerini daha sonra parlamentoya karşı kullanmak isteyecektir. Pirenne, )acques, a.g.e., bkz. s.360 vd.
ortaçağ ve özellikleri İÇ
kamuoyu uyanmış ve gene özellikle burjuvalar, siyasal süreç içinde yer alma talebi ile ortaya çıkmışlardı. Ve bu koşullar altında krallar, tam günümüzdeki anlamıyla olmasa bile, bir ölçüde parlamentoların açılmasına izin vermek ve göz yummak durumunda kaldılar. Önceleri kent meclisleri biçiminde görülen bu parlamentolar, kısa bir süre içinde ulusal parlamentolar niteliğini kazandılar. Ve böylece krallar artık salt Tanrı böyle yaratmış olduğu için ve "kilisenin manevi otoritesi altında" değil, bir anlamda "ulusal iradeye" dayanarak hüküm sürmeye başladılar. Ancak işin bu aşamasında, halk egemenliği hiç kuşku yoktur ki, son derece dar anlamda kullanılmaktaydı.25 Bu çerçeve içinde oluşan meclislere, İspanya ve Portekiz'de kortes, İngiltere'de parlamento, Fransa'da "Etats Generaux" ve Hollanda'da Ulusal Meclis adı verildi. Bu işin birinci aşamasıdır. Aradan birkaç yüzyıl geçtikten sonra bu meclislerle, kral arasında ciddi bir otorite kavgası başlayacaktır.
Huberman, a.g.e., bkz,. genel olacak.
Osmanlı İmparatorluğu'nun Kuruluşu ve Büyümesi1
O
smanlılar, ortaçağ Türklüğünün, İran (Sasani), Bizans, Yunan, İslâm ve göçebe geleneklerinin sentezini yapmış, Anadolu'daki son bir "kurumlaşması", "örgütlenmesidir". Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşunu ve bunu izleyen toplumdaki yapıyı anlayabilmek için, önce Osmanlı toplumunun dayandığı unsurları incelemek gerekir. Bu unsurları bu bölüm içinde tek tek ve mümkün olduğunca ayrıntılı bir biçimde ele alacağız, ancak öncelikle, genel nitelikteki bazı noktalara değinmek istiyoruz. Rambaud, Osmanlı Devleti'nin üç büyük örgütlenme aşaması geçirdiğini gözönüne alarak; bunları Osmanlı toplumunun şu dört gamasına denk getiriyor:2 .2
Masık içerik çerçevesinde Siyasal Tarih'e başlayan Türkçe kitapların çoğunda, Osmanlı İmpaonuğu'nun bu bağlamdaki macerasına (!), III. Selinı'le başlamak gelenek ve alışkanlığı var• öız ise işin çok öncelerinden başladığımız için, bu bölümü koymamız da kaçınılmazdı. Asa ou konularda bir başka kitabımıza başvurulabilir. Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı, 3y Ya yınlan, İstanbul, 1981. Zaten bu bölümü kaleme alırken, sözkonusu kitabın 101 ve 191. j*ylalar arasındaki bölümlerinden yararlandık. Ptulüzade, Prof. Dr. Mehmed Fuad, "Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Te'siri «kında Bazı Mülahazalar", Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, el, İstanbul, 1931, bkz- s.167.
22 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
1. Osmanlı toplumunun savaşçı bir çeteden oluştuğu ve çobanlıkla yaşadığı ilk dönem. 2. Bu çoban sülalelerin İslâm dinine bağlı bir "kavim" haline geçmesi. Orhan zamanında kardeşi Alâaddin Paşa'nın yaptığı örgütlenme bu dönemi oluşturuyor. 3. Bu kavmin bir büyük başkente yerleşerek değişik Hıristiyan uluslar üzerinde hüküm sürmesi (Bizans'ın çökmesiyle başlayan bu dönem, II. Mehmed'in örgütlenmesi şeklinde görünür). 4. Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'nın en kuvvetli devleti haline geldiği, genişleme dönemi (Bu dönem, Kanuni Sultan Süleyman'ın örgütlenmesi biçiminde görünüyor). Gene Köprülü'nün aktardığı üzere, C. Diehl'in görüşüne göre Türkler siyaset bilimine uzak ve ilgisiz, sert askerlerdir ve ne yönetici ne de hukukçudurlar.3 Franz Babinger de Osmanlı İmparatorluğu'nu; Doğu ülkelerinin hemen tümünde görüldüğü üzere, "askerî bir teokrasi" ve "Tanrı egemenliği" olarak görmektedir/1 Aslında bu tür görüşleri ikiye ayırarak incelemek gerekir: 1. Kuruluş dönemi Osmanlı toplumu salt göçebe bir çeteden mi oluşmaktaydı? 2. Kuruluş teokratik ilke ve temellere göre mi olmuştur? Şimdi önce göçebelik üzerinde biraz duralım. Paul Wittek'in de belirtmiş olduğu gibi, Ankara Savaşı'ndaki yenilgiden sonra sanki tarihte görülen diğer göçebe devletler gibi dağılıverecek sanılan Osmanlı İmparatorluğu'nun, doğuştaki geleneklerine göre yeni bir çekirdek etrafında yeniden ortaya çıkabilmesi, bu devletin göçebe imparatorluklarından" başka bir şey olduğunu göstermeye yeter.5 Horasan'dan kalkarak Anadolu'nun en batı ucunda, "Bitın3 4
A.g.e., s.168. Babinger, Franz; Mehmed red Eroberer und seine Zeit (Weltenstürmer einer Zeitwende), nih, 1953, s.496.
5
Paul Wittek, "Ankara Bozgunundan İstanbul'un Zaptına ", çev. Halil İnalcık, TTK Belleten, <=■ s.558.
osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşu ve büyümesi 23
jbn Haldun (1332-1406) tarihçi ibn Haldun el-iber adını taşıyan tarih çalışmasının girişini oluşturan Mukaddime'smdindışı tarih felsefesini oluşturmuştur. Toplumsal yapıyı ve değişimi konu alan bir bilim dalı listirmiş ve bunu "ilmü'l ümran" olarak adlandırmıştır. Ona göre insan, alışkanlıklarının ve kaandıklarının bir ürünü olup, insan doğası bunlara göre değişime uğramaktadır. Örneğin göçebeler hareketli ve tehlikelerle dolu bir yaşam sürdükleri için yerleşik halklardan daha cesur, birbirine bağlı, iyiliğe daha eğilimlidirler. Yerleşikler ise üretim ve ticaret gibi uğraşları, iktidarı sürdürme çabaları nedeniyle göçebelerden daha zekidirler. Ancak bunun sonucunda sanat ve bilimlerin gelişmesi insanların hırslarını beslediğinden uygarlığın çöküşünde etkili olur. O, toplumsal otoritenin ve adaletin kaynağını asabiyet kavramında bulur. Asabiyet üstünlüğe, üstünlük ise güce yol açar. Ancak üstünlük mücadelesinin kişisel otoriteye dönüşmesi devletlerin çöküşünü hazırlar, ibn Haldun coğrafi koşulların da toplumsal yaşam üzerinde etkili olduğuna dikkat çekmiştir. Buna göre aşın iklimler, toplumların gönencine uygun değildir. Bu nedenle uygarlıklar ılıman iklimlerde kurulurlar. 15. yüzyılda Mısır'da tarihyazımında görülen çarpıcı canlanmada İbn Haldun'un Mukaddime'sırim etkisi büyüktür. Nitekim öğrencisi olan Makrizi dönemin enflasyonunu hocasının yaklaşımını titizlikle kullanarak yorumlamış, son derece başarılı sonuçlara ulaşmıştır, ibn Haldun'un etkisi sonraki yüzyıllarda Doğulu ve Batılı bilginler arasında kendisini hissettirmiştir. Özellikle Osmanlı'daki çözülüşe ^orum getirmek isteyen yazarlar onun nazariyesinden geniş ölçüde yararlanmışlardır. Bunlar arasında en bilinenleri Taşköprüzade, Katip Çelebi ve Naima'dır. 19. yüzyılın önde gelen devlet adamı ve tarihçisi Ahmet Cevdet Paşa da ondan etkilenenler arasındadır.
ya da Osmanlı Beyliği'ni kuranlar Oğuzlar idi ve bunlarda kabile örf Ve gelenekleri canlı bir biçimde yaşamaktaydı. Ancak Horasan'dan Anadolu'ya gelen Türkler arasında; Orta Asya'da çok eski zamanlaran ber ' yerleşik köy, dahası kent yaşamına geçmiş ve alışmış her tür san vardı. Bu çerçeve içinde düşünüldüğü zaman, Osmanlılar Anau nun yüzyıllardır özlemini çektiği ticari canlanmayı da Marmara Ha vzasi'na getirmişlerdi.7 mni Haldun, bol örnek ve kanıtla desteklediği bir savında, gö'kten gelen ve bu özelliğini koruyan hiçbir devletin; üç kuşaktan, ^v yıldan fazla yaşayamadığını ileri sürer. Gerçekten tarihte iki 7 6
KÖAkd;
AlJ1"-1"' Fuad ' 0smanl> Devleti'nin Kuruluşu, TTK Yayınları, Ankara, 1959, bkz. s.50 vd.
a ' " Sosyal S g, Mustafa, XIII. Yüzyıl Ortalarından, XVI. Yüzyıl Ortalarına Kadar Olan Sürede Türkiıtflannın İktisadi Bayatı Üzerine Genel Bir Bakış, Ankara, 1963.
ye ni
2/f birinci böiüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
yüzyıldan fazla yaşayan hiçbir göçebe imparatorluğu yoktur.8 Ve işte salt altı yüzyıllık ömrü bile Osmanlı İmparatorluğu'nun farklı bir şev olduğunu gösterir. Fakat bütün bu söylediklerimizin yanısıra Osmanlı Devleti'nde, özellikle kuruluş döneminde "Aşiret geleneklerinin" çok güçlü olması da bir başka gerçektir. Özellikle II. Murad zamanında ortaya çıkan ve Prof. Fuad Köprülü'nün "milli bir romantizm" olarak nitelendirdiği düşünce akımı bu anlayışı çok güçlendirmiştir. Osmanlılarda yaşayan aşiret geleneklerinin en başında, devletin Osmanlı ailesinin bir anlamda malı sayılması gelir. Osmanlılarda saltanat yasası olmadığından, sultan öldüğü zaman kimin tahta çıkacağına beyler, ahiler, yaşlılar vb.'dan oluşan bir meclis karar verir ve Osmanlı ailesinden taht için en uygun olanını seçerlerdi. Örneğin I. Murad, hayatta bulunan erkek kardeşi İbrahim Bey'den küçük olmasına karşın Orhan Bey'in ölümü üzerine tahta çıkarılmıştı. I. Murad Koso-va'da şehit olunca, büyük oğlu Yakub Bey değil, küçük oğlu Beyazıd tahta seçilmişti. Bu beylerin nasıl oluştuğu da üzerinde kısaca durulması gereken bir husustur. Bunu anlayabilmek için de Osmanlıların atası olan Oğuzlara dek geri dönmek gerekir. Gerçekten Oğuzların siyasal yapılarında, en yukarıda bir "han", daha sonra bir "soylu tabaka" ve son olarak da halk görülmektedir. Soylu tabakaya katılmanın iki yolu vardır. Bunlar, "kan bağı" ya da "başarılı olmak"tır. Ancak kan bağı olsa bile, bir başarı kazanmadan "isim kazanmak", yani kendini kabul ettirmek mümkün görülmemektedir. İşte kuruluş dönemi Osmanlılarında da buna benzer bir yapı görmekteyiz. Başta "sultan", ikinci sırada "beyler" ve son olarak "halk". Fakat buradaki beyleri, çağdaşı olan Batı toplumlarındaki feodal beylere benzetmek mümkün olmadığı gibi, halkı da "serf'le eşdeğerde tutmak mümkün değildir. Beylerin devlet yönetimindeki bu ağırlığına II. Mehmed (Fatih) son verecek ve ileride değineceğimiz "kapıkulu egemenliği" başlar çaktır. Gene Fatih önemli ölçüde Bizans'ın etkisi altında olan bir 8
Adıvar, Halide Edip, Türkiye'de Şark, Garp ve Amerikan Tesirleri, İstanbul, 1955, bkz. s.
Osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşu ve büyümesi 25
yasası" çıkartarak, bu konudaki "seçim" işlemine de son verecektir.9 Bu anlattıklarımızdan, Osmanlı Devleti'nin "göçebe bir çeteA n" ibaret olmadığını çıkartmak mümkündür. Şimdi de "kuruluş tekratik ilke ve temellere göre mi olmuştur?" sorusunu yanıtlamaya çahşalım. Ancak bunu yeni bir bölüm içinde yapmak istiyoruz. An
İSLÂMİYET VE OSMANOĞULLARI Osmanlı İmparatorluğu kurulduğu zaman kaderi, Hilmi Ziya Ulken'in deyimi ile iki yöne çevrilmiş bulunuyordu. Bunlardan birincisi Doğu Roma'yı eski yasa ve geleneklerine göre yönetmeye devam etmek, ikincisi de Abbasi Halifeliği yıkıldığından beri açıkta kalan İslâm hegemonyasını ele geçirmekti.10 Osmanlı İmparatorluğu'nun ortaçağ Türk-İslâm kurumlarının bir devamı olduğu düşünüldüğü zaman, özellikle kuruluş döneminden güçlü bir dinsel baskı beklemek doğru olmaz. Bu konuda Prof. Fuad Köprülü şöyle yazmaktadır:11 daha ilk çağlarda insanlığın ilk siyasal kadrolarım yaratarak, kamu hukukunun kurucusu oldukları, etnolojik araştırmalardan anlaşılan Türklerin, ortaçağda İslâm dini çerçevesine girdikten sonra bile, İslâm hukukunun, devlet otoritesine serbest bir çalışma alanı bırakmayan dar ve geri kuramlarına karşın böylesine ileri si'asal bir örgütlenme derecesine ulaşmalarını hayretle karşılamamak gee kır. Çünkü çok gerçekçi olan bu devlet kurucular., samimi Müslüman makla birlikte, devletin otoritesi, yani kamu çıkarı sözkonusu olduğu ar», islâm hukukçularının hayali sistemlerine kesinlikle değer verme-ve çok eski hukuk geleneklerine göre, özgür bir yasama çalışma-Parak aşağı ortaçağın en büyük imparatorluklarını kurmuşlardır. Bu görüşü Ömer Lütfi Barkan da paylaşmakta ve kuruluş dö-"«"allarını koyan ilk Osmanlı padişahlarının genellikle çok ger10 S^n"IClk: "Mehm«« H", İ.A., c.7, s.506-535. 11
°Prül ' m' Z'ya' rürk
26 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
çekçi davrandıklarını vurgulayarak, her ne kadar Hıristiyan ülkeler yaptıkları seferlerde "İslâmlığın kutsal cihadı" ideolojisini kullansala da, dünya işlerinde dinsel düşüncelerin geniş ölçüde etkisinde kalacak kadar tutucu davranmak zorunda kalmadıklarını belirtmektedir.12 Gene Barkan, bir başka çalışmasında şu görüşleri ileri sürmektedir:13 Şer'i hukuk kurallarının yanı başında örfî ya da iaik diyebileceğimiz bir biçimde varlığını gözlediğimiz ayrı bir hukuk alanının doğum biçimi ve böyle bir hukuku yaratan nedenleri inceleyecek olursak, burada o memleketin eski örf ve âdetleri ile merkezî devlet bürolarında yetki ve deneyim sahibi yöneticilerin izledikleri yönetim gelenek ve yöntemlerini ve nihayet bunların tümüne biçim vermekte olan hükümdarların emir ve fermanlarını işbaşında görmek mümkündür.
Aslında Fatih döneminde kabile gelenekleri önemli ölçüde terkedilmeye başlanmıştır. Fakat bu geleneklerin yerini İslâm kuralları almamış ve gelenekleri de gözönüne aldığına kuşku duyulmaması gereken "merkez kararları", uzun süre İslâm ülkelerinin önünde yeralmıştır. Kimi yazarlarımız her türlü devlet fermanı için şeyhülislâm fetvası gereğine işaret ederek, kuruluştan iki yüzyıl sonra şer'i hukuk egemenliğine geçildiğini ileri sürüyorlarsa da,1A Barkan yasakoyma konusunda Osmanlı padişahlarının kuramsal ve pratik olarak tümüyle serbest bulunduklarını ileri sürmekte ve çıkarılan yasaların şeyhülislâm kapısına gönderilerek oranın da onayı alındıktan sonra yürürlüğe girmesi konusunda geleneksel bir ilke ya da bir anayasa kuralının olmadığına işaret etmektedir. Prof. Barkan, yasakoymanın padişah için ne derece kişisel bir hak oluşturduğunu göstermek için bir başka kanıt daha vermektedir ki o da; yasaların padişahın yaşadığı sürece uygulanabildiği, eğer olur 12 Ömer Lütıî Barkan, Osmanlı İmparatorluğu 'nda Din ve Sekularizmin Tarihî İnkişafı (yay"1 mamış bir çalışma). 13 Ömer Lütfi Barkan, "Kanunname", İ.A., c.6, s.186 (dili önemli ölçüde sadeleştirdim - T. A-/1 14 Bkz. Halil İnalcık, "Örf", İ.A., c.9, s.48.
osmanlı imparatorluğu'nun kurutuşu ve büyümesi 27
• geçen padişahın bunları onaylamak ya da değiştirilmiş yeni lar koymak konusunda tümüyle özgür olmasıdır. Eğer bu yasalar kökenli, yani şer'i kurallara göre çıkmış olsaydı, elbette ömürleri padişahın ömrüyle sınırlı olmazdı. Osmanlı hukukçularına göre "örfî" yasaların dayanmak zorunda olduğu kimi ilkeler de vardı. Bunları şöyle toparlayabiliriz: 1. Şeriatın dışında kalmış bir durum ortaya çıkmış olmalı, 2. Bu konuda Müslümanlar arasında yaygın bir tutum ve anlayış olmalı, 3. Padişahın iradesi bu yönde olmalı. 4. Bu hüküm İslâm toplumunun hayrına ve adalete uygun olmalı. Aslında şeyhülislâmların da bu konulara fazla karışmama eğiliminde oldukları anlaşılmaktadır. Gene Barkan'ın belirttiği üzerine, bu tür konulan "yüksek bir devlet işi" ve "siyasal bir mesele" sayan bu şeyhülislâmlar, oldukça çekingen görünmektedirler. Bu konuda örnek olarak verilebilecek birkaç şeyhülislâm fetvası konuyu adamakıllı aydınlatacaktır: Şer'i maslahat değildir, nasıl emredilmiş ise öyle hareket lâzımgelir. Devletçe teb'a üzerindeki vaki olan tasarruflar, amme menfaatini mutazammım ise (kamu çıkarlarını gözetiyorsa), şer'an da sahih ve muteberdir.1 Yani kamu yararına olan her davranış özü gereği şeriata uygun sayılmaktadır. Ve bu anlattıklarımızın ışığı altında açıkça görülmektedir ki, gen bölümde sorduğumuz sorunun, yani "kuruluş teokratik ilke ve teer e göre mi olmuştur?" sorusunun yanıtı tartışmasız bir biçimde m suzdur. Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşu teokratik ilke ve tem ellere göre olmamıştır. ■■ Barkan, ... İnkişaf:.
28 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
O halde neye göre olmuştur? Bu sorunun yanıtını bundan sonraki bölümlerde vermeye çabalayacağız. Ancak şimdiden belirtelim ki bu işin altında yatan temel etken ekonomiktir. YENİ BİR DÜNYA GÖRÜŞÜ VE YENİ BİR EKONOMİK DÜZEN Bitinya ucunda patlama olarak nitelendirebileceğimiz bir biçimde önce Balkanlar ve sonra da Anadolu'ya doğru genişleyen Osmanlı Dev-leti'nin bu başarısının sırrını anlayabilmek için, önce, 14. yüzyılın başında Bizans ve Anadolu'nun ne durumda olduklarını bilmek gerekir. O dönemde Anadolu'da Moğol baskısı, her sene gitgide artan vergileri ile dayanılmaz bir durumda idi. Konya Selçuklu Sultanlığı, varlığını tümüyle yitirmiş, bağımlı bir devlet durumundaydı. Başta Karamanoğulları olmak üzere çeşitli Türkmen beylikleri, bir yandan bağımsızlıkları için uğraşırlarken, bir yandan da Konya tahtını ele geçirmeye çalışıyorlardı. Anadolu halkı bunalmış durumdaydı. Ve yeni oluşmaya başlayan bir "feodalite", böyle bir alışkanlığı olmayan Anadolu halkının bunalmışlığını artırmaktaydı. Bizans ve Balkanlar'daki durum da bundan daha iyi değildi. Bir Haçlı Seferi sonunda kurulmuş bulunan İstanbul Latin Devleti yıkılmış ve Latinler İstanbul'u terketmişlerdi ama, geride kalan Bizans değil, Bizans'ın gölgesiydi. Ticari ve iktisadi yaşam tümüyle çökmüştü. Transit ticaretten sağladığı vergi gelirini yitiren İstanbul, bu yükü tarım kesimine yıkmıştı. Örneğin Bitinya halkı önceleri vergi ödemezken, dahası bu bölgedeki hisarların tekfurları sınırları koruduklarından ötürü merkezden belirli bir para alır iken, Mihael Paleologas zamanında hem bu para kesilmiş ve hem de ağır vergilerle yükümlü kılınmışlardı.1 İşte Osmanlı Beyliği böyle bir ortamda kurulmuştu. Konya tahtı için diğer Anadolu Türkmen beylikleriyle sonu belirsiz uzun bir savaşıma girmek yerine, Rumeli ve Balkanlar'da güçlü bir devlet oluşturmaya niyetlenmeleri çok akılcı bir tutum olmuştur. 16
Refik, Ahmed, Osmanoğullan, bkz. s.24.
osmanlı imparatorlugu'nun kuruluşu ve büyümesi 29
Osmanlılar her girdikleri yere, yepyeni bir anlayış ve ekonomik ile giriyorlardı. Bu dönemde Osmanlıların üzerinde en önemli dukları hususlardan biri, Barkan'ın da belirtmiş olduğu gibi, yeni w devlet anlayışının ve düzeninin utkusunu temsil eden imparatorlu„ soy ve toprak soylularına karşı açtığı uzun ve sonuçları açısından kesin bir savaşımdır.17 Osmanlılar işgal ettikleri bölgelerde, o güne dek hor görülmüş ezilmiş insanlara düşünce ve vicdan özgürlüklerini tanımışlar, haksız tutumlara son vermişler, vergi angaryalarını ortadan kaldırmışlar, kısacası halkla kaynaşma yolunu seçmişlerdir.18 Öylesine ki, daha Osmanlılar kimi toprakları işgal etmeden, o yörelerin Bizanslı halkının Osmanlı topraklarına kaçarak sığındıkları görülmüştür. Osmanlılara sığınanlar uzun süre vergiden muaf tutuldukları gibi, daha sonra vermek zorunda kalacakları "haraç" da eskiden Bizans'a ödemek zorunda oldukları vergiye oranla çok daha az idi. Bizans etkinliğinin sarsılmasından sonra Balkan ulusları arasında başlayan anarşi, Osmanlı İmparatorluğu nedeniyle ortadan kalktı ve bu imparatorluk kadrosu içinde Balkan Hıristiyanları (Bizans'ın güçlü zamanlarında olduğu gibi) barış ve düzene kavuştular.19 Bu konuda N. İorga şunları yazmaktadır:20 Bir asır içinde yerlerini Osmanlı İmparatorluğu'na terkeden Balkan Hıristiyan devletleri genellikle sanıldığı gibi Hıristiyan dinini yok etmek isteyen mutaassıp bir düşmanın sebep olduğu dini bir katastrofla ortadan kalkmış değildirler.. Osmanlılar monarşik birliği ve mutlakıyetin sulh ve sükûnunu bir tek efendinin hükmünü getirdiler.. Bizans, Slav ve Osmanlı siyasi nizamları bir tek bütün içinde birbirleriyle kaynaştı. Mahalli feodal hâkimiyetler, devrin umumi tarihi temayülünü tespit eden Osmanlılar önünde birer birer siliniverdi ve Osmanlı birliği içine karıştı.
Ko
• • Barkan, "Osmanlı İmpararorluğu'nda Kuruluş Devrinin Toprak Meseleleri", 2. TTK
"gfesi, s.1003
19 zunÇarşıhs İ. R, Osmanlı Tarihi, c.I, TTK Yay., s. 182 vd. 20 K,TUlu> Fu*d, Bizam-m..., s.283.
18
IV
I
lr
ga, Historie des £tats Balkanique,
s. 126. Halil İnalcık, a.g.e., s.138, 139.
30 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
İstimalet 19. yüzyıl tarihyazımı Osmanlı ilerleyişini, ele geçirilen bölgelerde uygulanan zalimane politikalarla açıklamaya çalışırken, sonraki dönemde ilk el kaynaklarla gelişen akademik araştırmalar bu iddiaları geçersiz kılan sonuçlar ortaya koymuştur. Bugün varılan sonuçlardan biri de genişlemede istimalet politikasıdır. Sözlük anlamı "cezbetme", "gönül alma" olan istimalet, halkı, özellikle de gayri Müslim tebaayı, gözetme, onlara hoş görülü davranma anlamında kullanılmıştır. Edirne'nin alınmasından sonra gelişen Balkanlardaki ilerleyişin kılıç zoruyla değil, yerli Hıristiyan halkın himayesi, haklarının iadesi, kendilerine dini özgürlük verilmesi ve vergi muafiyeti tanınması gibi ısındırıcı bir politika sayesinde gerçekleştiği bilinmektedir. Bu konuda ilginç bir örneğe Selanik'in 1430 yılında Osmanlıların eline geçişine şahit olan rahip Johannis Anagnostis'in "Selanik'in Son Zaptı Hakkında Bir Tarih" başlıklı eserinde rastlanmaktadır. Söz konusu çalışmada Venedik işgali altındaki Selanik halkının Latin baskısından çektiği ıstıraplar anlatıldıktan sonra, halkın Türkleri bir kurtarıcı gibi karşıladığı belirtilmektedir. Anagnostis ayrıca Selanik'in fethinin ardından Latin baskısından kaçanların tekrar kente davet edildiğini aktarır. Osmanlıların istimalet politikasını yalnızca fetihler sırasında değil, fethedilen yerlerde yeni bir idari yapı oluşturulması sırasında da sürdürdükleri bilinmektedir. Macar tarihçisi Lajos Fekete, Türk idaresindeki Macaristan'da ekonomik yaşamı anlatırken Osmanlı yönetiminin herkese iş ve kazanç serbestliği tanıdığını, din ve dil farkı gözetmeksizin iyi muamele yaptığını belirtmiştir. Bugün artık çoğu tarihçiye göre izlenen bu politika sayesinde Osmanlılar yüzyıllarca Balkanlarda ve Orta Avrupa'da tutunabilmişlerdir.
Zaten günümüzde Osmanlı tarihiyle ilgili olarak yapılan tüm araştırmalarda, üzerinde fikirbirliği sağlanmış sayılabilecek bir husus; Osmanlıların yeni fethettikleri topraklarda yaşamakta olanlara din ve ¥İcdan özgürlüğü verdikleri ve bu nedenle, halktan ciddi bir karşıkoy-ma ve tepki görmedikleridir. Ve gene aynı düzenin sağladığı daha güven verici ve dengeli ekonomik yaşam düşünülürse, Osmanlı Imparatorluğu'nun oluşması sırasındaki başarının sırrı daha aydınlık bir w çimde anlaşılmış olur. Bu arada biraz da "İslâmî gaza" ve "cihat" kavramları üzerinde durmak istiyoruz. Cihat, biraraya getirilen maddi ve manevi tu fl güçleri, yüksek bir amaca ulaşmak için iyi niyetle, "Tanrı yolun kullanılması anlamına gelen bir sözcüktür.21 21
Halim Sabit Sibay, "Cihad", İ.A., c.3, s.164-171.
osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşu ve büyümesi 31
Osmanlı Devleti'nin kuruluşu sırasında bi ideolojiden yararla-1 madiğim söylemek de mümkün değildir. Ancak aynı ölçüde yanlış i cak bir başka tutum, Osmanlıları cihat için biraraya gelmiş bir, "gaziler devleti" olarak görmektir. Orta Asya'dan Horasan'a inen Oğuzların 10. yüzyılda başlayan ve 14- yüzyıla dek süren eylemlerinin bir sonucu olan Osmanlı İmparatorluğu'nun başlangıç noktasına dönersek, henüz tam anlamıyla Müslümanlığı bile kabul etmemiş olan Oğuzların anayurtlarını terket-me nedenleri "cihat" değil, verimli topraklar üzerinde "yurt tutmak "tır. Osmanlı Devleti'nin niteliğini belirleme konusunda en doyurucu tanımı yapan Köprülü, "Osmanlı Devleti, Anadolu Selçuklu Devle-ti'ni, Danişmendileri, Anadolu Beyliklerini de kıran Anadolu Türklüğünün, 13-14. yüzyıllardaki siyasal ve sosyal gelişiminden doğan bir sentez, yeni bir tarihsel bileşimdir"22 demektedir. Ancak yukarıda belirtmiş olduğumuz gibi Osmanlılar özellikle Rumeli'deki savaşımlarında "İslâmiyet'in kutsal cihat ideolojisini" sürekli kullanmışlar ve diğer Anadolu Türkmen beyliklerinin de desteğini sağlamışlardır. Gene bu bölümde birkaç satırla üzerinde durmak istediğimiz bir başka husus, Bizans'ın Osmanlı kurumlarına etkisi ve bunun sınırları olacak. Bizans İmparatorluğu, hiç kuşkusuz ortaçağın, daha doğrusu unun belirli bir döneminin en güçlü imparatorluğu idi. Gücü ve yaygınlığı gözönüne alındığında, ortaçağın İslâm ve Türk-İslâm kurumlama ve düşüncesine etkisini doğal ve kaçınılmaz karşılamak gerekir. niarın en batı temsilcisi Osmanlıların da bunun izlerini taşıması çok §a' olduğu gibi; Bizans'ın başkentine yerleşen Osmanlıların Bis m kimi kurumlarını benimsemelerini normal karşılamak gerekir. Ayrıca Osmanlıların bir özelliği de, yeni fethedilen yöreler için a yn yapılan "kanunnamelerde", yerel özellik; örf ve âdetleri gözKöprülü, "Alp", I.A., c.l, s.379.
32 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
önüne almalarıdır.23 Bizans'ın hemen tüm topraklarını ele geçiren Osmanlı Imparatorluğu'nda Bizans'm kimi kurumlarının yaşamlarını sürdürmeleri bu nedenle de çok normaldir. Ancak kimi Batılı tarihçiler, Osmanlıları basit göçebe çobanlar olarak görüp değerlendirdikleri için, Osmanlıların özellikle II. Meh-med sonrasında kurdukları "cihan imparatorluğundaki" hemen tüm kurumları Bizanslılardan aldıklarını ileri sürerler. Bu görüş tümüyle haksız ve yanlıştır. Zaten bu konuda çok değerli çalışmalar yapmış olan Köprülü de, Bizans'tan alındığı ileri sürülen kurumların ve örgütlenme biçimlerinin tek tek kökenine inmiş ve tümünün Bizans'tan bağımsızlığını ortaya koyarak bu tartışmaya önemli ölçüde son vermiştir.24 Bu bölümde üzerinde durmak istediğimiz son bir husus da, Osmanlıların diğer Anadolu Türk Beylikleri arasında en zayıflarından biri iken ya da en azından en güçlüleri arasında sayılmazken, hangi nedenlerle hepsinden daha başarılı olduğu ve bunları da kendi çatısı altında toplayarak Doğu'ya ve Batı'ya doğru yayılan bir büyük imparatorluk oluşturabildikleridir. Osmanlı başarı nedenlerini dört başlık altında toparlayabiliriz. a. Osmanlıların Bizans sınırına yerleşmiş bulunmaları ve bu dö nemde Bizans'ın tam bir çöküntü içinde olması: Gerçekten Bizans'ın içinde bulunduğu durum, hem Osmanlılar için rahat genişleyebilecekleri bir alan yaratırken, hem de gazilere çekici gelmesi bakımından çift yönlü yarar sağlıyordu. b. Osmanlıların Balkan "fütuhatında" Anadolu Beyliklerinden gelen Müslüman askerleri, daha sonra Anadolu "fütuhatında" Balkanlar'dan topladıkları ve çoğu zaman Hıristiyan olan askerleri kulla nabilmeleri: Osmanlılar Balkanlar'da savaşırlarken Anadolu Türk Beylikle" rinin askerleri, her zaman onların yanında olmuşlardı. Örneğin bu s ferlerde Aydın, Teke, Menteşe, Saruhan ve Karaman Beylerinin asker 23 24
Ö. L. Barkan, "Kanunname", İ.A., c.6, s.183-198. Köprülü, Fuad, Bizans'ın..., genel olarak bakınız.
osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşu ve büyümesi 33
• T Murad'ın emrinde idi.25 Kosova'da bunlara ek olarak Hamido-II rı Germiyanoğullan ve Karası Beyliği askerleri de yer almıştı. Osmanlılar Rumeli'ye yerleşirken bir yandan da Rumeli'de bir i oluşturuyor ve Hıristiyan timarlı sipahilerden oluşan bu ordu ile Anadolu'daki rakiplerine karşı büyük üstünlük sağlıyorlardı.26 I. Murad'ın ordusunda Kosova Meydan Muharebesi'nde bile Hıristiyan askerler vardı. Aynı Sultan Murad, Karamanoğulları'na karşı savaşırken Bizans imparatoru ve Sırp despotunun anlaşmalar gereği gönderdiği askerlerden yararlanabiliyordu.27 Ancak bu tutumun kimi zararları da oluyor ve Müslüman-Türk beyliklerine karşı Hıristiyan askerlerin kullanılması, Osmanlıların Müslüman dünyada prestij yitirmelerine neden oluyordu. Dahası Ankara Savaşı'nm yitirilmesinin önemli nedenlerinden biri, Osmanlı ordusundaki Sırplarla birlikte savaşmak istemeyen Anadolu askerlerinin, Timur'un yanında bulunan eski beylerinin yanına geçmeleri olmuştu. Zaten Osmanlılar Ankara Savaşı'ndan sonra Müslüman-Türk devletleriyle yaptıkları savaşlarda Hıristiyan ordu kullanmadılar.28 c. Osmanlıların egemenliği bölmemeleri: Osmanlılar dışındaki Anadolu-Türk beyliklerinde eski Türkmen geleneğinin sürdürülmesi biçiminde, devlet yönetici ailenin bir anlamda mülkü sayılıyor; prensler ve şeyhzadeler merkeze karşı bağımsız bir biçimde hüküm sürüyorlardı. Her ne kadar kuramsal bir bağlı-1 görünüyorsa da, bunun işlerliği olmuyordu. Bu tutum da, sonunda agılmalara neden oluyordu. Osmanlılarda ise, güçlü bir merkez dene-ıı her türlü ayrılıkçı görüşü ortadan kaldırıyordu. Egemenlik tek — L£^^toplamyor ve mutlak bir itaat sağlanıyordu. Önceleri en ye^Z' von Hammer, Osmanlı Tartbi, s.23 vd. • inalcık, Halil, Fatih Devri, s.181 vd. İnalcık bu kitabında (s.145 vd.), Tırhala Livası'na ait d K ,3 defterden verdiği rakamlarla: Tırhala Fener (Phenarion) ve Agrafa vilâyetlerin^ nan 182 timardan 36'sınm Hıristiyan sipahilere ait olduğunu ortaya koyuyor, r kâf ■' Mehmet hissesi sancakbeyi mefkuftur deyü arzettiği sebebden Ivradro nam as ew I ' lpahi imiş ve hem hüdavendigâr yolunda doğruluk gösterdiği için verildi, fi lRec 27 y q> sene 883." 28 Pa""^5'1''l H> Osmanlı Tarihi, c.l, s.246. lttek >... Zaptına, bkz. s.246 vd. 26
3H birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
tenekli kişinin (Osmanlı ailesi içinden elbette) seçilmesiyle bu birlik sağlanırken; II. Mehmed'ten sonra padişahın en büyük oğlunun tahta çıkmasını öngören bir "hanedan yasası" yapılmıştı. Bu yasa, küçük kardeşlerin anında öldürülmesi gibi acımasız sonuçlara neden oluy0r idiyse de, egemenliğin bölünmezliği bu yoldan sağlanıyordu. d. Kuruluş dönemi Osmanlı Devleti'nin yöneticilerinin üstün kişilikleri: Toplumsal ve tarihsel bir olgu ne denli nesnel temellere dayandırılmak istenirse istensin, daha önceki bölümde de kısaca değindiğimiz gibi, kişilerin rolleri ve payları tümüyle yadsınmamahdır. Ve bu çerçeve içinde Osmanlı Devleti 'ni yöneten kadronun üstün yönetici niteliklerini; askerî ve siyasal ustalıklarını da "Osmanlı başarısını hazırlayan etkenler" arasında, son bir husus olarak belirtmekten kendimizi alamıyoruz. EKONOMİK YAŞAM VE KURUMLAR Osmanlıların ekonomik düzenini bu bölümde iki ayrım biçiminde ele alacağız ve ayrı ayrı "toprak düzeni" ve "vergi düzeni" üzerinde duracağız. Ancak bunlardan da önce biraz ticari yaşam üzerinde durmak istiyoruz. Bu konuda bilgilerimizin oldukça sınırlı olmasına karşın, daha sonra 16. yüzyılda göreceğimiz ticari çöküntünün henüz başlamamış olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar Doğu ticareti önemli ölçüde İtalyan kentlerine kaymışsa da, transit ve kervan ticaretinden Osmanlılar hâlâ belirli bir pay almaktadırlar. Zaten Anadolu'daki Moğol istilası da böylesi bir transit ticaretinin gereksinmesini duyduğu koşulları, bir ölçüde hazırlamıştır.29 16. yüzyılda kıta kentleri pazar olarak önemli ölçüde önemlerini yitirdiler. Doğu'dan gelen ve kısmen Osmanlı topraklarından geÇe" rek İtalya'ya ulaşan ticaret yollarının yerine, Kuzey Avrupa ve Ingüte re üzerinden salt deniz yoluyla Doğu'ya ulaşan yeni ticaret yolla 29
Bkz. Mustafa Akdağ, "Celali İsyanlarının Başlaması", AÜDTCF Dergisi, c.IV, Ankara, l?4" s.28. Ayrıca Max Silberschmit, Şark Meselesi, çev. A. C. Köprülü, İstanbul, 1930.
osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşu ve büyümesi 35
kazandı. Ve bunun sonucu Akdeniz'in liman kentleri önemleri-• • rken Atlantik kıyısındaki Avrupa liman kentleri zenginleşmeye başladı. Osmanlılar gelişmelerin farkında ve bu gelişmelerin getireceği arın bilincinde idiler. Bu çerçeve içinde, Basra Körfezi ve Hint Oknusu'nu denetimleri altında tutma çabasına giriştiler. Fakat buralarda yaptıkları savaşımda Portekizliler karşısında tutunamadılar ve deniz yollarının denetimini ele geçiremediler. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'nun dünya ticaret yollarının dışında kaldılar ve gitgide içe kapanan bir ekonomik modeli benimsediler. Bu model ve biraz sonra değineceğimiz toprak düzeninin bir sonucu olarak da, Osmanlı İmparatorluğunda "burjuva" ortaya çıkamadı ve burjuvazinin getirdiği tüm gelişmeler Osmanlı İmparatorluğu sınırları dışında kaldı. Aynı nedenle "Sanayi Devrimi"nin de dışında kalan Osmanlı İmparatorluğu, hızla gelişen bir dünya içinde, kapalı bir model biçiminde kaldı. Bu konulara ileride daha genişliğine dönmek umudundayız. Toprak Düzeni Osmanlı toprak düzeniyle ilgili kimi tartışma noktaları vardır ki, konunun açıklığa kavuşması açısından öncelikle bunlar üzerinde anahat-'arı ile durmak gerekir: Bu tartışma noktalarından birincisi, Osmanlı "tımar düzeni-nın olduğu gibi Bizans toprak düzeninin bir devamı olup olmadığıdır. mı yazarlar Bizans toprak düzeninin (pronia ya da timarion) adın-a a anlaşılacağı gibi, Bizans'ı taklitten başka bir şey olmadığını ile-terken; kimileri timar sözcüğünün Farsçadan geldiğini ileri sürmektedirler.30 izans pronia sistemine göre hükümdarlar, devlet eereksinmeleTını lı
ve r§ arna'<; JÇİn, özgür köylülerin yaşadığı toprakları geçici olarak salt t'611 met karşılığı bazı kimselere dağıtırlardı. Yapılan dağıtım e nitelikte idi ve kendisine toprak verilen kişi bu toprağı sat-
birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
mak ya da mirasçılarına bırakmak ya da hibe etmek hakkına şahin A ğildi. Pronia almış kişinin kimi yargısal yetkileri de vardı ve düzen' sağlanmasından da sorumluydu. Bununla birlikte devlet, bu toprakla üzerindeki tüm haklarından da vazgeçmiş değildi. Vergileri azaltıp çoğaltmak hakkı salt devlet yetkisi içindeydi. Biraz sonra Osmanlı timar sisteminin anahatlarını açıkladığınız zaman; daha açık görülebileceği gibi; her iki sistem gerçekten büyük ölçüde benzerlik göstermektedir. Ancak bu benzerlik pekâlâ çift yönlü, yani karşılıklı bir etkileşimin de sonucu olabilir. Köprülü'nün çok haklı bir biçimde sorduğu üzere, acaba pronia sistemi İslâmiyet ya da Selçukluların etkisi altında oluşmuş olamaz mı?31 Gerçekten İslâm toprak hukukuna göre, "arazî-i öşriye", "ara-zî-i haraciye" ve "arz-ı memleket" olarak düşünülen toprağın; "arz-ı memleket" diye adlandırılan kısmının "rakabesi", yani sahipliği "beyt-ül maP'a, devlet hazinesine, alıkonulup, o topraklar üzerinde çalışanlara "ariyet olarak" geçici bir süre için verilmiştir.32 Aynı biçimde, Selçukluların "ikta" adı verilen toprak düzenleri de timarm anahatlarını taşıyan bir örgütlenmedir. Zaten kendilerinden önceki uygarlıkların miraslarını özenli bir ayıklama ile sürdüren Osmanlıların, her alanda olduğu gibi, toprak düzeni çerçevesinde de bir "sentez" yapmış olduğunu düşünmek gerekir. Osmanlı toprak düzeni konusunda üzerinde yoğun tartışmalar yapılan bir başka nokta, Osmanlılardaki toprak düzeninin bir "feoda lite" olup olmadığıdır. Bu tartışmalara girmek yerine öncelikle şunu belirtelim ki, daha önceki bölümde yaptığımız feodalite tanımı çerçe vesinde Osmanlı toprak düzeninin "feodalite" olarak değerlendirilme si mümkün değildir. j ;
Aslında Osmanlılarda topraklar; "mülk", "vakıf" ve "m>° olarak üçe ayrılırlardı. Mülk topraklar, oran olarak ihmal edilebı cek kadar azdı ve bu topraklar üzerindeki "toprak sahibi-yanın 31 32
Bkz. a.g.m., s.237. ^ AODTÖ7 Neşet Çağatay, "Osmanlı İmparatorluğu'nda Reayadan Alınan Vergi ve Resimler , " Dergisi, c.V, s.496.
osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşu ve büyümesi 37
ı " arasındaki ilişkinin tfeodal bir ilişkiye benzediği ileri süçahşanlar " Ancak Osmanlı toprak düzeni denildiği zaman anlaşılması ge-u us "mirî" ve "vakıf" toprakların yönetim ilkeleridir ve burada ilişki feodaliteye benzememektedir. Zira "hizmet karşılığında" lirleri belirli kişilere bırakılan mirî topraklarla; gelirleri belirli bir vakfa bırakılmış bulunan vakıf toprakları işleyen reayanın; gerek ti-mar sahibi karşısındaki statüsü ve gerekse hak ve yetkileri, feodal toplumun serfinden çok farklıdır. Osmanlı toprak düzenini tam olarak kapsayacak bir tanım vermek de pek mümkün değildir. Çünkü çok farklı yörelerde oldukça farklı hükümler getiren kanunnameler yapılmış ve yürütülmüştür. Ancak tümünde ortak olan nokta, merkezin denetimi elde tutması ve sistemin düzenli bir biçimde işlemesiydi. Osmanlı İmparatorluğu mirî toprakları, bağımsız bir köylü işletmesine yetecek büyüklükte çiftliklere bölünmüştü. Bir kimseye ti-mar verilmesi demek, belirli çiftliklerin gelirlerinin bir hizmet karşılığında o kimseye verilmesi demektir. Çiftliklerde çalışan köylülere "reaya" ya da "raiyet"; kendisine timar verilmiş kimseye de "sahibi ra-iyet" ya da "sahib-i arz" adı verilirdi. Eğer bir reaya toprağını üç sene üst üste işlemezse, bu çiftlik, Çirtlığı işlemeyen köylünün elinden geri alınır, bir başkasına verilir ve e ger toprağın boş bırakılmasından ötürü bir zarar ortaya çıkmışsa, Ç'ftbozan resmi" ya da "senelik akçesi" denilen bir ödenti vermek zokalırlardı. İşte bu gibi durumlarda "sahibi raiyet" bu toprağı P resmi" denilen peşin bir kira karşılığında bir başkasına devredee g! ıçm, kendisine aynı zamanda "sahib-i arz" adı verilmiştir.33 ı , ^eava öldüğü zaman elindeki arazi ya da bu arazinin işlenmesi . °grudan doğruya tapusuz olarak büyük oğluna geçer. Eğer yebir h U^uk bir oğlu yoksa ya da oğlu küçükse; geçici bir süre için sına ya da annesinin kullanımına verilirdi.34 Ancak; oğul, kız 33
*> N rf''
UStafa Türk
'
U8ata
'
'ye'nm içtimaî ve İktisadi Tarihi, s.428 vd.
y.«*m.,s.S00vd.
Akdaj.
38 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
evlat, kardeş, karı, torun vb. ne geçişte, çeşitli kanunnameler ayrı av ilkeler benimsemişlerdi. Ancak tüm kanunnamelerde güdülen ortak bir amaç vardı; devletin çıkarlarıyla, reayanın çıkarları arasında den ge sağlanması. Kanunnamelerin merkezde yapılmamasının nedeni de, farklı yörelerin farklı doğal koşullarını ve toplumsal alışkanlıklarını gözönü-ne almak çabasıydı. Timar sahiplerinin reaya üzerindeki tek haklan, kanunnamelerle saptanmış belirli vergileri toplamak idi.35 Sahib-i arz ile reaya arasında bir anlaşmazlık çıktığı zaman bunun incelenmesi ve çözümlenmesi yöresel kadılar ya da merkezden verilecek emire göre yapılırdı. Reaya sahib-i arza karşı hakkını savunabileceği gibi, sahib-i arz da hakkını aramak yetkisine sahipti. Çeşitli kanunnamelerde belirtilmiş olduğuna göre timar sahibi için köylüden isteyebileceği tek şey; öşrünü en yakın pazara iletmek ve köye bir ambar yapmaktı. Bunun dışında özel bir hizmet talep etmesi ya da parasız bir iş gördürmek istemesi yasaktı.36 Timar beyinin soyluluğu ya da ayrıcalığı bir memur ve asker onurundan başka bir şey değildi. Timar sahibinin reaya üzerinde hiçbir yargı yetkisi yoktu. Aslında burada iki tür timardan söz etmek gerekir. Gerçekten timarlar "serbest" ve "serbest olmayan" timarlar olarak ikiye ayrılırlardı. Serbest timarlarda timar sahibi dirliğini oluşturan alan içinde kamu düzenini de korur ve bu görevi sırasında "rüsum-u serbesti" adını alan bir ge'ır sağlardı. Ancak bu gelirin sağlanması da kadı denetimi altındaydı. Serbest olmayan timarların bulunduğu yörelerde düzeni sağla ma ve koruma görevi sancakbeyi ve subaşınındı.37 Osmanlı toprak düzeniyle ilgili olarak çok tartışılan konular dan biri de reayanın toprağa bağlı olup olmadığı hususudur, DÜ Ç önemli bir konudur zira, eğer reaya toprağına bağlı ise o zaman 35 36 37
F. Köprülü, bkz. Ortazatnan Türk-İslâm Feodalizmi. Ö. L. Barkan,... Toprak Meseleleri, bkz. s.1010 vd. M. Akdağ,... Vaziyeti, s.541 vd.
osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşu ve büyümesi 39
ı rnorak düzeninin "özgürlükçü" niteliği çok önemli ölçüde zede[tıanlı top lenebilecektir. Kimi tarihçilerimiz reayanın toprağa bağlı olduğunu düşünür bu konuda bizce en doğru tanıyı Mustafa Akdağ yapmaktadır:38 "Raiyet hiçbir şekilde toprağa bağlı değildir, arzu ettiği zaman, istediği yere gidip yerleşebilir; bu gibi hallerde devlete dolayısı ile sahib-i raiyete vermeğe mecbur tutulduğu "çiftbozan resmi" toprağa bağlılığın müeyyidesi değil, toprağın boş kalmasından ötürü devletin gördüğü zararın tazminatıdır. Nitekim bu toprak başka birisi tarafından ekilmeğe başladığı andan itibaren bu tazminat da kalkar."
Şimdi şu soruyu sorabiliriz: Osmanlı İmparatorluğu'nun timar düzeni ile ne gibi beklenti ve amaçlan vardı? Bu amaç ve beklentileri dört grup içinde ele alabiliriz. - Birinci amaç toprakların boş kalmamasının sağlanmasıydı. Bu sayede merkez, nereden ne kadar ürün alınabileceğini de hesaplayabiliyor ve kıtlık vb. gibisinden, o çağlarda Batı'nın fazla yabancısı olmadığı felâketlerden kendini koruyabiliyordu. - ikinci amaç, devletin bir maliye örgütü kurma külfetinden °nemli ölçüde kurtulmuş olmasıydı. Gerçekten merkez, bir örgüt kurarak önce vergi toplamak ve sonra da bunları maaş olarak dağıtmak f«ıne, görevlilerinin önemli bir bölümüne, belirli toprakların gelirini l°Şurünü) alma yetkisini ve bu hak hizmet devam ettiği sürece geçerli oluyordu. " Üçüncü amaç, askerîdir. Zira her timar sahibi, timarının bügune göre belirli sayıda atlı asker, sipahi, beslemek ve bir savaş yurusu aldığı zaman bu sipahilerle birlikte orduya katılmak zorun1 •• Böylece devlet büyük bir atlı orduyu hiçbir külfete katlanmakin - > sürekli olarak elinin altında bulabiliyordu. ~ Dördüncü ve son amaç da tamamen yönetim felsefesi ile İlgİu
'ağ, -. İktisadi Vaziyeti, s.540-541.
40 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
Çift Hane Sistemine İlişkin Bir Değerlendirme Osmanlı toprak sistemi ve tarım ekonomisi üzerine bir çok değerlendirmeler yapılmış, yeni Vak laşımtar ortaya konulmuştur. Bunlardan birisi de Prof. Halil inalcık tarafından geliştirilen "çift na ne sistemi"dir. Buna göre "Osmanlı bürokrasisi belli bir üretim tarzını, bir sosyal politika olarak titizlikle sürdürmüş, bunun bozulmasına karşı çıkmıştır. Çift hane sistemi olarak değerlendirebileceğimiz bu sistem köylü aileleri bir iki sabanla işlenebilecek tarım arazisine dayanan bir tarım üretim sistemidir. Osmanlı devleti daima çiftçi ailelerin devamını ve bu ailelerin geçindiği, vergisini çıkardığı belli bir toprağın, ünitenin idamesini titizlikle işlemiştir. Sistemi yürütmek için de tarım topraklarının devletleştirilmesini öngörmüştür. Böylelikle miri toprak sistemi sosyal bir politikayla bütünleştirilmiştir."
lidir. Gerçekten Osmanlı İmparatorluğu merkez dışında oluşabilecek ve sırasında merkeze kafa tutabilecek yerel güçlerin oluşması konusunda, son derece duyarlıydı. Özellikle kuruluş döneminde ve İmparatorluğun güçlü dönemlerinde böylesi bir gelişmeye asla izin vermezdi. Toprak mülkiyetinin denetlenmesi ve yasaklanması, bu konuda alınabilecek en etkili bir önlem niteliğindeydi. Sırf bu son amaç ve beklenti bile Osmanlı toprak düzeninin bir feodalite olarak sayılmaması gereğini yeterince açıklıkla ortaya koymaktadır. Gerçekten Osmanlı İmparatorluğu kurulduğu günden itibaren "feodalleşmeye" karşı sürekli bir savaşım vermiş ve bu savaşımını yüzyıllarca başarı ile sürdürmüştür. Osmanlı İmparatorluğu'nda toprakların "mülkleşmesi" çok daha sonraları, merkezin zayıflaması sonucunda ortaya çıkacak ve mu tezim" yöntemi de bu mülkleşmeye uygun bir zemin yaratacaktır. A cak bu olguyu Osmanlı toprak düzeni içinde düşünmek ve değerle dirmek doğru değildir. Vergileme Osmanlı vergileme sisteminde gördüğümüz en ilginç nokta, ae önce vergileri toplayarak daha sonra emrinde çalışanlara dağı yerde, görevlisine yıllık maaşı tutarındaki vergiyi toplayabileceg
Osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşu ve büyümesi l\\
.„.
2eiirini
tahsis etmesi ve görevli ile reaya arasında aracı olma
külfetinden kurtulmuş olmasıdır.39 Osmanlılar bir yeri işgal ettikleri zaman derhal bir "uzmanlar t" gönderilir; o bölgedeki vergi sistemi incelenir, düzeltilir ve salt , ... ye 5Zge yeni bir kanunname hazırlanırdı.40 Bu kanunnameler, , |-r]j t,jr deneme süresi sonunda, gerekli değişikliklere de uğrayabilirdi Yani Osmanlılar; gerek ırk, gerek kültür, gerek iklim ve diğer ekonomik ve toplumsal koşullan bakımından birbirinden çok ayrı bölgeleri kapsayan imparatorluktaki vergi kanunnamelerini, merkezde ve tüm imparatorluğu kapsayacak biçimde düzenlememiş; farklı bölgelerdeki farklı alışkanlıkları yansıtacak bir biçimde, her yöre için ayrı bir kanunname yapmışlardı. Osmanlı vergileri "şer'î" ve "örfî" olarak iki ana grup içinde ele alınabilirler.41 Ayrıca savaş vb. gibi olağandışı giderleri karşılamak için çıkartılan "avarız" ya da "tekâlif-i divaniye" ve özellikle 16. yüzyıldan sonra verilmesi alışkanlık haline gelmiş hediyeler, yani "peşkeş" ya da "arpalık" da Osmanlı vergileri arasında düşünülmelidir. Şer'î ve örfî vergileri daha sonra görmek üzere, önce biraz avarız üzerinde durmak istiyoruz. Daha Anadolu-Türk beylikleri ve Moğollar (ilhanlılar) zamanında kayıtlarda rastlanan avarız Osmanlı împaratorluğu'nda ilginç bir uygulamadır. Zira her türlü vergileri topla-ıa yetkisinin kamu görevlilerine terkedilmiş olduğu bir düzen içinde 'anz, merkezin elinde kalmış olan ve ancak divanın önerisi ve padi-5 ln emn ile toplanabilen bir vergi durumundadır.42 ■<-aten çeşitli "avarız hanelerinden" oluşan bölgelere ayrılmış •mparatorlukta, savaş vb. gibi olağandışı bir gider ortaya çıktığı n ; bunun yaklaşık miktarı hesaplanır ve bu miktar bölge ve ha_^t>olünerek, herkesin ne kadar avarız ödeme sorumluluğunda ol39
"° TAİM' Akdağ' Büyük->s-8 vdD erg!s '> Uz
Unda ğ, "Osmanlı İmparatorluğu Vergi Sistemi Hakkında Kısa Bir Araştırma", AÜDTCF hl c.S, sayı 2, s.191 vd. Çarşılı, İ. H., Osmanlı Devletı'nin Merkez Bahriye Teşkilâtı, TTK Yay., Ankara, 1948
* ö LS'319-
• Barkan, "Avarız", I.A., c.2, s.13-19. Bkz. M.
Zf2 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
duğu bulunurdu. Ödeme nakdî olabileceği gibi, parası olmayanlar i ' "hizmet" biçiminde de uygulanabilirdi. Avarız, merkez tarafından tarh ve tahsil edildiği için özellin vardır ve devletin vergi yükünü ayarlayabileceği bir araç niteliğindedir Ayrıca devletin tebaa üzerindeki sınırsız yetkisini göstermesi açısından da avarız ilginç ve üzerinde durulması gereken bir vergi türüdür. Serî vergiler, şeriata, yani İslâm kurallarına dayanan vergilerdir "Öşür", "haraç" ve "cizye" temel olmak üzere seksen tür idiler. Haraç "yerin hasılatından ya da işçi olarak çalıştırılan köle ve çocukların emeğinden elde olunan şey" anlamına gelen bir sözcüktür ki, şer'î dilde, Müslüman olmayan tebaadan alman vergileri kapsar.43 Öşür'ün sözcük anlamı "onda bir" olup toplumsal yardım için alınan bir İslâm vergisidir. Bu deyim ayrıca genellikle zekât ve sadaka anlamında da kullanılmaktadır, hattâ şeriat kitaplarında bunlar arasında pek ayrım da yapılmamaktadır.44 Ancak Osmanlı İmparatorhı-ğu'ndaki uygulamanın, bunlarla hiçbir ilgisi yoktur.45 Barkan'ın da belirtmiş olduğu üzere mirî toprak rejiminde çiftçiler, devlete ait toprakların sürekli ve kalıtımsal kiracısı durumunda bulunduklarından, üründen belli bir oranda öşür adı altında timar sahibine ödedikleri vergilerin yasal niteliği, ancak toprak kirası "icare" ya da bir paylaşma haracı "harac-ı mukasama" ile açıklanabilir. Üründen bir pay biçiminde alınan öşürün ne oranda alınacağı da toprağın verimi, sulama koşullan, tarım biçimleri ve bölgesel örf ve geleneklere göre büyük değişiklikler göstermektedir. Ancak örneğin Anadolu'da en çok rastlanan biçim, öşür sözcüğünün de kaynağı ola "onda bir" idi. Ayrıca uygulamada çiftçiler ürünlerinin kırkta biri oranında, gazilerin atları için "yem hakkı" ya da "salariye" öderlerdi » böylece Anadolu'da öşür oranı yaklaşık sekizde bir olmaktadır, kat örneğin Harput Sancağı'nda öşür oranı beşte birdir. 43 44 45 46
Ebiil'ûla Mardin, "Haraç", I.A., c.5, s.222-225. Grohmann, "Öşür", İ.A., c.9, s.482-485. Ö. L. Barkan, "Öşür", İ.A., c.9, s.485-488. Akdağ, Mustafa, ... Tarihi, bkz. s.428.
osmanlı imparatorlugu'nun kuruluşu ve büyümesi 43
Aşıkpoşozade Tarihi'nde Örfi Vergiler kıın belirlenişiyle ilgili olarak Aşıkpaşazade Tarihi'nde yer alan Osman Gazi ile Gerrri-•H çelen bir kimse arasında gerçekleşen şu hikaye dikkat çekicidir: "Germiyan'dan gelen bir "• 'R nazarın bacını bana satın.' deyince, ona, 'Şimdi Han'a git.' dediler. O da doğru Osman '• eeldi sözünü söyleyip, 'Han'ım! Bu pazarın bacını bana sat.' dedi. Osman Gazi, 'Bac ne-A-r riive sorunca, o kişi, 'Pazara getirilen her bir şeyden ben akçe alırım.' cevabını verdi. Osman r zi de bunun üzerine, 'Hey adam! Senin bu pazara gelenlerden alacağın mı var da, bunlardan , istersin?' deyince, o zat, 'Han'ım, bu töredir ve gelenektir; bütün memleketlerde bunu padişahların alması adettir.' dedi. Osman Gazi 'Tanrı buyruğu ve peygamber sözü müdür veya o beyler bunu kendilerinden mi ortaya koymuşlardır?' deyince o kişi, 'Töredir Han'ım, çok öncelerden kalmıştır.' cevabını verdi. Osman Gazi ziyadesiyle öfkelenerek, 'Hey adam! Bu kazananın kendi mülkü olur, onun malına ortak mıyım ki bana akçe ver diyeyim. Hadi git ve sana zararımın dokunmamasını istersen bu sözü söyleme' der. Sonra halk, 'Han'ım! Bu pazara hizmet edenlere nesne gerek, para vermeleri adettir.' dedi. Bunun üzerine Osman Gazi, 'Madem ki böyle diyorsunuz, kim bir yük getirip satarsa iki akçe versin, satmayan da hiçbir şey vermesin.' dedi." Aşıkpaşazade'den, Kemal Yavuz-Yekta Saraç Yayını, K Kitaplığı, ist. 2003, s. 75
Örfî vergiler, kökenini şeriatte değil; geleneklerde, örfte bulan vergilerdir. Bunların oluşumunda yöresel geleneklerin çok büyük payı olurdu ve kentlerde ve özellikle ticaretle uğraşanları ve pazarlarla ilgili kimseleri kapsamı içine alırdı.47 19. yüzyıl başlarında, yirmi altı tür Cinde toplam olarak doksan yedi vergiyi kapsayan örfî vergiler arasın-1 pazar baç"larmı, esnafın ödediği vergileri, vb.'ni sayabiliriz. OSMANLI TOPLUMUNUN SOSYAL YAPISI _ onomik yapısını anahatları ile gördüğümüz Osmanlı İmparatorlun > elbette bu yapıdan tümüyle bağımsız bir toplumsal yapısı oluşünülemez. Ancak ekonomik yapının ardındaki moral yapılenmesi ^e gereklidir. Biz bu bölümde; önce tarikatlar, daha nıJer, daha sonra ilmiye ve son olarak da kapıkulu üzerinde dura V cağlz. kdag Mus
'
tafa, Celali İsyanlar,, s.23.
44 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
Çeşitli Tarikatlar ve Etkileri TDK Sözlüğü'nde tarikat; "tasavvufa dayanan ve kimisi eski dinleri kalıntılarını yaşatan, kimisi de şeriatın insanlara pek sert ve bencil ge len hükümlerini yumuşatmak ihtiyacıyla ortaya çıkan her türlü İslâm öğretilerine verilen isim" olarak tanımlanmaktadır.'* "Ehl-i sünnete" uygunluğu sağlamak amacıyla, tasavvufun kökeni bizzat peygambere kadar uzatılır. Ayrıca "adap"lan da bir sıra ünlü evliya kanalı ile peygambere, daha doğrusu peygamber ve Cebrail yolu ile Tanrı'ya kadar ulaştırılır. Tarikat "adap ve erkânı" sürekli dinsel heyecanlar uyandırır ve "telkin" ile, kendinden geçme ve heyecan duygularına neden olur.49 Tüm tarikatlarda ortak tören (ayin) "zikr"dir ki, "anmak" demektir. Burada amaç Tanrı'yı anmak, "yad etmektir". Zikrin amacı "mümin"e, yani inanan kişiye görünmeyen âlem ve kendisinin bu âleme bağlılığı düşüncesini ilham etmektir. Bunun dışında zikrin, derin bir dinsel "vecd" ve bir tür "hipnoz" durumu vermesi de belirtilmelidir. Hipnoz haline bazı bedensel durum ve olaylar da eşlik eder. "Abd al-Kadir Gilani" tarafından kurulmuş olan "Kadiriye' tarikatı bugün de yaşayan ve tarihsel kökeni kesin olarak saptanmış ilk tarikat olarak görünüyor. Osmanlı Devleti'nin kuruluşu sırasında Anadolu kentlerindeki en önemli ve yaygın tarikatlar; "Mevleviye", Rifa'iye" ve "Halvetıye tarikatları idi.50 Ve her ne kadar Anadolu Selçukluları, diğer İslam merkezleriyle karşılaştırılamayacak kadar az mutaassıp idiyseler gene de dinsel siyaset konusunda Sünni idiler ve Abbasi halifeliği y daşı bir politika izliyorlardı. İşte yukarıda isimlerini verdiğimiz katlar da kentlerde örgütlenmişlerdi ve Sünni idiler. Ancak Osmanlı toplumsal yapısına asıl biçim veren tarıka Prof. Köprülü'nün kökenini kısmen Yeseviye, kısmen de Kalen 48 49 50
Türkçe Sözlük, TDK Ankara, 1966, s.695. D. B. MacDonald, "Derviş", İ.A., c.3, s.545-547. Fuad Köprülü, Osmanlı Devleti'nin Kuruluşu, s.95.
^ osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşu ve büyümesi 45
I Bektaş-ı Veli ve İslâm ,ı Selçuklu Anadolu'sunda Babai hareketinin lideri Baba ilyas-ı Horasani'nin yakın çevre-yüzyılda Yeniçeri ocağının kuruluşuna, 15. yüzyılda kendi adını alacak olan Bektaşilik '.' fnm oluşumunda 3 adı geçen Hacı Bektaşi Veli'nin yaşamı menkıbeler arkasında kaybolmuş- T rjhi kişiliği ve Anadolu'ya gelmeden önceki yaşamı hakkında Vilayetname'de yer alanların Ha kesin bir şey söylemek mümkün gözükmemektedir. Bununla birlikte Horasan Melametiy-»ktebinden olduğuna muhakkak nazarıyla bakılabilir. Bu sebeple 13. yüzyılda Cengiz istila-edeniyle Anadolu'da vuku bulan derviş göçleri arasında, aynı ekole mensup Yesevi veya daha kuvvetli bir ihtimalle Haydari dervişlerinden biri olarak Anadolu'ya gelmiş olmalıdır. Onun kişiliğini Anadolu tarihi açısından önemli kılan yönü İslâm'a getirmiş olduğu yorumdur. Ahmet Yasar Ocak'a göre Hacı Bektaş-i Veli İslâm fıkhının sıkı kurallarıyla sınırlandırılan Sünni bir anlayışı değil Horasan Melametiyyesinin kuru zühd karşıtı cezbeci karakteriyle karışık gayrı Sünni bir yorumu yansıtmaktaydı. Bu yorum, muhtemelen Türkmenler arasında hâlâ kuvvetle yaşamakta olan eski İslâm öncesi dini-mistik inançlarla karışık yarı hurafevi bir islâm anlayışının telkin ediyordu. Söz konusu anlayış tasavvufun yapısından kaynaklanan geniş bir hoşgörüye dayanmakla beraber, aynı zamanda mühtedileri birden bire kendi kültür dairelerinden koparıp ürkmelerine sebebiyet vermeden eski inançlarını da kendi içerisinde değerlendiren bağdaştırmacı bir islâm anlayışıydı. Onun bu yönteminin Anadolu'nun Müslüman ve gayrimüslim toplumları arasında önemli bir yakınlaşma ortamının doğmasına yol açtığı söylenebilir. Nitekim bölge Hıristiyanlarının da ona büyük bir yakınlık duyduğu ve kendisini Aziz Charalambos adıyla takdis ettikleri bilinmektedir. Hiç şüphe yok ki Hacı Bektaş-ı Veli Anadolu'nun hoşgörüyü esas edinen kültür değerleri içinde en önemli başlıklardan biridir. Ahmet Yaşar Ocak, "Hacı Bektaş-ı Veli", D/A, c.14, ist., 1996, s.455-458.
ta
nkatlarına bağladığı51 "heterodoks tarikatlar" ve bunların "abdal", aba ' vb. gibi isimler taşıyan, garip giyim-kuşamları, şeriata aykırı r anışlan, gelenekleri ve coşkun yaşayışlarıyla eski Türk samanlarındl ran derviş ve şeyhlerdir. Fuad Köprülü bu hususta şöyle yazm aktadır.52 .. Baba lakaplı bu Türkmen şeyhleri, köylerin ve göçebelerin manevi hayatının başlıca nazımı (düzenleyicisi) ve hakimi idiler; ne 51
F
tedk-
,
52 (ç.. köprülü, "Ahmed Yesevi", Î.A., el, s.210-215. °Ptü|ü, Fuad, ... Kuruluşu, s.98.
l\0 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
Gutio Ferrario'nun Kostüm kitabından dervişler çizimi. Soldan sağa: Ethemî, Sadî Şeyhî, Bektaşî Dervişi, Sadî Dervişi, Elvanî, Bektaşî Şeyhi (1827). din alimleri ne de burjuva tarikatlarına mensup şeyhler zihniyetlerine tamamen yabancı oldukları o muhitlerde bu babalarla mücadele edemezlerdi.
Bu dağınık kitleler daha sonra "babailik" adı altında toplanmışlardır. Babailik; Yeseviye, Kalenderiye, Haydariye gibi çeşitli heterodoks grupların ve Anadolu'da Türkmen geleneklerinin değişik yöresel "hurafelerle" karışımından doğmuştur. Baba İshak Ayaklanması'm büyük zorluklarla bastıran Anadolu Selçukluları, büyük bir kıyıma girişince bu akım yeni bir biçime bürünmüştür: Bektaşilik. Baba İshak halifesi Hacı Bektaş Veli tarafından kurulan bu tarikat, 15. ve 16. yüzyıllarda özellikle Yeniçeri Ocağı'nda resmî bir küt niteliğini aldıktan sonra, temel ilke ve kuralları kendisininkinden P farklı olmayan değişik "batınî" derviş gruplarını da içine almıştır53 Fuad Köprülü, "Bektaş, Hacı Bektaş Veli", t.A., c.2, s.461-464.
osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşu ve büyümesi İ\"J
-■ 15 yüzyılda Anadolu'ya yayılarak II. Murad ve II. Mehmed dö-nin ük zamanlarında saraya dek sızan ve etki yapan "hurufiler", - sturmaya uğradıkları zaman, Bektaşilerin içine karışarak varlıklakoruyabildikleri gibi, propagandalarını da sürdürmüşlerdir. Ahiler Ahi örgütü tarihimizin en karanlıkta kalmış noktalarından biridir. Gerçekten Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda çok etkileri olduğu ve II. Mehmed'e dek, birinci dereceden yöneticilik makamlarında olduklarını bildiğimiz Ahiler konusunda elde bulunan kaynaklar, son derece yetersizdir. Kimi yazarlar tarafından iktisadi bir esnaf örgütü, kimi yazarlar tarafından dinsel bir kült olarak nitelendirilen Ahi örgütünün 13. yüzyılın ikinci yarısında tüm Anadolu'da, kısmen Irak ve Azerbaycan'da varolduğu anlaşılmaktadır. Osman Bey, Osmanlı Devleti'nin bağımsızlığını ilân etmeden önce, yöredeki Ahi Şeyhi Edebâli'nin kızıyla da evlenerek, bunların tam bir desteğini sağlamıştı. Orhan ve Osman Bey'in durumları fazla açık olmamakla birlikte, I. Murad'ın bu örgüte katılmış olduğuna dair yaygın bir görüş vardır.5* Ahil erin örgütleniş ve gücü bakımından ilginç bir örnek Ankara Ahi Cumhuriyeti'dir. Gerçekten Osmanlılar Ankara'yı oldukça demokrat bir biçimde yönetildiği ileri sürülen bir Ahi Cumhuriyeti'nden almışlardı. Anlaşıldığına göre Ahi örgütü, İslâmiyet'te gördüğümüz "fütüv-et örgütünün" Osmanlılar dönemi için kullanılan ismi olmaktadır.
55
U71
F. TaTT11' *" H'' °smanU Garibi, c-1' s-530> - Teşkilâtı, s.4l. 4 Ut CLn,er' "Islâm Ortaçağında Fütüvva", çev. F. Işıltan, İÜ İktisat Fak. Dergisi, c.15, sayı 1-> «tanbul, 1952, s.2 vd. rendok, "Fütüvvet", İ.A., c.4, s.700-701.
4o birinci bölüm: fransız devrimi, Öncesi ve sonrası
İbn Battuta ve Ahiler 1330'larda Anadolu'yu ziyaret eden Arap seyyah ibn Battuta seyahatnamesinde Ahilerden su seki de söz eder: "Ahiler Anadolu'da yerleşmiş bulunan Türkmenlerin yerleştikleri her vilayette, herif hirde ve kentte bulunmaktadırlar. Memleketlerine gelen yabancılara yakın ilgi gösterirler. Öte yandan bulundukları yerlerdeki zorbaları yola getirir, herhangi bir sebeple bunlara ilhak eden kötüleıi ortadan kaldırırlar... Bunların dünyada eşi benzeri yoktur. Orada ahi, evlenmemiş, bekar ve sanat sahibi gençlerle diğerlerinin bir cemiyet kurarak kendi içlerinden seçtikleri bir kimseye denir. Bu cemiyete de Fütüvve adı verilir. Reis seçilen kimse bir zaviye yaptırarak içini halı, kilim, kandil ve diğer lüzumlu eşyalarla donatır. Arkadaşları gündüz çalışarak kazandıklarını ikindiden sonra reise ge-tirirler.Bu para ile meyve, yiyecek ve zaviyede sarf olunan ihtiyaç mallarını satın alırlar. O gün zaviyeye bir misafir gelirse, zaviyelerine misafir ederler ve alınan şeylerle ona ziyafet çekerler...Bir misafir gelmediği zaman ise yine toplanıp yemek yerler. Arkasından raks ederler, nağmeler söylerler."
İslâmiyet'te fütüvveti kendilerine temel ilke edinen bir topluluğun, daha hicretin 2. yüzyılında varolduğu sanılmaktadır.57 Fütüvvet ehline "fityan", bunların şeyhlerine de "abu-1 fityan" ya da "ahi" denmekteydi. Ancak bu ahi sözcüğü Arapçada "kardeş" anlamına gelen ahi sözcüğünden türeyebileceği gibi, Türkçedeki "eli açık" ve "cömert" anlamına gelen "akı" sözcüğünden de türemiş olabilir. Kaldı ki; İslâmî futuvva ile Ahiliğin köken bakımından aynı şey olduğu konusunda da hiçbir şey ispat edilmiş değildir. Ahiliğin salt bir esnaf örgütlenmesi olduğu konusunda gezgin Ibni Batuta'nm gözlemleri önemli ölçüde kanıt olarak gösterilmektedir.
57
Abdülbaki Gölpınarlı, ... Kaynaklan, s.7 vd.
58
İbni Batuta Seyahatnamesinden Seçmeler, Hz. İsmet Parmaksızoğlu, Devlet Kitapları, Istan u, 1971, s.7vd. "... Bunlar Anadolu'ya yerleşmiş bulunan Türkmenlerin yaşadıkları her yerde; şehir, kasa köylerde bulunmaktadırlar... Ahi, evlenmemiş, bekâr ve sanat sahibi olan gençlerle dıger eri kendi aralarında bir topluluk meydana getirip, içlerinden seçtikleri bir kimseye denir, DU P luğa da füdüvve-gençlik adı verilir. Kardeşler gündüzleri geçimlerini sağlayacak kazancı e mek üzere çalışırlar ve o gün kazandıkları parayı ikindiden sonra topluca getirip öndere ler. Bu para ile tekkenin ihtiyaçları karşılanır... ... Onların oturma salonlarına girince bize pek bol ve çeşitli yiyecekler, meyveler, tatula ettiler, ondan sonra da, türkülere oyunlara giriştiler. Bunların davranışları, ikramları hay zi bir kat daha artırmış bulunuyordu..."
osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşu ve buyumt,------
K^rülü ise bu "esnaf örgütü" anlayışının gerçekçi olmadığını, ahi' Sne^st makamlarına kadar gelmen düşünülürse, her tür^ san,n bu örgüte gireceklerinin kabul edilmesi geregmı ı er, sürmek^ Anlaşılan Ahilik salt bir esnaf örgütlenmesi değildir. Ancak' arasında çok yaygın olduğu ıçm bu tür bir yanılgı ortaya çıkmato ^ Ayrıca Ahiliğin Osmanlılardan önce Selçuklular zamanın çok yukarı düzeyden devlet görevlileri arasında yaygın olduğu yo, Özellikle I. İzzettin Keykavus'un Ahiliğe girmesinden sonrl^ güçlenen bu örgüt birtakım kolluk görevleri ve düzenin sağlanır da üstlenmiş görünüyor.59 ,şmj Ahiliğin diğer İslâm futuvvalarıyla bir ilgisi olmamasına W fütüvvet ilkeleri bunlar tarafından da temel alınmıştır. Futuvvet i günün bir ahlâk ilkesi olarak gerek sofiler, gerek ayyarlar ve grf esnaf korporasyonları arasında ortak bir biçimde varolması; bu da karışıklık ve yanlış anlamalara neden olmaktadır. An_ Bu konuda kesin bir şey söylemek mümkün olmamaktad) cak 17. yüzyılda Osmanlılarda esnaf ya da lonca örgütü adı i rastlanan kuruluşların da fütüvvet ilkesini temel aldıkları göruU dir. Franz Taeschner'in de belirttiği gibi; ,yavaş I. Murad'dan sonra Ahiler hakkındaki malumat yav* mahiazalıp kaybolmaktadır. Herhalde Ahilik müessesesinin sırf yeti, merkezî bir şekilde idare edilen Osmanlı memurlar çi de ne uymamış, ister tabii bir erime, ister memurluk müessese fiu aleyhdar hareketleriyle yavaş yavaş eski şekliyle kaybolma bn_ müessese bir yandan dervişlik enstıtüsyonuna.. diğer taraf ca teşkilâtına sığınmıştır.
İlmiyi 0sm^nh Devleti'nin toplumsal yapısını anlayabilmek için, \T > içind^ki ''miye sınıfının ve medresenin durumu ve niteliğini bi« rekirTarihi, s.227. 60 F. '^aeschn^ a.g.m., s.21.
f yap»
50 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
Osmanlı İmparatorluğu'nda bir medreseyi bitirenleri*"? °'a" nak vardı. Ya çömez, yani müderris yardımcısı olmak ya kalı°'ına'< ya da hoca olmak. Bunlar arasında geçiş, kuşkusuz her zaman mümkündü. Ve bizim burada ilgileneceğimiz grup özellikle kadılar olacak Zaten Osmanlı İmparatorluğu'nda "ulema silsilesi" iki başlı binitedir. Bunlardan biri "şeyhülislâm"da, öbürü de "kazasker" ve İıiasker divanında" son bulmaktadır ki, biz ikinci silsile üzerinde duraöğlZOsmanlı Devleti'nde ilk medrese Orhan Gazi ısrarından 1331'de açılmış ve başına devrin büyük bilgin ve düşünürleıiıden Davud-u Kayseri müderris olarak atanmıştır.61 Yüzyılın sor# dek birinci sırayı koruyan bu İznik Medresesi, üstünlüğü daha *ra Bursa Medresesi'ne kaptırmıştır. Daha sonra Edirne başkent oluıfl, burada açılan medrese İznik ve Bursa medreselerinin üstünde yelli- Onun üstünlüğü de İstanbul'da Sahn-ı Semân medreselerinin ajılrnasından kısa bir süre sonra sona erdi.62 Daha Osmanlı Devleti kurıbdan önce, 13. yüzyıl Türk-İslâm kentlerinde medrese örgütlenmesi rastlanmaktadır. Bu örgütlenmede, her kentte bilim adamlarınım» ünlü ve saygınına "şeyh'ûl İslâm" deniliyordu ve her kentin şeylıfclâmınm fetva yetkisi vardı. Osmanlılarda ise salt başkentte oturane "atanmış olan" fetva yetkisine sahipti. Osmanlılarla Anadolu Selçıtluları arasındaki temel farklardan biri budur. Osmanlı sınırları içindeki medreseler aşağıdan yulafa doğru; "haşiye-i tecrid", "miftah", "kırklı", "hariç" ve "dahil «Sahn-ı seman" olarak beş kısma ayrılırlardı.63 İlmiyenin konumuz açısından son derece önemli «basının temel nedeni, kapı kulluğunun ve yüksek yönetim görevlen» tümüyle devşirme kapıkuluna verilmesine karşın, burada görevleriısiirekli olarak Türk halkının elinde kalmış olmasıdır.64 61 62 63 64
Uzunçarşılı, İ. H., Osmanlı Tarihi, c.l, s.522. Uzunçarşılı, I. H., Osmanlı Devleti'nin İlmiye Teşkilâtı, TTK Yayınları, VIIİBİ,sayı 17.Ankara, 1965, s.2-3. A.g.e., 9.11. M. Akdağ,... Başlaması, s.31.
Osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşu ve büyümesi 5^
Gerçekten Osmanlı İmparatorluğu'nda devlet görevlileri işlevleri bakımından iki türe ayrılmışlardı: - Yetiştikleri ocak bakımından "medreseli-ulema" olarak da adlandırılan "şeriat ile uğraşanlar", yani "ehli şer", - Görevleri mahkeme kararları, hükümet emirlerini yerine getirmek; memleketin düzenini sağlamak olan, "ehli örf". "Ehli şer" ile "ehli örf" arasındaki yetki çatışması, Osmanlı İmparatorluğu'nda, özellikle 15. yüzyıl sonlarında en aşırı boyutlarında görülür. Kapıkulundan gelen ve doğrudan doğruya merkeze bağlı olan "ehli örf" karşısında (çoğunlukla sancakbeyi), gücünü halktan alan ve halktan gelen "ehli şer"in (kadı'nın) Türk-İslâm kökenli olması, soruna bambaşka bir anlam kazandırmaktadır. Gerçi padişahlar, İnalcık'm belirtmiş olduğu gibi;65 İlmiye sınıfını teşkilâtlandırmak ve devlet hizmetine sokmak, her türlü vakfı devlet kontrolü altına almak suretiyle de, merkeziyetçi sıfatlarını o zamana dek hiçbir İslâm devletinde görmediğimiz şekilde kuvvetlendirmişlerdir.
Fakat ne var ki, Ebu'lula Mardin'in deyişi ile, "kararında bağımsız kadıların yargı yetkilerine pek ilişememişlerdir."66 Hiyerarşi gereğince "ehli örfe göre üst durumda olması gereken "ehli şer"in bu durumuna, merkezin pek dikkat etmediği anlaşılıyor. Örneğin taşrayı gönderilen fermanlarda, kadının ismi, beylerbeyi ve sancakbeyinden sonra yazılırdı.67 Ancak ehli şer'in halkın gözündeki değeri bundan bağımsız bir biçimde artmaktaydı- Bunun temel nedenlerinden biri, halkı ve halk kurullarını padişaha ve merkez divanına karşı temsil yetkisinin bunlarda olmasıdır. Bir diğer neden de ehli şer'in, halkı ehli örfe karşı sürekli korumalarıdır. 6
5 Halil İnalcık, "Padişah", İ.A., c.9, s.491-495. fi6 Ebulula Mardin, "Kadı", İ.A., c.6, s.42-46. 67 Akdağ, M.,... İsyanll™, s.80.
52 birinci bölüm: fransız devrimi. Öncesi ve sonrası
Ulemanın Osmanlı Devleti'ndeki etkisi, merkezde kapıkulunun gelişmesine bağlı ve ters oranlı olarak azalmış ve "ilmiye" mutlak merkeziyetçi bir imparatorlukta; halkın, halk içinden çıkan bir sözcü ve savunucusu durumuna gelmiştir. Kapıkulu Kapıkulunu geniş anlamıyla tanımlamak istersek, "saraya ya da padişaha bağlı yönetici ve savaşçı grup" diyebiliriz. Kapıkulu üyeleri Hıristiyan tutsak ya da devşirmelerden oluşturulmuş, belirli ocak ve okullarda eğitilmiş ve daha sonra imparatorluğun askerî ya da yönetim alanlarında görev alarak bu hizmetleri karşılığında bir ucret alan kimselerdir. Bu ücrete Osmanlılar zamanında ulufe denirdi. Ancak kimi kapıkulu üyeleri ise ulufe almazlardı. Kapıkulu, Osmanlılara özge bir kurum değildir. Ortaçağ Türkİslâm devletlerinin tümünde hükümdar ve prenslerin kendilerine bağlı olarak oluşturdukları "hassa kuvvetleri" özellikle ve salt bu kölelere dayanıyordu.68 Örneğin Selçuk Hassa Ordusu; Rum, Ermeni, Rus, Kıpçak vb. gibi çeşitli uluslardan gelen insanlar tarafından oluşturulmuştu. Gezgin İbni Bibi'nin açıklamalarından anlaşıldığına göre, Anadolu Selçuklularında Osmanlılardaki Enderun'a eş sayılabilecek, seçme gulamlarm yetiştirildiği "Taşhane" denilen bir kurum ve Osmanlı İmparatorluğu'ndaki "Acemi Ocağı "na eş sayılabilecek, "baba" adındaki şeflerin yönetiminde "gûlâmhaneler" vardı. Şimdi, Osmanlılar döneminde kapıkulunun nasıl oluşturulduğu üzerinde biraz duralım. Osmanlılarda doğrudan doğruya merkeze bağlı bir kapıkulunun ya da hassa askerlerinin oluşturulması gereği Rumeli savaşları sırasında duyulmuş ve savaş esirlerinden alınan genç ve dövüşmeye uygun beşte bir oranındaki erkek kölelerle, Yeniçeri Ocağı'nm temeli atılmıştır. Bu ocağın hangi P^işah zamanında kurulduğu tam olarak bilinemiyor.69 Yetiştirilmek istenen küçük yaştaki çocuklar, önce Rumeli köy68 69
Fuad Köprülü, "Osmanlıların Etnik Menşei HarzemşaMar", '-A-> c-5> s.222-225. Tayyip Gökbilgin, "Orhan Bey", İ.A., c.9, s.399-408.
osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşu ve büyümesi 53
İvo Andriç'in Drina Köprüsü"nde Devşirme Sistemi Devşirme sistemi yalnızca tarihçilerin değil, edebiyatçıların da dikkatini çekmiştir. Devşirme kurumundan etkilenerek kaleme alınan çalışmalar içinde ivo Andriç'in (1892-1975) Drina Köprüsü adlı eseri önemli bir yere sahiptir. Yapıtlarında determinist felsefeyi ve insanları esirgeme duygusunu yansıtan Andriç bu eserde de epik gücünü ortaya koymuştur. 1961 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık bulunan Andiriç, Drina Köprüsü'ude devşirmelik kurumunu Sokullu Mehmet Paşa kişiliğinde roman örgüsü içinde işler.
lüsünün yanma verilerek az bir ücretle hizmet ettirilir ve burada Türkİslâm geleneklerini öğrenmeleri sağlandıktan sonra bir akçe gündelikle Acemi Ocağı'na yazılırlar ve burada da bir süre eğitimden sonra günde iki akçe ücret ve Yeniçeri Ocağı'na alınırlardı.70 Ankara Savaşı'ndan sonra Osmanlıların Rumeli'ye olan akınları azaldığından ötürü, kapıkulu kadrolarındaki eksiklikleri gidermek için "devşirme" yöntemine başlandı. Önceleri her yıl devşirme yapılırken, daha sonraları gerekli görüldükçe devşirme yapılmaya başlandı. Bu iş "yayacıbaşılar"la, "turnacıbaşılar" ve "Yeniçeri sürücülerinin" göreviydi.71 Acemi oğlan toplanacağı zaman kadılara emir yazılır ve "her kadılıkta vaki olan reayanın cümlesini tembih ve tekid" etmeleri duyurulurdu. Turnacıbaşı gelince kadı sözkonusu ailelerin tüm oğullarıyla birlikte babalarını toplar ve bunların tümü ağanın huzuruna getirilirdi. Ağa çocukların hepsini gözden geçirir on-on beş yaşlarında olanlarından en dinç, gürbüz ve akıllı görünenini seçer, Yeniçerilik defterine yazarak saklardı. Yasa gereği, bir oğlu olanın oğlu alınmazdı. En çok aranan özellikler; kent, kasaba görmemiş, yani gözü açılmamış olması ve mümkünse öksüz ve yetim olmalarıydı. Devşirilen çocuklar arasında gürüz ve güzel olan; zeki, yetenekli ve iyi huylu görünenleri iç oğlanı ola0
Uzunçarşılı, İ. H.,... Tarihi, c.î, s.509 vd. Ahmet Refik, Devşirme Usûlü, s.6, Babinger, E, Mehmed der Eroberer, s.473 vd.
54 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
rak saraya alınırlardı.72 Bunlar on dört yıl süreyle "Enderun"da eğitim görürlerdi. II. Mehmed zamanında kurulmuş olan Enderun üç sınıflı bir okuldu. İlk sınıfına "Seferli Koğuşu", ondan sonrakine "Kilar Koğuşu" ve son sınıfına da "Hazine Koğuşu" adı verilirdi. Bu okulda; berberlikten fıkha kadar, Arapçadan, Farsçaya; yemek pişirmekten, müziğe kadar çok farklı şeyler okutulurdu.73 İmparatorluk yönetiminin böylesi bir devşirme kapıkuluna teslim edilmesinin elbette bir mantığı vardı. Devşirilen çocukların özellikleri dikkate alınırsa, bunu gözlemek mümkündür. Zira "Türk-Müslüman olmama", "kent kasaba görmemiş olma", "ailenin tek erkek evladı olmama", "mümkünse öksüz ve yetim olma" gibi özellikle seçilen bu çocuklar, önce "bir kültür şoku" yaşadıktan sonra, istenilen biçime getirilebilecek özelliklere sahip görünüyorlardı. Ve böylece Osmanlı İmparatorluğu, devlete ve bu devletin felsefesine "sonsuz sadık ve bağlı" bir yönetici grup oluşturmuş oluyordu. Belki abartmalı bir deyişle, yöneticilerin kişiliği devletin kişiliği içinde eritiliyordu. Ancak bu kapıkulu 19. yüzyılda bünyesini ve buna bağlı olarak felsefesini değiştirecektir ki; yeri geldiği zaman bu değişimin nedenleri ve sonuçları üzerinde de duracağız. OSMANLI DEVLETİ'NİN SİYASAL YAPISI Bu bölümde Osmanlı Devleti'nin siyasal yapısını irdelerken iki temel kurum üzerinde durmak istiyoruz. Bunlardan biri Osmanlı padişahı ya da sultanı; diğeri ise merkez divanı olacak. Sultan Osmanlıların "bey", "gazı" vb. gibi unvanları bırakarak ne zaman "sultan" ya da "padişah" gibi unvanlar kullanmaya başladıkları konusu tartışmalıdır ve kesin olarak bilinmemektedir.
72 73
Bkz. Cl. Huart, "iç Oğlanı", Î.A., c.5, s.931. Bkz. Paul Wittek, ... Zaptına, s.588-589.
osmanlı imparatorluğu' nun kuruluşu ve büyümesi 55
Sultan sözcüğünün Süryanicedeki "sultana" sözcüğünden geldiği sanılmaktadır.74 Süryanicedeki bu sözcüğün anlamı "iktidar" ya da "iktidar sahibi" olmaktır. Paralarda sultan unvanını kullanan ilk İslâm hükümdarı Tuğrul Bey'dir. Daha sonra Harzemşahlar ve Anadolu Selçuklularında da aynı unvan kullanılmıştır. Osmanlılarda da sultan unvanının kullanılmaya başlanması, bir anlamda egemenlik anlayışındaki ciddi bir değişimin ifadesi olmaktadır. Gerçekten önceleri beyler, ahiler, yaşlılar vb. gibi gruplarla iktidarını paylaşan Osmanlı beyleri, "beylik" bir "imparatorluğa" dönüşmeye başlayınca, her türlü siyasal gücü ellerinde toplamaya başlamışlardır. Bu konuda Barkan şöyle yazmaktadır:75 Osmanlı padişahları, yeryüzünde peygamberin vekili kutsal bir kişilik sıfatıyla cismani bir iktidara, ruhanî sıfat ve yetkilerini de ilave eden bir devlet reisi olarak, ne -sena- biçiminde bir meclisin ne de şeyhülislâmlık gibi bir makamın tasdik veya işbirliği yapmasını temine lüzum görmeden kanunları çıkarmak hususunda nazari olarak veya hiç olmazsa tatbikatta serbest gözükmektedir.
Gerçekten özellikle yasaların çıkartılmasında divan üyeleri ve diğer yüksek dereceli görevlilerin fazla bir rol ve etkisi olmaması bir yana, bu rolleri de salt "danışmanlık" çerçevesinde kalmaktadır. Ayrıca daha önce de değinmiş olduğumuz gibi, padişahlar tarafından çıkartılan yasaların şeyhülislâm kapısına gönderilerek "fetva" alınması ve ancak ondan sonra yürürlüğe girmesi gibi geleneksel ya da yasal bir kural yoktur. Ve yasa yapmak padişah için öylesine bireysel bır haktır ki; bir padişahın koyduğu yasalar, o öldüğü zaman yerine Seçen padişahı bağlamamaktadır.76 Ancak sultanların bu mutlak egemenlikleri de, hiç kuşkusuz Şeriat sınırlarına" dek idi. Bu alana fazla müdahale etmemeye özen 7
* J- H. Kramers, "Sultan", Î.A., c.ll, s.24-28. Barkan, Ö. L., Kanunlar, s.XLII. 76 Halil İnalcık, "Padişah", I.A., c.9, s.491-495. 75
56 birinci bolüm: fransız devrimi, önce;,.
Fatih'in Kanunları **hmet, kendisinden sonraki nesilleri bağlayıcı şekil-
e tedv
»(lmiş ve
resmi olarak yürürlüğe konulmuş bir kanunname Vınlayan ilk Müslüman hükümdar olarak kabul edilmek-' *»l)u konuda Türkm|
Moğol yasa/töre uygulamasını izle- Ş reaya, diğeri devlet kurumlarıyla
s
old
»i«anlaşılmaktadır. Biri
*nname yayımlamıştır. Reaya
için hazırlanan kanunname ilk defa halktan doğrudan vergi alan askeri sınıfın timarlılarm yolsuzluklarını önlemeyi, ikinci olarak para cezalarını ve vergi oranların belirlemeyi ve bu şekilde devletin tebaasına koruyucu adaleti Mı»Kjealjni gerçekleştirmeyi amaçlamıştı. Bu kanunname, kadıl»ve valiler için anlaşmazlıkları çözmede bir olar
uygulama ak yayımlandı. Fatih'in devlet teşkilatıyla ilgili diğer Fatih Sultan Mehmet'in Batılı kanunna-mesınınjijjj^g devletin işlerini düzenlemek için yazıldığı ifade bir ressam tarafından çizilmiş edilir. Saray, hükümet ve protokol kurallarıyla ilgili olarak Osmanportresi (Die heutige Türkei, dev ... , 'e'Sîlerninin mantığını izler. Leipzig; Berlin, 1882. Sırasıyla hükümetin şekli ve ULU yetki alanını, padişahla ilişkilerini, rütbe. J» ı • ■ . c •■ > -u-gibi i konuları . , ele, alır. r *-u.* ........ "Nerecelerını, terfi, ücret Fatih in İŞahîar zamanında da devlet teşkilatına dair düzenlekanunnamesi bu türde tektir. Sonraki [ meler yapılmışsa da bunlar kapsamlı Halil lnalct;Bsnıanl) Huku|
gösterirlerdi. Özellikle Efeyazıd devrinden sonra sultanlar "örfî tasarruflar" konusunda dahada dikkatli davranmaya başlamışlardı.77 Sultanın yürütme yeckileari de yasama yetkilerinden daha az değildi. Hüküm, irade, ferman ya da Hatt-ı Hümayun gibisinden karşımıza çıkan "emir yetkisinde" bunu açıkça gözlememiz mümkündür. Aynı biçimde özellikle kazasker üzerindeki yetkileri düşünüldüğü zaman; sultanın yargı üzerim de beıirli bir etkileme gücü olduğunu görmekteyiz. Ve böylece Osman! su]tam yasama, yürütme ve yargı güçlerini oldukça denetimsiz bir bıÇlmde elinde toplamlş «güçlü ve mutlak" bir otorite olarak karşımıza ^1^0-. 77 Halil inalcık, "Mahkeme", tJt,,
osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşu ve büyümesi 57
Divan Divanı şöyle tanımlamamız mümkündür: "Bizzat padişahın, bulunmadığı takdirde vezirin başkanlığı altında, devlet başkentinde ya da hükümdarın bulunduğu yerde kurulan ve günümüz Bakanlar Kurulu'na benzetilebilecek yürütme aygıtına divan denir."78 Aslında II. Meh-med'ten sonra Osmanlı sultanlarının divana katılmamaları kural olmuştu. Zira padişah "devlet birliğinin" sembolü olarak, bir anlamda yürütmenin dışında kalıyordu. Osmanlı'nın divan temel yapısını Selçuklulardan aldığını varsayabiliriz. Ancak Osmanlılar, kendilerinden öncekilerden devren aldıkları tüm kurumlar gibi, divan yapısında da önemli değişiklikler yapmışlardı. Hammer'in deyişiyle, Osmanlı devlet düzeninin dayanmakta olduğu "dört temel direk" Osmanlı divanının da temelini oluşturan dört görev ya da görevli olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlar; vezirler, defterdarlar, kazaskerler ve nişancı idiler.79 Şimdi bunların anahatları üzerinde kısaca duralım. - Vezirler; Osmanlılarda önceleri bir vezir vardı. Zamanla bu sayı ikiye, üçe ve II. Mehmed döneminde dörde çıkartılmış ve birinci vezire "veziri azam" adı verilmişti. Vezir-i azam, padişahtan sonra devletin en önde gelen yöneticisi ve padişahın mutlak temsilcisidir.80 Vezir-i azam para ve yargı işleri dışında tüm devlet işlerini yürütür ve padişahın mührünü taşırlardı. Güçlü bir veziri azam ya da sadrazam; çevresini iyi hazırlamak koşuluyla, çoğu kez dediğini yaptırır ve sırasında padişahı bile etki ve baskı altında tutabilirdi.81 Fakat aslında Osmanlı sultanının mutlak yasama yetkisi karşısında vezir-i azam'ın yetkileri "danışmanlıktan" fazla bir şey değildir ve yürütme yetkisi de tümüyle pa-diŞaha bağlıdır. B
kz. Uzunçarşılı, I. H., Osmanlı Tarihi, c.l, s.501. v°n Hammer, a.g.e., s.188-192. Fuad Köprülü,... Tesiri, s.186. Uzunçarşılı, İ. H., Merkez Teşkilâtı, s. 116.
5o birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
k^ %
;
D'Ohsson'un Tableau General de t'Empire Oftoman'dan bir divan toplantısı gravürü (1790).
- Kazaskerler; Kazasker divanda yargıya değgin işleri yönetmekle görevli olan makam sahibidir. Bu görevi ilk Osmanlı divanlarında Bursa kadısı yürütürdü. Kazaskerliğin bizim açımızdan önemi, bu görevlinin özellikle imparatorluğun ileri dönemlerinde kapıkulundan gelmeyen tek divan üyesi olmasıdır. Kazaskerler genellikle Edirne ya da İstanbul kadılarından seçilirdi. Haftada bir kez, çarşamba günleri kazasker divanı toplanır ve kadıların atanması vb. gibi konulan karar altına alırdı. Kazasker divanının aldığı kararların divan ve padişah onayı gerektirmesine karşın, kazaskerlerin padişahlar karşısında diğer divan üyelerine oranla göreli bir serbestilerinden söz etmemiz mümkündür. - Defterdarlar; Defterdarlar Osmanlı İmparatorluğu'nun mali işleri ile uğraşmakta olan devlet görevlileriydi. İlk Osmanlı divanlarında rastlan-
osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşu ve büyümesi 59
makla birlikte deyim, İlhanlılardaki "defterdar-i memalik" makamından gelmektedir. Terim, "defter" ile "dar" sözcüklerinin bileşiminden oluşmuş olup, "defter tutan" anlamına gelmektedir.82 - Nişancı; Nişancı sözcüğü Farsçadaki "nişandan" sözcüğünden gelmektedir ve "bir şeyi belli etmek için konan işaret, alâmet, ya da belge" anlamına gelmektedir.83 Divan örgütünün ilk kurulduğu andan itibaren varolduğu sanılan bu kurum Selçuklulardaki "tuğrai"lere eş olmaktadır. Nişancının görevi ferman, berât, name, ahid-name, hüküm vb. gibi devlet yazılarının baş tarafına sultanın imzası anlamına gelen "nişanı" koymak, bir başka deyiş ile "tuğra çekmektir". Bu göreve genellikle "reis ül küttab"lıktan gelinirdi. Yukarıda değindiğimiz Osmanlı Divanı'nın "Dört Sütununun" dışında kimi önemli divan üyeleri daha vardır. Bunlar arasında özellikle derebeylik üzerinde birkaç satırla durmak gerekir. Gerçekten derebeylik sıfat ya da makamı aslında bir düzeyi, bir rütbeyi açıklamakla birlikte, beylerbeyleri, sancak beylerin üstü olarak Osmanlı yönetiminde kapıkulunun temeli durumundadırlar. Ayrıca örneğin bir nişancı da beylerbeyi rütbesinde olabilirdi. Diğer divan üyeleri arasında İstanbul Şehremini, Kaptan-ı Derya'yı vs. saymak mümkündür.
<" H. Uzunçarşılı, "Defterdar", İ.A., c.3, s.506. ra)7ip Gökbilgin, "Nişancı", I.A., c.9, s.299-302.
^640 İngiliz Devvrimi
., . , „-, .. t 1 ,#ıgelişimlerin başlangıcı olmuşunya tarihinde 17. yüzyıl yeni ba/ ° \ * ö ^... . ... • r J ■• fiildeki etkinliği çok önemli bir T —^ tur. Kilisenin dünyevi iktidar uze ..,.., . , ,. . , .Üşmeler sonucu "Protestanlık olçude sarsılmıştı. Luther 1 izleyen ge? . .. 1 , ■ ^sınde geniş bir özgürlük ortamı T, Kuzey Avrupa nm liman kentleri çevrem , , ' i ., ,„ , . .^nın dışına çıkmıştı, oluştururken, ingiltere papalığın etkısıf ..... i ... _ . ., , .. Act üzerinde durmak isted iğimiz İngiliz Devrimi ne geçmeden orv i• 1 -ıı 1 £• • ticaretin Afrika'nın güneyinden bir husus; yem kıtaların keşlinin ve t/ ,, J^İ j • rı 1 1 Avrupa'da ortaya çıkardığı yeaolaşan deniz yollarıyla yapılmasının , •j • nn r 1 r Gerçekten r1 16. 1 /n: A nı dengeler olacak. yu/' - - _/,y' sonlarında Doğu . 6 Akdeniz b-,,,.,1 1 1 • • 11 . „ dağıtımını yapan italyan kentKanahyla gelen ticari malların Avrup># , , . İP-; u. 4. ■ ■■ ■• ı-ı 1 • t -'Ya kaptırmışlardı. İspanya ve 'en, bu ticari üstünlüklerim ispanya*. Portekiz bir yandan yeni bulunan klt ^^ akaa S6rVetler' hl1 y™' dan da Afrika'nın güneyinden dolaş ^ ^ *** °kyanUSU VC "" dınrlar, ...••_ TT 1 J - . - ^H yolları elde bulundurmanın uınaa n tum Uzakdoğu ya uzanan ti c^ verdi&; o„„ -11 1 ■■ 1 1 ydi. Daha sonra bunlara rakip vcraıgı avantajlarla çok güçlenmişle/
D
1
e,-.. , ^dtrnen Welt), Speatmittelalter, Renaissance, fscher uıeltgeschicbte (DieGmndlegung der nı^ jA T -İ- ir ,nnt, v 6 6 D-e . \fi_amano und A. Tenentı Frankfurt, 1967 bkz. lorma tıon Herausgegeben und verfasst von R^. ' «■253 vd.
62 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
olarak iki denizci devlet daha ortaya çıkacaktır. Bunlar İngiltere ve Hollanda'dır. 16. yüzyılda Seville Limanı kanalıyla sömürge ya da yeni bulunmuş kıtalardan İspanya'ya giren altın ve gümüş miktarı inanılmayacak kadar çoktur. Bu değerli madenler buradan tüm Avrupa ve hattâ Avrupa dışı ülkelere dağılıyordu. 1503-1560 arasında bu limandan İspanya'ya giren gümüş ve altın miktarı, yirmi yıllık dönemler olarak aşağıdaki gibidir.2 Yıllar
Gümüş (kg.)
Altın (kg.)
1503-1520
-
14.000
1521-1540 1541-1560
86.000 488.000
19.000 67.000
Ancak burada son derece ilginç bir gelişme olarak şunu belirtebiliriz ki; İspanya'ya akan bu çok büyük servet, daha sonra İngiltere'de göreceğimiz gibisinden bir burjuvazinin doğuşuna yolaçmamış ve İspanya denizlerdeki üstünlüğünü Hollanda ve İngiltere'ye kaptırdıktan sonra tarih sahnesindeki başrolünü bırakarak, daha ikinci planda rollerle yetinmek zorunda kalmıştır. Bu gelişmenin nedenlerini irdelemek gerçekten çok zordur. Zira neden olarak Katolik kilisesinin aşırı gücünü ileri sürersek, o zaman karşımıza şu soru çıkacaktır: "Neden İspanya'da İngiltere'de olduğu gibi, kilisenin, daha doğrusu papalığın gücünü kırma yönünde bir eğilim ortaya çıkmadı?" Bu sorunun yanıtını vermek de doğrusu pek mümkün olmamaktadır. Elbette İspanya'nın coğrafi konumu; İslâmiyet'ten gelebilecek tehlikelerin İspanyolları bu konuda daha duyarlı yapmış olması vb. gibisinden birtakım nedenler ileri sürülebilir. Fakat bu yanıtların hiçbirinin konuya tam bir açıklık getirdiğini söylemek mümkün değildir. Belki de ileri sürülebilecek nedenler arasında en akla yatkın olanı, İngilizlerin ve Hollandalıların bu işi bir "ticaret" olarak görmelerı2
A.g.e., s.321.
1640 i n gili z devrimi
ve buna uygun bir toplumsal yapı oluşturrr*ıalarına karşın, İspanyolların ve Portekizlilerin bu işi bir "din işi" ve '"-'yağmalama" olarak görmeleri ve buna göre örgütlenmeleridir. ne
İNGİLİZ DEVRİMİNİN TEMELLERİ Genellikle Kıta Avrupa'sı devletlerinde gör -düğümüz "Tanrısal-mut-lak" monarşi aşaması İngiltere'de pek görülmemiştir.3 Bunun çok farklı nedenleri vardır.4 Fakat İngiltere'nin Avrupa kıtasındaki gelişmelerden tümüyle bağımsız olduğunu ileri s~ ürmek de mümkün değildir. Aslında 15. ve 16. yüzyıllarda İngiltere'dJe de merkezî krallığın aynen kıtada olduğu gibi güçlendiğini gözlemesskteyiz. Ancak 17. yüzyılda yerel ve ulusal düzeydeki temsilî güçler bu^ gelişmeye karşı çıkmış ve tam anlamıyla bir "iktidar paylaşımı" olrn-ıuştur. Parlamentoyla-Taç arasındaki bu paylaşım kavgası "ingiliz Devrimi" olarak adlandırılır. Fakat bu paylaşımın da neden kıtada değil, ^İngiltere'de olduğunun bir parça irdelenmesi gerekmektedir. İngiltere 5. yüzyılda Batı Roma'nın e egemenliğinden kurtulduktan sonra, siyasal birliğini ancak 11. yüzyılda oluşturabilmişti.5 Her ne kadar Katolik kilisesi daha önce de değindiğimiz gibi, merkezî bir örgütlenme oluşturabilmişse de; bu, siyasal bir birlik olmaktan çok uzaktı. İngiltere'nin bu dönemde kralın dacmşmanlarmm, kont ve baronlarının ve yüksek rütbeli subayların bir^raya geldikleri ve "vitan" adı verilen meclisleri vardı. 14 Ekim 1066'daki Hastings Savaşı donrasında kesinleşen Nor-man egemenliği sırasında İngiltere toprakla;;,-,, aym zamanda Norman-d>a Dükü olan "Piç" Guillaume tarafından adamlarına dağıtıldı. Böy-kce merkeze sırasında başkaldıracak bağırr^sız senyörlerin ortaya çıkmasını engellemiş oldu.6 ™«. Dünya Tarihi (ve Çağdaş Uygarlık), s.142 vd. u nedenler konusunda bkz. Çam, Esat, Devlet Sistemleri j\j iktisat Fakültesi Yay., İstanbul, 5 1982,s.l7vd. devrimler Ansiklopedisi, Gelişim Yayınlan, c.4, s. 724 v^ S °ysal, Mümtaz, Anayasaya Giriş, AÜSBF Yay., 271, 2. baskı, Ankara, 1969, bkz. s.26 vd.
*>4 biri. . . --------- «ı bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
Ancak İngiltere'ye Normanların zorlamasıyla kabul ettiril ^ düzen, pek çok bakımlardan kendine özge bir nitelik tas ü ay '• Her ne kadar krallar, ortaçağda kıtada gördüğümüz diğer k ar gloi; zaman zaman kendi egemenliklerini tanıyan soylu kişiler yarîk görüşlerini alırlarsa da; yani bir anlamda basit meclis],-; 0| urur'arsa da; İngiltere'deki durum bunun biraz daha ilerisinde id' erç%en İngiltere'deki parlamentonun kaynağını o dönemin feodal uKunda buluyoruz. Buna göre kral, özellikle vergi salma konusun-a ^allarının görüşlerini almak zorunda tutulmaktaydı. Bu meclisle-n^iltere'de Norman istilasından sonra "Magnum Consilium" adı ven "lişti (Aynı zamanda Curia Regis adı da verilirdi ve bir noktadc lti uyup-uymamakta özgüf olduğu yasama a işlevi yanısıra, yargı or §anı Vumundaydı). Zaman içinde kralın yetkileriyle parlamento arasında bazı paya lm § W ortaya çıkmaya başladı. Bunlar arasında en önemlisi 1215'de ra ^ John'un imzaladığı "Magna Carta"dır. Bu belge aslında soylu' kralın otoritesini sınırlayabilmek için giriştikleri bir savaşımın sonuc Udur ve Kral I. John bu belgeyi imzalamakla, toprak sahibi soyarlf > onayı olmadıkça yeni vergiler salmamayı taahhüt etmektedir. Aslında 63 maddelik bu fermanda, kralın baronların onayı olma '^ça vergi satamamalarının yanısıra; çok önemli iki husus daha var u Bunlardan birincisi kişi dokunulmazlığı ve güvencesi ile ilgiüyA' 7 XI
o
o
'' ^na göre yetkili yargı organınca verilmiş bir karar olmadığı sü-rece' dişilerin tutuklanması yasak sayılıyordu. İkincisi ise; kralın ve onun %dma devlet işlerini yönetenlerin denetlenmesine getirilen kimi ilkeler İçj' Parlamento sözcüğünün de o dönemlerde gündeme geldiğim yaygm ^ biçimde uygulanmaya başlandığını gözlemekteyiz. Gerçe ten In§iliz "magnum Consilium"larında bu sözcük ortaya çıkmıştır- Bı anlam^ja damşman 0lara]< oraya giden kimselerin oluşturdukları mec hslere ^aman içfncJe " parlamento" adı verilmiştir. Toplantılara Fra 'mler Ansiklopedisi, s.726 vd.
1640 ingiliz devrim i
1
, • "parler" sözcüğünden türetilen ve konuşma toplantısı anla-I n "parlment" ya da "parlimentum" ya da "parliament" sözı • n vakıştırılması da aynı yüzyılın bir sonucu olacaktır.8 Avnı sözcüğün Türkçemize geçmesi çok daha sonraları ve İtal• olacaktır. Ve bu sözcük Türkçemizde "parlamenter", "parlter" "parlömanter" vb. gibisinden değişik biçimlerde kaleme
alınmıştır. Artık "parlamento" olarak rahatlıkla isimlendirebileceğimiz İngiliz Meclisi'nin hak ve yetkileri 13. yüzyılın sonlarına gelindiğinde adamakıllı artmıştı. Zaten parlamentoya katılan kişilerin sınıf ve katmanları da adamakıllı değişmiş durumdaydı. Örneğin Soysal'ın da vurguladığı gibi; 1295'te Kral, I. Edvvard'ın düzenlediği toplantıda parlamentoya katılanlar arasında baronların yanısıra, şövalyeleri, din adamlarını ve bir anlamda burjuvaziyi görmemiz de mümkündü. Zaten bu meclise "örnek parlamento" adı verilmişti. İşin bu aşamaya gelmesi de pek kolay olmamıştı. Böylesine farklı grupların parlamento içinde yeralması uzun süren savaşımların bir sonucu idi. Örneğin 1312-1327 arasında hüküm süren III. Edward, kral ve "magnum consilium" tarafından onaylanan bir yasanın, tek başma kral tarafından değiştirilemeyeceği ilkesini kabul etmişti. İngi12 parlamentosunun "babası" olarak da anılan Simon de Montfort'un >abalarıyla 1261 ve 1264 toplantılarına kimi kent ve kasabaların temsil '1 ■ • 1 ennın katılmaları da sağlandı. Zaten bundan bir aşama sonrası <örne k parlamento" olacaktır. U dönemde İngiliz parlamentosunda beş tür üyeye rastlanmakoaronlar, yüksek rütbeli din adamları, şövalyeler, burjuvalar 'e kasaba temsilcileri) ve kilise temsilcileri. Kilise temsilcilerinin aya girmekten çekinmeleri nedeniyle girmedikleri bir çatlama a beı. > iki meclis oluştu. Bunlardan biri baronlar ve yüksek rütVç i . amıanndan oluşan "lordlar kamarası" öbürü de şövalyeler balardan oluşan "avam kamarası". Ancak bu iki meclis, kra-> a-g-e., s.27 vd.
n
66 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
VIII. Henry'in Kiliseden Kopması ingiltere'de Papalığa karşı olan tepkinin kökeni VIII. Henry'in tahta çıkışından çok öncelere dayanmaktaydı. Ancak tepkinin belirgin hale gelişi ingiliz siyasetinde tıkanıklığın baş gösterdiği VIII. Henry iktidarıyla oldu. İzlediği politikaların iflas ettiğini gören VI-II. Henry, saygınlığını yitirdiğine inandığı bir anda tüm dikkatleri üzerine çekecek bir karar aldı. Catherine'le olan evliliğinden erkek çocuğu olmaması ve 1516'da doğan kızı Mary dışındaki tüm çocuklarının doğum öncesinde ya da sonrasında ölmesi, hanedanın geleceği açısından tehlikeli bir durum oluşturuyordu. VIII. Henry bunun nedeni olarak kardeşinin dul eşiyle evlenmesini görüyor, bunun için bir an evvel ondan boşanarak Anne Boleyn'le evlenmenin yollarım arıyordu. Ancak evliliğinin geçersiz kılınması için Papalığa yaptığı başvurudan istediği yanıtı alamadı. Papa VII. Clemens, aynı zamanda V. Karl'ın halası olan Catherine'i boşayarak Karlın düşmanlığını kazanmak istemiyordu. Böylelikle sorunun yasal yollarla çözülme girişimi sonuçsuz kaldı. VIII. Henry'nin davanın ingiltere'de görülmesi yolundaki teklifine olumlu yanıt verilmeyince, 1532'de danışmanlar kurulunun denetimini ele geçiren Thomas Cromvvell'in de yönlendirmesiyle İngiltere kilisesinin Roma'dan ayrılmasına karar verildi. Bu karar ingiltere kilisesini, başında Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcisi kralın bulunduğu, ruhani işlerden sorumlu bir devlet kuruluşu haline getirdi. VIII. Henry Ocak 1533'te Anne Boleyn ile evlenirken yeni atanan başpiskopos Thomas Cranmer başkanlığındaki mahkeme ilk evliliği geçersiz kıldı. Papa'nınmisilleme olarak VIII. Henry'i aforoz etmesi önemli bir yankı uyandırmazken, ülke içindeki muhalefet sert biçimde bastırıldı. Ütopya'mn yazarı Thomas Moore bu sert önlemlerin kurbanları arasındaydı. VIII. Henry'in aldığı bu karar onun yeryüzünde kraldan başka üstün kimsenin bulunamayacağı şeklindeki inancına uygun düşüyordu. Ancak bu durum onun kendi içinde çelişik Tanrı'nın yasalarına uyması gerektiği şeklindeki duygular yaşamasına engel değildi. 1521'de yazdığı Martin Luther'e Karşı Yedi Sav başlıklı kitapta Roma'ya bağlılığını dile getiren ve Luther'i ağır şekilde itham eden VIII. Henry, Papalık tarafından "imanın savunucusu" unvanıyla ödüllendirilmişti. Ancak yaptıklarıyla birden bire Roma'dan bağını kopararak hiç de benimsemediği Protestan reform hareketini destekler duruma düşmüştü.
la karşı haklarının korunması sözkonusu olduğunda sürekli olarak işbirliği yapmışlardır. Yukarıda anlatmaya çabaladığımız süreç elbette İngiltere'deki sosyo-ekonomik gelişmelerin nedeni değil; sonucudur. Bu arada üzerinde durulması gereken çok önemli bir başka gelişme de "1381 Köy
1640 ingiliz devrimi
İÜ Ayaklanmalaradır.9 Bu ayaklanma İngiliz feodalizminin sonu ol-mUş ve topraksız köylülerin kentlere doğru olan göçlerini de çok önemli ölçüde hızlandırmıştır. İngiltere'deki Norman egemenliği 1455-1485 arasındaki "Çifte Güller Savaşı"na dek sürdü. 1485'te tahta çıkan Tudor hanedanı döneminde İngiltere hızlı bir kapitalistleşme dönemine girdi. Yeni toprak düzeni içindeki mülk sahibi "yeomanlar" da tarım kesimindeki büyük verim artışıyla bu süreci desteklemekteydiler. Ancak bu dönemde İngiltere'nin dışa açılması önemli ölçüde tekstille olduğu için, devlet koyunculuğu desteklemeye başlamıştı. Ve eski yeomanlar, çevrelerindeki toprakları da şu ya da bu biçimde ele geçirerek büyük çiftlikler (enclosu-re) oluşturarak koyunculuğa başladılar. Ancak bu kez de devlet ters yönde müdahaleye başlamak zorunda kaldı (Sahip olunabilecek koyun sayısının sınırlanması vb. gibi). Bu dönemdeki bir başka önemli gelişme İngiltere'nin Katolik kilisesinden, yani papalıktan kopmasıdır. İngiltere'deki tarıma uygun toprakların yüzde yirmisini elinde tutan kilise, papalıktan kopunca, bu topraklar da hîzh bir biçimde mülkleşmeye başladılar. Aynı dönemde kent loncalarının tüm tutucu çabalarına karşın sanayi ve ticaret de hızla gelişmekteydi. Bu gelişme ise kuşkusuz, İngiliz burjuvazisinin gelişmesi demekti. Ve bu gelişen burjuvazi ve onun kalesi olan parlamento Tudor hanedanını, yani son olarak VIII. Henri ve I. Elizabeth'i destek-üyorlardı. Zira bunlar papalığa karşı çıkarak, İngiltere'de sağlanan kaynakların İngiltere dışına çıkmasını engelledikleri gibi; dünya ticaret egemenliği konusunda İspanya ile de kıran kırana bir savaşa girmek-en Çekinmemişlerdi. Ancak Kraliçe I. Elizabeth'in ölümü üzerine tah-geçen Stuart hanedanı bu desteği yitirecek ve bunun sonucu da İn-8'lız Devrimi olacaktır.
9
paklanma konusunda bkz. Hilton, R. H. ve Fagan, H., "Der Englische Bauernaufstand von 8r\ İngilizce'den çeviren Dr. G. Lessig, Berlin, 19J3.
68 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sori
Cornellius Ketel'İn ı. Elizabeth tablosundan^-
İNGİLİZ DEVRİMİ'NİN AŞILARI İngiliz Devrimi'nin niteliği ko*unda iki farklı temel anlayış vardır. Bunlardan birisi bu devriminin "püriten devrim" olduğu, yani din farklılıklarından yola çıkılara! Satılan bir devrim olduğu; diğeri ise bunun sınıf temeline dayanan lir "burjuva devrimi" olduğudur. Bize kalırsa bu görüşlerden ikincisıprçeğe daha yakın görünmektedir. Ancak olay içindeki din öğelerini ihmal etmemek gerekir. Kraliçe Elizabeth'in ölümü üzerine İngiltere tahtına I. James adıyla geçen İskoçya Kralı IVJımes, kendinden önceki İngiliz krallarının parlamento ile paylaşmakları iktidarın tümünü kendi ellerinde toplamak istiyordu. Dinııdenetimi de bunlar arasındaydı. Püriten devrim görüşün {öre iç savaş ve bunun sonucundaki devrim, "İngiltere'de dinin, kilisenin, piskoposlar ve başpiskoposlar tarafından yönetilmesi gibi oto* ya da kilisenin cemaatinin seçilmiş
1640 ingiliz devrimi 69
•yeleri tarafından yönetilmesi gibi temsilî bir nitelik taşıması sorunuydu "10 Yani, kimi bakımlardan tutucu olmalarına karşın demokrat nitelikli püritenlerle ve bunları destekleyen parlamento ile; merkeziyetçi, mutlakiyetçi bir Anglikan kilisesini destekleyen kral arasındaki çatışmada bu. Zaten I. James tahta geçer geçmez İspanya ile de barış yapacak ve Avrupa'nın her yanında Protestanlara karşı hareketleri destekleyecektir. Kaldı ki Stuartlar uzun dönemde Anglikan kilisesi ile papalık arasında bir uyum ve sentez umudunu da taşıyor gibi görünmektedirler. Buna karşılık ikinci görüş dinin yanısıra bir dizi başka etkenleri de gözönüne almak durumundadır.11 Gerçekten Christopher Hill'in belirtmiş olduğu gibi; o dönemde din ve dış politika sorunları içice geçmiş gibidir. Ve I. James'in ileri görüşlü olmayan ve İspanyol sempatizanı politikası nedeniyle çok önemli ölçüde fırsatlar yitirilmiştir. Gerçekten, ".. monarşinin dış politikası İngiltere ve Avrupa'daki gericiliğin çıkarlarını yansıtıyordu. Dış politikada köklü bir yön değişikliği ancak toplumsal düzende köklü bir değişiklik ile mümkün olabilirdi." Bu arada krallığın içinde bulunduğu çok ciddi ekonomik sorunlar üzerinde de durmak gerekir. Örneğin I. James tahta çıkışını izleyen yıllarda 775.000 Sterling tutarında devlet toprağını satmak zorunda kalmıştı. Ve gene bu arada yeni gelir kaynakları aramak zorunda olan krallık soyluluk unvanlarını ve özellikle "baronluk" unvanlarını paray-« satmaya başladı. Ve elbette bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak ülkede hiç de istenmemesi gereken bir "soylu enflasyonu" ortaya çıktı. Bu ve buna benzer gelişmeler I. James ve onu izleyen ve İngiliz evrimi sonucu yaşama veda edecek olan I. Charles'ın parlamentoyla tasının gitgide açılmasına neden oldu. Özellikle babasının ölümü üzene 1625'te tahta çıkan I. Charles zamanında bu çatışma artık geri °nulmesi çok zor olan noktalara ulaşmıştı. Her ne kadar parlamen-' l628 yılında çıkardığı "Haklar Bildirisi" ile, parlamento kararı ol-Ksızın vergilendirmenin ve yasadışı tutuklamaların olamayacağını İl RkZ' Devrimter Ansiklopedisi, s.722-726. konularda geniş bilgi için bkz. Hill, Christopher, 1640 Devrimi, çev. Neyyir Kalaycıoğlu, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1983, s.43 vd.
ilan etmiş, bunu krala oıW'atmışsa da, I. Charles'ın yasadışı davranışlarını engellemek mümkii» olamıyordu. Zaten I. Charles haklar bildirisini, "Petition of Rights', onayladıktan çok kısa bir süre sonra parlamentoyu kapatarak kendi başkanlığında bir hükümet oluşturacak ve Anglikan kilisesinin de desteğiyle on bir yıl sürecek olan bir baskı rejimi uygulayacaktır. Bu baskı döneminde İngiltere'nin özellikle parasal sorunlarına çözüm bulma konusunda yetersiz kalan kral, 1640 ilkbaharında parlamentoyu yemden toplat zorunda kaldı. Fakat toplanan bu parlamentonun istediği vergi yasalarını çıkarma konusundaki olumsuz tutumu üzerine bu parlamentoyu dağıttı. Üç hafta kadar açık kalan bu parlamentoya, "kısa parlamento" adı verilir. Aynı yılın kasım ayında parlamentoyu yeniden toplamak zorunda kalan I. Charles ve hükümeti, bu kez daha uzlaşmacı bir tutum içine girdiler. Ve 3 Kasım #'ta açılan bu parlamento, sekiz yıl sürdüğü için "uzun parlamento" olarak adlandırılır. Ve bu sekiz yılın ilk altı-yedi ayı sırasındaki gelişmelerin toplamı "İngiliz Devrimi"ni oluşturur. Bu parlamento daas'mda kendinden önceki parlamentolar gibi eşraf ve zengin tüccarları temsil ediyordu. Fakat bu kez parlamento dışındaki muhalefet, parlamentoyu kesin ve katı kararlar yönünde zorluyordu. Bu parlamentonun karşı karşıya bulunduğu temel sorunları şöyle özetlemek mümkündür: - Her şeyden öncekim bakanlarının ve diğer sorumluların görevlerinden alınmaları t cezalandırılmaları isteniyordu. Gerçekten buna uygun bir biçimde ağır bir yargılama dönemi başladı ve kralın bakanlarından bir kısmı idam edildi, bir kısmı hapse atıldı ve bir kısmı da İngiltere dışına kaçmayı başarabildiler. - Parlamentonun »zerinde durduğu ikinci sorun kralın emri altında sürekli bir ordu bulundurulmasının engellenmesi idi. - Kralın, özellikle parlamento denetimini kırma amacına yöne' lik parasal önlemlerini dıriurmak, 12 HiU, Christopher, a.g.e., bkz.s$-
1640 ingiliz devrimi "JİX
- Ve son olarak parlamento kilisenin denetiminin kendi aracılığıyla yapılmasını istiyordu. I. Charles yardımcılarının harcanması konusunda oldukça cö-jnert davrandı, fakat iş kendi haklarına geldiği zaman aynı cömertliği gösteremedi. Çeşitli savaşımlardan sonra parlamento ile kral arasındaki anlaşmazlığın barışçı yollarla çözümlenemeyeceği anlaşıldı ve 1642 Ocak ayında daha önceleri çok sert yöntemlere başvurmaktan çekinmeyen I. Charles Londra'yı terkederek, savaşımı daha iyi kabul edebileceği yörelere çekildi. Savaşın ilk yıllarında "şövalyeler" adı verilen kralcı birlikler daha başarılı görünüyordu. Zira savaş alışkanlıkları vardı ve buna göre yetiştirilmişlerdi. Saç biçimlerinden ötürü kendilerine "yuvarlak kafalılar" ismi verilen parlamento birlikleri bilgi ve deneyim eksiklikleri nedeniyle önceleri çok zor günler geçirdiler. Ancak zamanla bir denge oluştu. Bu arada yeni bir askerî ve siyasal liderin ortaya çıktığını görüyoruz: Oliver Cromvvell. Cromvvell, ismini ilk kez "uzun parlamento"da duyurmuştu, iç savaş başlayınca Doğu kontluklarının savunulması görevini üstlendi. Gerçekten o dönemde "şövalyeler", parlamento ordularını çok sıkıştırmaya başlamıştı. Crormvell'in "ironsides-demir saflar" ismi verilen kıtaları bu saldırıları engellediği gibi, yıldızı gitgide parlayan CromwelPin komutası altında kralcı kıtaları püskürtmeye başladı. 1646 Naseby Savaşı'ndan sonra şansın kime güldüğü belli oldu. Par-Jamento ve Cromvvell Savaşı kazanmışlardı. Ancak daha sonra ne yapılacağı konusunda parlamento üyeleri arasında bir düşünce birliği y°ktu. Ayrıca "ordu" da parlamento dışı bir baskı aracı olarak kendi talepieriyle ortaya çıkıyordu. Karşı taraftaki bu karışıklıktan yararlanan kralın kaçması üzelne iç savaş yeniden başladı. İç savaşın başlaması ordunun ve Crome " m durumunu güçlendirdi. Kralcılara karşı savaşı gene kazanan Pariamento, bu kez yakaladığı I. Charles'ı yargılayarak 30 Ocak 4 " da boynunu vurdurdu. Ve bunun ardından İngiltere "özgür bir
72 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
Cromvvell Cromvvell lord prottaty sırasında ateşli Püriten gençlik yıllarında olduğundantjtrJaha cemaatler
hoşgörülüydü.
kerdtemsitcilerini
seçme
Piskoposluklar hakkına
feshedilip
sahip
olunca
rahatlamıştı. Katoftoıın döneminde öncekinden daha iyi koşullarda yaşamaya haşladılar. Birçok aşın Püriten Quaker huzuru bozdukları gerekçesiy.e hapis cezasına çarptırılmakla beraber Cromvvell, Quakerlıaretetinî başlatan Friends derneğinin kurucusu George Fox ilektpilişkiler içindeydi. Kimi değerlendirmelere göre "keyfi yönetime" karşı olmanın dışında hiçbir düşüncenin katı biçimde fcıip olmamıştı. 1657'de kral olması konusunda Parlamento'Btilifi
karşısında
bocalamış
ancak
sonunda
reddetmişti. 17. yüzyılın sonlarında her ne katar ama kötü bir adam olarak lanetlen-mişse de ingiltere'yi büyük bir ülke haline getirdijihU edilmiştir. Öte yandan 19. yüzyılda tarihçi Thomas Carlyle'ın etkisiyle I. Charles'ın mutlatiyetçiliğtni yıkan anayasa reformcusu olarak kabul edilmiştir. Günümüzde ordu içindeki radikalhveketi bastırması ve Levellers'ın politikalarına karşı çıkması nedeniyle Marksist tarihçilercetaimeihanette suçlanmakla birlikte, iç savaştan sonra siyasal istikrarı kuran, anayasal hükümetimdinsel hoşgörünün gelişmesine katkıda bulunan yurtsever bir yönetici olarak görülmekte*.
cumhuriyet" olarak ilân edildi. Fakku, salt lafta kalan bir cumhuriyet olacak ve asıl güç Cromwell'inellerinde toplanacaktır. 1651'de II. Charles'ın İslaça'da krallığını ilân etmesi ve Cromwell'e saldırması üzerine parlamento içindeki karşıtlarını da ezme olanağını buldu. Gerçekten öıcelerchester yakınlarında II. Charles'ın ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattıktan sonra, Londra'ya döndüğünde parlamentoyu kapattı ve blyönetimini kurdu. Bu arada kendisine krallık teklif edildiyse debmbbul etmemişti. Cromwell'in dikta yönetirnı.öldüğü 1658 yılına dek sürdü. Öldükten sonra gerek İngiliz siyasalyajamında, gerekse ordu içinde bir lider boşluğu ortaya çıktı. Kimilerinin, Cromwell'in oğlunu yürütmenin başına geçirmek istemeleri deli sonuç getirmedi. Sonunda toplanan bir kurul, Stuartları yeniden takta çıkartmaya karar verdi ve 1660'ta II. Charles yeniden İngiliz taktına çıktı. Bunu engelleyebilecek
1640 ingiliz devrimi 73
tek güç °lan ordu, kendi iç karışıklıklarıyla uğraşmakta olduğundan, herhangi bir biçimde müdahale edememişti. Stuartlar yeniden tahta çıkınca, Cromwell'in adamlarını yönetimden temizlemekle birlikte, parlamentoya karşı çok saygılı davrandılar. Zaten İngiliz demokrasisinin sarsılması çok güç olan temelleri de bu arada atıldı. Önce 1679'da "Habeas Corpus Act" çıkartıldı. Bireysel hak ve özgürlüklerin güvencesi olan bu yasa, yargı gücüyle, yürütme arasındaki dengeyi kuruyor ve tüm İngiliz vatandaşlarının yargıç kararı olmadan tutuklanmalarını ve uzun süre gözaltında tutulmalarını yasaklıyordu. Daha sonra 1689'da çıkartılacak olan "Bili of Rights" ile de siyasal sistem içinde, parlamentonun ağırlıklı yeri belirleniyor ve kral tarafından onaylanıyordu. Bu yasanın parlamentonun yetkisiyle ilgili hükümlerini şöyle özetlemek mümkündür:13 - Kral, parlamentonun onayı olmaksızın, yasaları ve bunların uygulanmasını durduramayacaktı. - Kral tarafından, parlamentonun onayı olmaksızın ya da parlamentonun onayladığından daha uzun süreler için yapılan vergi toplamaları yasadışı sayılacaktı. - Barış zamanlarında, parlamentonun onayı olmaksızın sürekli ordu toplanması ve bulundurulması yasaklanmıştı. - Parlamento üyelerinin seçimi özgür bir biçimde yapılacaktı. - Parlamento içinde yapılan tartışmalardan ötürü parlamento üyeleri, parlamento dışında hiçbir biçimde sorumlu tutulamayacak ve nı Çbir biçimde kovuşturmaya uğramayacaklardı. - Parlamento sık sık toplantıya çağırılacaktı. Görülebileceği üzere bu ilkeler, bağımsız bir yasama gücünün işeyebileceği ve bekleyebileceği tüm noktaları ve ayrıntıları kapsamakaa 'r. Zaten bu temeller ve bu denge üzerine oturmuş olan İngiliz deokrasisi günümüze dek, ciddi sayılabilecek hiçbir buhran ve zorlama 8lr'Şİmi olmaksızın yaşamını sürdürebilmiştir. St Devrimler..., s.748.
Aydınlanma
G
enel olarak "aydınlanma" sözcüğü ile, 18. yüzyılda egemen olmaya başlayan dünya görüşü anlatılmak istenir.1 İlginç bir biçimde, böyle dönem anlatan sözcükler farklı dillerde farklı olabilirken, "aydınlanma" sözcüğü tüm Batı dillerinde eşanlamda çevrilebilen sözcüklerle ifade edilmektedir. "Akıl, doğa yasası, ilerleme, 18. yüzyılın, Aydınlanma Çağı'nın kilit sözcükleri işte bunlardı. Bu çağda, birçokları 'beşeri' aklın insanları geçmişin yanlışlık ve bahtsızlıklarından kurtarabileceğine, onları sürekli bir barışa, bir ütopya yönetimine ve yetkin bir topluma götürebileceğine inanmışlardı. Akıl varoluşu düzenleyen doğa yasalarını ortaya çıkaracak, böylelikle de insan ırkının ilerlemesini sağlayacaktı.' Aslında kavram olarak aydınlanma "ortaçağ karanlığından" Urtulan insanı ve insan düşüncesini açıklamak amacına yönelik bir tscher, E- Müller, "Aufklaerung", Marksismus im Systemvergleich I Herausgegeben ; CD. Kernig Herder, Herder Ver., Frankfurt, 1974, s.174. D«nya Tarihi, s.213.
birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
kavramdır. Artık karanlık bir dönemden kurtulmak ve bunun yerine aydınlık bir döneme geçmek sözkonusudur. Bu kavram ya da sözcük de dönem anlatan diğer sözcükler gibi; daha sonraları kullanılmaya başlanmıştır. Sözcüğün ilk kez 18. yüzyılın ortalarında kullanılmaya başlandığı görülmektedir. Yukarıda da değindiğimiz gibi, "aydınlık çağı" insan aklının egemen olmaya kararlı olduğu, insan aklının ön plana çıkmaya çabaladığı bir dönemdir. Bu yönüyle "Rönesans'ın" ve "Hümanizmin" bir uzantısı, bir tamamlayıcısı durumundadır. Yeni kıtaların getirdiği ticari canlılık, düzenli denizyolları vb. gibi nedenlerden kaynaklanan "gelişmiş uluslararası ilişkiler" doğa bilimlerindeki gelişme ve buluşlar ve tüm bunların bir sonucu olarak "burjuvazinin gelişimi" aydınlanmanın gerektirdiği nesnel ortamı oluşturmuşlardı. Avrupa insanının kendine güvenini arttıran sürekli bir ilerleme, geçmişin "karanlığını" geride bırakıyordu. Bağımsız bireyin "aklı" her türlü "gelenek" ve "otorite" görüşünün üzerinde yeralıyordu.3 Aydınlanma Avrupa'da üç ayrı merkezde, birbirine paralel bir süreç içinde ortaya çıktı: İngiltere, Fransa ve Almanya. Fakat siyasal model sorununu daha önceleri çözmüş bulunan İngiltere'de "aydınlanmanın" Fransa ve Almanya'ya oranla daha önceleri başlamış olduğunu söyleyebiliriz.* Cherbury Lordu Erbert (1583-1648) gibi düşünürlerin öncülüğünü yaptıkları ve kesin biçimini John Locke'de bulan anlayışa göre, önce insan aklına dayanan doğal bir din çerçevesinde toparlanmak gerekliydi. Ancak kimi düşünürlerin bu anlayıştan yola çıkarak "aydınlanmayı" bir anlamda "ateizm" olarak değerlendirmek istemeleri son derece yanlıştır. 3
4
Aydınlanma konusunda herkesin fikir birliği içinde olduğu mudak bir tanım vermek zordur. Örneğin "Aufklearung und Gedankenfreitheİt" (Aydınlanma ve Düşünce Özgürlüğü) başlığını taşıyan bir derlemede (Edition Suhrkamp, Frankfurt am Main, 1977, s.54 vd.) toplu yazılan bir makalede Önce değişik düşünürler tarafından verilen on iki ayrı tanım sergilenmekte ve bu sayının kolayca yükseltilebileceği vurgulandıktan sonra, farklı tanımların nedenleri verilmektedir. Gene aynı kitapta Zwi Batscha'nın yazmış olduğu "Giriş" (s.743) konu açısından son derece ilginçtir. I. Fetscher, E. Müller, a.g.m., s. 175.
aydınlanma 77
Kaldı ki, İngiltere'de "aydınlanma", böylesine radikal denilebilecek bir yol izlerken, Fransa'da çok daha ılımlı bir çizgi izlenmekteydi. Fransızca yazan düşünürler, Aydınlanma Çağı'nın öncülüğünü Fransızlardan başkasına pek bırakmak istemezler.5 Fransa'da bu işin çok gerilere doğru uzatılması mümkünse de,6 bize kalırsa "aydınlanmanın" Fransa'daki öncüsü eleştirisel tarih "sözcüğünün" yazarı Bayie (16471706) olmaktadır. Ancak aydınlanmanın salt Fransa'da değil, tüm dünyada en büyük ve önemli temsilcisinin Voltaire (1694-1778) olduğuna kuşku duyulmaması gerekir. Fakat aydınlanmanın önünde dev bir isim olarak nasıl Voltaire duruyorsa, bir de dev kurumdan söz etmek gerekir: Ansiklopedi. Di-derot (1713-1784) tarafından ve başta kilise olmak üzere tüm tutucu çevrelerin karşı çabalarına rağmen tamamlanan bu dev eser, "... geçmiş yüzyılların çabaları, gelecek yüzyıllar için yararsız kalmasın; çocuklarımız daha bilgilenmiş olarak, aynı zamanda daha mutlu ve daha erdemli hale gelsinler..." sloganıyla çıkmaktaydı. Yüz altmış kişilik yazar kadrosu arasında Voltaire, Montesquieu, Rousseau, Condorcet, Quesnay, Turgot vb. gibi isimler vardı. Günümüz dünyasına biçim veren düşünce yapısı aydınlanmanın ürünüdür. Siyasal alanda Tanrı kökenli olduğu varsayılan "mutlak monarşiler" yerine "halk egemenliğine" dayanan "meşrutî" rejimlerin felsefî gerekçesi olan "Toplum Sözleşmesi" de en mükemmel biçimini bu çağda bulacaktır. Locke, Montesquieu ve Rousseau'nun siyasal görıişleri, günümüzdeki tüm "izm"lerin kökeni olmaları açısından özellikle önemlidir. Bkz. Dünya Tarihi, s.215 vd. "u Konularda çok ilginç bir eser oarak bkz. Havens, Georg R-, Fikirler Çağı, çev. Dr. Behzat Yeğen, İstanbul, 1971.
Jo birinci bolüm: fransız devrimi, öncesi ve sonras
Voltaire (1694-1778) Eserlerinde hopııasına geniş yer ayıran Voltaire, yaşamı boyunca hoşgüisüpı olumsuz sonuçlarıyla mücadele etmişti. Hükümeti tfcjMiji ve soylulara sataştığı gibi gerekçelerle gençliğin*Bsft'de bir yıl hapis yatmış, ardından İngiltere'de üç yıl sûren sürgün hayatı yaşamıştı, ingiltere'de Fransa'ya göre dalsoMüMduğu
siyasi
ve
dini
hoşgörü
onu
derinden
etkilemİ5,budansonrakî yaşamında hoşgörünün mücadelesini vermişi
Misi
Fransa'da Deizmin öncüsü olarak kabul
edilmekteki,»ire, Deizm anlayışında kusurlu bir dünya ile yetkin bir Inı'julaştırmayı öngörüyor, yaratıcı bir Tanrı olduğundan kojlıiifnuyordu. Bununla birlikte Tanrı'nın yarattığı dünyayı düzeltmek isteyip istemeyeceğin inemeyeceğini düşünüyordu. Bunu şu sözlerle ifade etmekteydi: "Bir saat gördüğümcUııekanizmayı akıllı bir yaratığın yaptığını anlarım. Aynı biçimde bir insan gördüğümde... onuaMı bir yaratığın yarattığı sonucuna va-rırım...gözler görmek, eller tutmak için yapılmıştır."«etve özgürlük gibi kavramlar onun sıklıkla eserlerinde değindiği konulardı. 1730'da ya^ıMı/s'da hürriyetin övgüsünü yapmaktaydı. Adli vakalardan adalet sisteminin bozukluğu»»rşkoymak için yararlanmıştı. Calas'ın Sir-ven'in, La Barre şövalyesinin suçsuzluklarını kabul«.Hoşgörü Üstüne inceleme (1763) adlı yapıtında bağnazlığa savaş açarak aklın zaferi üzerindedurdu.
Aydınlanma Çağı'nın iktisatpolitikası, ilk ifadesini Quesnay'de bulduğumuz fizyokratizm ve "laısrfaire" (bırakınız yapsınlar) idi. Adam Smith (1723-1790), tarım fa ihmal etmekle birliJcte bu görüşün en ünlü ve önemli düşünürü olmuştur. lnquiry into the Nature and Causes of the Wealth o/" Mjfm (Ulusların zenginliğinin nedenleri ve doğası üzerine araştırma) 4111776'da yayınlanan eseri, bu konuda hâlâ bir zirve niteliğindedir, Günümüz adalet ve özelle'yalandırmanın amacı" konusundaki anlayışı da gene Aydınlarımı Çağı'nın bir düşünüründen, Cesare Beccaria'dan kaynaklanmakları Doğaya aykırı oldukları için idam ve işkenceye karşı olan Betcarıa,adaletin üç temel yasasını şöyle özetliyordu: - Cezanın amacı suçlunun topluma bundan sonra zarar vermesini ve başkalarının da benzer suçlar islemelerini önlemek olmalıdır.
aydınlanma "J9
Onun için de, bu gibi cezalar başkalarının aklında en güçlü ve en sürekli izlenimler bırakacak ve suçlunun bedeninde en az eziyet yaratacak biçimde seçilmelidir. - Adalet hızlı gerçekleştirilmelidir, çünkü cezayla suçun arasında geçen zaman ne kadar kısa olursa, "suç" ve "ceza" fikirlerinin zihinde birbirlerini çağrıştırmaları da o kadar güçlü ve sürekli olur. - Suçların önlenmesinde asıl önemli olan husus cezanın "sertliği" değil, "keskinliği"dir. Küçük bir cezanın mutlaka çekileceğinin bilinmesi, sert bir cezanın korkusundan daha güçlü bir izlenim bırakır. Çağdaş eğitimin temel ilkelerini de "Aydınlanma Çağı"nda buluyoruz. Siyasal bir düşünür olarak çok ün kazanmış bulunan J. J. Rousseau, Emile başlıklı kitabında (yaymlanışı 1762), modern eğitimin ilk kuramını işlemişti. Her ne kadar Emile'dc öngörülen eğitim modelinin tam bir uygulanabilirliği yok idiyse de, modern eğitim konusundaki kuramsal katkısı yadsınamaz. Rousseau bu model çerçevesinde vereceği eğitimin sonucunda Emile'in nasıl bir biçim alacağını aşağıdaki şekilde açıklıyordu:
Jean Jacques Rousseau (1712-1778) lean Jacques Rousseau, Aydınlanma ve Fransız Devrimi denildiğinde akla gelen ilk isimlerden biridir. En tanınmış eseri olan ve 1762'de basılan Toplumsal Sözleşme'de "doğal yasa kavramını" kullanmıştır. "İnsan özgür doğmuştur ama her yerde zincirlerle Dağlıdır" sözleriyle başlayan bu yapıt hürriyeti ve zorunlu eşitliği savunmakta Montesquie'den ve Voltaire'den ileri giderek insan Hakları Beyannamesi'ne ve Konvansiyon dönemi hatiplerine »ham kaynağı olmaktaydı. Toplumsal Sözleşme bireycilikten kolektivizme geçişin işaretidir. Burada savunulan düşünceler 1789 r ansa'sından daha Ç°K Fichfe ve Hegel Almanya'sının atmosfe-rıne daha yakındır. Rousseau kimilerine göre Doğa Yasasından ulusal devlete giden yol üzerindeki bir köprüdür.
8o birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
Ona öğretmek istediğim sanat, yaşamdır. Benden ayrıldığı zaman, size söz veriyorum, ne yargıç, ne asker, ne de papaz olacak; ama adam olacak...
Rousseau'nun bu ütopik olarak da nitelendirilebilecek eğitim modeli daha sonra Pestalozzi (1746-1827) tarafmdan uygulanabilirliği olan bir model çerçevesine oturtulmaya çalışılacaktır. Görülebileceği gibi "aydınlanma" günümüz sosyal yapısının pek çok yönünün temellerinin atılmış olduğu bir dönem olma özelliğini taşımaktadır. Tarihte Antik Yunan'la ilgili bir başka "Aydınlanma Çağı"ndan söz edildiği gibi, 1960 sonrasında Avrupa gençliği arasında üçüncü bir "aydınlanmadan da söz edilmektedir.7 Bu tip tartışmalara bu kitap çerçevesinde değinmek istemediğimiz için, işaret etmekle yetiniyoruz.
7
Bkz. Aufklearung..., s.117 vd.
Amerikan Devrimi
B
ir "Amerikan Devrimi"nin gerçekten olup-olmadığı kimi yazarlar arasında oldukça tartışmalıdır. 18. yüzyılın son çeyreğinde gerçekleşen ve ayrıntılarını biraz sonra anlatacağım olaylar, salt "İngiltere'ye karşı bir bağımsızlık savaşı" mıydı, yoksa tam anlamıyla "burjuva demokrat bir devrim" miydi?1 Bu hareketlerin bir devrim sayılamayacağını ileri sürenler, bunun "ingiltere'den teknik olarak ayrılma" dışında herhangi bünyesel bir değişim ortaya çıkarmadığını vurgulamaktadırlar. Ayrıca ileri sürdüklerine göre, "Amerikan konsensüsü" çerçevesinde kalınmış olmak-la birlikte, Amerikalıların kendi aralarındaki çatışmalar da sürmekte-aırTüm bunların ışığında bu hareket, zaten varolan özgürlüklerin korunması amacına yönelik; tutucu ve savunmacı bir mücadele olarak değerlendirilmektedir. Aslında burada çok önemli olan bir nokta "devrim" sözcüğün-en ne anlaşıldığı, ne anlaşılması gerektiğidir. Zira Palmer'in çok almer, R. R#j Das Zeitalter der Demokratischen Revolution (Eine vergleichende Geschichte EuPas und Amerikas von 1760 bir zur Fransözischen Revolution), İngilizce'den çeviren Herta Lazarus, Frankfurt am Main 1970, bkz. s.201-256. ro
82 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
önemle değindiği biçimde, "dost ya da düşman olsun, 1776'da Amerika'da bir devrim olduğuna hiç kimsenin kuşkusu yoktu." Ancak 1789'dan sonra bu sözcük biraz daha ileri anlam kazanmış ve hele günümüzde Rus Devrimi'nin çok önemli etkisiyle bu sözcük bambaşka anlamlara çekilebilir olmuştur.2 Gene Palmer'in yapmış olduğu bir karşılaştırma bu konuda oldukça aydınlatıcı olmaktadır. Eğer bir hareket toplumsal bir çatışmadan kaynaklanıyor ve hareketin sonucunda toplumsal birtakım kopmalar oluyorsa, bu hareketi devrim olarak nitelendirmemek için hiçbir neden yoktur. Gerçekten Amerikan Devrimi sırasında Amerika'da çatışma "kralcılar" yani İngiltere'ye bağlı olan ve bağlı kalmak isteyenlerle; kendi kendini yönetecek bağımsız bir devleti oluşturmak isteyenler arasında olmuş ve sonunda kralcılar yenilerek Amerika dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Bu siyasal "göçmenlerin" sayısını, Fransız Devrimi sonrasında ortaya çıkacak olan göçmenlerle karşılaştırdığımız zaman da çok ilginç bir olguyla karşılaşıyoruz. Fransız Devrimi sonrasında Fransa yi terkeden göçmen sayısı 129.000 idi. Bunlardan 25.000'ini ruhban, geri kalanları da çoğunlukla soylular oluşturuyordu. O dönemde Fransa nüfusunun yaklaşık 25 milyon olduğu düşünülürse, devrim sonrasında her bin kişiden beşinin yurt dışına kaçtığını ya da kaçmak zorunda bırakıldığını anlarız. Buna karşılık Amerikan Devrimi sonrasında İngiltere ve Kanada'ya kaçan göçmen sayısı 60-100 bin arası tahmin edilmektedir (Bunun minimumu olan 60 bini kabul ediyoruz). Aynı dönemde Amerıka'daki kolonilerin nüfusu, yarım milyonu köle olan, 2.5 milyondu. Buna göre devrim sonrasında her bin Amerikalıdan yirmi dördü ülke dışına göçmüştür. Ve bu rakam Fransa'dakinin yaklaşık beş katı olmaktadır. Gene Palmer'in yapmış olduğu hesaplamalara göre İngiltere Amerika dışına kaçan göçmenlere, terkettikleri mülklere karşılık ola2
Bu sözcük Türkçemizde de çok karışıklıklara ve yanlış anlamalara yolaçmaktadır. Bu konuda ki tartışmalar için Türk Devrim Tarihi başlıklı kitabımıza bakılabilir.
amerikan devrimi 83
rak
82 milyon Frank tutan üç milyon üç yüz bin sterlin tazminat ödemişti. Fransa'da ise, 1825'teki Bourbonların restorasyonu sırasında göçmenlere ödenen tazminat tutarı bir milyar frank idi. Ancak Fransa'nın Amerikan kolonilerine oranla on kat büyük olduğu düşünülürse, bu oranların normal olduğu anlaşılır. Demek ki, sosyal sonuçları açısından karşılaştırıldığında Amerikan ve Fransız devrimleri arasında önemli ölçüde benzerlik vardır ve salt bu benzerlik bile, Amerika'daki hareketin, salt bir bağımsızlık hareketi olmadığını ve özellikle o günlerin tanımı çerçevesinde tam anlamıyla bir devrim olduğunu gösterir. AMERİKAN DEVRİMİ'NİN ÖNCESİ Amerika'nın keşfinden sonra İspanya ve Portekiz dünyanın diğer yörelerinde olduğu gibi burada da etki savaşımına giriştiler. Her ne kadar Papa'nın aracılığıyla dünyayı kendi aralarında paylaştılarsa da, 17. yüzyılda İsveç, Hollanda, Fransa, İngiltere gibi ülkeler özellikle Kuzey Amerika'da "koloniler" oluşturdular. Zaten İspanya ve Portekiz'in kolonileri Orta ve Güney Amerika'da yoğunlaşmıştı. İsveç ve Hollanda'nın kolonileri de uzun ömürlü olamadı.3 İlk İngiliz kolonisi 1607'de Jamestown, Virginia'da kuruldu. Ve kısa bir süre içinde Atlantik kıyısı boyunca Florida'dan Kanada'ya dek peşpeşe on üç koloni kuruldu. İspanyol ve Portekizlilerin kolonilerin-deki tutucu ve salt yağmaya yönelik tutumlarına karşılık İngiliz kolonileri bambaşka bir gelişme gösterdiler. Hiç kuşku yoktur ki; İngiliz kolonilerine ilk gelenler de bu yeni dünyanın altın ve gümüş gibisinden nimetlerinden yararlanmak amacındaydılar. Fakat bunları kısa bir süre sonra Avrupa'daki din ve monarşi baskısından kaçanlar izledi. Ve ingiliz kolonilerine salt İngiltere değil, Avrupa'nın diğer ülkelerinden göçler başladı. İngiliz kolonilerinin bu hızlı gelişmesinde ekonomik nedenler olduğu kadar sosyal ve siyasal nedenler de rol oynamışlardı, ürta ve Kuzey Amerika'daki Fransız kolonilerinin nüfusunun hiçbir Abramovitz, Jack, American History, Chicago, 1971, bkz. s.16 vd.
'vrimi. Öncesi ve sonrası birinci bölüm: fransız de
zaman yüz bine ulaşamadığı düşünülürse, İngiliz kolonilerinin 150 yıl içinde 2 milyona ulaşan nüfuslarının önemi daha iyi anlaşılır. Kuzey'deki koloniler daha çok ö'caret ve denizcilikle ve balıkçılıkla zenginleşmekteydiler. Orta ve güneydeki kolonilerde ise tarım ağırlıklı idi. Özellikle güneyde kullanılan köle emeği büyük bir tarımsal patlamaya yolaçmıştı. Orta bölge^ (ekmek kolonileri) buğday ve mısır; güneyde pirinç, tütün ve pamuk yetiştıniiyordu.4 Ancak bunların yanısıra tüm kolonilerde, ufak tefek bazı farklar olsa da geniş bir düşünce özgürlüğü ve siyasal özgürlük vardı. Ayrıca kolonilerde, İngilizlere tanınmış olan haklar köleler dışında herkese aynen tanınıyordu. Bunlar arasında en önemlileri olarak "jüri huzurunda dürüst bir biçimde yargılanma", "toplanma özgürlüğü" ve "konuşma özgürlüğü" sayılabilirdi. Kolonilerin birçoğunda yereli meclisler vardı. Bunlardan ilki 1619'da Virgülü kurulmuştu. 1639'da ise "Connecticut Temel İlkeleri" kaleme alınmıştı. Bu belge, yönetimin fonksiyonları konusunda kaleme alınmış olan ilk yazılı belgedir.5 Ancak bu dönemde Kuzey Amerika'da egemen olmak isteyen iki güç, İngiltere ve Fransa kaçınılmaz bir biçimde çatışmaya giriştiler. Zaman zaman kıtanın gerçek sahip/eri olan yerlilerin de katıldıkları bu uzun savaşlar 1689'dan 1763'e deksürdü. Sonunda Fransa İngiltere'nin üstünlüğünü kabul etmek zorunda kaldı. Ancak bu ve Avru-pa'daki savaşlar İngiltere'yi ekonomik darboğaza getirmişti ve bu darboğazı kolonilerin katkısıyla atlatmayı «mut ediyordu. Buna karşılık Fransız tehlikesinin ortadan kalkması ve yerlilerin tehditlerinin önemli ölçüde azalması, kolonilerde yeni bazı talepler ortaya çıkarmıştı. Bunların başında daha özgür koşullarda ticaret yapmak ve İngiltere'ye daha az bağımlı siyasal kararlar almak geliyordu. 4
5
Köle ticareti beyaz dünyanın en utanç verki sayfalarından Biridir. 1(500-1800 arasında Amerika'ya Afrika'dan on dört milyon köle getirilmiştir. Son derecekötü koşullardaki germilerde bunların önemli bir bölümü yolda ölmüştür. Amerika, Avrupalı için "özgürlük" anlamına gelirken, Afrikalı için "utanç verici bir kölelik" anlamına p¥^ Jüri önünde yargılanma hakkı, dolaylı bir biçim* "^>m ölüğünü " de getirmiştir. Gerçekten 1735'te John Peter Zenger adında bir gazete sahibin* York valisini eleştiren yazısıyla ilgili toplanan mahkeme, doğru olmak koşulu ile eleştitebilmeöğürlüğü yönünde karar almıştır.
amerikan devrimi
Kolonilerdeki bu talepler İngiltere'nin uygulamakta olduğu merkantilist politikaya ters düşüyordu.6 Bu anlayış çerçevesinde ticaret tekeli İngiltere'de olmalıydı. Koloniler fendi imalat sanayilerini kurmamalı ve geliştirmemeli ve bunun yerine her türlü gereksinmelerini "anavatandan" karşılamalıydılar. Kolonilerin ekonomik işlevleri salt bir hammadde deposu olmaları ve İngiliz malları için bir pazar olmaları ile sınırlandırılmak isteniyordu. Bu tür beklentilerin ise kolonilerde yaşayanlar için "kabul edilebilir" olmadığı çok açıktı. Aslında İngiltere, Amerika'daki kolonileri uzun süre önemsememişti.7 Bunların anavatanla bağlantıları çok zayıf olmuş ve kendi kendilerini yönetme alışkanlıkları gelişmişti. Ancak şimdi İngiltere'nin yepyeni ve alışılmadık taleplerle gelmesi, kaçınılmaz bir çatışmanın işaretleri oluyordu. AMERİKAN DEVRİMİ İngiliz Devrimi, parlamentonun yeni vergi yasaları çıkartması istenmesi nedeniyle başlamıştı. Daha sonra göreceğimiz Fransız Devrimi de yeni vergi yasalarını çıkarması istenen Etats-Generaux'un toplanmasıyla başlayacaktır. Aynı olguyu Amerikan Devdmi'nde de buluyoruz. Gerçekten İngiltere'nin koymak isteyeceği yenivergiler Amerikan Devrimi'nin ilk kıvılcımlarını ortaya çıkaracaktır. ingiltere 1765'te kolonilerin tepkisine jolaçan yeni vergi yasalarını Charles Tovvnshend'in planladığı bir biçimde değiştirmek istedi. Bu değiştirme sonucu ortaya çıkan sistemde ağırlık "vasıtalı vergilere" veriliyor ve özellikle dışalıma konu olan mallar vergilendiriliyordu, vergiler malı getirenler tarafından ödenecek vefiyata ilave edilecekti. Böylece koloniler halkının cebinden para çıkarmamasının psikolojik bir rahatlama yaratacağı umuluyordu. Fakat gelişmeler beklendiği gibi olmadı. Koloniler ne türlü olursa olsun vergi ödemek istemiyorlardı. Zira kendilerini İngiltere ile bir Valemin, Veit, Welt-Geschichte, AUert de Lange, Amsterdam, 1949, bkz. s.227 vd. Brinton, C, Christopher, J. B., Wolff, R. L., A History of Civiliuion, c.2 (1715 to the Presem), Premice-Hall, New Jersey, 1964, s.80-85.
86 birinci bölüm: fransız devrimi. Öncesi ve sonrası
bütünlük içinde görmüyor, kendilerini İngiltere'nin bir parçası saymıyorlardı. İngiliz parlamentosununçıkatdıgıvergi yasaları; kolonılerdeki anlayışa göre, o parlamentoda temsil elen bölgeleri ve kişileri bağlayıcı olabilirdi. Kolonilerin Londra'da temsilcileri olmadığına göre ve kendi yerel giderlerini karşılamak »zere, gene kendi yerel yönetimlerinin vergileri olduğuna göre, Londra'da belirlenen bu vergileri İngiltere'ye ödemek için hiçbir mantıksal neden görmüyorlardı. Koloniler bu mantık çerçevesinde gümrüklü mallara karşı genel bir boykot ilân ettiler. İngiltere bu boykotu zorlama ile kırmaya çabaladı. İngiltere'nin zorlamaları tepkisel bit örgütlenme ve yoğun gösterilere yolaçtı. Bu gösterilerden bitinde 1770 Mart'ında Boston'da göstericilere ateş açan İngiliz askerleri beş kişinin ölümüne neden oldular. Gerek kolonilerde, gerek İngiltere'de büyük tepkilere yolaçan bu olay "Boston Katliamı" olarak adlandırıldı ye İngiltere ortaya çıkan yoğun tepkiler nedeniyle politikasını yumuşatarak, çay dışındaki maddelerden gümrük vergisini kaldırdı. Ancak bunun da pek bir yararı görülmedi. Zira artık sorun bir vergi somnuoltnanm çok ötesine gitmiş, bir "yönetim" ve "bağımsızlık" sorunu biçimine dönüşmüştü. Doğu Hindistan Şirketi'ne ait çayların Kızılderili kılığına giren kolonistler tarafından Boston Lımanı'na dökülmesi, İngiltere'yi de ço sert önlemler almaya itti. Parlamentodan kolonistleri cezalandırmak
ABD UUısal^Arşivi'nde bulunan Barry Faulkıtfln bir tekinde Anayasa Meclisi üyeleri. James Madison, George Washington'a Anayasa'yı sunuyor.
amerikan devrimi 8/
amacıyla bir dizi yasa çıkarıldı ki, bunlara "hoşgörüsüz yasalar" adı verilmiştir- Bunlara göre Boston Limanı, şirketin zararları ödenene dek her türlü gemiye kapatılıyordu. Boston'un içinde bulunduğu Massachusets eyaletinin kendi kendine yönetim yetkisine kısıtlamalar getiriliyordu. Bölgedeki İngiliz görevlilerinin askerî yetkileri artırılıyordu. Her ne kadar kolonilerin kendi aralarında bazı çekişmeleri var idiyse de, İngiltere'nin tutumunu sertleştirmesi, kolonileri birliğe itti. Gene de 1774'te Philadelphia'da toplanan "II. Kıta Kongresi"nde silahlı mücadeleden yana olanlar kadar, İngiltere ile bir anlaşma zemini aramak isteyenler de vardı. Sonunda kongreye ılımlılar hâkim oldu ve bir dilekçe ile krala başvurarak yerel yönetimlerin onayı alınmadan vergi konulmamasını ve ekonomik yaşama getirilmek istenen kısıtlamaların kaldırılmasını talep etmeye karar verdiler. Ancak III. George bu talepleri reddederek sertlik politikasını sürdürmeye kararlı olduğunu gösterdi. 19 Nisan 1775'te Lexington ve Concord'da İngiliz birlikleri ile Amerikan gönüllüleri ilk kez kitlesel bir biçimde çatıştılar. Devrim başlamıştı. 1776'da toplanan "II. Kıta Kongresi"nde Thomas Jefferson'un kaleme aldığı "Bağımsızlık Bildirisi" kabul edildi.8 Çok önemli ölçüde John Locke'un üslubunun izlerinin gözlenebildiği bu bildirinin kimi temel ilkeleri şunlardır: - Tüm insanlar eşit yaratılmışlardır. - Tüm insanların geri alınamaz ve vazgeçilemez hakları vardır, su haklar; özgürlük, yaşam ve mutluluğu arama hakkıdır. - Hükümetler, halklarına bu hakları sağlamak için oluşturulmuşlardır. Temmuz 1776'da kabul edilen "Bağımsızlık Bildirisi"nin başlangıç bölümünde de şu satırlar yaralıyordu: "İnsanların başına gelen olayların akışı, bir ulusu bir başka ulusa bağlayan siyasal a ğları kopartmak zorunluluğunda bıraktığı zaman ve dünyadaki devletler arasında doğa yasa-arı ve doğanın Tanrı'sının yasaları uyarınca hakkı olan ayrı ve eşit düzeyi almaya zorladığı za-man; insan neslinin düşüncelerine duyduğu saygı, kendini bu ayrılığa yönlendiren nedenleri Un yanın gözleri önüne sermeye o ulusu zorlar..." Bkz. Pirenne, J., Dünya..., s.922 {dili biraz öz| eştirdim - T.A.).
88 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
IN CONGRESS, >İY «*. i//* \$f\t imam moıS^erfetraf ton ^ «*. «^ $fafe$ of^ımriftt { yt^y/i, ,™,/«j*/ fhafaı&ı M*/uĞÂfJA,-£ •"—» '■-■' '•■ ■»"■AJM.m —4 „*r/Âu,,<„JA *~S./.İ«A,UJ, jf*J**6& /A*»' , t, d**A «ytın'Â j& yW™* ^»«mA^/b^u. «C/A-j ''//«.* /./.-/(O ff-gff JffltnJİğtfı /A*/ aA Htl'i B-< tını/...''ry/.,u , A'„ıi /lirf ait ftll/v fil ■'? !>'■■■■ t İt,,.',-: . J>^^J/At«-,nd,,â*&(£,f{t^Âı •$.?« /<>*(?« a &••&*?*/£ 4'/-:«), J6''•»(>&& "'«■ Jw,jA.y/y otfar/AulNrt £,/Â/j,'w t M*/ *,„*ÂUja* ,«.*-- J^Mf/&/^H . »* A &,,■*■ rf^,/■&.*,*,„'>, nn/â/u^J -"■ ■(/;.'>.& f> /'•'•'< J.J-ı.fıtrııiı/ - ttifA A* Ato* A-„//H A^oıJftmn <4rfw /«»«*«««' '?'"• ÂV^yt//iû />"^ &'•£ f//*'■■/ y/,: li^tAtivıürt A»
U» «(/w^îfl* A* AAı jbAAyeed tuv/ineu. A-f,jAJtM* lytınmirAoA
<"~S/>f/'«? ı»-JAfiY«»«, ***fifi*/,t*Mii./t»/Aı>t feta/tt-N Aii'A'A,itin»/ SJİC»'J£<*/«„.,-/■- *»/«£,» «/^»JJ.Ât A*,,<ÜU¥Hrfû&S'/- «âl«J&■&** --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- .* A*y.U/ /yi,<.& JS.-.,^ ^«4w».M.>^». ffapt &A*t«>tffai4rB,»6//A™ facAİ «v~/Su£y**//Af nyAi J-JfrUJ,*&£* ,»&İ JyitüıA".,., /■■?/,/,»,/,»..*& /r/A.,,, ..»./jİt^.'-AVo ,M- firJ nUİfj'jty/j&n dfuÂufilc Sn/e;* «/jit'aru vw«***% »„. K,,/,/al&'. ı»,J,L/*H/it, ■,» /Â l/f/vu/hy $ '//.'«i /i,Ju , ^« & #4/ittıfin* ç-/*&«■!■? //»m ,*£
«t^ /...»-../i,* «*Jfy^//„„r/*^ J/^l**fo^
^,7i A'-'«'
r eıyA/ if .A'tfiMlJoAeH ,* İ/u Jıy^lafu" . ,, f.J, ■ Afm&.iJy, ----------- ,M A^t«ıAİJAyr&i £şû/^fM/r^a^,^/a^^>,4'^ou'.,,,,.v,»fit/^.4>»JıMa'^jL-m M*i'' ; .,«ti tfyd&H,, V»MW i&m* it* ı&AJ: /M '1 6ım rofiritntAfa// Ait ,AnMfi-> i!"»»*™ jftvn «■ jUııtf ru ,JW £ /it/trınAplA,-- ıj' Auyruu , m*#ıuf i-yi^A ,/Atu A mt/vıMf A/ttıı »,,'?.■ ■'//'■■'.■ irt/aıt j*/u-yl»/ ^■■ja^.İfııj,yju*r (&/,,^1ı.ı,/.;,* ,f'-J.!,u/ı.------------------------Jlr iJJt.ıı^AtArt, ŞJfnJ,a A,/ a/Lnnf Z, '/£">/ /<•-&—'** ,J/*&^,ıajLjı,«
djv^*t ,A/u~Jı, ' **. ,* }tm, f/i,,,» . J?a„Jy a,„«,'s „■&<,«/ /& &lut„/,yıKI 0y«^&„. ------------------__ Jİ, İH,.. yJJ/,■ „ „./■ //,, /ffdk.M ;,„//*.„./,„/ .y ,,,/f» ^ Ar İ„W /{,,.r.r/y.Jj^ ,,.,/* y^ru^d,/,,-,, fieuyjt /,-.•«, ,WMı,,,m,A„,;.^,v.W^y^,«J &Wip~eı»f-&0ttJlİ&û {&/, JjiiAnJJjtfutiuÜM ■ — '%* ty%ai4,l.,f iUa.■ Jn-^'tlf OravJ^yC .'»*,y ,r.., _ J,t jtuS.^y A»J■ /H ııuıHy S.İJ*İ ,y///û A, mtvf raûtadr Ja*tB i1* " .""i /"" ■6"»f"/"''y i/u ■/.■,,„*,* mı 'ır-manun/j: _ ifa jırffrvABf wl <«•■» ~Jjf**/.t/aıtJ. JHJ A.IJrılrf /AtMUjJtvJ savtİAjtt-İA'/&***• /p-bytttUİ lc\ ru/ti MJ ılM. rrf*t/ı.ı,*. ■, ///,.:* ydt»&/&.-.---------t/t„u y,{,,«,„„, «***/$&, .JUıA.™ *«S«*rjf.ty /?.,< y*/~/„». __^ ^SrYpJ^jUmA,/^, *~ MA^M £*6, tUdç«i%Hw,a*t/
J.-„t{i.y\«. --- i
// mtŞ/&4m*.A«^'*fy/^&l&f&
/',*■: f;;,'*,*, ,,-,',!-,',*# itrr ,., ..„.,■,.«,, ej Mm ?:«f«AJ ,rfhl /ftiHttiH , ,••• ır fitti ffilHtsrii't* t>y /km. Sinn&t - , -----^(flV Ânt .^taîîtS t^NKoft AlMtftVM> JF^"«**/iJ MIW*W tfıvıı jlf.f.,:j. Aıı nıtııljA .İ.U^tı •ArVftı, fA>W Â*f,m ifA y^-ayaı,, t, at. ıwAjtiıJfM»ıAMt İİuAilttuı, ıf'*Atfı*.A**ı amtAmdİsnj, \3/7isfrtıV&lft •//£**. ^tuAı-f /^'X 4.*, Mfi,^,/:^. .^ı^ ı»Mı »M/ArıuıAA ArBH ^«^jA^yjte^^..^-».,^^^^^^/^™-. ^^^«^^««^^^«-lil/AHt^-^/.^-^.^'^^
,"■ «»yi/ bAt AU ruA, tfajbfîttfğ ,
*lftA^/fri^iMMfam-*4Mİmt'^
j*W«/.« »**•*»**
*/£■ yt'tut/ııAm nıt «r. /* ■!»'« umınd-S Abın, yAtı-rııc1ıtıjAA,ı*t/yt*t *wyııtA^a,,yff//r}*ırftu'Af*4. . -tfı-Atm tUjd-niyAMaıı na£vttın/i''jitıJ- tıtaf en tıt »,&, wx/tıl JuM' nrnflUBt /Aıvtr fa/r^/MıSt^ı&.l/UbM»™/^^
""C2T^ ' ,^( P'a^- tö*^*' *f»*& >» M* »l«y&&, «JU J^H**. *,, ^L^fii,., *»J&£//&*,*, „.-&//AA* **t ty/,*.n£,Ji fa,***, « ^ - ÜU JWf^——' 5t(rfe?/ d*fj&y,*« tlAU^/Aıv, tdfMf/ıı** Ar/A* tftâA /L^,A^A£s tiAyirtit^M.^fa &&* $%****/#, Jk& ■ ~-zr- ı 4n*/fi. /Z/fi/^ftâ<&ıAU&*:j«*&*f&* *«4« ^nAt/İ^/nAr-, j&L*, (&rU^ m *»idi*fy/âJ?. AimJtACt-«-*-£•,«« vfeA-' — JiC nnu .-.v^/u/ıı-Jt*< J//hw i-tAttıU JaitH i-*A/<*'.vAr AifA Jfaj irlvaı //nm ■y*"*-rfS . ,—— <.S(e AM* .^ttittf &>,**& *Mj4itıfiû*nJ it/r>*ı*ç*f at,£-»« Atv f&tûaet*iUr//r-
rfW
_ t-/
-
A£/' T~/%
f
-?*-i7?l—> /->-*>-■
S0M^S£-' %&işf J^Jt^
,'&?f§£~. dilf-',&*»Â"f£
A&şrtö* ^:„..~ £,*&**-<£*
4 Temmuz 1776'da kabul edilen Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi.
amerikan devrimi
- Yönetenlerin iktidarı yönettikleri kişilerin bu konudaki kanaatlerinden kaynaklanır. - Bu kuruluş amaçlarından uzaklaşan bir hükümet, halk tarafından değiştirilir ya da devrilir. Koloniler bu bildiriyle bağımsızlıklarını da ilân ediyorlardı. Ordunun başına George Washington geçirildi ve Washington kısa bir süre içinde, çoğunlukla gönüllülerden oluşan ufak ve dağınık orduyu, disiplinli bir çekirdek ordu biçimine dönüştürdü. Savaş yıllarca sürdü. Fransa'nın Amerikalılara yardım etmesine karşılık İngiltere Kralı III. George, Alman prensliklerinden otuz bin kişilik bir yardım sağlayabilmişti. Ancak 1781'de Yorkhovvn'da İngilizlerin uğradığı yenilgi savaşın sonucunu belli etti. Her ne kadar savaş kurumsal olarak 1783'te Paris (Versailles) Barış Antlaşması'nm imzalanmasına dek sürdüyse de, bir daha böylesine geniş çaplı çatışma olmadı. Aslında 1780'den sonra savaşta yeralan ülkelerin tümü büyük zorluklarla karşı karşıya kalmışlardı. Bu ekonomik zorlukların yanısı-ra, Amerika'da çok farklı bünyeli koloniler arasında ileride ciddi boyutlarla ortaya çıkacak düşünce ayrılıklarının izleri görüldüğü gibi; İngiltere'de de muhafazakârlarla liberaller arasında koloni politikası konusunda görüş ayrılıkları vardı. Paris Antlaşması uyarınca İngiltere Amerikan kolonilerinin bağımsızlıklarını tanıyordu. Ancak İngiltere'nin yenilmesi Amerika'nın sorunlarının sona ermesi demek değil, belki de başlaması demekti. Zira İngiltere ile savaş başlayıp bağımsızlık bildirisi yayınlandıktan sonra on üç koloniden her biri kendine bir anayasa hazırlamıştı. 1777'de savaş sürerken ve savaş koşullarının etkisi altında hazırlanan Konfederasyon Kongresi, çok sınırlı yetkilere sahipti ve bunları kullanabilmesi için de en az dokuz koloninin onayı gerekmekteydi. Böylesine güçsüz bir Merkezî otoritenin ne savaş sırasında, özellikle Fransa ve Hollan-a dan alınan borçları ödemesi, ne de merkezî bir otorite kurarak uzeni sağlayabilmesi beklenildi. Nitekim kısa bir süre içinde merke-1 Vapı sarsılmaya ve koloniler arasında sürtüşmeler ortaya çıkmaya başladı.
90 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesine sora
Hürriyet Heykeli Yılan İta York koyundaki Liberty adasında bulunan Hür-İtt Heykeli, havaya kaldırdığı sağ elinde bir meşale, sol ei ıu'e ABD Bağımsızlık Bildirgesi'nin yayımlandığı tarih olan 4 Temmuz 1776 yazılı bir levha tutan bir kadını figüre etektedir. Heykel, 225 ton ağırlığında, dövme bakıriakaplııetfmetre uzunluğundadır; kaidesiyle birlikte 92 metre uzunluğuna erişir. Kaidenin üzerindeki levhada Em-nıa Lazarus'un The New Colossus adlı sonesi yazılıdır. Heykelin içinden meşaleye 168 basamaklı bir merdivenle çıkıl-mktadı, Böyle bir heykelin yapılması, Amerikan iç Savaşı sonrasında Fransız tarihçi ve aynı zamanda Paris'te kurulan Fransız-Amerikan Dostluk Grubu lideri olan Edouard de Laboulaye tarafından önerilmiştir. Yapım çalışmalarına 187-5 yılında başlanan heykel, 1885 yılında Fransa'da tanımlanış, Fransa ve ABD halklarının dostluğunu ölümsüzleştirmek için Fransa tarafından ABD'ye armağan olarak gönderilmiş ve 28 Ekim 1886 tarihinde Başkan Cleveland tarafından açılışıtapûmp. 1924 yılında ulusal anıt ilan edilen Hürriyet Heykeli» heykeltıraş Frederic-Auguste Bartholdi'nin imzasını ve dünyanın 7 harikasından biri olan Rodos Heykeli'nin izlerini taşımaktadır. Rodoslu heykeltıraş ündoslu Khares tarafııdanjapılan ve Rodos Adası'nm girişinde bulunduğu sanılan Rodos Heykeli, güneş tanrısı Helios adına yapılmıştı. Heykel, M.Ö. 282 - M.Ö. 226 yıllan arasında, yaklaşık yarım yüzyıl ayaktalalabi; M.Ö. 226 yılındaki depremde dizlerinden kırılarak devrildi. Yaklaşık 33 metre olan Rodos Heykeli'nin tam olarak görünümü bilinmese de anlatılanlardan yola çıkılarak çizimleri yapılmış ve8aıtholdi'nin ellerinde Hürriyet Heykeli'ne esin kaynağı olmuştur.
Böylesine kritik kir dönem yaşanırken, 1787'de gene Phıla-delphia'da toplanan bir konvansiyon ABD Anayasası'nı kaleme a-dı. 13 eyaleti temsil eden 55 delege güneyli büyük çiftlik sahiplerl ile, kuzeyli zengin burjuvalar arasında; küçük eyaletlerle, buy eyaletler arasında dengeyi sağlayacak bir metin üzerinde anlaşmay
vardılar. Bu anayasaya göte yürütme gücü, dört yıl için seçilen dev
amerikan devrimi Çl
Rodos Heykeli'nin İthaf Yazısından Ey Güneş! Senin için Rodoslu Dorian halkı bu bronz heykeli Olympos'a ulaştırmak için, savaş dalgalarını uzaklaştırmanı ve kenti taçlandırmanı dileyerek yaptı. Kentimiz yağmadan uzak kalsın. Sadece denizler değil, karalar da özgürlük meşalesinin ışığından yoksun kalmasın.
Sultan Abdülaziz ve Hürriyet Heykeli Sultan Abdülaziz, Akdeniz'le Kızıldeniz'i birbirine bağlayacak Süveyş Kanalı projesine 19 Mar-t 1866 tarihinde bir fermanla izin verdi. Abdülaziz, aynı fermanla Kanal Şirketi'yle Mısır Valisi S^. id Paşa arasında varılan anlaşmaları onayladı ve Kanal Şirketi'nin hisselerine oldukça yüksek b»r meblağ yatırdı. Said Paşa'yla kanalın mühendisi olan Ferdinand de Lesseps arasında 1854 yılında varılan arılaşmaya göre, Kanal'ın Akdeniz'e açıldığı yere dev bir heykel dikilecekti. Heykel, firavunlar zamanının giysilerine bürünmüş bir kadın olacak ve elinde Asya'nın ışığının Mısır'dan geldiğini serrv bolize eden bir meşale tutacaktı. Sultan Abdülaziz'in ödediği paralar arasında, yapılacak oları heykelin masraflarının bir bölümü de vardı. Said Paşa'yla kanalın mühendisi olan Ferdinand de Lesseps, heykeli Fransa'nın tanınmış heykeltıraşlarından Frederic-Auguste Bartholdi'ye sipariş ettiler. Bartholdi, dikileceği yere monte edilecek parçalar halinde hazırladığı heykeli birkaç sene içinde tamamladı. Ardından da Heykel'irı Marsilya'dan bir gemiyle Mısır'a nakledilmesinin hazırlıklarına başlandı. Ancak Said Paşa'dan sonra Mısır Valisi olan ismail Paşa, Müslüman bir ülkede, böylesine büyük bir heykelin dikilmesinin halk arasında hoşnutsuzluk yaratacağını düşünerek mühendis Ferdinand de Lesseps'e heykelin Mısır'a getirilmemesi talimatını verdi. Mühendisin paşayı ikna çabaları yetersiz kalınca, Bartholdi'nin eseri Paris'te büyük bir depoya kondu. Edouard de Laboul^ye'nin önerisiyle Fransız Hükümeti'nin ABD'ye armağan ettiği Hürriyet Heykeli, Bartholdi'nin d©, poda bekleyen bu eserinin küçük kimi değişikliklere uğramış biçimiydi. Murat Bardakçı, "New York'taki Özgürlük Heykeli'nin Parasını Sultan Abdülaziz Ödemişti", Hürriyet, 28.06.200,4
başkanına verilmişti. Çok geniş yetkileri olan devlet başkanı aynı zamanda devletin ve ülkenin birliğini temsil ediyordu ve böylesi geniş Yetkilerle donatılmasının İngiliz krallık rejiminden mülhem olduğu iddiası vardır. Bu rejime "Başkanlık Rejimi" adı verilmiştir. Yasa gücü çift meclisli bir parlamentoya bırakılmıştı. Bu mecliser den biri eyaletlerin nüfuslarına göre temsil edildikleri "Temsilciler Meclisi", diğeri ise, nüfusu ne olursa olsun her eyaletin iki kişiyle tem-
92 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
sil edileceği "senato".9 Bu arada oluşturulan "yüksebahkeme" hem yasaların anayasaya uygunluğunu denetleme göreviıde ve hem de bir tür yargıtay işlevini üstlenmekteydi. 1789'da yapılan seçimler sonucunda, tüm eyaletlerdeki ikinci seçmenlerin oybirliğini sağlayan Georje Washington, ABD'nin ilk başkanı seçildi. Birlik sağlanmıştı, ancak ayrılıkçı tohumlarını da içinde taşıyordu.
9 Nüfusun nasıl hesaplanacağı sorunu üzerine4uzun tartışmalar çıkmıştı. Örneğin zenciler nüfusa dahil edilecek miydi, yoksa edilmeyecekıiıdi? Sonunda zenci nüfusu3/5 sayılması ilkesi kabul edildi. Zenci kölelere özgürlük verimini isteyenlere karşı çıkanların gerekçesi, mülkiyet hakkı olmuştu. Madem ki bu köleler miılBiler, o halde bu hakka dobnulamazdı.
Fransız Devrimi
F
ransız Devrimi en az beş yüz yıllık ekonomik ve toplumsal bir gelişim ve değişimin ürünü ve sentezidir. Her ne kadar İngiliz ve Amerikan devrimleri daha önce gerçekleşmişlerse de, ortaçağ karanlığını zorlayan insan düşüncesinin yarattığı toplumsal ve siyasal anlayışın, hızla yayılan bir ideoloji biçimine bürünebiimesi Fransız Devrimi sonrasında mümkün olabilmiştir. Aynı biçimde insan emeğinin ve zekâsının yarattığı büyük iktisadi patlamanın1 sonuçlarının tüm dünyaya yayılması da ancak Fransız Devrimi'nden sonra görülebilecektir. ingiliz Devrimi, her şeye rağmen "yumuşak" bir geçişti. Amerikan Devrimi ise, bir bağımsızlık savaşının öğelerini de önemli ölçüde taşımaktaydı. Bunlara karşılık Fransız Devrimi toplumda yeni oluşan sınıfların net bir biçimde örgütlenmeleri ve monarşik kökenli bir iktidarı zorla değiştirmesidir. Fransa'da devrimin yıldönümü olarak, genel Şimdiye dek olan derslerimizde Avrupa'daki ekonomik gelişme üzerinde zaman zaman durmakla birlikte "Endüstri Devrimi" adı verilen süreç üzerinde durmadık. Kimi tarihçiler bunu Fransız Devrimi'nin nedenleri arasında sayarlar ki, bu tutumun çok yanlış olduğunu söylemek de mümkün değildir. Ancak biz bu konuyu kendi anlayışımız içinde, bir sonraki ayrımda bağımsız bir bölüm olarak incelemek istiyoruz.
94 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
meclislerin toplanmasının ya da millet meclisinin kurulmasının ya da akla gelebilecek bir başka önemli olayın alınmamasının ve Bastille'in silah zoruyla zaptedilip yıkılmasının (14 Temmuz 1789) elbette bir nedeni ve bir anlamı vardır. Hobsbawm'm belirtmiş olduğu üzere, "19. yüzyılın ekonomik tarihi önemli ölçüde ingiliz Endüstri Devrimi tarafından belirlenmiştir, ancak aynı yüzyılın siyaset ve ideolojisini belirleyen şey Fransız Devrimi olmuştur.2 Bu işin siyasal ve ideolojik yönleri pek de bu dersin konu ve kapsamı içine girmemektedir. Bu nedenle fazla üzerinde durmayacağız. Ancak elbette sırası geldikçe kısa değinmeler yapacağız. Bizim bu bölümde ilk ele alacağımız husus, "eski rejim"in özellikleri olacak. Bu özellikleri sergilerken Albert Soboul'dan çok yararlandık.3 Aynı konuda Louis Bergeron, François Furet ve Reinhart Kosselleck'in derledikleri "Avrupa Devrimi Çağı" başlıklı çalışmadan da genişliğine yararlandık.4 Bu bölümdeki ikinci alt bölümümüz, genel meclislerin (etats generaux) açılışından 1 Ekim 1791 genel seçimlerine kadar olan gelişmeleri sergileyecek. Üçüncü alt ayrımımızda ise "Paris'in Fransa'ya ve Fransa'nın bütün Avrupa'ya karşı" yürüttüğü savaşımı ve bunun sonuçlarını ele alacağız. FRANSA'DA "ESKİ REJİM" Fransa'da devrim öncesindeki toplumsal ve ekonomik düzene yaygın bir biçimde "eski rejim: ancien regime" ismi verilir. Eski rejimin ekonomik, siyasal ve toplumsal koşullan incelendiği zaman da, Fransız Devrimi'nin nedenleri gözler önüne serilmiş olur. Zira elbette Fransız Devrimi daha önce değindiğimiz gibi aydınlanma, ekonomik gelişme 2 3 4
Hobsbawm, E. J., The Age ofRevolution (1789-1848), Mentor Books, New York, 1962, bkz. s.74. Soboul, Albert, 1789, Fransız İnkılâbı Tarihi, çev. Şerif Hulusi, Om Yaymevi, İstanbul, 1969. Bergeron, L., Furet, E., Koselleck, R., Die Zeitaîter der Europeaischen Revolution (1780-1848), Fischer Weltgeschichte, Band 26, Frankfurt am Main, 1969.
fransız devrimi 95
vb. gibi salt Fransız olmayan bir dizi gelişimin sonucudur. Fakat tüm Avrupa'da gözlenebilecek bu gelişmenin neden Avrupa'nın bir başka ülkesinde değil de, Fransa'da bir devrime yolaçtığı sorusunu sorduğumuz zaman, bunun yanıtını ancak Fransa'daki "eski rejim"in özelliklerinden bulabiliriz.5 Eski Rejim'in Ekonomik Yapısı Eski rejim Fransa'sında üç sınıf vardı: Soylular ya da aristokratlar; ruhbanlar; halk ya da bir başka deyişle "üçüncü sınıf". Ancak bu üç sınıf da kendi içinde türdeş bir yapıya sahip değildi. Aralarında çok önemli farklar olan çeşitli alt katmanlara ayrılmıştı.6 Fakat bunlarla ilgili geniş bilgiyi, eski rejimin toplumsal yapısını anlatırken vereceğiz. Soylular 18. yüzyılda artık önemli bir ekonomik güç olmaktan çıkmışlardı. Önemli bir bölümü ellerindeki toprakları ipotek altına sokmuş, bir bölümü de topraklarını satmak zorunda kalmışlardı. Bu nedenle "gidişattan" memnun değillerdi. Zaten rejime karşı ilk ciddi başkaldırış önce soylulardan gelecekti. Soyluların içinde bulundukları zor koşullara paralel olarak feodal düzenin çözülmesi, eski serfleri önemli ölçüde "özgür köylü" durumuna getirmişti. Ancak bu özgür köylülerden toprağı olanlar da, toprağı olmayıp emeğini ücret karşılığında satanlar da ekonomik olarak rahat bir durumda değillerdi. Zaten bunların bir bölümü de kentlere göçmüştü. Kentlerdeki yaşam da fazla parlak değildi. Hayat pahalılığı karşısında "gerçek ücretler" önemli ölçüde düşüyordu. Soboul'un değinmiş olduğu gibi,7 ücretler elbette kentten kente ve çeşitli sanat kolları arasında değişiklik gösteriyordu. Kentlerdeki usta işçilerin ücretleri 40 metelik (2 frank) kadardı. Ancak dokumacılık gibi işkollarında ortalama ücretler bunun yarısı kadar, yani 20-25 metelik idi. Ve bu ücretler 18. yüzyılın ortalarına dek hiçbir artış gösterBu konuda geniş bilgi için bkz. Ford, Franklin L., Europe 1780-1830 (A General History ofEu-rope, Longman, Bristol, 1975, s.33 vd. Valentin, Veit, a.g.e., s.238 vd. Soboul, a.g.e., s.46-47.
birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
medi. Ve bu ortalama ücretle Fransa'da bir işçinin günde alabileceği ekmek miktarı 5 kilo olarak hesaplanabiliyordu, Ernest Labrousse'un yapmış olduğu hesaplamalara göre 17711789 döneminde ücretlerdeki ortalama artış yüzde 17'dir. Ancak 1785 başlangıç alınırsa 1785-1789 arasındaki artış yüzde 22'yi bulmaktadır. Ancak aynı dönemde fiyat artışı minimum yüzde 48 olduğuna göre, aslında gerçek ücretler gerilemiş olmaktadır. Zaten yaşam koşullarındaki bu gerileme, o dönemin iktisatçılarının da dikkatle üzerinde durdukları bir olgudur. Turgot'nun 1766'da yayınlanan Semtlerin Oluşumu ve Dağılışı Üzerine Düşünceler başlıklı kitabında ilk kez ortaya attığı "asgari ücret" kavramı, bu tür endişelerden kaynaklanmıştı. Burjuvazinin bir bölümü ekonomik gelişmenin meyvalarını toplarken, özellikle "zanaatçılar" ve "esnaf küçük burjuvazisi" çok zor duruma düşmüşlerdi. Fakat ekonomik olanaklardan çok fazlasıyla yararlanan "büyük burjuvazi" de, rejimleconsensushalinde değildi. Zira elindeki ekonomik güç oranında siyasal etkinlik ve temsil istiyor, ancak eski rejimin kalıpları içinde buna olanak bulamıyordu.8 Yönetimin giderleri arttıkça başvurabileceğitek kaynak vergiler idi. Ancak Fransa'nın vergi yapısı çok karmaşık bir biçime bürünmüştü. Kaldı ki, özellikle "üçüncü sınıf" artan vergi yükünün ağırlığı altında eziliyordu (Şema 1). Dolaysız vergiler, soylu olmayanların sorumlu oldukları vergiler idi. Merkez yönetimi her yıl için "dolaysız vergi cetvelini", yani memleketin tümünden alınacak vergi toplamını belirlerdi. Maliye Kurulu adı verilen özel bir kurul, bu toplamı maliye çevreleri ve seçim çevreleri arasında bölüştürürdü. Her seçim çevresinde seçilmiş kimselerden kurulu bir "büro" ruhanî çevrelerin dolaysız vergisini saptar ve son olarak da her ruhanî çevrede mükellefler tarafından seçilmiş "vergi dağıtıcıları" bu vergiyi mükellefler arasında dağıtırdı. Verginin toplanmasında bu süreç tersine işlerdi. Her ruhanî çevrede "vergi tahsildarları", her seçim çevresinde bir "özel veznedar" ve 8
Bergoron, L., a.g.e., s.34 vd.
fransız devrimi 97
SEMAİ "Gerçek" dolaysız vergi
Dolaysız vergiler
Kişi vergisi (şahsi vergi) ''Yirmide bir" vergisi Yol angaryası VERGİLER Tüketim maddeleri
Dolaylı vergiler vergisi (şarap, alkol v.b.) Tuz vergisi Gümrük vergileri Yukarıdaki şema Fransa'daki vergi sorununu ana hatlarıyla göstermemize yaramaktadır. Zira aynı adı taşıyan vergiler Fransa'nın değişik yörelerinde farklı bir biçimde tahsil edilebiliyordu.
her maliye çevresinde bir "genel veznedar" vergiyi toplardı. Ancak bu sürecin yolsuzluklara oldukça açık bir süreç olduğu görülmektedir. Dolaysız vergilerin yukarıda anlattığımız biçimde toplanmasına karşılık dolaylı vergilerin toplanmasında "iltizam" yöntemi kullanılıyordu. Yani bu vergileri toplama hakkı açık artırma ile "mültezimlere" verilmekteydi. Önceleri yerel olarak yapılan bu açık artırmalar, 17. yüzyılın başlarından itibaren Kral Divanı'nda yapılmaya başlandı. Aynı dönemde iltizam alanlarının da genişlediğini ve tüm Fransa'nın beş iltizam bölgesine ayrıldığını görüyoruz. XVI. Louis daha da merkezî-leşen bu yöntem yerine, iltizama verilen pek çok maddenin vergisini toplamakla görevli bir tekel kurdu. Ancak bu örgütte bile mültezimlerin hizmetlerinden yararlanmak zorunda kaldı. Devrimden önceki yıllarda Fransa maliyesi tam bir çöküntü içine girmişti. XVI. Louis önceleri iyiniyetli bir dizi reform girişiminde bulunmasına karşın, sofunda kendini olayların akışına bırakmıştı.
Çö birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve
Necker'in reform girişimlerini yürütememesinin ardından istifa etmek zorunda kalmasıyla, MaliyeBakanbğı'na gelen Joly de Fleury ve onun ardından da Ormessond'Amboliyiniyetli olmalarına karşın çok beceriksizdiler.9 1873'te Maliye Bıbnhğı'na getirilen Calonne (Kolon) ilginç bir ekonomik pofta«, önce halkın sarsılmış olan güvenini yeniden kazanabilmek için borç ve faiz ödemelerini düzene soktu. Ancak bu zorlama politika çok yüksek faizlerle alınan yeni borçlardan finanse edilebiliyordu. Ve yeni alınan borçlar da büyük ölçüde israf sayılabilecek lüks yatırım»etüketime gidiyordu. Eski Maliye BakanıNecker 1785'te yazdığı "Maliye Yönetimi" başlıklı bir muhtıra ile bu politikayı şiddetle yerdi. Zorlama ile yaratılmak istenen bu " zengin havası»™, Fransa'nın geleceğine yapabileceği olumsuzlukları sergiledi. Calonne 1876'da borç alacak kimseyi bulamayınca ağustos ayında krala bir reform taslağı sundu. Bu taslakta vergi eşitliği ve soyluları da kapsayan bir arazı vergisi öngörülmekteydi. Kralın topladığı bir "Seçkinler Meclisi"; bu tasarıyı, özellikle arazi vergisi nedeniyle reddetti. Bunun üzerineXVI. Louis için Calonne'u görevden almak ve sorunu Paris Parlamentosu^ çözümlemekten başka bir çare kalmamıştı, fakat parlamento da soranları çözümleyemeyince tek çare kalmıştı: Genel meclisleri (etats-generaux) toplantıya çağırmak. Eski Rejimin Toplumsal Yapısı Eski rejimde üç sınıf vardı. Ancak bu üç ayrı "gruba" tam anlamıyla sınıf adını vermek hiçbir şekilde mümkün değildir. Zaten bu konuda yazanların kimileri sınıf yerine "düzen" ya da "zümre" vb. gibi tabirler kullanırlar. Zira bunların her biri kendi içinde kimi zaman aralarında çıkar çatışması olan çok farklı gruplara ayrılmışlardı. Bu ayrışmanın kökeni ortaçağa kadar inmektedir. Gerçekten o dönemin "dua edenleri", "savakları" ve bunları beslemek üzere "çalışanları", daha sonra üçlü aynmm başlangıcını oluşturur. Bunlar 9
Bkz. Dünya Tarihi, s.530 vd.
fransız devrimi 99
arasında en eskileri, kilise hukuku ile yönetilme ayrıcalığına sahip olan "ruhbanlar" idi. Savaşanlar, daha sonraları "soylular" ya da "aristokratlar" adını alacak olan grubu oluşturdular. Üçüncü sınıfın (Tiers Etat) oluşması geniş bir zaman sürecine yayılarak oldu. Önceleri kent vb. gibi kalabalık yerleşim merkezlerinde oturanları, kralın verdiği kimi ayrıcalıktan yararlanabilirken; ilk kez 1484'te oy kullanan kırsal kesimler halkı bu "üçüncü sınıfın ya da halk"ın içinde sayılmaya başlandı. Ve bu üçlü ayrım geçen yüzyıllarla birlikte, yasal bir görünüm kazandığı gibi, vicdanlarda bu meşru sayılmaya başlandı. Örneğin Aydınlanma Çağı'mn en büyük düşünürü Voltaire bunları yasal ve meşru görür ve "ulusun içinde uluslar" olarak nitelendirir.10 Bir önceki alt ayrımımızda eski rejimin ekonomik yapısını anlatmaya çalışırken, soyluların eski görkemli günlerini geride bıraktıklarım ve sıkıntı içinde olduklarını; halkın bir bölümünün Fransa'nın ekonomik yaşamına egemen olmasına karşın eski rejimin yükünü çeken grubun bu "üçüncü sınıf" olduğunu belirtmiştik. Ruhbanlar arasında sayısal olarak büyük bir çoğunluğu oluşturan "taşra papazları" ya da "köy papazları" önemli ölçüde kırsal kesimdeki halkın kader ve sıkıntılarını paylaşıyorlardı. Şimdi bu üç sınıf üzerinde tek tek biraz duralım: Soylular: Eski rejim Fransa'sındaki soyluların sayısı 350.000 kadar tahmin edilmektedir. O dönemlerin Fransa'sının nüfusu 25 milyon kadar olduğuna göre, soylular toplam nüfusta yüzde 1.5 oluşturuyorlardı. Soylular eski dönemlerin feodal beylerinin uzantıları idi. Önemli ölçüde toprak sahibi idiler ve bu toprakların gelirleri ile geçinirlerdi. Ancak zaman içinde bu avantajlı durumlarını yitirmişler ve bir bölümü topraklarını ellerinden çıkarmak zorunda kalmıştı. Zaten bu tür gelişmelerin devrim öncesinde ciddi bir soylu başkaldırısına neden olmuştu. J
° Sobemi, a.g.e., s.19.
100birincî bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
Soylular kendi aralarında ikiye ayrılıyorlardı: Saray soyluları, Taşra soyluları. Saray soyluları Versailles Sarayı'nda yaşayan ve geçimlerini kralın bağışlanyla sürdüren soylulardı. Göreceli de olsa tarımsal üretimde pay ve katkı sahibi olan taşra soyluları ve toplumun diğer kesimlerinin temel tepkisi bunlara idi. Sayılarının 4000 kadar olduğu tahmin edilmektedir. Tüm soyluların sahip oldukları kimi ayrıcalıkları vardı. Bunlar atasında "kılıç kuşanmak", "kilisede kendilerine ayrılan yerde oturmak", "birtakım vergilerden muaf olmak", "derebeylik haklarından kaynaklanan vergileri köylülerden toplamak" vb. gibi hususlar sayılabilir. Ancak yukarıdan beri ısrarla belirttiğimiz üzere eski rejimin son yıllarında soylular toplumsal statülerini çok önemli ölçüde yitirmişlerdi. Ruhbanlar: Bunlara, "krallığın birinci düzeni" adı da verilirdi. Sayılarının 120.000 kadar olduğu tahmin edilmektedir. Kendi aralarında üç gruba ayrılırlardı. Bunlar, "soylu rahipler", "tarikatçılar" ve "aşağı rahipler". Papaz ya da papaz yardımcıları olan aşağı rahipler 50.000 kadardılar. Halkla içice yaşar ve aynı koşullardan etkilenirlerdi. Tarikatçıların durumu ise daha zordu. 40.000'i kadın, 2iOOO'ini erkek olmak üzere sayıları 65.000'e ulaşan bu grup tam bir ekonomik yıkıntı içinde idi. Her ne kadar Necker'in tahminine göre "ruhbanlar" yılda en az 130 milyon altın gelir sağlıyor idiyseler de, bunun çok önemli bir bölümü "soylu ruhbanlara" gidiyor ve tarikatçılarla aşağı rahiplere bundan çok az bir pay düşüyordu. Oysa ki Fransa'da ekilebilir toprakların en az yüzde 10'unun mülkiyeti kilisede idi. Bunun yanısıra, çok geniş toprakların vergisini toplama hak ve yetkisi kiliseye verilmişti. Fakat tüm bu servet ruhbanların en üst düzeyinde bulunan ufak bir azınlığa akıyor ve orada lüks içinde tüketiliyordu. Yüksek rahipler salt soylular arasından seçilirdiÖrneğin devrimin çıktığı yıl, 1789'da Fransa'daki 139 piskopos arasında soylu olmayan yoktu.
fransız devrimi 101
Halk: Devrim öncesi Fransa'sında en geniş ve bünyesi açısından en karmaşık gruptu. Temel olarak "köylüler", "kentlerdeki halk" ve "burjuvazi" olarak üç ana grup içinde düşünmek mümkünse de; her üç gruP içinde de, aralarında ciddi çıkar çatışmaları bulunan ve çok farklı beklentiler içinde olan alt gruplar vardı. Ancak tümünün ortak olduğu bir husus, "eski rejim"in kötülüğü ve değiştirilmesi gereği idi. ŞEMA 2 ►■ Özgür köylüler
Köylüler HALK "3. SINIF"
Serfler
Kol gücü ile çalışanlar (sanayi işçileri) Kentlerdeki halk Ücret karşılığı gündelik İşlerle uğraşanlar
Pasif burjuvazi (irat sahibi burjuvazi)
Burjuvazi
Serbest meslek sahipleri burjuvazisi Zenaatçi ve esnaf küçük burjuvazisi Büyük İmalâtçı burjuvazi Mali burjuvazi (mültezim v.b.) Ticaret burjuvazisi (özellikle liman kentlerinde)
102 b ir in c i bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
Fakat işin bu aşamasında bu değişim isteği^Louis'den çok, onun çevresine yönelmişti. Şema 2'de görülen alt gruplar arasınJaaman zaman büyük çıkar çatışmaları olabilmekteydi. Bunlar araşıl» yoğun olanı "zanaatçı ve esnaf küçük burjuvazisi" ile "büyükburjuvazi" arasında olan çatışma idi. Eski Rejimin Siyasal Yapısı Bu alt ayrımımızda önce "krallık kurumu",™ra "yürütme gücü", daha sonra "yargı gücü" ve son olarak da "t? a yönetimi" üzerinde duracağız. Kutsal (Mutlakiyetçi) Krallık İktidarının kaynağı olarak Tanrı'yı gören "Fransız monarşisi", IV. Henri zamanında temelleri atılan mutlak bir iktidarı, XIV. Louis'nin saltanatı döneminde en üstün ve tartız düzeyine çıkarmıştı. XIII. Louis döneminde yaşayan Lebret'ın belirtmiş olduğu gibi;11 "... Krallık asasını yalnız Tanrı'dan almışolf yeryüzündeki hiçbir kuvvete boyun eğmek zorunda olmayan, tam ve mutlak hükümranlığın kendisine verdiği bütün haklardan faydalanan krallarımız, kendi krallıklarında tamamiyle hükümrandırlar." Tanrısal kökenli iktidar, sınırsız ve denmezdir. Kralın yöneticilik hak ve yetkileri hiçbir biçimde kısıtlanıl» Zaten XV. Louıs, 13 Mart 1766'da Paris Parlamentosunda sudan söylemektedir: "••• Yu~ ce iktidar yalnız bendedir. Yasama gücü kayıtsız şartsız yalnız bendedir. Toplum düzeni tamamiyle benden doğar, milletin hak ve menfaatleri tabiî ki bende toplanmıştır ve yalnız benim elimdedir." Ancak kralın yetkisinin kuramsal olarak sınırsız olmasına karşın, uygulamada sınırlayıcı kimi kurumlarjtlmekteydi. Bunlar arasında en önemlileri "genel meclisler" (etatspıeraux) ve "parlamentolar", özellikle "Paris Parlamentosu" idi. 11
Soboul, a.g.e., s.73 vd.
fransız devrimi 103
Genel meclisler 14. yüzyıldaki mali bunalım zamanında kendilerini kabul ettirmişler ve merkezî krallığın güçlenmesi sürecinde de varlıklarını koruyabilmişlerdi. Asıl görevi kralın önerdiği vergileri onaylamak olan ve bunun yanısıra kimi konularda görüş bildirebilen genel meclislerin yetkilerinin salt danışmanlık çerçevesinde kaldığı ileri sürülebilir. Fakat bir "buhran" sırasında başvurulabilecek son kurum olmaları bakımından bu meclislerin yetkilerini danışmanlıkla sınırlamak sanıyoruz pek doğru olmaz. Zaten kimi Fransız düşünürleri Fransa Krallığı'nda temel gücün genel meclisler olduğunu, kralın mutlak gücünün temelsiz olduğunu ve uygulamanın da bunu doğruladığını ileri sürerler.12 Güç ve yetkisi ne olursa olsun; genel meclisler 1614'ten beri toplantıya çağırılmamış, kâğıt üzerinde yaşamakla birlikte, uygulamada neredeyse unutulmuşlardı. 1780'lerin buhranında bir çıkış yolu aranırken, akla gelen son çözüm bu meclislerin toplantıya çağırılması olmuştu. Paris Parlamentosu da kralın mutlak iktidarını sınırlayan ikinci bir kurum özelliğini göstermektedir. Her ne kadar bu parlamento ulus iradesinin gerçekleşmesi sonucu oluşmamış ise de, gene de kralın dışında bir güç olarak değerlendirilmelidir. Kralın yaptığı yasalar ancak parlamento kütüğüne geçtiği zaman yürürlüğe girerlerdi ve parlamentonun herhangi bir yasayı gerekçeli olarak krala geri gönderme hak ve yetkisi vardı. Fakat iktidarlarının kaynağı "kralın lütfü" olan parlamentoların bu konuda ciddi ve yeterli bir denetim yapabildiklerini söylemek de pek mümkün değildir. Yürütme Gücü Atomize iktidar yapılı feodal düzenin çözülüp yerini merkezî bir lnı paratorluğa bırakması 17. yüzyılın sonlarında tamamlanmıştı. Ancak Çerkez yönetiminin tam bir etkinlik içinde çalıştığını ileri sürmek zordu. 18. yüzyılda, kralın yanısıra "Bakanlar Kurulu adını verebilecefi
kz. Abadan, Yavuz, Devlet Felsefesi, Ankara Üniversitesi SBF Yayınları, Ankara, 1956.
lOZf birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
ğimiz bir kurul oluşmuştu. Bunun başı, yani günümüzdeki başbakanlara benzer bir görevli yoktu. Ancak eski rejimin son yıllarında "maliye genel koordinatörü" ticaret, sanayi, ulaşım vb. gibi geniş bir alanda söz sahibi olduğu için, bir anlamda başbakanlık görevini üstlenmiş gibi görünmektedir.13 Bu kuruldaki diğer bakanlıklar; "adalet", "savaş", "deniz kuvvetleri", "dışişleri" ve "saray" bakanlıklarıdır. Her bakanlığın "başmemurlar" tarafından yönetilen büroları vardı. Ancak ne bakanlar ve ne de bakanlık büroları arasında, kralın varlığı dışında bir eşgüdüm ve işbirliği vardı. Kral belirli zamanlarda bakanlarla görüşerek karar alırdı. Ayrıca her yıl farklı eyaletlerin yönetimini kendi adına belirli bakanların sorumluluğuna bırakırdı. Ayrıca her bakan yılda üç ay kralın özel yazmanlığını yapardı. Kurullarla yürütme gücünün kullanılmasının çok zor olmasına karşın eski rejimde yürütme gücündeki asıl düzenleyicinin, bir tür "devlet şûrasına" benzeyen "yüksek kuruP'larda olduğunu görüyoruz. Bu kurul üyelerine "devlet bakanı" adı verilirdi ve farklı bakanlıklar arasında eşgüdümü sağlayan ve devlet işlerinin uyumlu bir biçimde yürümesini mümkün kılan kurum, normal koşullarda haftada üç kez kralın başkanlığında toplanan bu "yüksek kurullardır". Yargı Gücü Kuramsal olarak yargı gücü tümüyle ve tartışmasız bir biçimde kralda idi. Ancak 18. yüzyıla gelindiğinde bunu genellikle adalet kurullarına devretmiş bulunuyordu. Aslında feodal düzende "yargı yet" kişinin" kralda mı, senyörde mi olacağı hususu uzun savaşımlara y0' laçmış bir olguydu. Özellikle davalının senyör yerine kral tarafmdan yargılanmasını talep edebilmesi demek olan "seçme hakkı"; zaman za' man çatışmalara yolaçmış olmasına karşın devrim öncesi yıllarda ar tık bir sorun olmaktan çıkmıştı. 13 Genel olarak "Maliye Bakanı" adı verilen, Necker, Calonne vb. gibi devlet adanılan as "maliye genel koordinatörü"dürler.
Fransız devrimi 105
22 Şubat 1787'de Versailles'deki aristokratlar meclisi.
Soylu olmayan kent halkının aralarındaki anlaşmazlıklara bakan belediye (adlî çevre) mahkemeleri de, hukuk mahkemeleri de ortadan kalkmak üzereydiler. Bu konularda tüm yetki, kral adına adalet dağıtan yüksek mahkemelere, yani "parlamentolara" geçmişti. Başta arış Parlamentosu olmak üzere Fransa'nın önemli kentlerinde kurul-muŞ bulunan on iki parlamento; yasaları ve fermanları kütüğe geçirmek ve sırasında gerekçeli olarak itiraz etme yetkileriyle kralın yasa-a gücünü bir anlamda sınırlayabildikleri gibi, adalet dağıtımını da denmiş durumdaydılar. Buralardaki yargıçların seçiminde 16. yüzyıldan sonra bir ' ansı P" gibi, parayla satma yöntemi gelişti. Bu amaçla "kamu görevleri ve mansıpları gelirleri bürosu" kuruldu. Ancak mansıbı satın •n bunu miras olarak bırakıp bırakmayacağı sorunu gene de çözemedi. Yargıçlarda, 25 yaşın üzerinde olmak, hukuk öğrenimi-
birinci bölüm: fraıısız devrimi, öncesi ve sonrası
nı görmek gibi özellikler aranmaya başlandı. Ancak yargıçlık böylesine parayla alınır, satılır bir görev olunca, kralın kendi yargıçlarını atama yetkisi ortadan kalkmış oldu ve yargıçlar bağımsız bir niteliğe hüründüler, Böylesi bir bağımsızlığın olumlu yönlerinin çok olmasına karşın, olumsuz kimi yönleri de vardı. Her şeyden önce mahkemeler ve diğer devlet kurumlarında iş görmek çok pahalı bir şey olmuştu. Zira ödenen yüksek mansıpların bir yerden karşılanması gerekiyordu. Bunun yanısıra "yargıçlar" ve "yüksek memurlar" olarak burjuvazi ile soylular arasında bir anlamda yeni bir sınıf oluştu. îisra Yönetimi Eski rejimin eyalet yönetimi içinden çıkılması çok güç bir biçimde karışmıştı. Her eyalet bir anlamda kendi başına buyruktu. Eyaletler arasında sosyo-ekonomik ve kültürel bakımlardan önemli farklar vardı, Eyaletler arasındaki hudutların kesin olmaması bir yana, Fransa nın devlet sınırları bile kesin bir biçimde saptanamıyordu.1* Ortaçağda eyaletlerde kralın temsilcisi ve vekili; aynı zamanda yargıyetkisi de olan "hâkim"lerdi. Bunlar, "sınırlı yetkili" ve "sınırsız yetkili" olmak üzere ikiye ayrılırlardı. Ancak zamanla hâkimlik parayla alınır satılır bir mansıp biçimine dönüşünce, kralın atadığı hâkimlerin salt askerî yetkileri ve kendi çevrelerindeki milletvekillerini toplantıya Çağırma yetkileri kaldı. 16. yüzyılda "vilâyet" temel yönetim birimi biçimine dönüştü ve bunun başına kral adına valiler getirildi. 17. yüzyılın sonlarında "mali çevre" boyutlarında "kral vekil-Lerı atanmaya başladılar. Eski rejimin son yıllarında bu üç "çevre" ve bu üç görevli biramda «taşra yönetimini" götürmekteydiler. Ancak asıl yetkili olan, "kralvekilleri" idi. Diğer görevlilerin herhangi bir yetkisi kalmamıştı14 Bu 0lgu aslında o günlerin koşulları içinde fazla garipsenecek bir durum değildir. Ancak rra sa run durumu diğer çağdışı devletlere oranla çok daha karışık ve belirsizdi.
Fransız devrimi
107
FRANSA'DA DEVRİM SÜRECİ Devrim ya da eski deyişle inkılap, genellikle kısa bir zaman surecinde Meydana gelen, anı ve köklü değişimleri ifade ede, Ancak bu tanımlarda^onu u olan "anı"lık, gene de birkaç yıla dek uzayabılen bir Qn süreci için geçerlidir. Zaten bir "değişimin" evrim mı, evrim elamül) olduğu konusunda karar vermek de pek kolay değildir Ayn-; Crlama" unsurunun da gerek-koşul olup olmadığı tartışmalıda Fransız Devrimi çoğu kez genel meclislerin top anması ,1e anlamaya başlanır. Oysa ki, XVI. Louis'nin g^n^ısl^^ ^SSS^^^^^y^^ parlamentolar, ve buralardaj^ W^ekMS^Î^^a8 olarak mutlakıyetçı merkez mc,a l ______ -—-—^-—s—-—»--—-—5- _ ar—-" V\/ı I nıı^'nın eenel meclis
lan yüksek burjuvaziyi ae yaıma^ uı<.,«» * şişine karşı başkaldırmaları vardır. Zaten XVI. Louis'nin genel mecfis-*^ leri toplantıya çağırmak zorunluluğunda kalması, parlamentoların bu karşı çıkışlarının bir sonucu olmuştur. Bu nedenle biz, Fransa'da devrim sürecini anlatmaya başlarkenA önce 1787-1788 yıllarında gördüğümüz karşı çıkışları, "soyluların tepkisi" başlığı altında ele almak istiyoruz. Daha sonra, "üçüncü sınıfın talep ve çalışmalarını da kapsayacak bir biçimde genel meclislerin açılışını ve 14 Temmuz 1789'a dek olan gelişmeleri ayrı bir alt bölüm olarak inceleyeceğiz. 14 Temmuz 1789 - 1 Ekim 1791 (Yasama Meclisi'nin açılışı) ve sonrasînnta ay 11 alt bölümler■oiarak~twüt4eyccnğır. Soyluların Tepkisi Mali bunalımlardan bunalmış olan Fransa, Calonne'un Maliye Bakanlığı sırasında hazırlanan bir reform önerisiyle birdenbire karışmıştı. Zi-ra bu öneri soyluları da genel bir arazi vergisinin kapsamı akma almayı 0n görmekteydi. Bu önerinin parlamentolardan geçirilemeyeceğini düşü-nen Calonne, bu konuda bir "imtiyazlılar meclisi" oluşturdu.16 Ancak u
konularda daha geniş bilgi için Türk Devrim Tarihi (İstanbul, 1981) başlıklı kitabımızın 32-36.
sayfalarına bakılabilir. '
V
108 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi vtmn
bu meclis de daha önce değinmiş olduğumuz gibi, bu önerileri reddetti. Soyluların desteğini yitiren Calonne görevini bırakmak zorunda kaldı. Ancak Calonne'un yetine atanan Brienne de, kısa bir süre sonra Calonne'un düşüncesine geldi: Fransa maliyesini kurtarmak için tek çözüm soyluları da kapsayacak bit biçimde vergilerin yeniden elden geçirilmesi idi. Fakat Brienne, özel bir meclis oluşturarak uzlaşı yolları aramak yerine önce "eyalet meclisleri" kurarak, buralarda destek arama yoluna gitti. Bu meclislerde halk, yani "üçüncü sınıf"; soylular ve ruhbanların toplamı oranında temsil ediliyordu. Buradaki amaç burjuvazi ile soylular arasında bir çatışma çıkartabilmek umuduydu. Fakat eyalet meclisleri de bu önerileri benimsemedi. O zaman Brienne konuyu, parlamentolara götürmek zorunda kaldı. Daha önce anlattığınız gibi parlamentolar temel olarak yargı gücünü toplayan, ancak yasaları kütüğe geçirme yetkilerinden ve özellikle bunu gerekçeli olarak reddedebilmek yetkilerinden ötürü, bir anlamda yasama gücüne ortak re kralın bu konudaki sınırsız otoritesine bir sınırlama getiren kurumlardı, Sınıfsal köken olarak soylulara ve yüksek burjuvaziye dayanıyorlardı, Özellikle XV. Louis'nin zayıf ve beceriksiz yönetimi sırasında parlamentoların siyasal güç, etkinlik ve prestijleri çok artmıştı. Hiç kuşkusuz parlamentolar monarşi ilkesine içtenlikle bağlıydılar, ancak bu bağlılıkları Aulard'ın belirtmiş olduğu üzere, kendi yorumladıkları ve iktidarının sınırları konusunda görüş birliği içinde oldukları bir monarşiye bağlılık idi.17 Üyelerini böylesine zorlamacı bir biçimde yeni yükümlülükler altına sokan bir monarşiye karşı ellerinden geldiğince direnmekten de geri durmuyorlardı. Özellikle Paris Parlamentosu 18. yüzyılın ikinci yarısında monarşiye karşı zaman zaman çok şiddetli karşı çıkışlarda bulunuyordu. İşte Brienne'in vergi reformu tasarıları kral fermanı olarak parlamentolara gelince, parlamentolar bunu reddederek monarşiye ciddi bir darbe vurdular. 1787-1788 yıllarında kralın danışmanlarıyla parlamentolar arasında bu çatışma "soylularınayaklanması" olarak adlandırılır. 17 Aulard, A., Fransa İnkılâbının Söro'MlDoıolrjasinin ve Cumhuriyetin Kaynakları ve Gelişmesi), çev. Nazım Poroy, TTK Yayınları,X.sen, no.l, Ankara, 1944, bkz. s.25.
fransız devrimi 109
Parlamentolar
direkt
olarak
kralı
karşılarına
almamaya
özen
göstermektedirler. Paris Parlamentosu'nun açıklamış olduğu gibi, Yönetmenin egemenliğin temel niteliği olduğunu, tüm emir ve irade gücünün hükümdarın elinde mündemiç olduğunu ve siz Haşmetpenah'ın bu kuvvet ve kudretin temeli, kaynağı ve dağıtıcısı olduğunuzu ve yasama gücünün kalıtımsal olarak vazgeçilmez ve aktarılmaz bir hak olarak şahsınızda toplanmış olduğunu ve kuvvet ve kudretinizin evrensel, tam bir ayrılık kabul edemez niteliğine de aynı biçimde sahip olduğunuzu uluslarınıza bildirmek konusunda parlamento asla geri kalmamıştır ve geri kalmayacaktır.
Fakat uygulama yukarıda yazılanlara pek uymamaktadır. Parlamentolar, krala olmasa bile, kralın danışmanlarına ve görevlilerine karşı tam bir itaatsizlik içindedirler. Öylesine ki, bunları gayrimeşru ve "feshedilmiş" görmekte ve yapılan tüm baskılara karşın, itaat etmeyi reddetmektedirler. Böylece XVI. Louis'ye yeni vergiler toplayabilmek için tek bir yol kalmıştı. 1614'ten beri toplanmayan "genel meclisleri: etats generaux" toplantıya çağırmak. Ve gerçekten XVI. Louis 8 Ağustos 1788'de, 1 Mayıs 1789'da genel meclislerin toplanacağını açıkladı ve seçim hazırlıklarına başlanılmasını istedi. Soylular, merkez otoritesine karşı böylesine ödünsüz bir biçimde direnmekle, bir noktada kendi sonlarını da hazırlamışlardı. Zira varlıklarını borçlu oldukları monarşinin gücüne ilk darbeyi kendileri indirmekle, Fransız monarşisinin daha sonra arkadan gelecek burjuvazinin darbelerine karşı ne kadar güçsüz olduğunu sergilemişlerdir. Eğer parlamentolar böylesine katı davranmasa ve yumuşak bir geçişe razı olsaydılar, belki de kral üçüncü sınıfa karşı, biraz sonra anlatacağım biçimde çok yumuşak davranmak zorunda kalmaz ve Fransa'daki köklü değişim, tümüyle ortadan kalkmasa bile, en azından bir süre ertelenmiş olurdu. Soyluların bu direnmesinin, merkez monarşinin ne denli güçsüz kaldığını sergilemesinin yanısıra bir sonucu daha olmuş18
A.g.e., s.28.
110 birinci bölüm: Fransız devrimi, ikesirarası
tur. O da monarşi anlayışın darbe yemesi ve gücünden yitirmesidir. Ancak monarşi anlayışının darbe yemesinden en çok zarar görecek olan ve bunun faturasını en ağır biçimde ödeyecek olanlar, gene soylulardır. Genel Meclislerin Toplanmışı XVI. Louis'nin 8 Ağustosffi'de genel meclislerin 1 Mayıs 1789'da toplanması konusunda sözıermesi üzerine, Fransa'da çeşitli kesimler arasında oluşturulmuş olan ittifak 1 arda çözülme ve değişmeler ortaya çıktı. Özellikle parlamentolarda merkez monarşisine karşı işbirliği yapmış olan soylularla yüksek burjuvazi arasındaki işbirliği sona erdi. Burjuvazi bu kez XVI. Louıs'yi desteklemeye başladı. Zira "üçüncü sınıf" soylulara ve ruhbanları karşı kralın desteğinden çok önemli olacağının bilincinde idi.19 Bu arada genellikle burjuvalar ve bir kısım soylular tarafından bir "parti"20 oluşturuldu. Bınların talepleri arasında, "medeni haklarda eşitlik", "yasalar karşısında eşitlik", "adaletli bir vergi reformu", "genel meclislerdeki halk temsilcilerinin arttırılması", "seçmen kısıtlamalarının azaltılması" vb.gibi;o günleriçin aşırı sayılabilecek kimi talepler de vardı. Fakat ilginç bir olgu olarak, nasıl "halk" soylulara karşı kralın desteğini arıyorsa, aynı biçimde XVI. Louis de soylulara karşı durabilmek için halkın desteğini aramaktaydı. Bu nedenle üçüncü sınıftan gelen talepleri anlayışla karşıladı ve önemli ölçüde yerine getirdi.21 Fakat kral, üçüncü sınıfın taleplerin aslında "mutlak monarşi ilkesine" yönelmiş olduğunu göremiyorda.Örneğin Camille Desmoulins, "Hür Fransa" başlıklı hicviyesinde ne mansıpları alınıp satılan, ne kalıtımsal soyluları olan ve ne de vergi aynalıkları bulunan bir Fransa istiyordu:22 19 20 21 22
Soboul, a.g.e., bkz. s.122 vd. Burada parti sözcüğünü kullajmıakarşın, belkide "taraf", "grup", "yan" vb. gibi kavramlar daha uygun olabilirdi. Daha sonra da değineceğimizgilili temsilcilerinin krala tümüyle karşı olduklarını sanmak da doğru olmaz. Zira egemenlik Hİ1J151 henüz o derecede olgunlaşmamıştı. Soboul, s.126.
fransız devrimi 111
Olacak, olacak. Evet bütün bu işler olacak; evet o mutlu inkılap, o yeniden doğuş olacak. Yeryüzündeki hiçbir kuvvet bunun önüne geçemez. Felsefenin; hürriyetin ve vatanseverliğin doğurduğu şu yüce sonuca bakın! Yenilmez insanlar haline geldik.
Daha önce de değindiğimiz gibi; halk içinde, yüksek burjuvazi ile esnaf ve köylüler arasında derin çelişkiler ve anlaşmazlıklar vardı. Seçmen olma hakkına getirilen kısıtlamaların kaldırılması, üçüncü sınıf içindeki yüksek burjuvazinin üstünlüğüne son verebilirdi. Ve XVI. Louis seçim hakkını yaygmlaştırırken, elbette özellikle kırsal kesimden gelecek olan halk temsilcilerinin, hem soylulara hem de burjuvalara karşı kendi yanında yeralacaklarını umut ediyordu.23 ,, Bu hava içinde hazırlanan "seçim yönetmeliği" 24 Ocak 1789'da yürürlüğe girdi. Bu yönetmeliğin fazla ayrıntılarına girmeden sadece şunu belirtelim ki, 25 yaşını aşmış, belirli bir ikametgâhı olan ve vergi kütüğüne kayıtlı olan tüm Fransızlar seçimlere katılıyorlardı. Genel meclisler (etats generaux) üç düzenin temsilcilerinin oluşturduğu üç meclise verilen genel isimdir. Bu üç meclis de yaklaşık aynı oranda temsilciden oluşurdu. Bunlar kimi toplantılarını ortak olarak yapar, daha sonra da kendi aralarında toplantılarını sürdürürlerdi. Vatansever parti, halk temsilcilerinin sayılarının iki kat artırılmasını isterken, sürekli ortak toplantılar umudu içindeydi. Aksi takdirde temsilci sayısının artık fazla bir anlamı olmayacaktı. XVI. Louis sayının artırılmasını kabul etmişti. Ancak "zümre esasına" göre yapılacak toplantılardan vazgeçmeye pek niyetli görünmüyordu. Zaten yapılan seçimler sonrasında seçilen 578 halk temsilcisinden hemen tümü burjuvaziden gelmişti ve kral bundan bir ölçüde te dirgin olmuştu.24 Ayrıca Paris'e gelen 240 soylu temsilciden en az 40 kadarı vatansever parti içinde yeralmışlardı ve çağın ileri düşünceleri-nın derin etkisi altında idiler. Tüm bunların dışında 291 ruhban temBkz. Aulard, a.g.e., s.48 vd. Bu konularda bkz. Cariyle, Thomas, The French Revolution, Bernhard Tauchnitz, Leipzig, 1851, c.l,s.l47vd.
112 birinci bölüm: fransız devrimi,öncesi ve
silcisinden 200 kadarı köy papazı idiler ve halkın içinde bulunduğu ağır koşulların değişimine katkıda bulunmak umudu içindeydiler. Kralın ödününü daha ileri götürmeye niyeti yoktu. Zaten temsilcilerin tanıştırılması törenlerinde bu tutumunu açıkça belli etmeye özen gösterdi. Her üç sınıfa temsilcilerini ayrı ayrı yerlerde kabul etti ve soylular giysi konusunda serbest bırakılırken, halk temsilcilerine siyah renk zorunluluğugetiriliyordu.25 Kralın bu tutumu halk temsilcilerinin uzlaşmacılarını bile endişeye itiyordu. 4 Mayıs 17'89'cla yapılan dinsel bir törenden sora "genel meclisler" 5 Mayıs 1789'da açıldı- Kralın, adalet bakanının ve maliye bakanının konuşmalarından sonra toplantı, her sınıf meclisinin ayrı ayrı toplanacağı bir biçimde6 Haziran 1789'a ertelendi. Halk temsilcileri sınıf esasına göre değil; ortak toplanılması ve birey olarak oy kullanılması konusundaki dileklerini tekrar gündeme getirdiler. Ancak bu konuda diğer sınıfların temsilcilerini ikna etmek mümkün olamıyordu.Soylular bu öneriyi 47'ye karşı 141 oyla reddetmişlerdi. Ruhbanlar da biraz daha uzun ve tartışmalı geçen bir toplantıdan sonra 114'e karşı 133 oyla aynı red kararını aldılar. Ancak günü seçmesine karşın, meclisler bir türlü çalışmalarına başlayamıyorlardı. Sonunda 10 Haziran 1789'da halk temsilcileri son bir ortak çalışma çağrısı yaparak toplantılarına başladı. Bu arada kimi ruhban temsilcileri de fa toplantılara katılıyorlardı. Fransa'nın yüzde 96'sını temsil edenfameclis 17 Haziran 1789'da "Ulusal Meclis" adını aldı. Bundan iki gün. sonra 19 Haziran 1789'da ruhbanlar, yaptıkları bir toplantı sonrasında 137'ye karşı, 149 oyla bu meclise katılmaya karar verdiler. Aynı gün soylular krala başvurarak bu konuda önlem almasını istiyorlardı:26 25
26
Bir görgü tanığının daha som Ü« aldlS' üzere> 5 Mars'taki açılış törenine, kralın tutumunu protesto etmek için köylü ««* Belen bir temsilci, diğerleri tarafından uzun uzun alkışlanıyordu. Bkz. Die Fransövsiı t««lut'°" •" Augenzeugenbertchten, dtv, 3. baskı, Münih, 1980, s.17-18. Soboul, s.136.
fransız devrimi 113
Savunduğumuz haklar yalnız bizim kendi haklarımız olsaydı bu haklar sadece soylular düzenini ilgilendiren haklar olsaydı, bunları istemekte bu derece büyük bir çaba göstermez, savunmakta bu derece şiddetli davranmazdık. Savunduğumuz çıkarlar, yalnız bizim çıkarlarımız değildir, sizin de çıkarlarınız, devletin ve son olarak Fransız halkının da çıkarlarıdır, haşmetlim.
Soylulardan gelen bu tür zorlamalar, kralın sert önlemler almasına yolaçtı ve toplantı salonunun kapatılmasını emretti. 20 Hazi-ran'da toplantıya gelen halk temsilcileri toplantı salonunu kapalı görünce, "jeu de paume"da toplandılar.27 Oturacak yer olmadığı için, kimi yere bağdaş kurmuş, kimi ayakta, kimi de sırtını arkadaşına dayayarak oturmuştu. Burada ünlü "jeu de paume andını" içtiler. "Hiçbir zaman birbirlerinden ayrılmamaya, anayasayı tamamlayıncaya kadar; nerede olursa olsun", koşulların elverdiği her yerde toplanmaya karar verdiler.28 Michelet'in deyimi ile, "halkın temsilcileri için bundan daha fazla yakışacak bir toplantı yeri olamazdı."29 Meclis toplantısı 22 Haziran'da Saint-Louis Kilisesi'nde sürerken, ruhbanlar da daha önce aldıkları karar uyarınca bu toplantıya katıldılar. Dahası, bu toplantıya birkaç da ruhban temsilcisi katılmıştı. Kral duruma müdahale ederek 23 Haziran'da ortak bir toplantı çağrısı yaptı. Bu toplantıda yaptığı konuşmada kimi ödünler vermesine karşın, sınıf esasına göre ayrı ayrı toplanılması konusunda ısrar etti. Ancak halk temsilcileri bu çağrıya uymadılar ve salonu terketme-diler. Ruhbanların ve gitgide artan sayıda soylu temsilcisinin Ulusal Meclis'e katılmaları üzerine kral, yenilgiyi kabul etti ve bir yazıyla her üç sınıfın temsilcisinin Ulusal Meclis'e katılmasını istedi. 7 Temmuz 1789'da bir "anayasa komisyonu" oluşturan meclis, 9 Temmuz 1789'da "Kurucu Meclis" adını aldı.
"ir tür top oyunu oynanan, bir anlamda kapalı bir spor salonuydu bu salon. Bkz. Devrimler Ansiklopedisi, c.4, s.825 vd. Michelet, Fransız İhtilâli Tarihi, c.l, çev. Hamdı Varoğlu, 2. baskı, İstanbul, 1967, s.145.
111} birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
Kurucu Meclis Dönemi XVI. Louis Ulusal Meclis'e verdiği ödünlerin huzursuzluğu içindeydi. Ve bu arada özellikle yakın çevresi tarafınckeleştirilmekteydi. Bu nedenlerle, çoğunluğu "yabancı lejyonerlerdtıı" oluşan askerî birlikleri Paris çevresinde toplamaya başlamıştı. Aynı dönemde "üçüncü sınıf" da örgütlenme çabaları içindeydi. Örneğin Maıat daha 1 Temmuz 1789'da şunları yazıyordu:30 Ey hemşerilerim! Hareketlerim kir çekidüzen vermek için, bakanların hareketlerinden hiç gözünüzü ayırmayın. Bunların maksadı milli meclisimizi dağıtmak, biricik vasıtaları da iç savaştır. Bakanlar fesat hareketini körüklüyorlar!.. Etrafınızı askerlerle ve süngülerle çevirmektedirler!.. Gerçekten saray, bir darbe hazırlığı içindeyi Ulusal Meclis bir anlamda kuşatılmıştı ve bu askerî gücün karşısına çıkabilecek hiçbir silahlı güç görünmemekteydi.31 Bu duruma güvenen XVI. Louis 11 Temmuz'da Maliye Bakanı Necker'i görevinden alarak, yerine halk tarafından hiç sevilmeyen Breuteoil'i atadı. Değişim gerek meclis ve gerekse halk tarafından tepkiyle karşılandı. Camille Desmouins bu konuda şunları söylüyordu:32 Bu yol verme yurtseverler için bir Sainı-Barthelemy kıyımı belirtisidir: Bu akşam bütün İsviçre «Alman birlikleri bizi boğazlamak için ortaya çıkacaklar. Ancak aynı günlerde Paris'te yepyeni bir örgütlenme ve silahlı bir güç ortaya çıkıyordu. 10 Temmuz'da bir anlamda belediye görevlerini üstlenen bir komite kurulmuş ve 12 Temmuz'da Paris'teki 240 bölgeden her biri 200'er milis hazırlamayı üstlenmişlerdi.33 Böylece kı-
30
Soboul, a.g.e., s.141.
31 32
Aulard, "bu durumda bir mucize beklenebilirdi" diyor. Bfcug.ıv.58. Dünya Tarihi, s.54.
33
O günleri yaşayanların çok ilginç gözlemleri için bkz. Dithmmbe Revolution..., s.20-39.
fransız devrimi 115
Bastille'in zaptı.
sa bir süre içinde 48.000 kişilik bir ordu oluşmuş oldu. Halk silah mağazalarını yağmalıyor ve akla gelebilecek her biçimde silahlanıyordu. 13 Temmuz günü Ulusal Meclis bir bildiri yayınlayarak Necker'in görevden alınmasından ötürü duydukları üzüntüyü bildirerek; daha önce defalarca yaptıkları bir talebi yinelediler ve yabancı lejyonerlerin Paris'ten uzaklaştırılmasını istediler. Fakat ilginç bir nokta olarak Meclis, yapılan yanlışlıklardan ötürü XVI. Louis'yi sorumlu tutmuyor; onu yanlış yöne iten danışmanları suçlanıyordu. Kralın gerek halktan gelen tepkilere ve gerekse meclisin bildirişme kulak asmaya fazla niyeti yoktu. Zaten Paris'teki gelişmeleri yakından izlediği ve duyduğunu söylemek de mümkün değildi. Ve başladı karşı darbeyi 14 Temmuz akşamı tamamlamak ve hem Ulusal Meclis'i dağıtmak ve hem de Paris'teki "karışıklıkları" lejyonerlerle bastırmak niyetindeydi. Ancak 14 Temmuz'da Paris halkı "zaptedil-
116 birinci bölüm: fransız devrim
i, öneivesiB
mez" sanılan Bastille Hapishanesi'nibasarak zaptetti ve yaktı. Mutlak monarşinin sembolü olarak görükn bu güçlü kalenin böylesine kolay bir biçimde alınması, XVI. Loüis'nia korkmasına neden oldu. Ve şıd dete başvurmak yerine uzkşmay.yeğledi. 15 Temmuz'da Ulusal Meclıs'ın isteklerini kabul ettiğini açıkladı. Kralın bu uzlaşmacı tam, kimi soyluların Fransa'dan kaçma yolunu seçmelerine neden olda. Gerçekten aynı günlerde Fransa'nın dört bir yanında köylü ayaklamaları başladı. Kırsal kesimde köylüler ayaklanırken, kentlerde de belediye örgütleri oluşturuluyordu. Ulusal Meclis 4 Ağustos akşam, "derebeylik haklarını" kaldırdı. Bu, Fransa'da feodalitenin sona ermesi demekti. Aynı meclis 10 Ağustos'ta da "belediyelerin oluşumum» onayladı. Artık Fransız halkı kendi egemenliğine sahip çıkıyordu. Aynı meclis 27 Ağustos 1789'cta "İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisini kabul etti. Bu % kokan Haklar Bıldirisi'nden sonra, çağımıza ve çağımızın insanına it tutan temel belgelerden biridir. Ek olarak verdiğimiz bu bildiriye göre; yasanın kaynağı genel iradeden başka bir şey olamaz. Bu anlatış'toplum sözleşmesi" anlayışının kaçınılmaz bir sonucu olarak kaşıma çıkmaktadır. Gene aynı bildiri "egemenlik ulusundur" diyerek, Ulguyu bir kez daha vurgulamaktadır. İnsanların özgür doğdnklnıve özgür yaşayacaklarını da vurgulayan bildiri, vazgeçilemez ve devredilemez doğal insan hakları olarak "özgürlük", "mülkiyet","güvenlik" ve "baskıya karşı direnme"yi sıralamaktaydı.34 XVI. Louis gene yakın çevresinin baskısıyla ve kimi yüksek din adamlarıyla anlaşarak gerek derebeylik ve belediyelerle ilgili kararnameleri ve gerekse «İnsan ve Yırttaş Haklan Bıldırisi"ni onaylamayı reddetmek niyetindeydi. AncakVersailles'i bir anlamda işgal eden halkın baskısıyla onaylamak zorunda kaim Artık söz Kurucu Meclis'in ve bu meclisin "anayasa komisyonundur. Kurucu Meclis üyeleri pekçok konuda bir fikirbirliği içinde de34 mderstandgegen die Sta.frwrflDobB.fcr Jahrtausend), der. Fritz Bauer, Frankfurt am Mam, 1965 bkz. s.U4.
Fransız devrimi 117
28 Nisan 1789'da Paris'te Faubourg Saint Antoine'da sokak çatışması.
ğillerdi. Başbakanlık kürsüsüne göre sağ tarafta soylular ve kralcılar; ortada kralcılar ve solda burjuvalar oturmaktaydılar.35 Meclis içinde her konuda çok sert tartışmalar oluyordu. Ancak sıkıntılar salt meclis içinde de değildi. Ayaklanan köylülerin tahıl ambarlarını yakmalarının bir sonucu olarak, Fransa'da yiyecek sıkıntısı başlamıştı. Bunun yanı-sıra çok yüksek ölçüde bir enflasyon sözkonusuydu. Alınan tüm sert önlemlere karşın ekonomiyi düzene sokmak mümkün olamıyordu. Örneğin 2 Kasım 1789'da 346'ya karşı 568 oya kilise malları ulusa devredildi. Buna karşılık ulus kilise görevlileri-nın geçimini ve yoksulların korunmasını üstlenmekteydi.36 Bu arada r ansa dışındaki kimi güçler devrimi boğma hazırlıkları içindeydiler ' bur uarı bir sonraki alt ayrımımızda anlatacağım. -,
fen
"saİ" " "sol" ayrımı buradan gelir. Evrimler..., s.834 vd.
ıı8 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
Tüm bu iç ve dış zorluklara lası 1791 Eylül'ünde yeni anayasa hazırlandı ve XVI. Louis 13 Efil 1791'de bu anayasayı onayladı ve bundan bir gün sonra ulus ve anayasaya bağlılığı konusunda yemin etti. Daha sonra Kurucu Meclis3öEyll'de son toplantısını yaptı ve 1 Ekim 1791 'de Ulusal Meclis'in yeni seçilen 745 üyesi göreve başladılar. Yeni mecliste üyelerden 264'ûsağo Feuillant Kulübü üyesi idiler. Solcu Jacoben Kulübü üyesi sayısı ise 13ö idi. Geri kalan yaklaşık 300 temsilci, ortada ve kararsız idiler. Bu arada 21 Haziran 1791'dt XVI. Louis'nin Fransa dışına kaçma girişiminde bulunması ve yoldayakalanarak Paris'e geri getirilmesi Kurucu Meclis içindeki cumlıuriyet yanlısı azınlığın durumunu kuvvetlendirmiş ama, uzlaşmadan yana olan ılımlıların duruma egemen olmalarını engelleyememişti.Fakat"Varennes Olayı" diye adlandırılan bu gelişim Fransa dışındaki monarşilerde, büyük bir heyecan uyandırmış ve Avusturya İmparatora II, Leopold ile Prusya Kralı Friedrich-Wilhelm'in "Pillnitz Bildirisı"nı(27 Ağustos 1791) imzalamalarına neden olmuştu. Bu bildin üzerinde de daha sonra duracağız. Ve ilk seçimlerden sonra medisegelen temsilcileri, böylesine zor iç ve dış koşullar beklemekteydi. Ekim Seçimlerinden Cumhuriyete «Devrim Fransa'sına Tepkiler Fransa'daki devrim, önceleri Avrupa kıtasında memnunluk uyandırmıştı. Zira Avrupa'daki güç dengesinde büyük ölçüde ağırlığı olan Fransa'nın bu nedenle zayıf düşeceğini umut etmişlerdi. Ancak kısa bir süre içinde bu memnunluk, yaını tedirginliğe bıraktı. Ve kısa bir süre içinde görüldü ki, zayıf düşenaslında Fransa değil, tüm Avrupa yönetimlerinin dayanmakta olduğu "monarşi ilkesi" idi. Fransa dışına kaçmış olan soylular da, diğer kapa başkentlerinin saraylarına sığınmış ve Fransız Devrimi'ninbııyöniinü abartan bir propagandaya girişmişlerdi. Ülke dışına kaçmak isteyen XVI. Louis'nin zorla geri getirilmesi ve bir anlamda gözaltında tutulması ve meclis kararlarına uymak zorunda bırakılması, kafa monarşilerini tedirgin eden bir diğer husustu.
fransız devrimi lly
Monarşi ilkesinin böylesine zedelenmesinin yanısıra, Avrupa monarşilerini korkutan bir diğer olay da, "Avignon Olayı" diye adlandırılan olaydır. Papalığa bağlı bir prenslik olan Avignon, 1790'da kendi iradesiyle Fransa'ya bağlanmak istemiş ve meclis bunu "ulusların kaderlerini belirleme hakkı" olduğu gerekçesiyle kabul etmişti. Avrupa kıtasının o günkü sınırları böylesine bir ülkenin geçerli olmasına dayanamayacak kadar zorlama ve dengesiz idi. Bu tür katılma istekleri, zaten güç yürütülmekte olan dengeyi altüst edebilirdi. İşte bu iki temel neden Avrupa'nın tutucu mutlak monarşilerini Fransız Devrimi konusunda ortak tutum takınmaya zorladı. Bunlar arasında en büyükleri olan Avusturya ve Prusya imparatorları, 27 Ağustos 1791'de Pillnitz'de biraraya geldiler ve yayınladıkları Pillnitz Bildirisi ile Fransa'daki devrim hareketinin, salt Fransa'nın bir iç sorunu olmadığını; aksine bir "Avrupa sorunu" olduğunu vurguladılar. Aynı toplantıda Koblenz'de toplanmış olan "Göçmenler Ordusu"nu destekleme ve yardım etme kararı da alındı. Bu ordu Fransa dışına kaçmış olan soyluların oluşturdukları ve uygun bir ortam olduğu takdirde Fransa'ya müdahale etmek amacıyla Fransa sınırına yakın bir yerde beklemekte olan derleme bir orduydu. İngiltere kıtadaki bu gelişmelerin dışında kalıyordu. Zira devrim Fransa'sındaki ilkeler, İngiltere'nin yönetim ilkelerine fazla ters olmadığı gibi, 1783'te başbakanlığa gelen ve 1801'e dek bu görevde kalacak olan Pitt, gözlerini daha çok İngiltere'nin dış ticaretine çevirmişti- Ancak bir süre sonra İngiltere de tutumunu değiştirecektir. Dışarıdan gelebilecek tehlikeler karşısında dikkatli ve endişeli olan Fransa'da iç ayaklanmalar da geniş boyutlara ulaşmıştı. Gerçekten hem devlet otoritesinin zayıflaması ve hem de gitgide bozulan ekonomik koşullardan ötürü, özellikle kırsal kesimde, ayaklanmalar birbirini izliyordu. Paris bu gelişmeler karşısında etkili olamıyordu. Fakat temel tehlikenin Avusturya'dan ve bunların desteklediği göçmen ordusundan geldiğine inanan Fransa 1792 Şubat'ında Avusturya ya bir ültimatom vererek, bu ordunun dağıtılmasını istedi. Avusturya ir nparatoru Leopold, her ne kadar Fransız Devrimi'ne düşman idiyse de
120 bir inc i bölüm: fraı» denlin. «Şıvesontası
Fransa ile bir savaji göze almak niyetinde görünmüyordu. 1 Mart 1792'ye kadar süre tanıyın bu ültimatomu kabul edecek gibiydi. Fakat aniden ölümü,lahtalfençois'nın çıkmasına yolaçtı ve François bu ültimatomu dikke afc^ğı gibi, göçmen ordusuna yardımı artırdı. Bu koşullar altında Fransa Avusturya'ya 20 Nisan 1792'de savaş açtı. Fakat Fransa hı savaşı hazırlıksız bir biçimde açmıştı. Zira her şeyden önce ordusu düzgün biçimde değildi. Çoğunluğu oluşturan gönüllüler disiplinsin^ ve kendi bildiklerince savaşmak istiyorlardı. Eski rejimde sııbaylannçoğunluğu soylulardandı. Devrimin gelişmesine paralel olatak t»»'™ büyük bir bölümü Fransa dışına kaçmış, Fransa'da kalanlar ise isteksiz bir biçimde savaşır olmuşlardı. Dahası, kimi zaman baltalarda da bulunuyorlardı. Tüm bunların dışında Fransa'nın kimiparasalgüçlükleri de vardı. Bu koşullarda Avusturya ve müttefiki Prusya'nın orduları Brunsvvick'in kmaıı^ında Paris önlerine dek rahatça geldiler. Paris kendini ıımutsız bıtsJMnmaya hazırlarken, Avusturya Fransa'yı tümüyle ezerek Rusya'yı kıtada başıboş bırakmayı istemiyordu. Zira Çariçe Katherina'nmLehistan'ı yutma niyetleri açıkça belli olmuştu. Ve son olarak da Bruııswick; Fransa'yı iyice korkuttuğunu düşünüyordu. Brunsvjck 2S Ttrnmuz 1792'de bir bildiri yayınlayarak XVI. Louis'nin otoritesi»fi vermek üzere geldiklerini ve son yıllardaki gelişmelerin sorunMatından hesap sorulacağını açıkladı. Ancak Brunsvvick bildirisi F
fransız devrimi 121
Konvansiyon 21 EylüPde 749 milletvekilinin oybirliği ile krallığın kaldırıldığını ilân etti. Bu konuda başrahip Gregoire şunları söylüyordu:37 Maddi âlemde canavarlar neyse, manevi âlemde de krallar odur. Saraylar cinayet tezgâhı, ahlâksızlık ocağı ve müstebitlerin inidir. Kralların tarihi, milletlerin ve boşuboşuna kurban giden masumların isim cetvelinden başka bir şey değildir.
Aynı Meclis 25 Eylül 1792'de Couthon'un "Fransız Cumhuriyeti parçalanmaz bir bütündür" önerisini uzun süren tartışmalara karşın, gene oybirliği ile kabul ediyordu. Artık Fransa Devrimi'nde yeni bir aşama başlamıştı: Cumhuriyet Dönemi. Konvansiyon Dönemi ve Devrim Fransa'sına Tepkiler Victor Hugo konvansiyonu şu satırlanyla bir kez daha ölümsüzleştirir:38 İşte konvansiyon, Bu tepe karşısında bakışlar durur. İnsanlık âleminde, bundan yüksek bir şey görülmüş değildir. Nasıl ki Himalaya Dağları varsa, öylece konvansiyon da vardır. Konvansiyon belki tarihin en yüksek noktasıdır. . Konvansiyon yaşarken, -çünkü bir topluluk yaşamaktadır- onun ne olduğu pek iyi anlaşılamıyordu. Çağdaşlarının onun anlayamadıkları tarafı büyüklüğü idi. Hayran olmalarına korkuları engeldi. Büyük olan her şeyin kutsal bir dehşeti vardır. Küçük tepelere ve şöyle böyle insanlara hayran olmak kolaydır. Ama çok büyük olan şey, bir dağ ya da bir deha olsun bir meclis veya bir şaheser olsun yakından görülünce ürkütür. Her tepe bir büyükseme gibidir. Tırmanmak yorar. Dikliği yüzünden, yola çıkanın nefesi kesilir, inişlerde insanın ayağı kayar, onun güzelliğini meydana getiren sarplıkta, el ve ayaklar zedelenir, seller köpükler saçarak, derin uçurumların varlığını belli eder. Sık bulutlar tepeleri örter. Yükselme, düşme kadar insanın başını döndürür. İmrenmeden çok ürkme işte Devrimler..., s.842. 8 Hugo, Victor, Doksan Üç İhtilâli, çev. Burhan Toprak, MEB Yayınları, İstanbul, 1962, s.206-207.
122 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
Gracchus BabeuFun Savunmasından Devrimi Yeniden Tapmak "Devrim... Sonucu hiçe varacak bir iş değildir. Bunca kan seli, halkın durumunda daha büyük bir rahatsızlık yaratmak için dökülmemiş olsa gerek.
Bir
halk
niçin
devrim
yapar?
Çünkü
kötülük
yuvası
kurumlartoplunun en iyi kaynaklarını tüketmiştir; yararlı üyelerinin büyük çoğunluğu eski durumlarında kalamaz olmuşlardır. Toplumun bu durumda rahatı kaçar, değişmek ihtiyacını duyar, ayaklanır. Bu durumda toplum haklıdır. Çünkü toplum, bir arada ne kadar mümkün* o kadar mutlu olmak için kavuşturulmuştur: Toplumun amacı ortak mutluluktur. Devrimin amacı da büyük çoğunluğun mutluluğudur. Bu amaca varılmazsa, halk aradığı en iyi yeri bulamamışsa, devrim bitmemiştir. Devrim bitti diyenler, bir egemenliğin yerine bir başkasını koymak isteyenlerdir. Bu durumda devrim bitmiş olsaydı, büyük bir cinayet olmakla kalırdı." 1
7
Gracchus BabeıiDe* f" ''™. Çev: Sabahattin Eyüboğlu ve Vedat Günyol, Sosyal Yayınları, istanbul 1974, s. 92 - 93
buradan gelir. Bunun içindir ki, büyüğe karşı kaçınma; bu duygu işte buradan gelir. Uçurumlar görülür de, büyüklük görülmez. Canavar görülür, harika görülmez. İşte konvansiyon böyle yargılandı. Konvansiyon- kartallar tarafından seyredilmek üzere yaratıldığı halde, miyopların zekâsıyla incelenmiştir. Bugün konvansiyon bütün derinliğiyle görülmektedir. Trajik ve huzurlu derin göklerin ufkunda; Fransız Devrimi'nin büyük profilim çizmektedir. Gerçekten konvansiyon tarihte benzerlerini görmediğimiz bir meclistir. Önceleri ılımlıların da desteğini sağlayan "Girondenlerin" egemenliği ve üstünlüğü altında çalışmış, daha sonra "dağlıların" üstünlüğü ortaya çıkmıştır. Kısa bit süre içinde anayasa yürürlükten kaldırılmış ve tüm yetkiler önce "Genel Savunma Komitesi"ne, sonra da "Genel Kurtuluş Komitesine aktarılmıştır.39 Sonunda komite üyelerı39 Bu konularda bkz. Zierer, Otto, fıiki'^'chheit-Brüderlichkeit, Heyne, Lebendige Weltg< hichte, Band 17, s.246 vd.
fransız devrimi 123
Saint-Just'un Halk Kurtuluş Komitesi Adına Konvansiyon Meclisi'ne Sunduğu Rapor (13 Mart 1794) Mutluluk "Biz mutluluktan söz ettik sizlere. Bencil insanlar bu düşünceyi kötüye kullanıp, aristokrasinin feryatlarını ve öfkesini azdırdılar. Kendinden başkalarını unutup, gereksiz şeylere sahip olmaya dayanan bir mutluluk isteği uyandırdılar birden. "Mutluluk! Mutluluk!" diye bağırıp çağırmaya başladılar. Ama bu size sunduğumuz Persepolis mutluluğu değildi. Bu mutluluk, insanlığın ahlakını bozan bir mutluluktu. Biz sizlere Sparta'nın, Atina'nın iyi günlerindeki erdem mutluluğunu, kendi halinde, orta derece bir mutluluk sunmuştuk. Gereksiz şeyler dışında, gerekli şeylerden yararlanma mutluluğu sunduk sizlere. Ayrıca sizlere zorbalığa karşı nefretten doğan mutluluğu, bir kulübeye, elinizle ekip biçeceğiniz bir tarlaya olan özlemin mutluluğunu sunmuştuk. Halka özgür ve rahat olma mutluluğu, barış içinde, Devrim'in meyvelerinden yararlanma mutluluğu, doğaya, ahlaka dönme, Cumhuriyeti kurma mutluluğu sunmuştuk. ... Nedir istediğiniz sizin, siz ki mutlu olmak için erdeme yüz çeviriyorsunuz? Kötülüğe karşı yıldın istemeyen sizler, nedir istediğiniz? Yıldırıyı özgürlüğe karşı kullanmaya kalkan siz erdemsizler, nedir istediğiniz? ... Yok olup gideceksiniz, servet peşinde koşan, halkın mutluluğu dışında mutluluk arayan sizler!" Saint-Just, Devrimle Gelen, Çev: Vedat Günyol, Çan Yayınları, İstanbul 1977, s. 74 - 76
nin de başını yiyen çok kanlı bir terör döneminden sonra; iç ve dış sorunlarını önemli ölçüde aşan Fransa, bu kez yeni bir anayasa ile "Direktuar Dönemi"ne girecektir. 1791'den sonra ortalama Fransız yurttaşı, devrimin sona erdiğini düşünürken; bunun tam aksini düşünmekte olan örgütlü bir azın-'•k vardı: Jacobenler. Özellikle Paris ve diğer büyük kentlerdeki Jaco-ben kulüplerin güçlü olmalarına karşılık, tüm Fransa'ya yayılmış pek Ç°k kulüp aynı çizgiyi yavaş yavaş benimsemeye başlamışlardı.40 Aslında Jacobenleri de türdeş bir grup olarak görmek ve değerlendirmek doğru olmaz. Aralarında en soldaki sosyalistlerden başlayarak, oldukça ılımlılara dek yayılan bir yelpaze vardıVa
lentin, Veit, a.g.e., s.252-253.
124 birinci bölüm: fransız devrimi, Öncesi ve sonras
Nasıl Bir Dizt
Maximilien Robespierre
"Biz öyle bin n itiyoruz ki, orada bütün aşağılık ve kıyıcı tut-,['fe kular, yasalarl. vurulsun, iyi ve cömert tutkular uyandırılsın; orada şan »e hakketme ve yurda hizmet etme istekleri yükler rekleri safim; eşitlikten doğsun; orada yurttaş yüksek görevliye, yük ksekgörevli yurttaşa, halk da adalete bağlı olsun; yurt herkesin
allığım sağlasın ve insan tekleri yurdun esenliğinden,
şan şerefinden kollukları kabara kabara yararlansın; bütün ruhlar, cumhuriyetçi duyguların sürekli alışverişi ve büyük bir ulusun saygısını kazanma 1%! jf|nde yUCelsin; orada, sanatlar kendilerini soylulaştıranözgürlüğü süslesin; ticaret, yalnız birkaç firmanın korkunç servetinindejH, halkın zenginlik kaynağı olsun. Biz memleketimizde, bencilliğin yerine ahlakı, törelerin yerine ilkeleri, basma kalıp nezaket kuralları yerine ödevleri, zorbalığın yerine aklın egemenliğini koyacağız. Bahtsızlığı değil kötülüğü hor göreceğiz. Mertliği küstahlığa, ruh yütelijiniboş gurura, şan şerefi para aşkına yeğ tutacağız. Kibar insanlarla değil, iyi insanlarla % kalkacağız. Düzenbazlığa değeri, parlak nüktelere yeteneği, gösterişe gerçeği üstün tutaca|ız.2evk düşkünlüğünün sıkıntısı yerine, mutluluğun büyüsüne kaptıracağız kendimizi. Büyüklerin küçüklüğü yerine insanın büyüklüğünü koyacağız." Robespierre,
Devrimin
Bağrınim,(uy t Günyol, Çan Yayınları, İstanbul 1975, s.
Ancak gene de Jacobenizroın genel bazı ortak çizgilerini bulmak mümkündür. Her şeyden önce Jacobenler, katıksız demokrattırlar. Halk kendi kendini yönetmelidir. Fakat bu nasıl olacaktır? "Halkı en iyi tanıyan ve temsil edebilecek olanlar tarafından" yönetilmelidir, yani kendileri tarafından. Bu durumda kendilerine karşı çıkış "aptallık", dahası "kötülüktür". Karşı çıkanlar gerekirse, en sert bir biçimde engellenmelidir. Siyasal karşıtları ortadan kaldırmak salt doğru bir tutum değil, aynı zamanda görevdir de. Zira böylesine zararlı unsurların ortadan kaldırılması; tek tek bireylerin özgürlüğiinLİrı ortadan kaldırılması, toplumun özgürlüğünu kurtaracaktır. Ve Jacobenizmde bunun kuramsal bir sınırına da rastlanmamaktadır. Ve bu anlayış daha sonra "terör döneminin" gerekçesini oluşturacaktır. Konvansiyonda önceleri hâkim durumda olan Gırondenler, ilk
iransız devrimi 125
olarak sola ve özellikle Danton'a yüklenmeye başladılar.41 Bu arada konvansiyonun toplanmasıyla dağılma kararı almış olan Paris Belediye Meclisi, konvansiyondaki bileşimi beğenmeyerek yeniden seçim kararı almış ve seçimlerini yenileyerek toplanmıştı.'2 Bu arada konvansiyon kralı yargılamış ve karar aşamasına gelmişti. 0 zamanlar esen ılımlı havaya karşın, biraz da "dinleyici localarından" gelen baskının sonucu olarak 361'e karşı 360 oyla XVI. Louis'nin idamına karar verildi. Bu karar 23 Ocak 1793'te yerine getirildi. Bu hüküm ve uygulama İngiltere'yi de Avrupa'daki tutucu imparatorluklar safına itecektir. Gerçekten İngiltere, Fransa'daki gelişmelere belirli bir ölçüde sempati ile bakıyordu. Zira her şeyden önce, kıtadaki büyük ve güçlü rakibi güçsüz düşüyordu. Ayrıca Fransız Devrimi'nin getirmek istediği inanç ve düşünceler de, İngiltere'nin fazla yabancı olmadığı "meşrutî monarşi" anlayışı çerçevesinde gibi görünüyordu. Kaldı ki yönetimde egemen olan grup da Fransa'yla savaşa karşı olan gruptu ve bunun başını Başbakan William Pitt çekmekteydi. Ancak Valmy'yi izleyen gelişmeler ve özellikle "Cumhuriyet" Pitt'in izlediği politikanın da bir ölçüde sertleşmesine neden oldu. Kaldı ki, zayıflayacağı umut edilen Fransa, tam aksine güçlenmiş görünüyordu. Nice, Savoie ve Belçika kısa bir süre içinde Fransız Cumhuriyeti ordularının eline geçmişti. Bundan daha önemli ve ciddi bir sorun olarak Nice, Savoie ve Ren eyaletleri halkı, kendi istekleriyle Fransa'ya katılmak istiyor ve konvansiyon bu konuda şu kararı alıyordu: Konvansiyon Meclisi Fransız milleti adına bildirir ki, bu meclis, hürriyetlerine kavuşmak isteyen bütün halklara kardeşlik gösterecek ve yardıma koşacaktır. Yürütme gücü de, bu halkların yardımına koşmak için ve hürriyet davası yüzünden ya eziyet edilecek Gaxotte, Pierre, Fransız İhtilâli Tarihi, çev. Samih Tiryakioğlu, Varlık Yayınları, 2. baskı, İstanbul, 1969, bkz. s.195 vd. Bu konularda genel olarak bkz. Sorel, Albert, Avrupa ve Fransız Mili, c-1111)' Çev-Nanid Sırrı Örık, MEB Yayınları, İstanbul, 1949. Soboul, a.g.e., s.306.
126 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
ya da eziyet edilebilecek vatandaşları savunmak için, generallere gerekli emirleri vermekle görevlendirilmiştir.
19 Kasım 1792 tarihli bu karardan kısa bir süre sonra yukarıda sözü edilen tüm bölgeler kendi istekleriyle Fransa'ya bağlanmış bulunuyorlardı. 23 Ocak 1793'te XVI. Louis'nin idamından sonra ise, "yas tutan" Londra Sarayı Fransa Büyükelçisi Chauvelin'i İngiltere'den kovdu. Bunun üzerine Konvansiyon meclisi 1 Şubat 1793'te İngiltere'ye savaş açtı. Bundan kısa bir süre sonra İspanya'ya ve bunun ardından Hollanda, Napoli, Toscana, Venedik ve papalığa savaş açıldı. Avusturya, Rusya ve Prusya ile savaş durumu zaten devam etmekte olduğundan; İsviçre ve İskandinav ülkeleri dışındaki tüm Avrupa ile savaş durumuna girilmişti. Ancak Fransa'nın düşmanları salt dışarıda değildi. Bozulan ekonomik durumun da körüklediği iç ayaklanmalar, Fransa'yı belki de dış düşmanlarından daha fazla yormakta ve tehdit etmekteydi. Özellikle Vendee Ayaklanması, İngiltere'ye çıkartma yapabileceği bir "köprü başı" sağlama tehlikesini de içerdiği için çok tehlikeli oldu. Ancak son derece sert önlemlerle ve göstermelik "devrim mahkemelerinin" kararlarından kaynaklanan bir terörle bu çok zor dönemler aşılabildi. Aslında sorunun bir başka boyutu daha vardır. Gerçekten her ne kadar tüm Avrupa Fransa'ya karşı birlik içinde görülüyor idiyse de, aslında aralarında hiçbir bağlantı yoktu. Ne orduları ortak bir kumanda altında idi ve ne de birbirlerine güveniyorlardı. Özellikle İngiltere sadece lafta savaşıyordu. Ayrıca unutmamak gerekir ki, Fransa kendi topraklarını savunuyordu ve çekilen tüm sıkıntılara ve acılara karşın, devrimin heyecanı da daha olanca etkinliği ile sürmekteydi.44 Ayrıca Rusya'nın Lehistan'la ilgili plan ve beklentileri Avusturya ve Prusya'yı endişelendiriyor ve Fransa'nın ortadan silinmesinin Rusya'yı denetimsiz bırakacağından çekinı44 Ancak bu heyecan birkaç yıl içinde korkuya dönüşecek ve bu korkunun sonucu da "DireKtu Yönetimi" olacaktır.
fransız devrimi 127
Jakobenizm "Fransız Devrimi'nin ilk yıllarındaki kaos içinde, kimin neyi savunduğunu saptamak çok güçtü. Ancak devrimin sınıfsal yapısı gereği ve sonucu olarak "liberalizm" ön plana çıkıyordu. Liberallere göre devletin görevi, "özgürlük ortamı"nı korumaktı. Zaten doğuştan "rasyonel" (akılcı) ve "utititarist" (faydacı) olan bireyler, kendileri için en doğru olan şeyi yaparlar ve en iyi konuma gelirlerdi. Tek tek bireyler kendileri için en doğru şeyi yaptıkları zaman, toplum için de en doğru ve en yararlı şey kendiliğinden yapılmış olurdu. Eğer devlet özgürlük ortamını korumak konusunda zaafa düşerse, o zaman bireylerin "direnme hakkı" doğardı. Bu direnme hakkının kullanılması, hiç kuşkusuz özgürlük ortamını yeniden oluşturabilmek içindi. Bu anlayışın esip gürlediği yıllarda, bir grup siyasetçi ve düşünür, bu anlayışa karşı çıktılar. Eski bir Jakoben manastırında toplandıkları için "Jakobenler" adını alan bu siyasetçi ve düşünürler, devletin salt özgürlükleri korumasının yetersiz olduğunu ileri sürüyorlardı. "Yaşadığımız toplumda eşitsizlik var" diyen Jakobenler, "devletin özgürlükleri sadece koruması demek, o toplumdaki eşitsizliği korumak demektir. Devletin görevi, önce insanların eşit olacağı, fırsat eşitliğinin bulunacağı bir düzeni oluşturmak ve ondan sonra o düzeni korumaktır" görüşünü savunuyorlardı. Jakobenler, özellikle iktidarı ele geçirdikleri I. Cumhuriyet döneminde, arzuladıkları düzeni kurmak için, müthiş kan döktüler. Ve "devrim, kendi çocuklarını da yedi". Fakat devrim ancak bu sayede kurtuldu, "sosyal demokrasi" anlayışı bu noktadan çıkış buldu. Günümüzde Jakoben olmak demek, toplumda insanların fırsat eşitliğine sahip ve özgür oldukları, demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla işlediği bir düzen için mücadele etmek demektir. Günümüzün Jakobeni, ne "darağaçları" umudu içindedir, ne de "giyotinler" kurmak ister." Toktamış Ateş, "inadına Jacoben...", Cumhuriyet, n.05.2000
yorlardı. Önce 19 Şubat 1795'te Toscana ile barış yapıldı. Ancak büyük devletler arasından ilk barış isteyeni Prusya oldu. 5 Nisan 1795'te yapılan Bale Antlaşması'na göre Prusya, Ren'in batısındaki bölgenin Fransa Cumhuriyeti'ne ait olduğunu kabul ediyordu.45 Daha sonra yapılan antlaşmalarla Temmuz 1795'e dek Avusturya ve İngiltere dışında Fransa'nın savaş durumunda olduğu devlet kalmamıştı. Ancak konvansiyon dıştaki başarısını içeride gösterememişti. Ne meclis içinde, ne ülke içinde denge ve düzeni kurmuştu. Üstelik her Sert önlem, bir başka sert karşı tepkiye yolaçıyordu. Sonunda bir anayasa komitesi oldukça süratli bir biçimde yeni bir anayasa hazırlığına Gaxotte, P., a.g.e., s.290.
128 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
girişerek 22 Ağustos 1795'teçalışınalarını tamamladı. P. Gaxotte "3. Yıl Anayasası "nı şöyle değerlendiriyor: 3. Cumhuriyet Iılı Anayasası korkunun eseridir. Sosyalist demokrasiden korkulduğu için, seçim vergisi ödenerek oy verilen iki dereceli bir seçim sistemi kabul edildi; İhtilâl Meclisi'nin diktatörlüğünden korkulduğu için yasama gücü her yıl beşte biri yenilenecek olan iki meclise bölündü, bunlardan biri Beşyüzler, öbürü Eskiler adını aldı; krıllfakorkulduğu için, yürütme gücü, kurullar tarafından seçilen ve her fJ beşte biri yenilenecek olan Direktuar adlı bir meclise verildi kımuoyundan korkulduğu için, basın hürriyetiyle toplantı hürriyeti kısıldı; nihayet gericilikten korkulduğu için gelecekteki temsilcilerin üçte ikisinin İhtilâl Meclisi üyeleri arasından seçilmesi karırlijiırıldı...
Anayasanın oylanarak kabinden sonra konvansiyon 26 Ekim 1795 V sön toplantısını yaparak dağıldı. 2^Kasim-I295'te Direktuar yönetimi başlıyordu. Ancakm^mdebi^jşnLmmJe sık sık du-yulmaya başlanmıştı: Napolyon, NAPOLYON DÖNEMİ Direktuar Yönetimi ve Napolran'ın İtalya Seferi Fransa'da Direktuar yönetimi başta parasal konular olmak üzere hiçbir alanda başarılı olamadı, Zaten başarılı olması da beklenemezdi. Zira toplumdaki hemen tüm güçlerin dışında ve bu anlamda karşısında idiler. Bir yandan cumhuriyeti avunuyor ve bu nedenle kralcıları ve soyluları karşısına alıyor; öte yandan, düzen adına Jacobenlere karşı çıkıyor ve toplumdaki ilerici güçleri karşısına alıyordu. Bu koşullar altında direktııaıyönetiminin savaşı süreklilik konusunda tek güvence saymasından diba doğal bir şey olamazdı.47 Bu durumda da salt generallerine bağlın bu generallerden başka hiçbir oto46 47
Gaxotte, R, a.g.e., s.308 vd. Sorel, Albert, Avrupa ve Fransız IMIiWîev- Nahid Sırrı Örik, MEB Yayınları, İstanbul, 1951, bkz. s.33 vd.
fransız devrimi 129
rite
tanımayan bir ordunun ortaya çıkması kaçınılmazdı. Bu ordular kendi gelirlerini "fütuhat" ve "ganimet'İe sağlamak zorundaydılar. Kendi maliyeleri, kendi bağımsız yönetimleBLvardı/18 Fakat bu generaller yarın iç politikaya karışmak istedikleri Zaman ne olacaktı? Fransa Cumhuriyeti'nde kendi askerlerini frenleyebilecek hiçbir güç bulunmamaktaydı. Direktuar yöneticileri bu tehdit karşısında, sürekli olarak dış sorun aramakta ve yaratmaktaydılar. Aslında yeterince dış sorun da vardı. Fakat Direktuar yöneticileri kendilerini güvence altında tutmak için, bir başka tehlikeyi körüklemekten de geri kalmıyorlardı: Herkesin kendine bağlı kimi generalleri vardı. Bu generallerin varlığı siyasal karşıtlarına karşı aynı zamanda bir tehdit unsurunu oluşturuyordu. Bunlardan biri 1769'da Korsika'nın Ajaccio kentinde doğmuş olan Napolyon Bonapart'tı.49 Ailesi İtalyan kökenliydi. Önceleri Ce-nova Cumhuriyeti'ne ait olan Korsika Adası, 1768'de Fransa tarafından satın alınmıştı. Fakat ada halkı Fransa'ya katılmış olmaktan ötürü huzursuzluk içindeydi ve Napolyon'un babasının da katılmakta olduğu direnmeler olmuştu. 1779'da Fransa'daki Brienne askerî okuluna giren Napolyon, tarih ve matematikteki başarılı notlarına karşın çok parlak bir öğrenci izlenimini vermemektedir. Bunda temel neden, bu zeki "Korsikalı"nm, çevresine uyum konusundaki sorunları olsa gerektir. Ayrıca büyük para sıkıntıları da çekmekteydi. Zira 1785'te topçu subayı olarak orduya katıldığı gün, babası ölmüş ve ailenin parasal sıkıntıları başlamıştı. Ordudaki sekizinci yılında 1793'te Toulon Ayaklanmasında ilk kez parlak bir tabyacılık örneği vermiş ve İngilizleri Toulon'dan çekilmek zorunda bırakarak, henüz 24 yaşındayken general olmuştu. O donemde her askerin ardında bir siyasetçi bulunurdu. Napolyon'un ardındaki isim Robespierre idi. Ancak Robespierre'in yıldızı sönünce, Napolyon'un da ismi unutulmuştu. 1895 Ekim'inde konvansiyonun son, Direktuar'ın ilk günlerinde P^lak veren kral yanlısı bir ayaklanma Napolyon'un isminin yeniden 48
Armaoğlu, Fahir, Siyasi Tarih (Dersleri), AÜSBF Yay., Ankara, 1961, bkz. s.51. Gaxotte, R, a.g.e., s.301.
130 bırmci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
parlamasına neden oldu. Paris'teki Cumhuriyetçi kuvvetlerin başına, bir anlamda rastlantıyla getirilen Napolyon, tümen kumandanlığına yükseltildi ve "yurtiçi kuvvetler kumandanlığına" atandı. Gene Gaxotte'un deyişiyle, sivil çarpışmalara orduyu da karıştırarak, İhtilâl Meclisi bir hükümet darbeleri okulu açmıştı ki, bunun dersleri kaybolmayacaktı.50 Direktuar yönetimi Avusturya'yı barışa zorlamak için niçin Do-ğu'dan ve Batı'dan sıkıştırmak amacına yönelik bir plan hazırlamıştı? Buna göre bir ordu da İtalya üzerine gönderilerek, Avusturya güneyden sıkıştırılacaktı. Bu arada, yurtiçi kuvvetler kumandanı Napolyon sürekli iş istiyor ve direktuarın kapısını aşındırıyordu. Direktörlerin çoğunun gözünde Napolyon "bir tür polis generalinden başka bir şey değildi". Bu özelliğiyle, tam aradıkları adam olduğuna hükmettiler. Napolyon aynı günlerde Paris'in kibar kesimlerine girmeye çabalıyordu. Eski bir generalin dul eşi Josephine de Beauharnais'le olan dışkısı de bu alanda kendisine yardımcı oluyordu. "Korsikalı" olmaktan kurtulmak istiyor, "tam anlamıyla bir Fransız" olmak istiyordu.51 Direktuar'a karşı çok saygılı davranmasına karşılık Napolyon sivil politikacıların niteliği konusunda kendince bazı sonuçlara varmıştı. Albert Sorel bu konularda şöyle yazmaktadır: ... Paris'teki kumandanlığı sayesinde ihtilâlin gizli taraflarım ve ihtilâlcilerin esrarım öğrendi. Onları kuliste, localarında, dehşete düşmüş, zelil, değers1Z ve bilinen kişiliklerinden fevkalâde aşağı bir halde gördü! Küçük vasıtaları, şekilden mahrum aletleri, resmi dekorun ve faziletin arka tarafın, gördü. Direktörlere h.zmet etti ve onların ne tarz hizmetlere muhtaç bulunduklarım bizzat takdir et ti. Kendilerine ne bahasına olursa olsun prestij, kuvvet, para azim di; bunları ancak başkalarından alabilirlerdi, bunları ancak kendi si gibi bir adamın elinden alabilirlerdi. Kendisine muhtaç oldukla r, adam onlarm efendisi olabilirdi. Hükümet darbeler, sayesine. çıkmış olduklarından, oldu binilere kaçınılmaz biçimde ve sureK olarak esir olacaklardı... Hükümet edenler kendilerine yaklaştıg 50 Sorel, A., Avrupa..., c.V, s.! 51 A.g.e., s.90 vd. 52 Gaxotte, R, a.g.e., s.309.
fransız devrimi 13^
oranda ufaldılar. Onları alçalır gördü; zelil olduklarına hükmetti. Buna karşı, Paris milletine daha fazla nüfuz ettikçe, halkın kuvveti, kamuoyunun gücü, milli kuvvet kendisine daha kudretli göründü. Uzaktan gözlerden kaçan ve fırtınanın hareketlerine karışan akıntıları fark etti... Bu milletin sulha, düzene, çalışmaya ve şana şiddetle arzulu olduğunu anladı... Bu millet oluş halinde bulunduğunu hissettiği adamı bekleyip, çağırıyordu... Bu durumu sezemeyen Direktuar, Napolyon'u 3 Mart 1976 tarihli kararnamesiyle İtalya ordusu kumandanlığına getirdi. Josephine ile 9 Mart'ta evlenen Napolyon, 12 Mart'ta İtalya ordusu başında yola çıktı. Direktuar'ın gözü ve umudu Batı'ya yollanan iki ordudaydı. İtalya seferini fazla pahalı olmayan bir macera gibi görüyorlardı. Ancak Napolyon almış olduğu askerî, mali ve siyasal yetkilerle kendi kaderini kendi çizmeye başlayacak ve İtalya seferinden hem Direktuar'ın çok gereksinmesini duyduğu parayı, hem Fransız halkının özlediği zafer haberlerini kısa bir süre içinde gönderecektir. Paris'te hakkında ne söylenirse söylensin, Napolyon şöyle yazmaktadır: "Ben imparatorluğun bütün unsurlarını buldum... İnsanlar anarşiden bıkmıştı; bundan kurtulmak istiyordu. Ben gelmemiş olsaydım, bir başkasının aynı şeyi yapması muhtemeldi. Fransa nihayet gene dünyayı fethederdi. Bir insan ne de olsa bir insandır. Napolyon kısa sürede askerlerinin güvenini sağladı ve disiplini kurdu. Aslında 27 Mart'ta Nice'e gelen ordu 37.000 kişi kadardı. Ancak bu askerler sefaleti kanıksamış askerlerdi. Subayları da kendileri gibiydi; gönüllü pantolonu giymiş, sırtlarında çantalarıyla yürüyen ya-n aç fakat inanmış insanlar... Fakat bu ordunun kısa sürede büyük başarıları görüldü: Montenotte, Dego ve Millesimo'da Avusturya ordularını bozguna uğrattılar.53 Ardından Torino alındı. Tüm Lombardi-ya nın zaptedilmesi için üç gün yetti. Milano kendiliğinden teslim ol-ü- Ardından Montava kuşatıldı. Montava'yı kurtarmak amacıyla gönderilen dört Avusturya ordusu birbiri ardından bozguna uğratıldı. antlaşmanın koşullan için bkz. Armaoğlu, E, a.g.e., s.52/53.
132 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
2 Şubat 1797'de Montava teslim oldu. Bu arada Parma ve Modena da kendiliklerinden Fransa safına geçmişlerdi. Kuzey italya'da durumunu sağlamlaştıran Napolyon bundan sonra Viyana üzerine yürüdü. Öncüleri Viyana'ya 100 km. uzaklıktaki Semmering'e geldikleri zaman (18 Nisan 1797), Avusturya barış istedi. Direktuar yönetimi Paris'ten gelen talimatlara hiç kulak asmayan ve kendi bildiğince davranan bu generalinden oldukça tedirgindi. Fakat bir yandan da İtalya'dan akan servetler dışında Sardunya üç, Parma iki, Plazzensa on, papalık otuz milyon frank tazminat ödemişlerdi. Avusturya ile barış görüşmeleri sürerken Paris yeni bir siyasal buhranın çalkantılarına düştü. Zira yapılan yenileme seçimlerinde kralcılar beklenmedik bir başarı sağlayarak her iki meclise girmiş ve çoğunluğu sağlamışlardı. Fakat Napolyon'un da desteği ile, yapılan seçimlerin önemli bir bölümü iptal edildi. Yeni Direktuar yönetimi, aradığı "dikensiz gül bahçesine" kavuşmuştu. Paris'i avuçlarının içine almış olan Napolyon, Avusturya ile 18 Ekim 1797'de Campo For-mio Antlaşması'nı imzaladı.54 Buna göre; Avusturya Belçika'nın Fransa'ya ait olduğunu kabul ediyordu. Venedik Cumhuriyeti Avusturya ile Fransa arasında bölüştürülüyor; Yukarı Dalmaçya kıyılarını Avusturya alıyor, Adige Nehri'nin sağında kalan topraklar ise Napolyon'un oluşturduğu Cisalpine Cumhuriyeti'nin oluyordu. Adriyatik'te Venedik'e ait olan "Yedi Ada" ile Venedik Donanması Fransa'nın oluyordu (Böylece Fransa, Osmanlı İmparatorluğu ile komşu olacak ve bu husus Osmanlı-Fransız ilişkilerini önemli ölçüde etkileyecektir). Napolyon'un İtalya seferi ve zaferinin getirdiği bir başka önemli sonuç, Kuzey İtalya'da kurulan bir dizi cumhuriyetin, İtalyan Birli-ği'nin ilk aşamasını oluşturmasıdır. Gerçekten Napolyon, daha sonraki tüm fetihlerinde yapacağı gibi, İtalya'ya girdiği anda, İtalyanları Avusturya'ya karşı bağımsızlık savaşımına çağırmış ve İtalyan ulusçuluğunu körüklemiştir. Zaten cumhuriyetçilik ve ulusçuluk Napol54
Chateaubriand, A. de; Napolyon Honaparte (Mezar Ötesinden Anılar), çev. Yaşar Nabi, Varlı Yayınları, İstanbul, 1969, s.66-67.
fransız devrimi 133
yon'un yaşamının bu aşamasında en az topçu kuvvetleri kadar güçlü bir silah özelliğindedir. Napolyon İtalyan ordusu sancağını Paris'e, Direktuar'a gönderirken, bir yanına İtalyan seferinin sonuçlarını özet olarak işletmiştir:55 Yüz elli bin esir, on yedi bin at, beş yüz elli kuşatma topu, altı yüz sahra topu, beş köprü malzemesi, elli dörder tonluk dokuz savaş gemisi, otuz ikişer tonluk on iki firkateyn, on iki korvet, on sekiz kadırga; Sardunya kralıyla mütareke, Cenova ile anlaşma, Par-ma dükasıyla, Modena dükasıyla, Napoli kralıyla, papa ile mütareke; Leoben'de bir ön anlaşma; Ceneviz Cumhuriyeti'yle Monte-bello Antlaşması; imparatorla Campo-Formio Antlaşması; Bolon-ga, Ferrera, Modena, Massa-Carrara, Romagna, Lombardia, Bres-ticia, Bergama, Mantova, Crema eyaletleri halkıyla Verona, Chi-avenna, Bormio ve Valtelia'nm bir kısım halkı; Ceneviz halkı, imparatorluğa tâbi eyaletler, Korfu kazaları ile Ege Denizi ve İthake halkı hürriyetlerine kavuşturulmuştur.
Ayrıca Napolyon bu sancağı Paris'e gönderirken yayınladığı günlük emrinde de şunları yazmaktadır: İtalya ordusunun bu anıtı, Direktuar'ın açık toplantılarını yaptığı salonun kemerlerine asılacak ve bugünkü kuşak göçtükten sonra, savaşçılarımızın neler başardıklarına tanıklık edecektir.
Bu zaferler ve bu üslûp, Fransız halkının özlediği şeylerdi. Ve i aris'te Napolyon'un isminin etrafında bir sevgi ve hayranlık çemberi oluşmaya başlamıştı. Napolyon'un Mısır Seferi ve Hükümet Darbesi a Polyon, Paris'te çok görkemli törenlerle karşılandı ve bu törenler günlerce sürdü. Her ne kadar Direktuar, kazandığı çok büyük başarımdan ötürü, belirli bir tedirginlik duyuyor idiyse de, ayaklarının di55
S
°rel, Albert, Avrupa ve Fransız İhtilâli, c.V (II), çev. Nahid Sırrı Örilt, MEB Yay., İstanbul, «,S.65.
19
134 birinci bölüm: fransız devrimi, ifaemsoMi
bine bunca zafer ve sena bırakan generali darıltmak da istemiyorlardı. Zaten kısa bir süredtulaştığı bıı ünün fazla sürekli olması da beklenemezdi. Bir arkadaşın, "eğer kalırsam, yakın zamanda batacağımı biliyorum. Burada her 511 eskiyor.,Bu küçük Avrupa insana kafi miktarda şan ve şeref temitetmiyor. Doğu'ya gitmeli. Bütün büyük zaferler oradan gelmektedir,1* diyordu. Napolyon, İngiltere'nin denizlerde dize getirilmedikçe yenilemeyeceğinin bilincindel, Birkaç yıl içinde bu mümkün olmadığına göre, yapılabilecek tek jey İngiltere'nin can damarını, yani Hindistan yolunu kesmek idi. EğerMısır ele geçirilir ve denetim altında tutulursa, İngiltere büyük bir darbe yemiş olacaktı. Bu konuda yaptığı planı Direktuar kabul etti. Zira bir yandan Napolyon'u Fransa'dan uzaklaştırmak istiyorlar, bir yardanda ellerinde bulunan askerleri şu ya da bu biçimde kullanmak istiyorlardı.57 Napolyon 19 Myısffl'de Toulon Limanı'ndan yola çıktı. On üç savaş gemisi veon dört (ırkateyni, içlerinde 35.000 asker ve malzeme olan 400 taşıtjemisı izliyordu. Amiral Nelson kumandasındaki İngiliz Donanması da Napolyon'un peşindeydi. Ancak kimi zaman çok yakınlarına dek gelmesine karşın, Fransız Donanması'nı yakalayamadılar. Yolda, Malta Adısı'nadaıığrayarak, burayı zapteden ve "laikleştiren" Napolyon, 2 Temmuz'da İskenderiye'ye çıktı. 21 Temmuz'da Kahire yakınlarında Memlûklarla yaptığı savaşı kazanarak Kahire'ye girdi. Ancak Napolyon lahire'yegirmekle yepyeni bir düşman kazanıyordu: Osmanlı İmparatorluğu,Bu arada Rusya'nın Fransa'ya karşı olan düşmanlığı da köibıaij oluyordu. Zira Rusya kendini Malta şövalyelerinin hâmisi olarak görürdü ve Fransa'nın Malta'yı almasını doğrudan doğruya kendisine kaş yapılmış bir hareket olarak değerlendirdi.58 Ayrıca Fransa Adriyatik'te ele geçirdiği Yedi Adalar'ı basamak yaparak Balkanlarda propagandaya girişmişti ki, Balkanlar 1 56 Chateaubriand, a.g.e., bkz.silıi 57 Armaoğlu, E, a.g.e., s.5J. 58 Sorel, A., a.g.e., c.V, s.302.
fransız devrimi 135
Napolyon'un Mısır Seferi Sonrasında Yayınladığı Bildiri Mısır seferi yalnızca Osmanlı Fransız ilişkileri açısından değil, Yakındoğu'nun kültür kaynakları»
nın
Batılılarca keşfi açısından da önemli sonuçlar doğurmuştur. Tarihçilerin oryantalizm denen distj? linin gelişmesinde önemli bir kırılma noktası olarak değerlendirdikleri Napolyon'un Mısır sefv '
P
Avrupa'nın sömürgeci ideallerini meşrulaştırma yönünde yeni bir safhaya girildiğine işaret ediyv
' du.
r
Napolyon Mısır seferi sonrasında yayınladığı bildiride kendisinin Müslümanların ve halife» ° dostu olduğunu vurgulamış, amacının Mısır halkını Memluklerin elinden kurtarmak olduğunu » ri sürmüştü.
ıle'
Söz konusu bildiri: "Özgürlük ve eşitlik temellerine dayalı Fransız Cumhuriyeti adına, Fransız güçleri kumanda Bonapart'ın tüm Mısır halkına duyurusudur: Uzun süredir iktidarda bulunan Fransız milletini t^"' kir etmekteydiler... Çeçenistan ve Gürcistan'dan gelen Memlûkler tüm dünyanın bu en güzel tw gesini yok ediyorlardı. Ancak kadir-i mutlak ve evrenin efendisi olan Tanrı onların devletleri»^." tahrip edilmesini zorunlu kılmıştır. Ben buraya sırf sizin haklarınızı kurtarmak için geldim. &» '" herşeye
gücü
yeten
Tanrı'ya
ibadet
ediyorum
ve
Peygamberi
olan
Muhammed'e
ve
kut
*" Sa
Kur'an'a Memlûklerden daha çok saygı gösteriyorum. Onlara söyleyin ki Tanrı karşısında herk». ' eşittir." —
^
es
Bessam Tibi, Arap Milliyetçiliği, Yöneliş Yay., İstanbul, ıg98 s ot).x ____________________________ ' '" "^oo
kendi gelişme alanı içinde gören Rusya bundan tedirgin oluyordu, lüm bunların dışında Rusya kendi genişleme alanı içinde gördüğü Osmanlı İmparatorluğu'nun, Fransa tarafından yutulmak istenmesine seyirci kalmak istemiyordu. Napolyon'u yolda yakalayamayan Amiral Nelson, Fransız Donanmasını Abukir'de yakaladı ve 1 Ağustos 1798'de yaktı. Geriye dö-PŞ yolu tıkanan Napolyon, Osmanlılarla İngiltere ve Fransa arasında °gan yakırihğj engellemek yönünde Osmanlılara baskı yapabilmek 'Çin kuzeye, Suriye'ye doğru hareket etti. Gazze ve Yafa'yı aldıktan ra Akkâ* da Gazi Ahmed Paşa tarafından durduruldu. Bu arada Rusya, İngiltere ve Osmanlı İmparatorluğu aralarında Şmışlar ve Rus Donanması tarihinde ilk kez Boğazlar'dan geçerek ., enız e Emişti. Burada Osmanlı Donanması'yla birleşerek Adriyaaları'r^ı Fransızlardan geri almışlardı. u ar ada Osmanlı İmparatorluğu İskenderiye'ye de asker çıkar-
136 bilinci böiüm:l«»»»tesiveso"fasl
Paul Delaroche'ninl»"'» Napolyon Alp Dağları'nda.
fransız devrimi 137
mışti- Akkâ'yı 'ki ay kadar kuşatan Napolyon, burada bir başarı sağlayamayacağını anlayarak hızla Mısır'a döndü. İskenderiye'de Osmanlıları yendi. Ancak Mısır seferinden beklediğini sağlayamamıştı ve sağlayamayacağını da anlamıştı. Bu arada Avrupa'daki gelişmeler Fransa açısından çok olumsuzdu. Direktuar'dan aldığı bir mektupta; ne yapılabileceğini ve ne yapmanız gerektiğini ancak siz bilirsiniz... Bonapart'ın dehasından ve kaderinden ancak geniş tertipler ve parlak neticeler bekleriz deniliyordu.59 Napolyon için üç seçenek vardı: İstanbul'a doğru yürümeye çabalamak, Mısır'da kalmak ya da Hindistan'a doğru yönelmek. İstanbul yolunu zorlamış, ancak açamamıştı. Mısır'da kalmak düşüncesi kendisinde tutsak olmuş izlenimi uyandırıyordu. Hindistan'a yönelmek ise, sonu karanlık bir macera gibi görünüyordu. İşte bu koşullar altında yapabileceği tek şey kalmıştı; Fransa'ya dönmek. Zaten olayların gelişiminden de Paris'te kendisine gereksinim olduğu izlenimini edinmişti. Napolyon 16 Ekim 1799'da Paris'e döndü. Kendisi yoldayken Fransa cephelerde durumunu düzeltmiş ve düşmanlarını yeniden sınırlarının dışına sürmüştü. Fakat siyasal belirsizlik geçmemiş, dengeli bir ortam oluşturulamamıştı. Napolyon çoğu eski silah arkadaşları olan Paris'teki garnizon subaylarıyla ilişkilerini canlandırarak hazırlıklarına başladı. Bir askerî darbenin gelmekte olduğu açıktı. Ancak gerek Direktuar gerekse Beşyüzler meclisi üyeleri, bunu engellemektense, içinde yeralmaya, ihtilâlcilere yakın olmaya çalışıyorlardı. Darbe hareketi 9 Kasım (18 Brumaire) 1799'da başladı. Napolyon ve beraberindeki subaylar, askerle*111 alkışları arasında meclise geldiler ve meclislerdeki şaşkın temsilcilerin aralarından geçerek kürsüye çıktılar. Napolyon burada "hakiki hürrıyet, medenî hürriyet, millî temsil üzerine kurulmuş bir cumhuriyet lstıyoruz; bunu kuracağımıza yemin edelim,"60 diyerek beraberindeki1'6 yemin ettirdi. Ancak darbe tam anlamıyla başarıya ulaşa^rn^tı^J^n^sonra yeniden toplanan Beşyüzler meclisi Napolyon 60
Bu konuca '
rak
amlar ileri sürülmekte ve bunlar 30-120 arasında değişmektedir.
I38 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
ve arkadaşlarını yasadışı ilân etti. Daha doğrusu ilân etmeye çalışırken, Napolyon bu kez dışarıdaki askerleri toplantı salot*Wrar tem" silcileri dışarı attırdı. Darbe şimdi tamam olmuştu,Dışarı atılmayan elli kadar temsilci,61 kendini meclislerin çoğunluğu olaak ilân ederek; yasama meclislerini katil bir azınlıktan kurtardığı için Napolyon un vatanın minnetine hak kazandığını kararlaştırdı. Ayıııtemsilciler Dırektuar yönetimine de son vererek Sieyes, Roger Ducos ve Napolyon dan oluşan geçici bir hükümet oluşturulduğunu açıklattı SeÇ'cl hükümetin bu üç konsülü, aynı grup önünde yemin ek&Ptn başladılar. Her ne kadar bu konsüller on yıl için seçilmişlersede, Napolyon 4 Ağustos 1802'de yaşam boyu konsül seçilecek, bununla da yetinmeyerek 2 Aralık 1804'te imparatorluğunu ilân edecefe Napolyon ve Fransa'ya Karşı Avrupa Napolyon daha konsüllüğünü ilân etmeden önce Avusturya ve Rusya Fransa'ya karşı birleşmişler, fakat Fransa sınırlan dışına sürülmüş olmalarına karşın, savaş tam anlamıyla sona ermemişti. İngikfe »e savaş da sürmekteydi. İşte bu savaşlara "Fransa'ya kşIIKoalisyon" adı verilir.62 Gerçekten Avrupa devletleri 1800-181) atada Fransa'ya karşı altı kez biraraya gelecekler ve ilk dört seferinle Napolyon'a gülen talih, sonunda ondan yüz çevirecek, 1812 Moskova seferinin yorgunluk ve yıkıntısını üzerinden atamayan Fransa, 13 Eltim 1813'te Leıpzig'te kesin olarak yenilecek ve Napolyon 20 Nisan İfteElbe Adası'na sürülecektir. Ancak Avrupa haritasını yeniden çizmek üzere toplanan Viyana Kongresi'nin uzaması ve ileride anlaiacajiM bazı nedenlerden yararlanarak tekrar kıtaya çıkan Napolyon, Vaterloo'da bir kez daha yenilecek ve bu kez St. Helen Adası'na sürülerek, orada ölecektir. Fransa'ya karşı kurulan bu koalisyonlar üzerinde ayrıntılı bir biçimde durmak niyetinde değiliz, salt sonuçta yapılan anlaşmalar üzerinde durmak istiyoruz. 61 62
Bu konularda genel olarak yararlandığımız kaynaklar; Uçaro!,ltık,VsTar*, Hv. Bas. ve Neş. Müd.lüğü, Ankara, 1979, s.20-30. Sarıca, Murat, SryasnlU,hM, 1980, s.73-84Bkz. Armaoğlu, E, a.g.e., s.66-67.
fransız devrimi 139
Napolyon'a karşı ilk koalisyon (Fransa'ya karşı ikinci koalisyon), Fransa'nın üstünlüğü altında geçti ve sonunda Avusturya ile 9 Şubat 1801'de Luneville Barış Antlaşması imzalandı. Bu anlaşma ile Campo Formio koşulları anahatlarıyla tekrar canlandırılıyordu. Rusya'nın çekimser kalması sonucu yalnız kaldığını düşünen İngiltere'nin de barış istemiyle 27 Mart 1802'de imzalanan Amiens Barışı'yla da İngiltere Fransa'nın kıtada yaptığı düzenlemeleri kabul ediyor ve Trini-dat ve Seylan dışında Hollanda ve İspanya'dan aldığı sömürgeleri geri veriyordu. Bunlara karşılık Fransa da Mısır'ı tümüyle boşaltıyordu. Fransa'ya karşı ikinci koalisyonu sona erdiren barışlar, gerçekçi temellere oturmuyor ve devletlerin taleplerini karşılamıyordu. Özellikle Napolyon'un Osmanlı İmparatorluğu ve Hindistan'la ilgili tasarıları İngiltere'yi tedirgin ediyordu. Gerçekten Napolyon birara karşısına aldığı Osmanlıları yeniden kazanabilmek için her türlü çareye başvurduğu gibi; Hindistan'a gönderdiği kimi bilimsel heyetler kanalıyla Hindistan halkını İngiltere'ye karşı kışkırtmak istiyordu. Böylece İngiltere, Avusturya ve Rusya'yı Fransa'ya karşı yeniden birleşmeye ikna etti. Bu kez yanlarına İsveç'i de katmışlardı. Bu arada Napolyon tüm Fransız Donanması'nı Manş'ta toplamış ve Bo-ulogne Limanı'na da büyük bir askerî yığınak yaparak İngiltere'ye çıkartma yapma olanaklarını araştırıyordu. Gelişmeleri öğrenince kara ordusunu derhal Avusturya'ya yöneltti. 19 Ekim 1905'te Avusturya ordusunu Ulm'de yendi. Fakat Amiral Nelson kumandasındaki İngiliz Donanması da 20 Ekim'de Trafal gar'da Fransız Donanması'nı büyük bir yenilgiye uğratmıştı. Amiral Nelson'un da yaşamını yitirdiği bu sa-VaŞ ingiltere'ye tartışılmaz bir deniz üstünlüğü sağlayacaktır. Ulm Savaşı sonrasında kara ordusunu Viyana'ya yönelten Napolyon, Viyana Yakınlarındaki Austerlitz'de Avusturya ve Rusya'nın birleşmiş ordula-nyla karşılaştı. Her üç devletin hükümdarlıklarının (Fransa İmparato-ru I. Napolyon, Avusturya İmparatoru II. Fransua, Rus Çarı Alek-sandr) ordularının başında olmasından ötürü "Üç İmparatorlar Sava-S" olarak da adlandırılan bu savaşı da kazanan Napolyon Viyana'ya girdi. Rusya'nın barış yapmadan geri çekilmesine karşın Fransa ile
I£f0 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
Avusturya arasında 26 Aralık 1805'tePresburg Barışı imzalandı. Buna göre Avusturya, Venedik ve Dalmaga'tf topraklarını Fransa'ya veriyor, ayrıca Almanya'da denetimi alımda tuttuğu topraklardan çekiliyordu. Napolyon, Avusturya'nın .taya'dan çekildiği topraklar üzerinde Fransa'ya bağlı bir "Ren Federasyonu" oluşturdu ve Mukaddes Roma Germen İmparatorluğu'nasoısverdiğini açıkladı. Ancak Fransa'ya karşı üçüncü koalisyona son veren Presburg Barışı da dengeli bir düzen oluşturamamıştı. 0 zamana dek Fransa'ya karşı oldukça çekimser davranan Prusya,Ren Federasyonu'na katılmadığı gibi, kendisi dışında bir AlmanEırlıği'ne yolaçabilecek bu gelişmeden tedirgin olmuştu. Ve böylece Prusya, Rusya ile anlaşarak Fransa'ya karşı dördüncü koalisyon oluşturdu. Napolyon, Prusyalıları Jena'da 14 Ekim 1806'da ağır bir yenilgiye uğratarak Berlin'e girdi. Ancak Prusya Kralı III. Friedrich Ilelnfıbarışa razı edemedi. Avusturya'yı ve bir anlamda Prusya'yı safdışı eden Napolyon, İngiltere ve Rusya'yı hedef alan yeni bir plan oluşturdu. Donanmasını Trafalgar'da yitirmiş olduğu için, İngiltere'ye karşı yapabileceği tek şey İngiliz ticaretini baltalamaktı. Gerçeten21 Aralık 1806'da açıkladığı kıta ablukası ile İngiliz mallarının Avnıpalimanlarına girmesini yasakladığını ve İngiliz limanlarına uğrayın »timlere el koyacağım ilân etti. Ancak İngiltere'nin buna yanıtı da aynı oranda sert oldu ve İngiltere 7 Ocak 1807'de Fransa'ya karşı "deniz ablukası" ilân ederek rastlayacağı Fransız gemilerine el koyacağını açıkladı. Kıta ablukasından sonra Ruş'yayönelen Napolyon önce Lehistan'a girerek, Prusya ve Rusya'mı lir anlamda paylaşmış oldukları bu toprakların bağımsızlığını ilân etti, İtalya, Mısır, Alman prenslikleri vb.de yaptığı ulusçuluk çağrısı yineleyerek Leh ulusçuluğunu kamçıladı. Lehlerin de katılmış olduğu Fransız ordusuyla, Prusyalıların da katılmış olduğu Rus ordusu önce I Şubat 1807'de Eylau'da karşı karşıya geldiler. Rus ordusu yenilmesine karşın, düzgün bir biçimde çekilmeyi başardı. Ancak dört ay kâısonra 14 Haziran 1807'de Frıedland'da iki ordunun savaşının som Rusya için tam bir yenilgi o du. Ve Rus Çarı Aleksandr barış isttmthorunda kaldı.
fransız devrimi 1Z}1
Prusya Kralı Friedrich Wilhelm'in de katıldığı barış görüşmeleri sonucu 9 Temmuz 1807'de Tilsitt Antlaşması imzalandı. Daha sonra koşulları 28 Eylül 1807'de Erfurt'ta teyit edilen anlaşma koşullarına göre Napolyon, Rusya'dan çok Prusya'yı cezalandırmak ister gibidir. Prusya'dan alınan Leh topraklan üzerinde bir "Bağımsız Varşova Dukalığı" oluşturuluyordu. Elbe ile Ren nehirleri arasında Alman bölgesinde bağımsız bir Vestefalya Krallığı oluşturulacaktı. Ayrıca bizi de ilgilendiren bir maddeye göre, Napolyon, Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasındaki savaşta arabuluculuk yapacak; Aleksandr da Fransa ile İngiltere arasındaki çatışmada arabuluculuk yapacaktı. Eğer Napolyon'un arabuluculuk girişimleri sonuç vermezse Osmanlı toprakları paylaşılacaktı. Ancak İstanbul'un durumu belirsiz kalmıştı. Napolyon Rusya'yı İngiltere'den uzaklaştırmak için çok ödün vermeye hazırdı ama, İstanbul'u da Rusya'ya bırakmak istemiyordu. Zira Rusya'nın Boğazlar'a hâkim olmasının uzun dönemde başına açabileceği sorunların bilincindeydi. Daha sonra Erfurt'ta üzerinde anlaşmaya varılan bir başka nokta Rusya'nın Finlandiya, Eflak ve Boğdan'ı almasına Fransa'nın göz yumması oldu. Erfurt sonrasında Fransa'nın arabuluculuk işlevi sona eriyor ve Tuna Nehri'nin güneyinden başlamak üzere Osmanlı İmparatorluğunun toprak bütünlüğünü Rusya da kabul ediyordu (Bu noktayı ilgili bölümde biraz daha genişliğine anlatmak umudundayız). Tilsitt'te güç ve büyüklüğünün zirvesine ulaşan Napolyon'un yıldızı aynı yıl kararmaya başladı. İngiltere'nin müttefiki olan ve kıta ablukasına katılmayı reddeden Portekiz'i cezalandırmak amacıyla İbe-nk Yarımadası'na giren Napolyon, Portekiz'i işgal ederken, yakın müttefiki İspanya'da kimi karışıklıklara neden oluyordu. Gerçekten Kral VI. Karlos'a karşı ayaklanan İspanyollar, tahta oğlu VII. Ferdi-nand'ın geçmesini sağlayınca, Napolyon her ikisini de Fransa'ya çağırarak tahta kardeşi ve Napoli Kralı olan Joseph'i çıkardı (Bir diğer kardeşi Jerome TilSrtt-'te kurulan Vestefalya Krallığı'nın başında Louis lse Hollanda Krallığı'nın başındaydı). Napolyon'un bu tutumu İspanyol ulusçuluğunu yaraladı. Her Yanda Fransa'ya karşı yerel direnmeler başladı. Bu arada Portekiz'e as-
1^2 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesivfsonrası
ker çıkararak önce Portekiz'i kurtaran ve sonra da kimi bölgelerden İspanya'ya giren İngilizler bu ayaklanmaları büyük bir çaba ve memnuniyetle destekliyorlardı. Hernekadaıbüyük bir orduyla İspanya'ya giren Napolyon, İngilizleri geri çekilmek zorunda bıraktıysa da, İspanya'da duruma artık hiçbir zaman tam anlamıyla egemen olamadı. Fransa'nın İspanya'da zor durumda kalması, Tilsitt'te yaralanmış olan Alman ulusçuluğunu da harekete geçirdi. Özellikle üniversite kentlerinde öğrenciler gösteriler yaptılar. Durumu uygun bulan Avusturya; Rusya ve İngiltere'ye de hak vererek Fransa'ya savaş açtı. Bu gelişmeler "Fransa'ya karşı beşinci balisyon" olarak adlandırılır. Savaşın başında yerel bazı başarılar kazanan Avusturya ordusu 9 Temmuz 1809'da yapılan belirleyici savaşta, Wagram'da Fransa'ya gene yenildi. 14 Ekim 1809'da Viyana'da yapılan barış antlaşmasıyla Avusturya, Galiçya'daki toprakları büyük bir bölümünden çekiliyor ve bu toprakların önemli hır bölümü Varşova Büyük Dükalığı'na veriliyordu. Ayrıca Adriyatik'ten elindtkalan son toprakları da Fransa'ya veriyordu. Galiçya'nın bir kısım toprakları da Rusya'ya veriliyordu. Görüleceği gibi Napolyon,Avusturya'yı kendine karşı savaşa kışkırtmış olan Rusya'ya da bir pay çıkarmasına karşın, Rus-Fransız ilişkilerindeki uzlaşmaz kimi çelişkiler sürüyordu. Bunları Armaoğlu şu şekilde sıralıyor:63 - Aleksandr topraklarını şişletmek istiyor ve Osmanlı İmparrtorluğu'nu kendi genişleme alanı üzerinde görerek parçalamak isti yordu. Napolyon buna Tilsitt'te rızı olur gibi görünmüş, fakat Erfurt'ta karşı çıkmıştı. Bu nedenle Aleksandr, Fransa ile dostluğun ken disine fazla bir şey getirmeyeceğinıdüşünüyordu. İsveç kendini Avrupa'daçolyalnız hissedince Napolyon'un generallerinden Bernadotte'otahtaclarmıştı. Bernadotte daha sonraları, "Napolyon'un adamı olmayıp İsveçlilerin kralı olduğunu" ispat edecektir, ama Rusya bu gelişmeden hiç memnun kalmamıştı. - Napolyon'un kurduğu Varşova Büyük Dukalığı da Rusya y1 63 Aubry, Octave; Napolyon'dan Ûkez kjjiı.ıp/. Fethi Yücel, MEB Yay., İstanbul, 1964, s.-
Fransız devrimi 143
tedirgin eden bir başka husustu. Zira Çar Lehistan'ı da kendi genişleme alanı içinde görüyordu. Kaldı ki mistik bir ruh yapısına sahip olan Aleksandr, Napolyon'u ezmek görevinin kendine Tanrı tarafından verildiğine inanmaktaydı. - Josephine'den çocuğu olmayan Napolyon, tahtına bir varis verebilecek bir evlilik yapmak istiyordu. Aleksandr'dan kız kardeşini isteyince bu arzusu reddedilmiş ve o da Avusturya imparatoru Pran-sua'nın kızkardeşi Marie-Louise ile evlenmişti (Bu evlilikten gerçekten bir oğlu olacaktır). - Son olarak, kıta ablukası Rusya'nın zararına işliyordu. Ve bu nedenle Çar 1810'da tarafsız gemilerin İngiliz limanlarından getireceği malların Rusya'ya girmesine izin verdi. Bu tutum doğrudan doğruya kıta ablukasından vazgeçilmesi demekti. Oysa ki kıta ablukası Napolyon için İngiltere'yi dize getirebileceği son silah olması açısından son derece önemli idi. Bu kıta ablukasını iyi uygulayabilmek için Hollanda ve Danimarka'yı ilhak etmeden bile çekinmemişti. Rusya'ya iyi bir ders vermek için elindeki tüm güçleri seferber etti. Ancak Napolyon'un "Moskova Seferi" diye adlandırılan bu büyük askerî girişimi, aslında felâketlerinin başlangıcı olacaktı. 22 Haziran 1812'de Wilkowyszki'de toplanan "Büyük Ordu'ca şu bildiriyi yayınlıyordu:64 Askerler! İkinci Polonya Harbi başladı; birincisi Friedland ve Tilsitt'te sona ermişti. Rusya, Tilsitt'te Fransa ile ebedî ittifaka ve İngiltere ile harbe yemin etmişti. Bugün yeminini bozmuş bulunuyor!.. Rusya kendini kaderin ellerine bırakmıştır; alın yazısı yerine getirilmelidir. Yoksa bizleri dejenere olmuş insanlar mı sanıyor? Bir zamanların Austerlitz'de savaşmış askerleri değil miyiz? Bizi şerefsizlikle harpten birini seçmek zorunda bırakıyor: Hangi şıkkı seçeceğimizden şüphe edilmez. İleri atılalım! Niemen'i geçelim, harbi Rus topraklarına götürelim... Sorel, Albert, Avrupa ve Fransız İhtilâli, c.VII (2), çev. Nahid Sırrı Örik, MEB Yay., İstanbul, 19«, bkz. s.542.
144 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi vesorıra*
Napolyon'un Moskova seferi dönüşünü canlandım bir tablo.
Gerçekten 24 Haziran 1812'de "Büyük Ordu" Niemen'i geçerek Rusya içlerinde ilerlemeye başladı. 160.000'i Fransız olan 400.000 kişilik bu ordu; destek kıtaları, yardımcı birlikler ve yedeklerle birlikte, 1.187.000 kişiyi buluyordu.0tonun 337.000'i yabancı (Alman, italyan), geri kalanları imparatorluk üyesi uluslardan geliyorlardı (Belçikalı, Hollandalı, İspanyol, Portekizli vs.). Bu ordu o zamana kadar görülen en görkemli ordulardan biriydi ve Rus ordusu sürekli olarak gerıçekilme halindeydi. Sadece 7 Eylül 1812'de Moskova yakınlarında Borodino'da direnmeye çabaladılar, fakat yenilerek geri çekildiler, Rus kumandanı Kutusof ordusunu yıpratmadan geri almış ve hızla Moskova'yı boşalttırmıştı. Napolyon 14 Eylül'de yangınlar içindeki Moskova'ya girdi. Napolyon Moskova'da bir ardan fazla kalarak Aleksandr'dan 65
Aubry, O., a.g.e., s.84.
fransız devrimi 1^5
bir haber bekledi. Zaten Moskova'ya vardığının haftasında Çar'a yazdığı bir mektupta şu satırlara yer veriyordu:66 ... Ben hiçbir kin ve intikam duygusuna kapılmadan majestenizle harp ettim; son savaştan önce veya sonra, sizden gelecek küçük bir pusula ileri hareketimi durdururdu, hattâ Moskova'ya girmek şerefini bile feda ederdim. Eğer majesteniz hakkımda beslediği eski duygulardan bir kısmını hâlâ muhafaza ediyorsa, şu mektubumu iyi tarafından mütalaa etsinler...
Ancak Aleksandr'dan hiçbir ses gelmiyordu. Son olarak 5 Ekim'de bir barış önerisinde daha bulunan Napolyon, buna da yanıt alamayınca Moskova'yı boşaltmaya karar verdi. Bu arada Çar şöyle diyordu:67 ... Ben ve başında bulunmak şerefine mazhar olduğum millet, sebat etmeğe ve yeni Atilla ile anlaşmaktansa, imparatorluğun harabeleri altına gömülmeğe karar vermişizdir...
Büyük Ordu'nun dönüşü tam bir felâket oldu. Erken gelen kış koşulları yanısıra başgösteren açlık orduyu kırarken, Mareşal Kutuzof bu kez sürekli saldırıyordu. Sonunda o görkemli ordudan 50.000 asker geriye dönebildiler. Napolyon'un zor durumda kalması üzerine Rusya, Prusya, İsveç, ingiltere ve kimi Alman prenslikleri Fransa'ya karşı altıncı koalisyon oluşturdular. Napolyon yeniden topladığı ordusuyla Rus ve Prusyalıları yendi. Ancak yeterince desteği olmadığı için yapılan ateşkes önerisini kabul etti. Bu arada İngilizler İspanya'da duruma egemen olmuşlar ve Fransa içlerine dek ilerlemişlerdi. Arabuluculuk yapan Avus-turya, Napolyon' un 1801 sınırlarına çekilmeyi kabul etmemesi üzeri-ne Fransa'ya savaş açan müttefiklere katıldı. Ve nihayet 19 Ekim a^J te Leipzig'de Napolyon'u yendiler. Fransız ordusu Paris'e doğru S
°rel, A., a.g.e., c.VII (2), s.568. Aubry, O., a.g.e., s.101-102.
birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
çekilirken, Fransa denetimindeki konfederasyonların üyesi Alman prenslikleri bağımsızlıklarını ilân etmeye başladılar. Müttefikler Fransa'da ilerlerken Napolyon'a 1792 sınırları ile barış önerdiler. Ancak Napolyon'un bu da reddetmesi üzerine 30 Mart 1814'te Paris'e girdiler. Bundan lirkaç {tın sonra toplanan Fransız senatosu Napolyon'u istifaya çağırdı. Nıpolyon önce oğlu lehine tahttan feragat etmek istediyse de, müttefiklerin bunu kabul etmemeleri üzerine koşulsuz olarak tahttan vazgeçtiTC 20 Nisan 1814'te Muhafız Alayı'na veda ederek sürgün edildiği Ele Adası'na doğru yola çıktı. Napolyon'un Muhafız Alayı'navedabuşması, gerek olayları kendi dilinden yorumlaması ve gerekse heyecanlı üslubu açısından çok önemli bir belgedir. Bu nedenle tamim bölümlerini vermek istiyoruz:00 Muhafız Alayı'nm emektar askerleri, sizlere veda ediyorum. Yirmi senedir, hepinizi, hiç dnrmi jan ve şeref yolunda gördüm. Zafer günlerinde olduğu gibi, şu son zamanlarda da yiğitlik ve bağlılığın bir örneği idiniz. Sizin giti insanlarla davamız kaybedilmiş sayılmazdı. Fakat harp bkıtk bilmiyordu; sonunda bir iç harp çıkacak, Fransa eskisinden dnkbedbaht olacaktı. Dolayısıyla ben bütün menfaatlerimizi vatanı menfaati uğruna feda ettim; gidiyorum. Siz arkadaşlarını Fransa'ya hizmet etmekte devam ediniz. Tek düşüncem vatanın mutluluğuydu; bundan sonra da öyle kalacaktır...
Napolyon'un Elbe'ye gitmesinden sonra, Fransa müttefiklerle 30 Mayıs 1814 Paris Antlaşması'nı imzalayarak 1792 sınırlarına çekilmeyi ve Avrupa haritasını yeniden düzenlemek için Viyana'da toplanacak kongreye katılarak alacağı kararlara uymayı koşulsuz olarak kabul ediyordu. Ayrıca Bourbon hanedanından XVIII. Louis yeniden tahta çıkartılıyor ve Fransa'da çift meclisli tir meşrutî monarşi oluşturuluyordu. 68 A.g.e., s.104.
fransız dev rimi 147
Viyana Kongresi çalışmalarını sürdürürken, ki buna dalva sonra ayrıntılı olarak değineceğiz. Fransa'daki "restorasyon dönertıi" genel bir hoşnutsuzluğa yolaçmıştı. Özellikle soylulara eski haklarının iadesi, bunca devrim yaşamış Fransızlar için ağır bir darbe olu-yordu. İşte bu koşulları değerlendirmek isteyen Napolyon, bir yıl kad^r kaldığı Elbe Adası'ndan kaçarak 1 Mart 1815'te Cannes'a çıktı. Burada orduya yayınladığı bildiri de en azından bazı bölümleri alınacak: kadar görkemlidir:69 Askerler, biz yenilmedik! Askerler, sürgünümde sesinizi duydum, bütün engelleri aşarak ve bütün tehlikeleri göze alarak sizlere doğru koştum. Milletin oyu ile tahta geçen ve sizin isteğinizle en yüksek mertebeye ulaşan generalinize kavuştunuz; onunla birlik olmaya geliniz... Yine üç r
Gerçekten Napolyon hiçbir ciddi direnmeyle karşılaşmadan 20 Mart 1815'te Paris'e girdi ve yeniden tahta çıkarak barış istediğini ve 1792 sınırlarını kabul ettiğini bildirdi. Fakat müttefikler bu sorunu çözümlemek istiyorlardı. Prusya, İngiliz ve Avusturya orduları Fransa'ya doğru hareket ettiler. Bunun üzerine Napolyon, hızla bir ordu toplayarak Belçika'ya girdi. Amacı Wellington Dükü kumandasındaki İngiliz ordusuyla Blüchner kumandasındaki Prusya ordusunun birleşmesine engel olmak ve tek tek her ikisini de yenerek barışa razı etmekti. Gerçekten Blüchner'i Ligny'de kıstırarak püskürten Napolyon, W aterloo'da İngilizlerle karşılaştı.70 16 Haziran 1815'teki bu savaş "ansızların lehine gelişirken, yetişen Prusya ordusu savaşın kaderini İŞ^irdive Napolyon, Amerika'ya kaçmak istediği Rochefort LimaBu
yüz gün için bkz. Sieburg, Friedrich, Napolyon (Die Hundert Tage), Dromer-Kn;^ Münih, 1966. Au e S nzeugenberichte..., s.396-397.
ı/j8 birinci bölüm: Fransız devrimi, öncesi ve sonra
nı'nda yakalanarak bu kez St. Helme Adası'na sürüldü (5 Mayıs 1821'de orada ölecektir). Daha Waterloo Savaşı başlıdan, 9 Haziran 1815'te Viyana Kon gresi tamamlanmış ve kararlaınazalanmıştı. Fakat bu gelişmeler üzerine 20 Kasım 1815'te Paris'teitefiklerle Fransa arasında ikinci bir anlaşma imzalandı. Buna görtksa 1790 sınırlarına dönüyor ve yüklü bir savaş tazminatı ödemeyiüııl ediyordu, XVIII. Louis elbette yeniden tahta çıkartılmıştı. Böylece Avrupa'da yirmi yıl kadar esen Napolyon fırtınası sona ermiş oluyordu. Ancak Viyana Koıpi'ni anlatmaya başlamadan önce, biraz da devlet adamı Napolyoıîmzellikleri üzerinde durmak gerekir. Devlet Adamı Olarak Napolyon Napolyon'un büyüklüğü, yeni Avşaınsanının duygu ve düşüncelerine, özlemlerine yanıt vermesindeitözellikle imparatorluğunu ilân etmeden önce, "cumhuriyetçilik","ulusçuluk" vb. gibi ilkelerin savunucuları Napolyon'un kişiliğinde bitlerin utkusunu ve yükselişlerini görüyorlardı. Oysa ki Avrupa'alıkuşağını kana bulamış, savaş alanlarında kalan milyonlarca askerıııumluluğunu üstlenmişti. Ancak tüm bunlara karşın, 19. yüzyılaiışasını vurmuş ve çağının devleri tarafından sonsuz övgüye layıkgorJlınüştür. Örneğin (imparatorluğunu ilân edince geri alsa bile) Moren 3. Senfonisi'ni (Eorica) ona adamıştı. Hegel'in gözünde Napılım, "Bilincin somutlanışı" idiGoethe de hayranlarından biri idi. Napolyon'un kafasındaki düşııbiraz aşağıda kendi ifadesiyle anlatacağız. Ancak şimdiden şunu ütelim ki, Paris'te sıkıntılı bir yaşam sürerken, çevresindeki aşırı tükeîimden ve lüksten rahatsız olan Napolyon'un71 Robespierre'e olan yakılığı, salt kendini destekleyen bir büyük politikacıya karşı duyulaışortünist bir yakınlık değil; inandığı bir insana duyulan yakınlıktı Zira Napolyon ve Robespierre 71 Aubry, Octave, a.g.e., s.105.
fransız devrimi I49
aynı koşulların ve kaynakların ürünüvd-ı AT . , taplanmn yazarları Montesouıeu Ad ^^ un başucu kıseau idi. Bu parlak topÇU s7ba 1 s ^Î ™ ^^ J" J' *°°bir seçeneği yoktu. FZ^ZT* T " t"*»* ^ ceriksızliklerı, kendi kaderini ke„ S2 " " î^"^ * ^ Böylesme inançlı bir Jacoben ^ T ^ le temsil, s.steme son vermesi ve Zenlt I ™ ST^ ^V^ mak istemesi açıklamas, oldukça zor b t" T . ^ °,U?tUr- M san'indaBeniamınConstant'ayaprşu::^ Ş 7" t^ ^ konuya " dınlık getirmektedir:" aplclajmalar biraz ay- Meşrutiyetle idare carelpr,' «torluğu kurmak istedLTÛnû "^ % ^ Blf ^^ *»"lhd yacım vardı. Mesele ya^z Zj^ *" """" ^^ " meşrutıyet daha ehven ola bilir* " "* "^^ ,baret °lsa> ••■ Fikirlerinizi ele alaiım S k mi? Sorumlu vekiller mi? Hü™ tf 1 "î *? ^»^ hassa basm hürriyeti Onu h^ ' ^ de ,Ster,m" Bü-
benhaik ÇocUguyUm;bir ci^sr*
^frradır;
^çekten hürriyet isterse erlyr611^"1 ^ "»** ^ kaprislerine kulak vermeZ TT ^ "^ kalkmdırmak ve ona, en Z2l" ** ZT ^ Wnndt Ask hürriyetten nefret etm yorUTban "T S " CngeI UgU Zaman Jumdan ay,rm,st,m- fakat h °™ vobeslendim... * ' fakat ^"'^ -W™- Onun düşüncesiyle
ını> st Heiene>de
^ ^S:;r
-
-****»
ya2dlğl şu satır_ «i çektiren partiler arasmd ,, "" S"Van gİbİ' Vatan™a bOC kdlm asından iktidara el" du m'd ", * - ^^ -^ayan ve içende CurlT'enrTf f ^ ^^^ kumuna 7^^^ --------------------entrikalarla sarsılan bir hükümet, mutla-
73 jJ*e-.M40. 2 Pl
' ""ne>J.,a.^jS994vd
* "
hat
FrWyi
150 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve SOM
ka biraz sert olmalıdır. Si devresinde diktatörlüğü bırakacak, meşrutî krallık şekline girecektim. Birçok tahditlere rağmen sonuç bakımından, benim sistemim, yine de Avrupa'nın en liberal sistemiydi... Napolyon'un bir devlet adamı olarak yaptıklarına geçmeden önce yetkilerinin yasal düzenlemesini anlayabilmek açısından 13 Aralık 1799'da kabul edilen "VI Yıl Anayasasının kimi özelliklerine değinmek gerekir. Bu anayasa ile oluşan siyasal yapıda tüm güç, üç konsüle, daha doğrusu "birincikmiıle" bırakılıyordu. Özellikle yürütme gücü tümüyle birinci konsüle*. Yasaların açıklanması, "devlet meclisi"nin, bakanların, büyükelçilerin, subayların, yerel yöneticilerin vb. atanma ve görevden alınmaları konusundaki tek yetkili 1. konsül idi. Diğer iki konsül salt danışman niteliğindedir. Yasama gücü 40 yaşınıgeçroışfeyaşam boyu atanmış bulunan 80 kişilik bir senatodadır. Bu senatonun çoğunluğu iki ve üçüncü konsüller tarafından belirlenmiş ve bık da geri kalanları belirlemiş ve atamışlardır. Senatonun yasama dışındaki bir görevi de konsüllerin atanmasıdır. Ayrıca 25 yaşını geçmiş 100 üyeden oluşan ve bir danışma meclisi niteliğinde olan "öteni" üyelerinin seçimi de senatonun görevleri arasındadır. Son olarak30yaşını geçmiş 300 üyeden oluşarak kendisine sunulan yasa önerilerini, değiştirme hak ve yetkisi bulunmaksızın onaylayan Yasama Meclisi üyelerinin seçimi de senatonun görevidir. Görüleceği üzere bu sistemin hiçbir temsilî niteliği yoktur. Ancak yönetimle ulus arasındaki bağı koruyabilmek için, vergi karnesi bulunan altı milyonluk bir seçmen kitlesi, birinci konsül ve senatonun atamalarını yaparlarken kullanmaları için, yurttaş listelerini üç yıWa bir seçerlerdi: Belediye yönetimleri ve sulh yargıçları için 600.00 isimlik bir yurttaş listesi, valiler, il yönetimi üyeleri ve mahkeme yargıçları için 60.000 isimlik ikinci kır liste ve son olarak; hükümet, yasama meclisi ve yargıtay üyeleri için fflOO isimlik üçüncü bir liste... &1 rinci konsül ve senato seçimlerinıklistelerden yapacaklardı.
fransız devrimi I5I
Birinci konsül Napolyon, görüleceği üzere mutlakiyetçi rejimlerde rastlanabilecek biçimde son derece geniş yetkilerle donatılmış ve atamalarında parti ayırımı gütmeyerek nitelik ve kendine bağlılığı esas almıştır. Elbette bu arada siyasal partiler de kapatılmıştı. Konsüllüğün ilk kararlarından biri de 14 Temmuz ve 23 Eylül dışındaki tüm devrim bayramlarının kaldırılması olmuştu. Böylece kısa bir süre içinde Fransa'nın genelinde "seçim ilkesi", yerini "atama ilkesi"ne bıraktı. İller, atanmış vali ve meclisler tarafından yönetilirken; önemli kentlerin yönetimleri, doğrudan doğruya birinci konsülün atadığı belediye meclislerinde idi. Küçük belediyelerin memurlarını da valiler atıyorlardı. Bonaparte, çok kötü bir durumda olan Fransız maliyesini düzenleyebilmek için, öncelikle maliye örgütünü düzene soktu. Hazine işlemlerinde güdümcülükten uzaklaştı ve 1800'de hazine stokları "Fransız Bankası" adıyla oluşturulan bir bankacılık şirketine aktarıldı. 1803'te para basma imtiyazının da verileceği bu banka, ticaret ve sanayiyi canlandırmakla görevlendirilmişti. Böylece Fransa'nın ekonomik yaşamı ve parasının dengeli bir biçimde işlemesi kamu ve özel kesimin birleştiği bir şirkete bırakılmış oluyordu. Devlet hazinesinin bütün olanakları bu banka kanalıyla özel kesime açıldı ve bir yandan bütçe dengesi sağlanırken, öte yanda hızlı bir ekonomik canlılık gözlenmeye başlandı. Gene bu arada istihdam sorununa yönelik olarak ulaşım ve bayındırlık alanında geniş projelere girişildi. Bunun elbette istihdamın yanısıra ekonomik başka yararları da oldu. Ekonomik alanda hızlı reformlara girişen Bonaparte, papalık ue olan ilişkileri de düzenleyerek toplumdaki desteğini artırdı. Gerçekten 1801'de papalık ile imzalanan konkordato ile kilise eski rejim-etcı ayrıcalıklı yerini yitirmesine karşın, resmî yerini yeniden kazanıyordu. Fransa 50 piskoposluk ve 10 başpiskoposluğa bölünüyordu, uların seçimi birinci konsülün yetkisinde idi, ancak kilise unvanla-1 Papadan alacaklardı. Papazların atanması piskoposların yetkisin-ld', ancak hükümetin onayı da gerekiyordu. Tüm ruhbanlar dev-•fiemuru oluyor ve hükümete bağlılık yemini etmek zorunda kah-
152 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
yorlardı. Katolik kilisesinin aldığı tüm haklar, Protestan kilisesi için de geçerliydi.74 Bonaparte, yetkileri kısıtlanmış bir biçimde de olsa, kiliseye toplumdaki resmî yerini verirken, eğitimi önemli ölçüde denetlemesine göz yummak niyetinde değildi. Zira vatandaşıntlevlete bağlı bir biçimde yetiştirilmesi için laik bir eğitimin kaçınılmazlığı konusundaki Jaco-ben anlayışa sıkı sıkıya bağlı bulunuyordu. k> bu çerçeve içinde laik eğitimi canlandırmak için, tüm yerel yönetimlereılk öğrenimi örgütlemeleri emrini gönderdi. Her il başına bir lise olacak biçimde orta öğretimin düzenlenmesi işini bizzat üstlendi ve yatılı okul biçiminde düzenlenen bu liseleri askerî biçim ve anlayışla eğitime başlattı. Yüksek öğretim de devlet denetimindeki üniversitelerde idi ve tüm Fransa için lise ve fakültelerde okutulmak üzere bir tek içerik programı yaptırdı. Fransa'nın değişik yörelerinde uygulanan çok farklı yasaları birleştirme konusunda özellikle XIV. Louis'deıı beri sürdürülen çalışmalar devrim sonrasında da yoğunlaşarak sürmüş, fakat bir ilerleme sağlanamamıştı. Napolyon, ülke içinde devlet gücünün birliğinin sağlanması için tek bir "Medeni Yasa" gerektiğiinancındaydi. Bu nedenle eski çalışmaların tümünü bir kenara iterek oluşturduğu dört kişilik bir komisyonla çalışmaları yeniden başlattı. Bu komisyonun dört aylık bir çalışma sonrasında hazırladığı taslak Devlet Meclisi'nde, çoğunda Napolyon'un da katılarak başkanlık ettiği toplantılarda uzun süre tartışıldı. Askerlerin sivil nitelikleri, yabancıların statüsü, boşanma, ayrı yaşama, evlat edinme vb. gibi konularda Napolyon'un ciddi müdahaleleri görüldü. Taslak Tribün Meclisi'nde Napolyon'un karşıtı cumhuriyetçilerce şiddetle eleştirilince, Napolyon buradaki karşıtlarını attı ve tribünlüğün üye sayısını yüzden elliye indirdi. Napolyon'un "en büyük zaferlerinden biri" saydığı Medeni Kanun 1804'te kabul edilerek yürürlüğe girdi. Aslında bu, bir tek kanun değil, birbiriyle bağ içindeki otuz altı kanunluk bir "demet" ıdıHazırlanması öylesine başarılı olmuştur ki, atadan geçen bunca za74 Bu anayasa, yapılan referandumda 1562 red oyunakar5i3.012.S69 "evet" almışı
fransız dtvri
^Nmi I53
Beethoven'in Eroica Senfonisi ve Napolyon "Yeryüzünde ne varsa, ne olacaksa, ben her şeyimle oyum...Aslında hiçbir fani üzerimdeki esrar tülünü kaldıramayacaktır..." diyen Beethoven büyük bir önseziyle müzikteki yerini ortaya koymuş, eserleriyle yeni bir dönemin habercisi olmuştur. Kökünü Haydn'la Mozart'ın klasik geleneklerinden
alan
müziğiyle
■m>-
Cv*
edebiyattaki çağdaşları Goethe ile Schiller'in yapıtlarında ve Fransız Devrimi'nin ideallerinde dile gelen yeni hümanizm ruhunu yansıtmıştır. »Müziğin bir yaşam felsefesini sözlü bir metnin yardımı olmaksızın dile getirme gücünü kendind ^n önceki bestecilerden çok daha canlı biçimde ortaya koymuştur. Kişiliğinden asla ödün verme . zik adamı Fransız Devrimi'nin ilkelerinden bir hayli etkilenmiştir. Fransız Devrimi'^. ..?',. "özgürlük, eşitlik ve kardeşlik" Beethoven'in dünya görüşüne ve estetik anlayışı . turmuştur. Bu fikirleri benimsemesi öğretmeni Haydn'ı da ürkütmüş; onun soylu | .. vermeyen tavırlarına, gururlu haline bakarak "Türk Paşası" diye ad takmasına day tur. Fransa'nın Viyana Elçisi Kont Bernadoti Napolyon için bir eser yazmasını tek 1 ... Senfonisini ona ithaf etmişti. 1804'te, gelişiminde dönüm noktası olarak kabul eı^ nısmi tamamlamıştı. Bu eserinde bir süre öncesinde içine yuvarlandığı umutsuzlu & . . san iradesine verdiği değeri dile getiriyordu. Eserin ilk sayfasına Bonaparte, altıry Beethoven ibaresini koymuştu. Ancak Napolyon'un taç giydiğini duyunca "O da . . a an farksız! Şimdi ihtirasları uğruna o da bütün insan haklarını ayakları altına alacft, n| Yüksekte görüp bir tiran olacak! "sözleriyle ilk sayfayı yırtıp atmış; yeni sayfaya , ' a Eroica-BUyük bir insanın anısına bestelendi" cümlesini yazmıştır. Daha sonr^. ğal o larak, do a belirl ,.:♦,.„ :*u-«-.»-.:, ,.,.-.3 f ibi r para karşılığında senfoniyi Prens Lobkovvitz'e ithaf etmiş ve eser hizme^j nde büyCJk bir e stra ve koro bulunduran prensin sarayında Aralık 1804'te ilk kez seslendirilmiş.'.'"^ ""' lr bayii içerlediği anlaşılan Beethoven'in eserin v. Senfonisinin son bölümünde kullandığı söylenir. Bununla birlikte Napoly<\, ... . . '; „. ,. ... .,..?.. ... , *tır. Napol-yon'a ıaı anladı 0onH,™«n'm ocorm |kmC| bölümünde yer alan zafer K. ., ................................. Harsını ka Idırıp
. . . . . be lnı aldığında bu sonucu hesaba katarak matem marşını yazdığı belirtilir.
Irkin Aktüze, Müziği Okumak, Pan Yayınları,, istanbul Tun ölüm ha2002, c.ı,
s.270
bir ci b lüm:
154 '"
°
fTansugfaönces'
ue
sonrası
mana kadar Fransa'da anahatlarıyla yaşamakta olduğu gibi, örnek olarak alındığı fipnın pek çok ülkesinde de yaşamını sürdürmektedir. Napolyons^nü salt Fransa içine çevirmekle yetinmemiş ve bir sömürge politı*ının da temellerini atmıştır. Ve Napoly»'1"1 bu politikası kısa sürede Fransa'da gözle görülür bir ekonomik*toplumsal rahatlama ortaya çıkardı. Her ne kadar, özellikle Naplf°n'un imparatorluğunu ilân etmesinden sonra, cumhuriyetçiler )!folyon'a karşı idiyseler de, terör korkusundan uzaklaşmış ve k« doymuş olan halkın, siyasal haklarının elinden alınmış olmasına faş bir tepkisini uyandırmak mümkün değildi. Viyana Kongresi Gerek Fransız Do*1') gerekse Napolyon fırtınası Avrupa haritasını altüst etmişti. O Çf1 Avrupa 'da ki Osmanlı İmparatorluğu ve Fransa dışındaki "dört büyükleri", Rusya, İngiltere, Avusturya ve Prusya; zaman zaman arakla yaptıkları görüşme ve anlaşmalarla, bir haritanın anahatlarmı oflF çıkarmışlardı. Fakat kesin bir metin üzerinde anlaşmaları mütti1 olamıyordu. Zaten bu arada Avusturya'yı ve Rusya'yı ve özellİ'Avusturya Başbakanı işlevini gören Metternich'i tedirgin eden asılbntı, harita üzerindeki değişiklikler değil, insanların kafalarında yejriişlerinde ortaya çıkan değişikliklerdi. Gerçektenf*sız Devrimi'ni izleyen çağ, "ulusçuluk çağı" olarak niteleniyordııîokuluslu bir imparatorluğu yöneten Metternich, "veba" kadar tehlâÜ gördüğü ulusçuluk akımının ortaya çıkarabileceği sorunların çöıinlenebilmesi için, Avrupa'nın tutucu güçlü devletlerinin ortak harefel etmelerinin ortamını sağlamak amacındaydı. Ve bu nedenle evsalıNarak böylesi bir uluslararası konferansın evsahipliğini üstleniri» diğer beklentilerinin yanısıra ön sırayı bu endişe alıyordu.75 75 Konuyla ilgili olarak* AfcteM des Wiener Kongress (im Jahren 1814 und 1815) herausgegeben von D. J. Ludm#'>er Band 1-8 (31 Hefre), 9. Band Supplement Band mit Register Neudruck der Ausgabal^-1819. Verlag Otto Zeller, Osnabrück, 1966.
fransız devrimi 155
Milliyetçilik 19. yüzyılın en güçlü siyasi ve kültürel akımı milliyetçilik düşüncesidir. Milliyetçilik, Fransız Devrimi'nin sonrasında Avrupa haritasını yeniden biçimlendirecek şekilde güçlü etkiler yaratmıştır. Fransız askerinin Valmy Savaşı'nda kral adına değil, millet adına savaşa girmesi, Robespierre ve Jacobenlerin "vatan tehlikede" kuramı milliyetçilik ve Fransız Devrimi arasındaki ilişkiye işaret etmektedir. Öte yandan Batı Avrupa'da milliyetçiliğin doğuşu da yasalar önünde eşit insanlardan kurulu, serbest piyasa ekonomisinin rahatça işleyebileceği bir ortama ihtiyaç duyulduğu döneme rastlamaktadır. Murat Sarıca'ya göre milliyetçiliğin doğurduğu sonuçları şu başlıklar altında toplamak mümkündür: Her şeyden önce millet olgusunu hukuki bir yapı olan devlete çevirmek hakkı doğuyor, o milleti meydana getiren bireyler için. Her milletin kendi devletini kurma hakkı, başka bir deyişle milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı. Batı'da Alman Birliği, italyan Birliği, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı Imparatorluğu'ndan ayrılan devletler, günümüzde Asya ve Afrika'da kurulan devletler buna örnektir, ikinci sonuç her milliyetçinin doğal olarak kendi devletinin güçlü olmasını istemesi. Üçüncü olaraksa kurulmuş ve güçlenmiş olan devletin gücünü en üst noktaya vardırma isteği. Murat Sarıca, Siyasi Düşünce Tarihi, Gerçek Yay., İst. 1996, s.120-121
Viyana Kongresi'nin 1814 Temmuz'unda toplanması planlanmıştı. Fakat toplantı ancak 1 Ekim 1814'te başlayabildi. Dört büyük ülke ve Fransa dışında, tüm Avrupa devletleri çok yüksek düzeyde temsilciler gönderdiler. Komisyonlar biçiminde çalışmalarını yürüten kongre, kendi türünün yani komisyonlar biçiminde çalışmalarını yürüten bir uluslararası kongrenin ilk örneği olması açısından da ilginç ve önemlidir. Viyana Kongresi'ndeki Farklı Beklentiler Biraz önce de belirttiğimiz gibi, Viyana'ya gelen devletler NaP°'yon sözkonusu olduğu zaman ortak düşünüş içindeydiler, fakat, u nun dışında aralarında büyük beklenti farkları vardı.76 Avusturya e " m fikirler karşısında duyduğu endişenin yanısıra tutucu müttefikleri rusya ve Rusya'nın sırasında bu yeni fikirleri de kullanarak genişlerklı beklentiler konusunda bkz. Armaoğlu, F., a.g.e., s.69.
birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
melerinden endişe ediyordu. Rusya'rıMotıya konusundaki emelleri artık açığa çıkmıştı. Avusturya bu emellerebrşı olduğu gibi, yönetimi altındaki Slavların da Rusya etkisiyle tursuzluk çıkarmalarından korkuyordu. Avusturya, Almanca konuşan ulusların liderliği konusunda da Prusya ile çatışma halindeydi. Prusya'nındikkatini Saksonya'ya değil, Ren'e yöneltmek ve böylece Prusya ile Fransa arasındaki çatışmayı körüklemek istiyordu. Ayrıca Kuzey İtalya'da denetiminden çıkan toprakları yeniden ele geçirmek amacındaydı. Rusya'nın tek amacı Polonya'ya tüyle egemen olmaktı. Bunun dışında Avrupa'daki çatışmalar fazla ilgisini çekmiyordu. Prusya, Fransa ve Avusturya'ya karşı desteklemesi koşuluyla Polonya konusunda Rusya'ya önemli ödünler vermeye hazırdı. Zira Polonya'dan önce Almanya konuşan ulusların liderliği ve birleştirilmesi amacına yönelmişti ve Saksonya'da Avusturya, k bölgesinde de Fransa'yla çatışıyorlardı. İngiltere günümüz dahil tüm tarihi boyunca kıtada birkaç güçlü devletin varolmasını ve bunların bitkini dengelemeye ve denetlemeye çabalamasını istemiştir. Bu nedenle Avusturya, Rusya ve Prusya'yı denetimsiz bırakmamak için Fransa'nın çok ağır bir fatura ödemesini istemiyordu. Ayrıca Rusya'nın gereğinde engellenebilmesi için Prusya ve Fransa'nın her zaman elinin abda bulunmasını istiyordu. Bunların dışında Viyana Kongresi'ndeİngiltere'nin asıl beklentisi, Napolyon savaşları sırasında Fransa veManda'dan ele geçirdiği sömürgeleri elinde tutabilmekti. Fransa, usta Dışişleri Bakanı lalltytand'ın akıllı politikasıyla devletlerin bu farklı beklentilerini Ulanarak Fransa açısından en az zararla kongreden çıkmak istiyordu, Her ne kadar Napolyon'un Elbe'den kaçarak ortalığı yeniden bulandırması, durumunu biraz zayıf" lattıysa da, sonunda bu amacına çok önemli ölçüde ulaşabildi. Zaten Talleyrand'm Fransa için XVIII. Lonis yönetimin de meşrutî bir monarşiden başka istediği yoktu. Bu neUtSapolyon'un yaptıklarından kendini bağlı saymıyordu.
fransız devrimi 157
Viyana Kongresi.
Karmaşık bir hava içinde geçen kongre oturumları biraz da gevşek bir biçimde sürerken, Napolyon'un Elbe'den kaçarak karaya çıkmasının ve Paris'e girmesinin duyulması üzerine çalışmalar hızlandırıldı ve farklı komisyonların çalışmaları tek bir metinler demeti halinde birleştirilerek 9 Haziran 1815'te katılan devletlerin temsilcilerince imzalandı. Osmanlı İmparatorluğu Viyana Kongresi'ne katılmamış, bu konuda yapılan çağrıya uymamıştır. Zira Osmanlı İmparatorluğu böyle-Sl bir konferansta Balkan sorununun da gündeme geleceğinden ve °dün vermek zorunda kalacağından korkuyordu. Ayrıca Avusturya nın "toprak bütünlüğünü garanti etme" önerisini de sempati ile KarŞilamamışlardı. Çünkü görüşmelerde Avusturya'nın Rusya'yı nere-ye kadar engelleyebileceğini bilemedikleri gibi, böylesi bir garantiyi Ç'Şİerine müdahale olarak yorumluyorlardı.
15° birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sorre
Viyana Kongresi Kararla Viyana'da imzalanan kesin Elindeki bellibaşlı önemli maddeleri şöyle sıralamamız mümkündür:" 1. Fransa'nın 1792 sonrasında ele geçirdiği tüm topraklar geri alınıyordu.78 2. İngiltere Malta'yı ve YedıAdalar'ı, Hollanda'ya ait olan Cape Colony'yi, Seylan'ı, Honduras'ı, Güyan'ı ve Trinidat'ı, Danimarka'dan Heligoland'ı alıyordu. 3. Rusya Tilsitt'te ele geçırdijjFinlandiya'yı koruyor, buna karşılık İsveç, Danimarka'dan Norveç'i alıyordu. Ayrıca Varşova Büyük Dükalığı'nın önemli bir bölümü,Rusya'nın denetimine bırakılıyordu. 4. Prusya Posen bölgesini, Saksonya'nın önemli bir bölgesini, Vestefalya'nın bir bölümünü ve Renin batı kıyılarındaki kimi bölgelerini alarak Viyana'dan çok büyümüş olarak ayrılıyordu. 5. Avusturya da topraklarım genişletmiş bir biçimde kongreyi kapatacaktır. Doğu Galiçya, Lombardiya ve Venedik'i yeniden sınırlar içine alıyordu. Bunlara karşılık Belçika'dan vazgeçiyordu. 6. Belçika, Hollanda ile birltjtırilerek Niederland adıyla güçlü bir devlet oluşturuluyor ve Orangtkanedanı bu krallığın başına getiriliyor ve Lüksemburg da kişisel olarak Hollanda kralına bağlanıyordu. 7. Almanya dağınık bir biçimde kalıyordu. Bu sonuç Avusturya açısından önemli bir başarı idi. 3! devletten oluşacak olan Germen Konfederasyonu'nun merkezi Frankfurt olacak ve Avusturya temsilcisinin başkanlık edeceği bir diyet incelisi tarafından yönetilecekti. 8. İtalya'daki parçalanmışlıkda bir ölçüde sürmekteydi. Kuzeyde bir bölümün Avusturya'ya geçmesinin yanısıra Nice, Savoi ve Cenova Cumhuriyeti toprakları Sardunya'ya bağlanarak, Fransa'nın güneyinde güçlü bir devlet oluşturuluyordu. Napoli Krallığı (İki Sicilya Krallığı) Bourbon hanedanının yönetimine veriliyordu. Papalık devleti yeniden oluşturulmaktaydı. Ayrıca Modena, Parma ve Toscana dukalıklarının başına Avusturyalı prens77 Bkz. Uçarol, R., a.g.e., s.34-35. 78 20 Kasım 1815 Paris Kongresi'yle Fransa l/M sınırlarına çekilmeyi kabul edecektir.
fransız devrimi 159
ler getiriliyordu (Parma Dükalığı'na Napolyon'un ikinci eşi ve çocuğunun annesi Marie Louis getirilmişti). 9. Büyük Varşova Dukalığı önemli ölçüde Avusturya, Prusya ve Rusya arasında paylaşılmıştı. Bu üç devlet anlaşmanın getirdiği özerk lik hükümlerini hiçbir zaman yaşama geçirmeyeceklerdir. 10. isviçre 22 kantondan oluşan bağımsız ve tarafsız bir devlet şekline sokuluyordu. 11. Esir ticareti yasaklanıyor, ancak bunun uygulanması önemli ölçüde taraf devletlere bırakılıyordu. 12. Uluslararası nitelikteki nehirlerde ilke olarak ticaret ve ulaşım serbestisi tanınıyordu. Viyana'da bir dönemin muhasebesi yapılmış ve bir anlamda hesap kapatılmıştı. Ancak çağın gerçeklerine ne denli uygun çözümler bulunmuş olduğunu zaman gösterecekti.
Fransız Devrimi Öncesi ve Sonrasında Osmanlı İmparatorluğu
F
ransız Devrimi başladığı sıralarda Osmanlı İmparatorluğu yedi milyon kilometrekareyi aşan toprakları ve yirmi beş milyon kadar nüfusuyla dünyanın o günler için en büyük imparatorluklarından biriydi. Bugünkü Anadolu, Trakya, Bulgaristan, Sırbistan, Romanya, Arnavutluk, Karadağ, Yunanistan, Kafkasya, Irak, Suriye, Filistin, Hicaz, Mısır, Trablusgarp, Tunus, Cezayir; Kıbrıs ve Girit'in yanısıra türri Ege Adaları imparatorluk hudutları içindeydi.1 Karadeniz, Marmara Denizi, Ege ve Kızıldeniz tam anlamıyla imparatorluğun denetimi altındaydı. Akdeniz sahillerinin yarıdan fazlası, Adriyatik ve Basra Körfezi sahillerinin çok önemli bir bölümü de imparatorluk denetimindeydi. Asya, Avrupa ve Afrika olarak üç kıta üzerinde yayılmış olan bu geniş topraklarda, karmaşık bünyeli de olsa, yirmi beş milyon ka-ar insan yaşamaktaydı. İmparatorluğun gücü konusunda bir karşılaşanla yapabilmek için o çağların diğer devletleriyle bir nüfı*s karşılaştırması yapmakta yarar vardır.2 Karal, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, c.V (Nizam-ı Cedit ve Tanzimat Devirleri 17*9-1856), TTK «yınları, XIII. seri, no.16, Ankara, 1947, s.l. °Uman, "NVolfgang, Raum und Bevölkerung in der Weltgeschichte, 4. Band, "B^völkerung und
birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi vesooffi
O günlerin İngi İtere'sinde Gafe ile birlikte 10 milyon kadar bir nüfus yaşamaktaydı. Eğer İskoçya da bu toplama katılırsa nüfus 11 milyonu biraz aşardı. İrlanda'nın nüfusu 4 milyonun biraz üstündeydi. Kıtadaki en güçlü devlet görünümündeki Fransa'nın nüfusu 27 milyonun üzerindeydi. Aynı dönemde Avusturyalın nüfusu da 28 milyon idi ve bu nüfus kitlesi de çok karmaşık bir WYe sahipti. Hollanda'nın nüfusu 2 milyonun biraz üzerinde, Belçika'nın nüfusu 3 milyonun biraz altında idi. İsviçre'nin nüfusu ise 1,9* İskandinav ülkelerinin tümünde 6 milyon insan yaşardı (İsveç,Norveç, Danimarka ve Finlandiya). Çok sayıda prensliklere bölünmiiş olan İtalya'da 16 milyon, İspanya'da 10 milyon, Portekiz'de ] »İyon ve Polonya'da 14 milyon kişi yaşamaktaydı. Gene çok sayıda prensliklere bölünmüş olan Almanya'da; 10 milyonu Prusya'da obk üzere 22 milyon kişi yaşamaktaydı. O çağların Avrupa'sının en kalabalık devleti 45 milyonluk nüfusuyla Rus Çarlığı idi. Fakat bu »İaıı önemli bir bölümü, Rusya'nın Asya kıtasındaki topraklarında yaşardıGene ilginç bir karşılaştır» olarak şunu belirtebiliriz ki, o günlerde Kuzey ve Güney Amerikalopraklarında toplam olarak 26.5 milyon insan yaşamaktaydı. Bunların 19 milyonu Güney Amerika'da ve 6.5 milyonu Amerika ve Kanatlıda yaşıyordu. Dünya üzerinde böylesine ağırlıklı bir konumu ve uluslararası ilişkilerde böylesine güçlü bir efe olmasına karşın Osmanlı İmparatorluğu'nun diplomasi çalışmalarına girişmemesi çok ilginçtir. Her ne kadar kimi Osmanlı hükümdarları tahta geçtikleri zaman değişik ülkelere elçiler göndererek tahtacılarını duyurmuşlarsa da, sürekli elçilik örgütlenmesinin başlaması çok daha sonraları olacaktır.4 Kaldı ki, kimi zaman bir elçi birçok devleti de dolaşabilmedeydi. Ayrıca değişik nedenlerle (taç giyme törenine katılma, sınır soNeuester Zeit", Verlag S. G. Plötz, ftıfcg, l96s> bkz- s.1-56. 3 Unat, Faik Reşit, Osmanlı Sefirleri Çimmeleri (tamamlayıp yayınlayan Prof. Dr. Bekir Pirenne, J., a.g.e., s.893 4 Sıtkı Baykal), TTK Yay., VII. seri,no.l.inkara, 1968, s.16-17
fransız devrimi öncesi ve sonrasında Osmanlı im paratorluğu ^1Q^.J
runlarının görüşülmesi, bir mektup gönderilmesi vb.) geçici elçiler ç-j gönderilmiştir.5 Fakat Osmanlılar Batı dünyası ile ilişkilerini çok ilgir^j c bir biçimde dolaylı olarak yürütmekte ve özellikle haber alma kayn^_ ğı olarak kendilerini başkalarına emanet etmekteydiler.6 Babıâli'nin Avrupa gelişmelerini öğrenebilmek konusundaki hjj_ rinci kaynağı Eflâk ve Boğdan beyleri idi. Bunların Avrupa'nın büyi^j^ başkentlerinde genellikle temsilci ve ajanları vardı ve bunlardan edi^-, _ dikleri bilgileri İstanbul'a ulaştırırlardı. İkinci kaynak ise "Divan-ı Hv^_ mayun tercümanları" idi. İstanbul'daki yabancı elçilere yardım eci^j, bu çevirmenler, çoğunluğu Rum olmak üzere azınlıklardan idiler. \r gerek Eflâk ve Boğdan beyleri ve gerekse bu çevirmenler Avrupa'da^: gelişmeleri ve beklentileri kimi zaman istekleri doğrultusunda çarpıt^ _ rak Babıâli'ye ulaştırırlardı. İmparatorluk içindeki Müslüman-Tür-U unsurun bir Batı dilini öğrenmeyi "küçültücü" bir iş olarak değerler^_ dirmeleri çok ilginçtir. Ancak tüm bu olumsuzluklara karşın Osmaok İmparatorluğu'nun son derece akılcı bir dış politika izlemesi de ayj^ derecede ilginçtir. Gerçekten Osmanlı İmparatorluğu Avrupa'da^; denge ve ittifaklar sisteminden sonuna kadar yararlanmasını bilmiş v-e ekonomik olarak çöktüğü zaman bile uzun süre siyasal varlık ve bi^,. tünlüğünü bu yolla koruyabilmiştir. OSMANLI İMPARATORLUĞU'NUN GELİŞMESİ VE DURAKLAMASI ilkokul tarih kitaplarından itibaren öğretilen yaygın bir anlayışa gör e Osmanlı İmparatorluğu tarihî beş ana bölüm içinde incelenir. 1295i _ 1453 arasındaki bir buçuk yüzyıl "Kuruluş Dönemi" olarak adlandı rıur. İstanbul'un alınmasıyla Sokollu'nun ölümü arasındaki (1452, LS79) dönem "Yükselme" ya da "Gelişme Dönemi" olarak adlandır*. lr- Bunu izleyen ve 1699 Karlofça Antlaşması'na dek gelen döner^ Uuraklama Devri"dir. Bunu izleyen döneme "Gerileme Devri" ve nj. u
Konuları, üzerinde çalışmakta olduğumuz Osmanlı Diplomasi Tarihi başlığını taşıyacak olan itabımızda geniş bir biçimde ele almak umudundayız. Bk z- Karal, E. Z., a.g.e., s. 11 vd.
164 birinci bölüm: fransızâevrirni, öncesi ve sonrası
hayet son döneme de "Yıkılma Devri" adı verilir. Biz bu dersnotları çerçevesinde Osmanlı İmparatorluğu'nun tarihine kuşbakışı da olsa bir göz atmak niyetinde değiliz. Kurumsal ve ekonomik yapı zatenanahatlarıyla daha önce verilmişti. Ancak burada yapmak istediğimiz Osmanlı İmparatorluğu'nun kurulduğu 1299'dan FransızDevrimi'ne dek geçen yaklaşık 500 yıl içinde imparatorluğun nereden gelip, nereye gittiğini belirlemektir. Osmanlılar daha önce de değindiğimiz gibi, kuruluş aşamasında gözlerini Dojju'ya değil, Batı'ya çevirmişlerdi.7 Böylece Anadolu'daki çatışmalara hiç girmeksizin Rumeli'de güçlü bir biçimde örgütlenmiş ve Edirne'yi başkent yaparak Anadolu'ya daha sonra dönmüşlerdi. Her ne kadar Timur istilası, birara Osmanlı Devleti'nin sonu gibi görünmüşse de, bu buhran kısa bir sürede atlatılmış ve "Büyük İmparatorlar Dönemi" (II. Murad, II. Mehmed, I. Selim, I. Süleyman...) başlamıştır. İşte bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu gerek güç ve gerekse toprak açısından en güçlü dönemine ulaşmıştır. Ancak Osmanlı İmparatorluğu'nun bu en görkemli dönemindeki iki gelişme, uzun dönemde Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışını da hazırlayacak, bir anlamda "sonun başlangıcı" olacaktır. Bunlardan biri 1536 Şubat'mda Fransızlarla imzalanan "Kapitülasyon Antlaşması", öbürü de Kızıldeniz ve Hint Okyamsı'ndaki çatışmada Portekizlilere yenilerek bu bölgedeki hegemonyanın yitirilmesidir. Hiç kuşkıraBatılı ülkelere belirli konularda ilk kez kimi ayrıcalıkların verilmesinin başlangıcı 1536 değildir. Dahası Selçuklular döneminde bile bu tür ayrıcalıklar tanınmıştır. Fakat biraz aşağıda değineceğimiz kapsam ve genişlikte bir antlaşmanın imzalanması ilk kez olmaktadır. Zatenherne kadar, anlaşmada "karşılıklılık ilkesi" getiriliyorsa da, işin aslındagüçlü tarafın (Osmanlılar), güçsüz tarafa (Fransa) tanıdığı kimihabe ayrıcalıklar sözkonusudur. Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşü, elbette ekonomik nedenlerden kaynaklanıyordu. 15. yüzyıla dek topraklarından geçen transit 7
Bkz. Bölüm 2, Altbölüııl
fransız devrimi öncesi ve sonrasında osmanl) imparatorluğu
ticaretten önemli ölçüde pay almış ve Filistin'le İtalyan kentleri aras^n_ daki deniz ticaretinin haracını da toplamış olan Osmanlı İmparator Ju_ ğu, Afrika'nın güneyinden dolaşarak, Hindistan'a ulaşan yeni tica^^ yolunun denetimini de ele geçirmek istemiş ve Portekizlilerle çatışm^ fakat başarılı olamamıştır. İşte Osmanlı'nın ekonomik çöküntüsün \jn bir nedeni ticaret yollarından böylesine kopması olmuştur. 1536 A*^, laşması'yla başlayan yoğun kapitülasyonlar, bu çöküşün bir diğer r\e. deni olmuştur. Sermaye birikimine izin vermeyen Osmanlı toprak cj^_ zeni nedeniyle, burjuvazisi oluşmayan Osmanlı ımparatorluğu'nun ej sanatları Avrupa'nın gelişmiş endüstri ürünleri ile rekabet edemeyinç;e daha sonra değineceğimiz endüstri hamlesini yapabilmek bir yar>a varlıklarını bile koruyamamışlar ve Batı ürünleri için bir açık pazar durumuna giren Osmanlı İmparatorluğu'nun durumu, zaman için^je "ekonomik esaret"e dönüşmüştür. 1536 Kapitülasyonu'nun ilkeleri o dönemde İstanbul'da]^ Fransız Elçisi Jean de la Foret ile, Başvezir İbrahim Paşa tarafınd^n belirlenmiş ve Kanuni'nin imzalamasıyla bir "Hatt-ı Hümayun" nite_ ligini kazanmıştır.8 Bunun bazı önemli maddelerini şu şekilde sıralaya_ biliriz: - Her iki hükümetin tebaası güven ve özgürlük içinde ikâmet etmeye, halk ile ilişki kurmaya izinli kılınıyorlardı. Ayrıca denizlerde silahlı ve silahsız gemi dolaştırma hakkı veriliyordu. - Her türlü yasak mallar dışında tam bir ticaret serbesti verijj. yordu. Almak, satmak, devretmek, takas etmek, karadan ve denizde^ ^aştırmak konusunda tam bir serbestiye sahip olacaklardı. - Fransız tüccarlar ve aileleri konusunda çıkacak anlaşmal^r ransız hâkimlerce çözümlenecek, bunlar eğer Türk mahkemelerime grtmek isterlerse bile, buna izin verilmeyecekti. Bir Fransızla, Osmanlı tebaasından biri arasında çıkabilecek bi r anla şmazhk durumunda, elde somut bir kanıt olmadıkça kadıy a b. kurulamayacak; böyle bir kanıt olduğu zaman bile Fransız Elcili, u
konularda bkz. Mufassal Osmanlı Tarihi, eli, Jskit Yayınevi, İstanbul, 1958, s.965-967.
ı66 birinci bölüm: fransız devrimi, ta'KSKası
ği'nin görevlileri olmak* ki Fransız vatandaşının sorgulaması bile yapılamayacaktı. - Fransızların ceaWarma bakmak kadıların yetkisi dışında olacaktı. Bu tür bir son onaya çıkarsa mesele doğrudan Babıâli'ye sevkolunacaktı. Aynı bıçirfıdeFransızların din, mezhep vb. konulardan kaynaklanan yargılanmalarında da Osmanlı yargı makamları yetkisiz sayılacaktı. - Bir Fransız Osmanlı topraklarından eğer borcunu ödemeden çıkarsa, Fransızlar veFraısakralı bundan sorumlu tutularak bu para istenemeyecek, ancak torcjııun Fransa'da olduğu saptanırsa Fransız makamlarının bunu almaya (alışmaları istenebilecektir. - Osmanlı topraklarında ölen bir Fransız'ın eğer vasiyetnamesi yoksa, mallan Fransa radarına teslim edilecektir. - Osmanlı İmparatorluğu topraklarında on yıl oturan Fransız vatandaşları her türlü«şt harçtan muaf tutulacaklardır. Aynı şey Fransa'da oturacak okOsmanh tebaası için de sözkonusudur. Görüleceği gibıliMKapitülasyonu pek çok konuda, neredeyse "gözü kapalı" diyebileceğimiz bir biçimde ayrıcalıklar vermektedir. Böylesine ileri boyutlnaııolıklar verilebilmesinin gerisinde büyük bir güven ve önemsememşattiı kesindir. Ancak hakların karşılıklı verilmiş olmasının fazla bir anlamı olmadığı da açıktır. Zira görülebileceği üzere bu anlaşma her iki devlet toprakları üzerinde ve özellikle ticaret yapmak amacıyla yaşayanları ilgilendiren bir anlaşmadır. Osmanlı imparatorluğu toprakları iiıennde ticaret yapan çok sayıda Fransız tüccarı olduğu bilinmekti!.fena karşılık Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerinde bile ticaret yapmaktan imtina eden Türk-Müslüman Osmanlı tebaasının ticaret amacıyla Fransa'ya gideceğini ve orada yerleşeceğini düşünmek biltnimkün değildir. Böylesine genişşalıklar vermede, kendine güvenme faktörü nün yamsıra, imparatoıltıhopraklarında ticareti canlandırma gibi amacın olduğunu da düşünebiliriz. Ayrıca arasında hiçbir çatışma mayan Fransa gibi bir devletin kesin güven ve desteğini sağlamak uz dönem Osmanlı dış polisi açısından yararlı görülmüş olunabılı •
fransız devrimi Öncesi ve sonrasında osmanlı İmparal°rluSu
167
Portekizlilerin Hindistan ticaret yolu üzerindeki etkinlikleri Barthelemy Diaz'ın 1486'da Afrika'nın güneyini (Ümit Burnu)dolaşarak Hint Okyanusu'na ulaşmalarıyla başlamıştı. Daha sonra Vaskö de Gama bu yolu izleyerek 1498 ve 1502'de iki kez Hindistan'a gitti ve ilk Portekiz üssünü oluşturdu. Kısa bir süre içinde Kızıldeniz'Jen Endonezya'ya dek uzanan denizler üzerinde Portekiz üstünlüğü ortaya çıktı.' Aden Körfezi önündeki Sokotra Adası'nı ve Basra Körfezi'nin girişi olan Hürmüz Boğazı'nı ele geçirerek Hindistan'dan gelerek Akdeniz'e ulaşan ticaret yollarının denetimini ellerine geçirmiş olanlar. O zamanlar bu ticaret yollan Mısır Memlûkları için büyük bir gelir kaynağı idi. Hem Hindistan ile Akdeniz limanları arasındaki deniz taşımacılığından ve hem de bu limanlardan Akdeniz'in Avrupa limanlarına gönderilecek malların gümrük ve transit harçlarından topladıkları paranın önemli ölçüde azalması, Memlûklarla Portekiz'i kaçınılmaz bir çatışmaya getirdi. Memluk Sultanı Kansu Gavri'nin Hint Müslümanlarının talepleri üzerine Hindistan'a gönderdiği bir donanma, Portekiz'in Hindistan genel valisinin oğlu Lorenzo'nun yönetimindeki Portekiz Donan-ması'nı Hindistan'ın Şaul Limanı önünde yendi (1508). Ancak kısa sürede yeniden toparlanan Portekizliler Kızıldeniz'e doğru yöneldiler ve Aden'i ele geçirdiler. Kansu Gavri de Süveyş'te yeni bir donanmanın hazırlıklarına başladı ve dahası Akdeniz'deki Müslüman korsanları davet etti. Ancak bu arada Osmanlıların Mısır'ı zaptetmelerime, bu s°n girişimleri de sonuçsuz kaldı. Zaten Portekizliler Kızıldeniz'i zorar naktan vazgeçmişler ve Hindistan ticaret yolunu tümüyle Ümit Burnu 'na çevirmişlerdi. Kanuni zamanında Mısır'a giden veziriazam İbrahim Paşa bu üşmeleri doğru değerlendirerek 1525'te bir "Mısır Kaptanlığı" oluşta Amacı Hint ticareti yolunu tekrar Akdeniz limanlarına aktar-Ve canlandırmak, ayrıca Hint Okyanusu'ndaki Portekiz üstünlüğe son vermekti. 2
' "S-c, s.997 vd.
ı68 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
Memluklar zamanında gemi yapımında karşılaşılan en büyük sorun kereste idi. Gerçekten gemi yapım» uygua kereste ancak Lübnan ya da Anadolu'dan getirtilmek zorundaydı. Mısır Osmanlıların eline geçince bu sorun ortadan kalkmış oldu. Kısa bir süre içinde ağır toplarla donatılmış 76 parçalık bir donanma oluşturuldu. Bu arada Gucarat Hükümdarı Bahadır Şah, Kantffl'yefeelçi göndererek Portekizlilere karşı destek istemişti. Mısır Valisi Hadım Süleyman Paşa komutasındaki Osmanlı Donanması 13 Haziran 1538'de Süveyş'ten yelken açarak Hint seferine başladı. Komutası altında 80 gemi ve 1000Î Yeniçeri olmak üzere 9000 kara askeri vardı. Önce Kızıldeniz'ı denetleyebilmek için Aden'i aldı. Daha sonra Gucerat Hükümdarlığı tarafından Portekizlilere üs olarak verilen ve zaman içinde kendilerine dertolan Hindistan kıyısındaki Diu Kalesi'ni kuşattı. Bu arada Kanuniden yardım istemiş olan Bahadır Şah ölmüş, yerine geçen oğlu MahrdŞah Portekizlilerle anlaşmıştı. Böylece Gucerat'ın yardımından yolsun kalan Süleyman Paşa kendi güçleriyle çevre kaleleri alarak Diu'yu sıkıştırdı. Ancak bir Portekiz Donanması'nın yardıma geldiği duyurulunca, kuşatmayı kaldırarak geriye döndü.10 Artık Hint Okyanusu'nda Portekizlilerle Osmanlılar arasında amansız bir savaş başlamıştı. Portekizlilerin Süveyş'teki Osmanlı Donanması'nı yakma girişimlerinin başarısız olmasına karşın, Aden'i ele geçirmeleri büyük bir avanta) olmuştu. Bunun üzerine "Mısır (Kızıldeniz) Donanmasının başına Piri Reis getirildi (1547). Piri Reis Aden'i geri aldıktan sonra Umma» bölgesinin en önemli kenti ve Hindistan'la Doğu Afrika arasındaki gemilerin uğrak yen olarak çok önemli bir stratejik konumu olan ve Portekizlilerin elindeki Maskat'ı aldı. Daha sonra Basra Körfezinin anahtarı durumundaki Hürmüz'ü kuşatan Piri Reis, kenti akak Portekizlilere yardım ettiklerinden ötürü yağmalattı. Ancak gene Portekizlilerin çok sı bir biçimde tahkim ettikleri Hürmüz Kalesi'ni damadı ve kuşatmay1 10 Aslında böyle bir yardım gelmediği ve bu haberi Poffikift>Aşmış olan Mahmud Şah'ın sıtlı olarak çıkardığı daha sonra anlaşılacaktır.
, , . . ,rtda osmanlı imparatorluğu 1ÖQ rransız devrtmı öncesi ve sonra*;. ---------------------------------------------------------------------------------—
kaldırarak," Basra'ya geçti. Basra Valisi Kubat Paşa'nm halka Zul" mettiği gerekçesiyle kendisine yardım etmeyinci PorteklZİllerın Bas" ra Körfezi'nin ağzını yeniden tutabileceklerindi endışe eden Piri Reis üç gemiyle Mısır'a döndü. Daha sonra Mısır Donanması 'nın başına g*tirilen Murad Reis' Piri Reis'in Basra'da bıraktığı donanmayı Süveyş'2 getirmek isterken, Hürmüz Boğazı açıklarında Portekiz Donanmas.^3 karŞ,la§tL YaPJ-lan savaşı kaybeden Murad Reis, epey zayiattan $onra Basra'ya dön~ dü. Fakat savaşı kaybetmiş olmasından ötürü *552'de g°revinden alındı. Kanuni gerek donanmanın Basra'da kapalı kalmasına ve gerek" se Hint Okyanusu'nda Portekizlilere karşı üstünli^ sağlanamamasına kızmıştı. Bu kez donanmanın başına Şeydi Ali Re*S getirildi- Seydi Ali Re1S kara yolundan Basra'ya giderek donanmayı /*evraldl ve ; yice d°-natarak yelken açtı. Önce El-Mosandam Burnu Çevresinde Portekiz Donanması'yla ilk kez karşılaştı. Bu donanmayı yenerek yoluna de" vam eden Seydi Ali Reis'i on yedi gün sonra ikinci bİr Portekiz Donanması yakaladı. Maskat önlerinde yapılan savaşta forteklzliler yenildi> Osmanlılar altı gemi yitirdiler. Portekiz Donanması'nı iki kez yenen Seydi Ali Reis' bu kez çok Şiddetli bir fırtınaya yakalandı. Donanmasını oluş*Uran küreklİ küçük tekneler dalgaların şiddeti nedeniyle Belucistan sa^116"116 dek SÜrük" ]endi. Guvedar Limanı'nda eksiklerini bir ölçüde ^idererek y°la Çlktl" §> zaman elinde dokuz gemisi kalmıştı. Ancak Hin/ 0kyanusu'nun ardalarından bu kez de yakasını kurtaramadı ve bu kez Gucerat kıyıla" "na sü™Wendi. Elindeki gemilerden üçü de bu ar ada batmıstl- Bura" * da gereksinimlerini karşılayan Seydi Ali Reis, fortekiz Donanma-deT 8elmesinin an,a§'!rnası üzerine Surat Limanı':na geldi- Artlk elin e d ~ onanma adı verilebilecek bir güç kalmamış ol*dugu gibi' adamla" 11
Aynı defc "3nda Ç°k bü^ük blr ™İ^ bilS™ »hm ve yaprms olduğa" hantakr 8ünümüzde blle gnn, koruyan Piri Reis'in rüşvet atamandan ötürü kuşatmay, kaV^^ ''"' SÜrÜİmÜ5 VCbu *n M.sır'a döndükten sonra tutuklanrmş ve İstanbul'dan gelen tallm" UyarmCa "^ ed ''" m
<Ştir
170 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
rında da savaşacak güç kalmamıştı. Böylece Şeydi Ali Reis elindeki malzeme ve silahlan Surat Valisi kep Han'a bırakarak, kara yoluyla İstanbul'a dönmeye karar veri,Zaten Hint prensleri askerlerinin önemli bir bölümünü yüksek iicıttlttle ordularına almak istiyorlardı. Üç sene süren zor bir yolculuktan sonra İstanbul'a gelen Şeydi Ali Reis, seyahat anılarım Mmtİihemalik isimli bir kitapta toplamıştır. Böylece Osmanlı kparatorlş'nun Hint Okyanusu'nu denetlemek için giriştikleri çabalar sonuçsuz kaldı ve bu çok önemli yol Portekizlilerin denetiminde kaldı. Dopı Akdeniz limanlan hiçbir zaman canlanamadı ve bu da, Osmantİşatorluğu'nun ekonomik bakımdan sonunu hazırlayan nedenlerden biri oldu. Daha sonra bu yolun denetimi İngiltere'ye geçecektir 19. YÜZYILIN BAŞLAEINDA OSMANLI İMPARATORLUĞU Daha önce de değindiğimiz gibi, 15.yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu hâlâ çok büyük bit imparatorluk olmasına karşın, uzun bir duraklamadan sonra gerilernebaşlamıştı. Özellikle kuzeydoğu ve kuzeybatıdan güneye inmek isteyen Rusya ile Balkanlar ve Orta Avrupa'da Avusturya, Osmanlı İmparatorluğu için ciddi bir tehlike idi. 1784'te Rusların Kırım'ı almaları istanbul için katlanılması zor bir kayıp olmuştu. Zaten 1787-1792Savaşı bir anlamda bu nedenden çıkacaktır. Aslında Osmanlı padişahları gidiş in iyi olmadığının farkında ve bilincinde idiler. 17. yüzyılın birçok padişahı bu çöküntüyü durdurmak için çabalara girişmiş ve birölçüde başarılı olmuşlardı. Fakat bu ıslahat girişimleri toplumun ekonomik yapısından çok disiplinine yönelik olduğu için,32 çoğu kez giden şiddet ölçüsünde başarılı olmuş, fakat sonuçta herhangi birdejişirne yolaçmamıştır. 18. yüzyılın ilk yarısında karşımıza çıkan Lale Devri, kültürel ve bilimsel yaşama önemli katkılarda bulunan bir dönem olmuştu. III12 Karal, E. Z., bkz. a.g.e., s.57 vd.
fransız devrimi öncesi ve sonrasında, nçm , . anll -----------------------------------------------? °s<" J^aratoriuğu 171
Ahmed'in Patrona Halil Ayaklanması ile devrilmesinde^ so tahta çıkan I. Mahmud, III. Mustafa ve I. AbdülhajYiJdi J-
, . , *^ ^Aemlerınde de yenileşme çabalan sürmüş ve özellikle orduda cid di di i w^u 1 etmelere gidilmişti. Ancak ekonomik temellere inemeyen bu ç aba ların ■ ■ girişimlerin ötesinde bir anlamı olamayacaktır. Fransız Devrimi çıktığında Osmanlı tahtında Ku] TTT Ulldn , . , „ . , .„ ,r 1 ıri7T T 1 -111. Selim daha veliahtlığından ben Fransa Kralı XVI. Louıs ıl^ va7; .„„ z , „ , , ... ,.. , , , ,. 'Şdn ve önemli ölçüde Fransız kültürünün etkisi altında olan bı r p^disak r> manlar İstanbul'da bulunan Fransız Büyükelçisi Go»uffj _,_>■ ci. . , m aç tm konuda çok önemli katkıları olmuştu.13 O dönemlerde Osmanlı İmparatorluğu Avusjturva ve R » karşı İngiltere, Prusya, Fransa ve İsveç'le dostuk yap5ma m cağını fark etmişlerdi. 1787'de Rus Çariçesi Kath^nrlQ İmparatoru Joseph'in buluşmaları Osmanlıların bij [li J , ucv 1 1 1• • 1 ^ 1 letle çatışmasının kaçınılmazlığının işareti olmuştu. Gerçek>en T U , „ ., \ •«-,-,. -t, AT , ~ ^odülhamıd biraz 1774 Kaynarca Antlaşması uyarınca bağımdı zhfeln. .. 1 -lul S tanıdığı ve bundan 10 yıl sonra Rusya tarafından ilhak edilen Kırım'ı L umuduyla ve biraz da Fransa'ya güvenerek Rusya'ya saVas a Fransa'nın tarafsızlığını ilân etmesi yanısıra Avust;urya>n
p
birlikte savaş açması, iki cephede savaşmak zorumda kala r> İmparatorluğu'nu çok güç durumda bırakmıştı. Fjer ^ ^ . Osmanlı İmparatorluğu'nun ardından Rusya'ya sav^c 1 *7nro J t• 1 1 ı-ı ı/yuda ayrı bir barış yaparak savaştan çekilecektir. 179™ ayında Prusya ile yapılan ittifak da ömürlü olmayacaL ,,„ ^ ,. „ .. ... ... , . ,, , nıstan la ilgili emellerine ulaştıktan sonra ittifak kosullarırı
. vmışsa da, n K ve J
l rusya Le-
-i »ctımı yerine getirmeyecektir. Savaş Osmanlı İmparatorluğu'nun çok aleyhine r • Fransız Devrimi'nin başlaması, bir anlamda kurtarıcı nlri,, s\ ,,-, ,' uıuu. Özellikle Avusturya'nın batısında ortaya çıkan bu çok önemli jn„ ^rn sonucu tum dikkatini bu bölgeye çevirmek zorunda kalmıştı Rı,^ , 5 • ijunijrı sonucu olarak 5 Ağustos 1791'de Şiştova'da Avusturya ile Osm^nl, i —-------------------------*ann imparator" Soysal, İsmail, Fransız İhtilali ve Türk-Franstz Diplomasi Münasebetıerj , -,„„ VII. seri, sayı 44, Ankara, 1964, bkz. s.51 vd.
' °2' TTK Y^-'
172 birinci bölüm: fransız devrimi, Öncesi ve sonrası
Fransız İhtilali ve Osmanlılar Fransız Devrimi Avrupa'daki dengeleri sarsarak kısa zamanda milliyetçilik düşüncesiyle yabanıı talklar arasında özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi ilkeleri gündemegetirirken çok uluslu imparatorluklar için korkulu bil rüya hain ftıiişmüştü. Bununla birlikte devrimin bu yöndeki etkileri Osmanlı ülkelerinde hissedilmeye başlanıncaya kadar Babıali'nin olaya bakışı sadece siyasal denge biçiminde olmuştur.
Devrim'intopraklarında
yayılacağı
korkusuyla
gerek
Avusturya'nın jerekseRusya'nın barışa yanaşmış olmaları Osmanlılar için olumlugelişmeleriDevrimin monarşi aleyhtarlığı da bu noktada ifade
Osmanlılara a*
etmiyordu. III. Selim'in sır katibi olayların
"Françe kavniningaleyanı ve hiçbir tarihte vuku bulmayan hercümerci tuğyanından ve kralsız kalmasından" yararlanmak Cevdet Paşa.
isteyen diğer /mertlerinin bu ülkeyi zaptetmek arzularından
ibaret olduğunu yazıyor ve ekliyordu: "Hemen hazret-i Hak Françe ihtilalini—Devleti Aliyye'nin düşmanı olanlara «i sirayet ettirip ve çok zaman birbirine düşürüp, Devlet-i Aliyye'ye hayırlı neticelermüyessereylese". Ancak Reisülküttab Atıf Efen-di'nin "Frengi gibi bir hastalık" şeklinde tanımladığı devrimin etkileri çok geçmeden Osmanlı halkları arasında hissedilmeye başlanacaktır. Tarilıçigelen*i(i* Cevdet Paşa'nın Fransız devrimi ve sonuçlarına özel bir vurgu yaptığı görülür. "Fransaihtilalinin Osmanlı ülkesini de etkisi altına aldığını gören Cevdet Paşa ihtilalin seyrini kan ve t** olaylar bütünü olarak aktarır. Selameti umumiye'nin ve Robespierre'in eylemlerini -özellikle L/on katliamını- ele alır. Fransız Devrimi'nin ardından yaşanan savaşlarda Fransızların gösterdiği cesaret ve vatan savunmasını ise; Fransız halkının vatanseverliği ve ihtilal etrafından kenetlemesinden çok, müttefiklerin aralarındaki rekabet ve eşgüdümsüzlüğe bağlar. Aynı zamaniaistanbul'daki Fransızların garabetinden ve diğer diplomatik temsilciliklerin bundan şikayetlerinden bahsetmeden geçmez. Anlattığına göre, birgün Avusturya baştercümanı Reîsülküttap RaşidEfendi'ye Beyoğlu'nda, Fransız diplomat ve tüccarların ihtilal kokartlarıyla dolaştığım ve bayı «en edilmesini rica etmiş; Raşid Efendi ise: "Behey dostum, Devlet-i Aliyyede ecnebiler misal». İster kokard takarlar, ister başlarında üzüm küfesiyle gezerler" diye cevap vermiş. itber Ortaylı; "Cevdet P
a ve AvruMTarihî**, Ahmet Cevdet Paşa Semineri, İÜEF. Yay., istanbul, 1986, s.168
luğu arasında barış imzalandı. Ancak 10,Selim'in tahta geçmesiyle birlikte yeni bir heyecan uyanmasına karsı»Rusya'ya karşı bir türlü başarılı olunamıyordu. Fakat Rusya'nın Wan güneye inmesi İngiltere'nin fazla hoşuna gitmeyecekti. Bunu sömürge yolları için bir tehlike
fransız devrimi öncesi ve sonrasında osmanlı imparatorluğu
olarak değerlendiriyordu.14 Sonunda Batı'daki gelişmeleri de gözönü-ne alan Katherina barışa razı geldi ve 9 Ocak 1792'de Yaş Antlasın*9 imzalandı. Bu anlaşma ile Osmanlı İmparatorluğu fazla bir topf* kaybına uğramıyordu, fakat Karal'ın deyimi ile "umut yitiriyordu"' Gerçekten Kırım'ı kurtarma umuduyla başlanan ve yıllar süren bir savaş sonucunda Kırım'ın kurtarılması bir yana, yeni topraklar yitirt" misti. Artık Osmanlı dış politikasında yeni bir şeyler kazanma ya "l kurtarma umudu hiçbir zaman olamayacak; amaç eldekilerin korunması olacaktır. Ancak imparatorluğun zayıf ekonomik bünyesi ve dof bir yanda birbirini izleyecek olan ayaklanmalar nedeniyle, bu amaç da ulaşılabilmesi çok güç bir amaçtır. Zaten 1792-1920 arasındaki dönemin "Yıkılma Dönemi" olarak adlandırılması bu nedenledir. Şistova (Ziştovi) ve Yaş Antlaşmalarından sonra III. Selim odü' da köklü reformlar yapma yoluna girdi. Özellikle babası ve amcası döneminde ele alınmış bulunan topçu kuvvetlerini, yeniden ve çağın f reklerine göre örgütleme çabasına girişti. Bunun ardından yönetim f pısındaki değişikliklere başladı.16 Öncelikle yönetimdeki düzensizi son vermek amacıyla eyaletleri ve bunlara bağlı liva ve kazaları yeI"' den saptayarak vezirlerin atanmasını da buna göre yeniden düzeni^'Yerel yöneticilerin belirlenmelerinde "seçim ilkesi" getirildi ve merkeZ yöneticilerinin buna müdahalesi sert bir biçimde yasaklandı. imparatorluğun ekonomik durumunun da düzeltilmesi kon11' sunda çaba sarfeden III. Selim yerli üretimi teşvik için, yerli malı w' tanımını özendirmeye uğraştı. Her zaman bir sorun olmuş olan un f reksinmesindeki yolsuzlukları engelleyebilmek için bir "hububat b3' kanlığı" oluşturdu. Ayrıca dış ilişkilerde de köklü düzenlemelere gitti. Her şeyden °nce, dolaylı bilgi edinmenin sağlıksızlığını gözleyerek ve bu sorunun geçici elçilerle çözümlenemeyeceğinin bilincinde olarak yurtdışında su' r ekh elçilikler bulundurma kararı aldı. Bu çerçeve içinde ilk kez Lond" 14 15 5
A.g.e., bkz. s.79. Bkz. Karal, E. Z., s.22. Mufassal "Osmanlı Tarihi", c.V, İskit Yayınevi, İstanbul, 1962, bkz. s.2764 vd.
174 birinci bölüm: fransız devrimi, öncem»
ra, Paris, Viyana ve Berlin'di illi elçilikler kurdurdu. Önceleri yabancı ülkelerin elçileri Osmanlı anlarından girdikleri andan başlamak üzere, her türlü giderleıinınEâbıâli tarafından karşılanması uygulanırken, diğer devletlerde böyle bir uygulama görülmemesi üzerine bundan vazgeçildi. Ve bu şelı tasarruf edilen parayla, yeni yurtdışı temsilciliklerinin ve temsilciltıjiderleri karşılanmaya başlandı. imparatorluk başında W; sorun olmayan birkaç yıl içinde iç ayaklanmaları da önemli ölçüde kastırarak devlet düzenini yeniden egemen kıldı. Ancak Napolyon'un 1798'de İskenderiye'ye asker çıkartmasıyla bu barış dönemi Üçlcklenmedik bir biçimde sona erdi. Zira Fransa Cumhuriyeti ile dite sene evvel bir anlaşma yapılmış ve geleneksel Osmanlı-Fransdoıluğu özenle vurgulanmıştı. Napolyon amacının Osmanlılara karşı bir sefer düzenlemek olmadığını, temel düşmanının İngiltere oldşı söylemesine karşın Mısırlılara özgürlük vadederek, daha karaya çıktığı andan başlamak üzere kimi hedef aldığını açıkça ortaya koymuştu. Bunun üzerine Osmanlı işara torluğu 2 Eylül 1798'de Fransa'ya savaş açtı. Rusya ile23Aralık 1798, İngiltere ile de 5 Ocak 1799'da birer anlaşma imzaladı, Eöylece Osmanlı İmparatorluğu ilk kez gerçek anlamıyla "Avrşliklar Sistemi"nde yeralmış oluyordu. Benzer bir anlaşma 210câLW'da Napoli Krallığı ile yapılacaktır. Rusya ile daha anlaşma irmbımadan önce, Rusya'nın Karadeniz Donanması'na Boğazlar'aginjBverildi ve gene tarihte ilk kez Rus Donanması 5 Eylül 1798'deBtjtdere'ye geldi. Daha sonra Osmanlı Donanması'yla birleşecek «İn bu donanma, Adriyatik Adalan'na gidecektir. Donanması daha önce değindiğimiz üzere Abukir'de Amiral Nelson kumandasındaki İngilnDonanması tarafından yakılmış bulunan Napolyon Mısır'da sıkijş, Osmanlıları barışa razı edebilmek umuduyla 10 Şubat 1799'daSmije'ye doğru yola çıktı. El-Ariş, Gazze ve Yafa'yı kolayca almasıııbjilık Akkâ Kalesi'ni geçemedi. Cezzar Ahmed Paşa kumandasıniöizam-ı Cedid askerleri çok başarılı bir savunma yaptılar. Akkâİıkuşatmayı kaldıran Napolyon, Mı-
fransız devrimi öncesi ve sonrasında Osmanlı imparatorluğu 175
sır'a dönerek Abukir'e çıkartma yapmış olan Köse Mustafa Paşa kumandasındaki Osmanlı kuvvetlerini mağlup etti. Ancak bu son galibiyetine karşılık, Mısır seferi tam bir başarısızlık olmuş ve gerek Napolyon'a ve gerekse Fransa'ya Osmanlıların (geçici de olsa) düşmanlıklarından başka bir şey kazandıramamıştı. Ayrıca Osmanlıları İngiltere ve Rusya'nın safında yeralmaya itmişti. Daha önce de değindiğimiz gibi Napolyon Mısır'da daha fazla kalmayacak ve yalnız başına Paris'e dönerek bir hükümet darbesiyle konsüllük yönetimini kuracaktır. Osmanlı İmparatorluğu'nun Rusya ve İngiltere ile anlaşma imzalaması Fransa'nın tutumunun ortaya çıkardığı bir durumdu. Yoksa Rusya'nın Osmanlı İmparatorluğu toprakları konusundaki görüşleri Babıâli tarafından çok iyi bilindiği gibi, İngiltere'nin de Rusya'nın bu tür taleplerini engellemek açısından hiçbir girişimi ya da niyeti olmadığı açıktı. Ayrıca, başta Padişah II. Selim olmak üzere imparatorluk ileri gelenlerinin çoğunda açık bir Fransız dostluğu ve hayranlığı vardı. Oysa ki işin bu aşamasında Napolyon'un Türkiye'nin dostluğundan daha fazla önem verdiği iki husus vardı. Bunlardan birincisi Mısır'daki Fransız ordusunun başarılı olması idi. Gerçekten kendi hazırladığı plan uyarınca Mısır'da bulunan ordunun uğrayabileceği bir hezimetin, kendinin Fransa'daki itibar ve prestijini de sarsacağından endişe ediyordu. Ayrıca böylesine önemli bir bölgeyi, şimdi Osmanlıların müttefiki olan İngiltere'nin denetim ve etkinliğine bırakmak niyetinde değildi.17 Napolyon'un üzerinde çalıştığı ikinci nokta Rusya ile İngiltere'nin arasını açmak ve İngiltere'ye karşı Rusya'nın desteğini sağlamak •di. Elindeki Rus esirlerini karşılıksız serbest bırakan Napolyon, Rusya nın Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki kimi emellerine de göz yumacağını hissettiriyordu. Elimizde kesin bir kanıt olmamakla birlikte, Fransa ve Rusya'nın ortak bir Hindistan seferi düzenleyerek, kuzeyden Hindistan'a girmeleri ve İngiltere'yi bölgeden uzaklaştırmaları konusunda hazırlanan bir plandan da söz edilir.18 17
Bkz. Soysal, 1., a.g.e., s.278 vd. Bu konudaki olumlu ve olumsuz görüşler için bkz. Karal, s.47, vd., Mufassal..., s.2798 vd.
birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi vesonras
Ancak Avusturya {payınadüşen bölgeler: Sırbistan, Bosna, Bulgaristan, Eflak ve Boğ<Wi),K„sya ve Fransa arasında bu yönde bir anlaşma yapılmadan önce Nisaj ıgOl'de Rus Çarı Paul öldürüldü. Yerine geçen I. Aleksandr,RUSjydaki Fransız dostlarının değil, İngiliz dostlarının temsilcisi idün„4le Fransa ile yaklnlaşma politikasına karşıydı. Ayrıca İngiltere ile,apııan hububat ticaretinin azalması büyük kayıplara neden olmuştu. Ve böylece tahta çıktığından bir ay kadar sonra ingiltere ile bir anlaşma imzaladı. Rusya'yı kendi safına çekemeyen Fransa için, İngiltere ve Osmanlı İmparatorluğu ile anlaşmaktan başka çare kalmamıştı. İngiltere ile Amiens Barışı'nın ımzala„dlğl günıerde Osmanlılarla da barış görüşmeleri başlamıştı. M imzalanan Paris Antlaşmasıyla Osmanlı-Fransız çatışması sona eriyordu. Buna göre Fransız ticaret gemileri Karadeniz'e çıkış W, allardı. Fransa, Mısır'ı Amiens uyarınca boşaltıyordu. Taraflar birbirlerinin toprak bütünlüklerini garanti ediyorlardı (Mısır dahil), kak Fransa'nın A%rupa devletlerine karşı yapacakları savaşlara 0Sma„|,imparatorluğu katılmak zorunda değildi. Bu anlaşmayı izleyen birkaç yılda Osmanlı İmparatorluğuFransa ilişkileri tümüyle Wn|temininde yürüdü. Zaten Napolyon daha veliahtlığından beri Fransa'ya olan sevgisini sözlü ve yazılı olarak dile getiren III. Selim'e ve yenilikçi girişimlerine sempati duyduğunu, her fırsatta, hattâ Mısır'a çttlğl zaman gönderdiği mektuplarda bile dile getirmekten gen kabaıtUştl. Buna karşılık III. Selim de, Na-polyon'a bir asker olarak hayranhk duymaktaydı. Ancak Fransa'nın Avrupa'da barışa ulaşması so„ jerece güçtü_ Nitekım Amiens'ten fasa bir süre sonra Malta'nın İngUtere tarafından boşaltılmaması nedeniyle, Fransa ile İngiltere arasındayerıiden savaş durumu ortaya çıktı. Ayrıca Napolyon'un imparatorlu^ )lân etmesl de u!uslararası sorunlara yolaçıyordu. ingiltere ve R^ bunun tamnmamasınl atıyorlardı. Bu konuda istanbul'a dabaıfa yapıyorlardı. Bu baskılardan bunalan Babıâli unvanın önce Avusturya ve Rusya tarafından tanınması ge-rektiğmi bildirince, Fransa karadaki elçisini geri çekti. Osmanlı
fransız devrimi öncesi ve sonrasında Osmanlı imparatorluğu 177
İmparatorluğu da 1299'da Rusya ile imzalamış olduğu savunma antlaşmasını yenilemek zorunda kaldı. Fakat Napolyon'un Austerlitz'de Avusturya ve Rus ordularını yenmesi üzerine İstanbul "imparatorluk" unvanını tanıma kararını aldı. Bu konuda Paris'e olağanüstü bir elçi gönderildiği gibi, Fransa'nın İstanbul'a gönderdiği elçi Sebastiani çok görkemli bir biçimde karşılandı. Bu politika değişikliğine Fransa'ya karşı duyulan sempati kadar rol oynayan bir başka temel faktör, Babıâli'de Ruslara hiçbir biçimde güven duyulamaması ve Rusya ile yapılabilecek bir savaş için müttefik aramak endişesi olmaktaydı. Sebastiani, Fransa lehine doğmuş olan bu çok olumlu havadan yararlanarak Eflak ve Boğdan'daki Rusya yanlısı görünen Moruzi ve İpsilanti'nin görevlerinden alınarak yerlerine bey olarak Sutzu ve Kalimaki'yi tayin ettirdi.19 Ayrıca Rus gemilerine Boğazlar'm kapatılmasını sağladı. İngiltere ve Rusya'nın tepkisi çok sert oldu. Rusya, İstanbul'a bir ültimatom gönderdikten sonra, bunun sonucunu bile beklemeden 16 Ekim 1806'da Eflak ve Boğdan'a girdi. Oysa ki Babıâli ültimatomu kabul etmiş ve son kararlarından vazgeçmişti. Fakat Rusların müttefikleri İngiltere'nin bile eleştirisine uğrayan aceleci tavırlarından ötürü 22 Aralık 1806'da Rusya'ya savaş açtı. İngiliz büyükelçisinin barış sağlama çabaları da bir sonuç getirmeyince Bozcaada açıklarında bekleyen İngiliz Donanması 17 Şubat 1807'de Çanakkale Boğazı'ndan !Çeri girerek İstanbul açıklarına geldi. Babıâli'de ilk anda bir panik olduysa da, kısa sürede toparlanıldı. Zaten halk, biraz da "ocaklıların" teşvik ve özendirmesiyle çoktan sı lahlanmaya ve kendini korumaya hazırlanmaya başlamıştı. III. Se-hm'in zaman zaman bizzat katıldığı yoğun bir çabayla beş gün içinde; ledikule Sarayburnu arasına 102 top, 69 havan; Sarayburnu Haliç arasına 240 top, 12 havan; Boğaz'ın Rumeli yakasına 84 top 15 haIransa, Balkan sorununa genellikle ilgisiz kalmış bir devlettir. Fakat günümüz Romanya'sını oluşturan Eflâk ve Boğdan halkının Latin kökenli olması bakımından Balkanlar'da her zaman 'Çin en fazla ilgi duyduğu bölge de Eflâk ve Boğdan olmuştur.
birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
III. Selim ve İmparatorluk III. Mustafa'nın en büyük erkek çocuğu olan III. Selim, şehzadeliğinden itibaren dış dünyadaki gelişmelere ilgi duymuş, bunları yakından izlemişti. 1789'da tahta çıkıncaya kadar olan veliahtlığı döneminde topçuluğa dair bir risale kaleme almış, Avrupa'da gelişen sanayiyi, askerliği ve toplumsal yapıyı öğrenmek için Fransa Kralı XVI. Louis ile mektuplaşmıştı. istanbul'daki Fransız elçisi Choiseul-Gouffier, Selim'i geleceğin yeni Büyük Petro'su olarak görmekteydi. Gerçekten de dört yaşlı padişahın ardından genç bir yaşta tahta çıktığında kendisinden çok şey beklenmekteydi. Tahta çıktığında devlet bunalımlı bir dönem yaşamaktaydı. Nitekim bir hattında "Eğer bana şimdilik kuru ekmeğe razı ol deseniz razıyım, Allah aşkına devlet elden gidiyor, sonra fayda vermez!" demek yoluyla durumun vahametini ortaya koymuştu. Ekonomik ve toplumsal konularda ihtiyaç hissedilen yenilikleri yapabilmek adına tasarruf ve düzene büyük önem verdi. Her türlü lüks ve gösterişe dayalı tüketim alışkanlığına savaş açtı. Bu özveriyle "imdad-ı seferiye" kampanyası başlattı. İstanbul halkının ve sarayın katıldığı bu kampanya ulemada "bu padişah bizi kara çanaklı yapacak" şeklinde sert tepkiyle karşılaştı. Nizam-ı Cedid projesi onun Türkiye'nin Batılılaşma tarihinde imzasını attığı ilklerden biriydi. Askeri ve toplumsal alanda etkileri hissedilmeye başlanan yeniliklerin muhafazakâr çevrelerden tepki görmesi gecikmedi. Paris elçiliğinden dönen Ebubekir Ratip Efendi'nin izlenimlerinden etkilenen Padişah, geniş bir reform öngörmüştü. Devlet adamları ve yabancı uzmanlardan oluşan heyetlerden raporlar istedi. Bununla birlikte yükselen muhalefet bu ıslahatçı padişahın 28 Temmuz 1808'de öldürülmesine varan karışıklıklara neden olarak reformları bir süre için sekteye uğrattı. III. Selim devlet adamlığının yanında müzik ve güzel sanatlara olan ilgisiyle de dikkat çekmiştir. Türk müziğinde makam oluşturacak ve yeni bir üslup yaratacak kadar başarılı bir portre olan III. Selim Batı müziğine de ilgi göstermiştir. Opera Osmanlı sarayında ilk kez onun döneminde icra edilmiştir.
van ve Üsküdar kıyılarına 94 top ve 15 havan yerleştirilmişti.20 Beşiktaş önlerindeki Osmanlı Donanması da harekete hazır beklediği gibi, sivil gemilere dolan askerler ve silahlı halk da bu donanmaya yardım etmeye hazırdı. 20 Mufassal..., s.2808.
fransfz devrimi öncesi ve sonrasında osmanlı imparatorluğu 179
1 Mart'ta Adalar'dan İstanbul'a doğru yelken açan İngiliz Donanması durumun kendileri açısından ne denli umutsuz olduğunu anlayarak Çanakkale'ye doğru dümen kırdı. Zira Çanakkale'nin de hızla tahkim edildiği haberini almışlardı. Gerçekten epeyce hasarla Çanakkale'den geçerek Ege'ye açıldılar (Bu donanma daha sonra bu kez Amiral Lewis kumandasında Mısır'a saldıracak ve çıkartma yapacaktır). Fakat İngilizlere karşı İstanbul'da kazanılan bu büyük başarı III. Selim'in karşıtlarını tatmin etmekten çok uzaktı. Yenileştirme çabaları çok kimsenin çıkarlarını zedelemekteydi. Kaldı ki, bu işi inançla götürecek bir kadro olmadığı gibi, bu yeniliklerin rnaddi temelleri de yoktu. Zaten sonunda III. Selim'ı tahttan indirecek olan Boğaz yamaklarının akıl hocaları, bir zamanlar kendisinin yenilik taraftarıdır diye atadığı şeyhülislâm ve sedaret kaymakamı olacaktır (Ataullah Efendi ve Köse Musa Paşa). Sonunda Kabakçı Mustafa adında birinin önderliğinde ayaklanan Boğaz yamakları, Yeniçeri ve topçuların da kendilerine katılmasıyla III. Selim'i tahttan indirdiler (29 Mayıs 1807) ve Şehzade Mustafa Efendi'yi, IV. Mustafa adıyla tahta çıkardılar. İstanbul'daki gelişmeler Rumeli'de Rusya ile savaşan ve göreli bir üstünlük sağlamış bulunan orduda duyulduğu zaman, karışıklıklara neden oldu. Zira her şeyden önce ordu içinde de, IJI. Selim'e karşı olanlar olduğu gibi, yandaş olanlar vardı. Fakat birkaç gün içinde yeniliklere karşı olanlar üstünlük sağladılar ve III. Selim'e bağlı kalanlar Rusçuk ve ayanı Alemdar Mustafa Paşa'nın yanına sığındılar. Bu arada Rusya Friedland'da Napolyon karşısında büyük bir hezimete uğramıştı. I. Aleksandr ile Napolyon, Tüsitt'te barış koşullarını konuşurlarken, Osmanlı İmparatorluğu'nun paylaşılması konusu gene gündeme gelmişti. Fransa kendi telkin ve ısrarı ile savaşa giren Osmanlı İmparatorluğu'nu barış masasında bir kez daha pazarlık konusu ediyordu. Ancak Napolyon bu kez III. Selim'e yapılanları ve İstanbul'daki Fransızların uğradıkları kötü davranışları bahane ediyordu. Çar İstanbul'u da istiyor, fakat Napolyon buna yanaşmıyordu. Sonunda Osmanlı İmparatorluğu'nun paylaşılması konusunda kesin ve
löO birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
bağlayıcı bir karar alınması mümkün olaı»^aIffl ^aP° y°n bir-kaç ay içinde gene fikir değiştirecek ve konul^l"?gündeme gelmeyecektir. 26 Ağustos 1807'de Rusya ile bir yıllık bir ateşkes imzalandı. Ateşkes koşulları Osmanlıların lehineydi. R^ Eflak ve Boğdan'ı boşaltıyor ve Boğazlardaki ablukayı kaldırıyordu. Ordu Edirne'ye dönerken Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa da,kendisine ve III. Selim'e bağlı kuvvetleriyle İstanbul'a doğru yola çıktı. Amacı IV. Mustafa'yı tahttan indirerek, III. Selim'i yeniden tahtacfa»kidi. Ancak III. Selim'in öldürülmesi üzerine tahta II. ^vlahmud çıkartıldı {2.8 Temmuz 1808). Otuz seneden fazla tahtta kalacak olanII.Mahmuci yenilikten yana bir padişah olarak önemli iç düzenlenıeleryap*)'akat özellikle ulusçuluk akımının yaygınlaşmasından ve imparatorluğun maddi koşullarından kaynaklanan dış çözülmeyi engellefemerecektir. Ancak bunları daha ileride anlatacağız. Burada üzerinde durmak istediğimiz son bus "Sened-i İttıfak"m imzalanması olacak. Soysal'm deyişiyle,"padişahın salt iktidarını sınırlarken artık güçlenmiş duruma gelen derebeylik iktidarını tanıyıcı bir nitelik taşıyan"21 bu belge, bir pa^aktendi iktidarına sınırlama getirilmesini ilk kez kabul etmesi bakıdan çok önemlidir. Gerçekten 29 Eylül 1808'de toplanan »e ayan ile devlet ileri gelenlerinden oluşan meclisin kaleme aldığı metni II Mahmud, Ekim 1908'de gönülsüz de olsa bir hatt-ı hümayun ile onaylamış ve aşağıdaki hususlarda fikirbirliğine varılmıştır:22 - Padişahın emirleri mutlak olarak yerine getirilecektir. - Padişahın mutlak vekili olan sadrazamın emirleri de aynen padişah emri gibi sayılacaktır. Ancak sadrazam eğer yasadışı emir verirse, buna birlikte karşı çıkılacaktı. - Ayanlar eyaletlerinden devletin asker toplamasına karşı çıkmayacaklardı. Biri böyle bir davranış içine girerse, tim ayanlar buna karşı ortak harekete girişeceklerdi. 21 22
Soysal, Mümtaz, Anayasa'ya Girif, SBF Yayınları, 271,2,hiı )i™,1969, s.56. Karal, E. Z., a.g.e., s.96.
fransız devrimi öncesi ve sonrasında osmanl. imparatorluğu l8l
Sened-i İttifak ve Osmanlı İmparatorluğu Türk modernleşme tarihinde 19. yüzyılın ayrı bir ye ri vardır, idarede, ordu ve maliyede öngörülen yeni likler merkezin toparlanma sürecinde etkili olmuş tur. Bununla birlikte taşrada merkezi yönetim aley hine güçlenmiş olan ayan sorununu çözmek kolay olmamıştır. II. Mahmut iktidarını sağlamlaştırıp, ye terli güce ulaşıncaya değin bunlarla anlaşma yoluna gitmiştir. IV. Mustafa'nın saltanatına son vermek ve III. Selim'i tahta çıkarmak için Rumeli ayanının ba şında İstanbul'a yürüyen Alemdar Mustafa Paşa çok geç kalmış olduğunu görünce II. Mahmut'u tahta çı kardı. Yeni padişahın ilk icraatı olarak ayanların taş radaki durumunu hukukileştiren bir belge imzalan dı. Aralarında Serezli ismail Bey, Kalyoncu Mustafa, Cebbarzade Süleyman Bey, Karaosmanoğlu gibi namlı beylerin bulunduğu ayanlarla Kağıthane'deki Çağlayan Kasrı'nda yapılan "meşveret-i amme" top lantısı sonrasında Alemdar Mustafa Paşa, ayanlara yeniçerilerle ortak hareket çağrısında bulunurken "• Mahmut. merkezi yönetimin de ayanların kendi bölgelerindeki yönetimlerini meşru tanıyacağı sözünü verdi. Sened-i ittifak denilen ve padişahın otoritesine gölge düşürücü bir niteliği olan bu belge 29 Eylül 1808'de imzalandı. Anayasacılarca bir çeşit "Magna Carta" olarak değerlendirile gelen Sened-i ittifak, varolan adem-i merkeziyetçiliğin geç kalmış bir belgelendirme ve kurumlaştırma çabasından başka bir şey değildi. Nitekim kısa bir süre sonra yeniçerilerin Alemdar'ı ortadan 1311 kaldırmasına göz yü" padişah, yeniçerileri ortadan kaldıracak ve belgeyi geçersiz kılacaktır. Bundan sonraki dönem Osmanlı'da monarşinin tekrar tesis edilme çabalarının yoğunlaştığı bir süreç olacaktır.
- Vergiler yasalara uygun bir biçimde toplanacakrı- Ayanlar anlaşma hükümlerine uymayı kabul ediyorlardı. Eğer balarından biri buna aykırı davranırsa, diğerleri ona karşı ortak harekâta girişeceklerdi. - İstanbul'daki ocaklarda herhangi bir yasadışı ayaklanma çıkarsa, ayanlar emir ve çağrı beklemeksizin gelerek bu ocağı kaldıra-caklardı.
lo2 bir inc i bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
Ayrıca aynı toplantıda "YeniçeriOcağı ile ilgili kimi kararlar da alınmış ve bu ocağın varlığının kora»») ancak yeni fen ve tekniklerin de öğretilmesi konusu vurgulası?1'' Yukarıda II. Mahmud'utıSirftafak'ı biraz gönülsüz onayladığını söylemiştik. Gerçekten dahasoııragöreceğimiz üzere, II. Mahmud güçlendikten sonra, âyanlarulıtFen olma Çabalarını sınırlama savaşımına girişecektir.
İN CONGRESS, JVLY Jt pfic nnantmoüT^ccfarofton ^««»»«iSfaftö of^ U\
Ovfîeıt,; ..................
■•
JulY A
Rirlocik nPVİPtİPr ■
■: .-.. . - ■■
-
■
Birleşik Devletler
... ' ■ ■ r . . . . , . . , „, < ■ ■
■■■■• '
■
■ -
>
■
>
<
.
•1
. Jh/<s>*'/*
Bağımsızlık Bildirisi öaeımsız İK Biıaırısı / - ^ */*** '
'
"'
^;, '" '
'
'' '
?/« — "' ■ ■■'"J*
Tanilli, Server, Anayasalar ve Siyasal Belgeler, İstanbul, 1976, s.425-426.
İnsanlarla ilgili olaylar akıp giderken, bir halk için kendini bir başkasına bağlayan siyasal bağlan kopartmak ve dünya devletleri arasında -doğa kanunları ile ve o doğanın Tanrı'sının hak tanıdığı- ayrı ve eşit yeri almak zorunlu olduğunda, insanlık camiasının kamuoyuna karşı gösterilmesi gereken saygı, o halkı, böyle bir ayrılışa götüren sebepleri açıklamakla yükümlü kılar. Şu gerçeklerin apaçık olduklarına inanıyoruz: Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır; Yaratan, insanları, başkalarına devredemeyecekleri bazı haklarla donatmıştır; hayat, hürriyet ve mutluluğu arama bu haklar arasındadır, insanlar, hükümetleri, bu hakları güven altına almak için kurarlar ve hükümetlerin iktidarlarının meşruiyetleri de yönetilenlerin rızasından doğar. Ne zaman ki, bir hükümet, bu amacı yıkıcı bir şekle bürünür; halkın o hükümeti değiştirmek ya da ortadan kaldırmak ve kendisine güvenlik ve mutluluk sağlamaya en uygun görünen ilkelere dayanan ve bu şekilde teşkilâtlandırılmış yeni bir hükümet kurmak hakkı vardır. Aslında, uzun süreden beri kurula gelmiş hükümetlerin sudan ve geçici sebeplerle değiştirilmemeleri gerektiğini ihtiyatkârlık emreder ve gerçekten uzun zamanların tecrübesi göstermiştir ki, insanlar, alıştıkları hükümet şekillerini yıkarak adaleti bizzat sağlamaktan çok, katlanılabilecek kötülük ve fenalıkları hoşgörü ile karşılamaya daha yatkındırlar. Ancak hiç değişmeden aynı amaca yönelmiş uzun bir kötüye kullanma ve gasp silsilesi, insanları, mutlak bir despotluğa tâbi kılmak niyetini açığa vurursa, böyle bir hükümeti reddetmek ve gelecekteki güvenliklerini yeni tedbirlerle sağlamak o insanların hakkıdır, ödevidir. İşte bu sömürgelerin sabretmeleri bu yüzden olmuştur ve bugün, onları eski hükümet sistemlerini değiştirmeye götüren zorunluluk böyle bir zorunluluktur. Büyük Britanya kralının bugünkü icraatının hikâyesi, hepsi de bu devletler üzerinde mutlak bir despotluk kurmak amacını taşıyan, seri halinde haksızlıkların ve tekrarlanan gaspların hikâyesidir. (...) (...) Sonuç olarak, biz, Amerika Birleşik Devletleri'nin -genel kongre halinde toplanmış- temsilcileri, -evrenin yüce hâkimini niyetlerimizin doğruluğuna tanık tutarak-, bu sömürgelerin büyük halkı adına ve onun otoritesine dayanarak, bu birleşmiş sömürgelerin hür ve bağımsız devletler olduklarını ve böyle olmaya da hakları bulunduğunu; Büyük Britanya tacına karşı her türlü itaatten azade olduklarını; kendileriyle Büyük Britanya Devleti arasında her türlü siyasal bağın bütünüyle ortadan kalktığını ve kalkması gerektiğini; öteki hür ve bağımsız devletler gibi, bunların da, savaş ilanıyla barış antlaşması yapmakta, anlaşmalar yapmakta, ticareti düzenlemekte ve -bağımsız devletlerin yapmaya nı "akları bulunan- bütün işlemleri ya da şeyleri yapmakta tam yetkili olduklarıresmen açıklayıp ilân ediyor ve -Ulu Tanrı'nın himayesine tam bir güvenle dolu olarak-, bu bildirinin savunması uğruna, hayatlarımızı, servetimizi ve -en kutsal varlığımız olan- şerefimizi karşılıklı olarak ortaya koyuyoruz.
&
EK 2
Fransız Devrimi İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi1
....«
Hfft, s.451-453.
.
ek 2: fransız devrimi insan ve yurttaş hakları bildirisi
189
Fransız halkının Milli Meclis halinde toptanan temsilcileri, insan haklarının bilinmemeşinin, unutulmamasmm ya da hor ve hakir görülmesinin, kamunun başına gelen felâketlerin ve hükümetlerin bozulup baştan çıkmasının bellibaşlı nedenleri olduğu noktasından hareketle, doğal, devredilemez ve kutsal insan haklarını, resmî ve açık bir bildiri ile açıklamaya karar vermişlerdi: Ta ki, bu bildiri, toplumun bütün üyelerinin belleğinde her zaman canlı kalarak, onlara haklarını ve ödevlerini durmadan hatırlatsın; ta ki, yasama ve yürütme güçlerinin yaptığı işlemler, her siyasi müessesenin amacı ile her an mukayese edilerek, daha çok saygı görsün; ta ki, yurttaşların bundan böyle yalın ve tartışılmaz ilkelere dayanacak dilek ve yakınmaları, daima anayasanın korunup, gözetilmesine ve herkesin mutluluğuna yönelsin. Böylece Milli Meclis, yüce varlığın huzurunda ve onun yardımıyla aşağıdaki "İnsan ve Yurttaş Hakları"nı tanır ve ilân eder: Madde 1: İnsanlar, hukuk bakımından, hür ve eşit doğarlar, hür ve eşit yaşarlar. Sosyal farklılıklar, ancak ortak faydaya dayanabilir. Madde 2: Her siyasal topluluğun amacı, insanın doğal ve zamanaşımına uğramaz haklarının korunmasıdır. Bu haklar hürriyet, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnmedir. Madde 3: Her egemenliğin özü, ilke olarak, millettedir. Hiçbir heyet, hiçbir fert, açıkça milletten gelmeyen herhangi bir otoriteyi kullanamaz. Madde 4: Hürriyet, başkasına zarar vermeyen her şeyi yapabilmektir. Böylece her insanın doğal haklarını "kullanması, toplumun diğer üyelerinin de aynı haklardan yararlanmasını sağlayan sınırla sınırlandırılmıştır. Bu sınırları ancak kanun belirleyebilir. Madde 5: Kanun, ancak topluma zararlı olan eylemleri yasaklayabilir. Kanunun yasaklamadığı hiçbir şey engellenemez ve hiç kimse kanunun emretmediğini yapmaya zorlanamaz. Madde 6: Kanun, genel iradenin ifadesidir. Bütün yurttaşların genel iradenin oluşumuna, kişisel olarak ya da temsilcileriyle katılmak hakları vardır. Bütün yurtaşlar, genel iradenin önünde birbirlerine eşit olduklarından, her türlü kamu rütbe, mevkii, görev ve işine, -aralarında erdem ve niteliklerinden başka hiçbir fark gözetilmeksizin- yeterliliklerine göre eşit olarak kabul edilirler. Madde 7: Hiç kimse, kanunun belirlediği halter ve emrettiği şekiller dışında itam edilemez, tutulamaz ve tutuklanamaz. Keyfi emirlerin verilmesini isteyen, bu teşıt emirleri veren, yerine getiren ya da getirtenlerin cezalandırılması gerekir. Ankanun gereğince çağırılan ya da yakalanan her yurttaş, derhal itaat etmelidir; wenırse suçlu olur. Madde 8: KaflUn anCak S kl W aŞ kâr biÇİmde zorunlu olan cezalar Bir k ' ' ' koymalıdır, ımse, ancak suçun e işlenmesinden önce kabul ve ilân edilmiş olan ve usûlüne uygulanan bir kanun gereğince cezalandırılabilir.
190 birinci infîlevrimi, öncesi ve sonrası
Ma%fe suçlu olduğu açıklanıncaya kadar masum sayıldığından; tutuklanm«ıj#sa, ele geçirilmesini sağlamak için zorunlu olmayan her türlü sert davıojijjın, ağır biçimde cezalandırmatıdır. Maiıtjtenması, kanunca kurulan kamu düzenini bozmadıkça, hiç kimse -diniilıtışısa- düşünce ve kanılarından dolayı tedirgin edilmemelidir. MaiıtlŞnceterin ve kanaatlerin başkalarına serbestçe ulaştırılması, insanın elalarından biridir; böylece her yurttaş serbestçe konuşabilir, yazabilir vfjııiıiHir. Ancak, bu hürriyetin kötüye kullanılmasından, kanunca belirtilen taiîimludur. Maddi!an ve yurttaş haklarının güven altına alınması bir kamu gücünü zorunlu biijice bu güç, bu gücün verildiği kişilerin özel çıkarına değil, herkesin yaıııjılıulmuştur. Madlıçiaın gücünün ihtiyaçlarıyla idarenin giderlerini karşılamak için ortak bir vıpgiidur. Bu vergi bütün yurttaşlar arasında -yetilerinden dolayı- eşit olarak dıjıllfrekir. Ma#i|B'in yurttaşların, kamu giderlerine katılmanın zorunluluğunu -kendileri ya «isleriyle- tespit etmek, bu katılmaya serbestçe razı olmak, gelirlerin nasıHıhltlarını izlemek ve miktar, matrah, tahakkuk biçim ve sürelerini belirlemekti «ir. Ma#i||lumun, her kamu görevlisinden, idaresiyle ilgili hesap istemek hakkı vaıiı Madteiların güven altına alınmadığı, kuvvetler ayrılığının belirlenmediği bir tcflulıiyasa yoktur. Madtıt'ikiyet, dokunulmaz ve kutsal bir hak olduğundan, -Kanunla belirlenen bıiiinluluğu açıkça gerektirmedikçe, adil ve peşin bir tazminat da ödenmeişlilimse bu haktan yoksun kılınamaz.
■
İKİNCİ BOLUM Yeni Bir Dünyada Denge Arayışları ••
■i
!**!
••
*
ST\ ,.. .■il" i:|(S..."
1
)
... 'II'II
t
III m
::ı
1848'de Paris'te bir sokak çatışması.
Sanayi Devrimi ve Yeni Dünya
E
ndüstri Devrimi ya da Sanayi Devrimi kavramı, üretim biçimindeki niteliksel değişimi açıklayabilmek amacıyla 19. yüzyılın başlarında ortaya çıktı. Kavramın ortaya atılması, "siyasal devrim" kavramına benzer bir biçimde oldu. O günlerde yaşayanlar, üretim alanındaki büyük değişimlerin ileride bir devrim olarak adlandırılacağını sanırız bilmez ya da düşünmezlerdi.1 Daha önce kimi yazarlar tarafından kullanılmasına karşın, Endüstri Devrimi" kavramının bilimsel dile ilk girişi A. Toyn-bee'nin İngiltere'de Sanayi Devrimi Üzerine Dersler (Lectures on the Industrial Kevoîution in England) başlığıyla 1884'te yayınlanan kitabıyla olmuştur. Bu çalışmada "Sanayi Devrimi" salt yeni bir teknik olarak değil, bir ilişkiler dizisi olarak ele alınmaktadır. Yani artık bu havramla salt bir olgu değil, "bir çağın açıklanması" gündeme gelmektedir. Günümüzde Sanayi Devrimi denildiğinde anlaşılan husus 18. ^y^hnJ3zellikle ikinci yarısında önce İngiltere'de ve daha sonraları °nme, Helmut, Industrieüe Revolution, Marksismus im Systemverleich" (Herausgegeben von C-DKernig), c.2, bkz. s.179-196, Herder-Herder Verlag, Frankfurt (New York), 1974.
194
ikinc
' bölümftrtiiinyada denge arayışları
da hemen ti kupa devletleri ile Kuzey Amerika ve Japonya'da görülen değişi,Teknolojik alanda başlayarak ekonomik ve sosyal alanları da efen bu değişiklik sonucu sözkonusu devletlerin tümü statik bünyelimin toplumlarından; büyümeye yetenekli, dinamik sanayi toplumlun dönüşmüşlerdir. Sanayıferimi'nin başarılı olduğu her yerde birkaç nesillik süre boyunca çotbiiyük gelişmeler görüyoruz. Ancak kuşkusuz Sanayi Devrimi'niııjlijne süreci de bölgesel, sosyo-ekonomik, kültürel, siyasal ve doğılönkoşullarına bağlı olmuştur. Ve böylece o günlerden günümüze ddiifasal sistemleri ne olursa olsun; sanayileşmiş ve sanayileşmemijiliitler arasında bir gelişme farkı ortaya çıkmıştır. Ve ilginç bir biçimilu fark, azalma yerine, gitgide artan bir trend izlemiştir ve izlemelidir. SanayıDsrimi'nin nedenleri konusundaki tartışmalarda öncelik Sanayi Dttii'nin İngiltere'deki oluşumuna tanınır. Gerçekten İngiliz "BüyiikSıayi Devrimi" tarımın ve kentlerin oluşmasından beri insanlık tarihinde gerçekleşen en önemli olay ve dönüşümdür. Ve bu nedenle İngiineği tüm ülkeler için genelleştirilebilir. Yani İngiltere'de SanayiDiinmi'nin nedenlerini ortaya koyduğumuz zaman, aynı nedenlerin vtİsılların varlığı durumunda diğer bölgelerde de aynı devrimin göriıleceğini ve görüldüğünü ifade ediyoruz. İngiltere'de Sanayi Devrimi'nin başlaması ve olgunlaşması için çok sayıda etken ve nedenler dört temel etkene indirgenebilir: - Üretııııaçlarının teknik olarak yenilenmesi ve gelişmesi. - Ulapaçlarında, özellikle kanallar ve demiryollarıyla görülen gelişme. - Sernııttbirikimi. - Artaiiiek arzı. ÜretİMiçlarının teknik olarak yenilenmesi ve gelişmesi derken, durgunliıticaret ve imalat sisteminden; "kendinden işbölümlü" büyük sanayiigeçişi anlamamız gerekir. Bunun kökeninde de hiç kuşkusuz, yeıietim yöntemleri, enerji üretme ve imalat makineleri yatmaktadır,
i3„avi
devrimi ve ye^ünva ^
f! '")
19. yüzyrtda ingiltere'de «' «
eml
»"»'m fabrikası.
Sermaye birikimi, herhangi bir açıklama gerekti y cek kadar açık bir gereksinmedir. Ve İngiltere'deki bu birikmiş iÇ sermaye; çoğu kez sanıldığı gibi, önceleri dış ticaret ve kolonilerden 8 servetlerden değil, iç ticaretten kaynaklanmıştı. Ancak feodal yaP1 « iç ticareti canlandırma konusunda belirli bir etkinliğe sahip 0İ * • dlr Emek arzının artmasının ardında iki neden Ya - bun1 dın lardan biri "Tarım Devrimi", öbürü de "nüfus artış ' Tarım Devrimi denildiği zaman anlamamız 8ere ' arıma e'~ verişlı alanların genişletilmesinden çok, daha entari y°ntenller uygu-iayarak toprağının veriminin artırılmasıdır. Bu yöntemle™ geliştiril-mesi, köylülerin toprağa olan feodal kökenli bağımllllklanmtl da sona «meşine neden olmuş ve "özgür köylüler" büyük bir emek arzı potan. s,yeli ile kentlere akmışlardır. Nüfus artışının kökeninde ise, ölüm yaşının 8erl ' yatmak-
ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayfşil
tadır. Gerçekten doğum oranlınşı kalıp, ölüm yaşı gerileyince, önemli bir nüfus artış oranı ortaya (kıştır. 18. yüzyıldan 19. yüzyıla {iplen İngiltere'deki nüfus artışını izlememiz mümkündür:2 1750 1800 1830 1860
7.870.000 10.925.000 12.380.000 23.240.000
Nüfus patlaması salt İngiltere'de değil, tüm Avrupa'da gerçekleşti. Örneğin 1750-1850 arasındaki nüfus artışı en yüksek noktasına ulaştı. 1800'lerde 188 milyonokAvrupa nüfusu, yüzde 50 artarak 1850'lerde 266 milyona fnlajL3 Nüfusun bu hızlı artışı hem endüstri kesiminin gereksinmesini duyduğu emek gücünü yaratırken, hem de endüstri ürünleri için gerekli pazarın hızla büyümesine neden oluyordu. Ayrıca Sanayi Devrimi çağında nüfusun eğitim durumunda da önemli değişimler ortaya çıktı. Mitler, en az belli bir minimumda eğitilmiş insanlar gerektiriyorduJışkalarımn makinelerin dilinden anlamaları mümkün değildi. Bunaldık 1835'te İngiltere'de halkın yüzde 30'u okuma yazma bilmiyordu. 1830'da askere başvuran 249.975 kişiden 153.635'inin ohıa-yazma bilmediği saptanmıştı. Orta ve Doğu Avrupa'daki durum tondan da kötüydü. Ve işte Avrupa ülkelerinde okuma-yazma öğretme seferberliklerinin altında, her şeyden önce makinelerin dilinden allayacak insanların yetiştirilmesi yatmaktaydı. Sanayi Devrimi'nin nedenkıaıasında, üretim araçları tekniğındeki gelişmelerden, sermaye birikiminden ve artan emek arzından söz ettikten sonra, biraz da gelişen ulaparaçlarından söz etmemiz gefe" 2 3
Raunt und Vebövrekurg, s.6 vd. Craig, A. Gordon, Geschichte Europas im KnÖ, Jahrhundert, Band 1 (Vom Wiener Kongress bis zum Ausbruch des Ersten WeltkriejBi.lli.l914), İng. çev. Marianne Hopmann, Verlag, C. H. Beck, Münih, 1978, bkz. s.19 «t.
sanayi devrimi ve V"' *>V3 *97
kir. Gerçekten ulaşım alanındaki ilerlemeler Sanayi Devrimi'ni birkaç açıdan desteklemiş ve geliştirmiştir. Öncelikle nüfusun hareketliliği ve kırsal alandan kentlere doğru göç, önemli ölçüde bu etkene bağlıdır. İkinci olarak hammadde gereksinmesinin düzenli ve ucuz bir biçimde sağlanması, düzenli bir ulaşım şebekesi gerektirir. Son olarak da üretilen malların pazarlara gönderilmesi için iyi bir ulaşım şebekesi şarttır. Yaygın bir deyişe göre, Napolyon zamanında bir yerden bir başka yere ancak "at hızıyla" gidilebilirdi. Ve yol şebekesinin Romalılar zamanındakinden daha iyi olduğunu söylemek de mümkün değildi. Ve bunun sonucu olarak Avrupa'nın pek çok bölgesi kendiliğinden izolasyona girmişti. Konuya Avrupa'da ciddiyetle eğilen ilk devlet adamı Napolyon olmuştu. Her ne kadar daha önce XIV. Louis askerî ve stratejik amaçlarla aynı konuya eğilmişse de, uygulamada zayıf kalmıştı. Napolyon 1807-1812 arasında karayollarına 308 milyon frank, köprülere 25 milyon frank harcayarak, yerel yolların dışında 27.000 km. "kraliyet" (emperyal) yolu yaptırdı. Aynı dönemde Prusya'nın da karayollarına önemli ölçüde para harcamaya başladığını görüyoruz. Ancak Sanayi Devrimi dönemindeki ulaşım denildiği zaman akla gelmesi gereken husus kanal ulaşımı ve demiryolu ulaşımıdır. Gerçekten nehir ulaşımı Avrupa'da geleneksel olarak çok kullanılan ucuz bir ulaşım olanağıydı. Ancak Sanayi Devrimi'yle birlikte nehirler arasında açılan kanallarla nehir ulaşımı bambaşka boyutlara ulaştı. Zaten Viyana Kongresi'nde, daha önce de değindiğimiz gibi nehirlerdeki ulaşımın düzenlenmesi ve birden çok devletin sınırları arasından geçen nehirler üzerinde ulaşım serbestisi sağlanması elbette nedensiz değildir. 1840'ta nehir yoluyla Paris'ten toplam iki milyon ton ihracat yapılmıştı ve bu rakamla Paris kenti "en çok ihracat yapılan liman" özelliğini kazanmıştı. Aynı dönemde nehirler üzerinde buharlı gemileBkz. Barker, T. C, The Beginnings ofthe Canal Age in the British hles, "Studies in the Indust-«al Revolution", Presented to T.S. Ashton, Edited by. L. S. Presnell University of London, The Athlone Press, 1960, s.1-23. Pollard, Sidney, European Economic Integration (181S-1970), Thames and Hudson, Londra, 1974, bkz. s.37.
198 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışla
rin de işlemeye başladıklarını fSf- 1828-1850 arasında Prusya'da nehirler üzerinde nakliyatı?»»1'2 firma vardu Bur>ların elinde 5.500 ton kapasiteli 24 gemıwi*la§lk aym dönemde İsveç'in buharlı gemi sayısı 61, Belçika'»*'11 gemi saYlsl ise 364 idi-6 Buharlı gemilerin yapılacak çelik kullanımı ile mümkün olabilmiş ve 1769'da yapıljıhlıinakinesinin gemilerde kullanılması ilk kez 1807'de gerçekti*'- Bu arada buhar makinesi dokuma tezgâhlarında kullanılmamıştı- Ancak buhar makinesinin en yaygın kullanıldığı alaıı±»!'lu lokomotifleri olmuştu.7 Belirli bir ray üzerinde çalışan en eslci lokomotifin 1804'te Güney Galler'de maden ocaklarındı bindiğini biliyoruz. Fakat insan ulaşımına açılan ilk demiryolu «« İSO'da Manchester-Liverpool arasında açıldı. Ancak demiryoll»»ttada gelişimi İngiltere'den daha hızlı oldu. Dünya ve Avrupa*follarının gelişimini aşağıda bir tablo olarak veriyoruz.8 Ulaşıma Açık De8«oM%on Olarak) 1840
Dünya Avrupa ingiltere Fransa Almanya Avusturya Rusya
4.800 1.900 1.500 300
İtalya
v 1870 130.400 65.200 15.500 9.700 12.300 3.800 6.700 3.800
__________1900_ 491.000 176.200 21.900 23.800 31.700 11.900 32.600 9.700
Yukarıdaki tabloda Avrupal^ki ülkelerin dökümü yapılmamış olduğu için, diğer bölgeletİ^Şmeleri bilemiyoruz. Ancak ABD'deki gelişme son derece hızlı oluştur. Kıtada ilk açılan hatlar Fransa'da Lyons-St. Etienne (lffi)Ans-St. Germain (1835), A6 7 8
Pollard, S., a.g.e., s.39 vd. Propblaen Weltgeschichte, c.7, Berlin, 10M Pollard, S., a.g.e., s.46.
sanayi devrimi ve yeni dünya 1Ç9
manya'da Nuremberg-Fürth (1835) ve Leipzig-Dresden (1839) ve Belçika'da Brüksel-Antvverpen'dir (1836). Böylece Avrupa'nın çehresi çok kısa bir süre içinde değişmeye başladı. Tarıma dayalı statik toplumsal yapının yerini, önemli ölçüde sanayiye dayanan dinamik bir yapı aldı. Buhar makinelerinin herkese geçirdiği fabrikalarda üretilen kumaş vb. sanayi ürünleri, gene buharlı lokomotiflerin çektiği vagonlar ve buharlı gemilerle çok uzak pazarlara kadar düzgün ve hızlı bir biçimde ulaştırılıyordu. Aynı ulaşım olanakları kırsal kesimden kentlere doğru göçü hızlandırmış ve toplumun yapısı değişmeye başlamıştı. Artık okuma-yazma bilmemek, çok önemli bir eksiklikti. Bu arada tarım kesiminde verimlilik çok artmış ve tarım kesiminde çalışan nüfusun çok azalmasına ve tarımsal alanların büyümemesine karşın tarım ürünlerinin üretiminde büyük artışlar gerçekleştirilmişti. Sanayi üretimini destekleyen ulaşım olanaklarının genişlemesi, tarım ürünlerinin de düzgün bir biçimde dağıtılmasını sağlamıştı. Bu arada bankacılık kesiminde de büyük gelişmeler oldu. Paranın değer kazanması dünya için yeni bir şey olmamakla birlikte, tefecilik düzeninin dışında ve ciddi bir biçimde uygulanan bankacılık endüstrileşmenin gerektirdiği "sermaye piyasası"nı ortaya çıkardı. Artık ticaret burjuvazisi", "sanayi burjuvazisi"ne dönüşmüştü. Bu düzene 'kapitalizm" adı verildi. Ancak kapitalizmin karşısında iki sorun vardı: "Ulusçuluk" ve "işçi sınıfı". Ulusçuluk kapitalizmin hem ürünü ve hem de düşmanıdır. KaP'taiizmin ürünü ve düşmanı olmasının nedeni, kapitalizmin "pazar s °runu"nun ulusçuluğun gelişmesiyle birlikte artmasıdır. Bir ülkedeki cu z ve kaliteli üretimin, yani endüstri üretiminin; henüz el sanatları beyindeki manifaktür düzenini ve üretimini yıkacağı açıktır. İşte er| di iç üretimini korumak amacıyla konulan gümrük duvarları ken1l Ç piyasasıyla yetinemeyen kapitalizm için en büyük tehlikeyi oluşocaktır. Buna ek olarak yabancı üretim mallarının yakılması gibide n gösterilerin ardında da hiç kuşkusuz iç üretimin korunması yaCa ktır. Örneğin Almanya'da 1810'da 17-27 Kasım tarihleri arasında
200 ikinci bölüm: yeni bir dunyai;a^#ıı
yakılan İngiliz kumaşloıparasal değeri 1.200.000 frankın üzerindeydi.9 Yeni çağa geçildikle Portekiz ve İspanya'nın Güney Amerika'daki sömürgttıltı, "yağmacılıktan" başka bir şey değildi. Oysa ki endüstri çağıııaıiiıgeciliği, yani emperyalizm, yağmacılıktan çok "yeni pazarları'«inak ve oluşturmak durumundaydı. Elbette ucuz hammadde sajlınbmacı da bu arada ihmal edilmemelidir, fakat temel sorun pazaıudur. Kapitalizmin gtlpsut endüstrileşme gene kaçınılmaz bir biçimde yeni bir sınıf orti5jiWn İşçi sınıfı. Bunlar emeklerini arzeden ve emeğinden başka saltikiçbir şeyi olmayan insanlardı. Başlangıçta özellikle İngiltere'de Un ve çocuk emeği büyük ölçüde istismar edildi. Ancak işçi sınıfmaıca artarken, bir yandan da bilinçlenmesi ve örgütlenmesi; özelllffl'lardan sonra büyük çatışmalara yolaçtı. Ancak hızlı zenginlştnııcu işçilerin de bu zenginleşmeden belirli ölçülerde pay almayılijkıaları, mücadelenin şiddetini azalttı. Daha sonra ayrıttık biçimde anlatacağımız üzere 1848 devrimlerinde işçi sınıfınırıikoınik, sosyal ve siyasal talepleri önemli etkenler arasındaydı. Dili» Paris Komünü de ilk işçi uygulaması olarak ilginç bir denşıiı. Ancak yaratılan üründen alınan pay arttıkça, bu mücadele!»!. Avrupa devletlerinde siyasal iktidar dahil, hemen her alarıibpıializm paylaşmaya razı oldu. Ancak kendi işçi sınıfıyla bazı şeyleri paylaşmaya razı olmak zorunda kalan kapitalizm, dış ülkelerin bptılızmiyle paylaşmaya razı olamadığı için Birinci Dünya Savaşı çk Kendi ülkelerin İsı sınıflarıyla paylaşmaya razı olmayan ve talepleri şiddetle bastına aeyen Rus Çarlığı ise, tarihteki ilk iŞÇ1 devrimiyle devrildi. Atıtliin bunları daha ilerideki derslerimizde ayrıntılı bir biçimde aıkıjımızdan, şimdilik sadece işaret etmekle yetinmek istiyoruz. 9
Prohlaen Weltgeschichte,(l,Sll!t Fransözische Revolution, Napoleon und die Restaıır don), Die vvirtschaftlich-soaiUrçungen vor der Mitte des 18. bis in die zweite Haeltte 19. Jahrhundert.
Avrupa'da Restorasyon Çabaları: 1815-1830
V
iyana Kongresi sonunda ortaya çıkan Avrupa haritası, korkunun ortaya çıkardığı bir harita idi ve Avrupa uluslarının ve Avrupa'yı sarmalamış olan yeni fikirlerin ve Avrupa'nın ekonomik göstergelerinin bu harita çizilirken fazla üzerinde durulmamıştı. Ancak bu eksiklikler nedeniyle daha işin ilk aşamasında yanlış bir harita ortaya çıkmıştı. Zaten Viyana Kongresi Sekreteri Friedrich von Getz "beş yıl içinde yeni bir büyük savaş çıkacağını" tahmin ederken, Viyana'daki İngiltere temsilcisi Kont Castlereagh "on yıllık bir barış dönemi" umudu içindeydi. Zaten bira2 ileride anlatacağımız "kutsal ittifak" ve bunu izleyecek olan ittifak ve kongreler de, bu eksiklikleri gidermek amacıyla ortaya çıkarılmışlardı.1 Yukarıda Viyana Kongresi sonucund a ortaya çıkan Avrupa haritasının, korkunun ortaya çıkardığı bir halita olduğunu söylemiştik. Bu korku Fransız Devrimi'nden ve Fransız. Devrimi'nin getirdiği düşüncelerden duyulan korkudur.2 Yani Viyama Kongresi "geriye dönBkz. Anderson, M.S. The Ascendancy of Europe 1815- 1914 (Aspects of European History), Longman Group Ltd., Londra, 1972, s.1-3. Rossier, Edmond, Avrupa'nın Siyasi Tarihi (1815-1919), «çev. Alı Kemali Aksüt, İstanbul, 1943, s.13 vd.
202 ikinci b:;,: ^dünyada denge arayışları
mek ve AJıek istiyordu". Yani imkânsız olanı yapmak istiyordu. Ve böykııliarını Viyana Kongresi'ne bağlamış olan pek çok bölge, ortajifli metinden ötürü büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Almanyaljıilık içinde kaldı. Aynı şey İtalya için de sözkonusu oldu. Lehiaıuyle bölüşüldü. İtalyan kökenli ve İtalyanca konuşan büyük bilgene Avusturya'ya verildi. Tarihleri boyunca iyi ilişkiler kuram;* geçinememiş olan İsveç ve Norveç aynı tacın altında birleştirildi. Aynı işlem Belçika ve Hollanda için de yapılmıştı. Ve bu zattım bir yerden kopacağı açıktı. Ancak bunlara geçmeden önajlisonrasının ekonomik koşullarına bir göz atmamızda yarar oldşıdüşünüyoruz. 1815 SOIAVRUPA EKONOMİSİ 1815 soııkupa'sında siyasal kararlar ne yönde alınırsa alınsın, ekonomice kendi mantığı ve doğası içinde yürümekteydi.3 Napolyon llşlın son çeyreğinde ortaya çıkan ticaretin gelişme eğilimini zoıUurmaya çabalamıştı. Kıta ablukası ortaya bir "otarşi rejimi" çişti ki, aslında Napolyon'un yıkılmasının ana nedenlerinden bitadur. Gerçekten dünya ticareti 1780-1800 yılları arasında 18Jıfa sterlinden 300 milyon sterline yükselmişti. Yani yıllık yüksekıiktan 6 milyon sterlin idi. Buna karşılık 1800-1820 arasmdalıjlpe 300 milyon sterlinden, 340 milyon sterlin olmuş, yani yıldılıilyon sterlinlik bir artış görülebilmiştir.4 Viıabngresi sonrasında Avrupa devletlerinin ekonomik gelişimlerindik: ele aldığımız zaman ilginç farklılıklar gözlüyoruz. İnjhzun yıllardan beri uygulamakta olduğu himaye politikası ne±ijlil815'e dek dışarıdan gıda maddesi alma gereksinimini bastımijdncak deniz yolları serbest kalınca başta Ukrayna o -mak üzeıtloju Avrupa ülkeleri hububat ihracına başladılar. Zira emeğin çoloz olduğu bu yörelerde hububat maliyetleri İngiltere y< 3
Pireni*,]* Tarihi, bu bölümle ilgili olarak bkz. ,.1081-1089 (1815ten 1830'a kadar.
4
tisadİ gelpl Geiişmeyirfiolarak verirsek, farkın daha da fazla olacağı açıktır.
reSt0raSy0n Çabalar : . ' avmpa'd5,
'İ 1815-1830 203
oranla çok düşüktü. Fakat İngiltere'nin hubub^ ithaline başl^jamasmın sonucu, kendi tarım kesiminde buhranın eŞİğine §elınQıdi. Zaten 250.000 kişilik ordunun terhis edilmesi de ön^11 bir İStİhda 'am sorunu ortaya çıkarmıştı. Ve bütün bu gelişmelerin s°nunda In§' -ere birkaç yıl için terketmiş olduğu himayeci politikaya yenlden §erl d'Üöndü. Fakat bu kez himayecilik de fazla uzun sürmeyecek"1"- Çunku - geçen bölümde değindiğimiz gibi, İngiltere dünya üzefinde Sanay ^evrimi'ni başaran ilk ülke olarak, dünya pazarlarına girH1^ Çal'S^o^'du. Bunun temel koşulu da ucuz hammadde sağlanması A Uygulanmakta olan himaye politikası ise' dışarıdan t^,rım ürün_ lerinin girmesini güçleştirdiği gibi, hammadde giriŞ'mim de güçleştiri yor ve en azından hammadde maliyetlerini artlrıy°rda' Bunlıun sonucu olarak da, ihracat ve yeni pazarlara girme 0l^naklarl ulanıyordu. Ve sonunda, 1822'den itibaren başta pamuk, /ün ve ö?el'lkl1e keten olmak üzere ithal edilen hammaddeler üzerindefi gümrük veq.gijeri aza[ tılmaya başlandı. Aynı biçimde kuzey ülkeleril1^11 itJlal ed*üen kerestenin gümrük vergilerinin kaldırılmasıyla, gerf>> ın§a ve san^ayii ve bunun ardından da deniz taşımacılığı canlandı, i 824'teı1 ltlba*ren de her türlü himaye önlemi kaldırılarak tam bir liber^lizme £eÇlldillar iÇiflde ldt i- Özellikle ingiliz sanayi ürünleri Fransa'nın yüksek maliyi1' ve e,Xek y'oğun sanayi ürünlerini çok ciddi bir biçimde tehdit ediyor du- ^^ Fıxansa Sana-yi Devrimimi yapma konusunda da ciddi bazı engel^rle k%rşı karşıya ld'- Zira eski ve pahalı yöntemle madencilik yapıldığından^ ötürü dö_ k«m işlemleri odunla yapılıyordu ve bu yönterf1 kömüre or^nıa iki kat daha pahalı idi. Ancak gümrük vergilerinin yüz-de 12° 'ye de k yükseltilmesine karşın, iç üretimi gereksinmesinin ancaF yansı:™ kar^şılayabildi-8'nden demir ithalatı engellenemiyordu. Bunun sonucU olar^k da maJ._ 'etler daha da artıyor ve sanayi ürünleri dış paz^rlara ^ıreml yordu. An-^ 1827 sonrasında kâğıt, kimyevi maddeler, kauçuk gibi sanayi daj ^î^^tmıjeliştı. Zaten aslında Fransa 18 15'te t,emel alarak tarı5
H
™r ne kadar endüstri kesimindeki aşın üretimin, yani talep ^sıklığınızı yarata^ ^ ^^ s°nucu 1828'de yeniden himaye politikasına dönülecekse de, b»u dönüS 0
"^ olmayacaktır.
204
ikinci
l lan
bölüm: yeni bir dünyada »■>»l S
ma dayanan bir ekonomi künyeye sahipti. Milli gelir içindeki tarım kesiminin payı yüzde 60'«rindeydi. Ayrıca tarım kesimi himaye de edilmekteydi. Ve iç tfl« hacmi 1816'da 419 milyon frankken, 1830'da 617 milyon hâçıkmasında bu himayeci politikanın olumlu payı oldu. Ancak o ferlilerde İngiltere dünya ticaretinin yüzde 50'sini elinde tutarkenjasa'nın payı sadece yüzde 8 kadardı. Aynı taç altında birleştirilmiş bulunan Hollanda ve Belçika, ekonomik bakımdan çokfarklı bünyelere sahiptiler. Hollanda denizci bir ulus olarak ticaret ajilı bir ekonomik bünyeye sahipken, Belçika daha çok sanayiye yönelikti - Özellikle kıta ablukası Hollanda'nın ticaret filosunu atıl dut» sokar ve çürümesine neden olurken, Belçika sanayii çok büyük gelişme göstererek en yeni teknikler uygulamaya başlamıştı. Barfasonra birkaç istisnasıyla eski sömürgelerine de kavuşan Hollandaı-etıiden denizciliği ve ticareti önplana çıkarma çabasına girişti. Oysıtgene barış sonrasında İngiliz mallarıyla rekabet etmekte güçlük çeb Belçika sanayii, himayeci bir politikanın gereksinimi içindeydi. Fit 1819'da belirli bir destekleme fonu da oluşturularak, himaye politikasından vazgeçildi. Belçika buna sert tepki göstermesine karşın, W koşullara hızla ayak uydurarak maliyetlerini düşürdü ve Hollanitıcaret filosunun da desteğiyle yeni pazarlara girebildi. İsviçre kıta abluka sırasında çok gelişmiş bir dokuma sanayii oluşturmuş ve Fransa paslılarını önemli ölçüde tutmuştu. Fakat Vıyana'yı izleyen yıllarda Frasa'da uygulanan himayeci politika nedeniyle bu sanayi yıkıldı. Ari özellikle çok verimli tarım kesimi İsviçre ekonomisini canlı tutniapyetecekti. Almanya'daki bölamüşlük, bir dizi kapalı ekonomi ortaya çıkarmış ve bunların gelse olanakları da çok önemli ölçüde kısıtlanmıştı. Bunu bir ölçüde jfebilmek amacıyla 1828'de Prusya'nın öncülüğünde oluşturulacablan "gümrük birliği", bir noktada Alman Birliği'nin de öncüsü vekbercisi olacaktır. Viyana Kongresin izleyen yıllar 18. yüzyılın sonlarında I» y ve özellikle Piemonte'deoıtaya çıkan ekonomik canlılığı ortadan
avrupa'da restorasyon çabaları: 1815-1830 205
dırdı. Piemonte'nin Latin Amerika ve Brezilya'ya yönelik dış ticareti Avusturya'ya yönelince, durgunluğa girdi. İspanya ise tüm ağırlığını sömürgeleriyle olan ticari ilişkilerine vermişti. Modern teknikler uygulayarak maliyetlerini düşürememesine karşılık, sömürgelerindeki sanayileşmeye izin vermeyerek, buralarla ticaret tekelini elinde bulunduruyor ve ihracat olanağı sağlıyordu. Ancak daha sonra bu sömürgeleri yitirmesiyle çok ciddi bir buhrana düşecek ve uzun süre kendini toparlayamayacaktır. Avusturya, kendine yeterli bir ekonomik yapı oluşturmuştu. Zaten Avusturya'nın çok karmaşık siyasal ve toplumsal bünyesine karşın uzun süre birliğini koruyabilmesi ancak bu, "kendine yeter" ekonomik yapının getirdiği denge ile açıklanabilir. KUTSAL İTTİFAK VE DÖRTLÜ İTTİFAK Rus Çarı I. Aleksandr çelişik bir kafa yapısına sahipti. Bir yandan Rusya için yenilikler yapmak istiyor, bir yandan modernleşmeye şiddetle karşı çıkıyordu. Bir yandan Tanrı'mn kendisine Avrupa'yı "Napolyon adındaki zorbadan kurtarma görevini" verdiğine inanıyoruz, öte yandan o zorba olarak adandırdığı Napolyon'un yerini almak istiyordu, işte Rusya, Avusturya ve Prusya arasında 26 Eylül 1815'te imzalanan ittifak, bu mistik ve karışık kafanın eseridir. Bu üç devletin aralarında imzaladıkları ittifaka "kutsal" sıfatının verilmesinin nedeni, imzalayan devletlerin yönetimlerinin, yönetme yetkisini "Tanrı'dan aldıklarını" belirtmeleri ve "Tanrı adına" ve Janrı'mn gösterdiği yolda" yöneteceklerini vurgulamalarıydı. Yani "lr anlamda, artık tarihe karışmış gibi görünen "Tanrısal, kutsal, dou nulnıaz monarşi ilkesi" yeniden canlandırılmak isteniyordu.6 ittifak metninde aşağıdaki ilginç satırlara rastlanabilmekteydi: Ç müttefik hükümdar kendilerini aynı ailenin üç kolunu yönetmek ere Tanrı tarafından gönderilmiş saydıkları için... bir dizi kutsal göutsaJ ittifak konusunda bkz. Rossier, Edmond, a.g.e., s. 14 vd. Anderson, M. S., a.g.e., s.4 vd. Armaoğlu, E, a.g.e., s.88 vd. Prophlaen Weltgeschichte, Band 7, s.426 vd (Die Wiener Undd Kongress l; e Heilige Allianz).
206 ikinci bölüm: yeni bir
dünyada denge araları
revler üstlenmiş durumdaydık Bunu sağlayabilmek için ... taraf olan üç hükümdar gerçek ve parçalanamaz kardeşlik bağlarıyla bağlı kalacaklar ve her yerde ve her kofulda birbirlerine yardım ve destekte bulunacaklardı. Görüleceği gibi üç devlet birbirlerini her yerde ve her koşulda destekleme yükümlülüğü altına girerken, hem ülkelerinin iç durumunu ve hem de Avrupa'daki statükoyu düşünüyorlardı. Ve bu anlayışın Avrupa'daki beklentiyle hiçbir ilgisi olmadığı da açıktı. Fakat tutucu Avrupa monarşilerinin derhal bu kutsal ittifak içinde yeralmak üzere başvurmalarına da şaşırmamak gerek. Ayrıca bu ittifakın bir başka özelliği de Hıristiyanlığın en önemli üç kolunu temsil eden üç devletin biraraya gelmeleridir. Gerçekten Ortodoks Rusya, Katolik Avusturya ve Protestan Prusya (en azından önemli ölçüde) Tanrı ve Hıristiyanlık adına biraraya geliyor ve bu kutsal yolun çağrısını yapıyorlardı. Kutsal İttifak, yan mistik havasıyla tam bir ittifak havasında değerlendirilemiyordu. Her şeyden önce uygulamayı yükümlendiği yaptırımlar belli değildi. Kaldı kil. Aleksandr'ın böylesi bir ittifak konusunda acele etmesini, Viyana Kongresi'nde İngiltere ve Avusturya arasında başlayan iyi ilişkilerden tedirgin olmasına bağlayanlar da vardır.7 Ayrıca Avusturya Başbakanı Metternich hiçbir zaman Rusya'ya güvenemediğinden bu ittifakı daha geniş bir kapsama aktarmak istemekteydi. Aradığı fırsatı Napolyon'un 100 günlük saltanatında buldu. Fransa'ya karşı yaptırımları belirlenmiş bir ittifak çağrısına bu kez İngiltere de katıldı ve 20 Kasım 1815'te Avusturya, Rusya, Prusya ve İngiltere arasında "Dörtlü İttifak" imzalandı. Bu ittifak Fransa'ya karşı imzalanmış savında olmasına karşın, tüm Avrupa'daki statükoyu korumayı amaçlıyor ve liberalizme ve liberalizmin getirebileceği her türlü değişim talepleri ve karışıklıklara karşı müttefiklerin ortak eylemlerini öngörüyordu. Bu arada müttefikleri en az liberalizm kadar endişelendiren bir diğer düşünceakımı da "milliyetçilik-ulusçuluk"tur. 7
Anderson, M. S., a.g.e., s.3.
avrupa'da restorasyon çabaları: 1815-1830
Avrupa Diplomasisinde Bir Maestro: Prens Klemens Metternich Napolyon'a karşı oluşan ittifakın mimarlarından Metternich, Ren kökenli soylu bir aileden gelmekteydi. 1788'de Strasbourg Üniversitesi'ne kaydolarak diplomasi eğitimi görmüş, 1801'de Dresden'deki Saksonya sarayına elçi atanarak kari yerine başlamıştı. Diplomasi kariyerinde Napolyon ile daima çatışan Metternich, İmparator I. Franz tarafından dışişleri ba kanlığına atanmasından (Ekim 1809) altı gün sonra Fran sa'yla ağır koşullar içermekte olan Schönbrunn Antlaşması'nı imzaladı. Ardından Avusturya'ya rahat soluk alma fırsatı sağ layacak bir adım olarak, Napolyon'un imparator I. Franz'ın kızı Maria-Louisa ile evlenmesini sağladı. Metternich Avru pa'nın tutucu devlet adamlarından biri olarak tanındı. Her türlü halk hareketine karşı duymaya başladığı tepki, çok uluslu devlet yapısını statükocu bir yaklaşımla korumaya yö nelmesine neden oldu. Napolyon'un 1812'de giriştiği Rus se
nın
ferinde uğradığı bozgunun ardından Metternich sıkı bir tarafsızlık politikası altında Avust
ndirmiş
gizlice silahlanmasını sağlayacak bir tutum benimsedi. Sonunda Avusturya konumunu güçle olarak Ağustos 1813'te Fransa'ya savaş açtı. Napolyon'un VVaterloo'da bozguna uğramasının
^_
dan, Avusturya'yı eski gücüne kavuşturma çabaları Viyana Kongresi'yle doruğa ulaştı. Kong yana'da yapılıyor olması bile onun için başlı başına bir zaferdi. Avrupa'da kurulacak düzen da çok net bir tavra sahip olan Metternich, özellikle Avusturya'nın liderliğinde Almanya ve da içerecek iki ayrı konfederasyonun varlığını savunuyordu. Bunun yamsıra İngiltere nın alarak Fransa'yı Rusya'ya karşı bir denge unsuru olarak ayakta tutmayı hedefliyordu. Mettern ^ planlarında kısmen başarılı olabilmişti. I. Franz'ın diretmesi karşısında "Almanya İmparator"
^
jesi" sonuçsuz kalmış, "İtalyan Konfederasyonu" gerçekleşmemişti. Bununla birlikte Prusya n ^^ sonya üzerindeki hak iddiaları en alt düzeye indirildi, Rusya'nın toprak genişletme taleplerin ne geçildi. Metternich'in büyük devletler arasında yarattığı denge, uzun süreli bir Avrupa
^
getirdi. Metternich'in bir başka başarısı ise Alman Konfederasyonu içindeki konumunu guÇ
^
mesiyle ilgiliydi. 1826'da Franz Anton von Kolovvrat'ın içişleri bakanlığına ve devlet konseyi ''Sına atanmasıyla gücü önemli ölçüde zayıfladı. Katı merkezciliğe karşı çıkan Franz Anton'u" rator ze aC
üzerinde etkinliğinin artmasıyla Metternich'e yönelik eleştiriler arttı. Metternich ^
0|
„ an
Ferdinand'ın 1835'de tahta çıkmasından sonra naiplik görevini yürüten devlet konseyin
^ rev
yapmışsa da Franz Anton'un yeniden güçlenmesiyle dışişlerindeki yetkileri kısıtlandı.
, Sak
siyasetçilerle uyuşamayışı onu baskının ve gericiliğin simgesi haline getirdi. 1848'de y
, devrimci
dalganın ilk kurbanı olarak 13 Mart'ta istifa ederek İngiltere'ye sürgüne gönderildi. 1 "'yana'ya döndüğünde artık eski gücünden tamamıyla yoksundu.
20o ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Her ne kadar Dörtlü İttifak Fransa'ya karşı imzalanmış idiyse de, 1818'de Fransa da bu ittifaka katıldı. Zaten aynı yıl yapılan bir çağrıyla "Avrupa'daki yıkıcı düşüncelere ve her türlü sınır değişimi taleplerine karşı olan yönetimler" k ittifak içinde yeralmaya davet ediliyorlardı. Böylece Avusturya Başbakanı Metternich, Avrupa kıtasındaki her türlü yenilikçi eyleme karşı çok etkili bir silah kazanmış oluyordu. Zaten Avusturya karmaşık bünyesi gözönüne alındığı zaman, en hassas durumda bulunan siyasal güçtür. Ve bu nedenle ortaya çıkan ve en azından 1848 devrimlerine kadar belirli bir ölçüde başarılı olduğu savunulabilecek bu müdahale sistemi, kimi zaman "Metternich Sistemi" olarak da adlandırılır. Metternich gözlerini sadece Avusturya İmparatorluğu'nu oluşturan çeşitli uluslar arasında doğabilecek hareketlere değil, tüm Avrupa'daki ge 1 işmelere çevir m i şti. Avrupa'nın herhangi bir yerinde ortaya çıkabilecek bir karışıklığın ya da özgürlükçü bir başarının kendi sınırları içindeki uluslar üzerindeki etkisini de hesaplamaktaydı. Zaten bunu açıklarken kendisi hakkında: ... Ben Avrupa'nın Polis Bakanlığı'nın şefiyim, demekten çekinmemişti. Her şeyi izlerim ve gözlerimden hiçbir şey kaçmaz. Ancak Metternich'in müttefikleri doğrusu bu konuyla kendisine çok yardımcı olmuyorlardı. 1820'den sonra İspanya, Portekiz ve İtalya'da çıkan ayaklanmaları bastırabilme konusunda epeyce zorlanmıştı. Özellikle İngiltere, "büyük devletlerin, küçük devletlerin içişlerine müdahale etmesine" açıkça karşı çıkıyordu. Belki de İngiltere'nin bu hoşnutsuzluğunun nedeni, özellikle İberik Yarımadası'nı "kendi bölgesi" olarak görmesi ve değerlendirmesinden kaynaklanmış olabilir. Bu dönemde Metternich'i en içten destekleyen devlet Rusya olmuştu. Zaten Avusturya, Rusya'nın desteğini yitirmemek için 1818'de Fransa'nın da Dörtlü İttifaka katılmasına razı olmuştu. Zira Fransa'yla çok iyi ilişkiler kurmuş bulunan Rusya, Fransa'nın da ittiraK içinde yeralmasını istemişti.
«m 2"9 avrupa'da restorasyon çabaları:*!™^-—'
1820 İHTİLÂLLERİ VE MONROE DOKTRİNİ İberik ve İtalya yarımadalarında çıkan ayaklanmalar 1820 il^'1' olarak adlandırılır.8 Biraz aşağıda anahatları ile anlatacağımız §*' özgürlükçü hareketler önceleri belirli bir başarı sağlamış ve fs^1 s . nunda yenilmişlerdir. Bu arada toplanan bir dizi kongre ittifak üyel arasındaki görüş ayrılıklarını giderememiş, tam tersine; bu ayrıl*3 su üzerine çıkmasına neden olmuştur. Fakat 1820 ihtilâllerinin getır ği çok önemli bir başka sonuç ABD'nin "Monroe Doktrini" °'af adlandırılan deklerasyonunu yayınlamasına neden olmasıdır. Napolyon'a karşı savaş yürürken Cadiz kenti temsilciler11^ öncülüğüyle 1812'de bir İspanya anayasası oluşturulmuştu. Bu an yasa İspanya gibi, kilisenin çok güçlü olduğu ve feodal kalın'1'3 yaşamakta olduğu bir ülke için belki aşırı liberal bir anayasa ı<" kralın yetkilerinin çok kısıtlanmış olduğu bir meşrutî monarşi ge yordu. 1814'te Bourbon hanedanından VIII. Ferdinand, İspanya ta" na geçince hem 1812 Anayasası'nı yürürlükten kaldırdı ve he171 . 1808'de bağımsızlıklarını ilân etmiş olan eski İspanyol sömürge'erl, yeniden denetimi altına almak istedi. Ancak İspanyol Donanması bu için yetersiz durumda olduğundan, Rusya'dan da satın aldığı gen11 bu donanmaya ekledi. 20.000 askeri Yeni Dünya'ya taşımak üzere ^ diz'de toplanan donanmada 1 Ocak 1820'de bir ayaklanma çık"- " nu Madrid-Barselona ve diğer kentler izlediler. Ferdinand, 1812 An yasası'nı yeniden yürürlüğe sokmak zorunda kaldı. İspanya'daki bu gelişmelerin duyulması Portekiz ve İtalya'da paklanmalara yolaçtı. Lizbon'da yönetimi ele geçiren liberaller 1° İspanyol Anayasası'ndan esinlenerek hazırlanmış bir anayasayı yur 'üge soktular. İtalya'da ayaklanmalar Napoli Krallığı'nda °'"U' J 0.000 kadar üyesi olduğu tahmin edilen Carbonari Cemiyeti'nin ° culüğünde ayaklanan İtalyan yurtseverleri İspanya Kralı Ferdinand '
A History of Civilization (Brinton, C. - Christopher, J. - Wolff, R. L.), Volume Two: 171* ' Presem Prentice-Hall, Inc., Second Edition, 1964, bkz. s.162 vd.
210 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge a#n
amcası olan Napoli (İki İtalya) Kralı I. Ferdinand'ı 1812 İspanyol Anayasası'na benzer bir anayasayı kabule zorladılar. Bu gelişmeler Avusturya'yı tedirgin ediyordu. Özellikle Napoli'deki özgürlükçü akım, Avusturya'nın kontrolündeki Kuzey İtalya'ya sıçrarsa; denetlenmesi çok güçleşebilirdi. Fakat Metternich ittifak üyelerini harekete geçiremedi. Özellikle İngiltere, ittifakın amacının diğer ülkelerin içişlerine askerî müdahale olmadığını ileri sürerek, her türlü zorlamaya karşı çıkıyordu. Sonunda 20 Ekim 1820'de Troppau'da (Silezya) bir kongre toplandı. 'Vebu kongrede de bir anlaşma mümkün olamadığı için, İngiltere'nin tüm protestolarına karşın Avusturya, Prusya ve Rusya arasında "Troppau Protokolü" imzalandı. Troppau Protokolü'negöre Avrupa devletleri kendiliğinden bir birliğin üyeleri sayılıyor ve birinde ortaya çıkabilecek bir durumun diğerlerini de ilgilendirdiği ileti sürülüyordu. Buna göre herhangi bir devlet içinde ortaya çıkan ihtilâlci bir değişim karşısında Avrupa'nın büyük güçlerinin askerî müdalıale hakları doğmuş oluyordu. Troppau Protokolü uyarınca 1821 başında Lublana'da (Leibach) toplanan bir kongre, İngiltere'nin tüm itirazlarına karşın Napoli'ye müdahale kararı aldı ve Avusturya müdahalesiyle I. Ferdinand tekrar eski yetkileriyle tahta çıkartıldı. Daha sonra 1822 Ekiminde İspanya sorununu çözümlemek üzere Verona'da bir kongre toplandı. İspanya Kralı VII. Ferdinand, ittifak üyelerinden sürekli yardım istiyordu. İngiltere'nin tüm karşı çıkış ve protestolarına karşın, müttefikler İspanya'ya da müdahale kararını aldılar ve Fransa güçlü fcordu ile Pireneleri aşarak İspanya'ya girdi ve VII. Ferdinand'ın otoritesini geri vererek, 1812 Anayasası'nı kaldırdı. Her ne kadar Cadiz'deladonanma Yeni Dünya'ya gidememişse de İspanyol sömürgelerindeki durum tam bir açıklığa kavuşmamıştıZaten bölgedeki büyük askerîjıiç, Amerika Birleşik Devletleri; Avrupa'daki gelişmelere pek karışmak istemediği gibi, Avrupa devletlerinin bu bölgeye müdahalesinden depek hoşlanmıyordu. İspanya Kralı VIIFerdinand otoritesini sağlamlandıktan sonra İspanya sömürgelerin-
avrupa'da restorasyon çabaları: 1815-1830 211
deki otoritesini sağlamak için ittifak üyelerinden yardım istedi. Fransa bu konuda memnuniyetle yardımcı olma arzusundaydı. Fakat buna İngiltere karşı çıktığı gibi ABD de karşı çıkıyordu. ABD, Rusya'nın denetiminde bulunan Alaska nedeniyle sürekli bir huzursuzluk içindeydi. Rusya'nın kuzeyden Pasifik'e doğru sarkabileceğinden çekiniyordu. Ancak ABD, İngiltere'nin 1823'te yaptığı ittifak önerisine de fazla itibaretmedi. Zira İngiltere'ye güvenmediği gibi, Karayipler bölgesinde İngiltere'nin güçlenmesinden endişe de ediyordu. Ayrıca yukarıda değindiğimiz gibi ABD, Avrupa diplomasisine karışmak istemiyor, ilişkilerim salt ticari düzeyde tutmak istiyordu. Sonunda ABD tek yanlı hareket etmeye karar verdi ve Başkan Monroe 1823 Aralık ayında kongreye gönderdiği bir mesajla, dünya politikasında ABD'nin üstlenmeye kır olduğu işlevi ve ABD'nin dış politika ilkelerini açıkladı. Bu mesaj'Monroe Doktrini" diye adlandırılan bir dış politika stratejisinin temeli olmuş ve en azından Birinci Dünya Savaşı'na dek kesinlikle uygulanmıştır. Bu mesajın anahatlaruıı şöyle özetleyebiliriz:9 - Amerika kıtaları (Güney ve Kuzey), hiçbir Avrupa devleti tarafından, gelecekteki potansiyel bir sömürge bölgesi olarak düşünülmemelidir. - Birleşik Devletler, Avrapa devletlerinin birbirleriyle olan ilişkilerine ve savaşlarına taraf değildir. - Buna karşılık Amerika'daki herhangi bir olay Birleşik Devletli yakından ilgilendirir ve kıta monarşilerinin kendi siyasal modelleri uygulamak üzere girişecekleri her eylem, "tehlikeli" sayılacaktır. - Güney Amerika'daki »ağmışız cumhuriyetlere kıtadan gelecek herhangi bir müdahaleye Birleşik Devletler'in bakışı "dostça olmayacaktır". Bu sert bildiri üzerine İspanya'nın Latin Amerika'ya müdahale 0 nağı kalmadı. Zira müttefikler arasında karşılıklı güven kalmamışj^ynca^Avrupa'daki sosyal hareketlilik de gitgide artmaktaydı. Ana
urois, Andre, Amerika Birleşik metleri Tarih:, el, çev. Fuat Gökbudak, İstanbul, 1945, At, s-233.
212 ikinci bölüm: yeni bir dünyada dengeanjrçto
cak "Amerika Amerikahyır" şeklinde özetlenebilecek Monroe Doktrini uygulamada, Armıojlıı'nun da değindiği gibi, "Amerika ABD'nindir" anlayışına dönüşecektir ki, bunun üzerinde ileride duracağız.10
10 Armaoğlu, E, a.g.e., bkz. s.101.
Avrupa'da 1830 ve 1840 İhtilâlleri
1
820-1830 arasında Avrupa'da Kutsal İttifak ve bunu izleyen ittifak üyelerinin duruma egemen olduklarını gözlemekteyiz. Ancak biraz önce anlattığımız Monroe Doktrini bu dönemin önemli bir gelişmesi olarak vurgulanmaya değer. Bunun dışında ileride üzerinde duracağımız ve birisi bizi çok yakından ilgilendiren iki gelişme daha vardır: Rus Çarlığı'nda "Dekamberist Ayaklanma" ve Yunanlıların isyan ederek, büyük bir dış destek sağlamaları ve Osmanlı İmparatorluğu'ndan bağımsızlıklarını kopartmaları. Dekamberist hareket Rusya'da çarlığın mutlak ve tartışılmaz otoritesine karşı ilk direnme hareketi olarak önem taşır ve daha sonra Rusya'da bir işçi devleti kurulduktan sonra bu hareket ilk resmî "ile-nci" hareket olarak değerlendirilecektir. Yunan İsyanı ise Batı'nın Yunan hayranlığının bir sonucu ola-rak Batı kamuoyunda büyük bir destek uyandıracak ve böylesine güç-u bir karşı propaganda ve dış askerî destek karşısında Osmanlı İmpa-atorluğu Yunanistan'a bağımsızlığını vermek zorunda kalacaktır. Ancak bu gelişmelerin dışında Avrupa'da her şeyin "güllük-güst anlık" olduğu sanılmamalıdır. Viyana Kongresi'nin getirdiği mantık
2.1.l\ ikinci bolüm: yeni bir dünyada denge ai#
dışı sistem yaşamaktadır arrt*gücüyle yaşamaktadır. Mutlakiyetçilerin gözünde "liberalizmiydin hastalığadır. Oysa ki liberalizm, artık İngiltere'de olguı#nemine ulaşmış olan Sanayi Devri-mi'nin kaçınılmaz bir sonud*ak ortaya çıkmıştır. Aynı biçimde "ulusçuluk" mutlakiyetçiliğifl»nde ger?ek anlamıyla değerlendirile-miyordu. Bir zamanlar tiraiij"simgesi olarak görülen "Bonapar-tizm" de, artık bambaşka bı*de değerlendirilir olmuştu. Napol-yon sonrası yöneticilerin, NafKun yapmış olduklarının çok gerisinde kalmış olmaları, geçmi<*u büyuk bir özlem ortaya Çıkarmıştı. Tüm bunların dışında en*l*etimi> yeni bir smlf ve bu sımfm taleplerini ortaya çıkarmıştı: İsça*- Henüz güçlü ve örgütlü bir biçimde olmamakla birlikte, bu taleplerin de elbette yankıları olacaktı. İşte bu koşullar altınd*Pa'da bir dizi patlamanın ortaya çıkacağı açıkça belliydi. Gerçekçe 1830'da Avrupa'nın değişik ülkelerinde bir dizi ihtilâl çıktılardan bir kısmı başarılı, bir kısmı başarısız oldu. Ancak 1830 itffcri, sonuçları bakımından çok daha önemli olan 1848 ihtilâJlerininortamını hazırlamak bakımından da çok önemlidir. 1830 İHTİLÂLLERİ 1830'da Fransa, Brüksel (Belabi,Polonya, İtalya ve Almanya'nın kimi bölümlerinde ortaya çıktıŞ^ bunlar üzerinde durmadan önce, genel olarak 1830 ihtilâlleri»»edenleri üzerinde durmak istiyoruz. Her ne kadar bu bölümün bş«i, bu ihtilâlleri ortaya çıkartan genel koşullar üzerinde anahatlarıflıMuysak da, bu nedenleri tek tek ele almakta yarar olduğu düşünce»ey'z1830 İhtilâllerinin Nedenleri Değişik ülkelerde ortaya çıkaıUâllerin tümünün aynı nedenlerden ortaya çıktığını ileri sürmek niikün değildir. Ancak gene de orta bazı nedenler üzerinde durula» 1
Bu nedenler konusunda bkz. Armaofe'-, s.102-105, A H.story of Civilization, s.^7-1 Rossier, a.g.e., s.35 vd. İleri, Suphi î*»6-. s. 144-147.
avrupa'da 1830 ve it» ihtilâlleri 215
|. L. Bezard'm bir tablosundan, 1830 Devrimi'nde Paris'te göstericiler.
- iktisadi Nedenler: Sanayi Devrimi, üretimde getirdiği büyük ar tışlar nedeniyle, üreticiler için yeni pazarlar gereksinimi ortaya çıkarmışb - Yeni iktisadi ilişkilerde serbest değişim koşulları aranmaktaydı- Oysa ki mutlakiyetçi monarşilerin ekonomik politikaları bunun çok uzağındaydı. Ayrıca çağın üretim anlayışının getirdiği "ulusçuluk" da, mutlakı yetçi monarşilerin tahammül bile edemedikleri bir ideolojiydi- Ayrıca Belçıka'daki ayaklanmada, Hollandalılarla Belçikalılar arasında, daha °nce de değindiğimiz iktisadi çelişkinin önemini düşünmek gerekir. - Sosyal Nedenler: Sosyal nedenleri düşündüğümüz zaman da, akla gelen "liberalizm" olmaktadır. Gerçekten liberalizm, salt eko^0rnık bir görüş olmayıp; her türlü toplumsal, siyasal ve kültürel yönüyle karşımıza çıkmaktadır. Siyasal alanda liberalizm, karşımıza "cumhuriyetçilik" olarak " taktadır. Kendi özgür iradeleriyle seçtikleri temsilcileri vasıtasıyla
216 ikinci bölüm: yeni bir dünyada deîige arayışları
yönetilmeyi tatmış ve yaşamış insanları; mutlak monarşinin akıl ve mantık dışı gerekçeleriyle yönetmenin pek kolay ve mümkün olamayacağı açıktır. Bu arada Napolyon da "ulusun iradesine dayanan imparator" olarak değerlendiriliyor ve çağının diğer monarklarından ayrı bir yere konuluyordu. Güzel sanatlarda liberalizm, Victor Hugo'nun tabiriyle "romantizm" olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsanı koşullandıran kalıpları kırarak özgür bir biçimde yaımak, çizmek, boyamak bu dönemin ilginç bir özelliği olarak görülmektedir. Ancak bu romantizm ve bunun ardındaki Yunan hayranlığı, Osmanlı İmparatorluğu için acı bir sonuç ortaya çıkaracak, Yunan İsyanı Avrupa'nın romantik çevrelerinde çok büyük bir yankı uyandırarak, tüm Avrupa kamuoyunu Osmanlı İmparatorluğu'nun aleyhine çevirecek ve bunun sonunda Yunanistan bağımsızlığını kazanacaktır. Liberal anlayış siyasal alanın ve güzel sanatların dışında da eğitimden aileye dinden hoşgörüye dek yaşamın her alanını etkisi altına alacaktır. Fransa'da 1830 İhtilâli Bourbon hanedanından XVIII. Louis'nin Fransa tahtına geçmesi ile Fransa'da "eski rejim"e benzer bir rejim yeniden canlandırılmak istenmişti. Her ne kadar çift meclisli bir parlamento oluşturulmuş idiyse de, meclislerden birinin seçimini salt kralda olduğu gibi, diğer meclis için temsilci adayı olabilmek ve seçmen olabilmek öylesine güçleştirilmişti ki, gerçekte yürürlükteki rejim "mutlak bir monarşi "den başka bir şey değildi. Kaldı ki, XVI. Louis'nin iktidarının kaynağı olarak Tanrı'yı gördüğüne ve salt O'na hesap verme durumunda olduğuna dair inançlarına da hiç kuşku duymamak gerekir. Fakat XVI. Louis'nin her şeye karşın sağduyulu bir tarafı vardı. İlke olarak tartışma dışı tutmasına karşın, liberallerin de tepkisini zaman zaman dikkate almak istiyordu. Ancak yakın çevresinin "eskıye dönüş" konusundaki heyecanlarını ve aşırılıklarını frenlemesi mümkün olamıyordu.
avrupa'da 1830 ve 1840 ihtilâlleri 217
Liberalizmin Fransız kamuoyunda tümüyle egemen olmaya başladığı dönemde, 1824'te XVIII. Louis öldü re yerine X. Charles geçti. X. Charles çok katı bir mutlakiyetçi idi ve çağın getirdiği her türlü özgürlüklerin ve özgürlük düşüncesinin şiddetle karşısında idi. Kralla ulus arasındaki uçurum gitgide büyürken, 1829'da inançlı bir devrim düşmanı Polignac'ın (Polinyak) başbakanlığa getirilmesi, bardağı taşıran son damla oldu. Bu arada seçimle gelen millet meclisinden memnun olmayan X. Charles seçimleri yeniletmiş ve fakat bu seçimler sonrasında daha liberal bir meclis ortaya çıkmıştı. Bunun üzerine X. Charles anayasal bir yetkisini kullanarak, anayasa değişikliği yapan dört emirname (ordonnance) yayınladı. Bunlarla basın ve yayın özgürlüğü tümüyle ortadan kaldırılıyor ve zaten çok kısıtlı bulunan seçme hakkı, daha da kısıtlanıyordu. 27 Temmuz 1830'da Paris'te ayaklanmalar başladı ve barikatlar kuruldu. Buna karşılık ordunun müdahalesi etkin olmaktan çok uzaktı. Fakat millet meclisi cumhuriyetle krallık arasında tereddüt içinde kalmıştı. Zira cumhuriyet döneminin karmaşıklıkları da henüz zihinlerden silinmemişti. Barikatlarda ise cumhuriyetçiler tartışmasız bir biçimde egemendiler. Sonunda meclisteki ılımlılar grubu, Rossier'in deyişi ile "X. Charles ile heyecan içinde bulunan fakat ne yapacağını bilmeyen belediye dairesi arasına Dük d'Orlean'ı sokmaya muvaffak olmuşlar"2 ve yeniliklere açık bir devlet adamı olan Dük d'Orlean, Louis Philippe (Lui Filip) adıyla tahta çıkartılmıştır. Bu aynı zamanda Fransa'da Bourbon hanedanının sonu ve Orlean hanedanının başlangıcıydı. Bu arada basının çok etkin işlevinden de biraz söz etmek gerekir. Gerçekten daha sonra meclis içindeki ılımlılar grubunun sözcülüğünü yapacak ve cumhuriyetçileri engellemeye çabalayacak olan Thi-ers m, X. Charles'ın ordonance'larına karşı kaleme aldığı protesto bil-lrısi, sokağı harekete geçiren ilk kıvılcım olmuştu. Kossier, E., a.g.e., bkz. s.36 (Yazar burada "belediye dairesinden" söz ederken sokaklara egeme n olan barikatlardaki halkın, belediye meclisi tarafından yönlendirildiğini vurgulamak istemektedir).
218 ikinci bölüm: yeni bir
dünyada dengearayıjljrı
Hiç kuşkusuz cumhuriyetçiler daha fazlasını istiyorlardı. Ancak bunu nasıl alacaklarını bilemiyorlardı. Ancak Louis Philippe'in özgürlükçü tavrı ve kısıtlamaları hızla kaldırması sonucunda bir ölçüde tatmin olacaklardır. Belçika'da 1830 İhtilâli Viyana Kongresi'nin zorlama bir biçimde Hollanda ve Belçika'yı birleştirmesinin ortaya çıkardığı ve İngiltere'nin Fransa'nın kuzeyine bir güçlü tampon devlet yaratmaçabasından kaynaklanan devletin başına getirilen Orleans hanedanından I. Wilhelm, aralarında uzlaştırılması çok güç çelişkiler bulunan Belçika ve Hollanda'yı kaynaştırma konusunda çok beceriksiz ve yetersiz kalmıştı. Gerçekten ekonomik yapı ve din bakımından uyuşmazlık içinde bulunan bu iki ülkenin birleştirilmesi anlamsızdı. Hollanda tarım ve ticarete dayanan bir ekonomik yapıya sahipti. Bu nedenle özellikle endüstri ürünlerine getirilecek koruma önlemleri, Hollanda'nın ticaretle ilgili beklentilerine uymamaktaydı. Buna karşılık kıtadaki en ileri teknikleri uygulama çabasında olan Belçika'nın İngiliz endüstri ürünleri karşısında yaşayabilmesi için, ciddi bir korunmaya gereksinmesi vardı, Dinsel olarak da, Protestan olan Hollandalılara karşılık, Belçikalılar genellikle Katoliktiler. Ancak Belçika'da izlerini ve çatışmalarını ilginç bir biçimde günümüzde bile gördüğümüz biı ikili toplum yaşamaktaydı: Flamanlar ve Wallon'lar. Eğer I. Wiltıelnı bu çatışmayı kullanmasını bilseydi ve dengeli bir ekonomik ve toplumsal politika izleyebilseydi Hollanda ile Belçika'yı kaynaştırması belli de mümkün olurdu. Fakat Wilhelm açıkça Hollanda'dan yana tataf tutmakla3 bu fırsatı kullanamadı. 25 Ağustos 1830 gece Brüksel Operası'nda oynamakta olan ve İspanyol egemenliğine karşı ayaklanan Napoli halkını konu alan bir oyun sırasında operada başlayan Hollanda aleyhindeki gösteriler so3 Örneğin I. Wilhelm resmî dil olarak Kollandaca'yı almıştı. Yüksek memurların büyük bir b°" lümü Hollandalı idi. Belçika'nın nüfusu Hollanda'nın iki katı kadarken, mecliste eşit sayıua temsil ediliyorlardı, vs.
avrupa'daı830ve«»5!|İ^L?>
kaklarda devam etti. I. Wilhelm basiretsiz tutumunu burada"3 g°st di ve belki de kendiliğinden dağılacak olan göstericilerin iiz£rıne asl1 gönderdi. Brüksel'deki gösteriler kısa bir sürede silahlı a)*annlâ' dönüştü. Belçika'nın diğer kentlerindeki halk, Brüksel'de H0''311^ ların asker kullandıklarını duyunca birkaç gün içinde ayakla™1' Uzun çatışmalardan sonra Hollanda ordusunu püskürten ü"?1^3" 1830 Kasım'ında bağımsızlıklarını ilân ettiler. Viyana sisteminin "koruyucuları" bu duruma müdaWe e"en^ diler. Zira benzer sorunlar Rusya için Polonya'da, Avusturya ıcl^ İtalya'da sözkonusu idi. İngiltere ise bu tür müdahalelere W °'"ü^ gibi, bu devletin tampon görevini yapamayacağını anlamıştı.°u k°Ş lar altında Prusya'nın tek başına müdahale etmesi de düşünülemezcl!Sonunda özellikle Lüksemburg'un durumuyla ilgili ol^3* Y" süren görüşmeler ve çok sayıda kongreden sonra 19 Mayıs 183? Londra'da imzalanacak olan anlaşma ile Lüksemburg'un l"r "°'u „ topraklarını da alacak olan Belçika bağımsız ve tarafsız bir meşr monarşi olarak tarih sahnesinde yerini alacaktır. İtalya'da 1830 İhtilâli 1820'lerde sessiz kalmış olan Orta İtalya, Fransa'daki TenıCuz aYs lanmaları duyulduğu zaman şiddetle karışmaya başladı. Bu afa"a ^ dena Dükü IV. Fransua ve papalık temsilcilerinin çok kötü f netim nnin de büyük payı vardı. Ayrıca İtalyanlar bu ayaklanma girişim rinde Paris'teki cumhuriyetçilerin de desteklerini bulmayı ümnt e yorlardı. Sonunda 1831 başlarında Modena ayaklandı. Ardmdan ^' ma, Romagne ve papalık topraklarında ayaklanmalar çıktı. Ancak gmç bir biçimde bu ayaklanmaların önderleri Avusturya'dan geleC askerî bir müdahaleye karşı önlemler düşünecekleri yerde, zamanla nı "Birleşik İtalya koşullarını" hazırlamak ve bu konuda tartışmak geçirmişlerdi. Oysa ki Metternich bu tür gelişmeleri çoktan düşünrtt Ve Kuzey İtalya'ya asker yığmıştı. Kendilerinden yardım istendiği af da Avusturya orduları hızla güneye indiler. Fransa'nın cılız bir prote °sunu dinlemeyerek ayaklanmaları şiddetle bastırdılar.
220 ıkına bölüm: yeni bir dünyada denge ar#
Polonya'da 1830 İhtilâli Daha önce değindiğimiz gibi î» Kongresi kararlarına göre Polonya, Prusya, Avusturya ve Rustı«ında üçe bölünmüştü. Prusya ve Avusturya'nın paylarına düştıMonya topraklarını derhal ilhak etmelerine karşılık I. Aleksandtjafaden pek de beklenemeyecek bir liberalizmle Kasım 1815'te Polonya'da anayasal bir rejim oluşturdu.4 Buna göre yürütme gücü beş P bir kurula veriliyor ve bunun başkanı Rus çarı tarafından atara"bl-naibi" oluyordu. Zaten Rus çarı, Polonya kralı sıfatını da taşıllaydı. Yasama gücü ise çift meclisli bir parlamentoya (Diet) vaMu- Ayan üyelerini çar, millet meclisi üyelerini ise Polonya halşcekti. İlginç olan husus I. Alek-sandr'ın Rusya'ya vermediği «gürlüğü Polonya'ya vermesidir. Fakat bu göreceli özgürlüğün PoloııyAnn. bağımsızlıkçı ve yurtsever beklentilerini karşıladığı da söytaezdi. Gerçekten Diet durumdan memnun olmadığını, aldığı petçok kararda göstermiş ve Aleksandr'la ters düşmekten çekinmişti. Zantar da verdiği özgürlükten sıkılmaya başlamıştı. Fakat gene de lift ölene dek arada büyük bir anlaşmazlık ve çatışma çıkmamışttharada Polonya hızla gelişmişti. Polonya'daki gerginlikite Çar Nikola'nın tahta çıkmasıyla ayaklanmaya dönüştüyse ili ayaklanma kısa sürede bastırıldı. Ancak Polonya aydınları aradı bağımsızlıkçı kulüpler büyük bir yaygınlık kazanmıştı. Bu aradaÇarl. Nikola, Polonya'ya karşı sert bir tavır takınmıştı. Bu arada Belçika'da çıb ayaklanmanın Polonya'dan hazırlanacak bir orduyla bastırılma!ileneceği haberi yayıldı. Gerçekten böyle bir ordu oluşturulmuş iflasına General Diebitch getirilmiştiAncak Polonyalılar bağımsız!» için savaşan bir ulusa karşı silah kullanamayacaklarını açıklaya»H830 Kasım'ı sonunda ayaklandılar. Bu arada Diet içindeki railer ılımlılara karşı çoğunluğu elde ederek,5 26 Ocak 1831'de Polonya'nın Romanof hanedanının egemenliğinden çıktığını açıkladık 4 5
Bu tür bir davranış belki de dengesiz yıpısıdan tam beklenecek bir şeydi. Diet içinde ılımlılara "beyaz", radikalin "kımızı" adı verilmişti.
\
avrupa'da 1830 ve 1840 ihtilâlleri 221
Rusya derhal güçlü bir orduyla Polonya'ya girdi. Polonyalıların çok umutlu oldukları Avrupa devletleri, kendilerinin müdahalesi bir yana, Polonya'ya yardım etmek isteyen gönüllüleri bile engellemek için ellerinden geleni yaptılar. Özellikle Prusya ve Avusturya işgal etmiş oldukları Polonya topraklarından yurttaşlarına yardım etmek için gitmek isteyen Polonyalılara sınırları kapattılar. İngiltere, Polonya sorununa ilgi duymuyordu. Fransa'nın ise yardım edecek gücü ve olanağı yoktu. Sekiz ay süren savaştan sonra 8 Eylül 1831'de Varşova düştü. Ruslar son derece kanlı bir temizleme hareketine girişerek, bu tür ayaklanmaların sonunu alacaklarını sandılar. Ancak ne denli yanıldıkları, kısa bir süre sonra ortaya çıkacaktır. Almanya'da 1830 İhtilâli !:5 Fransa'daki Temmuz İhtilâli Almanya'da büyük yankılar buldu. Ancak bu yankıların s::::;! yolaçtığı sonuçlar planlı bir eylem sonucu elde edilen siyasal haklardan çok, sosyal içerikli ayaklanmalar olarak karşımıza çıktı.6 Ayrıca bu ayaklanmalar genellikle Orta ve uı Kuzey Almanya'da gerçekleşti. Prusya ise bu ayaklanma fırtınasının dışında kaldı. Eylül ortalarında ortaya çıkan "Terzi Ayaklanması" çok kısa bir sürede ve kolayca bastırıldı. Almanya'da ihtilâl niteliğindeki ilk hareketler 6 ve 7 Eylül 1830 tarihlerinde Braunschweig'da ortaya çıktı. Braunschvveig Dükü halk ayaklanmasını izleyen ve içinde kimi soylularla subayların da yeraldığı bir darbe sonucu oğlu adına tahttan vazgeçmek zorunda kaldı. 2-4 Ey* 1830 tarihleri arasında Leipzig'de çıkan ve temel sloganının "Özgürlük, Paris Lafayette" olduğu ayaklanma da, 9 Eylül'de Dresden'de Çıkan ayaklanma da bir sonuç getirmediler. Bunlara karşılık 15 Eylül'de ssel'de ^an ayaklanma salt kent sınırları içinde kalmadı ve çevre köy ve kasabalarda köylüler soyluların şatolarına saldırdılar. Ancak Al^"ya^daki en ciddi ayaklanma 1831 Ocak ayında Göttingen'de görülckwaldt, Friedrich, Die Zeitalter der Restauration (Etıropa unter der Einwirkung der Julirevolution), Prophlean, VCeltgeschichte, Band 7, bkz. s.5.51 vd.
222 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
dü. "Milisleri, barikatları ve Marseillaise"i ile tam bir ihtilâl havasına bürünen Göttingen'de çatışmalar sekiz gün sürdü. İlginç bir nokta olarak vurgulamakta yarar gördüğümüz bir husus var. Yukarıda değindiğimiz gibi bu ayaklanmalar tümüyle plansız ve siyasal içerikten yoksun olmalarına karşın, yerel anayasaların yürürlüğe sokulmasına ve temsili sistemin gelişmesine yardımcı oldular. Bunun nedeni herhalde, yerel Alman yöneticilerinin kendilerine güven duymaması olsa gerektir. Bu arada birkaç satırla "Alman Gümrük Birliği" üzerinde de durmak gerekir. Alman kentleri arasında iktisadi bir birlik oluşturma görüşü, 19. yüzyılın başlarından beri canlılığını koruyan bir görüştü. Bunu bilimsel verilerle destekleyerek ilk kezAvusturya'ya öneren Friedrich List, Viyana'da umduğu ilgiyi bulamayınca diğer Alman kentleri ve Prusya'ya yönelmişti. İlk kez 1828'de Prusya ile Hessen-Darmstaat arasında gümrük birliği anlaşması imzalandı. Bu arada Bavyera-Württemberg arasında da benzer bir anlaşma imzalanmıştı. 1829'da her iki anlaşmaya taraf olan devletler, yani Prusya, Hessen-Darmstaat, Bavyera ve Württemberg aynı birlik anlaşması içinde birleştiler. Ancak Almanya'nın kuzeyinde ve güneyinde kalan bu devletler için direkt bir bağlantı olanağı yoktu. 1830 ihtilâlleri bu olanağı sağladı. Gerçekten Kurhes-sen ve Sachsen'deki iktidar değişiklikleri sonucu Kurhessen 1831'de, Sachsen de 1833'te birliğe katıldı. Aynı yılBavyera-Württemberg Birliği'ne Thüringen bölgesi devletleri de katıldılar. Böylece 1834 başlarında daha sonraki Alman İmparatorluğu'nu oluşturacak toprakların beşte dördü, 23 milyonluk nüfuslarıyla aynı gümrük birliği içinde toplanmış durumdaydılar. Daha sonra Baden, Nassau, Frankfurt, Braunschvveig'm da birliğe katılmalarıyla 1842 başlarında Almanca konuşulan bölgede Avusturya dışında sadece Hannover, Oldenburg, Hanse kentleri, Meskenburg ve Holstein Gümrük Birliğı'nin dışında kalmışlardı. Daha sonraki Alman Birliği'nin temelini oluşturacak olan bu Gümrük Birliği tüm üyelerinin tam eşitlikleri ilkesine dayanan bir kurala dayanıyordu. Devletler kendi memurlarını atamak konusunda özgürdüler ve gümrük tarifeleri konusunda veto yetkileri vardı. Birliği0 sorunları konusunda toplanması kararlaştırılan yıllık kongreler, her y1
avrupa'da 1830 ve 1840 ihtilâlleri 223
bir başka başkentte toplanıyordu. Ancak Alman Gümrük Birliği'nin getirdiği büyük kolaylık ve ekonomik yararlara karşılık, temelde bir anlaşmazlığı da içeriyordu. Almanya'daki devletlerin büyük bir çoğunluğu himayeci politikalara karşıyken ve düşük gümrüklerden yana iken, Bavyera başta olmak üzere Sachsen ve Güney Almanya devletleri himayeci politika izlemek peşindeydiler. Ayrıca bu devletlerin bir endişesi de Prusya'nın birlik içindeki güçlü durumu ve bu güçlü durumunu ekonomik bir baskı aracı olarak kullanabilme olasılığı idi. Fakat Alman Gümrük Birliği tüm buhranların üstesinden gelmesini bildi ve girdiği her kriz döneminden gücünü biraz daha artırarak çıktı. Özellikle üye devletler arasında oluşturulan ulaşım şebekesi ve bunun getirdiği kolaylıklar, birliğin canlılığını koruma ve güçlendirmesinde önemli etken oldular. Özellikle 1835'te başlayan ve kısa bir sürede çok ileri boyutlara ulaştırılan demiryolu ulaşımı ve taşımacılığı bu konuda çok olumlu etkiler uyandırdı. Demiryollarının Almanya'nın gelecekteki birliği konusunda da çok önemli katkıları olmuştur. Şöyle ki, her şeyden önce farklı Alman kentleri arasındaki kolay ve tozsuz" ulaşım olanağı, bir anlamda o günler için iç turizmi canlandırmış ve kültürel birliğin güçlenmesine ve pekişmesine yolaçmıştır. Zamanla yerel bağlılık ve bilincin yerini ulusal bir bağlılık ve bilinç alacaktır. Hiçbir zorbalık ya da zorlama önlemi bu bilinci böylesine kolay ve çabuk bir biçimde oluşturamazdı. 1848 İHTİLÂLLERİ Polonya ve İtalya dışında 1830 ihtilâlleri aradıkları sınırlı başarıya ulaşmışlardı. Her ne kadar çok ciddi programlarla ortaya çıkmamış idiyseler de, karşılarındaki tutucu güçlerin dayanacakları moral deşikler çoktan çürümüştü. Ancak 1830'larda salt liberalizm rüzgârları «en Avrupa'da şimdi iki yeni olmasa bile, güçlü akım vardı: Ulusçu-uk ve sosyalizm. Bunlar değişen nesnel koşulların kaçınılmaz koşulla-1 olarak ortaya çıkmışlar ve kendi özlemlerine uygun bir dünyanın kavgasının bayrağı olmuşlardı.
76
224
ikinci
bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
1848 İhtilâllerinin Nedenleri Yukarıda da belirttiğimiz üzere 1848Hâllerinin Fransız Devrimi'nin hem sonucu hem de nedeni sayılabilecek liberalizm yanında iki temel nedeni vardı. Bunlar ulusçuluk ve sosyalizmdi. Ancak ihtilâlin çıktığı ülkelerin tümünde bu her üç etkenin İmada rol oynadıklarını sanmak yanlış olur.7 Daha sonra anlatacağımız üzere bir kısmında sosyalizmin etkilerini yüksek oranda görürken, özellikle İtalya ve Avusturya'da ulusçuluk akımının ön sırada yeraldığmı görüyoruz. Aslında 1848 ihtilâllerine yolaçan temel etkenler Avrupa'nın ekonomik gelişmesine bağlı bulunmaktadır. 19. yüzyılın ortalarında insanlar artık kendi ulusal hükümetlerince yönetilmek, kendi özgür iradeleriyle oluşan yasama meclislerine sahip olmak ve dış ekonomik ilişkilerden sağlanacak kârlara kendileri sahip olmak istiyorlardı. Ayrıca temel ekonomik kararlarının «W düzeyde ve ulusal çıkarlar doğrultusunda alınmasını istiyorlardı. Bir kısım insanların ise daha mütevazi dilek ve talepleri vardı. İnsanca bir yaşam sürmeye yetecek kadar ücret almak, sosyal haklara sahip olmak ve sömürülmemek istiyorlardı. Ancak bu talepler birbirleriyle çelişki içinde idiler. Çünkü gelişmiş endüstri yatırımları önemli ölçüde tasarrufun bankalarda birikmesi ve kredi biçimine dönüşmesiyle gerçekleşebilirdi. Eğer tasarruf gönüllü olmazsa, zorlama ile yapılması yani ücretlerin düşük tutulması, sistemin kendi mantığının doğasında vardı. Ayrıca ulusal bağımsızlığın da bir bedeli vardı ki, bunun da ödenmesi gerekirdi.8 Kısaca söylemek gerekirse 1848 devrimleri değişen ekonomik yapıya uymayan toplumsal ve siyasal yapının, bu aradaki dengeyi ve uyumu sağlayabilmek amacıyla harekete geçirdiği bir olaylar zincirinden başka bir şey değildir. Zaten şimdi tek tek ülkelerde 1848 devriminin gelişimini anlatırken, sanıyoruz bu olgu daha da açık bir biçimde görülecektir. 7
Bu konularda bkz. Anderson, M. S., "The revoluııonsof 1848", The Ascendancy of Europe
8
181S-1914, s.91-110. İleri, S. N., a.g.e., s.169-180.
1
22
avrupa'datSsove.f" *"™ ^
Frankfurt'ta 1848 Devrimi'ni göstere" bir tablo.
Fransa'da 1848 İhtilâli 1848 ihtilâlleri olarak adlandırılan ayaklanmalar zinciri l^48 0cak ayında İtalya'da Napoli ve Palermo'daki hareketlerle başladı- Ancak biz bu olayları İtalya'daki 1848 İhtilâli'ni anlatırken ele almak istediğimiz için şimdilik değinmekle yetiniyor ve 1848 Şubat'ın^3 ParıS'te başlayan harekete, hattâ bunun biraz öncesine dönmek istiy°ruz1840'lardaki ekonomik gelişme 1845 sonrasında hemen bütun Avrupa gibi, Fransa'da da durmuştu. Özellikle demiryolu sektöründe-kl bunalım ekonominin diğer sektörlerine de sıçramış ve yarım m yondan fazla insan işsiz kalmıştı.9 Zaten düşük olan ücretler £enel bir '»nya Tarihi, c.2, bkz. s.288.
226 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge aıayrçter
hoşnutsuzluk nedeni iken, bir deyeni ortaya çıkan yaygın işsizlik hoşnutsuzluğu çok ileri düzeye çıkmıştı. Bu arada 1830'da özgürlükçü eğilimlerinden dolayı tahta çıkarılmış olan Louis Philippe gitgide liberalizmden uzaklaşmaktaydı. Gerçekten Bourboncular ve cumhuriyetçilerin zaten hiçbir zaman desteğini sağlaması mümkün olmayan kralın liberalizmden de uzaklaşması,kir noktada ayağının altından tabanın kayması demekti. Bu arada Fransa'da işçi hareketi Louis Blanc'ın kişiliğinde yeni ve etkin bir lider Hmuş ve cumhuriyetçilerin sol kanadı olarak Fransız siyaset sahnesinde ağırlığını duyurmaya başlamıştı. Louis Philippe ise 1830'da kendisine taht yolunu açmış olan Thi-ers'i görevden alarak 1840'ta Gnizot'yu başbakanlığa getirdi. Guizot şiddetli bir anti-liberal olarak gitgide burjuvaziyi karşısına almaya başladı. Elbette bunun sorumlusu olarak Louis Philippe görülmekteydi. Ayrıca son dönemde Avusturya ile bir ittifak yaparak Prusya'yı engellemeyi düşünmekteydi. Ancak toplumda dayanabileceği hiçbir dinamik grup kalmamıştı. Liberal kjuvazinin silahlı gücü olan "Ulusal Muhafız Örgütü"nün desteğini bile yitirmiş durumdaydı.10 Kralın bu tutumu, aralarında çok büyük çelişkiler olmasına karşın, krala karşı olan güçleri özellikle sosyalistler ve radikal liberalleri biraraya getirmişti. Aralık 1847'de bunlar arasında "Halk Cephesi" oluşturuldu.11 Bunlar bir seçim reformu için Paris ve taşra kentlerinde bir dizi ziyafet kampanyasına giriştiler. Ancak 21 Şubat 1848'de Guizot Paris'te verilecek ziyafetinyasaklandığını açıkladı. Bu açıklama bir gün sonra ayaklanmaların başlamasına neden oldu ve "ulusal muhafızlar" da ayaklanmacılara katılmakta gecikmediler. Louis Philippe gelişmelerin bir iç savaşa neden olacağını anlamıştı. Gouizot'yu görevden alarak başbakanlığı Thiers'e teklif etti. Ancak artık iş işten geçmişti. Louis Philippe 24 Şubat 1848'de Paris'ten kaçtı. Aynı gün liberaller, radikaller ve sosyalistler tarafından 10
Pirenne, J., Dünya Tarihi, c.3, bkz. s.1202vd.
11
Stern, Alfred, Frankreİch von der Febmamolution bis zur PreasidentenWabl Napoleons (V< geschichte und Geschichte der Revokioısphre 1848-49), "Prophlean Weltgeschichte Bana Berlin, 1930,
bkz. s.11-16.
avrupa'da 1830 ve 1840 ihtilâlleri 227
Wagner ve Politika Jim Samson, romantisizmi politik liberalizm ruhunun kültürel anlatımı olarak tanımlar. 1848 olaylarında iki besteci, VVagner ve Spoh'u görürüz. VVagner bu izleri ertesi yıl kaleme aldığı Sanat ve Devrim'\e (Die Kunst und die Revolution) pekiştirir. Ancak çelişkili yaşamı burada da kendini gösterir, politik ve kültürel devrimi birbirinden ayırdığının kanıtı Ring'in librettosunda açığa çıkar, ideolojik bir zemin ya da politik bir mesaj verme, en yoğun olarak operada kendini gösterir. Beethoven'dan VVagner'e değin uzanan süreçte bunun çok kez yaşandığı görülür. Ama çoğu kez üstü kapalı mesajlardır bunlar. Ya bir masal içinde ya da fantastik bir olay çerçevesinde işlenir. Wag-ner'in operalarında bu yapıyı sıkça kullandığı ileri sürülür. Ber-nard Shavv'a göre Ren Altını (Das Reingold) 19. yüzyıl ortaları Avrupa'sının toplumsal ve politik bir
S
eleştirisidir. Özellikle iki gücün, politik (VVotan) ve ekonomik (Alberich) gücün çatışması betimlenir. Rüşvetin ve gücün kötüye kullanımının olumsuz sonuçlan dile getirilir. Alberich, kapitalist, plütokrat çalışanlarına birer köle gibi davranmakta, otoriteyi simgeleyen, yasa koyucu ve uygulayıcı VVotan ise kendi yasalarını çiğnemektedir. Sürekli anlaşmalar ve özgürlük çatışmaları konu edilir. Özgürlük uğruna bozulan anlaşmalar ya da vazgeçilen unsurlar söz konusudur. Müziğinde politik temalara göndermeler yapan VVagner 1848'de yani Komünist Manifesto'nun yayınlandığı yıl şunları yazmış: "Varolan düzeni yıkacağım, insanlığı birbirine düşman uluslar haline getiren, gücüne güç katan, zengin fakiri yaratan ve tüm insanlığı mutsuz eden düzeni yıkacağım. Milyonlarca insanı bir avuç insanın elinde köle eden düzeni yıkacağım." Bu sözleri söyleyen VVagner'den, elbette soluğu Dresten barikatlarında alıp savaşması beklenir ki o da öyle yapar. Bununla birlikte VVagner'in yaşamı ve eylemi tam bir çelişkiler yumağıdır. Sanatının yanında devrimci kişiliği, antisemitik görüşleri, Bakunin'le olan dostluğu ve buna bağlı olarak anarşistliği... Ama asıl fırtına yaratan yorumları 1850 Eylülünde yayınlanan Müzikte Yahudilik başlıklı makalede göze çarpar. Makalenin yarattığı rahatsızlığın hemen ardından Liszt'e yazdığı bir mektupta yazıda yalnızca Meyerbeer'i hedeflediğini söylese de 1869'da kitap haline getirdiği makale okunduğunda yalnızca bu beklentiyle kaleme alınmadığı anlaşılır. Müziğine karşı olanlarca bu yazı daima koz olarak kullanılır. Ancak kimi Yahudi dostları onun böyle bir Yahudi düşmanı olmadığını belirtirler. Ne var ki dünyayı kana bulayan Hitler ve Nasyonal sos-yalistlerce VVagner faşizmin amaçlarına hizmet etmiş bir insan kimliğiyle sunulur. Toplama kamplarında daima onun müziğine yer verilmesi, adeta Nasyonal sosyalizmin ruhani önderi olarak gösterilmeye çalışılması bu büyük k|
müzisyenin dehasını gölgeleyen etkinlikler arasında yer alır. Ancak mi müzik eleştirmenlerine göre Nazi rejiminin destekçilerini bir tarafa atarak propaganda aracı olarak eserleri kullanılan VVagner'i tek suçlu olarak sunmak büyük bir yanılgıdır... Fırat Kutluk, Müzik ve Politika, Doruk Yayınlan, Ankara 1997, 5.15, ayrıca s. 3°'35
S; ■i... il ■ . 11
228 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışla'
cumhuriyet ilân edildi ve yedi kişilik bir geçici hükümet kuruldu. Louıs Blanc bu yedi kişiden biri iâ Aslında aynı gün Louis Philippe'in annesinin naıbliği altında tahtı tükettiği altı yaşındaki torunu tanıtılmak üzere meclise getirilmişti. Fakat meclise yürüyen kitleler salonu işgal ederek cumhuriyetin ilânını kaçınılmaz bir duruma sokmuşlardır. Pirenne'in deyişiyle, ihtilâlin dayandığı anlaşmazlık bütün fecaatiyle ortaya çıkmıştı. Louis Phîlippc'i deviren ihtilâl büyük çoğunluğu ile monarşist olan liberallerin eseriydi. Ancak genellikle sosyalist eğilimli Paris halkını ve işçilerini ihtilâle katılmaya davet etmekle silahı onların eline vermişlerdi. Vesjmdıbu sosyalist güc. karşısında boyun eğmek zorunda kalıyorlardıE Ancak savcının da vurgulamış olduğu gibi, 1848 sosyalistleri daha çok idealist ve hayalci bir sosyalizm yapmışlardır. Ve bu sosyalizm derin bir biçimde insancıl ve "liberal" idi.13 Bu bakımdan 1848 sosyalistlerinin kafasındaki düzen klasik demokrasiden ayrı ve ona zıt bir şeydeğildi. Siyasal demokrasiyi iktisadi ve sosyal demokrasi ile tamamlayarak, toplum içindeki yük ve yararların dengeli bir paylaşımını sağlamayı öngörüyorlardı. Ancak sosyalistlerle liberaller arasındaki işbirliği çok kısa sürdü. Daha kral kaçtığı gün aralarındaki işbirliğinin bitmiş olduğunu ileri sürmek sanıyoruz abartmalı bir ifade olmaz. Zira 24 Şubat 1848'de cumhuriyet ilân edilir ve aralarındaLouis Blanc'm da yeraldığı yedi kişilik bir geçici hükümet oluşturulurken, aynı saatlerde Paris Belediyesinde sosyalistler, aralarında geneLouis Blanc'ın yeraldığı dört kişilik bir yürütme kurulu oluşturuyorlardı. 25 Şubat günü işçiler geçici hükümetin toplandığı salonu basarak, üç renkli Fransız bayrağı yerinekırmızı bayrağı kabul ettirmeye çabaladılar. Ancak işçiler arasında da çok sevilen ve geçici hükümet üyesi şair Lamartine ve Louis Blanc'ın çabalarıyla bu istekleri reddedildi. Buna karşılık aşağıdaki kararnameyi yayınlamak zorunda kaldılar:
12
Pirenne, J., a.g.e., s.1203.
13
Bahri Savcı, İnsan Hakları (Kanunilik YUıbntnması), Ankara Üniversitesi SBF no.32-14, Ankara, 1953, s.15.
avrupa'da 1830 ve 1840 ihtilâlleri 229
Fransız Cumhuriyet hükümeti, işçinin varlığını işle teminat altına almayı taahhüt eder. işçilere, çalışmalarının meşru menfaatlerinden yararlanmak amacıyla birlikler kurmak hakkını tanır. Açıkta kalmış olan kral tahsisatını, gerçek sahibi olan işçilere geri verir.
Bu arada soyluluk unvanları kaldırılmış, basın özgürlüğü başta olmak üzere özgürlüklere getirilmiş olan her türlü kısıtlama kaldırılmıştı. Bunlar arasında ulusal muhafız birliğine katılmak da vardı.1* Yeni bir seçim yasası getirilerek 25 yaşını bitirmiş tüm vatandaşların oy kullanabileceği bir sistem oluşturuldu. Böylece Fransa'da seçmen sayısı 250.000'den 9.400.000'e çıkıyordu. Bu koşullar altında 23 Nisan 1848'de seçimler yapıldı. Sosyalistler Paris'te güçlü ve çoğunlukta idiler, ancak Fransa'nın geneli düşünüldüğü zaman azınlıktılar. Nitekim 900 üyeli millet meclisine ancak 100 üye sokabilmişlerdi. Radikallerin temsilci sayısı da bu kadardı. Geri kalan 700 üye azınlığı kralcı olmak üzere ılımlı liberaldi. Sosyalistlerin seçimlerden böylesine zayıf bir biçimde çıkmaları üzerine, dağıtılmış olan geçici hükümet yerine oluşturulan beş kişilik yeni yürütme kuruluna sosyalist temsilci alınmadı. Bunun üzerine ayaklanan Paris işçileri meclisi basarak "Temsilcileri tarafından aldatılan halk adına" meclisi dağıttıklarını ilân ettiler ve aralarında Louis Blanc'ın da bulunduğu dört kişilik yeni bir yürütme kurulu oluşturdular. Ancak liberaller bu kez hazırlıklıydılar. Çok kanlı sokak savaşlarından sonra ayaklanma 28 Haziran 1848'de tümüyle bastırıldı. Ancak sosyalist hareketin bastırılmış olmasına karşılık 4 Kasım 1848'de çıkan anayasada işçi hareketinin pek çok izlerini bulmamız mümkündür. Gerçekten anayasanın "giriş"inde yeralan, "yarar ve yüklerin eşit olarak bölüşüleceği" ilkesi ileri bir adımdı.15 Aynı giriş bölümünde cumhuriyet; yurttaşların kişiliğini, ailesini, dinini, malını, 'şını korumak ve onlara gerekli eğitimi sağlamakla görevlendiriliyor 1848 öncesinde 56.750 kişi olan ulusal muhafızlar kısa bir sürede 100.000 işçinin katılmasıyla birlikte 190.000 kişiye yükseldiler. Denetim işçilere geçmişti. 5 Akın, İlhan, Temel Hak ve Özgürlükler, İÜ Yayınları 1333, Hukuk Fakültesi Yay. 278, İstanbul, 1968, bkz. s.75-77.
ı:T
230 ikinci bölüm: yeni bir dünyada dengt- '
du. Artık, Akın'in da beli»Ş olduğu gibi, doğal koşulların insanı mutlu kılmaya yeteceğine inilmiyordu. Devlet yurttaşa yardımcı olmak zorundaydı. 1789 iktifctırafsız, insanı kendi kaderiyle başba-şa bırakan, insanın mutlulp devletin çekimser kalmasına bağlayan bir iktidardı. Oysa ki 8 iktidarı özgürlüklerin gerçekleşmesi için olumlu bir devlet müminin ilk temellerini koyuyordu. Bu, günümüz "sosyal devlet" ajiasının ilk görüntüsü olmaktadır. Kasım Anayasası FriA yasama gücünü 750 kişilik tek bir meclise, yürütme gücünü defe yıl için doğrudan doğruya halk tarafından seçilen cumhurbaşk» veriyordu. Bakanların seçimi cumhurbaşkanı tarafından yaptıktı. 10 Aralık'ta yapılan seçimlerde 5.480.000 oy alan Louis Nfli'on ilk cumhurbaşkanı olarak seçildi. Ancak 2 Aralık 1851'de asttr darbe ile meclisi dağıttı ve bundan iki hafta kadar sonra 10 yılıüarda kalma ve yeni bir anayasa hazırlaması konusunda plebisit ışfırdı.16 İstediği yetkiyi ezici bir çoğunlukla aldıktan sonra hazırl*Pnayasa ile yeniden çift meclisli bir parlamenter sisteme dönülii!»^. Fakat Napolyon daha da ötesini istiyordu. 2 Aralık 1852'de yapılan son bir plebisit sonucu 250.000 karşı oya karşılık 8 milyon oluk oy alarak imparatorluğunu ilân etti. Napolyon, 1871 Alman yenilgisine dek tahtta kalacaktır. Avusturya'da 1848 İhtilâli Defalarca vurgulamış olduğuz gibi, Avusturya Avrupa kıtasındaki en karmaşık bünyeli imparanluktu. Metternich'in müdahaleci sistemi ve "kendine yeter ekonomisi" bu imparatorluk içindeki farklı ulusları yapay olarak birarada t*rordu. Kaldı ki, Avusturyalılar da durumdan tümüyle hoşnut değiHi. Zira Metternich'in uyguladığı mut-lakiyetçi politika, çağm yaygiMİayışı olan liberalizme de, sosyalizme de ters düşüyordu. Bu nedeni, Fransa'daki gelişmeler Avusturya da duyulduğu zaman büyük biıbışıkhk ve farklı talepler ortaya çıktıAvusturyalıların büyük bir iiımü daha liberal bir politika isterken; 16
Armaoğlu, F., a.g.e., bkz. s.121-122
svrupa'da 1830 ve 1840 ihtilâlleri 23i
Avusturya'nın denetlediği Çekoslovakya, Hırvatistan, ıMacaristan, İtalya gibi bölgelerde bağımsızlık talepleri ortaya çıkıyordu. Biz, bunlar arasından İtalya'daki gelişmeleri bağımsız olarak anlatmak istediğimizden, şimdi diğer gelişmeler üzerinde durmak istiyoruz. Fransa'daki gelişmeler Viyana'da duyulduğu zaman hem aydın ve hem de iş çevrelerinde 28 Şubat 1848'den itibaren büyük bir kaynaşma başladı. İmparator I. Ferdinand derhal genel meclisi toplantıya çağırdıysa da, artık iş işten geçmişti. Uzun yıllardan beri baskı altında tutulan kitleler Metternich'in istifasını istiyorlardı. Meclisi işgal eden göstericilere askerlerin ateş açması sonucu halk da silahlanmaya başlayınca Metternich istifa ederek 14 Mart 1848'de Viyana'dan kaçtı. İmparator bir kurucu meclis için çağrı yapacağına söz verdi. Ancak Metternich'in istifa zorunda kalması ve Viyana'dan esmeye başlayan özgürlükçü rüzgârlar, imparatorluk içindeki farklı ulusların da ayaklanmasına neden oldu. Daha sonra anlatacağımız üzere İtalya zaten ayaklanmış durumdaydı ve Avusturya orduları önemli ölçüde oradaki karışıklıkları bastırmaya çabalıyorlardı. Önce Galiçya'da kırsal kesimde köylü ayaklanmaları başladı. Hareket daha sonra Bohemya'ya sıçradı. Ardından Prag'da bir halk meclisi toplandı. Macarlar da çoktan ayaklanmışlardı. Kossuth'un önderliğinde yürütülen bağımsızlık hareketi 3 Mart 1848'de Viyana'ya verilen bir talepname ile su üzerine çıkmıştı. Viyana bu talebi kabul ediyor ve Macaristan 30 Mart'ta bağımsız bir devlet oluyordu. Daha sonra 25 Nisan 1848'de özgürlükçü bir anayasa ilân edilecektir. Ancak bu Avusturya Anayasası, Viy ana'daki "Ulusal Muhafız Birliği" ve "lejyon" tarafından aşırı özgürlükçü bulundu. Bu iki grubun oluşturduğu "Mer-Kez Siyasi Komitesi" imparatora karşı çıkmaktan çekinmiyordu. İmparator 15 Mayıs 1848'de, yeni açılacak parlamentonun bu anayasa-^ da gözden geçireceğine söz verdikten sonra, gizlice Viyana'dan ay-1 dl- Artık söz sokakta kalmıştı. Ancak düzenden yana olanlar ağır basmaya başlamışlardı. 22 Temmuz 1848'de Viyana'da Avusturya Meclisi açılmadan Ce Çek Ulusal Hareketi kanlı bir biçimde bastırılmıştı bile. Meclisin
232 ikinci bölüm: yeni bİT dünyada denge arayışları
ilk yaptığı iş feodal hakların kaldırılması olmuştu. Gerçekten Avusturya liberalleri, feodalizme karşı çıkıyorlardı ama, kendi egemenlikleri altındaki topraklarda çıkan ayaklanmaları ve liberal hareketleri desteklemek istemiyorlardı. Bu arada Viyana bağımsızlığını kazanmış Macarlara karşı ayaklanan ve bağımsızlıklarını isteyen Hırvatları destekliyordu. Sözkonusu kendi bağımsızlıkları olduğu zaman, "ulusların kendi kaderlerini tayin hakkından" söz eden Macarlar ise, aynı taleple ortaya çıkan Hırvatlara karşı en sert önlemleri almaktan çekinmiyorlardı. Bu arada Kossuth, 11 Eylülde parlamentoda mutlak egemen olarak diktatörlüğünü ilân etmişti. Hırvatları destekleyen Avusturya ordusunun yardımıyla Macar orduları yenilmeye başladılar. Peşte'de panik başladı. Viyana'da olayları duyan halk yeniden ayaklandı. Ancak üç gün süren ayaklanma kanlı bir biçimde bastırıldı. Kendini verdiği sözlerle bağımlı saydığı için sert önlemlere karşı çıkmak zorunda sayan İmparator I. Ferdinand, 2 Aralık 1848'de tahttan feragat etti. Yerine geçen ve 1916'ya dek 68 yıl tahtta kalacak olan Franz Joseph I. Ferdinand'ın vermiş olduğu ödünlerden lıiçbirini tanımadığını ilân ederek parlamentoyu dağıttı ve 4 Mart 1849'da tüm Avusturya İmparatorluğu'nda geçerli olmak üzere tek bir anayasa çıkardı. Ancak Macar milliyetçileri bunu kabul etmediler. 14 Nisan 1849'da Peşte, Kossuth'un eline geçti ve parlamento yeni bir kral seçilinceye dek Kossuth'u krallık valisi olarak ve gene diktatör yetkileriyle atadı. Avusturya bu isyanı bastırmak için Rusya'dan yardım istedi. Rus Çarı I. Nikola hem her türlü yeniliğe ve özgürlüğe karşı olduğundan ve hem de siyasal çıkarları böyle gerektirdiğinden büyük bir ordu göndererek Macar isyanını çok kanlı bir biçimde bastırdı. Rus ordusundan kaçan Macar milliyetçilerinin Osmanlı Imparatorluğu'na sığınmaları ve Rusya'nın başta Kossuth olmak üzere bunları geri istemesi, Osmanlı İmparatorluğu'nun başını uzun süre ağrıtacaktır.17 Gerçekten İngiltere ve Fransa bunların geri verilmemesini ta17 Bu konuda bkz. İleri, S. N., a.g.e., s.185-186.
sriB'da 1830 ve 1840 ihtilâlleri 233
lep ederken; Prusya, Avusturya ve Rusya derhal geri verilmelerini istemekteydi. Hattâ I. Nikola bu konuda bir özeleti göndermiş ve fakat bu elçinin getirdiği ültimatomu Osmanlı devlet idamları kabul etmeyince geri dönmüştü. Bu Macarların Ruslara geri verilmesi Aırımunda öldürülecekleri kesindi. Ancak Ruslarla bir savaşa hazır duyan Osmanlılar, bunun bir savaş nedeni olmasını da istemiyortfı Sonunda bu konuda çara özel elçi olarak, daha sonra sadrazam daolıcak olan Fuad Efendi gönderildi. Padişahın özel bir mektubunu götüren Fuad Efendi, bu konuda bir anlaşma sağlamaya muvaffak oldu. Kaçanlar arasından Müslüman olanlar, Kütahya'ya yerleştirildik! Diğerleri de Rusya'ya teslim edilmeyerek imparatorluk dışına göndtrilhler.18 Böylece Avusturya'da 1848 İhtilâli çok kan dökülmesine kırp önemli bir değişiklik getiremeden tümüyle bastırılmış oluyordu, İtalya'da 1848 İhtilâli Viyana Kongresi'nin yeniden parçaladığı ve Lombrdiya ile Venedik'in Avusturya'nın işgali altında kaldığı ve Modem, Parma ve Toscana'da gene Avusturyalı prenslerin hüküm sürdüğü İtalya'da hem bu parçalanmış devlet içinde daha liberal bir düzen için sansın veriliyor ve hem de İtalya'nın tek bir devlet olarak örgütlenebilrnefflisağlayacak koşulların kazanılmasına uğraşılıyordu. Ancak özellikle İtalyın Birliği konusundaki görüşler birbirinden çok farklıydı. Bu farklı görüş arasında en yaygın olan üçü; 1830 İhtilâli sırasında "Genç İtalyaCeniyeti"ni kurarak yoğun bir propaganda yapan Mazzini'nin öncülüğünü yaptığı "Birleşik italya Cumhuriyeti" düşüncesi, papalık çerçevesinde bir İtalyan Konfederasyonu oluşturma düşüncesi ve son olara! da, Piemonte'nin temei olacağı bir "İtalya Krallığı" kurma düşüncesi! Ancak çıkan bütün paklanmalar Metternich tarafından sert bir biçimde bastırılıyordu. Ancak 1848 ayaklanmalar zinciri ilk tez İtalya'da da başladı. Napoli'de ayaklanan liberaller, Ocak 1848'dtll Ferdinand'ı zorlayaUlusai kahraman Kossurh, önce Malta'ya geçmiş ve daha mtia İngiltere üzerinden Amerika'ya gitmiştir. Burada bir kahraman olarak karşılanan Koşul,Amerika'ya yerleşecektir.
234
il
bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
rak 1830 Fransız Anayasası'nın model alındığı özgürlükçü bir anayasa kabul ettirdiler. Bundan birkaç gün sonra Piemonte'de de benzer bir anayasa yürürlüğe girdi. Bu özgürlükçü anayasalar daha sonra Papalık ve Toscana'da da kabul edildiler. Böylece pek kan da dökülmeden Avusturya işgali altında olan toprakların dışında kalan tüm İtalyan devletleri liberal olarak adlandırabileceğimiz anayasalara kavuşmuşlardı. Avusturya'daki ihtilâl haberi İtalya'da duyulduğu anda önce Milano'da (Lombardia), ardından da Venedik'te halk ayaklandı ve Avusturya garnizonlarını basarak Avusturyalıları püskürttüler. 23 Mart 1848'de Venedik'te geçici cumhuriyet ilân edildi. Bu arada Avusturyalı olan Parma ve Modena dükleri de kaçmış olduklarından, Avusturya'nın İtalya'da Verona ve Mantııa kalelerinden başka hiçbir gücü kalmamıştı. Bu arada Piemonte Kralı Karlos Alberto Avusturya'ya karşı yürütülen savaşın başına geçmişti. Böylesi bir savaşıma gönüllü olmamakla birlikte, papalık ve Napoli Krallığı da, iç ayaklanmalardan çekindikleri için Avusturya'ya karşı savaşa katıldılar. Ancak gerek papa, gerekse Napoli kralı daha sonra sözlerinden cayacaklardır. Fakat Karlos Alberto yalnız başına kalmış olmasına rağmen, 30 Mart 1848'de Avusturyalıları Goito'da yenecektir. Goito zaferi gerek Karlos Alberto ve gerekse Piemonte'ye büyük prestij kazandırmıştı. Ayrıca bölümün başında vurgulamış olduğumuz İtalyan Birliği konusundaki üç seçenekten, monarşist seçeneğin taraftarlarının artmasına neden olmuştu. Parma ve Modena Piemonte'ye katıldılar. 29 Mayıs'ta cumhuriyetçi düşüncelerin çok yaygın olduğu Lombardia Piemonte'ye katıldı, Son olarak 4 Temmuz 1848'de Venedik Kurucu Meclisi Piemonte'ye katılma kararı aldı. Böylece tüm Kuzey İtalya Piemonte Devleti ve Karlos Alberto etrafında birleşmiş oluyordu. Fakat bu birleşmiş İtalya umudu fazla sürmedi. Radetzky komutasındaki Avusturya ordusu 25 Temmuz'da Karlos Alberto'yu Cus tozza'da yendiler. 9 ağustos'ta imzalanan antlaşma ile Lombardia Venedik yeniden Avusturya'ya geçti.
aıropa'da 1830 ve 1840 Milleri 235
Bu yenilgi İtalya'daki cumhuriyetçi düşünceyi harekete geçirdi. İtalyan Birliği'nin bir monarşi çerçevesinde gerçekleşemeyeceği anlayışı yaygınlaştı. 13 Ağustos'ta Venedik'te cumhuriyet ilân edildi. Ayın sonunda Toscana. 6 EylüPde papalıkta yönetime liberaller getirildi. Papa IX. Pius tarafından hükümetin başına getirilen liberal Rossi'nin İtalyan Birliği'ni papalığın otoritesi etrafında bir konfederasyon olarak oluşturmaya çabalaması sonucu 15 Kasım'da öldürüldü. Roma Parlamentosu Kurucu Meclis seçimleri çağrısı yaparak dağıldı. Papa Roma dışına kaçtı. Ve 9 Şubat 1849'da Kurucu Meclis Roma'da cumhuriyeti ilân etti. Bu arada Mazzini, Floransa'ya giderek 18 Şubat'ta orada bir cumhuriyet ilân etmişti. Bütün İtalya boydanboya kargaşalık içindeyken Karlos Alberto Avusturya ile olan savaşımını sürdürmeye çalışıyordu. Fakat 23 Mart 1849'da Navara'da Avusturyalılara bir kez daha yenildi. Artık barış istemekten başka çaresi kalmamıştı. Ancak Karlos Alberto'nun bu yenilgisiyle tüm yanmada eski düzenden yana olan güçlerin harekete geçmesine neden olmuştu. Brescia ve Cenova'da çıkan cumhuriyetçi ayaklanmalar şiddetle bastırıldı. Napoli Kralı II. Ferdinand 1848'de Sicilyalı liberallere vermek zorunda kaldığı göreli özerkliği kaldırarak mutlak otoritesini oluşturdu. Mayıs 1849'da Floransa'ya giren Avusturya ordusu eski mutlak monarşiyi de geri getirdi. Bu arada Avusturya'nın beş aylık kuşatmasına karşı koyan Venedik 27 Nisan 1849'da teslim oldu. Papalık devleti Avrupa'nın Katolik devletlerinin ortak bir sorunu olmuştu. Nisan 1849'da Gaeta'da toplanan bir konferansta Fransa, Avusturya ve İspanya ortak bir politika çerçevesinde anlaşamamışlardı. Özellikle Louis Napolyon eski bir Carbonari Cemiyeti üyesi olarak italyan sorununa sahip çıkmak istiyor ve böylece Avusturya'yıza-yt düşürmeyi de umuyordu. Roma'da cumhuriyeti savunmakla görev-1 °lan Garibaldi önceleri birkaç başarı kazandıysa da Avusturya ordu-su karşısında tutunamadı. 14 Temmuz 1849'da papalık devleti eski ütlakiyetçi yapısıyla yeniden oluşturulmuştu. Piemonte Kralı Karlos Alberto, Navara'da Avusturyalılara ye-1 dl gi zaman kral, oğlu adına tahttan çekilmişti. Tahta çıkan II. Vik-
236 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
tor Emanuelle ve başbakanlığa atadığı Kont Cavour (Kavur), izledikleri dinamik ve akılcı politika ile bir süre sonra İtalyan Birliği'ni gerçekleştireceklerdir. Almanya'da 1848 İhtilâli 1848 ihtilâlleri Almanya'da birlik yolunda önemli adımlar atılmasına neden olmuş ve Almanya son birkaç yüzyıllık tarihinde ilk kez birleşmenin eşiğine kadar gelebilmiştir. Ancak bunun sağlanamaması bile, bu yönde atılmış ileri bir adımdır. Zira böylesi bir birleşmenin potansiyel iki liderinden Avusturya ve Prusya arasındaki sorun çözülmeden, bir birleşmenin sözkonusu olamayacağı anlaşılmıştır. Ayrıca Prusya Başbakanı Otto von Bismarck'ı da ilk kez tarih sahnesindeki bu münasebetle görmüş oluyorduk.19 Paris'teki ayaklanmalar Almanya'da duyulur duyulmaz benzer hareketler ortaya çıktı. 27 Şubat 1848'de Offenburgve Mannheim'da toplanan liberaller Karlsruhe diyetine verdikleri bir talepname ile; din özgürlüğünün sağlanmasını, feodal rejimin son izlerinin ortadan kaldırılmasını, mali reformlar yapılmasını, basın özgürlüğünün sağlanmasını vb. isteyerek, Frankfurt'ta bir ortak parlamento toplanmasını istediler.2 Bu tür toplantılar ve talepler tüm Güney Almanya'da yapılmaya başlandı ve çok ilginç bir biçimde Hessen-Darmstaat, Bavyera, Hes-se, Nassau, Würtemberg, Bremen, Hamburg ve Saksonya'da liberaller kendilerinin de beklemedikleri bir başarı sağladılar ve tutucu yönetimlerden hiçbir karşı koyma görmeksizin kendilerini iktidarda buldular. O dönemdeki Alman liberallerinin tek bir sloganı Vardı: Yerel olarak meşrutî rejimler oluşturarak Almanya'nın birliğini sağlamak... Bu arada Prusya'da da liberaller ayaklanmış ve Berlin'de l8 Mart 1848'de barikatlar kurulmuştu. Prusya da liberalizme teslim oldu ve 21 Mart'ta Berlin'den yapılan açıklama ile 5 Mart'ta Heideb berg'te seçilen Frankfurt Kurucu Meclisi hazırlık kontesi kararlarına katıldıklarını açıkladılar. 19 20
Konuyla ilgili olarak bkz. Alfred Stern, a.g.m., s.17-39, İleri, S. N, s.ı72 vcj. Pirenne, J., a.g.e., s.1207 vd.
avrupa'da 1830 ve 1840 ihtilâlleri 237
Frankfurt geçici parlamentosu 31 Martl848'de toplandı. Bu parlamentoda çoğunluğu sağlamış olan radikaller, genel meclis için seçimlerin yapılması yerine, bu geçici parlamentonun sürekliliğini ilân etmesini istiyorlardı. Ancak parlamento seçim kararını alarak dağıldıÇeşitli yörelerde çıkan radikal ayaklanmalar bastırıldı. Bu arada geçici hazırlık parlamentosundan bir gün önce 30 Mart 1848'de toplanmış olan Germen Konfederasyonu Diet'i de tüm Almanya için geçerli olacak bir anayasa hazırlanmasına ve Almanca konuşulan tüm bölgelerde genel bir meclis için seçim yapılmasına karar vererek dağılmıştı. Böylece Diet ile geçici parlamento aynı sonuca ulaşmış oluyorlardı. Çoğunluğunu üniversite hocalarının oluşturduğu Alman Ulusal Meclisi 18 Mayıs 1848'de Frankfurt'ta toplandı. Meclise genellikle ılımlı bir liberalizm egemendi ve üyelerin tümünün katı bir biçimde rıkirbirliği sağladıkları tek husus Alman Birliği idi. Meclis tüm Alman halkının egemenliğini temsil ettiği savıyla geçici bir "Yürütme Kurulu" oluşturarak başına I. Fransua'nın kardeşi Johann'ı getirdi. Bu kurul bir anlamda geçici bir hükümet niteliğinde oluşturulmuştu. Ancak Haziran 1848'de Paris'te işçilere karşı girişilen bastırma hareketi Almanya'da da sosyalistlerin silahlanmasına neden oldu. Berlin'de işçilerle ordu birlikleri çatıştılar. Ancak İmparator IV. Friedrich Wilhelm bu kez hareketin şiddetle bastırılmasını emretti. Ve bundan sonra tutucuların özellikle Prusya'da Junkersler arasında hızla örgütlenmeye başladıklarını görüyoruz. Ve bu nedenle Frankfurt Meclisi bütün Alman askerlerinin geçici komite başkanı Arşidük Johann'a sadakat yemini etmesini istediği zaman Prusya bunu reddetti. Prusya bir yandan birleşik bir Almanya hareketinin liderliğini yaparken, bir yandan da kendi içinde düzenlemelere girişiyordu. Bu Çerçeve içinde Frankfurt'ta Ulusal Meclis'in toplanmasından dört gün sonra 22 Mayıs 1848'de Prusya ulusal Meclisi de Berlin'de toplanıyordu. Bu meclis 27 Nisan 1849'da kral tarafından kapatılacak ve 30 2- Armaoğlu, R, a.g.e., s. 127.
238 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Mayıs 1849'da "Sınıf Yasası" adı ile bilinen yeni bir seçim yasası çıkartacaktır. Buna göre aynı değerde vergi miktarını temsil eden birinci seçmenler, eşit sayıda ikinci seçmen çıkartıyordu. Bu durumda yüksek vergi ödeyen bir azınlık, düşük vergi ödeyen bir çoğunlukla aynı haklara sahip olacaklardır. Bu arada Friedrich Wilhelm bağlılık yemini etmediği 5 Aralık 1848 anayasasında da kimi değişiklikler yaparak özgürlükleri budadıktan sonra, bağlılık yeminini yaptı ve Prusya Anayasası yürürlüğe girdi (36 Aralık 1850). Ulusal Meclis ise Arşidük Johann'a bağlılık yemini ettiremedikten sonra önemli ölçüde prestij yitirmesine karşın çalışmalarını sürdürüyordu. Sonunda liberal ve federal bir Birleşik Almanya Anayasası ortaya çıkarıldı. Bu federasyonun Prusya'nın başkanlığı altında olması öngörülüyor ve Avusturya federasyon dışında bırakılıyordu. 27 Mart 1849'da 263'e karşı 267 oyla Federal Almanya'nın veraset yasalarına uygun bir imparatorla yönetilmesi karar altına alınıyor, 28 Mart'ta ise Ulusal Meclis Federal Almanya İmparatorluğu'na Prusya Kralı IV. Friedrich Wilhelm'i seçiyordu. Ulusal Meclis'te yeralan devletlerden 28'inin bu kararı benimsemesine karşın Bavyera, Würtemberg ve Saksonya kralları bu kararı tanımadıklarını açıkladılar. Avusturya ise temsilcilerini derhal geriye çağırdı. Friedrich Wilhelm, 3 Nisan 1849'da bu görevi reddettiğini açıklayarak buhrana son verdi. Zaten Pirenne'in de belirtmiş olduğu üzere eğer bu tacı liberallerin ellerinden alırsa, istedikleri zaman da geriye vermek zorunluluğunda kalabilirdi. Böylece Frankfurt Ulusal Meclisi işlevini başarısızlıkla sonuçlandırmış oluyordu. Meclisin dağılmasına karşın dağılmamakta direnen yüz kadar radikal temsilci meclisi daha rahat olacaklarını umdukları Stuttgart'a taşıdılar ve Almanya'nın değişik yörelerinde ihtilâl girişimlerinde bulundular. Ancak tüm girişimleri Prusya ordusu tarafından kanlı bir biçimde bastırıldı. Özellikle 3-8 Mayıs 1849 Dresden ve 23 Temmuz Rastaat ayaklanmalarının bastırılması çok kanlı olmuştu. Bu arada Würtemberg ordusu 18 Haziran'da Stuttgart'taki meclisi de dağıtmış durumdaydı. Liberal ve radikal hareketlerin dağıtılmasından ve sindirilmesinden sonra Prusya kendi inisiyatifi ile harekete geçerek merkez sağa
avmpa'da^p ve 1840 ihtilalleri 239
dayanan bir birlik oluşturma çabasına girişti. Frankfurt Ulusal Meclisi'ne katılmış bulunan üyeleri Gotha'ya çağırarak meşru bir zemin aramaya başladılar. Zaten 27 Mayıs 1849'da Berlin'de bir konfedans toplayarak Prusya kralının başkanlığı altında altı prensten oluşan bir kurulun yönetiminde yeni bir Alman Konfederasyonu kurulması önerisini ileri sürmüşler, ancak Avusturya ve Bavyera delegelerinin karşı çıkışlarıyla sonuç alamamışlardı. Ancak Prusya her şeye karşın konfederasyonu oluşturdu ve Avusturya, Bavyera, Würtemberg, Hesse, Hamburg ve Lichtenstein dışındaki tüm devletleri buna bağlamayı başardı. Viyana'nın konfederasyona tepkisi çok sert oldu. Kendini savaşa hazır hissetmeyen IV. Friedrich Wilhelm, 1840 Eylül'ünde Avusturya ve Fillnitz Antlaşması'nı imzalayarak, Almanya'nın ortak işlerini 1 Mayıs 1850'ye dek Avusturya ile birlikte çözümlemeyi kabul etmek zorunda kaldı. Prusya Konfederasyonu'na katılan devletler birlik parlamentosu için seçim yaparlarken, Avusturya'nın özendirmesi sonucu Saksonya, Würtemberg, Bavyera ve Hanover kralları "Dört Kral Antlaşmasını imzaladılar. Buna göre Germen Federasyonu Prusya tarafından değil, yedi üyeli bir Direktuar tarafından yönetilecekti. Bu Direktuar'ın dört kral dışındaki üyeleri Prusya kralı, Hesseıı dükü ve Avusturya imparatoru olacaktı. Konfederasyonun üç yüz üyeli bir parlamentosu olacaktı ve bunun yüz kişisini Avusturya, yüz kişisini Prusya ve yüz kişisini diğer Alman devletleri gönderecekti. Avusturya bu öneriyi hemen kabul etti. Prusya ise Avusturya'ya karşı Fransa'nın etkisine girmektense şimdilik bu öneriyi kabul etmeyi yeğledi. Prusya Konfederasyonu üyeleri birlik anayasasının uygulanmasının ertelendiğini açıkladılar. Germen Konfederasyonu'nun Diet'i Ağustos 1851'de toplanınca ilk aldığı karar 1849'da kabul edilen "temel yasaları" kaldırmak ve üye devletlerin anayasalarından liberal hükümlerin çıkartılmasını önermek oldu. Bu öneri kısa sürede uygulandı ve Alman devletleri anayasalarındaki özgürlükçü hükümler kaldırıldığı gibi, seçim yasalarına getirilen kısıtlamalarla tümüyle eskiye dönülmüş oldu. Ve böyle-
240 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışa
ce 1848 ihtilâlleri Almanya'da daçok kan dökülmesine neden olmasına karşılık, temsilî rejim ve özgürlükler adına kalıcı bir şey getirmemiş oldu. Ancak Prusya, Avusturya safdışı edilmeden Alman Birliği'ni oluşturamayacağını anlamış olduki, Avusturya tehditlerine bu dönemdeki boyun eğme acısını 1866'içok fazlasıyla çıkartacaktır. İngiltere'de ve Avrupa'nın Diğer Ülkelerinde 1848 İhtilâlleri Avrupa'da 1830 ve 1848 ihtilâlleri sosyal ve ekonomik gelişme arasındaki farklardan kaynaklandığı için, bu gelişme trendleri arasında dengeyi mümkün olduğu kadar oluşturmaya çabalayan İngiltere'de, kıtada gördüğümüz çatışmaları göremeyiz. Fakat 1830'da oy hakkının genelleştirilmesi22 konusunda çıkan çatışma orta sınıfın başarısıyla sonuçlandıktan sonra 1840'iı yıllarda bu kez İngiliz İşçi Sınıfı'nı belirli taleplerle ortaya çıkmış olarak görüyoruz. Gerçekten Sanayi Devrim'ni ilk başaran ülke olarak İngiltere emek sömürüsünün kendi yurttaşları açısından belki de en ileri dizeye çıkmış olduğu bir ülkeydi. Ancak gerek genel zenginleşmenin çalışan kitlelere de yansıması ve gerekse 1820'lerde işçilerin de örgütlenmelerine olanak sağlayan yasal düzenlemeler getirilmesi yüzünden, özellikle kadın ve çocuk emeğinin sömürülmesi önemli ölçüde engellenmişti. Hızla sayıları ve üye sayıları artan işçi dernekleri önceleri salt ekonomik taleplerle ortaya çıkarlarken, ekonomik taleplerin tek başlarına bir anlam taşımadıklarını anlamışlar ve siyasal taleplerle ortayaçıkmaya başlamışlardı. 1832 Seçim yasası oy veren kitleyi genişletmişti, ancak seçim çevrelerini değiştirmemişti. Yanilıer seçim bölgesinden çıkacak olan milletvekili sayısı dondurulmuştu ve o bölgenin nüfusu istediği kadar çoğalsın ya da azalsın; çıkartılacak temsilci sayısı değişmiyordu. Bu özellikle nüfusu çok artmış kentler açısından dezavantajlı bir durum ortaya çıkarıyordu. Sanayi işçilerinin yoğun bir biçimde kentlerde yaşadıklarını vurgulamaya herhalde gerek yoktur. 1838'de artan işçi talepleri nedeniyle birtakım işveren dernekle22
Burada elbette göreceli bir genelleştirme sizkonusudur. Günümüz anlamında tüm vatandaş rın katıldığı bir genel oy ilkesinden söz edilemez.
avrupa'da 1830 ve 1840 ihtilâlleri 241
ri örgüt üyesi işçileri işten çıkartacaklarını açıkladılar. Ayrıca işçilerin siyasal haklarının çok ileriye gittiği konusunda kimi açıklamalar da yapıldı. Bunun üzerine işçi dernekleri toplu bir çıkış yaparak ortak bir bildiri yayınladılar. Bildirinin başlığından ötürü (The People's Char-ter), bu ve bunu izleyen hareketlere "Chartist Hareket" adı verilir. Bildiri ile; tüm erkekleri kapsayan bir genel seçim hakkı, oy vermede gizlilik yöntemi, temsilcilere maaş verilmesi vb. gibi talepler yeralıyordu. 1839'da bir milyon iki yüz bin imza ile verilen dilekçeyi parlamento görüşmeye bile gerek görmeksizin reddetti. Basın ve aydın çevrelerin tepkisi boşuna oldu. 1842'de üç milyon imza toplandı. Ancak bildirideki talepler gene dikkate alınmadı. Sadece yiyecek maddelerinden alınmakta olan vergiler biraz düşürüldü. İngiltere'de 1848 kışı çok zorlu geçti. Yiyecek ve yakacak bulma konusunda güçlük çeken kitleler umutlarını yeniden Chartist Ha-reket'e bağladılar. Fakat büyük törenlerle ve altı milyon imza ile verilen dilekçenin gene etkisi olmadı. İngiltere'de Charte'da yeralan taleplerin gerçekleşmesi daha sonraki 60 yıl içinde olacaktır. 1848 ihtilâl dalgası Avrupa'nın diğer ülkelerinde ayaklanmalara yolaçmadıysalar da, kıtada esen özgürlükçü, milliyetçi ve sosyal hava bu devletlerde de şu ya da bu şekillerde değişimlere ve düzenlemelere yolaçtı. Hollanda'da 1848'de yayınlanan yeni bir anayasa ile meşrutî monarşi pekiştirildi. Temsilciler tek derecelik seçimle halk tarafından seçilecek ve yürütme meclise karşı sorumlu olacaktı. Danimarka'da çift meclisli bir parlamento getiren yeni bir anayasa yürürlüğe girdi. İsviçre'de Federal Anayasa 1848'de kabul edildi. ABD Başkan-hk Rejimi'nden bir ölçüde esinlenilmiş olan bu anayasaya göre, her kantonun iki temsilcisi ile katıldığı bir Ayan Meclisi ile tek dereceli seçimlerle seçilen temsilcilerin oluşturduğu Millet Meclisi çift meclisli Parlamentoyu oluşturdu. Ancak ABD'den çok farklı olarak İsviçre uevlet Başkanlığı salt göstermelik bir görevdi. ABD devlet başkanının yürütmenin başı olarak sahip olduğu geniş yetkilerin hiçbirine sahip
2/f2 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışlan
değildi. Yürütme doğrudan doğmıaparlamentodan seçilen ve parlamentoya karşı sorumlu olan BakaılarKurulu'ndaydı. Avrupa'nın diğer ülkelerirr&1848'de pek değişim ortaya çıkmamıştır.
İtalyan ve Alman Birliklerinin Kurulması
• Ttalyan ve Alman birliklerinin kurulması, salt Avrupa'nın haritasını I değiştiren ya da Avrupa'nın siyasal tarihini etkileyen gelişmeler ola rak değerlendirilemez. Özellikle güçlenen Almanya'nın neden olduğu Birinci ve İkinci Dünya Savaşı, tüm dünyayı yakından etkilemiş ve il gilendirmiş olduğu gibi; özellikle ABD'nin dış politikasının da önemli ölçüde değişmesine neden olmuş ve ABD çok uzun süredir sürdürmek te olduğu veMonroe Doktrini çerçevesinde bizim de kısaca değindiği miz "izolasyon politikası "nı rerketmiştir. Konunun bizim açımızdan da çok özel bir önemi vardır. İlgili olumde üzerinde durmayı umut ettiğimiz gibi;1 Almanya'nın güçlenerek tarih sahnesine çıkması komşusu Fransa'nın yamsıra iki büyük e vleti daha tedirgin etmiştir. Bunlar Rusya ve İngiltere'dir. Rusya'nın girgin olmasının nedeni Almanya'nın "Lebensraum-Yaşama AlaII m kendisine göre Doğu'da, yani Rusya'nın denetimindeki topraku
kitabı yazmaya başladığımız zaman, 25-30 formalık bir kapsam içinde, günümüze dek geleyi umut ed,yorduk. Oysa ki şimdi bunu iki cilt içinde gerçekleştirmek durumundayız. Birin-«nya Savası'nın öncesindeki gelişmeleri ve özellikle Osmanlı-İngil.z ilişkilerini çalışmamızın Be°e çıkartmayı beklediğimiz ikinci cildinde ele alacağız.
244
ikinci
bölüm: yeni bir dünyada denge arayışla!
larda görmesidir. İngiltere'nin tedirgin olmasının nedeni ise güçlü bir donanma kuran Almanya'nın İngiltere sömürgelerine göz dikmesi ve İngiltere'yi denizlerde tehdit etmesidir. İşte bu koşullar arasında İngiltere ve Rusya arasında ortaya çıkan kaçınılmaz yakınlaşma, İngiltere'nin Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili politikasını değiştirmesine neden oldu. O zamanlara dek Rusya'nın güneye inmesini engellemek için Osmanlı İmparatorluğumun bütünlüğünü ve bir ölçüde güçlülüğünü isteyen İngiltere, artık Almanya'nın Rusya'dan daha önemli bir tehlike oluşturması üzerine bu politikayı bıraktı ve Rusya'yı safına alabilmek için Osmanlı topraklan üzerinde istediği ödünleri vermekten çekinmedi. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerinde oluşacak küçük devletleri daha kolay denetleyebileceğini düşünmekteydi. Bu politikada kısmen de olsa başarılı olan İngiltere'nin hesaplarını Mustafa Kemal bozacak ve yıllarca süren savaşlardan bitkin çıkan Türkiye'yi son ve kesin bir savaş için yeniden canlandırmayı başaracaktır. Bunun sonucu da Cumhuriyetimiz olacaktır. Ancak ileride gene dönmeyi düşündüğümüz bu gelişmeleri şimdilik bir kenara bırakarak, İtalyan ve Alman birliklerinin kurulmasına dönelim. İTALYAN BİRLİĞİ'NİN KURULMASI İtalya'da Roma İmparatorluğumdan sonra Napolyon'un kısa dönemi hariç tutulursa, hiçbir zaman birlik sağlanamamıştı. 19. yüzyılda ulusçuluk akımının yaygınlaşmasıyla ve hiç kuşkusuz Napolyon'un da büyük etkisiyle İtalyan Birliği konusu büyük bir heyecanla gündeme gel" misti. Ancak 1848'lerde sanki çok yakınlaşmış gibi görünen İtalyan Birliği özellikle Avusturya'nın güç ve zoruyla gene engellenmişti. Ayfl' ca anımsamakta yarar olan bir başka husus, nasıl bir İtalyan Bınig sağlanacağı konusunda da tam bir görüş birliği olmamasıdır. Mona şistler, cumhuriyetçiler ve papalık yanlılarının, 1848 devrimlerini anla tırken de değindiğimiz üzere farklı beklentiler içinde olmaları ve a lannda sağlıklı bir eşgüdüm sağlayamamalan, İtalyan Birliği ülküsü hep erteletmiştir. Ancak daha 1848 devrimlerinin bastırılmalarının
italyan ve alman birliklerinin kurulması 2^5
marnlanmasın! izleyen günlerde İtalyan Birliği'nin Piemonte ya da bir diğer adıyla Sardunya Krallığı'nın öncülüğünde gerçekleşeceğini herkes anlamış bulunmaktaydı. Öylesine ki; Garibaldi gibisinden cumhuriyetçiler bile, Piemonte'nin Savoi hanedanını İtalyan Birliği uğruna desteklemekten çekinmeyeceklerdi.2 O dönemin İtalya'sında iki önemli krallık vardı. Bunlardan biri Güney İtalya ve Sicilya topraklarına yayılmış bulunan "İki Sicilya Krallığı" ya da bir diğer adıyla Napoli Krallığı'ydı. Ancak bu krallık İtalyan Birliği gibisinden bir misyonu üstlenme niyetinde değildi-3 Bu koşullar altında İtalyan Birliği'nin öncülüğü Piemonte'ye düştü. Aynı dönemde Avusturya'ya bağlı olan Venedik'te (ve Lombardia) sık sık ayaklanmalar çıkmasına karşın bunlar Avusturya tarafından kolaylıkla bastırılıyordu. Piemonte Kralı Karlos Alberto'nun tahtı 1849'da Viktor Emanuelle'e bırakmasından sonra İtalyan siyasal yaşamında parlayan yeni bir isim görüyoruz: Kont Cavour. Zaten İtalyan Birliği'nin üç mimarı Viktor Emanuelle, Kont Cavour ve Garibaldi olacaktır. ;1872 yllian arasmda yaSayan GUiseppe Mazzini 1831'de kurduğu «Genç İtalya» ve 34 te kurduğu «Genç Avrupa" dernekleri çerçevesinde ölünceye dek legal ya da illegal biçimde cumhuriyetçilik görüşlerini savunmaya devam edecektir. Siyasal Düşünce derslerinin konuları içine de pek girmeyen bazı görüşlerini belirtmekte yarar görüyoruz: "Genç İtalya cumhuriyetçi ve birleşikçidir. ■ Cumhuriyetçidir: Zira teoride ayn, ulusu oluşturan insanların tümü, Tann'mn ve insanları yasalar, uyarınca özgür, eşit ve kardeştirler. Böylesi bir geleceği güvence altına alan tek şey cumhuriyetçi bir anayasadır... olm !'''t 1"td'r: Zİra bİrleŞİlmݧ olmadan 8er?ek bir "i™ olunamaz. Çünkü birli olmadan güç ve İta ya Bırlığı'm sağlamış güçlü ve meraki, ülkelerle çevrelenmiş olmas, nedeniyle özel-UK|e guçlu olmak zorundadır..." <%W "Ulus ve insanlık ^"^ "« 19U' "^ blr de J"StîhkrmanaVatanlarm pimidir; insanlık yeryüzündeki amaçların, se»glve banşı içinyasLr ' ? İSt6yen UlllSlarm, bUam3Ca yÖneHk birlikleridir... Yaşam, bir halkın gerçek §arru, onu yönlendiren moral kavramdan oluşur..."
(Yazılar, Hamburg, 1868, c.l, s.194) Bkz n- r, . Politik und GeseIhcbaft,s-S8-59. g Ite İe S Luckwaldt Friedri Wd D T ' " ' ' <*; Das europeauiscbe Staatensystem 18S0-uan fropyleaen weltgeschichte, c.8, s. 102 vd. Berlin, 1930.
246 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayıp"
Piemonte Kralı Viktor Emanuelle, İtalyan Birliği'» sağlamak için aşılması gereken iki engel olduğunun bilincindeydi. Bunlardan birincisi, zaten Kuzeydoğu İtalya'yı elinde bulunduran ve Orta İtalya'da birçok prensliği, hanedanları kanalıyla denetlemekte olan Avusturya'n askerî gücünün kırılması, diğeri ise dinişitrikadar dünya işlerine de müdahale etmekle olan papalığın moral gücünün kırılmasıydıVegenç kral bu konuda kendisine gerçekteımükemmel bir yardımcı buldu: Kont Cavour, KontCavour soylu bir aileden gelmesine Kont Cavour. ve tutucu ve disiplinli bir askerî eğitim almasına kaş, çağının liberal gerçeklerini, özellikle ekonomi alanında çok ıyıgörmüştü. Fransa ve İngiltere'ye yaptığı seyahatler genç Cavour'ıınpiinü açmış ve ülkesine geri döndükten sonra, gördüklerini ailesini topraklarında uygulamaya girişmişti.4 Zaten Kont Cavour'un VıktorEmanuelle'in kabinesine ilk girişi ticaret bakanı olarak olmuş ve 1852sonlarında başbakanlığa atanmıştı.5 Viktor Emanuelle ile Cavour'un uyumlu işbirliği sonucunda kısa bir süre içinde Piemonte'de ciddi {(Üşmeler ortaya çıktı. Siyasal olarak dengeli bir parlamentarizm, topkmdaki farklı beklentileri karşılıyordu.6 İtalya'yı kuzeye bağlayacakgeniş bir demiryolu şebekesi ile kıtadaki ticaret merkezleriyle yoğun ilişkilere girişilmesinin yanısıra Cenova Limanı genişletilerek deniz taşımacılığına da önem verildi. Özellikle tarım kesiminde sağlanan büyük ürün artışları sonucu; ipek, zeytinyağı, pirinç, şarap, tuz ve mermerihracatı Piemonte'nin dış ödeme lerini dengeledi. 4
A History of Civilization, bkz. s.204 vd.
5
Üçok, Coşkun, Siyasal Tarih (1789-19Sl!,Mı, Ankara, 1967, s.189 vd.
6
Pirenne, J., a.g.e., s.1233.
italyan ve alman birliklerinin kurulması 2^7
Bu arada düzenli ordusunu da yeniden örgütleyen ve güçlendiren Piemonte; hem gücünü göstermek ve hem de İngiltere ve Fransa'nın desteğini sağlamak için Kırım Savaşı'na katıldı. Savaş sonrasında toplanan Paris Barış Kongresi'ne katılan Kont Cavour burada Fransa Kralı III. Napolyon'la görüşerek görüşlerini bir kez daha sergilemek ve İtalya'nın birleştirilmesi konusunda yardımını istemek olanağını buldu. III. Napolyon zaten gençliğinin önemli bir bölümünün geçmiş olduğu İtalya'nın meselelerine sahipti. Ayrıca İtalyan Birliği konusunda yemin etmiş bir Carbonari üyesiydi.7 Ancak yanı başında birleşik ve güçlü bir İtalya kurulmasının Fransa'nın Akdeniz'deki emelleri açısından getirebileceği sorunları da görüyordu. Ayrıca Piemonte'nin kilise topraklarını devletleştirilmesini de fazla hoş karşılamıyor ve güvencesi altında bulunan papalığa karşı bir davranış olarak değerlendiriyordu.8 Ancak İtalya'da olaylar hızla gelişmekteydi. Kont Cavour bir yandan Avusturya ile bağlarını iyiden iyiye kopartırken, bir yandan da başta Garibaldi olmak üzere İtalyan cumhuriyetçileri için, İtalya'nın birliği, cumhuriyet düşüncesinden daha önce geliyordu. Bu arada Piemonte ordusunu da sürekli bir biçimde güçlendirmekteydi. 14 Ocak 1858'de Carbonari Cemiyeti üyesi bir İtalyan soylusu olan Orsini'nin Paris'te III. Napolyon'a karşı giriştiği bir suikast deneyimi olayların akışını hızlandırdı. 10 kişinin öldüğü ve yüzden fazla kişinin yaralandığı bu girişimin olayları olumlu mu, olumsuz mu etkilediği konusunda çok farklı yorumlar yapılır. Ancak bilinen bir husus Napolyon'un bu girişim sonrasında İtalyan sorununa daha ciddi bir biçimde eğildiğidir.9 Napolyon'un işin bu aşamasındaki amacı da, tümüyle birleşmiş Dır italya değildi. Kuzey İtalya'nın Venedik ve Lombardia dahil tümünu Piemonte'nin almasını kabul ediyor, fakat, Orta İtalya'da merkezi 0s cana olmak üzere yeni bir krallık oluşturmayı düşünüyor ve ayrıca Bkz. Armaoğlu, a.g.e., s.207 vd. Luckıvaldt, Friedrich, a.g.m., s. 104. R °ssier, Edmond, a.g.e., s.99 vd.
2^8 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayıştan
papalık topraklarını da bunun dışında tutmak istiyordu. Napoli Krallığı ise tüm hesapların dışmdaydı. Ve bunların dışında Piemonte'nin elinde bulunan Nice ve Savoi'yi de alarak Fransa'yı doğal sınırlarına ulaştırmak, yani Alpler'e dayanmak istiyordu. 20 Temmuz 1858'de Kont Cavour'la III. Napolyon Plombieres'de buluşarak yukarıdaki çerçeve içerisinde anlaşmaya vardılar. Hattâ Orta İtalya Krallığı'na III. Napolyon'un oğlunun getirilmesi ve Viktor Emanuelle'in kızının da Jerome Napolyon'un oğluyla evlenmesiyle İtalya-Fransa arasındaki bağların güçlendirilmesi konusunda anlaştılar. Aslında Fransa'nın beklentileri Kont Cavour'un beklentilerinin çok gerisindeydi. Ancak Fransa'nın askerî ve özellikle diplomatik desteğine çok gereksinmesi olan Kont 'Cavour'un eşitlik içinde pazarlık ettiğini düşünebilmek mümkün değildir. Zaten 1857'den beri Avusturya ile her türlü ilişkilerini de kesmiş, yani bir anlamda köprüleri atmış bulunuyordu. Plombieres görüşmesinden sonra III. Napolyon, Avusturya'yı bir savaş sırasında yalnız bırakmak amacıyla yoğun bir diplomatik kampanyaya girişti. İngiltere'nin tarafsızlığını sağladı. Rusya'nın böylesi bir savaşa katılması konusundaki çabalarının bir sonuç vermemesine karşın, Rusya'nın kısmî bir seferberlik yapmasını sağladı. Bu sayede daha sonra Germen Federasyonu'nun ve özellikle Prusya'nın Avusturya'ya yardım konusunda tereddütlü davranmalarını güvence altına almış oluyordu. Son olarak Prusya'nın da Avusturya, İtalya'ya saldırırsa tarafsız kalacağını anladı. Zira Prusya, İngiltere'nin dış politikasına paralel bir dış politika izlemekteydi. Ancak görüleceği üzere Avrupa'daki büyük güçlerin en azından tarafsızlıklarının sağlanabilmesinin temel koşulu, Avusturya'nın saldırgan taraf olmasıydı. 1859'un Ocak ayında Piemonte Avusturya'ya karşı tahriklerin1 en ileri düzeye çıkardı. Ocak 1859'da Kont Cavour parlamentoda yaptığı bir konuşmada, İtalya'nın dört bir yanında başlayan bağımslZ lık ve birleşmeden yana eylemlere sahip çıkacaklarını açıkladı. M günlerde ordu için yüklü bir ödenek de çıkarttıran Kont Cavour, «e
italyan ve alman birliklerinin kurulması 2Zjf9
seferberlik ilân etti ve hem de Lombardia ve Venedik'ten gelen gönüllüleri silahlandırarak orduya almaya başladı. Bu arada Viktor Emanuelle'in kızıyla Jerome Napolyon'un oğlu da evlenmişlerdi. Olayların bu gelişimi karşısında Avusturya bir yandan Lombardia ve Venedik'e yeni birlikler gönderirken, bir yandan da diğer ülkeleri bu buhrana karışmaya zorluyordu. İngiltere ve Rusya konunun uluslararası düzeyde ele alınmasını istiyorlardı. Ancak işin bu aşamasında Avusturya büyük bir hata yaptı ve sorunu bir "Alman-Fransız çatışması" olarak değerlendiren kimi Alman prensliklerinin desteğine güvenerek, böylesi bir uluslararası konferansa katılmak için Piemonte'nin silahsızlanması koşulunu ileri sürdü. Bununla da yetinmeyerek 23 Nisan 1859'da Piemonte'ye üç günlük bir ültimatom verdi ve Piemonte'nin ordusunu terhis etmemesi üzerine 26 Nisan 1859'da Avusturya orduları Piemonte sınırını geçtiler. Böylece Kont Cavour ve III. Napolyon'un amaçları gerçekleşmiş ve Avusturya saldırgan niteliğine bürünmüş oluyordu. Bu durumda Fransa bir bildiri yayınlayarak Avusturya'nın saldırganlıklarına göz yumulmayacağını açıkladı ve III. Napolyon'un kumandasındaki Fransız ordusu da İtalya'ya girerek 14 Mayıs 1859'da Alessandria'da karargâhını kurdu. Bu arada Kuzey İtalya'da genel bir ihtilâl havası esmeye başlamıştı. Toskana ve Modena, biraz da Plombieres koşullarına uymayan biçimde, Piemonte'ye katıldıklarını açıkladılar. Orta İtalya'nın diğer bölgelerinde de huzursuzluklar ortaya Çıktı. Avusturyalılarla Fransız ve Piemonte kuvvetleri arasındaki ilk Çatışma 4 Haziran 1859'da Magenta'da oldu. Çok iyi yönetilen Fransız kuvvetleri karşısında büyük bir yenilgi alan Avusturyalılar önemli °lçüde toprak bırakarak Mincio Nehri'nin gerisine dek çekildiler. Böyce Milano yolu açılmış oluyordu. Gerçekten Viktor Emanuelle ve III. apolyon'un Milano'ya girdiği gün Parma da Piemonte'ye katıldığını n ediyordu. Aynı günlerde papalık topraklarında da ayaklanmalar Ş'arnıştı ki, III. Napolyon gelişmelerin bu biçiminden fazla hoşlanmaktaydı.
250 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Eğer Avusturya yeni bir saldın girişiminde bulunmasa, belki de diplomatik alanda bazı başarılar sağlayabilirdi.10 Gerçekten Germen Federasyonu'ndaki huzursuzluk çok artmış ve Prusya işin öncülüğüne talip olmuştu. İngiltere'de de İtalya politikasının yeniden gözden geçirilmesi yönünde eğilimler ortaya çıkmıştı. Ancak barış masasına askerî bir başarıyla oturmak isteyen Avusturya, Mincio Nehri gerisideki mevzilerinden çıkarak yeniden saldırıya geçti. Belki de ordusunun sayıca üstünlüğüne güveniyordu. % Haziran 1859'da Solferino'da yapılan çok kanlı savaşı kazanan taraf gene Fransa ve Piemonte oldu. Avusturya ordusu bu kez Mincio Nehri gerisindeki mevzilerini de bırakmak zorunda kalmıştı.11 Ancak Solferino, Avrupa'da büyük yankılara yolaçtı. Rusya'nın tüm tehditlerine karşın Prusya Ren boylarına asker yağmaya başladı. Diğer Alman prensliklerinde de kıpırdanmalar başlamıştı. Ancak Avusturya Prusya tarafından "kurtarılmak" istemediği gibi, Rusya ve İngiltere'nin öncülüğüyle toplanacak uluslararası bir konferansa da gitmek istemiyordu. Zira böylesi bir konferansta herkes bir şeyler koparmak isteyecekti. Kaldı ki, III. Napolyon'un kafasındaki birleşik İtalya'nın nasıl bir İtalya olduğu Viyana'da iyi bilinmekteydi. Bu koşullar altında Avusturya İmparatoru Franz Joseph doğrudan III. Napolyon'a başvurdu. Fransız imparatoru da ne Orta ve Güney İtalya'daki gelişmelerden ve ne de Prusya'nın Ren kıyılarına yığmak yapmasından memnundu. Bu koşullar arasında Franz Joseph'den gelen görüşme önerisini kabul etti. Villafranca'da 8 Temmuz 1859'da Piemonte olmaksızın yapılan görüşmeler sonunda Franz Joseph'lelII. Napolyon temel noktalarda anlaştılar. Daha sonra bu noktalar 12 Temmuz'da kaleme alınacak ve nihayet 11 Kasım 1859'da bu kezPiemonte'nin de katılmasıyla Zürih Antlaşması'nın maddeleri olacaktır, Daha imzalandığı gün "ölü doğan" bu anlaşmanın bazı önemli maddeleri şunlardı: 10 11
Bkz. Luckvrardt, Friedrich, a.g.m., s.lOSvi Solferino'da Avusturya 22.000, Fransa 12.011 «Piemonte 9.000 ölü vermişlerdi. Yaralı sayısı 100.000'in üzerindeydi.
italyan ve alman birliklerinin kurulması 251
- Lombardia Piemonte'ye veriliyordu. - Venedik dahil olmak üzere tüm İtalyan devletleri papanın fahri ve Piemonte'nin fiili başkanlığında bir konfederasyon oluşturuyorlardı. - Toskana ve Modena prensleri tahtlarına yeniden kavuşuyorlardı. Anlaşma koşulları İtalya'da büyük tepki uyandırdı. Zira koşullar fiili durumun bile gerisindeydi. Toskana, Modena, Parma, papalığa bağlı eyaletler ve Romana zaten Piemonte'ye bağlandıklarını açıklamışlardı. Bu koşullar altında Zürih Antlaşması'nm koşullarının uygulanması ancak silah zoruyla olabilirdi. Ancak İtalyan Birliği uğruna 20.000'den fazla asker yitirmiş olan III. Napolyon bu kez Piemonte ile savaşamazdı. Avusturya'nın ise savaşacak gücü kalmamıştı. Zaten Kont Cavour, tek başına da olsa Avusturya ile savaşabilmek için bahane aramaktaydı. Böylece Napolyon 10 Ocak 1860'ta tüm İtalya'da halk oylaması yapılmasını önermek zorunda kaldı. Bu arada Nice ve Savoi'nin de Fransa sınırları içine katılmak isteyeceğini tahmin ediyordu. Nitekim yapılan halk oylamasında (Venedik, Papalık Devleti ve Napoli Krallığı oylama dışı tutulmuştu) oyların yüzde 90'mdan fazlası Piemonte ile birleşme yönünde gerçekleşti. Nice ve Savoi ise Fransa'ya katılmak istemişlerdi. Böylece Piemonte 600.000 nüfuslu bu iki kenti yitirmesine karşılık nüfusunu iki kat artırıyor ve 12 milyona ulaşıyordu. Şimdi sıra tüm İtalya'nın birleştirilmesine, yani Napoli Kral-hğı'nm birlik içine katılmasına gelmişti. 1859'da ölen Napoli Kralı II. Ferdinand'ın yerine geçen II. Fransua, hem Piemonte'ye karşı ve hem de ülke içindeki liberallere karşı sert bir tavır takınmak istiyordu. Bunun sonunda 1860'ın Nisan ayında Sicilya'da ilk ayaklanmalar başladı. Garibaldi Kont Cavour'un desteği ile Cenova'da topladığı 1000 kişilik bir gönüllü ordusu bu ayaklanmayı desteklemek ve örgütlemek üzere yola çıktı.12 Mayıs soGaribaldi yolda Roma yakınlarında karaya çıkarak Papalığı tehdit etmek istemişse de, ortaya Çıkan yoğun tepkiler üzerine bu girişiminden vazgeçmiş ve Sicilya'ya doğru yoluna devam etmiştir.
252 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
ıııındalaraya çıkan Garibaldi kısa sürede Palermo'yu ele geçirdi. Temmuz 1860'ta Messim'ın da ele geçirilmesiyle tüm Sicilya GAldi'nin denetimine girmiş oldu. Burada tüm İtalya'dan gönüllüler Garibaldi kuvvetlerine katılıyorlardı. Salt yaz aylarında 21.000 gönüllü Sicilya'ya gelerek Garibaldi kuvvetlerine katılmışlardı," I sonraki hedefin Gaeta ve Napoli olacağını anlayan II. Fransua, III. Napolyoıı'a başvurarak yardımını istedi. Ancak başta aydınlar ve liberaller olmak üzerttiı»desteğini yitirmiş durumdaydı. Tektşaınüdahale etmek istemeyen III. Naptk, İngiltere'nin bu konuya olan Giuseppe Garibaldi. ilgisinisoıdu. Ancak İngiltere'nin bu konuya idahale etmeme kararında olduğunu öğrenince, meseleye karışmayacağını duyurdu. Garibaldi Sicilya'dan Napoli'ye doğru yola çıktığı zaman papalık topraklarında da ayaklanmalarbjlamıştı. Roma o dönemde Fransız askerlerinin koruması altında I, Papalık topraklarındaki ayaklanmalar üzerine Avusturya Venedit asker yığarken, Fransa da Roma'daki garnizonunu güçlendiriyordu. Ancak Kont Cavour'un kararlı tutumu sonucu Roma dışındakıpıpalık toprakları Piemonte'ye katılmakta tereddüt etmeyeceklerdir, Garibaldi ve gönüllüleri «Eylül 1860'ta Napoli'ye girdiler. IIFransua Gaeta'ya sığınarak bu çok güçlü ve koruması kolay kalede direnmesini sürdürdü. Garibaldi, Napoli'de cumhuriyetçi bir geçici hükümet kurdu. Ancak bu hükürnttkaşarılı olamadı. Bu arada Piemonte'nin gönderdiği askerler de liEkm'de Napoli'ye girmişlerdi. 21 13
Pirenne, J., a.g.e., s.1282 vd.
italyan ve alman birliklerinin kuruta 253
Giuseppe Verdi ve Özgürlük Batı müziğinin büyük dehalarından Verdi, Napolyon'un Avrupa'da at oynattığı son yıl içinde yaşama gözlerini açmıştır. Çocukluk ve gençlik yılları Napolyon çağının yurtlarında bıraktığı acı izlenim ve anıları dinlemekle geçmiş, yabancı egemenliğine karşı derin bir nefretle dolmuştur. Bu duygulardan hareketle olsa gerek yaşamı boyunca politik hareketlere katılmaktan kaçınmamıştır. Müziğe olan büyük yeteneğine rağmen eğitimini yoksulluğun bir sonucu olarak kişisel ilişkileri aracılığıyla sürdürebilmiş, konservatuara gidememiştir. Özellikle lirik tiyatroya eğilen sanatçının bazı önemsiz denemelerinden sonra bestelediği Oberto Operası 1836 yılında La Scala'da oynanmıştı. 1842'de bestelediği Nabucco'nun gördüğü büyük ilgi ona başarılı bir kariyerin kapılarını açmıştır 1848 Dev- ^_^__—^ rimleri tüm Avrupa'y, sarmışken, Verdi 35 yaşında olup ardında Ernani, Macbet.o, Legnano Sa-blY SanatÇ h3line gelmİŞtL Me de Önem 2'H H T i" , "' ' ™ ^ima vatanseverlik ön Plandaydı. O yıllarda, Lombardia denilen bütün Kuzey İtalya, Avusturya egemenliği altındayd,. İÇİn t6k UmUt Kra Vitt0n a £manUe,e VeKo ™ TVlİl'T ""T ' ' <«Cavour'du.Nabuccooperasında Babıl dek, tutsakların korosu bir özgürlük türküsü kabul edilmiştir. Lambalılar adlı opera gene özgürlük özleminin açık belirtisi olarak yorumlanmıştı, Beklenen gerçekleşmiş 1848 St AVUStUrya lara kar a v h T*", T " 5' ^*™ Mi'ano halk, beş günlük bir savaştan sonra yabancı ar, kent d,ş,na atmıştır. Bu örneği Venedik izlemiş, özgürlüğe kavuşan kanallar ken-nde cumhuriyet; an edilmişti, Oiaylann gelişimini Paris'te bulunda s,ralarda takip ecto Ver-d. va anma döndükten sonra Venedik'te bulunan yakın dostu ozan Francessco Marîo Piave'ye şu U S gilİ d StUm; MİIano daki mivd m7 M l '? ° ' aklanmayı duyduktan sonra Paris'te kalabilir *yd mî Haber, a ,r almaz koca barikatlar, görmek üzere buraya koştum. Yaşasın kahramanlar! 5ÜyÜyen ita ya! Emin Un kurtulu saa bu Z171Z ^ ' °' 5 « Çaldı. Bu halkın isteğidir, engelleyemez Evet daha birka riyet I ?'T " ? ^ birkaç ay sonra italya özgür bir cumhu6 abilİrdi ki? Bana mÜZİkt6n SÖZ Eett nT « a ' : °' ^™- Acaba bu soruyla neyi a y nda talyanlann kUİa|ma en h n, v f "' ' °* ^len müzik topbnn müziği. DSnyanm atan ta 13 1 n ta kağltlarlm da mermi ya mak sizlik ° T'" " ' ° P '«*■kullanırım." Verdi bağımUŞU U ya kadar simSü n ' "" ^"«delesini sürdürecekti, Bu arada bütün İtalyanlaridn özgürlük m Emmanuele Re harfler nritnf n ', T* **"' "** ' °"° "'» bileşiminin baş d nanaCaktlr Artlk h sev rir . ^ ° erkes 'Viva Verdi!' diye bağlıkta, vatand 5 Jn e nanC 1 birbirini ve ya t | n | ; -' "' ^ ^^ kovalamaktad.r.Yaln.zcasanatçı dehas,yla Va Sava a ff ÜCadeleSİndeki l ;" "^ ^ sonraki dönemde sayg,yla anılacaktı, II. Dünbin3S W7 y nda I* onun e :* " \* ^ ^ ' '" ***«■ -İÜ sefAn.ro Toscaniu " n Legnano Savaşı adi, operasını yönetecektir. Faruk Yener,Başkadır ŞuMüzik Sonatı,CemVay.,İst.,992,s.75'79
254 '^'nc' bölüm: yeni bir dünyada dengeaıay^arı
Ekim 1860'ta yapılan halk oylamasında halkın yüzde 99'u Piemonte ile birleşme yönünde oy kullandı. Garibaldi ve cumhuriyetçiler bu tercih karşısında direnmediler.7Kasım 1860'ta Viktor Emanuelle, yanında Garibaldi olmak üzere Napoli'ye girdi. 18 Şubat 1861'de ilkîtalya Parlamentosu Torino'da açıldı. Bu parlamentoya Venedik ve Roma dışında tüm İtalya temsilci göndermiş bulunuyordu. 27 Ocak'ta başlayan seçimlerde cumhuriyetçiler 443 milletvekilliğinden 80'ini fazanabilmişlerdi. Parlamentonun açıldığı günlerde, II. Fransua Gaeta'da teslim olmuştu. İtalyan Parlamentosu 14 Mart 1861'de Birleşik İtalya Krallığı'nı dünyaya açıkladı. l7Mart'ta ise Savoi hanedanından Piemonte Kralı Viktor Emanuelle'i İtalya kralı olarak seçti. Böylece Venedik ve Roma dışında İtalyan Birliği tamamlanıyordu.14 ALMAN BİRLİĞİNİN KURULMASI Bölümün başında da değindiğimiz gibi, Almanya'daki dağınık prensliklerin Prusya'nın önderliği altında bir Alman Birliği oluşturmaları, hem genel siyasal tarih ve hem de Türkiye açısından son derece önemli sonuçlara yolaçan bir olay olmuştur. Bu birliğin kurulmasının çeşitli aşamalarına geçmeden önce birleşme öncesindeki Almanya'nın ekonomik potansiyeli ve Alman Birliği'nin mimarı olduğuna kimsenin kuşku duymaması gereken Prusya Başbakanı Otto von Bismarck'ın kişiliği ve yapısı üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Gene daha önce değindiğimiz "Gümrük Birliği-Zollverein" Almanya'nın ekonomik gelişmesinin en temel nedenlerinden biri olmuştu.15 Örneğin Alman demiryolları 1848'de 3000 km. kadarken, ray uzunluğu 1860'ta 11.000 km.'yi aşmıştı. Bankacılık sektöründe de katlanan rakamlarla büyümevardı. Her ne kadar bu rakamlar İngılte" re ve Fransa ile karşılaştırılıra, düşük gibi görülebileceği de, artış trendi bu iki ülkeden çok daha yüksekti. 14 15
Bundan sonraki bölümde açıklayıcımız üzere Venedik 1866, Papalık topraklan da (Ko 1870'te İtalya'ya katılacaktır. Pirenne, J., a.g.e., s.1293.
, «Herinin kurulması 2Ş5 italyan ve alman M«^_
Alman endüstrisi de hızla gelişmekteydi. On yıl İÇınde gücü beş misline yükselmişti. Aynı dönemde kömür üretim1 bir mış ve 15 milyon tona ulaşarak Fransa'nın üretiminin üstüne çı En yüksek artış demir üretiminde idi. Bu alanda 45.000 tona u aş ti ki, bu rakam Fransa üretiminin yüzde 60'ı kadardı. Ancak ne kadar geç girildiği düşünülürse, gelişimin önemi çok dana ıy lir. Geleneği olmamasına karşın Almanya, kumaş ihracatçıs> "u gelmişti. Bu alandaki müşterileri arasında ABD, İsviçre, Rusya turya vardı. Ancak bu gelişmelerin özellikle Ruhr ve Ren bolges ması, Prusya'yı Avusturya karşısında avantajlı duruma sokuyo ten Almanya'da Avusturya florininden çok Prusya thaleri kulla başlanmıştı. Avusturya sermayesi bile Prusya'ya akıyorduMilliyetçi akımlar Aydınlanma Çağı'nm başlarından tüm Almanya'yı kasıp kavurmaya başlamıştı. Bu konuda İN P ı 18^0 ve geçağının etkileri de elbette gözardı edilemez. Ancak gerek ı<> rekse 1848 devrim dalgası, Almanya'da bir birlik sağlayamamış, ancak daha sonraki birliğin temeli olacak olan Zollverein'i ortay rabilmişti. Ancak burada Üçok'un da vurguladığı ilginç bir değinmek gerekir ki; bu, İtalyan ve Alman birliklerinin kurulma sındaki ilginç bir paralelliktir. İtalyan Birliği'nin ardında nasıl Piemonte gibi bir devle y idiyse, Alman Birliği'nin ardında da bir başka devlet, Prusya yatma tadır. Aynı şekilde İtalyan Birliği'nin ardında nasıl basiretli bir ımpar. tor ve Avrupa dengesini iyi bilen bir başbakanı var idiyse (Vıktor nuelle ve Kont Cavour), aynı olgu Prusya için de sözkonusuy Wilhelm ve Otto von Bismarck. Otto von Bismarck ve Döneminin Almanya'sı °tto von Bismarck Kuzey Almanya'nın gelenekçi tarım soylusu'a1^ r 'nden birinden gelmekteydi.16 Junkers adı verilen bu ailelerin özellık-e erkek çocukları son derece disiplinli ve iyi bir eğitim görürler i-ak Bismarck'ın öğrenim yaşamı pek parlak geçmedi. Göttıng Ve rsıtesi'nden ayrılmak zorunda kald.ktan sonra yüksek öğrenimim
ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Berlin'de tamamlayarak Adliye Bakanlığı'nda devlet hizmetine girdi. Ancak adliye katipliği görevinin yeknesaklığından sıkılan Bismarck, önce gönüllü askerlik hizmetini tamamlamış ve ilginç bir benzerlik olarak Kont Cavour gibi, ailesinin topraklarının başına geçmiştir. Gene aynı benzerliği ve paralelliği, Bismarck'ın da Avrupa'nın değişik yörelerine sık sık yaptığı gezilerde ve iyi derecede bildiği altı yabancı dilde görüyoruz. Bismarck'ın gençliği oldukça dengesiz ve tam bir "arayış içinde" geçmişti. Örneğin dinsel inançlarını birara yitirmiş, fakat bunun yerine felsefî bir başka inanç da koyamamıştı. Daha sonra yeniden dinsel inançlarını kazanmıştı. Gene öğrenciliği sırasında hiçbir zaman cumhuriyetçi olmamakla birlikte,cumhuriyetin "makûl" bir yönetim biçimi olduğunu düşünürdü. Ancak tüm yaşamı boyunca liberallerle ve cumhuriyetçilerle çatışmaktan da geri kalmamıştır. Ayrıca bu konuya biraz aşağıda yeniden döneceğiz. Bismarck 1847'de temsilci olarak Diyet Meclisi'ne katıldı. Daha önce anlatmış olduğumuz üzere, bundan kısa bir süre sonra 1848 devrimleri tüm Almanya'yı alt-üst edecek, ancak bir birlik sağlanması mümkün olamayacaktır. İşte bu kritik dönemde Bismarck'ın "kralın mutlak otoritesi" konusunda parlamento kürsüsünde bile son derece sert çıkışlar yaptığını görmekteyiz. O dönemde yaptığı konuşmalardan birinde kullandığı şu cümle, Bismarck'ın siyaset anlayışını tüm çıplaklığı ile sergilemektedir:17 "Anayasa gibisinden bir kâğıt parçasının tebaa ile kral arasına girmesine razı olamam. Zaten devleti liberaller ve liberalizm yıkmaktadır. Liberaller rüya gören adamlardır. Parlamento belki İngiltere için yararlı bir kurum olabilir, fakat Prusya için zararlıdır." Bismarck'ın o dönemdeki çalışmaları salt parlamento kürsüsünde konuşma çerçevesinde kalmıyordu. Örneğin 1848'de Berlin'de işçiler ayaklandıkları zaman, ayaklanmaları bastırmak amacıyla, çiftçilerim Bismarck'ın yaşamı konusunda bkz. NijadAkipek (Bismarck'ın Anılarına Önsöz), Bismarc Otto von; Düşünceler ve Hatıralar, MEB Tay., İstanbul, 1965, s.I-XLV. 17 İleri, Suphi Nuri, a.g.e., s.248.
italyan ve alman birliklerinin kurulması 257
den oluşan bir gönüllü müfrezesi toplamaktan da geri kalmamıştı.18 Ve kolayca tahmin edilebileceği gibi, anayasal Alman Parlamentosu tasarısı suya düşünce buna en çok sevinenlerden biri de Bismarck oldu. Ancak Bismarck'ın Alman Birliği'ne karşı çıktığı «anılmamalıdır. Onun kafasındaki birleşik Almanya, Prusya çekirdeği çerçevesinde ve Hehonzollern hanedanı başkanlığı altında gerçekleşmeliydi. Fakat Bismarck'ın Prusya imparatorlarına olan bağlılığını, gerek IV. Friedrich Wilhelm'in, gerek I. Wilhelm'in kişiliklerine duyduğu saygıyla açıklamak da mümkün değildir. Zaten Bismarck'ın kişiliği, kendinden başka kimseye "hayran olmaya" ve "bağlanmaya" da uygun değildi.1' Fakat o imparatoru ulusun başı olarak görür ve bu çerçeve içinde değerlendirirdi. Ve gene bu çerçeve içinde tartışmasız bir bağlılık duyardı. Aslında bize öyle geliyor ki; Bismarck tartışmasız bir biçimde "elitçi" idi. Kalabalık ve liberallerle dolu bir parlamento ile uğraşmaktansa, daha kolay bir biçimde etkileyeceği bir imparatorla çalışmayı yeğlemesi doğaldır. Ancak kendi görüşlerini kabul ettiremediği zaman, çok hırçınlaşır ve kimi zaman da küserdi. Zaten siyasal yaşamının en parlak döneminde çiftliğine geri çekilmesi de ancak bu biçimde açıklanabilir ki; bunları daha sonra anlatacağız. Bismarck 1851'de gene Diyet'e seçildi. Tutucu bir temsilci olarak büyük ün kazanmış durumdaydı. Ayrıca unutmamak gerekir ki Bismarck'ın ailesi Prusya Devleti'ne olan hizmetleri ve Hohenzollern hanedanına olan yakınlıklarıyla ünlü bir aileydi. Prusya tarihindeki tüm savaşlarda ailesinden biri vardır. Örneğin babası süvari albayı Au-gust Friedrich 1742'de Bohemya'da yapılan bir savaşta ölmüştü. Anne tarafı da siyaset ve bilim alanında parlamış isimlerle doluydu. Zaten annesi Wilhelmine Wecken de III. Friedrich Wilhelm'in özel kalem müdürünün kızıydı ve saraya olan yakınlığının sonucu IV. Friedrich wılhelm'in çocukluk ve oyun arkadaşı idi. Bu konularda geniş bilgi için bkz. "The New Cambridge Modern History", Edited by. J.P.T. 19 RT
VOİ X The Zenİth
' °fEur°Pean ?ower 1^30-1870, Cambridge, 1960, s.577 vd. " konularda bkz. Kaetnmel, Otto; "Geschichte der Neuesten Zeit, 3. Teil, (Von der Thronbesteıgung Napoleons III. bis zur Gegenwart), Werlag und Druck von Otto Sp'amer, Leipzig, 1898, s.244-343.
25& 'kinci bölüm: yeni bîr dünyada denge arayışları
Otto von Bismarck ve Alman Birliği Prusya ordusunda subaylık yapmış Junker kökenli bir baba ve memur bir ailenin kızı anneden 1815'de doğan Bismarck, yalnızca Alman tarihinin değil 19. yüzyıl Avrupa tarihinin de başlıca aktörlerinden biridir, içeride son derece tutucu bir siyaset izleyen Bismarck askeri
ve
diplomatik
girişimleri
sayesinde
Prusya'nın Avrupa'daki konumunu güçlendiren bir ittifaklar sisteminin mimarı olmuştur. I. VVİlhelm'le
birlikte
Alman
Birliği'nin
sağlanmasında en büyük payı olan iki isimden biri olan Bismarck, güçlü bir siyasi deha sahibi olmasına
rağmen,
ge-eceğe
güven
duygusundan yoksundu. Tüm amacı çökmesi kaçınılmaz olan eski düzeni, demokratik güçlerin gelişmesine fırsat tanımadan yeni kurumlarla donatarak ayakta tutmaktı. Berlin Kongresi'nden sonraki barış döneminin başlıca mimarlarınBir Fransız karikatüründe, zaferden sonra Fransız
dandı. Büyük devletleri birbirine karşı kullanma
askerleri üzerinde kanlı elleriyle Bismarck ve kendisini esasına dayalı bir diplomasi izlemekle birlikte omuzlarından tutan Azrail.
savaşı yalnızca diplomasiyi destekleyen bir araç olarak görmüştü. Onun için Almanya'nın Avrupa
politikasında sağlam bir yerde bulunması en önemli idealdi. Tüm çabasını buna harcamıştı. Nitekim vasiyetinde me-
Bismarck 1854'te büyükelçi olarak Petersburg'a atandı. Burada diplomasi alanında deneyim edindi. 1857'de de Paris'e atandı. Pa~ ris'teki görevi sırasında ise yakın ilişki içinde olduğu III. Napolyon u iyice tanıyabildiği gibi, daha sonra çok kullanacağı zaafları konusunda da fikir sahibi oldu.20 1861'de IV. FriednchWiihelm'in ölümü üzerine Prusya tahtına, zaten 1849'dan beri "naib" olarak Prusya'yı yönetmekte olan I. W»20 Bu konularda bkz. Valentin, Veit, a.g.e., s.511 vd.
italyan ve alman birliklerinin torulmas, 259
35 11
zartasına "imparator I. VVİlhelm'in Gerçek Bir Alman Hizmetkarı" yazılı" " enu rını siyasi hatırat olmasının ötesinde edebi olarak da önem taşıyan6e^ gen'da toplamıştır. Ö Bruce Waller, Bismarck ile ilgili incelemesinde onun dış politikasını 5 * arator ya'nın dış politikasını engelleyen pek çok kısıtlayıcılıklar vardı; oysa lmP . . nın0nljn dış politikası söz konusu olduğunda bu zorlayıcılıklar pek azdı. Almanya' çenek vardı: Mazgallı kalelerine çekilip sırtı dik oturarak güven ve nihayet saygı » lemek. Böyle bir dış politika, uygulandığı vakit, zirveden hızlı ve güvenli olmayan 1 kini de beraberinde getirmekteydi; diğer yandan, rakiplerin uzlaşmazlık^" ^ arasın zançlar ihtimali de yadsınamayacak kadar büyüktü... Almanya, komşula" arata lıkları körükleyerek sürekli kontrol altında tuttuğu bir gerginlik ortamı y " 3u ilginin Almanya'nın üzerinden başka yöne kayması ve ufak tefek çıkarla' ^'.... 1 nı getirebilirdi. Ya da Almanya dolaylı olarak güçsüz fakat büyük güçlerle iy" ^ * 3 e devletler üzerinde etki alanları yaratma yoluna gidebilirdi. Nihayet, Alnıa^ S cn |Vee rin izledikleri hakimiyetçi çizgide bir dış politika izleyebilirdi. Birinci, gii" ' cu ren yol hiç tercih edilmemiştir. Bismarck genel olarak ikinci ve bazen de V mistir (onun sömürge politikasında olduğu gibi). Takipçileri ise üçüncü y°' . . ., .. ac cü ile bitirmişlerdir." Konunun bir başka uzmanı Norman Rich ise Bism ' " öncekilerin tersine, Bı bir bakış açısıyla yorumlamaktadır. Ona göre: "I. Dünya Savaşı'ndan ölmemekteydi. Bı < marck'ın oluşturduğu ittifaklar sistemi büyük güçleri iki düşman kamp3 yerine, bu ittifaklar zinciri, büyük güçleri birbirini denetleyen ve -Almany ,. . ama re- hiçbir gücün tek başına savaşa girebilecek bir saldırganlık için destek al » an tem içine sokmaktaydı. Bunun yanında saldırgan bir güç karşısında «r"' \ , . u muhtemel savunma amacıyla oluşturulmuş koalisyonlar bulacaktı. Sistem sw hangi bir çabaya karşı devreye gireceği için, her ülkedeki şovenist kışkırtıcılara bir unsurdu."
helm geçti. I. Wilhelm tahta geçmesinden sonra bir türlü deiıge'eyeme_ diği siyasal yaşamı düzene sokması için 1862'de Bismarck'' başbakan olarak Berlin'e çağırdı. Bismarck'ın başbakanlığa atanışı 8 Ekim tarihindedir ve anılarında, I. Wilhelm'le bu konuda vardığıilke anlaŞ" masını şu şekilde anlatır:21 ... Kendisi için şu veya bu şekilde az çok değişik t"ir ^ kâr veya liberal sistemin değil, bir kral idaresinin yahu' Par a 21
Bismarck, Otto von, a.g.e., s.407.
ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
hâkimiyetinin bahis konusu olduğuna ve parlamento hâkimiyetini muhakkak surette, hattâ bir diktatörlük devresiyle önlemek lâzımgeldiğine kralı ikna etmeye muvaffak oldum. Dedim ki: - Bu vaziyette majesteniz bana doğru bulmadığım işleri bile emretseniz, size fikrimi açıkça izah etmekle beraber, sonunda kendi fikrinizde ısrar ettiğiniz takdirde, majestenizi parlamento hâkimiyeti ile mücadelede yalnız bırakmaktansa kralımla beraber mahvolmayı tercih ederim.22
Böylece Bismarck Avrupa ve dünya siyaset sahnesine başrol oyuncusu olarak çıkıyordu. Kafasında hiç kuşkusuz her şeyden önce Almanya ve tutucu ilkeleri vardı. Fakat Bismarck'ın kafasındaki Alman Birliği'nin salt oluşturulması değil, Almanya'nın bu birliğini ve gücünü koruması ve dünya siyasetinin düzenleyicisi olmasıydı. Bu amaca yönelik siyasetini beş başlık altında özetlememiz mümkündür:23 1. Güçlü bir ordu oluşturulması. 2. Uluslararası alanda güçlü bir konum elde edilmesi ve özellikle küçük prensliklerin topraklatırım yutularak toprakların genişletilmesi. 3. Uygun bir fırsat çıktığı zaman Avusturya ile çatışarak Avusturya'nın Alman Birliği dışında tutulması. 4. Alman Birliği'nin Prusya'nın öncülüğünde kurulması. 5. Kurulacak Almanya'nın Avrupa politikasının egemeni ve düzenleyicisi olması. Gerçekten Bismarck bu hedeflere teker teker ulaşabilme mutluluğunu yaşamış, ancak politikanın acı bir cilvesi sonucu en parlak döneminde sahneden ayrılmak zorunda Kalmış ya da sahneden ayrılmak zorunda olduğunu düşünerek, bu düşüncesini uygulamıştır.24 22 23 24
Bismarck'ın bu vaadi, daha sonraki tutumuyla çelişecektir. îleri, Suphi Nuri, a.g.e., bkz. s.250. Suphi Nuri'nin bu beş başlık altında toparladıjumaçları, pek çok tarihçi farklı başlıklar altında toparlamaktadır. Örneğin Wolfgang Mickel, Bharck'ın amaçlarını şu biçimde sıralamaktadır1. Ordunun güçlendirilmesi, 2. Rusya'nın diplomasi alanında kazanılarak, Doğu sınırının güvence altına alınması, 3. Avusturya'nın Alman Birliği içinde yalnız bırakılması, 4. Avusturya'nın sat' dışı edilmesi, 5. Kuzey Almanya birliğinin olışnılarak, Alman Birliği'ne temel olması.
italyan ve alman birliklerinin kurulması
Danimarka ile Savaş Bismarck'm başbakanlığının ilk yılları parlamento ile sürekli savaşım halinde geçti. Özellikle ordunun güçlendirilmesine yönelik olarak mali savunma bütçesinin artırılmasına parlamento şiddetle karşı çıkıyordu. Bismarck önce ordunun büyütülmesinin tüm sorumluluğunu üzerine aldı. Daha sonra da Danimarka Savaşı çıkana ve büyük başarılar elde edilene dek, dört yıl bütçeyi parlamentoya sunmadan kararnamelerle yürüttü.25 Bu arada askerlik süresi iki yıldan üç yıla yükseltilmiş ve bunun yanısıra her yıl silah altına alınanların sayısı 40.000'den 63.000'e yükseltilmişti.26 Böylece ortaya sayıca ve silah bakımından en azından kağıt üzerinde güçlü bir ordu çıkmıştı. Ancak bu ordunun savaş yeteneğinin bir denenmesi gerekmekteydi. Zaten Rossier, herhalde bu nedenle Schlesvvig-Holstein Savaşı'nın nedeni olarak "güç denemesi-kraitprobe"ni görmektedir.27 Ancak Prusya Avrupa'da hangi tarafa doğru yayılacağının bilincindeydi. İşin bu aşamasında ne Avusturya, ne Fransa ve ne de Rusya'ya karşı savaşacak gücü vardı. Gücünü bir başka yerde denemesi gerekmekteydi. Ve istediği fırsat Danimarka'ya bağlı prensliklerde ortaya çıktı. Fakat Prusya'nın bundan da önce yapması gereken Doğu sınırlarını güvence altına almak, yani Rusya'nın desteğini olmasa bile, saldırmazlığını sağlamıştı. Bismarck'ın dış ve iç politikada tutarlı ve akılcı olduğuna hiç kuşku olmasa gerektir. Ancak olayların akışının, fazlasıyla Bismarck'ın işine gelecek bir tarzda olduğunun da vurgulanmasında yarar vardır. Gerçekten Bismarck Rusya'yı nasıl bağlayacağını düşünmekteyken ortaya çıkan Lehistan Ayaklanması, 1830-1831 ayaklan-masıyla karşılaştırılamayacak kadar dar kapsamlı ve etkisiz bir ayaklanma idi.28 Ayaklanmanın Varşova'daki merkezinin denetlediği militan sayısı birkaç yüzü geçmezken, Varşova dışında ve özellikle kırsal 25 26 27 28
Luckwaldt, Friedrich, a.g.m., bkz. s.148 vd. (Die ersten Jahre des Ministeriums Bismarck)Bkz. Dünya Tarihi, c.2, s.347. Rossier, E., a.g.e., s.119. A.g.e., bkz. s.116.
262 iki nci bölüm: yeni bir dünyada denge arayıştan
kesimde Rus kuvvetleriyle çatışan çetelerin sa)'ısl da birkaç binle sınırlıydı. Ancak bunların umut ve amaçları yurtdışından ve özellikle İngiltere ve Fransa'dan gelecek yardımlardı.29 İngiliz ve Fransız kamuoyu bu konuda gerçekten çok duyarlıydılar. Uzun yıllardan beri Rusya'nın sultası altında ezilen ve her olanak bulduğunda ayaklanan bu yiğit ulusa yardımcı olunmasını istiyorlardı. Sürekli gösteriler yapılıyor ve basın da konuyu elinden geldiğince körüklüyordu. İngiltere ve Fransa arasında, anlatım nedeniyle daha sonraki bölümde değineceğimiz Kırım Savaşı'nda ortak bir karargâh oluşturulmuş ve bu ortaklık Rusya'yı çok zor durumlarda bırakmıştı. Petersburg bu kez de böylesi bir ortaklık endişesi içinde bulunuyordu. Ayrıca Prusya'nın nasıl bir tutumu olacağı konusunda da fikirleri yoktu. İşte bu nedenlerle Rusya ayaklanmacılara karşı kararsız bir tutum içindeyken Bismarck, Lehistan konusunda Husya'yı tam anlamıyla destekleyeceğini bildiren elçisini Petersburg'ayolladı. Bunun ardından da olağan bir biçimde Prusya-Rusya Antlaşması geldi. İngiltere ve Fransa, Lehistan konusunda bir türlü ortak harekete girişemezken, Rusya bu ayaklanmayı da çok kanlı bir biçimde bastırdı. Artık Prusya'nın Doğu sınırları güvence altındaydı. Tam bu sırada Elbe Dukalıkları sorunu patlak verdi. Danimarka'nın güneyinde bulunan Schlesvvig, Holstein ve Lauenburg Dukalıkları ilginç özellikler gösteren prensliklerdi. Sdıleswig Dükalığı'nda nüfus Danimarkalılarla Almanlar arasında göreli bir biçimde dengede iken Holstein ve Lauenburg'da Alman nüfûs çok farklı bir biçimde çoğunlukta idi. Zaten Holstein Germen Konfederasyonu'na da üyeydiAyrıca bu dukalıklar 1848'de Almanya'nın birliği sözkonusu olduğu zaman Danimarka'ya karşı ayaklanmışlar, ancak yeterli dış destek bulamadıkları için yenilerek 8 Mayıs 1852 Londra Antlaşması koşulları uyarınca Danimarka'ya bağlı kalmışlardı. Fakat Danimarka Anayasası bu dukalıklarda yürürlükte değildi. 29
Fiscber Weltgeschicte, Band 27, "Die bürgerliche Zeitaltet"Herausgege|,en von çuy palma<Je> Fransızca'dan Almanca'ya çev. Dr. Egbert Türk, 2. baskı, Fttnfurtj 1974, bkz. s.278 vd.
,,,j«rjıin kurulması italyan ve alman^— ---------------------------- \C>3
1863'te Danimarka Kralı VII. Friedrich öldü.^ ya§ark%n 1861 ve 1864'te Danimarka yasalarını Elbe Dukalıkla* ^ UygU%-mak istemiş, ancak başaramamıştı. Yerine geçen IX.#lSllan '" DarSi-marka Anayasası'nı bu dukalıklarda uygulamak ^ gend %ir ayaklanmaya neden oldu. Daha önce de değindiğimizi &ısmarck %ir güç denemesi istemekteydi ama, Holstein sınırları içı^ 1,ul"nan K^%ej Limanı da Prusya'nın iştahını uyandıran nedenlerden * ba§ S' *' %0 Prusya'nın Almanya'yı ilgilendiren böylesi bir^"3 %li yürekten eğilmesi Avusturya'yı da harekete geçirdi.^ ^^^v^ Almanya ile ilgili konularda ve kararlarda Prusya'yı tlm bıraknHa_ mak ilkesiyle hareket etmekteydi. Ve sonunda DaH|Jıarka ya arVşı Prusya ve Avusturya orduları ortak bir eylem içine ^' ?rus^a ° ordusu bu savaşta büyük taktik hatalar yaptı.31 Fakat iM™m" latalarına karşın, piyade ve özellikle topçu kuvvetlerin"1 * Cn ' ^ a-rılı oldukları anlaşılmıştı. Danimarka Lauenburg ve Holstein'ı fazla bir ^ e savunm* a_ di. Fakat Schleswig'i gerçekten sonuna dek savundu. Ü"it& * 1CVi-manı'nm Prusya'nın eline geçmesinin İngiltere ve (f £ ^ \ı müdahaleye zorlayacağını düşünmekteydiler. FakatfcUumutlarl ^Ja boşa çıktı. Danimarka yenildikten sonra Elbe Dukalarının^.7?- j^ %-ğe sahip olacakları konusu Avusturya ve Prusya arası" „'.. lf a n-laşmazhğa neden oldu. I. Wilhelm Avusturya konusu^ ° ^"^k istemiyor ve savaşın asıl yükünü çeken Prusya'nın g/1^1" tumu*\ü alması konusunda ısrar ediyordu.32 Hatta Avusturya*" prusya'"ın ^>u konuda bir savaşa tutuşmaları olasılığı bile ortaya çıkı"15"' Derken ^4 Ağustos 1865'te beklenmedik bir biçimde Gastein A"tlaşmaS1 ımV landı. Karşılıklı bir çatışmaya girmeyi Prusya da, A^^ , g% alamamışlardı. Aslında böylesi bir çatışma herhalde fru5ya'nm leh V sonuçlanırdı ve İmparator I. Wilhelm bunu hissettiği İÇin Avusturya 'v 'a e., s.198 vd. ° Bu konularda genel olarak bkz. Armaoğlu, E, a.g.e., s.222 vd., Üçok, 0> "'8 Rossier, E., a.g.e., s.120 vd. ısmarck bu konulan anılarında ayrıntılı bir biçimde anlatır. Bkz. c.2 *'3'
ikinci bfcjıi H, dünyada denge arayıştan
ödün verilmesini savunuyordu. Oysa ki Bismarck, Avusturya'nın onurunuıkılmasını değil, sadece "safdışı" bırakılmasını istiyordu. Zira Avusup'nın diplomatik desteğine gereksinmesi olacağını düşünmektejiZaten aynı endişeyi Avusturya ile savaş sonrasındaki tutumunda göreceğiz. Gaa Antlaşması üç temel noktadan oluşmaktaydı: - Stlnvig Prusya'ya geçiyordu. - Hitin, Avusturya'nın oluyordu. - Iınburg ise Avusturya tarafından Prusya'ya satılmış oluyordu. Böjki İngiltere ve Fransa'nın özenle üzerinde durdukları Avrupa'da sıodengesi anlayışının, salt kuramsal bir değeri olduğu anlaşılmıştı. Çiçekten Avrupa'nın büyük güçleri sınırların optimal bir dengenin sucu olduğunu ve silah zoruyla bu sınırların değiştirilemeyeceğinin, ijıştirilmemesinin gereğinin inancı içindeydiler. Oysa ki Danimarka savaş bu beklentinin anlamsızlığını ortaya koymuştu. Özellikle Diiırnarka'ya yardımcı olması beklenen İngiltere'nin pasif tutumu çohdamlıydı. Pnısııise hem askerî gücünü göstermek olanağını kazanmış ve hem de bııjiciin deneyim sahibi olmasını sağlamıştı. Bismarck artık sıranın Avııtya'ya geldiğinin bilincindeydi. Avusturya ise, bu savaştan belki dikk etmediği bir pay elde etmiş olmasına karşın, yeni Avrupa dengesıiçinde kendine bir yer bulmak gerektiğini hissetmişti. Avusturya iSavaş ve Kuzey Alman Federasyonu'nun Kurulması Danimarka savaş Bismarck için sadece bir deneme ve güç gösterisi idi. Her nelıJar topraklarım bir ölçüde genişletmiş ise de Alman Birliği'nin salmasının topraklarını genişleterek değil, Avusturya'nın Germen Ftltıısyonu'nun dışına itilmesiyle gerçekleşeceğinin bilincinde idi. Ziraşu birlik içinde Avusturya ve Prusya gibi iki güçlü devlet yaşadığı sürat, küçük prensliklerin bu ikisi arasındaki denge politikasından yaranarak varlıklarını sürdürecekleri açıktı. Bu nedenle Prusya, Awiıırya ile çatışmak zorundaydı. Ancak Bismarck buna uy-
italyan ve alman birliklerinin kurulması 265
gun bir politika ortamı yaratma çabasmdayd,. Z.ra 1848 sonrasında Prusya nm etrafında toplanmış olan Alman prensliklerinden birçoğu ve özellikle Güney Almanya'dakı krallıklar bu kez Avusturya'ya yakın bir davranış ,çıne girmişlerdi. Prusya ile Avusturya arasında çıkacak bir çatışmada avusturya'y, tutmaları beklenirdi. Rusya Lehistan sorununun çözümündekı tutumundan beri Prusya ile çok iyi ilişkiler içindeydi. Avusturya ile çıkacak bir çatışmada taraf olması beklenemezdi. Kaldı ki, Prusya'nın genel politik felsefi ve tutucu uygulamalar, Rusya>da memnunlUkla karşılanıyordu. O halde Bısmarck'ın çözümlemesı gereken sorun Fransa idi. Zira böyle bir çatışma çıkt.ğ, takdirde III. Napolyon'un Ren'ın batısındaki topraklarda girişebileceği askerî hareketlerin sonucunu kestirmek zordu Ayrıca Fransa'nın Almanya'nm birleşmesine karş, olması doğaldı. Bu nedenle Almanya'y. parçalanm.ş tutma amacındakı Avusturya'yı des-teklemesi beklenirdi. Bişmarck, III. Napolyon'u İtalya'dak, kim, ödünlerle tarafs,z tutma çabasmdayd,. Gerçekten daha önce de gördüğümüz gibi, birliğin, sağlamış olan italya'nın iki sorunu kalmıştı. Bunlardan biri Avusturyalın elinde kalmış olan Venedik, öbürü de Fransa'nın himayesi ve asken koruması altındaki papaJ.k, yani Roma idi. B.smarck Venedik m italya'ya verilmesini vadedebilırdi. Zira Venedik sorunu İtalya da çok canlı bir biçimde tartışılmaktaydı. Viyana, italya'n.n Venedik , satın alma önerisini de geri çevirmişti. Bişmarck tüm bu konuları görüşebilmek üzere III. Napolvondan bir görüşme talebinde bulundu. 1865 Ekım'inde Bıarritz'de sapılan görüşmede Bişmarck bunu dile getirdiği gibi, Ren kıyılannda kim, sınır değişikliklerinden de müphem bir biçimde söz etti. VeB.arntz görüşmelerinden sonra B.smarck III. Napolyon'un Avusturyarusya çatışmasında tarafsrzl,^ sağladlğl glbl, ltaI , p ])e 'aşmaya zorlama ödününü de kopardı. d, O II!:ıVT!y0n'UnkafaS,ndaise bambaşka hesaplar yatmaktaydı Öncelikle italya'nın Vened,k>ı almasmın, artık Roma üzerindeki ta-eplerını azaltacağın, düşünüyordu. Z.ra Fransa, Roma nedeniyle hem
266 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
askerî olarak ve hem de parasal olarak önemli bir yük altında bulunmaktaydı. Ayrıca Avusturya, Prusya arasında uzun sürecek bir savaşın, bu iki devleti de yoracağını ve yıpratacağını düşünüyordu. Zaten böyle bir savaş sonrasında Ren kıyılarında istediği ödünleri kolayca koparabilirdi. Ve işte bu nedenlerle III. Napolyon İtalya'ya Prusya ile anlaşmalarını önerdi. İtalya, Prusya'nın tutucu politikasına karşı olduğu gibi, güven de duymuyordu. Ancak Venedik'in Avusturya sultasından kurtulması gibi bir umut nedeniyle Prusya'dan gelen ittifak önerisini kabul etti. 8 Nisan 1866'da ittifak Berlin'de imzalandı. Buna göre İtalya ve Prusya Avusturya'ya karşı ortak savaşacaklardı. Ancak İtalya'nın Prusya'ya olan güvensizliği nedeniyle ittifak üç ay için imzalanmıştı. Eğer üç ay içinde savaş çıkmazsa anlaşma ortadan kalkmış olacaktı. Bismarck diplomatik alandaki hedeflerine ulaşmış ancak, Germen Konfederasyonu içindeki durumunu çok zayıflatmıştı. Zira konfederasyon anayasası üye devletlerden herhangi birinin, bir başkası aleyhine konfederasyon dışı bir devletle anlaşmasını kesinlikle yasaklamaktaydı. Her ne kadar Berlin Antlaşması gizli bir antlaşma idiyse de, elbette tümüyle gizli kalamamıştı. Hattâ I. Wilhelm bu konuda kendine yönelen bir soru karşısında inkâr yoluna saparak yalan söylemek zorunda kalmıştı. Bismarck'ın politikası Prusya içinde de, özellikle liberal ve sol çevrelerce alabildiğine eleştirilmekteydi. Ancak Bismarck bunları zaten göze almıştı. Şimdi de Avusturya'ya savaş açmak için bahane aramaktaydı. Aradığı bahaneyi de birkaç hafta içinde buldu. O günlerde Holstein'da kimi karışıklıklar çıkmıştı. Halk Avusturya yönetimine karşı tepki gösteriyordu. Bismarck Viyana'ya resmen başvurarak huzursuzluğa son verilmesini istedi. Aslında böyle bir talepte bulunmaya hiçbir biçimde hakkı ve yetkisi yoktu. Ve elbette Avusturya bu talebi yanıtlamadı. Bunun üzerine Prusya, Gastein Antlaşması'nın sona ermiş olduğunu açıklayarak Holstein'ı işgal etti. Avusturya konuyu Konfederasyon Meclisi'ne getirdi. Ancak Prusya artık Germen Konfederasyonu'nun dağılmış olduğunu ilan ederek bu meclisten ayrıldı. Ancak Konfederasyon Meclisi yaptığı son
r^ italyan ve alman birliklerinin kurulması 267
toplantıda konfederasyon kuvvetlerim» Prusya'ya karşı seferber edilmesi kararın, aldı.» Böylece Saksonya,Bavyera, Hannover, Württemberg, Baden, Hessen-Darmstadt ve KuAessen, Avusturya safına geçtiler. Bunun üzerine Prusya 14 Haziran 1866'da Avusturya'ya savaş açtı. Aynı gün İtalya da savaş açıyordu. Prusya'nın 350.000 kişilik bir ordusu vardı.3" Buna karşüık Avusturya ve müttefiklerinin ordular.«50.000 asken buluyordu. Ancak Prusya ordusu iyi yetiştirilmiş ve çok iyi yönetildiği halde Avusturya ve müttefikleri arasında hiçbir eşgiJüm yoktu. Ayrıca Viyana çok büyük bir hata yaparak en iyi generallerini güneye italya'ya karşı göndermiş, özellikle Avusturya'nın en iyi a*«i Arşidük Albert'ı italya ordusunun başına getirirken; Prusya'ya karşı savaşan ordunun başına ani karar alma konusunda çok zayıf olan Benedıkt'ı getirmişti.35 Avusturya ordusu 24 Hazirana Custozza Savaşı'nda italyanları yendı. Ancak ayn, günlerde Prusya ordusu çok ufak bir bölümünü konfederasyon üyesi prensliklerin ordularının karşısında bırakarak tüm gücüyle Bohemya'da ilerliyordu. Kesin savaş 3 Temmuz 1866'da Königsreatz'da (Sadovva) yapıldı. Bu çok Çetin savaşı yitiren Avusturya, savaş alanında 40.000 ölü bırakarak çekildi. Prusya ordusu Viyana kapılarına dek geldi. Franz Joseph,III- Lyon'dan yardım istedi. İşin bu aşamasında Prusyalı generaller ile Bismarck arasında anlaşmazlık çıktı. İmparatorun da askerleri desteklediği bu anlaşmazlık Viyana'ya girilip girilmemesi sorunu idi. Bismarck, Avusturya'nın gurubun kınlmamasmı istiyordu. Zira kaçınılmaz gördüğü Prusya-Fransa Çatışmasında Avusturya'nın desteğine gereksinmesi vardı. Ayrıca Fransa'nm işe karışmasından da çekmiyordu. Her ne kadar Sadovva'da kesin bir sonuç alınmışsa da, Bavyera'n.n 100.000 kişilik ordusu henüz hi Çbir çatişmaya girmemişti. Her ne kadar Fransa'nın Prusya'ya saldıracak bir hazırlığı yoksa da Bavyera ve Fransız ordusu, diğer Alman Prensliklerinin savaşa katılma fırsatı bulamayan ordularını tek kuman33 Bk
Z-Üçok,C, <,.£.«,, s. 199. Bkz. Armaoğlu, E, a.g.e., s.227. R °ssier,E,a.g.(?.;S.i24.
268 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
danlık altında birleştirebilirlerse, savaşın tüm akışı değişebilirdi. Zaten Sadowa Savaşı da son anda kazanılabilinmişti. Kaldı ki, İtalyanlar karada olduğu gibi, denizde de başarılı olmamışlar ve 20 Temmuz'da Lissa Deniz Savaşı'nda Avusturyalılara yenilmişlerdi.36 Sonunda Bismarck I. Wilhelm'i ikna etmeyi başardı ve 26 Temmuz 1866'da Nikolsburg'da ateşkes, ardından da 23 Ağustos'ta Prag'da Barış Antlaşması imzalandı. Prag koşullarına göre Avusturya Alman Konfederasyonu'nun dağılmış olduğunu kabul ediyor ve yapılacak yeni düzenlemede yeralmama-yı kabul ediyordu. Ayrıca Schleswig-Holstein üzerindeki tüm haklarından Prusya lehine vazgeçtiği gibi, 20 milyon taler ödentiyi kabul ediyordu. Ayrıca Venedik'ten de İtalya lehine vazgeçiyordu.37 Fransa uzun süreceğini beklediği böylesi bir savaşın yedi hafta içinde anlaşmayla sonuçlanmasına şaşırmış ve hiçbir biçimde müdahale olanağını bulamamıştı. Prusya ordusunun Sadovva'dan sonra Hanovver, Hessen, Nassau ve Frankfurt'u almalarına da seyirci kalmıştı. Ve sonunda III. Napolyon 23 Temmuz'da gizli olarak Ren'in batı kıyılarındaki toprakları Prusya'dan istedi. Ancak bundan üç gün sonra Avusturya ile ateşkesi imzalayan Bismarck bunu reddettiği gibi, bu gizli isteğin duyulmasını temin etti. Amacı Fransa'dan çekinecek olan Alman prensliklerinin etrafında toplanmasıydı. Gerçekten Fransa'dan çekinen ve Avusturya'ya da güvenemeyen küçük prenslikler Prusya'ya yanaştılar. Fransa'nın bu savaşla ilgili beklentilerinin hiçbiri gerçekleşmemişti. İtalya Venedik'i almasına karşın Roma ile ilgili taleplerinden vazgeçmemiş; Ren kıyılarında sınır düzenlemeleri sağlanamamış; Avusturya da, Prusya da çok fazla yıpranmamışlardı. Buna karşılık Prusya amacına ulaşmıştı. Prag Barışı'nı izleyen aylarda Almanya'da Main Nehri'nin kuzeyinde kalan tüm topraklar üzerinde "Kuzey Almanya Birliği" oluşturuldu. İlk parlamentosu 1867'de Berlin'de toplanacak olan ve dört yıl yaşayacak olan bu birlik, 25 milyon nüfuslu büyük bir Almanya ortaya çıkarıyordu. Birlik 36 37
Bu çatışma için bkz. Bismarck Otto von, Düşünceler..., c.II, s.46 vd. İtalya ile Avusturya arasındaki anlaşma 3 Ekim 1866'da Viyana'da imzalanacak ve hem karada, hem de denizde yenilen İtalya Trieste ve Dolmaçya dışında Venedik'i alacaktır.
italyan ve alman birliklerinin kurulması
269
dışında kalan güney devletleri Bavyera, Württemberg, Baden, Pfalz, Lothringen ve Alsas idi. Kaldı ki birlik bu devletlerle olan ekonomik ilişkilerini de yoğunlaştırmaktaydı. Avusturya ise durumunu kabullenmek ve hazmetmek zorunda olduğunu anlamıştı. Gerçekten bu savaştan çok daha fazla şeylerini yitirerek ayrılabilirdi. Viyana, Macarların uzun süredir içinde bulundukları huzursuzlukları ortadan kaldırmak için, karşıdan bir ayrılık talebi gelmeden kendinden bir uzlaşma yolu buldu. 1867'de çıkartılan yeni bir anayasa ile Avusturya İmparatorluğu "Avusturya-Macaristan İmparatorluğu "na dönüştürüldü. Böylece Macarlara bir anlamda bağımsızlıkları verilmiş oluyor ve Budapeşte Macaristan'ın (Translethani), Viyana da Avusturya'nın (Sizletani) başkenti oluyordu. İmparator her iki devletin de imparatoru olacaktı. Her iki devletin bağımsız parlamento ve hükümetleri vardı. Sadece savaş, dışişleri ve maliye bakanları ortak olacaktı. III. Napolyon başarısızlıklarını unutturmak için Hollanda kralının malı olan, fakat Germen Konfederasyonuna üye Lüksemburg'u 90 milyon franka satın aldı. Ancak o sıralarda Lüksemburg'da Prusya askerleri vardı. Sonunda bir çatışma olasılığı ortaya çıkınca, bu satış iptal edilerek Lüksemburg büyük devletlerin garantisi altında bağımsız bir statüye kavuşturuldu. Fransa bu amacına da ulaşamamıştı. Fransa ile Savaş ve Alman kparatorluğu'nun Kurulması Kuzey Almanya Birliği Anayasasının getirdiği siyasal sistem, tam Bis-marck'ın kafasındaki sisteme uygundu. Ortaya çıkan sistem iki meclisli bir sistemdi ve gerçekten halkın oyuyla seçilen temsilcilerden oluşan Reichstag'ın yetkileri son derece kısıtlıydı. Buna karşılık birlik üyesi devletlerin gönderdikleri temsilcilerden oluşan Bundesrat, yetkilerin tümünü elinde toplamaktaydı. Prusya'nın Avusturya karşısında kazandığı zafer Bismarck'ın durumunu güçlendirmişti. Fakat basına uyguladığı katı sansür ve tutucu politikasını, birliğe yeni katılan devletler içinde de uygulamak istemesi ciddi tepkiler uyandırıyordu. Biz Bismarck'ın yapısını daha ön-
270 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
ce bağımsız bir bölüm içinde anlatmıştık. Fakat b*ratblcimi konulardaki görüşlerini, bu kez kendi kaleminden bir kez ^»vurgulamakta yarar görüyoruz:38 Bismarck genel oy hakkını şöyle değerlendirir: Yabancı devletlerin üstün kudretine karşı mücadele ederken, son derece çaresiz bir durumda ihtilâl vasıta'™3 da başvurmak lâzım gelebilir; işte bu sebepledir ki, monarşiyle edilen yabancı devletleri ürküterek işlerimize karışmalarım öıfernek için, o zamanlar liberal yanlışlığın en kuvvetlisi olan genclseçim hakkını daha 10 Haziran 1866 tarihli genelgemle elime kozolarak alırken hiç endişe duymadım... Aslında genel seçim hakkım bugün de, yalnız kuramsal bakımdan değil, pratik bakımdan da meşru bir ilke olarak düşünüyorum; yeter ki, zaten Germen kanıma en iyi niteliklerine aykırı bulunan gizlilik kaldırılsın...
Bismarck'ın mülkiyet sahiplerinin devlet içindeki konumu ve etkileriyle ilgili görüş ve beklentileri de çok ilginç: ... Maddi alanda ve düşünce alanında mülkiyet sahibi olanların ihtiyatlı ve frenleyici etkisinin kendini hissettirmediği her büyük devlet örgütü, daima Fransız Devrimi'nin gelişmişine benzeyen ve devlet arabasını mahva sürükleyen bir hıza erişir,Mevki hırsı besleyen kimseler, büyük kitlelerin zamanla başarı sağlayan ağır basışlarından faydalanırlar. Bu başarının, tehlikeli bir sürat almadan ve devlet arabasını parçalamadan olmasını temenni ey^ 0 kitlelerin çıkarları gereğidir. Devlet arabası gene de parçala,lcak olursa, tarihsel gelişim kısa bir zaman içinde diktatörlüğe, îo^kğa, mutlakiye-te dönüşür; çünkü, nihayet kitleler de asayiş verene gereksinme duyarlar. Bu gereksinmeyi hemen (a prıori) kablllttmese[er bile, kendilerini de şaşırtan (ad hominem) kanıt ve ge%k]cşmeler karşısında sonunda onaylamaya mecbur kalarak asayiş ve|zem) diktatörlük ve Sezarizm'den satın alırlar. Bunun karşılıgitıj, ja Avrupa siyasal toplumlarının zarar görmeden dayandıkları ve|orunmasl gereken meşru ölçüdeki hürriyetlerini de kendi istekletiy|efeda ederıer...39 38 39
Bismarck, Otto von, a.g.e., s.80 vd. (dili biraz sadeleştirdım - T. •). Bismarck'ın bu görüşleri özellikle günümüz Türkiye'sini açık ay ^ açısmdan san,yoruz çok önemli ve üzerinde durulması gereken görüşler.
italyan ve alman bmMerifim kurulması 271
1890'da Bismarck halkın alkışları arasında Berlin'den aynlıyor.
ginç:
Bismarck'ın basın ve parlamento konularındaki görüşleri
de il-
... Tenkit ancak serbest bir basın ve modern anlamda parlamentolar tarafından yapılabilir. Bu her iki düzeltici unsurun, suıstimal yüzünden etkilerini azaltmaları ve sonunda yitirmeleri olasılığı vardır. Muhafazakâr politikanın görevlerinden birisi de bunu önlemektir. Ancak parlamento ve basınla mücadele etmeden bu görev yerine getirilemez. Hükümeti memleket için kesinlikle gerekli bulunan denetimin dışında tutmamak, öte yandan da bu denetimi yapacak olanları hâkim duruma getirmemek. İşte bu mücadelede korunması gereken sınırın saptanması ve siyasal bir öngoru ve tahmin gücü meselesidir... Ve işte bu Bismarck'ın Avrupa'da varlığını kabul ettirebilmesi Ve birlik dışında kalan Güney Alman prensliklerini de birliğe katabil-Itles ' için eninde sonunda Fransa ile çatışması kaçınılmazdı- Fransa da,
2/2 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
biraz kendi hoşgörüsü sonucu ortaya çıkan bu büyük güçle kesin bir hesaplaşmaya gireceğinin bilincindeydi. Ve her iki taraf da bu hesaplaşmanın hazırlığı içindeydi. Ancak bu hazırlık aşamasında Prusya zamanını iyi kullanır ve ordusunu sayı ve teçhizat ve eğitim açısından gitgide güçlendirirken, Fransa'nın hazırlıkları çok daha aksayarak gelişiyordu. Aynı şekilde dış politika açısından da Prusya amaçlarına daha kolay ulaşıyordu. Fransa, Prusya ile çıkabilecek olası bir saaşta kendine müttefik olarak Avusturya ve İtalya'yı görebilirdi. Ancak bu iki devletle yapmak istediği ittifaklarda başarılı olamamıştı. Zira İtalya Roma sorununda hâlâ ısrar ediyor ve Fransa'nın askerî gücüne karşı çıkıyordu. Avusturya ise Prusya ile yapacağı bir savaş sonrasında hiçbir şey kazanamayacağını gerçekçi bir biçimde teşhis etmişti. Rusya'nın böylesi bir savaşta Fransa'dan yana çıkması zaten düşünülemezdi. İngiltere ise kıtadaki gelişmelere ilgi duymasına karşın Almanya'nın uzun dönemde kendi çıkarları açısından nasıl bir tehlike oluşturacağını anlayamamıştı. Kaldı ki Bismarck, Fransa'nın Belçika konusunda yazılı olarak yaptığı gizli talebin duyulmasını sağlamış ve bu talep Londra'yı çok kızdırmıştı. Derhal Belçika'nın bütünlüğünü garanti ettiğini açıkladı. Fransa ve Prusya buna uyacaklarını açıkladılar. Görünen Fransa ve Prusya'nın kozlarını kendi başlarına paylaşacaklarıydı. Bu arada İspanya'da Kraliçe İsabella'nın düşürülmesiyle boşalan tahta Hohenzollern hanedanının Katolik kanadından Prens Leopold'un aday gösterilmesi Fransa ve Prusya arasında büyük bir gerginliğin çıkmasına neden oldu. Fransa, İspanya tahtına Katolik kanattan da olsa Hohenzollern hanedanından birinin çıkmasıyla, ispanya'nın Prusya'yı tutacağını ve iki ateş arasında kalabileceğini düşünüyordu. Bismarck ise bu adaylığın beklediği fırsat olduğu inanandaydı. İmparator I. Wilhelm'i Leopold'u bu çağrıya olumlu yanıt vermesi için sıkıştırma konusunda ikna etmeye çabalıyordu. Ancak bu konuda I. Wilhelm'in tereddütte olduğu gibi, Prens Leopold da tereddütteydi. Gerçekten İspanya Kurucu Meclisi'nin yaptığı daveti iki kez
italyan ve alman birliklerinin kurulması 273
reddeden Leopold, sonunda 21 Haziran 1870'te üçüncü daveti kabul etti. Açıklanan bu karar Paris'te duyulduğunda yer yerinden oynadı. Başta parlamento ve basın olmak üzere, her yerde savaş rüzgârları esmeye başlamıştı. Ve Bismarck'ın tüm karşı telkinlerine itibar etmeyen I. Wilhelm, Leopold'u tahttan vazgeçmeye çağırdı. Prens Leopold'un İspanya tahtından vazgeçtiği 12 Temmuz'da açıklandı. Ancak Fransa bununla yetinmedi. Fransa'nın Almanya Büyükelçisi Benedetti, I. Wilhelm'i dinlenmekte olduğu Ems'de ziyaret ederek hiçbir zam'an Hohenzollern hanedanından bir prensin İspanya tahtına çıkmayacağına dair güvence vermesini istedi. I. Wilhelm bu talebi reddetti. Elçinin yapmak istediği ikinci bir ziyareti de kabul etmedi. I. Wilhelm'in Ems'ten başbakanı Bismarck'a gönderdiği ve olayı anlatan telgraf "Ems Telgrafı" olarak isimlendirilir ve Fransa-Prus-ya Savaşı'mn nedeni olmuştur. Gerçekten Bismarck bu telgrafın tek bir sözcüğünü değiştirmeden öylesine kısaltarak basına duyurmuştu ki; bu metni okuyanlar Fransız elçisinin büyük hakaretlere uğramış olacağını düşünürlerdi. Gerçekten Ems Telgraf! Fransa'da büyük tepkilere yolaçtı. Bu arada Berlin basını da Fransa'ya veryansın ediyordu. Ve bu koşullar altında Fransa Parlamentosu 19 Temmuz 1870'te Prusya'ya savaş açtı. Fransa daha tam anlamıyla hazır olmadan Almanya üzerine yürüdü. Amaçlan Prusya'yı seferberliğini tamamlamadan yenmekti. Oysa ki Prusya seferberliğini çok kısa bir süre içinde tamamladığı gibi, Güney Almanya prenslikleri de Prusya ile birlikte savaşa katılmışlardı! Prusya, Fransız saldırısını kısa sürede durdurdu. Ağustosun ikinci haftasından itibaren Fransa orduları artık Fransa'yı savunmak için savaşıyorlardı. 1 Eylül 1870'te III. Napolyon Sedan'da yap.kn savaşı yitirerek 80.000 kişilik ordusuyla birlikte esir düştü. Bu yenilgi Paris'te duyulduğu zaman toplanan parlamento III. Cumhuriyeti ilân ederek savaşa devam kararı aldı. Kurulan ulusal savunma hükümeti yeni bir ordu oluşturma çabasına girişti. Bu arada eylül ortalannda Prusya ordusu Paris çevresine gelmişti. Fransa bu arada barışa yanaşsaydı belki de 1871'de razı gelece-
274
ikinci
bölüm: yeni bir dünyada denge ar#
ği ağır koşullarla karşı karşşjelmeyecekti. Ancak III. Cumhuriyet onurlu olan yolu seçti ve savşaya karar verdi.40 Ve çok ilginçtir ki, cumhuriyetin çok kısa bir zan içerisinde oluşturarak cephelere sürdüğü asker sayısı 800.000'inerindeydi ve bu rakam imparatorluk ordusunun üç katından fazlayâFakat sayı üstünlüğü ve fedakârlıklar zaferi getirmedi. Zaten Generılbzaine kumandasındaki 175.000 kişilik bir ordunun 28 Ekim lP'te Metz'de teslim olmasıyla, savaşın sonu da görünmüş oluyordu. Fakat özellikle Paris tek olmuyordu. Tüm olumsuz koşullara karşın Paris halkı Ocak 1871»una dek direndi. Nihayet Ulusal Savunma Hükümeti 23 Ocak İlli'de teslim oldu. Barış anlaşmasını yapmak için bir hükümet geriydi. Bunu seçecek meclisin oluşturulması için Şubat 1871'de seçimtifapıldı. Yapılan seçimler sonucu oluşan meclis Thiers başkanlığındır "Yürütme Kurulu" oluşturdu. Ancak Paris'te bundan sonraki İmde anlatacağımız "komün yöneti-mi"nin kurulması üzerine buıclis ve Thiers, Versailles'a kaçtılar. Aynı Versailles Sarayı'mı'aynalı salon"unda Paris'in teslim olmasından daha on gün önce ûıey Almanya prensliklerinin de katılmalarıyla "Alman İmparatorlııji" kuruluyordu. Törene Alman prensleri ve generalleri katılmışlardıJrtık I. Wilhelm "Alman İmparatoru" oluyordu. Avrupa'nın ve belkıidünyanın kaderini önemli ölçüde etkileyecek bir birlik ortaya çıkıştı. Thiers hükümetiyle Akıya 10 Mayıs 1871'de Frankfurt Barışı'nı imzaladılar. Buna görtilsas-Loren Almanya'ya geçiyor ve Fransa, Almanya'ya beş milyriank savaş ödentisi veriyordu. Üç yıl içinde ödenmesi gereken bu p ödenene dek Fransa'daki Prusya işgal ordusunun giderleri Fransıorafından karşılanacak ve bunun dışında, para ödenene dek Fransiın kuzey eyaletleri Almanya'nın işgali altında kalacaktı.41 Thiers hükümeti bu alışmayı imzaladıktan sonra Paris teK» 40 41
Rossier, E., a.g.e., s.140 vd. Ancak, Fransa halkının çok büyük öz«le bu para çok kısa bir süre içinde sağlanacak v gale son verilecektir.
italyan ve alman birli»'™ kurulması 275
komün yönetimine karşj saldırıya geçti ve bu yönetimi kanlı bir biçimde ortadan kaldırdı. Artık Avrupa'da yeni bir dönem başlıyordu. PARİS KOMÜNÜ Mart 1871'de tarih sahnesine çıkan ve 72 gün süren Paris Komünü dünya sosyalist hareketinin tarihinde çok ilginç bir deneyim olarak yeralır. Ve bu hareketin tanı bir teşhisinin yapılabilmesi için o günlerin sosyalist hareketlerinin iyi bir çözümlenmesinin yapılması gerekir.42 Biz bu konuya burada girmek niyetinde olmamakla birlikte şimdilik şu kadarını söyleyelim ki; Sanayi Devrimi'nin gelişmesine paralel olarak işçi sınıfı da gerek sayı ve gerekse bilinç olarak genel bir gelişme içindeydi. Ve Paris Komünü bu gelişen sınıfın ilk iktidar deneyimidir. Gene burada değinilmesinde yarar olan bir başka nokta, Paris Komünü'nün "Marksist" olup olmadığı tartışmasıdır. Aslında bu hareketin Marksist olması doğal olarak mümkün değildir. Zira biraz aşağıda anlatacağımız gibi, o tarihte Marksizm böylesi bir etkiye sahip olamayacak kadar yeniydi. Fakat gene de kuşku duyulmaması gereken bir şey, daha sonra Engels'in de vurgulayacağı gibi; komünün devlet modelinin, Marks ve Engels'in düşündükleri türden bir proloterya diktatörlüğü biçimini almış olmasıdır.43 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa'nın değişik ülkelerindeki işçi hareketleri farklı nitelikler taşımaktaydılar. Örneğin İngiltere'de işçi sendikaları çerçevesinde, daha çok "parlamentarist" eğilimler gözlenirken, Fransa'da daha çok "anarşizm"e yaklaşan "Proudhonculuk" ve "Blanquistlik" yaygın ve etkindi. 1848'de "Komünist Manifesto "yu yayınlamış bulunan Kari Marks ise, çok hızla ün kazanmasına karşın, henüz Fransa'da bile yaygın bir taraftar kitlesine ve onaya sa-h'P değildi.** Genel bir siyasal tarih ders notlan içinde böylesi bir ayrım bize uygun gelmedi- Kaldı ki; bu konular siyasal düşünce ve siyasal doktrin derslerinde de genişliğine ele alınmakta. Thomson, George, Marx'tmUao Zedung'a (Devrimci Diyalektik Üzerine), çev. Coşkun Irmak, Koral Yayınları, İstanbul, 1979, s.91. Sarıca, Murat, Siyasal Tarih.Vtz. s.174-176.
276 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Enternasyonaller Enternasyonaller sosyalist partilerin uluslararası alanda bir araya gelmek üzere oluşturdukları örgütlenmelerdir. Uluslararası Emekçiler Birliği'nin kurulduğu 1864 ile "• Dünya Savaşı arası dönemde etkinlik gösteren Enternasyonaller II. Dünya Savaşı ile dağılmış, farklı bir çizgide faaliyet gösteren Sosyalist Enternasyonal kurulmuştur. 1864'te Londra'da düzenlenen bir toplantıda Fransa ve İngiltere'nin güçlü sendika liderleri tarafından kurulan Uluslararası Emekçiler Birliği zamanla merkezi bir parti gibi çalışmaya başlamıştır. İlk Enternasyon'a Marx ve Bakunin arasındaki mücadele damgasını vurmuş, nihayetinde 1872'de Bakunin taraftarları örgütten ayrılmışlardır. Sosyalist Parti ve sendikaların ı889'da Paris'te biraraya gelmesiyle kurulan II. Enternasyonal 1912 yılına gelindiğinde ABD, Kanada ve Japonya üyelerini de içerecek biçimde Kari Manc'ı 1847'de Londra'da yaptırım gücü olmayan gevşek bir federasyon durumundaydı. yapılan Komünistler Birtiği'nde Parlamenter demokrasiyi savunan II. Enternasyonal'in gündemindeki konuşurken gösteren bir tablo. en önemli konu savaşın engellenmesi olmuştur. Ancak savaşa giden süreçte girilen ittifaklar, üyeler arasında bölünmelere neden olduğundan işlevsiz kalmıştır. Savaşın sona ermesine doğru Lenin ve arkadaşları komünist partilerin birliğini sağlamak amacıyla III. Enternasyonal'i kurmuşlardır. Amacı komünist hareketi Rusya'nın denetiminde tutmak olan Enternasyonal'in 1920 Moskova toplantısında ılımlı sosyalistler ile pasifistlerin kuruluştan atılması kararı alınmış ve Sovyet örneğine uyacak organizasyon esas kabul edilmiştir. Komintern olarak adlandırılan III. Enternasyonal 1943'te feshedilmiştir. Stalin egemenliğindeki Komintern'e karşı çıkan Troçkist eğilimli IV. Enternasyonal 3 Eylül 1938'de Fransa'da kurulmuştur. Amacı egemen sınıfların dayandığı temelleri yıkarak kitleleri devrime hazırlamaktır. Ancak 1940'da Troçki'nin ölümüyle iyice açığa çıkan hizipler sonunda 1953 V" İma gelindiğinde kuruluşun faaliyetlerine son vermiştir.
Zaten işçi sınıfı hareketindeki bu dağınıklığı engellemek ve değişik ülkelerdeki farklı akımları birleştirerek tek merkezden yönetebilmek amacına yönelik olarak oluşturulan "I. Enternasyonal", toplantıları Marks'ın, diğer akım taraftarlarını ikna savaşımıyla geçecektir. Fakat gerek 1866'da Cenevre'de toplanan I. Kongre'de ve gerekse 1869'da Basel'de toplanan II. Kongre'de bu konularda kesin bir belirlenme ortaya çıkmamıştı.
italyan ve alman birliklerinin kurulması 277
Fransa'da sanayi işçilerinin ilk ayaklanma hareketi daha önce de anlattığımız şekilde 1848'de olmuş ve bu ayaklanmanın şiddetli bir biçimde bastırılmasına karşın anayasaya "sosyal devlet" kavramının girmesine yolaçmıştı. 1850 sonrasında ise Fransız işçi sınıfının önemli bir gelişme ortaya çıktığını görüyoruz. Zira Fransa sanayileşme hamlesine hız vermiş ve özellikle Paris çevresinde yoğun işçi kitleleri ortaya çıkmıştı. 1860 sonrasında Fransa'da sanayi işçilerine ve bunların örgüt ve liderlerine karşı önemli bir tutum ve politika değişikliği yapıldı. Hattâ yurtdışında sürgünde bulunan kimi liderlerin gelmelerine de izin verildi. Hükümet kendini "işçi dostu" olarak göstermek istiyordu. Ve bu politikanın bir sonucu olarak Fransa ve özellikle Paris işçileri arasında bilinç düzeyi hızla yükselirken, bir yandan da hızlı bir örgütlenme sürecine girildi. Prusya ile savaşa işte bu bilinç içinde girilmiş ve 131 gün süren Prusya kuşatmasına Paris'in bu işçileri direnmişlerdi. Prusyalıların talebi üzerine tüm Fransa'da genel seçimler yapıldı. Paris işçilerinin beklentilerinin tam tersine Fransız halkı ve özellikle kırsal kesimde yaşayan halk kralcılara oy verdi. Ve seçilen 750 temsilciden, ancak 350'si cumhuriyetçiydi. İlk oturumunu Bordeaux'da yapan ulusal meclis, ilk toplantısında cumhuriyetin ilanını reddetmesine karşın, yürütme gücünün başına eski bir cumhuriyetçi olan Thiers'i getirmişti. Ancak 1871'in Thiers'i eski özgürlükçü ve dinamik Thiers'den çok uzaklaşmıştı. Aynı günlerde Paris işçileri de "Ulusal Muhafız Merkez Komitesi"ni oluşturmuşlardı.45 Zaten Ulusal Meclis de bu nedenle Paris'e gelmeye çekiniyordu. Thiers'in ısrarlı önerileri karşısında, ancak Versailles'e gelmeye razı olmuşlardı. Ayrıca unutmamak gerekir ki, Versailles ile Paris arasında Prusya ordusu bulunmaktaydı. Zaten Thiers bu önerisini Bordeaux'daki Ulusal Meclis'e sunarken, Versailles'i başkent olarak değil, "toplantı yeri" olarak önermek zorunda kalmıştı. Ve 10 Mart 1871'de yapılan toplantıda bu öneri 154'e karşı 527 oy*5 Bkz. Devrimler (ve Karst-D evrimler Tarihi) Ansiklopedisi, c.3, Sosyalist Devrimler, s.485 vd.
278 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
la kabul edilmiş ve ilk toplantı tarihi olarak da 20 Mart 1871 saptanmıştı.*6 Bu arada "Ulusal Muhafız Merkez Komitesi" Paris'te duruma adamakıllı egemendi. Ancak Prusya yenilgisini hazmedememiş olmalarına karşın, buna direnecek güçleri de kalmamıştı. Zaten kimi fanatik grupların örgütlemeye çabaladıkları yeni bir direniş, sağduyulu kimi liderlerin çabalarıyla durdurulmuştu. Ancak Prusya ordusunun 1 Mart 1871'de Paris'te yapmak istediği "zafer yürüyüşü" başarılı bir pasif direnme ile engellenmişti. Prusya askerlerinin yürüyeceği yol ve mahalleler tümüyle boşaltılmış ve Alman askerleri, bir başkente değil, "ölüm sessizliğinin egemen olduğu bir çöle" girer gibi olmuşlardı. Zaten aynı akşam tüm Paris ışıklarını söndürmüş ve olayı protesto etmişti. Ve Paris sokaklarında askerlerinin önünde bir zafer yürüyüşü yapmayı planlayan I. Wilhelm, bu düşüncesinden vazgeçtiği gibi; Alman ordusu da bir gün kaldığı Paris'i 2 Mart 1871'de hızla boşaltmıştı. Ulusal Muhafız Merkez Komitesi'nin Almanlara karşı direnmeye pek niyeti yoktu. Ancak kralcıların çoğunlukta olduğu Ulusal Meclis kararlarına da pek uyacak gibi görünmemekteydi. Zaten genellikle Paris halkının bağışlarıyla satın alınmış bulunan 227 topla, çok sayıda mit-ralyözü Montmartre ve Villette meydanlarında toplamış ve denetimi altına almıştı.47 Zaten ayaklanmanın görünürdeki nedeni olarak 15 Mart'ta Paris'e gelen Thiers'in bu topları düzenli ordu birlikleri tarafından zorla almak istemesi görülecektir. Fakat Ulusal Meclis Yürütme Komitesi'yle, Ulusal Muhafızlarla Merkez Komitesi'nin çatışması zaten kaçınılmazdır. Çünkü Paris'te yönetim iki başlı bir görüntü kazanmış durumdaydı. Toplar sadece bir bahaneydi. 17 Mart 1871'derhiers'in imzasıyla bir hükümet bildirisi yayınlandı. Bunun ilginç bazı bölümlerini almak istiyoruz:48 46 47 48
Bourgin, G. - Adamov, A., 1871 Paris Komünü, çev. A. Tokatlı - G. Üstün, Ağaoğlu Yayınevi, istanbul, 1968, bkz. s.24 vd. Louis, Paul, Fransız Sosyalizm Tarihi, çev. Şerif Hulusi, Dördüncü Yayınevi, İstanbul, 1966, bkz. s.l64vd. Bourgin, G. - Adamov, A., a.g.t., s.26-28.
italyan ve almanbir» Merinin l^urulma |S| 2y9
Parisliler, İşte gene salere, *za, yurtseverlik duygularınıza s.esleni y0r ve işitileceğirHİumuj'itız. Bir zamandır,kararJt niyetli birtakım kişiler, Ş ehrımiiz; terlketmiş bulunan Pnsyalılııkarşı direnmek bahanesiyle şehriin bir kısmına hâkim »lup„. biran yurttaşların oylarıyla kma"ulmu^ olan meşru hükümete brşıbirlikümet kurmak istemektendirler... Ateş lendiği takdirde aletinizi, jiluk çocuğunuzu ve bizzat sizle ri yakap kül edecek toplan orajıburaya dikmekte, böylelikle de »cumhuriyeti, savunacak yerde ttllkeye atmaktadırlar... ... Bu durumsürdlçe ticaret hayatı felce uğra-mış, cLükkâr-ılarınız boş, dörtliryandııyağmakta olan siparişler •ertelerç.rmş kalacak; kredi açılmayacak t yurdu düşmandan temiz;l»«mek üçin hükümetin ihtiyaç duyduğu sermaye gelmekte tereddüt edecektir. Bütün Fransa'nıi(ibrıisI0lduğu kadar sizin kendi <-çıkarınlz ve Cehrinizin çıkarı için de, İümet harekete geçmekte k^ararlı,dlr... ty yurt. taşlar tellerden atılsın: Devlet kuvvetlerine t^arşı d uenmçk yerine ona yardımcı olanlar...
Gerçekten ThierslS Mart 1871'de Montmartrre'delci topları bir kez daha düzenli ordııbırlikkine zorla aldırtmak is«edı. Bunun yanıtı Ulusal MuhafızlarınParis'mbellibaşlı merkezlerini ele geçirerek kırmızı bayrak çekmeleıi oldu,Thiers, Paris'ten Vers-ailles'a ka^tı. 18 Mart'tan 28 Mayıs İPl'e i tam 72 gün sürecek "Parls Komünü" başlamıştı.*9 Ulusal muhafız Mertaz Komitesi, Paris'i zoorla ele geçirmişti ama, "iktidarı zorla ele geçmiş" olma suçlaması mdan çekiniyordu. Bu nedenle 22 Mart günü "meclis" için seçim yapı^ masına karar verdi. Daha sonra bu seçimler % Mart'a ertelenecek \^<s ° Sün yapılacaktır. Seçime dek geçen Uta içinde bakanlıklara el k<3=>nuımuş, sıkıyönetim kaldırılmış, tüm siyasal tutukluları kapsayan ge=nel af ilân edilmiş ve düzenli ordunun savaş mahkemeleri lağvedilmiş*-1*' Komün sözcüğü, yerel yönetimle ilglolarak "kendi kendine yeten fc>K« birimi» ifade etmektedir. Kimi yazarlarımız komtiısönğüniTürkçe karşılığı olarak "buc»l*<" sözcüğünü önermekteyseler de, bu sözcük bizce ulamı açıklamak bakımından yetersiz kalr^rı r. 50 Devrimler..., s.490.
280 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Merkez Komitesi'nin seçimlerle ilgili olarak yayınladığı bildiriden ilginç bulduğumuz bazı parçaları almak istiyoruz:51 Emekçiler ... Biz, emekçilerin boyunduruktan kurtulmasını istedik... Bizler ki, eşitlik uğrunda hep birlikte savaştık ve acı çekmeyi öğrendik; toplumsal yapının ilk temel taşını yerleştirmeye çalışacağımız şu sırada geri dönmemeliyiz... ... Paris halkı artık uyanmıştır ve dadısı tarafından güdülen bir çocuk rolünü kabul etmemektedir. 26 Mart Pazar günü Paris halkının oylarını komün için kullanmayı bir şeref borcu sayacağına inanıyoruz...
Gerçekten 26 Mart 1871'de seçimler yapıldı. Her 20.000 kişiye bir temsilci hesabıyla yapılan seçimlerden sonra 85 kişilik bir meclis ortaya çıktı. Bu 85 temsilciden 21'i burjuva kökenliydi. Geri kalanları ise işçi ve aydın kökenliydiler. Seçimlerden iki gün sonra 28 Mart 1871'de Ulusal Muhafız Merkez Komitesi yetkilerini bu meclise devretti ve bu meclise "Komün Meclisi" adı verildi. Komün Meclisi 28 Mart'tan 28 Mayıs'a 62 gün yaşamasına karşın "devletin yeniden örgütlenmesi" konusunda çok ilginç bir deneyim yaşamıştır. Devletin yeniden örgütlenmesinde ilk ve en önemli adım "kuvvetler birliği" ilkesinin uygulanması oldu. Gerçekten Komün Meclisi yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplayarak, "komisyonlarla yönetim" modelini denedi. Gene ilginç bir nokta olarak Komün Meclisi üyeleri seçildikleri bölge karşısında sürekli olarak sorumluydular ve seçmenlerinin denetimine tâbiydiler. Yani bir seçim bölgesi temsilcisinin tutum ve davranışlarından memnun olmazsa, onu temsilcilikten atarak yeni bir temsiki seçme ve Komün Meclisi'ne gönderme yetkisine sahipti. Düzenli ordu ve polis kuvvetleri lağvedilerek bunların görevler' silahlı işçilerden oluşan "Ulusal Muhafızlara" devredildi. Kimi devle görevlerinde "gönüllü çalışma" ilkesi kabul edildi. Yüksek dereceli g° 51 A.g.«,s.491.
italyan ve alman birliklerinin irıımlma^
revülerin maaşlarında kısıntı yapılarak, tüm ücret gelirleri tam bir c$lt~ lige indirgendi. Paris'te bu ilginç gelişmeler olurken, Thiers ve Ulusal MeC"s Versailles'da durumunu güçlendiriyordu.52 Thiers'in emrinde önc£İen düzenli ordu birliği olarak çok ufak bir güç varken, kısa bir süre İÇın" de bu kuvvet 40.000'e ulaşmıştı. Ve Thiers'in durumu kuvvetlenir^11' Komün Meclisi'nin sorunları gitgide artıyordu. Zira başlayan yiyecel< sıkıntısının yanısıra, bir dizi sabotajlar katlanılması güç zararlar 0rta~ ya çıkarıyorlardı. Paris'in her tarafı casus doluydu. Kim komünden Yâ~ na, kim komüne karşı belli değildi. 10 Mayıs 1871'de imzalanan ve koşullarını daha önce anl*tn" ğımız Frankfurt Barışı sonrasında Bismarck elinde tutsak olan FraJ>slz askerlerinden 100.000'ini bıraktı. Amacı "devrim dalgasını durdur" mak" idi. Ayrıca yaptığı yardım bununla da kalmadı. Thiers ordul^n" nı Prusya işgal kuvvetlerinin arasından geçiş izni de verdi. Komün''0" ler "Prusya ordusu nasıl olsa saldırmaz" düşüncesiyle buraları tahkim etmemişlerdi. Bu hiç hesaplanmayan bir şeydi. Ancak aslıflcfa buradan bir saldırı beklenseydi de, fazla değişecek bir şey yoktu. Thiers orduları 20 Mayıs 1871'de saldırıya geçtiler. Komün£u" ler barikatlarda bir hafta direndiler. Bu hafta "Kanlı Hafta" olarak 2"' landırılır. Ancak son direnmeler de 28 Mayıs'ta son buldu. Ve bir h^1" ta boyunca dökülen kanlara ek olarak 30.000 kişi kurşuna dizildi. M' fıca 40.000 kişi de sürgüne gönderildi. İlginç bir deney kanlı bir biçil11-de sona ermişti. Ancak komün deneyiminin Fransız tarihine önemli bır yararı olmuş ve Ulusal Meclis, bünyesindeki kralcı milletvekillerini11 sayıca üstünlüğüne karşın, "komünün ruhundan duyduğu korku ne~ enıyle" krallık rejimini geri getirememiş ve önce reddetmiş olduğu cı«nhuriyeti sürdürmek zorunda kalmıştır.
52 jy . ,. 1 yazarlar "komün"ün başarılı olamamasının temel nedeni olarak komüncülerin Versa'1" in üzerine r yürüyerek henüz zayıfken Ulusal Meclis'in ve Thiers'in safdışı bırakılmamasını g&~ ürler.
Viyana ve Paris Kongreleri Arasında Osmanlı İmparatorluğu
K
itabımızın bu bölümünde Osmanlı Imparatorluğu'nun 19. yüzyıldaki macerasının önemli bir bölümünü ele almak istiyoruz. Gerçekten bu dönem imparatorluk içindeki "gerilemenin" adamakıllı hızlanmış olduğu dönemdir. Daha sonra gelecek dönem ise, artık "çözülme" ya da "yıkılma" dönemi olacaktır. Ancak dönem içindeki olaylara ve gelişmelere geçmeden önce konuya genel bir yaklaşım yapmak durumundayız. Bu genel yakaşım içindeki amacımız, elbette Osmanlı Imparatorluğu'nun bu dönemindeki yöneticileri aklamak değil. Ancak eğer daha sonraki sayfalarda anlatacağımız olayların doğru bir biçimde anlaşılması isteniyorsa, dönemin tarihsel koşullarından soyutlanmamak gerekiyor.1
KONUYA GENEL YAKLAŞİM iJaha önce de değindiğimiz gibi 19. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu dünyaya yön veren güçlerden biri sayılmasa bile, dünya uz erindeki en güçlü devletlerden biriydi. Bu güçlülük gerek toprak büBız de bu satırları yazarken, "soyutlanmamış olmayı" umut ediyoruz.
2ö4 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
yüklüğünden ve gerekse konumundan kaynaklanıyordu. İslâm dünyası önemli ölçüde Osmanlı egemenliği ve koruması altında idi. İran'la çıkan kimi çatışmalar2 ve yerel güçlerin iktidar heveslerinden kaynaklanan kimi ufak tefek ayaklanmalar dışında İslâm ve Arap dünyası bugün bile çok aranan bir barış içinde yaşamaktaydı. Zira "ümmet" anlayışı, "ulus" ve "kavim" anlayışlarından çok önce geliyordu.3 Ancak daha sonra Cezayir ve Mısır sorunlarını irdelerken göreceğimiz gibi, bu anlayış da, bütünlüğü korumak için yeterli olmuyordu. Hele bir dış güç işin içine girer ve zor kullanırsa. Balkanlar'daki durum ise daha zordu. Rusya ve Avusturya'nın Balkan politikaları bir yana, unutulmaması gereken temel bir nokta 19. yüzyılın "ulusçuluk yüzyılı-ulusçuluk çağı" olmasıdır. Böylesi bir çağda Osmanlı İmparatorluğu'nun ırk, din, dil, kültür vb. açılardan kendinden çok uzak olan heterojen bir kitleyi, tek yapı içinde tutması mümkün değildi. Hele Osmanlı İmparatorluğu'nun ekonomik açıdan zayıf bünyesi ve Sanayi Devrimi'nin tümüyle dışında kalmış olması düşünülürse. Ve gene unutmamak gerekir ki, çağın en güçlü devletleri bile "ulusçuluk" akımının karşısında pek bir şey yapamıyorlardı. Örneğin İngiltere'nin kendisine pek çok bakımlardan yakın olan İrlanda karşısındaki tutumu ya da Avusturya'nın İtalya ve daha sonra Macaristan karşısındaki tutumunu anımsamak gerekir. Gene aynı biçimde Rusya defelarca Polonya'yı (Lehistan) bütün ağırlığı ve acımasızlığı ile ezmesine karşın Leh ulusçuluğunu ortadan kaldırabilmiş miydi? Ulusçuluğun tüm canlılığı ile filizlendiği Balkanlar'da Osmanlı İmparatorluğu'nun gerilemesi kaçınılmaz bir kader idi. Ayrıca ulusçuluktan kaynaklanan bu ayrılıkçı akımlar büyük dış desteğe de sahiptiler. Bir sonraki bölümde anlatacağımız Yunan Ayaklanmasından 2 3
İran'la çıkan çatışmalar konusunda bkz. Mufassal..., c.5, s.2865-2877. Belirli kavramların epistemolojik tartışmasına girmenin yeri elbette bu kitap değil. Ancak şunu belirtmekten de kendimi alamıyorum ki "ulusçuluk-milliyetçilik", "kavmiyetçilik", "şoven ulusçuluk", "ırkçılık" vb. gibi bir dizi kavram Türkçemizde zaman zaman çok yanlış ve birbirine girmiş bir biçimde kullanılmaktadır. Bunlar arasındaki temel fark "ulus", "halk", "kavim , ırk" vb. gibi kavramların tam açıklanamamasından doğmaktadır. Bu arada bazı saptırma çaba ve örneklerine de rastlanmaktadır.
viyana ve paris kongreleri arasında osmanlı imparatorluğu
285
Boulanger'in tablosunda Paris'te Concorde Meydanı'nda milli muhafızlar komüncülere karsı hücuma geçerken.
söz ederken Suphi Nuri'nin belirttiği husus, aslında tam bir gerçeğin dile getirilmesidir:4 ... Fakat eğer Osmanlılar, Yunanlıları iyi idare etselerdi yine milliyet cereyanları ile Yunanlılar hislerine kapılacaklar ve yine Türklerin aleyhine kıyam edeceklerdi. Çünkü milliyet hissi büyük bir kuvvet ve dinamizmdir. Bizim iyi idaremiz belki bu işi yarım asır daha geciktirebilirdi, yoksa biz hiçbir vakit Yunanistan'ın istiklâline mani olamazdık. Zaten olmamamız da lâzımdı...
*
İleri, Suphi Nuri, a.g.e., s.133.
ikinci bölüTTi: yeni bir dünyada denge arayışları
Bir yanıyla gerçeği dile getiren yukarıdaki satırlar, bir başka yönüyle bizce haksız bir anlayışı sergilemektedir. Bu anlayış Osmanlı yönetiminin kötü bir yönetim ve Osmanlı devlet adamlarının kötü yöneticiler olduklarıdır. Hattâ bu anlayış çerçevesinde Osmanlı yöneticileri Avrupa diplomasisinden haberdar değildirler ve dünya üzerindeki gelişmeleri izlememektedirler. Oysa ki olayların gelişimi önyargılı olmaksızın ve dikkatli bir biçimde incelenirse, bu anlayışın tümüyle yanlış olduğu anlaşılır. Osmanlı yönetimi, yüzyıllar süren bir "devlet yönetme geleneği"nin mirasçısı olarak, Osmanlı İmparatorluğu'nun son yüzyılında da başarılı bir yönetim örneği vermiştir. İmparatorluğun dağılması ve yıkılması, kötü yönetimin değil nesnel ve ekonomik koşulların bir sonucudur. Dahası Osmanlı yönetiminin başarısı, kaçınılmaz olan bu dağılmayı en azından bir süre geri bırakmıştır. Her şeyden önce Osmanlı yönetimi, dünya siyasal dengesini çok iyi izlemekte ve bu dengeyi imparatorluğun çıkarları doğrultusunda çok iyi kullanmaktadır. Örneğin Balkanlar'da Avusturya ve Rusya arasındaki çekişmeyi çok iyi izleyerek; sırasında birini öbürüne karşı kullanarak, dağılma sürekli ertelenmiştir. Aynı biçimde Rusya'nın Akdeniz'e inmesinin getireceği sorunları kullanarak İngiltere'nin sürekli sayılabilecek bir desteği sağlanmış ve İngiltere uluslararası arenada Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğünün koruyucusu olmuştur. Zaten ileride anlatacağımız gibi, Almanya'nın birliğini sağladıktan sonra İngiltere'yi denizlerde tehdit etmesi üzerine İngiltere Almanya'ya karşı Rusya'nın dostluğunu aramış ve Osmanlı İmparatorluğu'nun bütünlüğünü korumak politikasından vazgeçmiştir. Bu politika Osmanlı İmparatorluğu'nun Almanya'ya yakınlaşmak zorunda kalmasının temel nedeni olacaktır. Osmanlı yönetimi Avrupa'daki diğer güçleri de zaman zaman birbirlerine karşı kullanmayı başarmıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nun dış politikası da son derece gerçekçi idi. Temel amaç olarak "imparatorluğun toprak bütünlüğünü korumak" belirlendikten sonra, bu amaç doğrultusunda ve çerçevesinde son derece esnek ve dış politika uygulanabilmiştir. Geleneksel dostluk,
viyana ve paris kongreleri arasında osmanlı imparatorluğu 287
Karlofça Sonrası Osmanlı Diplomasi Örgütü Osmanlı Devleti'nin ilke olarak 15. ve 16. yüzyıllarda Avrupa ile olan ilişkilerinde sürekli elçilikler kurmaması, geçici nitelikli elçilerle yürüttüğü bir diplomasi anlayışı izlemesi dikkat çeken bir husustur. Aynı şekilde Osmanlıların bu dönemde Fransa, ingiltere, Avusturya, Birleşik Hollanda gibi devletlerle yaptığı antlaşmalar da bir antlaşma değil, hukuken mütareke statüsündeki geçici nitelikli sözleşmelerdi. Klasik dönemde Osmanlı yönetiminde bağımsız bir dışişleri ofisinden söz etmek mümkün değildir. Dışişleriyle ilgili yazışmaları ve temasları yürüten ofisin başındaki Re-isülküttap sadrazamın yardımcısı ve kançılaryanın şefi olmasına rağmen Divan üyesi değildi, Bununla birlikte Karlofça Antlaşması sırasında Reisülküttap Rami Mehmet Efendi'nin başarılı tutumu reisülküttapın ve dışişleri ofisinin önemini artırmıştır. Nitekim bu olaydan bir süre sonra Rami Mehmet Paşa sadrazamlık görevine getirilmiştir. Karlofça (1699) ve Pasarofça (1718) antlaşmalarını imzalayan bir dizi ticaret, seyrüsefain antlaşmaları ile Avusturya, ingiltere, Hollanda, Fransa ve 1730 Belgrad Antlaşmasından sonra Rusya, konsolosluk ve elçilikler konusunda Osmanlı İmparatorluğunda asrın diplomatik muafiyet ve güvencesini elde ettiler. Böylelikle bir islâm devleti ilk defa olarak Hıristiyan ülkelerle eşit düzeyde diplomatik ilişki sistemine giriyor yani VVestfalya esaslarına tabi oluyordu. Bu durum elçilik heyetlerinin Avrupa ülkeleriyle olan protokolde eski geleneklerin terk edilmesiyle sürdü. Avrupa'yla yoğun ilişkilerin başladığı dönemde geçici nitelikli temsil esası terk edilecek ve III. Selim'den sonra Avrupa'nın belli başlı merkezlerinde daimi diplomatik temsilcilikler açılacaktı. Bu kuruluşlar Batı'yı tanıma ve Batılılaşma hareketinde önemli etkiler yaratacaktır. Bu dönemde büyük devletler arasındaki dengeye dikkat etme, kritik dönemlerde müzakere ve oylama Osmanlı diplomasisinin bir tekniği olarak gelişmeye başlayacaktır. ı835'e gelindiğinde ise Umur-ı Hariciye Nezareti kurulacak ve Yozgatlı Akif Efendi ilk Hariciye Nazırı olarak atanacaktı. Umur-ı Hariciye Nezareti'nin oluşumunda göze çarpan en önemli husus sadrazamın bu örgütü tümüyle kendi kontrolünde tutma çabasıdır. Tanzimat etolüne mensup bürokratlar gerek lisan bilgileri, gerekse Avrupa'daki geçmiş görevleriyle hariciye nazırı niteliğindeydiler. Ali, Fuat ve Mustafa Reşit Paşalar bu noktada ilk akla gelen isimlerdir. Osmanlı modernleşmesi, klasikteki dışişleri örgütünü bu nedenle de muhafaza etmiş ve Sadaretle Hariciye Nezareti fazla içice olmuştur. Bu örgütsel yapı Cumhuriyet dönemine de miras olarak kalmıştır. Osmanlı hariciye evrakının önemli kısmı sadrazamlık arşivinde biriktiği gibi, iki örgütün aynı binada barınması da tesadüf değildir. Ilber Ortaylı, "Osmanlı Diplomasisi ve Dışişleri Örgütü", TCTA., iletişim Yay., Ist.1985, c.ı, s.278-280
geleneksel düşmanlık vb. gibisinden gerçekçi olmayan, duygusal sloganlara kapılınmamış; ana amaç doğrultusundaki her yol denenebilmiştir. Örneğin sırasında Rusya ile dost olunmuş, sırasında İngiltere ve Fransa ile birlikte Rusya'ya karşı savaş açılmıştır. Peki Osmanlı yöneticileri hiç mi hata yapmamışlardır? Elbette
288 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
yapmışlardır. Kimi zaman yanlış beklentilerle, yanlış hesaplarla hatalı politikalar izlenmiş, hatalı eylemlere girişilmiş, hatalı seçimler yapılmıştır. Ancak o çağda da, günümüzde de hatasız bir dış politika izlenmesi kesinlikle mümkün değildir. Örneğin bir İngiltere ve Fransa'nın Prusya'yı serbest bırakmakla yaptıkları diplomatik hata, Osmanlı İmparatorluğu'nun tüm 19. yüzyıl boyunca dış politikasında yaptığı hataların toplamından çok daha büyüktür. Konuyu daha ilerideki dönemler açısından düşünürsek, İngiltere'nin Birinci Dünya Savaşı öncesinde Boğazlar'ı Rusya'ya bırakmaya razı olarak Osmanlı İmparatorluğu'nu Almanya'nın safına itmesi mi hatadır; yoksa son kabinesinde bile Cavit Bey gibi İngiliz yandaşlarına yer vermeye özen gösteren Osmanlı İmparatorluğu'nun savaşa girmesi mi hatadır? Dış politika uygulamasında, dünya dengesinin iyi izlenmesinin ve yorumlanmasının elbette büyük payı vardır. Fakat sonuç olarak dış politika önemli ölçüde dış istihbarata dayanır ve dış istihbarat kaynakları oldukça sınırlıdır. Hele çok farklı bünyeler konusunda istihbarat sağlamak özellikle zordur. Üstelik ekonomik kaynakları oldukça sınırlı bir Osmanlı İmparatorluğu'nun durumu düşünülürse, dış istihbarat sağlama konusundaki güçlükleri daha iyi anlaşılır. Buna karşılık, bünyesinin karaşıklığı nedeniyle Osmanlı İmparatorluğu ile bilgi sağlamak çok kolaydı. Böylesine olumsuz koşullar altında imparatorluğu 16 Mart 1920'ye dek yaşatabilmiş olmak, bize kalırsa büyük başarıdır. Bu başarıda en büyük payı olanlar ise, hiç kuşkusuz Osmanlı İmparatorluğu'nun yöneticileridir. YUNAN AYAKLANMASI VE YUNANİSTAN'IN BAĞIMSIZLIĞINI KAZANMASI Yunan Ayaklanması, imparatorluk içinde "bağımsızlık" talebiyle ortaya çıkan ilk harekettir. Her ne kadar daha önce Sırbistan'da da bir ayaklanma ortaya çıkmış ve Rusya'nın da desteğiyle başarıya ulaşmış-sa da, Sırpların amacı bağımsızlık değil, özerklikti. Bu nedenle Yunan Ayaklanması'nı, türünün ilk örneği olarak saymak yanlış olmaz.
viyana ve paris kongreleri arasında osmanlı irnK t
---------------------------------------------------------------İJaratorlugu <
Osmanlı Yönetimi Altında Yunanistan ve Rumlar Anadolu'ya Türkmen akınları başladığı yıllardan beri süregej «ürikte yaşama" alışkanlığı, ulusçuluk akımının etkisiyle yerini "k- j^ dileğine" bırakmadan önce, Rumların Osmanlı İmparator]^ • :Je özel ve ayrıcalıklı bir yerleri vardı.5 Gerçekten imparatorlu^ vönetjmi Sırplar, Bulgarlar vb. gibi özellikle Müslüman olmayan azınlığı • Un politikaları konusunda çok ciddi davranırken, Rumlar bunun rj,sın(ıa tutulmuş ve imparatorluğun her yanına dağılmışlardı. Ancak ço&ıınlukla Yunan Adaları, Mora ve Teselya'da yaşamaktaydılar. Ayrıca JL{ A nJo-lu ve Doğu Trakya'da da oldukça yoğun bir Rum nüfusu V^J gun)a-rın dışında genellikle sahillerde ve ticaret merkezlerinde yaşa(ian4. Rumların yaşadığı bölgeler üzerindeki Osmanlı Semenliğini11 kesinleştiği II. Mehmed (Fatih) zamanından beri süregelmek 0ıan <Jin ve vicdan özgürlüklerinin yanısıra; mülkiyet edinme, özgjjr ticari yapabilme, kendi dilleriyle eğitim yapma ve kültürlerini geljstjrey,ue gibi, o dönemin Batı dünyasına çok yabancı ve ters gelebil^ ı öğürlüklere etkisiz sahiptiler. II. Mehmed, İstanbul'u aldıktan sonra İstanbul'daki Ortodoks Rum Patrikhanesi'ne dokunmamış, tam tersine patrikhaneyi eüc]enclirerek, etkinliğini artırmaya çabalamıştır. Balkanlar'ın fethi sonrasın^ buradaki Ortodoks cemaatlerin de Fener Patrikhanesi'ne bajıanrnaSı-nın yanısıra, Mora Yarımadası'nın fethinden sonra bural3r Aa ayoi patrikhanenin etki alanı altına sokulmuştur.6 Kimi yazarlat,m jalıa sonraki bozguncu tavrı ve ayrılıkçı akımı desteklemesini j>5ZQnünde tutarak patrikhanenin kapatılmamasını Fatih'in bir hatası 0ıaraı, görürler. Oysa ki bu tutum bir hata değil, tam tersine çok akı|c, ^ filikadır. Zira güçlü bir Ortodoks kilisesinin varlığı Hıristiyan dünya içindeki sürekli bir ikilik olması demekti. Haçlı Seferlerini^ u hafızalardan silinmediği bir dönemde, yapılabilecek en rasyoM • -yi-ği körüklemekti. 5 6
Bu konularda bkz. Karal, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, c.V, TTK Yayınları'ndar^ , s.110-125. Bkz. Asımoğlu, E, a.g.e., s. 135 vd.
.ş
290 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Bizans'ın son dönemlerinde ve Osmanlı İmparatorluğu özellikle Balkanlar'da Bizans'ın aleyhine olarak büyür ve topraklarını genişletirken, gelişmesini kısa bir süre içinde ve büyük başarıyla sağlamasının temel nedenlerinden biri, Bizans'ın yanlış ekonomi politikası olmuştu. Gerçekten Bizans'ın toprak mülkiyetine sahip küçük çiftlikleri ya da imparatorluk topraklarını ekip biçen özgür köylüler; hızlı bir feodalleşme sürecine girilmesini hiçbir biçimde hazmedememişler ve Osmanlıların feodaliteye savaş açan ve kendilerince eski özgür statülerini vaadeden gelişmesine karşı direnmek bir yana, bunu desteklemişlerdi.7 Ve bu anlayış ana çizgileri içinde 19. yüzyıla dek sürmüştü. Bu nedenle tarımla uğraşan Rumların, imparatorluk içindeki herhangi bir başka gruptan daha kötü ve zor koşullar altında bulunduğunu söylemek mümkün değildir. Ticaret ve denizcilikle uğraşan Rumların durumları ise, imparatorluk içinde hiçbir grubun olmadığı kadar iyi ve rahattı. Osmanlı olmanın güvencesi içinde tüm Akdeniz'i dolaşmaktaydılar. Ayrıca korsan tehlikesine karşı iyice silahlanmışlardı. Silahlı bu ticaret gemileri, daha sonra ayaklanma sırasında Osmanlıları çok uğraştıracaktır. 19. yüzyılın başlarında Yunanlıların ellerinde 600 kadar ticaret gemisi vardı. 1779'da Ruslardan sağladıkları bir imtiyazla gemilerine Rus bayrağı çekme hakkını da elde etmişler ve böylece Karadeniz'deki deniz ticaretini de önemli ölçüde denetlemeye başlamışlardı. Londra'dan Marsilya'ya, Lierpool'dan Odesa'ya kadar Avrupa'nın tüm liman kentlerinde zengin Rum tüccarlarına rastlamak mümkündü.8 Tüm bunların dışında Osmanlı İmparatorluğu içindeki Rus tebaanın bir başka çok önemli ayrıcalığı, devlet yönetimi içinde yeralmalarıydı. Şöyle ki; özellikle yabancı dil bilen Fener Rumları merkez divanında çevirmen olarak kullanılırlardı. Doğrudan doğruya reis-ul 7
8
Bu, Batılı tarihçilerin pek kabul etmek istemedikleri bir olgudur. Ancak bu kabul edememe konuya peşin hükümlü bir biçimde yaklaşmalarından kaynaklanmaktadır. Konuyla üçlü ta malar için daha önce değindiğimiz Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı başlıklı kitabımız kılabilir. Uçarol, Rıfat, a.g.e., bkz. s.93.
viyana ve paris kongreleri arasında osmanir imparatorluğu 2Ç1
küttab'a bağlı olarak çalışan bu Rum tebaa, böylece imparatorluğun en gizli çalışmalarından bile haberdar olma olanağına ulaşmışlardı. Ayrıca Eflâk ve Boğdan beylerinin de Rumlar arasından seçilmesi gelenek halini almıştı. Ancak yukarıdan beri anlattığımız tüm bu olumlu koşullara karşın ulusçuluk akımının yayılmasına paralel olarak Yunanistan'da bağımsızlık yönünde kıpırdanmalar başlamıştı. Bu kıpırdanmalarda ulusçuluk akımının etkilerinin yanısıra gözden uzak tutulmaması gereken bir başka husus da Rusya'nın bu konudaki özendirme ve çabaları olmaktadır. Zaten biraz aşağıda anlatacağımız üzere ilk örgütlenmeler Rusya'da başlamıştı. Balkanlar'daki gelişmeler konusunda her zaman duyarlı olan ve özellikle Rusya'yı yalnız bırakmak istemeyen Avusturya; Viyana Kongresi kararları ve bunu destekleyen ittifaklar çerçevesinde Avrupa'daki tutucu dengeyi hiçbir biçimde sarsmak istemiyordu. Diğer büyük devletler de, devlet politikası olarak "ulusçuluk ilkesine" dayanan böylesi bir harekete karşıydılar. Ancak artan kamuoyu baskıları sonucunda olaya bir ölçüde sahip çıktılar. Yunan Ayaklanması Öncesindeki Örgütlenme ve Tepedelenli Olayı Yunan Ayaklanmasında ulusçuluk fikri ve Rusya'nın etkisi kadar, Yunan aydınlarının ve özellikle deniz ticaretiyle zenginleşen Yunan burjuvazisinin de etkisi vardır. Ve özellikle tüm bu unsurların kaynaşmasıyla ortaya çıkan bir cemiyet, "Etniki Eterya", üzerinde durulması gereken ilginç bir cemiyet görüntüsündedir. Etniki Eterya Cemiyeti 1814 yılında Odesa'da Nikolas Skupas, tmanuelle Ksantos ve Anastasyon Çakalof isimlerinde ikisi Rum, biri Bulgar üç tüccar tarafından kuruldu.9 Cemiyetin görünürdeki amacı-nın Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki gayri-Müslim tebaanın egıtimi olmasına karşın, asıl amaç merkezi İstanbul olmak üzere BiJ^Şİmparatorluğu'nun yeniden oluşturulması idi. Bu imparatorluk Bkz. Uçarol, Rıfat, a.g.e., s.95. Coşkun Üçok, aynı yıl Atina'da kurulan edebî ve bilimsel bir başka dernekten, "Heteria Filomuson"dan söz etmektedir. Bkz. Siyasal Tarih, s.115.
292 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Fener Patrikhanesi'nin manevi birliği içinde olacakn- Cemiyetin oluşturulması konusunda Rus çarının bilgisi olduğu gibi, örgütlenme konusunda da önemli desteği olmuştu. Gerçekten Etniki Eterya'nın yöneticisi çarın yaverlerinden Aleksandr İpsilanti idi.10 Fakat görünürdeki başkan daha sonra Yunan devlet başkanlığı görevini de bir süre yürütecek olan Capo d'İstria olmaktaydı. Korfulu bir Rum ailesinden gelmesine karşılık Rusya'nın hizmetine girerek yüksek görevlere dek gelmiş olan Capo d'İstria, Rus heyeti içinde katıldığı Viyana Kongresi sırasında, cemiyet için önemli ölçüde bağış toplamayı da başarmıştı. Etniki Eterya kısa bir süre içinde geniş bir örgütlenme sağladı. Eflâk Beyi Kalimaki ile İstanbul Rum patriği bile cemiyetin üyeleri arasına katılmışlardı. İmparatorluğun pek çok bölgesinde cemiyetin şubeleri açılmıştı. Bellibaşlı merkezler arasında İzmir, Misolonki, Bükreş, Yaş, Yanya ve Trieste sayılabilir. Ayrıca Mora'daki yasadışı Rum çeteleri de cemiyetin programını benimsemiş ve yoğun bir propagandaya girişmişlerdi. Böylece Yunanistan'da bağımsızlığa yönelik bir ayaklanma için her türlü iç ve dış desteğin yanısıra örgütlenme de tamamlanmış bulunuyordu. Ancak çekinilen bir olgu vardı: Tepedelenli Ali Paşa. Tepedelenli, tarihimizin çok renkli kişiliklerinden biridir. Adım ilk kez 18 yaşındayken çete reisi olarak duyurmuş, 1768-1774 Rus Savaşı sırasında devlete yaptığı hizmetlere karşılık olarak derbent paşalığına yükseltilmiş ve 178 8'de Yanya paşası olarak atanmıştı. Napolyon'un Mısır'a saldırması üzerine çıkan savaşta da Dalmaçya kıyılarındaki Fransız kuvvetlerine karşı yaptığı başarılı savaşlar Babıâli katındaki itibarını artırmıştı. Gene bu arada 1802'de çıkan bir Arnavut Ayaklanması'nı bastırmıştı. Kendisi Yanya mutasarrıfı iken oğulları Veli, Muhtar ve Salih ve torunu Mehmed de "paşa" olarak Osmanlıların hizmetinde idiler. Bu köklü ve güçlü ailenin varlığı Mora Yarımadasındaki Rumların ayaklanmasını engellediği gibi, Ali Paşa Rumların örgütlenme ve hazırlıklarını çok yakından izliyor ve günü gününe İstanbul'a bildiriyor10
Karal, Enver Ziya, a.g.e., s.113 vd.
viyana ve paris kongreleri arasında Osmanlı imparatorluğu 293
du. Ancak İstanbul'da II. Mahmud'un mühürdarı bulunan Halet Efendi, Fener Rumlarına olan yakınlığı ve Ali Paşa'ya olan eski bir kızgınlığı nedeniyle, padişahı yanlış bilgilendiriyordu. Fakat bu arada İstanbul'daki İngiliz elçisinin de benzer istihbarat aktarması üzerine II. Mah-mud araştırma yapılmasını istedi. Halet Efendi Divan çevirmenlerinden Nikola Maruzi'yi araştırma için Mora'ya gönderdi ve bekleneceği gibi Maruzi Rum tebaanın padişahı olan sadakat ve bağlılığından söz eden bir raporla geri geldi. Zaten Maruzi de Etniki Eterya üyesi idi.11 Gerek kendisine asılsız bilgiler verildiğini sanması, gerek Halet Efendi'nin telkinleri ve gerekse Tepedelenli'nin zaman zaman yaptıg! bağımsız ve kimi zaman sorumsuz hareketler nedeniyle Sultan II, Mahmud sinirlenmişti. Önce Ali Paşa ve oğullarına Yanya'dan başka bölgelere karışmamalarını bildiren bir yazı gönderdi. Fakat bununla yetinmeyerek daha sonra vezirlik rütbesini geri aldı. Ali Paşa'nın bu arada affedilmesi için yaptığı bir girişim de, gene Halet Efendi'nin etkisiyle geri çevrilmişti. Ve tüm bu gelişmeler üzerine Ali Paşa isyan etti.12 Ayaklanmayı bastırma görevi Hurşit Paşa'ya verildi. Ve elde bulunan tüm güçler bu konuda seferber edildi. Böylece Rumlar bir taşla iki kuş vurmuş oluyorlardı. Çok çekindikleri Tepedelenli Ali Paşa tehlikesi ortadan kalktığı gjb^ Babıâli'nin elinde de, kendilerine karşı kullanılacak bir güç kalmıyordu. Yunan Ayaklanması'nın Başlaması ve Gelişimi Yunan Ayaklanması'nı iki dönem içinde incelemek gerekir. Bunlardan birincisi ayaklanmanın çıktığı 1821 ile olayın uluslararası bir nitelik kazandığı 1824 arasındaki dönemdir. İkinci dönem ise 1824'te başlaH
Mufassal..., bkz. 2879 vd.
12 Tepedelenli olayını sağlıklı bir biçimde değerlendirmek çok zordur. Acaba ayaklanmakta haklı mıydı, yoksa değil miydi? Sonraki gelişmelerde Halet Efendi'nin boğdurulmasına göre demek ki, Tepedelenli ayaklanmakta haklı olsa gerektir. Fakat acaba "devlet içinde devlet" gibisinden bir duruma katlanılması da doğru olur muydu? Gerçekten Ali Paşa, İstanbul'a bağlı ve sadık olmasına karşılık, kendini oldukça özgü* ve bağımsız hissediyor ve buna göre davranıyordu. Zaten bu konularda tarihçilerimiz arasında da görüş birliği yoktur. Kimileri Tepedelenli'nin zorla ayaklandığından söz etmektedirler.
294 'kinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
yıp Edirne Anlaşması (1829) ile kapanan dönem olmaktadır.13 Gerçekten Yunan Ayaklanması Yunanistan'dan oldukça uzak bir bölgede başladı. Aleksandr İpsilanti, zaten Rum voyvodaların yönetimi altındaki Eflâk ve Boğdan'da ayaklanmaya başlaması ve daha sonra Mora'daki ayaklanmaların başlamasını uygun görüyordu. Ancak Rusya'dan kolay yardım sağlamayı umut ederek yaptığı bu planda hesaplamadığı bir şey vardı. O da Eflâk ve Boğdan'ın Latin temelden gelen halklarının Rum voyvodalardan da hiç memnun olmadıkları ve böylesi bir eylemi desteklemek istemeyecekleri idi. Gerçekten 1820 sonlarında İpsilanti'nin Buğdan'da başlattığı hareket Alexander İpsilanti. önceleri bazı başarılar getirdiyse de, kısa sürede bastırıldı ve İpsilanti, Avusturya'ya sığınmak zorunda kaldı. Zaten aynı günlerde Laibach'da (Lublijana) İtalya sorununu görüşmek üzere toplanmış olan "Dörtlü İttifak" üyeleri de böylesine bir girişimin genel ilkelerine ters düştüğü düşüncesinde idiler. Hareketin gerçekleşmesinde büyük pay sahibi olan Çar I. Aleksandr bile, Metternich'in şiddetle karşı çıkması üzerine olayı kınamak zorunda kalacaktır. Ancak Boğdan'dan Aleksandr İpsilanti'nin Osmanlılar karşısında kesin olarak yenilmesinden (26 Haziran 1821) birkaç ay önce Mo-ra'da ayaklanma başladı (6 Nisan 1821). Bu ayaklanmanın ardında Aleksandr İpsilanti'nin kardeşi Dimitri İpsilanti, Prens Kantakuzen ve Patras Piskoposu Pol Germonos vardı. Mora'daki ayaklanma Bog-dan'dakinin aksine kısa bir süre içinde yaygınlaştı. Ayaklanma hızla adalara da yayıldı. Pol Germanos'un da etkisiyle ayaklanma bir Hıristiyan davası niteliğine sokuldu. Mora'daki Türk garnizonları kalelere 13
Sanca, Murat, a.g.e., s. 124 vd.
ana ve paris kongreleri arasında Osmanlı imparatorluğu 295
çekilerek direnmeye çalıştılarncak hiçbir yardım gelmediği için bu kaleler teker teker teslim oldu Bu ayaklanmaların İstaMİ'da duyulması başta II. Mahmud olmak üzere tüm devlet adamlafe halk arasında kızgınlık ve heyecana neden oldu.14 Böylece TepedeJİi'nin raporlarının gerçek olduğu anlaşılmış oluyordu. Ancak artılf yaydan çıkmıştı ve affetmek için zaman çok geçti. İstanbul PatriğSregorias, bu kızgınlık dalgasının başına bir şeyler getirebileceğini İşettiği için, kendisi Etniki Eterya üyesi olmasına karşın, yapılanlaıtınayan ve yapanları afarozlayan bir bildiri yayınladı. Ancak bıı afename, cübbesiyle asılmasını engelleyemedi. Aynı kaderi bir süre «ıra, Konya'ya sürülmüş olan Halet Efendi de paylaştı. Fakat Mora dışında kin bölgelerdeki cezalandırmalar Mora'daki durumu düzeltmiyordutfer ne kadar Rusya dışında kalan büyük devletler işin bu aşaımsınikonuya karışmak istemiyorlar ve dahası, Rusya'yı da frenlemeye yılışıyor idiyseler de; Avrupa kamuoyu Yunan meselesine fazlasıyla sahi çıkıyordu. Avrupa'nın tutucu çevrelerinin gözünde bu savaş Hıristiyjhkla Müslümanlık arasında bir savaştı ve bu nedenle desteklenmesi pekliydi. Liberal çevrelerin gözündeyse bu savaş mutlakiyetçiliğe karşı ılısal bir direnmeydi ve bu nedenle desteklenmeliydi. Ayrıca Avrupa kanoyu Mora Rumlarını, eski Yunanlıların torunları olarak görüyor r/Rönesans'la yeniden ulaştıkları "Batı kültürünün" kurucuları olarak derlendiriyorlardı. Bu nedenle Mora Ayakl anması Avrupa'nın edebiyi kültür ve sanat çevrelerinde de büyük bir heyecan uyandırmış ve fc sayıda gönüllünün Rumlarla birlik-te barbar" Osmanlılara karşı şaşmaya gitmelerine neden olmuştu. Ayaklanma yayılırkenRö^a, Kaynarca Antlaşması'na dayanarak 28 Temmuz 182rde0sma(l1lar
ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
metmeme konusunda güvence istedi.15 Babıâli'nin bunu reddetmesi üzerine, Rusya, İstanbul'daki elçisini geri çekti. Fakat diğer devletlerin Rusya'yı desteklememelerinin yanısıra, Mora'daki gelişmeler de Rusya'yı tedirgin etmeye başlamıştı. Gerçekten 1822 Ocak ayında Epi-dor'da toplanan bir meclis Yunanistan'ın bağımsızlığını ilân ederek Mavrokordato adında birini devlet başkanlığına getirdi ve beş kişilik bir yönetim kurulu oluşturdu. Rusya'nın beklentisi ise, bağımsız bir Yunanistan değil, kendi denetleyebileceği bir Yunanistan'dı. Bu nedenle Rusya savaş havasından sıyrılarak Babıâli ile anlaşma zemini yoklamaya başladı. Bu hava içinde 1822 Verone Kongresi'nde Yunanistan'la ilgili herhangi bir olumlu karar alınmadı. Zaten gene aynı dönemde Yunanistan'da çetecilerle anayasacılar arasında çatışma çıkmıştı. Ancak her şeye karşın Osmanlılar ayaklanmayı bastıramıyorlardı. Tepedelenli'yi yener Hurşit Paşa'nm elinde güç yetersiz kalıyordu. Bu durumda Sultan II. Mahmud, Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'dan yardım istemeye karar verdi. Gerçekten, daha sonraları ileride anlatacağımız üzere Osmanlıların da başına dert olacak olan Mehmed Ali Paşa'nın elinde çeşitli ayaklanmaları bastırmada başarıyla kullandığı düzenli ve Avrupa normlarına göre yetiştirilmiş bir ordu vardı. Mehmed Ali Paşa'nın Babıâli'nin önerisini kabul etmesiyle Yunan Ayaklanması'nda yeni bir aşama başlamış oluyordu. Mehmed Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa Temmuz 1824'te 54 savaş gemisi; 16.000 asker ve 150 sahra topu taşıyan 400 ticaret gemisiyle İskenderiye'den yola çıktı. Ayaklanmayı bastırmasının bedeli Mısır Valiliği'ne ek olarak Girit ve Mora valiliklerinin de babasına verilmesi idi. Rodos'ta Osmanlı Donanması'yla birleşerek kışı Girit'te geçirdik15 Küçük Kaynarca Antlaşması'nm (1774) konuyla ilgili 7. maddesi şöyledir: "Devlet-i Aliye'miz teahüd ider ki Hıristiyan diyanetinin hakkına ve kinisalarına kaviyyen sıyanet ide ve Rusya Devleti'nin elçilerine ruhsat vire ki her ihtiyacda gerek ondördüncü maddede zikrolunub mahrusa-i Konstantiniye'de beyan olunan kinisa-yi mezkûre ve gerek hademesinin siyanetine ibraz-ı tefhimat-ı mütenevvia ile ve elçi-i mumaileyhin bu gûna aruzı Devlet-i Aliye'nin dost-ı safi ve hemcivarı olan devlete müteallik âdem-i mutemedi tarafından arz ve tebliğ olunmağla Devlet-i Aliye'miz tarafından kabul eylemeleri Devlet-i Aliye'miz teahüd idiler." Erim, Nihat, Siyasi Tarih (Metinleri), c.l, Ankara, 1953, bkz. s.124.
viyana ve parıs kongreleri arasında osmanı, ;mnarat .»,».. H --------------------------------------------------------°^rlıı>ıı 297
ten Girit'te geçirdikten sonra 1825 ilkbaharında Mora'ya ge\A \ K lanmaları bastırma hareketi sert ve kısa oldu. İsyancıları^ son ■•noktası Misolonki de 1827'de teslim oldu. Artık Yunan Ava İd bastırılmış, fakat uluslararası atmosfer de çok değişmişti. 1825'in Aralık başında Çar I. Aleksandr'm ölümüyle Çar I. Nikola geçmişti. Bu çar, tutucu olmasına karşın savaştan h 1 nan bir yapıya sahipti ve Yunanistan meselesini bir ulus mese|e • | rak değil, bir din meselesi olarak görüyordu. Avusturya'yı bit "I "A yumuşattıktan sonra, İstanbul'a bir nota göndererek Kükreş a tı ması'nın uygulanmasındaki aksaklıklardan ötürü görüşme taj Babıâli bu talebi kabul etti. Zira ayaklanmanın bastırılmakta AU -bir dönemde yeni bir çatışmaya girmek istemiyorlardı. Yapılat) " -melerden sonra 7 Ekim 1826'da Akkerman Sözleşmesi imzalant) t giltere ve Rusya arasında Yunanistan'ın geleceği konusunda bit o" " birliği sağlanamadığı için, Mora meselesine hiç değinilmeyen b, "7 leşmeyle Sırbistan'ın özerkliği onaylanıyor; Eflâk ve Roğdan'a R değil, yerli voyvodalar atanması ve bunları Rusya'nın da onay] kabul ediliyor, Rusya lehine bazı sınır değişiklikleri yapıhyor, Ku ,-• ret gemilerine Osmanlı sularında özgür dolaşma yetkisi Veriliyor K gemilere Cezayir korsanlarının verebileceği zararların ödenmesin/ o manii İmparatorluğu üstleniyordu.16 Ancak bu sözleşme Mora sorununa bir çözüm getirrnjv A Ayrıca Mehmed Ali Paşa'nın Girit ve Mora'ya yerleşmesi İngilte e' ' de işine gelmiyordu. O bölgede güçlü bir Mehmed Ali Paşa yerjn j,-çük bir Yunanistan ve güçsüz bir Osmanlı İmparatorluğu'nu» -ı mekteydi. Ayrıca İngiliz kamuoyundaki büyük heyecan da hiilc etkilemekteydi. Bu koşullar altında Yunanistan'ın geleceği konu, A Rusya ile görüşmelere başladılar. Sonunda 4 Nisan 1826'da ikjj 1 arasında Petersburg Protokolü imzalandı. Buna göre Yunanjst M Osmanlı İmparatorluğu'na vergi bağı ile bağlı özerk bir devlet 0| rulması ve bu çözümün Osmanlı İmparatorluğu'na benimsetiL ■ 1 Bu sözleşmenin metni için bkz. Erim, Nihat, a.g.e., s.363-368.
ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Byron Örneğinde Yunan Ayaklanması ve Batı Kamuoyu Yunan ayaklanması Batı kamuoyunda Avrupa uygarlığının kökenini oluşturduğuna inanılan eski Yunan'ın varislerinin Doğu despotizminin temsilcisi Osmanlı'nın baskısına karşı başkaldırısı olarak değerlendirilmiş, heyecanla karşılanmıştı. Bu ayaklanmayı heyecanla karşılayanlardan biri de ünlü ozan Lord Byron'dur. Yunan tarihi ve edebiyatına derin bir hayranlık duyan Byron, ingiltere'de Yunanistan'a yardım amacıyla oluşturulan komiteye katılmıştır. Ancak yeni bir Truva harbine tanık olacağı inancıyla yola çıkan Byron kısa sürede gerçekle karşı karşıya kalacaktı. İngiltere'ye Yunan dostları komitesine yazdığı mektuplarda, artık destani Yunan tarihi ve edebi Yunan şiiri ile başı dönen bir Byron'dan ziyade durumun vahametini aktaran bir gönüllü vardır. Bununla birlikte kısa sürede umudu tükenmişti. Byron bir arkadaşına gönderdiği mektupta bu durumu itiraf etmekten geri durmaz: "Burada vaktimi, paramı, sabrımı ve sıhhatimi kaybetmekten başka bir şey yapmış olmamaktan korkuyorum." Bu büyük şair 19 Nisan 1824 tarihinde Misolongi'de humma nöbetleri içinde ölünceye kadar böyle ümit ve hayal kırıklıklarının kargaşalığı içinde kaldı. Orhan Burian, Byron ve Türkler, Ankara 1938, s.17-19
kesi getiriliyordu. Avrupa'nın diğer devletleri de bu protokole katılmaya çağırıldı. Avusturya ve Prusya katılmayı reddettiler. Fransa ise katılacağını bildirdi.17 Sonunda Rusya, İngiltere ve Fransa arasında Petersburg Protokolü'nü temel alan Londra Antlaşması 6 Temmuz 1827'de imzalandı (Bu arada Mora Ayaklanması tümüyle bastırılmıştı). Londra Antlaşması'nda Mora'daki Türklere ait olan tüm malların Yunanlılara geçmesi de öngörülüyordu. Eğer bir ay içinde Babıâli bu koşulları kabul etmezse asilere yardım edilecekti. Osmanlı Devleti bu onur kırıcı öneriyi reddetti. Bunun üzerine Rus, ingiliz ve Fransız donanmaları baskı yapmak amacıyla Nava-rin'de demirli bulunan Osmanlı ve Mısır Donanması'nı kuşattılar. İbrahim Paşa'ya bir ültimatom göndererek derhal Mora'nın boşaltılma17 Protokol konusu Akkerman görüşmelerinde ortaya atılmışsa da, diğer devletlerin tutumları belli olmamış olduğu için, sözeşmede bununla ve Mora ile ilgili herhangi bir ifade yer almamıştır-
viyana ve paris kongreleri arasında osmanlı imparatorluğu 299
sını talep ettiler. İbrahim Paşa'nın bu konuda yetkili olmadığını bildirmesi üzerine 20 Ekim 1827'de kuşatma altındaki donanmaya ateş açarak tüm savaş gemilerini batırdılar. Müttefiklerin 140 asker kaybına karşılık Osmanlıların kaybı 6000 asker ve 60 savaş gemisi idi.18 Navarin olayı Avrupa kamuoyunda büyük şenliklere yolaçar-ken Avusturya ve İngiliz hükümetleri olaydan büyük bir endişe duydular, İngiltere'nin endişesi Rus Donanması'nm Akdeniz ve Karadeniz'de tümüyle serbest kalmış olmasından kaynaklanıyordu. Zaten bu nedenle Navarin'deki İngiliz Donanması'nm amirali görevden alındı ve İngiliz hükümeti olayı "tatsız bir kaza" olarak nitelendirdi. Avusturya Başbakanı Meternich ise, bunun bir dizi yeni ayaklanmanın başlangıcı olduğu düşüncesindeydi. Nitekim olaylar Meternich'i haklı çıkarmış ve 1830'da çıkan bir dizi ayaklanma "Meternich Sistemi"ni çok ciddi bir biçimde sarsmıştır. Osmanlı İmparatorluğu bu davranıştan ötürü üç devletten tazminat istedi. Ancak müttefiklerin bu talebe yanıtları elçilerini İstanbul'dan çekmek oldu. Aslında İngiltere ve Fransa, Osmanlı İmparatorluğu ile savaşmak niyetinde değillerdi. İngiltere, İbrahim Paşa'nın Mo-ra'da kalmış askerlerini donanmasıyla Mısır'a geri götürürken, Fransa, 30.000 kişilik bir kuvvetle Mora'yı geçici bir süre için işgal etti. Ancak Rusya savaşmak niyet ve kararında idi ve Nisan 182 8'de Osmanlı İmparatorluğu'na savaş açtı. Osmanlı İmparatorluğu - Rusya Savaşı ve Edirne Antlaşması Osmanlı İmparatorluğu böylesi bir savaşa hazır olmamakla birlikte eğer Yunanistan sorununda pasif bir tutum takınırsa, imparatorluğun başka bölgelerinde de benzer ayaklanmaların çıkabileceğinden endişe ediyordu. Bu nedenle savaşı kabul etmek zorunda kaldı. Zaten Rus orduları daha savaşın ilânından önce gerek Doğu'da, gerekse Batı'da hududu geçerek Osmanlı topraklarında ilerlemeye başlamışlardı. I. Ni-kola, Avrupa'nın diğer devletlerinin olaya karışmalarını engellemek 18 Bkz. Armaoğlu, E, a.g.e., s.143.
3<J0 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
için, amacının salt Londra Antlaşması'nın koşullarını kabul ettirmek olduğunu, bunun dışında hiçbir toprak talebi olmadığını açıklamıştı. Osmanlı İmparatorluğu savaşa gerçekten hazır değildi. Yeniçeri Ocağı yeni kaldırılmış ve bunun yerine kurulan "Asakir-i Mansu-re-i Muhammediye" isimli yeni ordu henüz olgunlaşmamıştı. Tüm donanmasını ise Navarin'de yitirmişti. Fakat bütün bunlara karşın Batı cephesinde 1828'de Şumnu ve Silistre'de Rus kuvvetlerini durdurmayı başardılar. İngilizler bu arada Mehmed Ali Paşa'yı ikna ederek Mora'daki kuvvetlerini kendi gemileri ile Mısır'a taşımaya başlamışlar ve onlardan boşalan yerleri Fransızlar işgal etmişlerdi. Kasım 1828'de Rusya, İngiltere ve Fransa Londra'da yeniden toplanarak, bağımsız bir hanedanın başkanlığında kurulması öngörülen Yunanistan'ın sınırları konusunda yeni bir anlaşma imzaladılar.19 Ancak Osmanlı İmparatorluğu bu öneriyi de reddetti. 1829'da savaş tümüyle Osmanlıların aleyhine döndü. Batı'da veDoğu'da ilkbaharda başlayan Rus saldırısı hızla gelişti. Silistre ve Edirne düştü. Rus kuvvetleri Kırklareli ve Lüleburgaz'a dek geldiler. Doğu cephesindeki durum da daha parlak değildi. Kars'tan sonra Erzurum da düşmüştü. Bu koşullar altında Osmanlı İmparatorluğu Londra Antlaşması koşullarını kabul etmeye razı olduğunu bildirerek barış istedi. Askerî durumunun çok iyi olmasına karşılık I. Nikola da huzursuzdu. Zira bir yandan esas üslerinden çok uzaklaşmışlar, bir yandan da yorulmuşlardı. Ayrıca ülke içinde kimi karışıklıklar vardı. Tüm bunların dışında İngiltere ve Avusturya çok huzursuzdular. Böylece Rusya da Osmanlıların barış önerisini kabul etti. 14 Eylül 1829'da imzalanan Edirne Antlaşması'yla20 Osmanlı İmparatorluğu, İngiltere ve Rusya'nın Yunanistan sorunuyla ilgili olarak 4 Nisan 1826'da imzaladıkları Petersburg Protokolü'nü kabul ederek, Yunanistan'ın bağımsızlığını tanımış oluyordu. Antlaşmanın diğer koşullarına göre Osmanlı Devleti on taksitte on bir buçuk mil19 Bkz. Üçok, C, a.g.e., s.119-120. 20 Bu antlaşmanın metni için bkz. Erim, Nihat, a.g.e. s.279-286.
viyana ve patis kongreleri arasında osmanlı imparatorluğu 30*
yon duka altını ödentiyi kabul ediyordu. Eflâk, Boğdan ve Sırbistan'ın özerklikleri güçlendiriliyor; Osmanlılar Eflâk ve Boğdan'da asker bulundurmamayı kabul ediyorlardı. Rusya ise savaş sırasında eline geçirdiği toprakları boşaltıyordu. Batı'da sınır eskisi gibi Prut Nehri olacaktı. Ancak Tuna Nehri ağzındaki stratejik önemi büyük adalar Rusya'da kalacaktı. Doğu'da ise Poti, Anape ve Ahsa kaleleri Ruslarda kalacaktı. Böylece Edirne Antlaşması Osmanlı İmparatorluğu'nun imzaladığı en ağır antlaşmalardan biri oluyordu. Her ne kadar büyük toprak kaybı olmamışsa da Yunanistan'ın bağımsızlığını kazanması bir anlamda sonun başlangıcı oluyordu. Ayrıca stratejik önemi çok olan kimi kaleler Rusların eline geçiyordu. Kabul edilen ödenti ise çok ağırdı ve ekonomiyi sarsacak nitelikteydi. CEZAYİR'İN FRANSA YÖNETİMİNE GİRMESİ Cezayir 1533'te Barbaros Hayrettin'in Osmanlıların himayesine girmesi ve kendisine "Paşa" unvanıyla birlikte "Kaptan-ı Derya'İığın verilmesi sonucu Osmanlı imparatorluğu topraklarına katılmıştı. Akdeniz'deki öneminin yanısıra Cebelitarık Boğazı'na olan yakınlığı Cezayir'e ayrı bir stratejik önem kazandırıyordu.21 Ancak Cezayir'in diğer Osmanlı vilâyetlerine oranla çok ilginç bir farklılığı vardı. O da bağlanış biçimiyle ilgiliydi. Belki de bu bağlanış biçiminden ötürü, Osmanlılar Cezayir'de hiçbir zaman tam bir denetim sağlayamamışlar, kendi yönetim yapılarını tam anlamıyla oturtamamışlardı. Barbaros'un ölümünden sonra bir süre İstanbul Cezayir'e "beylerbeyi" ata-mışsa da, bunlar hiçbir zaman gerçek iktidar olamamışlardı. Cezayir'deki asıl siyasal güç, buradaki Yeniçeri Ocağı ve bu ocağın başkalarından oluşan yürütme kuruluydu. Bu yürütme kurulu tarafından seçilen "dayı" Cezayir'in asıl yöneticisi durumundaydı.22 21 22
Üçok, C, a.g.e., s. 122 vd. Cezayir'de dayıların yönetiminin tam olarak ne zaman başladığı konusu tartışmalıdır. Örneğin ileri (s.141) en başından beri İstanbul'un yönetim yetkisinin olmadığını ileri sürmektedir. Karal ise (s.125 vd.) bu görüşte değildir.
302 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Bu Yeniçeri ocak başkanlarının İstanbul'dan gönderilen beylerbeyine karşı ilk ayaklanmaları 1671'de olmuş ve geçici bir süre iktidarı almışlardı. 1711'de ise İstanbul'dan gönderilen beylerbeyinin karaya bile çıkmasına izin vermemişler ve geriye yollamışlardı. Böylece zaman içinde Cezayir ile Osmanlı İmparatorluğu'nun bağı iyice gevşemişti. Her ne kadar hukuksal açıdan ve şekilsel olarak Cezayir, Osmanlı toprakları içinde görünmekte idiyse de, İstanbul'un tek yetkisi ocak başkanlarının seçtikleri "dayı"yı onaylamak idi. Buna karşılık Cezayir her yıl vergisini düzenli bir biçimde öderken, zamanla bu da tavsamış ve zaman zaman gönderilen çeşitli armağanlar niteliğine bürünmüştü. Ancak Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı olsun olmasın, Cezayir'in varlığı Avrupa devletlerini tedirgin etmekteydi. Bu tedirginlik her şeyden önce Cezayir'in konumundan gelmekteydi. Bunun dışında Cezayir tarımsal açıdan çok verimli bir ülke olmasına karşılık, asıl geçim kaynağı korsanlık idi. Zaten yönetim yapısındaki "askerî oligarşik': özellik de buradan kaynaklanıyordu. Bir kısım Cezayirlilerin Osmanlı Donanması'nda hizmet görmelerine karşılık, önemli bir bölümü korsanlık eder ve özellikle esir aldıkları karşılığında fidye alarak zenginliklerini sürdürürlerdi.23 Cezayir dayıları dış politikalarında özgürdüler. İstedikleri devletlerle, istedikleri biçimde anlaşmalar yaparlardı. Kimi zaman bir yıllık vergi ya da ödenti karşılığında; herhangi bir devletin gemilerine saldırmazlardı. Bütün bunlar Avrupa devletlerinin bilgisi içinde gerçekleşirdi. Ve Osmanlı İmparatorluğu'nun güçlü olduğu dönemlerde hiçbir devlet Cezayirli korsanların verdikleri zararların ödenmesini Osmanlı İmparatorluğu'ndan istememişti. Ancak Osmanlı İmparatorluğu'nun zayıflamasına paralel olarak, Avrupalı devletlerin bu zararlardan ötürü Osmanlı İmparatorluğu'ndan talepleri de başlamıştı. İstanbul'un "Cezayir'in bu tür işlerine karışmadıkları" yönündeki beyanları da ileride Osmanlı İmparatorluğu'na karşı kullanılacak ve Cezayir, Osmanlı İmparatorluğu'ndan bağımsız sayılacaktır. Aslında bu görüş, hele 23
16. yüzyılda Cezayir'de tutsak edilmiş Hıristiyan sayısının ortalama 50.000 olduğu söylenmektedir.
viyana ve paris kongreleri arasında Osmanlı imparatorluğu 3^3
19. yüzyılın başlarındaki yıllar için fazla yanlış da sayılmaz. Zira Cezayirli korsan gemileri saldırılarını Osmanlı bayrağı taşımakta olan gemilere dek genişletmekten çekinmiyorlardı. 1815 Viyana Kongresi'nde "deniz korsanlığı" gündeme geldiği zaman, delegelerin kafalarındaki olgu Cezayir korsanları idi. Kongrede bu sorunu çözümleme görevi İngiltere'ye verilmişti. İşin bu noktasında vurgulamamız gereken bir husus, Cezayir'in de Avrupa'daki teknik gelişmelerin gerisinde kalmasıdır. Gerçekten İngiltere, Hollanda, Fransa vs.de gemi tekniği çok ilerlerken, bu hususun önemini anlayamayan Cezayir gemileri demode durumda kalmışlardı. Ve bu nedenle Cezayir önlerine gelen İngiliz Donanması'nı engelleyemediler ve kent topa tutuldu. Bunun üzerine ellerinde bulunan Hıristiyan esirleri geri verdikleri gibi, bir miktar ödenti vermeyi kabul etmek zorunda kaldılar. Aslında Cezayir dayılarını salt kaba saba korsanlar olarak değerlendirmek de doğru değildir. Gerçekten belirli bir ölçüde dünyanın gidişatını izler ve uluslararası ilişkilere girerlerdi. Örneğin Cezayir'deki son "dayı" İzmirli Hüseyin Paşa, kültürlü dayılara iyi bir örnektir. Avrupa devletleriyle genellikle kötü ilişkiler içinde olmalarına karşın Cezayir, Fransa ile göreli olarak iyi ilişkiler içinde idi. Bu iyi ilişkiler biraz coğrafyadan, biraz da bu yöndeki tercihlerden kaynaklanıyordu. Bu çerçeve içinde Cezayir, 1797'de Direktuar yönetimi sırasında Fransa'ya belirli bir miktar buğday satmış ve alacaklarını da iki Yahudi tüccara havale etmişti.24 Borcun ödenmesi gerektiği zaman ise Fransa bu iki tüccarın Fransa'ya olan borçlarını düşerek geri kalanını ödemek istemişti. Aslında Fransa'nın artık Cezayir'e el koyma zamanı geldiğini düşündüğünü de varsayabiliriz. Zira Osmanlılar Cezayir'e yardım edemeyecek durumdaydık'. 30 Ağustos 1827'de konuyu Fransız elçisiyle görüşmekte olan Cezayir dayısı İzmirli Hüseyin Paşa sinir24 Bu borcun miktarı konusunda da farklı tarihçilerimiz farklı rakamlar ileri sürmektedirler. Bir kısmı borcun miktarının 5 milyon frank olduğunu söylerken, bazılarının söyledikleri rakam 7 milyondur. Yahudi tüccarların Fransa'ya olan borçları da 1.5 milyon frank ile 2.5 milyon frank arasında değişmektedir.
30/f ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
lenerek, elçiyi aşağıladı.25 Fransa derhal elçisini geri çağırtarak ödenti istedi. İstanbul'un önerilerini de dinlemeyen Cezayirliler, Fransa ile savaşı göze almışlardı. Fakat daha önce de değindiğimiz gibi Mora'da meşgul olan Fransa planladığı müdahale için iki yıl kadar bekledi. Sonunda 100 savaş gemisi ve 36.000 kişilik bir orduyu taşıyan 400 ticaret gemisi ile Cezayir'e çıktılar.26 Osmanlıların arabuluculuk çabaları sonuç getirmedi. Donanması Navarin'de yanan Osmanlı İmparatorluğu'nun başka müdahale olanağı da yoktu. Olsaydı acaba müdahale eder miydi, orası da bilinemez. Kısa bir kuşatmadan sonra Cezayir kenti teslim oldu. Hüseyin Paşa ve yakınları servetleriyle birlikte İtalya'ya sığındılar. Ancak Fransa'nın Cezayir'in tümüne egemen olması daha da uzun sürmüş, son direnmeler ancak 1857'de kırılabilmiştir. Fransa, Cezayir'e çıkarken İngiltere'ye "kalıcı" olmadığını söylemişti. Ancak 1830'da Avrupa'da çıkan bir dizi ayaklanma dengeyi değiştirmişti. Zaten tahta çıkan Louis Philippe, daha aktif bir politika izlemekten yanaydı. Osmanlılar ise önce olayı kınamakla yetindiler. 1833'te Fransa'nın Cezayir'i boşaltması konusunda kimi diplomatik girişimlerde bulundularsa da, bunlardan bir sonuç çıkmadı. MISIR SORUNU Henüz Yunan Ayaklanmasının ve bağımsızlığının ve bir ölçüde Cezayir'in Fransa'nın eline geçmesine seyirci kalınmasının acısı geçmemişken, Osmanlı İmparatorluğu bu kez Mehmed Ali Paşa'nın ayaklanmasıyla karşı karşıya geldi. Kimi yazarlarımız bu ayaklanmada, imparatorluğun kimi basiretsiz yöneticilerinin de payları olduğunu ileri sürerler. Belki bir ölçüde bu tür açıklamalar da yapılabilir. Ancak temel neden İstanbul'un ekonomik ve askerî bakımdan zayıfla25 26
Hüseyin Paşa elindeki yelpaze ile elçinin yüzüne vurmuştur. Fransızlar daha önce bu işe Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'yı angje etmek istemişler, ancak Mehmed Ali Paşa bu işe yanaşmamıştı.
viyana ve paris kongreleri arasında osmaniı imparatorluğu 3^5
ması ve buna karşılık Mehmed Ali Paşa yönetimindeki Mısır'ın güçlenmesidir. Mehmed Ali Paşa'nın ayaklanması, önceleri bir iç sorun niteliğindeyken Avrupa devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu'nun talebi üzerine müdahaleleriyle uluslararası bir nitelik kazanmıştır. Sorunun çözümlenmesi de iki aşamada olmuş, 1831'de başlayan ayaklanmanın birinci aşaması 5 Mayıs 1833 Kütahya Antlaşması ile sonuçlanmıştır. Ancak her iki tarafın dileklerini de tatmin etmekten uzak olan bu anlaşma uzun ömürlü olamamış, 1839 başında bağımsızlığını ilân eden Mehmed Ali Paşa ile yeniden başlayan savaşlar sonucunda 15 Temmuz 1840 Londra Antlaşması imzalanmıştır. Ancak sorunun kesin olarak çözümlenmesi Londra Antlaşması ile de olmamış ve nihayet Abdülmecid'in 13 Şubat 1841'de yayınladığı "Mısır Valiliği İmtiyaz Fermanı" ile Mısır sorunu kesin bir çözüme ulaşmıştır. Mısır buhranının iki aşaması arasında 8 Temmuz 1833'te Rusya ile yapılan Hünkâr İskelesi Antlaşması üzerinde de anahatlarıyla durmak istiyoruz. Zira bu anlaşma bu bölümün başında değindiğimiz gibi Osmanlı İmparatorluğu'nun dış politikadaki gerçekçi ve akılcı tutumuna bir örnek olmaktadır. Mehmed Ali Paşa'nın Mısır Valisi Olması ve Bunu İzleyen Gelişmeler Mısır sorununu sağlıklı bir biçimde anlayabilmek için önce gözlerimizi biraz geriye çevirmek ve Napolyon'un Mısır'a çıktığı günlere dönmek gerekir. Gerçekten Napolyon'un Suriye'ye doğru ilerlemesini durdurmak için İstanbul'dan gönderilen askerler arasında bulunan Kavaklı Mehmed Ali Ağa, kısa bir süre içinde ün kazanacak ve Mısır Vali-liği'ne atanacaktır.27 27 Mehmed Ali Arapgir'den (Malatya) Kavala'ya göçen bir ailenin oğlu olarak 1769'da Kavala'da doğmuştu. Bir ayan ailesinden gelmekteydi. Babası kasabanın bekçibaşıst İbrahim Ağa'nın erken ölümü nedeniyle amcası Tosun Ağa tarafından büyütülmüş ve onun da ölümü üzerine Kavala mutasarrıfının koruması altında tütün ticareti yapmaya başlamıştı. On sekiz yaşlarında gönüllü olarak askerlik mesleğini seçmiş ve Kavala'dan Mısır'a gönderilen birliğin başına geçmişti. Tahsili yoktu. Okuma yazmayı bile kırkından sonra öğrenmiştir. Bkz. İleri {s.147-148), Mufassal..., s.2799 vd.
ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Mısır, Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı olmasına karşın, Mısır'daki asıl siyasal güç, Çerkez asıllı Kölemen (Memlûk) beylerinde idi. Zaman zaman bunlarla çatışmalara girilmişse de, iktidarlarının tam olarak kırılması mümkün olamamıştı.28 Napolyon'un Mısır'ı ter-ketmesinden sonra, işgal döneminde kırılmış olan Kölemen iktidarının yeniden oluşmamasını isteyen Osmanlı imparatorluğu, Hüsrev Paşa'yı Mısır'a vali olarak atayarak, düzenli ordu birlikleri oluşturma çabasına girişmişti. Bu durum Mehmed Ali Ağa'nın da aralarında bulunduğu başıbozuk milis askerleri arasında tedirginlik yaratmaktaydı. Zaten bu arada Mehmed Ali bunların yöneticisi durumuna gelmişti. Ve sonunda ulufe dağıtımındaki aksaklıkları bahane ederek ayaklandılar ve Hüsrev Paşa'nın Mısır'ı terketmesine neden oldular. Babıâli Mısır Valiliği'ne Hüsrev Paşa'dan sonra Cezayirli (Trabluslu) Ali Paşa'yı atadı. Ancak Ali Paşa'nın da öldürülmesi üzerine aynı göreve Hurşit Paşa atandı. Kahire'ye geldikten kısa bir süre sonra durumu anlayan ve ayaklanmaların ardındaki Mehmed Ali'yi teşhis eden Hurşit Paşa, Mehmed Ali'ye vezirlik verilerek, kendisinin Cidde valisi olarak atanmasını sağladı. Asıl yapmak istediği onu Mısır'dan uzaklaştırmaktı. Fakat Mehmed Ali de Mısır'dan ayrılmak niyetinde değildi. Özellikle kendisine bağlı askerlerden uzaklaştırıldığı takdirde, sonunun oldukça karanlık olabileceğini tahmin ediyordu. Sonunda Mısır'da bir ayaklanma daha çıktı. Bu kez salt askerler değil, Kahire halkı da ayaklanmaya katılmıştı. Babıâli, Mehmed Ali'nin halk tarafından da sevildiğini görünce fazla ısrarlı olmadı ve kendisine bağlı olacağını düşündüğü Kavaklı Mehmed Ali'yi 19 Haziran 1805'de Mısır Valiliği'ne atadı. Bu atama sayesinde İngilizlerin desteği ile sürekli huzursuzluk çıkartmakta olan Kölemen beylerinin de hakkından ge"_ neceği umut edilmekteydi. Oysa ki Mehmed Ali kendi imparatorluğunu kurmak istiyordu ki, olayların gelişimi bu isteğini açığa çıkartacaktır. Ancak işin bu aşamasında İstanbul'a sadık görünüyordu. 1807 de İstanbul önlerini terkeden İngiliz Donanması bu başarısızlığını ur>ut28 Bkz. Üçok, C, a.g.e., s.135.
viyana ve paris kongreleri arasında osmanlı imparatorluğu 307
turmak için İskenderiye'ye çıkartma yaptı. Bu sıralarda Kölemenlerle çatışma halinde olan Mehmed Ali Paşa, bunlarla anlaşarak tüm güçlerini İskenderiye'ye gönderdi ve 22 Nisan 1807'de İngilizleri yendi.29 Daha sonra da İngilizler 14 Eylül 1807'de Mehmed Ali Paşa'yla anlaşarak Mısır'ı tümüyle boşalttılar. Daha sonra 1811'de Kölemen beylerini ortadan kaldıran Mehmed Ali Paşa; Mısır'ın ekonomik yaşamına el attı. Aldığı önlemlerle tarım ve ticarette hızlı bir gelişme sağlanırken, bayındırlık alanında önemli yatırımlar yaptı. Nil Nehri'nden İskenderiye'ye doğru açılan ve Sultan II. Mahmud'a jest olarak adını "Mahmudiye Kanalı" koyduğu kanalla, sulama işlerini düzenledi. Pamuk, afyon, pirinç ve hububat ekimine ağırlık verdi. Bunlara paralel olarak endüstri yatırımlarına girişti. Bu çerçeve içinde şeker, alkol ve tekstile ağırlık verdi. Ve bütün bu gelişmelerin sonucu olarak Mısır'ın geliri hızla arttı. Mehmed Ali'ye Mısır Valiliği verildiği sırada Mısır'ın yıllık vergi yükü on iki bin kese iken, Mısır'ın yıllık vergi geliri on üç bin kese idi. Bu gelir bir yıl sonra on sekiz bin keseye, dört yıl sonra otuz beş bin keseye yükseldi.30 Daha sonraları Mısır'ın yıllık vergi geliri dört yüz bin keseye dek yükselecektir.31 Mehmed Ali Paşa sağladığı bu büyük gelirle bir yandan yatırımlarını artırırken, bir yandan da özellikle Fransızların askerî ve teknik yardımlarıyla modern bir ordu ve donanma oluşturmaya girişti. Başta Fransa olmak üzere, Avrupa'nın çeşitli ülkelerine öğrenci gönderdi. 29 30 31
Bkz. Mufassal..., s.2809. Bkz. Karal, E. Z., a.g.e., s.128 vd. Mısır'ın vergi yükü konusu fazla aydınlık değildir. Bu karanlığa ışık tutmak için çok ciddi çalışmalar yapan arkadaşım ve meslekdaşım Dr. Yavuz Cezar'dan edindiğimiz bilgiye göre Yavuz zamanında yılda 60 bin kese (kîse) olduğu sanılan bu vergi 1805'te salt Kahire için 4 bin kese olarak saptanmış, 1811'de Mehmed Ali Kölemenlerin topraklarına el koymasından sonra tüm Mısır için 12 bin keseye çıkartılmıştır. Osmanlılarda iki türlü kese vardı. Bir "rumî" kese 60 bin akçe ya da 500 kuruştu (1 kuruş = 40 para = 120 akçe). Bir "divanî" kese ise 50 bin akçe, yani yaklaşık 417 kuruştu. Bunun dışında bir de "Mısır" kesesi vardı ki; 600 kuruş, yani 72 bin akçeydi. Kesin bir bilgi olmamakla birlikte Mısır vergisinin bu son "Mısır kesesi" üzerinden hesaplandığı sanılmaktadır (Osmanlı para birimleri arasında bir de 100.000 ifade etmek için kullanılan "yük" kavramı vardır. Örneğin 100 bin altın "bir yük altın", 100 bin akçe "bir yük akçe"dir).
ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Ancak böylesine kısa zamanda sağladığı gelişme İstanbul'da tedirginlik yaratmıştı. 1812'de görevden alınması sözkonusu olduysa da, gönderdiği cömert armağanlarla bunu engellemeyi de başarmıştı. Gene bu dönemde Mehmed Ali Paşa, İstanbul'un direktiflerine uymaktaydı. Örneğin Osmanlıları çok uzun süre uğraştıran Veh-habi (Vahhab) ayaklanmalarını, oğlu İbrahim Paşa kumandasında gönderdiği bir ordu ile birkaç yıl içinde bastırmıştı.32 Özellikle Mekke ve Medine'nin Vehhabilerden kurtarılması ve bu "bâtıl" mezhebin ileri gelenleriyle birlikte bu kentlerin anahatlarının İstanbul'a gönderilmesi II. Mahmud'u çok sevindirmiş ve büyük sevinç gösterilerine yolaçmıştı. Ancak İstanbul'un Mehmed Ali'ye belki de haklı olarak, hiçbir zaman tam bir güven duyduğu söylenemez. Zaten eğer böylesi bir güven ortamı oluşabilseydi, Basra Körfezi üzerindeki özellikle İngiliz tehdidi tümüyle ortadan kaldırılabilir ve Hindistan'ın anahtarı ele geçirilebilirdi.33 Zaten durumun getirebileceği tehlikeleri sezen İngiltere, 1819'da Mehmed Ali'ye bir ittifak önermiş, fakat Mehmed Ali bunu kabul etmemişti. Zaten o kendi imparatorluğunu oluşturmak istediği için, böylesi bir öneriyi kabul etmesi de beklenemezdi. 1823'te imparatorluk adına Yemen'i işgal etmeyi önerdi. Yemen gene kâğıt üzerinde Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı görünmekle birlikte, bu bağlılık zaman zaman kahve göndermekten ileri geçmiyor ve ikide bir ayaklanma çıkıyordu. Fakat yukarıda değindiğimiz gibi Babıâli, Mehmed Ali'ye güvenemediği için bu öneriyi reddetmiş ve Yemen'i himayesi altına alan İngiltere, Aden'i zaptetmişti.34 Ancak Mo-ra'daki ayaklanma bastırılamayınca Babıâli, Mora ve Girit valilikleri vaadiyle Mehmed Ali Paşa'dan yardım istemiş ve o da, daha önce anlattığımız gibi oğlu İbrahim Paşa'yı göndererek ayaklanmayı kısa sürede bastırmıştı.
32 33 34
Vehhabiler ile ilgili geniş bilgi için bkz. Mufassal... (ilave 168), s.2869-2876. Kitabımızda daha önce değindiğimiz üzere bu anahtar Kanuni zamanında Portekizlilere kaptırılmış, daha sonra İngilizler, Portekizlilerden almışlardı. Bkz. İleri, B. N., a.g.e., s.148 vd.
viyana ve paris kongreleri arasında osmaniı imparatorluğu 3^9
Mehmed Ali Paşa'nın Ayaklanması Geçen altbölümde de vurgulamış olduğumuz gibi, Mehmed Ali Paşa ile Babıâli arasında karşılıklı güven hiçbir zaman oluşturulamamıştı. Her iki taraf da karşı tarafı gereksinim duyduğu zaman ve gereksinmesini duyduğu ölçüde aramaktaydı. Ancak uzun süre İstanbul'un direktifleri dışına çıkmamaya özen gösteren Mehmed Ali Paşa, Mora Ayaklanması sonrasında başına buyruk hareket etmeye başladı. Rusya savaşı için istenen yardımları göndermediği gibi, gene İstanbul'a sormaksızın Mora'daki askerlerini İngiliz gemileriyle Mısır'a geri getirtti. Bu tutumu İstanbul'da kızgınlık yaratmışken, Mora Ayaklanması sırasında üzerine düşen görevi yapmış olduğunu ileri sürerek Girit ve Suriye valiliklerini de istedi. II. Mahmud o an için doğrudan bir çatışmaya girmek istemediğinden Girit Valiliği'ni vermeye razı oldu. Ancak Mehmed Ali sorununu çözmek için de bir plan hazırladı. Şam valisi olarak atanan eski sadrazamlardan Selim Paşa uygun bir olanak çıktığı anda Mısır'a girmek üzere hazırlıklarına başladı. O sıralarda Osmanlıların denetimi ancak Şam ve Halep'e kadar sürüyor, bunun güneyinde kalan bölge yarı bağımsız paşaların sultası altında bulunuyordu. Örneğin Akka bölgesinde hüküm süren Cezzar Ahmed Paşa'nın oğlu Abdullah Paşa bir ara Osmanlı'ya başkaldırmış fakat Mehmed Ali Paşa'nın aracılığıyla affedilmişti.35 İstanbul'daki casusları kanalıyla, aleyhindeki planı öğrenen Mehmed Ali Paşa önce harekete geçmeye karar verdi. Bu arada Mehmed Ali'nin yanından kaçan kimi köleler Akkâ'ya sığınmışlardı. Bunların geri verilmesini isteyen Mehmed Ali Paşa, isteğinin geri çevrilmesi üzerine oğlu İbrahim Paşa'yı Suriye'ye gönderdi. Yafa, Gazze ve Havfa İbrahim Paşa'nın eline geçti. Abdullah Paşa Akkâ'da altı ay direndiyse de, sonunda teslim oldu. Bu arada Şam'da bir ayaklanma çıkmış ve Selim Paşa öldürülmüştü. Gelişmeler İstanbul'da Çok büyük bir kızgınlık uyandırdı. Şam'daki ayaklanmanın ardında da kimin olduğu anlaşılıyordu. II. Mahmud şeyhülislâmdan aldığı fetva ile 35 Üçok, Coşkun, bkz. s.137 vd.
310 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Mısır valisini "asi" olarak ilân etti ve Edirne Valisi Hüseyin Paşa kumandasındaki bir orduyu ibrahim Paşa'nın üzerine gönderdi. İbrahim Paşa, Akkâ'yı aldıktan sonra kuzeye doğru ilerlemesine devam ediyordu. Şam yakınlarındaki direnmeyi kırarak Şam'a girdi. Daha sonra kuzeye doğru ilerlemesini sürdürdü ve Halep paşasını da yendi. Nihayet Hüseyin Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusuyla 29 Temmuz 1832'de İskenderun Antakya arasındaki Beylan'da karşılaştılar. Osmanlı ordusu büyük bir yenilgiye uğradı. İslâm dünyasından gelebilecek olumsuz tepkilerden çekinen Mehmed Ali Paşa savaşa son verilmesini isteyerek Suriye'yi talep etti. Ancak İstanbul bu talebi de reddederek ordu kumandanlığına Reşid Mehmed Paşa'yı getirdi. İbrahim Paşa ise Toroslar'ı geçerek Konya'ya dek gelmişti. İki ordu arasında Konya'da yapılan savaşı gene İbrahim Paşa kazandı (21 Aralık 1832). Artık Mısır ordusunun önünde İstanbul'a dek başka güç kalmamıştı. İşin bu aşamasında II. Mahmud anlaşma yolunu seçmek-tense, Avrupa devletlerinin yardımlarını istemeyi yeğledi. Mısır sorunu artık uluslararası bir nitelik kazanmıştı. Uluslararası Bir Sorun Olarak Mısır Ayaklanması ve Kütahya Antlaşması Avrupa 1830 devrimlerini yeni atlatmıştı. Bu bakımdan 1833 başlarında Avrupa'nın diplomatik gündemi oldukça boştu. Ve bu nedenle Mısır sorunu zaten gündemde idi. II. Mahmud'un çağrısı üzerine Avrupa güçlerinin farklı tutumları oldu. Şimdi bu farklı tutumları ve nedenlerini anlatalım. Fransa: Mısır'la çok iyi ilişkiler kurmuş ve geliştirmişti. Mehmed Ali Paşa, uzun dönemde İngilizlere karşı kullanabileceğini düşündüğünden Fransa ile iyi ilişkiler kurmaya özen göstermiş; aynı biçimde bölgenin öneminin bilincinde olan Fransızlar da özenli davranmışlardı. Bu nedenle İstanbul'un yardım çağrısına kulak vermedi. Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılıp yerine, daha güçlü olabileceği tahmin edilen bir imparatorluğun kurulması ve bu imparatorluğun Boğazlar'ı denetleyerek Rusya'yı durdurması daha çok işine gelirdi.
viyana ve paris kongreleri arasında osmanlı imparatorluğu ^W
İngiltere: Rusya'yı durdurma sözkonusu olabileceği için, böylesi bir olasılığın İngiltere'nin dış politika amaçlarına da uygun olması beklenirdi. Zira zaten İngiltere'nin son yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğünün sürmesinden yana olmasının temel nedeni, Rusya'nın güneye doğru sarkmasını engelleme endişesiydi. Fakat İngiltere, Mısır'ı desteklemedi. Zira gücünü önemli ölçüde yitiren bir Osmanlı İmparatorluğu'nun bütünlüğünü koruması başka bir şeydi, sırasında Basra Körfezi'ni ve Hint Okyanusu'nu da tehdit edebilecek olan bir Mehmed Ali'nin Boğazlar'ı ele geçirmesi bir başka şeydi. Ancak her şeye karşın İngiltere, biraz da yapılması gereken seçimler nedeniyle olayların gelişmesini bekledi ve kesin bir tavır almaktan çekindi. Avusturya: Metternich her türlü "bağımsızlık" eylemine doğasından karşıydı. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki böylesi bir bağımsızlık talebinin yandaşı olması mümkün değildi. Ancak gerek coğrafi ve gerekse ekonomik konumu herhangi bir biçimde yardım etmeye de mümkün değildi. Bu nedenle İstanbul'un yardım talebini sempatiyle karşılamasına karşın herhangi bir müdahalede bulunamadı. Prusya: Bu dönemde Avusturya ile aynı dış politikayı uygulamaktaydı. Yani bir imparatorluk içindeki herhangi bir bölgenin ne nedenle olursa olsun bağımsızlık talebine sempati duyması mümkün değildi. Ancak Gene Avusturya'nın elini kolunu bağlayan nedenlerden ötürü direkt bir müdahale olanağı yoktu. Rusya: Rusya, Babıâli'nin çağrısını görülebilir bir memnuniyetle karşıladı. Zira hem Mehmed Ali gibisinden zorlu bir kuvvetin Çanakkale ve İstanbul boğazlarına müdahale etmesi engellenebilecek ve hem de Rusya'nın uzun yıllardan beri beklemekte olduğu "Osmanlı imparatorluğu Üzerinde Himaye Politikası" yürürlüğe girebilecektir. Bu politikanın Osmanlı İmparatorluğu üzerinde elbette son derece olumsuz etkileri olabilecekti. Ancak Sultan II. Mahmud'un ifadesiyle, "denize düşen yılana sarılır"dı. Avrupa'nın büyük güçleri, yukarıda belirttiğimiz gibisinden farklı beklentiler içindeyken, İbrahim Paşa kumandasındaki Mısır or-
312 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
duşu İstanbul'a doğru ilerlemesine devam etmekteydi.36 II. Mah-mud'un barış için Mehmed Ali Paşa'ya yaptığı başvurunun da reddedilmesi üzerine Rusya ile görüşmeler başladı. Babıâli salt donanma değil, aynı zamanda İstanbul'un korunması için kara askeri istiyordu. Daha görüşmeler sürerken Amiral Lazarev kumandasındaki dokuz savaş gemisinden oluşan Rus Donanması İstanbul Boğazı'na girerek Büyükdere önlerinde demir attı.37 Bu "emrivaki" İngiltere ve Fransa'yı endişelendirdi. Fransa Boğazlar'a Mehmed Ali Paşa'nın yerleşmesinden memnun olabilirdi ama, Rusya'nın bu bölgeyi ele geçirmesi hiçbir zaman kabul edemeyeceği bir şeydi. Bunun üzerine barış yapması için Mehmed Ali'yi zorlamaya başladılar. Ancak Mehmed Ali Paşa, İngiltere ve Fransa'nın endişelerinin nedenini biliyordu. Ve İstanbul'u Ruslardan önce ele geçirebileceğini iddia ediyordu. Bu nedenle anlaşmaya yanaşmadı ve anlaşma için ileri sürdüğü koşulları ağırlaştırdı. Mehmed Ali Paşa'nın bu uzlaşmaz tavrı üzerine II. Mahmud Rusya'nın Tuna ordusundan daha önce kararlaştırılmış bulunan yardımı istedi. 15.000 kişilik bir Rus ordusu Boğaz'ın Anadolu yakasına geçti (5 Nisan 1833). Bunun üzerine İngiltere ve Fransa, Mehmed Ali Paşa üzerindeki baskılarını ağırlaştırdılar. İstanbul'u askerî bakımdan güvenceye almış olmasına karşın II. Mahmud da durumdan tedirgindi. Rusya'dan aldığı bu yardımın şeriata uygun olduğu hakkında şeyhülislâmdan aldığı fetva, ulemanın aleyhteki homurdanmalarını susturamamıştı. Halk da durumdan hoşlanmıyordu. Bu koşullar altında her iki taraf da barışa yanaştı. 14 Mayıs 1833'te Kütahya Antlaşması imzalandı. Buna göre Mehmed Ali Paşa'ya Mısır ve Girit valiliklerine ek olarak Şam, İbrahim Paşa'ya da Cidde Valiliği'ne ek olarak Adana Valiliği veriliyordu. Ayrıca bir de genel af çıkartılıyordu.38 Kolayca görülebileceği gibi bu koşullar Meh36 37 38
Kimi yazarlarımız İbrahim Paşa'nın babasınm "dur" emrini dinlemeden ilerlemeyi sürdürdüğı nü iddia ederler. Ancak olayların gelişimi, bunun doğru olmadığını göstermektedir. Bkz. Uçarol, Rıfat, a.g.e., s.117. Bkz. Karal, E. Z., a.g.e., s.138-139.
viyana ve paris kongreleri arasında osmanlı imparatorluğu 313
med Ali Paşa'nın en başından beri ileri sürmüş olduğu taleplerin tümünü karşılıyordu. Böylece Mehmed Ali Paşa amacına ulaşmıştı. Fakat bu anlaşma, iki devletin karşılıklı olarak imzaladıkları bir anlaşma değil, II. Mahmud'un bir fermanla vermeye razı olduğu ödünlerin kaleme alınmasıydı. Nasıl bir fermanla verilmişse, aynı biçimde bir fermanla geriye alınmaları da mümkündü. Ancak her ne olursa olsun, İbrahim Paşa, Anadolu'yu boşaltarak Toroslar'ın güneyine çekildi. İstanbul'un Anadolu yakasındaki Rus ordusu ise yerinden kıpırdamamıştı. Hünkâr İskelesi Antlaşması Anadolu'daki Rus askerleri İbrahim Paşa, Anadolu'yu tümüyle boşaltana dek yerlerinde kaldılar.39 Bu arada II. Mahmud da uzun dönemde geçerli olabilecek bir dış politika oluşturmak istiyor ve uygun bir müttefik arıyordu. Yaptığı çözümlemeye göre en uygun devlet Rusya idi. Rusya ile yapılacak bir ittifak, aynı zamanda Avusturya ve Prusya'yı da kazandıracaktı. Osmanlı İmparatorluğu'nun Boğazlar'ı kapatması Rusya açısından da büyük rahatlık getirecek ve güneyini güvence altına almış olacaktı. İşte bu koşullar altında Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya arasında 8 Temmuz 1833'te Hünkâr İskelesi Antlaşması imzalandı. Önceleri tümüyle gizli tutulan bu anlaşmanın imzalanmasından bir gün sonra 9 Temmuz 1833'te, Büyükdere önünde demirlemiş bulunan Rus Donanması, İstanbul'dan ayrıldı.40 Hünkâr İskelesi Antlaşması altı maddelik bir antlaşma idi. Ancak bir de gizli maddesi vardı.41 Antlaşmanın maddelerine göre: - Bu antlaşma savunmaya yönelik bir antlaşmaydı. Taraflardan biri herhangi bir saldırıya uğrarsa, diğerinin yardımda bulunacağı belirtiliyordu. - Yardım isteyen taraf, yardıma gelen kara ve deniz askerlerinin 39
Suphi Nuri, Rus askerlerinin Anadolu'yu boşaltmamalarını bir tehdit unsuru olarak değerlendiriyor (s.151). 40 Üçok, Coşkun, a.g.e., s.139. *1 Antlaşmanın metni için bkz. Erim, Nihat, a.g.e., s.297-299.
31/f ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
giderlerini karşılayacaktı. Yapılacak yardımın miktarı taraflar arasında kararlaştırılacaktı. - Antlaşmanın süresi sekiz yıldı. Gene antlaşmanın açık maddelerine göre, taraflar arasında 1829'da yapılan Edirne Antlaşması ve bu çerçevede yapılan antlaşmalar yeniden doğrulanıyor ve tarafların antlaşmayı iki ay içinde onaylamaları öngörülüyordu. Antlaşmanın gizli maddesine göre ise Rusya, Osmanlı imparatorluğu için doğabilecek yükümlülüklerden tek taraflı olarak şimdiden vazgeçiyordu. Osmanlı İmparatorluğu'nun içinde bulunduğu koşullardan ötürü kararlaştırılan bu davranışa karşılık Osmanlı İmparatorluğu, gerektiğinde Çanakkale Boğazı'nı başka devletlerin gemilerine kapatmayı taahhüt ediyordu. Anlaşma koşulları İngiltere ve Fransa'da tepkilere yolaçtı. Zaten böyle bir anlaşmanın hazırlıklarından şüphe ediyorlardı. İstanbul ve Petersburg'daki elçileri kanalıyla anlaşmanın koşullarını protesto ettiler. Hattâ bir zorlamaya girişmeleri bile sözkonusu oldu. Ancak Avusturya ve Prusya'dan yana çıkmalarından ötürü herhangi bir girişimde bulunamadılar. Zaten Çar I. Nikola da havayı yumuşatmaya çabalıyordu. Ancak 18 Eylül 1833'de Avusturya ve Prusya ile Münchengreatz'de benzer bir antlaşma yapmaktan da geri kalmadı. Osmanlı İmparatorluğu ise Mısır sorununda kendine karşı çıkan Fransa ve yeterince desteklemeyen İngiltere'ye karşı, güçlü bir ittifak sistemi içinde yeralmış oluyordu. Mehmed Ali Paşa'nın Yeniden Ayaklanması ve Nizip Savaşı Kütahya Antlaşması'nın tarafları tatmin etmediğine biraz yukarıda değinmiştik. İstekleri tatmin edilmiş gibi görünen Mehmed Ali Paşa da zaman içinde huzursuzluk duymaya başlamıştı. Her şeyden önce, böylesi güçlü ve başarılıyken; bağımsızlığını ilân edememenin tedirginliğini yaşamaktaydı. Valiliğini bile babadan oğula geçen bir biçıme dönüştürememişti. Padişahın dudakları arasından çıkabilecek bir cümleye bağlıydı.
viyana ve paris kongreleri arasında Osmanlı imparatorluğu 3^5
Mısır'la İstanbul arasındaki ilk anlaşmazlık para sorunundan kaynaklandı. Mehmed Ali Paşa yönettiği bölgelerin vergisi olarak 32 bin kese göndermek istedi. İstanbul, yönettiği bölgelerin genişliği ve verimliliğini ileri sürerek bunu artırmaya çabaladı. Ancak başarılı olamadı. Bu arada Lübnan'da ve Suriye'de Mehmed Ali Paşa'ya karşı huzursuzluklar ve ayaklanmalar başlamıştı. Ancak bunlara karşılık İbrahim Paşa bağımsızlık ilân etmenin yollarını aramakta, kulislerini yapmaktaydı. Mehmed Ali Paşa bağımsızlığını ilân ettikten sonra halifeliği de almayı umut ediyordu. Zira İslâmiyet'in kutsal kentleri Mekke ve Medine yönetimi altında olduğu gibi, zaten halifelik Mısır'dan alınmıştı.42 II. Mahmud da boş durmamaktaydı. Geçen süre içinde Osmanlı ordusu önemli ölçüde düzene sokulmuştu. Ayrıca İngiltere ile olan ilişkiler de iyileşmiş, bir ticaret antlaşması imzalanmıştı. Lübnan ve Suriye'de çıkan ayaklanmaları el altından desteklediği gibi, yeni yetiştirilmiş olan ordusuna Toroslar'ın kuzeyinde yığınak yaptırtmıştı. Geçen zamanın aleyhinde olduğunu düşünen Mehmed Ali Paşa yönetmekte olduğu yerlerin valiliğinin babadan oğula geçecek bir biçimde kendisine verilmesini talep etti. Bu talep bir tür özerklik anlamına geliyordu. İstanbul; Mısır, Trablusşam ve Akkâ dışında bunu reddetti. Bunun üzerine Mehmed Ali Paşa yönetmekte olduğu bölgeler açısından bağımsızlığını ilân etti. II. Mahmud da 21 Nisan 1839'da savaşa karar verdi. Mısır valisi olarak atanan Hafız Mehmed Paşa'nm komutasındaki Osmanlı ordusu 3 Mayıs 1839'da Nizip'e geldi. Hafız Mehmed Paşa'nın yanında aralarında daha sonra çok ün kazanacak olan General Moltke'nin de bulunduğu yabancılardan oluşan bir de kurmay heyeti bulunmaktaydı. Osmanlı ordusu burada iyice dinlenmişken, ibrahim Paşa da Halep'teki ordugâhından kalkarak aynı bölgeye gelmişti. 42 Bkz. Mufassal..., s.2910 vd.
ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Tarafların birbirlerini çeşitli yoklamalarından sonra kesin ve belirleyici savaş 29 Haziran 1839'da yapıldı ve "Nizip Savaşı" olarak adlandırılan bu savaşı İbrahim Paşa kazandı.43 II. Mahmud kendisi için çok acı olacak bu haber 1 Temmuz'da İstanbul'a gelmeden birkaç gün önce ölmüş ve yerine on altı yaşında bulunan oğlu Abdülmecid geçmişti. Londra Antlaşması ve Mısır Sorununun Sonu Osmanlıların Nizip'teki yenilgileri Avrupa devletleri arasında da endişe uyandırdı. Özellikle Rusların Hünkâr İskelesi Antlaşması koşullarını uygulamasından çekiniliyordu. İngiltere ve Fransa Rusya'ya, müdahale etmede acele etmemesini ve Avusturya ve Prusya'nın da katılacağı bir konferansta konunun incelenmesini önerdiler. İngiltere ile çatışmak istemeyen Rusya bu öneriyi benimsedi. Beş Avrupa devletinin görüşmeleri sonunda Suriye'nin Osmanlı İmparatorluğu'na bırakılması konusunda bir eğilim belirdi. Bu karar bir ültimatom biçiminde Mısır'a bildirilecek ve eğer Mehmed Ali Paşa buna uymazsa, savaş açılacaktı. Ancak Fransa böylesine sert önlemler alınmasına karşı çıkıyordu. Zira defalarca değindiğimiz gibi, Mısır'la iyi ilişkileri vardı. Fakat İngiltere bu konuda kararlıydı. Böylece Fransa'yı dışlayarak diğer dört devlet; yani İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya; Londra Antlaşma43 Nizip Savaşı'nın değişik aşamaları ve Osmanlı ordusu başkumandanı ve Mısır valisi Hafız Mehmed Paşa konusunda sanıyoruz oldukça haksız ve tek taraflı hükümler verilmektedir. Yukarıda isminden söz ettiğimiz, Osmanlı ordusu Kurmay Heyeti'nden Feldmareşal H. von Moltke'nın bu konudaki görüşleri, çok ilginç bir biçimde ve hemen hemen tartışılmaksızın kabul edilmektedir. Bunlar arasında örneğin mollaların etkisinde kalan Hafız Mehmed Paşa'nın cephe durumunun çok uygun olmasına karşın cuma günü olduğu için saldırmaması; akşam yapılabileceK bir baskının çok başarı getirmesi olasılığı olmasına karşın "Padişahın askeri eşkiyalar gibi gece baskını yapmaz" diyerek gece baskınını engellemesi gibi gerçekten mantığın kabullenmesi ço güç, aşırı savlar vardır. Hafız Mehmed Paşa, Nizip Savaşı öncesinde, sırasında ve sonrasında bu yük hatalar yapmış olabilir. Savaş sonucunda ortaya çıkan ölü ve yaralı sayısının çokluğu, konuda kuşku uyandırmaktadır. Ancak II. Mahmud gibi aydın fikirli bir padişahın vali ve baş kumandan olarak atadığı bir paşanın, mollaların etkisiyle yukarıdaki mantıksızlık yapması be lenemez. Von Moltke'nin abartılmış savları için bkz. Türkiye Mektupları, çev. Hayrullah or > Remzi Kitabevi, İstanbul, 1969, özellikle bkz. s.212 vd.
viyana ve paris kongreleri ^ajf "'' ™P*'*°W» 3V
_ ... imzaladılar.44 15 Temmuz 1840'ta imzalanan ve Osmanlı İmparatorluğumun da memnuniyetle benimsediği Londra Antlaşması'nın koşullarına göre Mısır Valiliği babadan oğula geçecek bir biçimde, Güney Suriye ve Akkâ Valiliği de yaşamı süresince Mehmed An Pa§a'ya veriliyordu. Eğer Mehmed Ali Paşa bu antlaşmanın koşularını on gün içinde kabul etmezse Akkâ Valiliği, yirmi gün içinde kabul etmezse Mısır Valiliği'ni de yitirecekti. Mehmed Ali Paşa, biraz da Fransa'ya güvenerek bu koşulları reddetti. Osmanlı İmparatorluğu ile Mehmed Ali W arasında yeniden savaş başladı. İngiltere, Rusya ve Avusturya tarafından desteklenen Osmanlılar, İbrahim Paşa karşısında bu kez çok başarılı oldular. Kasım 1840'ta İbrahim Paşa, Suriye'yi boşalttı.45 Mısırlllann en azın" dan bir süre direneceklerini ve bu arada askeri açı^an barlıklarını tamamlayacağını umut eden Fransa, bu hızlı yenilgi karşısında ZOr duruma düştü. Zaten Paris'te Mehmed Ali Paşa'yı tutan Thıers hükümeti de devrilmiş, yerine Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğüne daha fazla önem veren Gizo hükümeti kurulmuştu. Bu koşullar altında Fransa da Londra Antlaşması'nın koşul'anna katıldığını açıkladı. Ordunun başında bulunan oğlu İbrahim Paşa'dan da düzenli haber alamayan Mehmed Ali Paşa, Amiral Napier kumandasındaki İngiliz Donanması İskenderiye önüne gelince, sadece Mısır'la yetinerek ateşkes imzalamaya razı oldu. Askerî alandaki başarıların etkisi altında olan Babıali ateşkes koşullarını tanımayarak Mehmed Ali Paşa'yı tümüyle azletmek istediyse de, Avrupa devletlerinin bunu desteklememeleri üzerine ateşkesi tanımak zorunda kaldı. Sultan Abdülmecid'in önce l3 Şubat 1841'de yayınlanan, fakat Mehmed Ali Paşa'nmkimi maddelerine şiddetle itirazı nedeniyle biraz yumuşatılarak 24 Mayıs 1841 'de yeniden yayınlanan "Mısır Valiliği İmtiyaz Fermanı" sorunu kesin °larak vözümlen44 45
Bu antlaşmanın metni için bkz. Erim, Nihat, a.g.e., s.303-308. Bu arada 8 Kasım 1839'da okunan Gülhane Hattı Htaayun'nun etküerini bağımsrz bir bölüm olarak ele alacağız.
sı nı
31Ö ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve Mısır Modern Mısır'ın doğuşunda en önemli figürlerden biri olan Kava lalı Mehmet Ali Paşa 1798'de Fransızlarla savaşmak üzere gittiği fr\ ^^^^k^ • % Mısır'a büyük bir siyasi başarı göstererek vali olmuştu. Onun başarısında baştan beri izlediği siyasetin etkisi büyüktü. Bu politikanın belirgin özellikleri şunlardı: Birinci olarak Mısır'da mevcut askeri kuvvetleri daima birbirleriyle çatıştırmak ve bu mücadeleden yararlanmaktı. Nitekim başıbozukları yeniçerilere, yeniçerileri Kölemenlere nihayet Kölemenleri Kölemenlere vurdurması buna dayanıyordu, ikinci olarak yeniçeriler, başıbozuklar ve Kölemenler esaslı üç kuvvet arasında daima ikiye bir şekilde dengenin başıbozuklar tarafının ağır basmasını sağlamaya gayret etmiştir. Üçüncü olarak başlangıçtan valiliğine kadar asla kendini ön plana atmamış ve daima ikinci planda bulunmayı, amaçlarını gerçekleştirmek için uygun görmüştür. Onun valiliğe giden yolda kazanımlarında Osmanlı idaresinin içinde bulunduğu bunalım ve ordunun güçsüzlüğü de etkili olmuştur. Atilla Çetin, Kavalah Mehmet Ali Paşa'nın Mısır Valiliği, istanbul 1998
miş oldu. Bu fermanın hükümlerine göre:46 - Mısır Valiliği babadan oğula geçmek üzere Mehmed Ali Paşa'ya veriliyordu. Ancak bu geçişin erkek evlattan erkek evlada olması gerekiyordu. Eğer erkek evlat olmazsa kız evladın oğlu valiliğe geçemeyecekti. - Mısır valileri rütbe ve kıdem açılarından diğer vezirlerle eşit düzeyde olacaklardı. - Osmanlı İrnparatorluğu'nun yapmış olduğu ve yapacağı tüm anlaşmalar Mısır için bağlayıcı olduğu gibi, Osmanlı yasaları Mısır'da tümüyle geçerli olacaktı. - Mısır halkı Osmanlı tebaası sayılıyordu. Vergiler Osmanlı imparatorluğu adına, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki oranda ve yöntemlerle alınacaktı. Para Osmanlı İmparatorluğu adına basılacaktı. H6 Bkz. Mufassal..., s.2974-2975.
viyana ve paris kongreleri arasında osmanlı imparatorluğu 310
- Barış zamanında Mısır ordusu 18.000 askeri geçmeyecek ve rütbesi albaydan yukarı olan subayların atamasını Osmanlı padişahı yapacaktı. Ordu İstanbul'un emrinde olduğuna göre, bir savaş sırasında yükleneceği sayı Babıâli tarafından belirlenecekti. - Mısır'ın bu koşullara uymaması durumunda, verilen ayrıcalıklar derhal kaldırılacaktı. Görüleceği üzere bu koşullar Mehmed Ali Paşa'nın umut ve beklentilerinden çok uzaktı. Ancak Boğazlar konusunda ivedi bir çözüm arayan Avrupa devletleri, İstanbul'un istediği tüm ödünleri vermişlerdi. BOĞAZLAR SORUNU VE 1841 LONDRA ANTLAŞMASI47 Viyana Kongresi'ni izleyen yıllarda Avrupa diplomasi tartışmalarında en sık duyulan iki terim, hiç kuşkusuz "Doğu Politikası" ve "Balkan Politikası" terimleri oldu. Doğu politikası kavramıyla açıklanmak istenen, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşamakta olan Hıristiyan tebaanın durumlarıyla başta Rusya olmak üzere Avrupa devletlerinin ilgilenmesiydi. Daha sonraları gündeme gelen ve yaygınlaşan "Balkan Politikası" kavramı ise, bunun bir uzantısı ve parçasıdır. Ancak 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan "Balkanlaştırma" kavramı ya da deyişiyle bunları karıştırmamak gerekir. Siyaset bilimi literatüründe günümüzde bile yaşamakta olan bu kavramla açıklanmak istenen, belli bir bölgedeki farklı beklentili grupları tahrik ederek karışıklıklar çıkartmaya çabalamak ve bu karışıklıkların sonunda kendi yararına sonuçlar elde etmektir. Bu bölümün başında da oldukça ayrıntılı bir biçimde anlatmaya çabaladığımız gibi; Osmanlı İmparatorluğu yöneticileri dünya ve özellikle Avrupa dengesini iyi izlemiş ve bu dengeyi imparatorluk çıkarları açısından en iyi bir biçimde kullanmaya çabalamışlardır. İşte bu denge ve çabalar çerçevesinde Osmanlı İmparatorluğu'nun elindeki en büyük koz, Çanakkale ve İstanbul Boğazlan idi. Ancak Dr. Uça47 Burada da tarih olarak bir atlama yapıyor ve Tanzimat'ı bir sonraki bölümde anlatmak üzere Boğazlar sorununu ele alıyoruz.
320 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
rol'un belirttiği üzere, Boğazlar'ın özellikle Rusya'nın göz koyması ve Akdeniz'e çıkabilmesinin temel koşulu olarak ele geçirmek istemesi gibi sorunlar açmış olduğu da bir gerçektir.m Ancak zaten Boğazlar'ın II. Mehmed'ten (Fatih) beri sürmekte olan "kapalılık" ilkesini gerek Rusya'ya ve gerekse Avrupa'nın diğer devletlerine karşı koz olarak kullandırtan budur. Moskova Prensliği çekirdeği etrafında güçlenerek büyüyen Rusya, o günlerin teknik olanakları ve jeopolitik özellikleri bakımından bir "dünya imparatorluğuna" dönüşebilmek için denizlere çıkmak zorunda idi.49 Çar büyük Petro başkenti bu nedenle Moskova'dan Kuzey Denizi kıyısındaki Petrograd'a almıştı. Ancak senenin önemli bir bölümünde buzullar nedeniyle çıkış izni vermeyen Kuzey Denizi elbette Rusya'nın "denizlere açılmak" gereksinmelerini karşılamaktan çok uzaktı. Fatih'ten beri Osmanlı İmparatorluğu'nun hiçbir biçimde tartışmaya bile girmediği konu, Boğazlar'ın kapalılığı ilkesiydi. Fakat Rusya da adım adım Boğazlar'a doğru yaklaşmaya başlamıştı. İlk kez Kar-lofça Antlaşması'yla (1699) Azak Denizi'ne yerleşmişler, daha sonra 1774'te imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması'yla ticaret gemileri için Boğazlar'dan serbest geçiş hakkı sağlamışlardı.50 1784'te Kırım'ı resmen topraklarına katan Rusya, burada savaş gemileri yapmaya başlamıştı. Osmanlı İmparatorluğu'nun Karadeniz'i Rusya ile paylaşmakta olduğunu resmen kabul etmesi 23 Aralık 1798 İstanbul Antlaşması ile olmuş ve Rusya ilk kez dost devlet olarak Boğazlar'dan her iki yöne savaş gemisi geçirme hakkını sekiz yıl için kazanmıştır. 1805'te yenilenen bu andlaşmada bu kez, taraflar Karadeniz'i "kapalı deniz" olarak değerlendiriyorlardı. Üçüncü bir devletin Boğazlar'ı zorlaması durumunda her iki devletin donanmaları ortak hareket edeceklerdi. 48 49
50
Bkz. Uçarol, R., a.g.e., s.129 vd. Bu konularda genel olarak bkz. Quadflieg, Franz, Russische Expansionspolitik (im neunzehntenjahrhundert), Leipzig, 1914. Ayrıca bkz. Büyük (Deli) Petro'nun Vasiyetnamesi, Harp Aka demileri Komutanlığı Yayınları, İstanbul, 1970. Bkz. Karal, E. Z., a.g.e. s.209 vd.
viyana ve paris kongreleri arasında Osmanlı imparatorluğu 321
Edirne Antlaşması ile Rusya, ticaret gemileri için Boğazlar'dan tam bir geçiş serbestisi koparmıştı (1829). Ve nihayet 1833 Hünkâr İskelesi Antlaşması ile de Boğazlar'ın diğer devletlerin savaş gemilerine kapalılığını sağladılar. Ancak Boğazlar sorunu salt Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu'nu ilgilendirmekle kalmıyor, aynı zamanda Fransa ve İngiltere'yi de ilgilendiriyordu. Fransa'nın ilgilenmesinin nedeni Akdeniz'i bir Fransız denizi olarak görmesinden kaynaklanıyor ve Boğazlar'dan geçerek gelebilecek bir Rusya'nın rekabetinden çekiniyordu. İngiltere ise Hindistan yolunu denetleyebilmek için önceleri Hint Okyanusu'nu elde bulundurmanın yeterli olduğunu düşünürken, daha sonraları Doğu Akdeniz ve Ortadoğu'nun bu konuda ne denli önemli olduğunun bilincine varmıştı.51 Ve bu nedenle Akdeniz'in bir başka devletin denetiminde olmasına göz yumamayacaklarını anlamışlardı. 18. yüzyılın başlangıcında Akdeniz'in Batı kapısı olan Cebelitarık'ı ele geçirdikleri gibi, Akdeniz'in bir anlamda Doğu kapısı sayılabilecek İstanbul ve Çanakkale boğazlarının da sürekli kapalı tutulmasını ilke edinmişlerdi. Zaten İngiltere'nin Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğünü desteklemesinin ardında yatan temel neden de budur. Mısır meselesi çözümlendiği sıralarda Hünkâr İskelesi Antlaşması'nın da süresi dolmak üzereydi. Londra Antlaşması'nı imzalayan Rusya, İngiltere, Avusturya ve Prusya, bu kez aralarına Fransa'yı da alarak Boğazlar sorununun da uluslararası bir konferansla çözümlenmesini istediler. Osmanlı İmparatorluğu delegelerinin de katıldığı Londra Konferansı sonucunda 3 Temmuz 1841'de "Boğazlar Antlaşması" imzalandı. Dört maddelik bu antlaşmaya göre52 Osmanlı İmparatorluğu barış durumunda Boğazlar'ı her türlü savaş gemisine kapalı tutacaktı. Bu ilke, zaten Osmanlı İmparatorluğu'nun yüzyıllardır uygulamakta olduğu politika idi. Ancak bu kez diğer devletlerin de destek ve güvencesi sağlanmaktaydı. 5
* Bkz. Searight, Sarah, The Sritish in tbe Middle East (A Social History of the British Overseas), New york, 1970, özellikle s.75 vd. 52 Metin için bkz. Erim, Nihat, a.g.e., s.311-313.
322 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Antlaşma en çok Rusya'nın zararına gibi görünmektedir. Zira daha önce bir ölçüde sağlamış olduğu savaş gemisi çıkarma yetkisini tümüyle yitirmiş oluyordu. Ayrıca güneyi için tam bir güvence de sağlayamamıştı. Zira Osmanlı İmparatorluğu'nun Boğazlar'ı kapalı tutma yükümlülüğü salt barış zamanlarını kapsıyordu. Tüm bunların dışında Boğazlar'ın toplu bir güvence altına alınmasıyla, Rusya'nın Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki emelleri engellendiği gibi, muhtemel bir "himaye politikasına" da gerek kalmıyordu. Osmanlı İmparatorluğu ise çok önemli ölçüde rahatlamaktaydı. Bu anlaşmanın kendine sağladığı uluslararası güvence dışında, uzun süre kullanabileceği bir denge olduğu anlaşılmıştı. Gerçekten imparatorluğu 1920'ye dek yaşatacak olan husus, bu dengedir. TANZİMAT VE ISLAHAT FERMANLARI Genel Görüşler Tanzimat, tarihimizde üzerinde en çok konuşulan konulardan ve en farklı biçimlerde değerlendirilen uygulamalardan biridir. Kimilerine göre, Tanzimat'ın getirdiği anlayış ve uygulamalar imparatorluğun sonu olmuş ve zaten varolan gerilemeyi hızlandırmış, kimilerine göreyse iyiye doğru bir dönüş sağlamıştır. Aslında bu farklı görüş ve değerlendirmeler, Tanzimat'ı kimi gelişmelerin "nedeni" saydıkları için aynı mantık yanlışlığından kaynaklanmaktadırlar ve temel olarak hiçbiri doğru değildir. Zira Tanzimat Fermanı'nın çıkartılması, bir kısım gelişmelerin nedeni değil, tam aksine bir kısım gelişmelerin "sonucu"dur. Ve bu nedenle Tanzimat'ı, bunun ardındaki mantığı ve bunu izleyecek olan Islahat Fermanı'nı doğru değerlendirebilmek için, 19. yüzyıldaki Osmanlı İmparatorluğu'nun durumunu ve ne gibi seçenekleri olduğunu doğru teşhis etmek gerekir. Aynı biçimde eğer Tanzimat ilân edilmeseydi ne olurdu sorusunun yanıtını da vermek gerekir. 19. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu, üç kıtaya yayılan geniş topraklarının gözler önüne serdiği görkemli görüntünün ardındaki zaafları saklayamaz duruma gelmişti. İmparatorluk tam bir
viyana ve paris kongreleri arasında osmaniı imparatorluğu 3^3
sosyo-ekonomik çöküntü içindeydi ve bu çöküntü devlet yaşamının ve toplumsal yaşamın tüm alanlarını etkisi altına almaktaydı. Osmanlı devlet düzeninin temeli olan toprak düzeni, tümüyle işlevini yitirmiş, bozulmuş ve çağdışı kalmıştı. Hizmet karşılığında gelirin bırakılmakta olduğu topraklardaki hızlı "mülkleşme", merkezin zayıflamasından doğduğu gibi, bu durumuyla merkezdeki zayıflamayı da artırmaktaydı. Ayrıca bu mülkleşme sonucu elde olunan gelirler, ticaret ya da sanayiye yönelecek bir sermaye birikimini de sağlayamamıştı. Çağın belirleyici düşüncesi olan "ulusçuluk" anlayışı, toplumun heterojen bünyesini ciddi bir biçimde sarsmaktaydı. Henüz Müslüman tebaa arasında yaygınlaşmamış olmakla birlikte, Hıristiyan tebaa arasında ve özellikle Rumeli'de canlı bir ulusçuluk akımı esiyor ve yeterli dış tahrik ve destek de bulan bu görüşler, ayrılıkçı talepler biçiminde ortaya çıkıyordu. İslâm kökenleri bir egemenlik anlayışı temelinde oturmakta olan Osmanlı devlet yönetimi bu tür talepleri engelleyecek bir güce sahip bulunmuyordu. İmparatorluk çağın ekonomik düzeninin tümüyle dışında kalmıştı. Dünya ticaretinden önemli ölçüde soyutlanmış bir biçimde; kendi yağıyla kavrulur bir ekonomi modelini uygulamaya çalışıyordu. Böylesi bir model, her şeyden önce girişleri çok sıkı bir biçimde denetleyen güçlü bir devlet yapısı gerektirir. Oysa ki güçlü bir devletin nesnel koşulları da kalmamıştı. Hele imparatorluk içindeki Hıristiyan azınlıkların oranı ve Avrupa'yla içice olma durumu düşünülürse, kapalı bir ekonomi modeli uygulamanın zorlukları, hattâ olanaksızlığı daha iyi anlaşılır. Bu koşullar altında iki seçenek vardı: - Ya Batı'nın modeli benimsenecek ve uygulanmaya çabalanacaktı, - Ya da mümkün olan en sert biçimleriyle dış dünyaya karşı duvarlar yükseltilecek ve içe dönülecekti.53 Japonya örneği, bu konudaki tartışma ve yazışmalarda sık sık gündeme gelen bir olgudur. Kendi iç düzeni ve toplumsal yapısını bozmadan Batı teknolojisini alarak kalkman Japonya'ya övgüler düzülürken, Osmanlı'nın bu yolu yeğlememesi eleştirilir. Ancak bu övgü ve yergileri ya-
32^ ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Mustafa Reşit Paşa II. Bayezid Külliyesi Vakıfları Ruznamçecisi Mustafa Efendi'nin oğlu olan Mustafa Reşit Paşa, Tanzimat'ın mimarlarındandır. Mo-ra'daki Rum isyanını bastırmak göreviyle Mora seraskeri tayin edilen Seyyid Ali Paşa'nın mühürdarı olarak başladığı kariyerinde diplomatlık, hariciye nazırlığı ve sadrazamlık gibi üst düzey görevlerde bulunmuştur. İlk olarak 1828'de Osmanlı-Rus savaşı sırasında kâtiplik göreviyle katıldığı seferden saraya yazdığı telhislerle II. Mahmud'un dikkatini çekmiş, dönüşünde Amedi Odası halifeliğine atanmıştı. Batı'nın büyük devletlerine sürekli elçiler gönderilmesi uygulamasına bağlı olarak Amedilik görevi de üzerinde kalmak üzere 1834'de Paris'e gönderildi. Asıl görevi 1830'da Fransızlar tarafından işgal edilmiş olan Cezayir'in Osmanlılara geri verilmesini sağlamaktı; ancak başarılı olamadı. Elçilik görevi bununla sınırlı kalmadı. 1836'da Londra büyükelçiliğine atandı. Aynı yılın sonunda elçilik görevinin yanısıra hariciye müsteşarlığına yükseldi. 1837'de ise harciye nazırlığına tayin oldu. Bu sırada irlanda ve İngiltere'nin sanayii merkezlerine gerçekleştirdiği ziyaretleri sonraki dönemdeki planları üzerinde etkili oldu. ilk hariciye nazırlığı sırasında ingiltere'nin önerilerini dikkate alarak karantina merkezleri ve bunların yönetimi için Meclis-i Umur-ı Sıhhiye adında bir yönetim birimi oluşturdu. Bunun yanısıra 16 Ağustos 1838'de ingiltere ile bir ticaret antlaşmasının imzalanmasını sağladı. Karşılığında, dış politikada ve özellikle Mısır meselesinde İngiltere'nin yardımının ümit edildiği antlaşmaya göre, tekeller kaldırılıyor, ingiltere'ye Osmanlı ülkesinde geniş ticaret hakları tanınıyordu. Islahat fikri çerçevesinde II. Mahmut'a hazırlayıp sunduğu raporlarda mal emniyeti sağlanmasının, vergi yükümlülüğünde eşitlik ve kazanç ilkelerinin kollanmasının gerektiği, arazi ve nüfuz sayımlarının sağlıklı biçimde yapılmasının kaçınılmazlığına dikkat çekiyordu. II. Mahmut tarafından yetkilerinin kısıtlanması isteği şeklinde yorumlanan bu çabalar sonucunda Mustafa Reşit Paşa istanbul'dan uzaklaştırılmak amacıyla ikinci kez büyükelçi sıfatıyla Londra'ya gönderildi. Ancak kariyerindeki asıl çıkışı I. Abdülmecit'in tahta çıkışı sonrasında gerçekleştirdi. Padişahı ikna ederek hazırladığı Gülhane Hatt-ı Hümayunu'nu 3 Kasım 1839'da kamuoyuna du-
İmparatorluğun zayıflamasını zamanında teşhis eden ve tüm iç direnmelere karşı kimi düzeltimlerle (ıslahat) bunu engellemeye çalışan ileri görüşlü bazı padişahların yapmak istedikleri, yukarıdaki iki seçepanlar, üstelik bir "ada devlet" olan Japonya'nın Avrupa ve ABD'ye olan on binlerce kilometrelik uzaklığını düşünmedikleri gibi, tümüyle türdeş bünyesini hiç düşünmezler. Ve Avrupa nuı bir anlamda içinde olan ve kimi bölgelerinde Türkçe konuşan Müslümanların oranının yüzde 40'ın altında olan Osmanlı İmparatorluğu'nda bu yolun seçilmemesini eleştirirler.
viyana ve paris kongreleri arasında Osmanlı imparatorluğu 3^5
yurdu. Tanzimat Fermanı Avrupa kamuoyunda sempatiyle karşılandı. 15 Temmuz ı84o'da ingiltere'nin desteği, Rusya, Avusturya ve Prusya'nın katılımıyla Mısır sorununu lehte bir çözüme bağlayan Londra Antlaşması'nın imzalanması bu sempatiye bağlandı. 1845'e kadar olan dönemde iki kez daha Paris elçiliği görevinde bulunan Mustafa Reşit Paşa 1845 sonlarında ikinci kez hariciye nazırlığına atandı. Eylül 1846'da sadrazam oldu. Bu dönemde özellikle Tanzimat projesine bağlı olarak yönetim, eğitim ve ticaret alanında yeniliklere girişti. Ticaret mahkemelerinin açılması, Mekatib-i Umumiye Nezareti'nin kurulması ilk sadareti sırasında gerçekleşen işlerdendi. Yedi ay süren ilk sadrazamlığı, bir yoruma göre serasker Damat Said Paşa'nın cumhuriyet ilanına hazırlandığı yolunda Abdülmecit'e yapılan bir ihbarı yüzünden, bir başka yoruma göre ise Fransa ile İngiltere arasında izlenen siyasi denge hesapları yüzünden Nisan 1847'de sona erdi. Ancak Ağustos 1848'de ikinci kez sadrazamlığa atandı. Bu dönemde Fransız akademi düşüncesinden ilham alınarak bilimler akademisi niteliğindeki Encümen-i Daniş oluşturuldu. Boğazda vapur işletmek üzere Şirket-i Hayriye kuruldu, esir ticareti yasaklanarak esir pazarları dağıtıldı. Ekonomik bunalımın artması üzerine sadrazamlıktan çekilerek Meclisi Vâlâ başkanlığına atandı. Ardından gelen |rlrn süreçte sadrazamlık ve elçilik görevlerinin yanısıra hariciye nazırlığı görevinde de bulundu. K savaşı sürerken ıslahat işlerini yürütmek adına Meclis-i Ali-i Tanzimat adı altında yeni bir kurul oluşturuldu. Kırım Savaşı'nın müttefiklerin desteği ile zaferle sonuçlanması üzerine Paris'teki barış görüşmelerine yanında yetişmiş olan Ali Paşa'nın gönderilmesi onda belli bir küskünlüğe neden oldu. 28 Şubat 1856'da yayınlanan Islahat Fermam'nı onaylamadığını bir layihayla padişaha sundu. Ekim 1856'da beşinci kez, kısa bir ayrılığın ardından Ekim 1857'de altıncı kez sadrazamlığa atandı. Ancak son görevine atanışından iki ay sonra hastalanarak vefat etti. Mustafa Reşit Paşa'nın diplomat ve Tanzimat projesinin mimarı otarak ingiliz yanlısı bir portre çizdiği görülmektedir. Osmanlı'nın geleceği açısından ingiliz desteğini zorunlu görmesi ve bu nedenle ingiltere elçisi Stratford de Redcliffe'le devamlı işbirliği yapması Fransa'nın Osmanlılar aleyhine bir tavır takınmasına neden olmuştur. Kendisi diplomatik gelenek olarak da son dönem Osmanlı diplomatları içinde başat bir konuma sahiptir. Nitekim bu yönüyle sonraki dönemde Ali, Fuat ve Ahmet Cevdet Paşalar üzerinde derin etkiler bırakmıştır. arl
Recep Yılmaz, "Mustafa Reşit Paşa", Yaşamları ve Yapıtl Yl° Osmanlılar Ansiklopedisi, YKY., istnbul, 1999, s.318-322
neğin sentezi olmuştu. Ancak artık 1830'ların dünyasında kesin bir tavır takınmanın zamanı gelmişti. Ya kapılar Batı'ya açılacak ya da tümüyle kapatılacaktı. İşte anahatları Mustafa Reşid Paşa tarafından hazırlanan54 ve Mustafa Reşid Paşa 1800'de İstanbul'da dünyaya gelmişti. 1810'da babasının ölümü üzerine amcası Ispartalı Seyid Ali Paşa'nın hizmetine girerek onunla birlikte 1821'de Mora'ya gitmiştir. Bu Mora Ayaklanması sırasında ordunun içinde bulunduğu durumu ve Mehmed Ali Paşa ordu-
326 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
gene Mustafa Reşid Paşa tarafından Sultan Abdülhamid'in tahta çıktığı yıl 3 Kasım 1839'da iç ve dış protokol ve halkın huzurunda okunan ve "Gülhan Hatt-ı Hümayunu" olarak adlandırılan belgeyi bu perspektif altında değerlendirmek gerekir. Yoksa, Tanzimat ne kimilerinin ileri sürdüğü gibi Nizip Savaşı'nın yitirilmesinden sonra yardımlarına gereksinme duyulan Avrupa devletlerine hoş görünmek için Hıristiyan azınlıklara eşit haklar sağlayan bir belge ne de "İngiliz casusu" Mustafa Reşid Paşa'nın imparatorluğu yıkmak için yaptığı bir ihanettir. Osmanlı İmparatorluğu'nun Dünya Ticaretine Açılması Her ne kadar kapitülasyonlar bunu önemli ölçüde ortadan kaldırmış idiyse de, ilke ve uygulama olarak Osmanlı imparatorluğu'nda kapalı bir ekonomi modeli yürütülmeye çabalanmaktaydı ve ticaret önemli ölçüde sınırlandırılmıştı. Kentlerdeki esnaf düzeninin de desteği ile özellikle iç ticaret konusundaki kısıtlamalar çok titiz bir biçimde uygulanırdı ve iç ticaret salt Osmanlı uyrukların tekelindeydi. Birçok malın alım ve satım hakkı, devlet tarafından imtiyaz olarak verilirdi. Dış ticaret ve özellikle ithal edilen malların satılması ve dağıtılması konusu da aynı biçimde kısıtlamalara tabiydi. Osmanlı İmparatorluğu'nda bu tür kısıtlamaların ya da sıkı denetlemelerin temel nedeni, halkın gündelik gereksinmelerinin kıtlığının olmaması ve düzenin bozulma-masıydı.55 sunun üstünlüğünü görmüş, Batı'dan başka seçenek olmadığını anlamıştır. Daha sonra Babıâli'ye katip olarak giren Mustafa Reşid Paşa, 1826'da Sadrazam Selim Paşa'nın mühürdarlığı-na getirilmiş, daha sonra da 1827-1830 arasında reis-ül küttap ve 1830 sonrasında dışişleri bakanı olacak olan Pertev Efendi'nin yardımcısı olmuştur. 1934-1836 arasında Paris Büyükelçiliği, daha sonra Londra Büyükelçiliği görevlerinde bulunmuş ve 13 Temmuz 1837'de Dışişleri Ba-kanlığı'na atanmıştır. Bkz. Shaw, Stanford - Ezel Kuran, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, çev. Mehmet Harmancı, c.2, İstanbul. 55 Osmanlı insanının iktisadî olaylara yaklaşım biçimi ve devletin bu konudaki tutum ve davranı şı başlıbaşına ve çok ilginç bir araştırma konusudur. Özellikle "çok kazanma hırsının" kınan ğı bir anlayış çerçevesinden kapitalist ilişkilere girişmek elbette kolay olmazdı ve olmadı. Bu nuda yapılan çok sayıda araştırma arasında özellikle birinin adını vurgulamak istiyorum: U g ner, Sabri, iktisadî Çözülmenin Ahlâk ve Zihniyet Dünyası, Der Yayınları, İstanbul, 1981-
viyana ve paris kongreleri arasında osmanlı imparatorluğu 3*^7
Osmanlı'da Ticaretin Gelişimi Osmanlı Dış Ticareti (Cari fiyatlarla, milyon ingiliz Sterlini) Yıllar
İhracat
1830 - 1839 1840 - 1849
ithalat
4>2 6,0
6,9
1850 - 1859
9.8
12,3
1860 -1869
15.4
18,3
1870 - 1879
18,6
20,8
1880 -1889
15.5
16,0
1890 - 1899
17,7
18,6
1900 - 1909
23,0
26,0
1910 - 1913
27,3 Şevket Pamuk
5,1
38,6
Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık İstanbul
»99 4.
ve Büyüme (1820 - 1914),
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, s. 34
Avrupa ile olan ve olabilecek ilişkilerde Osmanlı İmparatorluğumun nasıl teknik ve bilimsel konularda gereksinmeleri var idiyse, Batı'nın gelişmiş ülkelerinin de, uygulamakta oldukları kapitalist düzen gereği yeni pazarlara gereksinmeleri vardı. Ve konumu ve nüfusu açısından değerlendirildiği zaman Osmanlı İmparatorluğu toprakları, potansiyel olarak büyük bir pazar potansiyeline sahipti. Zaten bir sonraki bölümde değineceğimiz üzere, artık "ulusçuluk çağı" geride kalmış, bunun yerine "emperyalizm çağının" ilk işaretleri görülmeye başlanmıştı. 19. yüzyıla dek verilen kapitülasyonların yarattığı ayrıcalıklar, her ne kadar Osmanlı İmparatorluğu'nda sanayileşmeyi engelleyecek oranda idiyse "e; gene de Batı'nın aradığı pazarı ortaya çıkaracak düzeyde değildi. 1838'den itibaren bir süreç içinde başlayan bir dizi ticari antlaşma > Osmanlı İmparatorluğu'nu dünya ticaret sistemi içine soktu. Bun-lar arasında en önemlileri 16 Ağustos 1838'de İngiltere ile yapılan ticaret antlaşması olmasına karşın ve genel olarak dünya ticaretine açıl-ma süreci bununla başlatılırsa da,56 ilk yapılan Ticaret Antlaşması BelÖrneğin bkz. Sarıca, Murat, a.g.e., s.140 vd.
32ö ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
çika ile 4 Ağustos 1838'de imzalanmıştır. Ayrıca 1650, 1838 arasında imzalanmış çok sayıda başka ticaret antlaşmaları da vardır.57 Kurdakul, Osmanlı İmparatorluğu'nun imzaladığı ticaret antlaşmalarının sayısını 62 olarak saptıyor ve bunları üç grup içinde inceliyor. Kapitülasyonlardan sonra 1650 ile 1838 İngiliz Ticaret Antlaşması arasındaki dönemde imzalanan 26 antlaşmanın tümünde kapitülasyon hükümlerinin genelleştirildiği görülmektedir ve gümrük vergileri yüzde 3 olarak belirlenmektedir. Bu arada 1829 Edirne Antlaşmasının iktisadi hükümleri arasında çok önemli bir yenilik vardı. Bu da biraz yukarıda anlattığımız, iç ticaretteki Osmanlı uyruklular tekelinin (Yed'i vâhid), Rus tüccarları lehine kaldırılması, yani Rus tüccarlarına Osmanlı İmparatorluğu içinde ticaret yapma özgürlüğünün verilmesidir. İkinci dönem 1638-1861 arasıdır ki; bu dönemde de 20 antlaşma yapılmıştır. Bunların özellikleri tümünün 1838'de İngiltere ile yapılan Ticaret Antlaşması'nm hükümlerinin getirilmesi ve Osmanlı İmparatorluğu'nun bir tür açık pazar haline sokulmasıdır. 29 Nisan 1861'de Fransa ile yapılan antlaşma yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Fransa ile yapılan antlaşma çerçevesinde bu dönemde 16 antlaşma yapıldı. Ve bunların tümüne, gene antlaşmanın koşulları uyarınca 1889'da son verildi. Şimdi 16 Ağustos 1838 tarihli İngiltere-Osmanlı İmparatorluğu Ticaret Antlaşması'nm kimi önemli maddelerini, Sarıca'nın özleştirdiği biçimde vermek istiyoruz:58 - Bu antlaşma Mısır dahil olmak üzere Osmanlı İmparatorluğu'nun bütünlüğünde uygulanacaktı. - Süresiz geçerli olacak olan bu antlaşmanın getirdiği kolaylıklardan diğer devletler de yararlanabilecekti. - Daha önce Fransa'ya verilmiş olan kapitülasyonların getirdiği ayrıcalıklar, yeni ayrıcalıklara eklenerek sürecekti. 57 58
Kurdakul, Necdet, Ticaret Antlaşmaları ve Kapitülasyonlar, Döler Neşriyat, İstanbul, 1" s.26-32. Sarıca, Murat, a.g.e., s.142-143.
' bkz.
viyana ve paris kongreleri arasında osmanlı imparatorluğu 3^9
- İngiliz tüccarlarına tanınan ayrıcalıklar, bu İngiliz tüccarların İngiliz olmayan ortakları için de geçerli olacaktı. - İngiliz tüccarları, ortaklan ve adamları; ülkenin her yanında hiçbir istisna olmaksızın, her türlü mal ve emtiayı iç ve dış ticaret amacıyla alıp satabileceklerdi. - Osmanlı uyruğunun iç ticaret tekeli (Yed'i vahit) tümüyle terkediliyordu. - Emtia alımı ve nakliyesi için "tezkere" istenmeyecekti. Tezkere isteyen devlet görevlileri şiddetle cezalandırılacak ve İngiliz tüccarların bu yüzden uğrayacakları zararlar devlet tarafından ödenecekti. - İngiliz tüccarları iç ticarette, en imtiyazlı yerli tüccardan fazla vergi ödemeyeceklerdi. - İhracat vergisi yüzde 12 civarında sabit tutuluyordu. İthalat vergisi ise yüzde 3+2 olacaktı. - İngiliz tüccarlara bu antlaşma çerçevesinde verilen ayrıcalıklara dokunulmadığı sürece İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu'nu içişlerini uygulaması sırasında rahatsız etmeyecekti. - İngiliz tüccarlara verilen ayrıcalıklar, salt İngiliz kökenli mallar için olmayacak, her türlü malı kapsayacaktı. - Bu malların her türlü geçişi ve gemiden-gemiye aktarılması tümüyle vergi dışı olacaktı. Yukarıdaki maddelerin incelenmesinden açıkça görülebilir ki, artık Osmanlı İmparatorluğu için ekonomik bir bağımsızlıktan söz etmek olanağı kalmamıştı. Hele bu anlaşma ile İngiliz tüccarlarına tanınan hakların bir dizi anlaşma ile Fransa, Sardunya, İspanya, Hamburg, Hollanda, Belçika, Prusya, İsveç, Danimarka, Toscana, Portekiz, Rusya, Sicilya ve hattâ Brezilya'ya da verildiği düşünülürse, ekonomik bakımından imparatorluğun boğazını sıkan kemendin ölçüsü daha iyi anlaşılır. 1838 Antlaşması Osmanlı İmparatorluğu'nun kapılarını ekonomik açıdan Batı dünyasına ardına kadar açmıştı. Bunun ardından tüm e konomik ve toplumsal yapının buna uygun bir biçime getirilmesi ka-
33^ ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
çınılmazdı. İşte Tanzimat Fermanı bu uyarlama işleminin dile getirilmesinden başka bir şey değildir.59 Gülhane Hatt-ı Hümayunu 3 Kasım 1839'da Mustafa Reşid Paşa tarafından okunan Tanzimat Fermanı, önünde okunduğu Gülhane Kasrı'ndan esinlenilerek Gülhane Hatt-ı Hümayunu olarak da isimlendirilir.60 Dinleyiciler arasında iç ve dış protokol eksiksiz bir biçimde yeralmışlardı. Karal, bu önemli fermanı kapsadığı düşünceler açısından beş bölüme ayırarak incelemektedir.61 Birinci bölümde kuruluşundan itibaren devletin güçlü ve halkın huzurlu olması nedeni olarak, Osmanlı Imparatorluğu'nun şeriata ve Kur'an hükümlerine gösterdiği saygı vurgulanmaktadır. İkinci bölümde; şeriat ve yasalara saygı gösterilmediğinden, son yüz elli yıl içinde devletin zayıf ve fukara düştüğü belirtilmektedir. Üçüncü bölümde; yeniden iyi bir yönetim oluşturabilmek için, yeni bazı yasaların konulması gereğine işaret edilmektedir. Dördüncü bölümde, bu yeni yasaların dayanacağı ilkeler anlatılmaktadır. Bu ilkeler; - Aralarında hiçbir fark gözetilmeksizin Müslüman ve Hıristiyan tüm tebaanın ırz, namus, can ve mal güvenliğinin sağlanması, - Vergilerin düzenli bir biçimde yeniden ayarlanması ve toplanması, Askerlik ödevinin düzenli bir yönteme bağlanmasıydı. Beşinci bölümde ise, bu yeni yasaların dayandırılacağı genel il kelerin gereklilik nedenleri üzerinde durulmaktadır.62 59
60 61 62
Bu bölümde anlattıklarımızı okuduğumuz zaman, sanki Tanzimat uygulamalarını yeren bir havaya girmiş olduğumuzu farkertim. Aslında Tanzimat'la ilgili olarak "iyi olmuş" ya da "kotu olmuş" gibisinden bir değer yargımız kesinlikle bulunmamaktadır. Ancak Tanzimat'a yolaçarı ve Tanzimat'ın yolacağı gelişmeleri "kaçınılmaz" gördüğümüzü vurgulamak isterim. Ed. Engelhardt'ın 8 Kasım tarihini kullanması yanlıştır. Ayrıca aynı yanlışı buradan alıntı yapan yazarlar da yapmaktadır. Bkz. Engelhardt, Ed., Tanzimat, çev. Ayda Düz, İstanbul, 1976, 8.3* Karal, E. Z., a.g.e., s.174-175. Bu belgeyi sade bir Türkçe ile bölümün sonuna ek olarak verdik.
. naratorluğu 33^ viyana ve paris kongreleri arasında osmanlı^^,-------------------------
Osmanlı Tanzimat'ına Dışarıdan Bakış ikte
Tanzimat'ın ilanı gerek içeride gerekse dış dünyada yankı uyandırmıştı. ÖzeU Avrupalı de^^ ler gelişmeleri yakından takip etmişlerdi. İngiliz Elçisi Ponsonby durumu "BU imparatorluğu^ eg ki den doguşun y hükümetiyle kurtarılamayacağını ve Mısır Paşası'nın giriştiği taklitçi yen' ^>gane çözüm Fransız Maslah olduğunu ileri sürenlere muzaffer bir yanıttır" şeklinde yorumlarken, ^ atgü-zarı De Pontois; "Bu belgenin yazılmasını etkileyen insancıl duyguları ve gerçekten liberal mf_ leri alkışlamak gerekir ve bundan imparatorluğu canlandıracak reformların doğması son a^erece arzulanır... Ancak bir sonuca varılacağından kuşkuluyum. Hatt-ı Şerif tarafından ilan edilen E^ ^^ ve olumlu ilkeler, son derece kökleşmiş ve güçlü sayısız çıkarı ayakta tutmak için işbirliği y^apan yolsuzluklara karşı zafer kazanabilmek için Doğu'nun görüşlerinden ve alışkanlıklarından , hayij uzaktır" diyerek ilk izlenimlerini aktarıyordu, fimes'ın 28 Kasım 1839 tarihli nüshasında da şı, y yQ_ruma yer verildiği ki sel Ve bıreyse görülüyordu: "Hatt-ı Şerifin temel olarak hedef aldığı, *' V gürlükler ve devletin ozsavunması için insan ve paraca yapılacak katkılardır. Bundan böyle Osr, ( lı imparatorluğu'nda mandin ayrımı olmaksızın bütün uyrukların ve mallarının dokunulmazlığı ^ edilmiştir. Son 150 ilan yıldır uygulanan ezici, insafsız ve yıkıcı sistemin yerine hakça ve akılcı buy ^ gi toplama verrıs te yaymlanrTK sistemi getirilmektedir." Dikkat çekici bir başka yoruma ise Pa ' lakta olan L'univers gazetesinin 26 Kasım 1839 tarihli nüshasında rastlanıyordu: "Müslüman milletine bu fermanla bazı esaslı siyasi haklar bahsedilmekte^- Uyguland ^^ a das uygar v takdirde imparatorluğun görüntüsünü değiştirecek bu esaslar, Türkiye'nin Ç S ' yolu na girmesini mümkün kılacak kurumların temelini atmaktadır." ______^
Sultan Abdülmecid, bu Hatt-ı Hümayun'a ve buna dayanarak Çıkartılacak yasalara saygı göstereceğine yemin etti. Bu davranış Osmanlı İmparatorluğu'nda son derece köklü bir değişimin ifadesiydi. Zira her ne kadar, daha önce de değindiğimiz üzere "Sened-i İttıfak"la Osmanlı padişahı tartışılmaz kimi yetkilerinden "ayan" adına vazgeçiyor idiyse de, iktidarının Tanrısal kökeni ve tartışılmazlığı konusunda hiçbir kuşku yoktur. Abdülmecid, bu ferman ve bu ferman çerçevesinde çıkacak yasalara uyacağına yemin etmekle "tartışılmaz Tanrısal mutlak egemenlik hakkından" tek taraflı olarak vazgeçiyorduMüslüman ve Hıristiyan tebaa arasında öngörülen m^'ak eşıt-»k de tümüyle yeni bir başka anlayışın dile gelmesiydi. Öylesi*1*1"' bulu Müslüman tebaaya anlatmak ve onaylatmak çok zor olduğu gibi, Rumlar gibi önceden ayrıcalıklı kimi Hıristiyan tebaanın kabullenmesi de zor olmuştur.
332 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
1856 Islahat Fermanı Tanzimat Fermanı'nın çıkarılmasını izleyen yıllarda çıkartılan bir dizi yasa ve oluşturulan bir dizi kurumla, Tanzimat'ın öngördüğü mantık çerçevesinde bir düzen oluşturulmaya çabalanmıştı.63 Ve tutucu çevrelerden özellikle tebaa arasındaki eşitlik konusunda gelen yoğun tepkilere karşın, Osmanlı İmparatorluğu'nun yöneticileri çoğunlukla Tanzimat mantığına uygun bir uygulama içinde olmaya çabalamışlardır. Ancak imparatorluk yöneticileri kendi toplumları içinde en yoğun çabayı gösterdikleri konuda, yani Müslüman olan ve olmayan tebaa arasında eşitlikçi davranma konusunda Avrupa devletlerine de bir türlü yaranamamaktaydılar. Bu arada özellikle Rusya uzlaşmaz bir tutum içindeydi ve Osmanlı İmparatorluğu içindeki Ortodoksları bahane ederek, ikide bir Osmanlı İmparatorluğu'nun içişlerine karışmaya çabalıyordu.64 Kırım Savaşı'nın sonlarına doğru İngiltere ve Fransa, Babıâli'yi bu konuda daha yoğun bir biçimde sıkıştırmaya başlamıştı. Amaçları Hıristiyan tebaa konusunda yeni güvenceler verilmesi idi. Babıâli ise, imparatorluk içindeki Hıristiyan tebaanın daha II. Mehmed zamanından beri tam bir din ve vicdan özgürlüğüne sahip olduğunu; diğer konularda da Tanzimat'ın tam bir eşitlik getirdiğini ileri sürüyordu. Fakat İngiltere ve Fransa'nın baskı ve ısrarına Avusturya da katılınca, Babıâli imparatorluk içindeki Müslüman olmayan tebaa ile ilgili yeni bir ferman çıkartmak zorunda kaldı. 18 Şubat 1856 tarihinde ilân edilen bu ferman "Islahat Fermanı" olarak adlandırılır. Ve kolayca görülebileceği üzere Tanzimat Fermanı'ndan temelde ayrılıyordu. Gerçekten Tanzimat Fermanı'nın ilân edilmesinde, imparatorluk içindeki gidişatı düzeltmek isteyen yöneticilerin çabalarını ağırlıklı olarak gözlememiz mümkünken, Islahat Fermanı neredeyse tümüyle dıştan empoze edilmiş ve zorlanmıştır. İmparatorluk yöneticileri de, Paris KonreBu konudaki çeşitli girişimleri anlatan özgün yazılar için bkz. Tanzimat (Yüzüncü Yıldönut Münasebetiyle), İstanbul, 1940. 64 Kırım Savaşı'nı ve Paris Barış Kongresi'ni kitabımızın bir sonraki bölümünde anlatmayı ve zimat'la Islahat Fermanı'nı birarada vermeyi daha uygun bulduk. 63
viyana ve paris kongreleri arasjnda Osmanlı imparatorluğu 333
ransı'ndaki durumu tehlikeye düşürmemek için buna rıza göstermişlerdir. Islahat Fermanı, Tanzimat Fermanı'nın hükümlerini yinelemesinin yanısıra bunları biraz genişletiyor ve açıklık getiriyordu.65 Islahat Fermanı'nın temel hükümlerini şöyle sıralayabiliriz: - Can, mal ve ırz güvencesi yineleniyordu, - Müslüman ve Hıristiyan tüm tebaaya verilmiş olan mezhep ayrıcalık ve güvencelerinin tanınması ve korunması ve Hıristiyanlara ait bu hakların kullanımının denetlenmesinin, ömür boyu seçilmiş bulunan patriklere bırakılması; Müslüman olmayan tebaanın kendilerine ait işlere kendi cemaat meclislerince bakılması ve bu cemaatlerin sos-yo-kültürel kurumlarının denetim dışı tutulması ilkesi getiriliyordu, - Tebaa arasında hiçbir ayrım gözetmeksizin tüm kamu hizmetlerinden eşit olarak yararlanmaları, tüm kamu görevlerine gelebilmeleri ve horlayıcı ifadeler kullanımının engellenmesi konusu güvence altına almıyordu, - İltizam yönteminin bırakılarak, vergilerin devletçe toplanması öngörülüyor ve karma mahkemelerde şahitlik konusunda bütün tebaa için eşitlik ilkesi getiriliyordu, - Çağdaş bir yargı düzenlemesi öngörülüyordu, - Rüşvet ve suistimali engelleyebilmek için şiddetli önlemler öngörülüyor. Müslüman olmayan tebaanın yerel meclislere üye olmalarını engelleyici hükümler kaldırılıyordu, - Bedel geçerli olmak üzere askerlik hizmetinin genelleştirilmesi öngörülüyor, maaşların düzenli ödenmesi güvence altına almıyordu. Ayrıca Batı sermaye ve bilgisinden yararlanılarak ekonomik bünye düzenlenecekti. Tüm bunların dışında yabancı uyrukluların Osmanlı sınırları 'Çİnde mülk edinebilmeleri de mümkün kılınacaktı. Görüleceği üzere Islahat Fermanı, Tanzimat Fermanı'nın getirdiklerine pek bir şey katmamaktadır. Ancak yayınlanış biçimi, yani dı65
Bk2. Mufassal..., c.6, s.3075-3076.
334 ikinci bolüm: yeni bir dünyada denge arayışları
İslahat Fermanı ve Eşitlik Osmanlı toplum yapısı farklı din, dil ve cinsleri içeren bu çeşitlilikleri kendi kompartımanları içinde örgütleyerek varlıklarını sürdürmelerini sistemin sağlıklı işlemesi açısından zorunlu gören bir anlayış üzerine kurulmuştur. Ancak bu sistem içinde tüm bireylerin her anlamda eşit oldukları gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Nitekim Müslim ve gayrimüslim unsurlar arasında çeşitli konularda eşitsizliğin ve farklı uygulamaların bulunduğu bilinmektedir. Bununla birlikte klasik dönemde gayrimüslimler zımmi anlayışı çerçevesi içinde sisteme entegre edilmişlerdir. Ancak ulusçuluk çağı olan 19. yüzyılda iç ve dış dinamikler yeni koşullara uygun bir sistemin uygulanmasını zorunlu kılmıştır. Özellikle Tanzimat'la gelişen süreç eşitlik konusunda önemli adımların atılmasını sağlamıştır. Bu gelişme 19. yüzyılın başından itibaren izlenebilmektedir. Önce gayrimüslimler Batılı özgürlük ve milliyetçilik fikirlerini benimsedikleri için yüksek sesle eşitsizlikten şikayetçi oldular. İkincisi, büyük güçler arasında geleneksel olarak Yakındoğu'daki Hıristiyanların hamisi olarak hareket eden yaklaşımlarıyla bu şikayetleri daha yüksek sesle aksettirdiler. Üçüncü olarak, imparatorluğun yeniden organizasyonunun devamı için şart gören Osmanlı devlet adamlarının belli bir programın sonucunda eşitlik ilkesine önem atfetmeye başladılar. 3 Kasım 1839'da okunan hattı hümayun ile eşitlik devletin resmi olarak vurguladığı bir konu oldu. Bununla birlikte bu konudaki en önemli girişim 1856'da daha geniş biçimde hazırlanan Islahat Fermanı ile gerçekleşmişti. Bu hatt, tüm inanç sahiplerinin eğitim fırsatı, devlet görevlerine atanma, adaletin uygulanması, vergilendirme ve askerlik görevi gibi konularda eşit muameleye tabi tutulacaklarını vaat ediyordu. Roderic H. Davison, Osmanlı'da Batı Tesiri, Adana 1997, çev. Mehmet Burak, s.118-119
şandan gelen zorlamalarla yayınlanması üzücü ve onur kırıcıdır. Her ne kadar Paris Kongresi'nde bu fermanın olumlu yankıları olmuşsa da, Rusya'nın Osmanlı İmparatorluğu'nun içişlerine karışmak için bahane ettiği Ortodoks tebaa sorunu da ortadan kalkmış değildi. Rusya bunu ileride tekrar kullanacaktır. KIRIM SAVAŞI VE PARİS ANTLAŞMASI Tanzimat'ı İzleyen Yıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nun Dış Politikası Tanzimat'ı izleyen 10-15 yıl içinde Osmanlı İmparatorluğu göreli bir barış yaşayarak, bir ölçüde yaralarını sarmaya muvaffak oldu. Her ne kadar bu arada kimi ayaklanmalar çıkmışsa da, bunların bir kısmını kendi başına ve bir kısmını da uluslararası platformda çözümleyebil-
viyana ve paris kongreleri arasmdjnısmanh imparatorluğu 335
misti. Ayrıca 1848 ayaklanmaları çerçevesinde Macaristan'dan kaçan yurtseverler sorunu da uluslararası bir nitelik kazanmış ve biraz aşağıda çok kısaca anlatacağımız üzere Osmanlı İmparatorluğu'na Avrupa kamuoyunda büyük itibar kazandırmıştır. Arnavutluk, Girit ve Bulgaristan'da çıkan yerel ayaklanmalar herhangi bir dış müdahaleye gereksinme ya da olanak tanınmaksızın gene yerel güçlerle bastırılmıştı. Ancak Suriye ve özellikle Lübnan'da çıkan ve yerel güçlü ailelerin başlattığı ayaklanmalar, İngiltere ve Fransa'nın da meseleye karışmaları ile uluslararası niteliği büründü. Buradaki bir olgu da, İngiltere ve Fransa'nın bölgedeki "üstünlük mücadelesi" idi. Günümüz açısından da gösterdiği ilginç gelişim nedeniyle Lübnan olayları üzerinde biraz genişliğine durmak istiyoruz. Zira 1980'lerin dünyasındaki çatışmaların bazı temel nedenlerini o günlerde bulmamız mümkün oluyor. Lübnan Babıâli'nin hükümranlığını tanımakla birlikte, yerel güçler ve özellikle "Şahap" ailesi tarafından yönetilmekte idi. Bunlardan bir bölümü Müslüman, bir bölümü de Hıristiyan idi. Hıristiyan olan yerli kabileler Dürzi ve Maruni olarak adlandırılıyordu. Koyu Katolik olan Maruniler, daha Haçlı Seferlerinden beri Fransa'nın koruması altında idiler.66 Bölgeye sızmak ve bir köprübaşı tutmak isteyen ingiltere, dinin bölgedeki etkinliğinin bilincinde olarak Kudüs'te bir Protestan Kilisesi oluşturmuş ve bir propagandaya girişmişti. Bu yoğun propaganda etkisinde kalan bir kısım Dürziler Protestanlığa geçmişlerdi. Çıkan ayaklanmalar üzerine Babıâli'nin önerdiği çözüm Lübnan'ın Sayda valisine bağlı olarak biri Maruni, diğeri Dürzi iki kaymakam tarafından yönetilmesiydi. Ancak huzursuzlukların engellenememesi üzerine, bu kaymakamlara yardımcı olmak üzere 10'ar kişilik meclisler getirildi. Bu meclislerde 4 üye Müslüman, 6 üye Hıristiyan olacaktı. Böylece Lübnan'da göreli bir denge sağlanmış oluyordu. 6
« Bkz. Karal, E. Z., a.g.e., s.214 vd.
33^ ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Bu dönemde uluslararası nitelik kazanan bir başka sorun Eflâk ve Boğdan sorunu oldu. 1848 ayaklanmaları dizisi çerçevesinde bölgede oluşturulan anayasacı bir yönetim Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya'nın birlikte davranmaları ve zor kullanmalarıyla ortadan kaldırıldı. Gene aynı ayaklanmalar çerçevesinde ortaya çıkan Macaristan Ayaklanması Osmanlı İmparatorluğu'nu çok yakından ilgilendirdi. Zira Avusturyalılara karşı bağımsızlıklarını ilân ederek Louis Kossuth başkanlığında bir cumhuriyet ilân eden Macarların bu ayaklanması Rusya tarafından şiddetle ezildikten sonra, Kossuth'un da aralarında bulunduğu Macar yurtseverlerinden önemli bir bölümü ve bu ayaklanma sırasında Macarları desteklemiş olan Polonyalı kimi yurtseverler Ruslardan kaçarak Osmanlı topraklarına sığındılar. Babıâli bunların tümünü kabul ettiği gibi, bunların "devlete karşı ayaklanmış asiler" olduğunu ileri sürerek Küçük Kaynarca Antlaşması koşulları uyarınca geri isteyen Rusya'ya da geri vermeyeceğini bildirdi. Bu arada anlaşma koşullarını geçersiz kılmak amacıyla, mültecilerden bir bölümü Müslüman olmuşlardı. Aynı konuda Avusturya da devreye girerek bu "asilerin" Belg-rad Antlaşması koşulları uyarınca geri verilmesini istedi. Ancak Babıâli bu talebi de reddetti. Bunun üzerine Rusya ve Avusturya işi zorlama ve tehdide döktüler. İstanbul'daki elçilerini geri çağırdılar. Osmanlı İmparatorluğu bir savaşa hazır olmamakla birlikte, kendisine sığınanları geri verecek kadar onursuz bir devlet olmadığını açıkladı. Bu açıklama Avrupa kamuoyunda büyük bir heyecan uyandırdı. Zaten sorunun başından beri Osmanlı İmparatorluğu'nu destekleyen İngiltere ve Fransa'da büyük gösteriler düzenlendi. Babıâli'nin Londra Büyükelçisi Mozorus Paşa'nm arabasını yolda çeviren İngiliz gençleri, arabanın atlarını çözerek bunların yerine geçtiler ve arabayı çeke çeke elçiliğe getirdiler. Osmanlı İmparatorluğunun bu kararlı tutumu yanısıra, İngiltere ve Fransa'nın da kesin desteğinin anlaşılması üzerine Avusturya ve Rusya geri çekilmek zorunda kaldılar. Yaşamları konusunda her türlü güvencenin verilmesinden sonra; isteyenler geri döndüler, isteyenler bir
viyana ve paris kongreleri arasında osmanlı imparatorluğu 337
başka ülkeye geçtiler ve isteyenler de Osmanlı İmparatorluğu'nun değişik yörelerine yerleştirildiler. Kırım Savaşı'na Yolaçan Nedenler Biraz aşağıda anahatları ile açıklayacağımız nedenler ne olursa olsun, Kırım Savaşı'nın temel nedeni Rusya'nın Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki emelleri ve Akdeniz politikasıdır. Elbette Fransa ve İngiltere'nin kendi "Doğu politikaları" çerçevesinde Osmanlı İmparatorluğu'nu desteklemeleri de, bu arada üzerinde durulması gereken bir nedendir. Zaten Rusya önce Osmanlı İmparatorluğu'nun paylaşılması konusunda diplomatik girişimlerde bulunmuş ve bu konuda İngiltere'yi ikna edemeyince Kudüs'teki "kutsal yerler"i bahane ederek savaş çıkartmıştır. Kırım Savaşı'nın nedenlerine geçmeden önce, o günlerin Akdeniz bölgesi siyasal dengesi üzerinde de durmamız gerekir.67 Rusya'nın Boğazlar'ı ele geçirme konusundaki geleneksel politik amacı elbette yürürlükteydi. Ancak Boğazlar konusunda tek başına bir zorlamaya girişme olanağı yoktu. Yunanistan'ın bağımsızlığını kazanması sonucu, Akdeniz'de kazanmayı umut ettiği etki alanını kazanamamış, Yunanistan tüm büyük devletlerle iyi geçinmeye yönelik bir politika sürdürmeye başlamıştı. Eflâk ve Boğdan'ı denetimi altına alması Avusturya tarafından önemli ölçüde engellendiği gibi, bu bölgenin Latin kökenli halkı da Rusya'ya karşı fazla bir sempati beslemiyordu. Kaldı ki; İngiltere ve Fransa'ya karşı Avusturya'nın dostluk ve desteğinden vazgeçemezdi. Zira bu durumda Prusya'nın dostluğu da tehlikeye girebilirdi. Rusya'nın Fransa ile arasının düzgün olması da mümkün değildi. Zira Fransa, Akdeniz'i kendi egemenlik alanı olarak görüyor ve Rusya'nın Akdeniz üzerindeki emellerinden endişe duyuyordu. İngiltere, Rusya'nın Akdeniz'e inmesinden ciddi olarak endişe duyuyordu. İngiltere'nin endişesi Hindistan yolunun tehlikeye düşmesiydi. Ayrıca Rusya'daki mutlakiyetçi rejim, İngiltere kamuoyuna ve bir ölçüde yönetime antipatik geliyordu. Akdeniz'i de Fransa'ya tü67 Bu konularda bkz. Geschichte der Neusten Zeit, Dritter Teil, neuarbeitet von; Prof. Dr. Otto Kaemmel Leipzig, 1898, s.50 vd.
nc
33" '^' ' bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
19. Yüzyılda Panslavizm ve Rusya Tüm Slavları bir araya getirme ideali etrafında oluşan Panslavizm akımı 19. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Fransız Ihtilali'nin yaydığı ulusçuluk düşüncesinden ilhamla oluşan Slavcılık düşüncesi Rus ya'nın dışında, Avusturya-Alman egemenliği altında yaşayan Slav kökenliler arasında bu egemenliğe bir tepki hareketi olarak geliş miştir. Başlarda felsefi ve edebi bir nitelikte olan hareket zaman la siyasal bir söyleme dönüşmüş, Ruslar'ın Napolyon'a karşı ka zandıkları zaferin de etkisiyle Slavcılık üzerine araştırmalar yo ğunlaşmıştır. Çek bilgini Hanka, Sırpların, Çeklerin, Lehlerin efsa nelerini araştırarak yayımlamış, başka bir bilgin Çek-Alman sözlü ğünü hazırlamıştır. 1825'te Prag müzesini tamamladı. Panslavizm terimi ilk kez Batı'nın etkisiyle Slovak yazarlardan J. Herke! tara fından 1826'da kullanıldı. Edebiyat, tarih, etnografya ve diğer külRus Çarı I. Petro. tür dallarındaki bu çalışmalar; Slovenler, Bulgarlar, Hırvatlar, Sırplar, Karadağlılar arasında yayılmaya başladı. 1830 ve 1848 ihtilalleri de Panslavizm üzerinde etkili sonuçlar doğurdu. Hareket, görüldüğü gibi Rusya'nın dışında başladıktan sonra Rusya'yı etkiledi. Rusların katkısı Pansla-vizm'i bilim ve edebiyat alanından çıkararak siyasi bir doktrin haline getirmek olmuştur. Pansla-vistlere göre Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorlukları yıkılmalı, bunların yerine Rusya'nın egemenliği altından bir Slav devleti kurulmalıydı. Bu amaçla 1857 yılında Moskova'da bir Slav yardım komitesi açılmıştı. Rusya, bu gibi örgütlerin de aracılığıyla Osmanlı imparatorluğu içindeki Slav ve Ortodoks topluluklara her türlü yardımı yapmaya başlamış ve ilk adımı da, bu topluluklara özerklik verilmesini isteyerek atmıştır. Rifat Uçarol, Siyasi Tarih, Filiz Yay., İstanbul, 2000, s.122-123
müyle bırakmak istemeyen İngiltere, Fransa ve Rusya'ya karşı, Osmanlı İmparatorluğu'nun bütünlüğünü korumaktan yanaydı. Fransa ise Rusya'nın Akdeniz'e inmesini sağlamak açısından İstanbul ve Ça-nakkale boğazlarının, Osmanlı İmparatorluğu'nun elinde kalmasını yeğliyordu. Gerek İngiltere ve gerek Fransa, Mehmed Ali Paşa sorununda Osmanlı İmparatorluğu'nun karşısında yeraldıkları zaman Osmanlıların Boğazlar konusunda ödün verebileceğini görmüşlerdi. />ıra her şey bir yana Akdeniz, Osmanlı İmparatorluğu için, artık birinci ele recede önemli değildi.
viyana ve paris kongreleri arasında Osmanlı imparatorluğu 339
Avusturya ve Prusya, yönetimlerinin dayandığı temel mantık açısından Rusya'ya en yakın iki devletti. Her ne kadar Avusturya Balkanlar konusunda Rusya ile çatışma halindeyse de, Fransa'ya karşı Viyana'nm da güçlü bir dosta gereksinmesi vardı. Çar I. Nikola, Osmanlı İmparatorluğu'nun paylaşılması konusundaki yarı-resmî diplomatik girişimini 9 Ocak 1853'te Peters-burg'daki bir yemekte, ingiltere'nin Petersburg Büyükelçisi Sir. G. H. Seynour'a yaptı. Çar, Osmanlı İmparatorluğu'nun "hasta adam" olduğunu ve kaçınılmaz olarak öleceğini ileri sürerek, daha hasta ölmeden önce bu mirasın paylaşılmasının daha kolay olacağını söyledi. Boğaz-lar'ın hiçbir güçlü devletin elinde bulunmaması koşuluyla Balkanlar'a karşılık, üstü kapalı bir biçimde Mısır ve Girit'i önerdi. Londra'dan kesin talimatla gelmiş olan İngiltere büyükelçisi bu öneriye itibar etmeyerek, "hasta adamı ölüme terketmektense iyileştirmeyi düşünmenin daha uygun olabileceğini ileri sürdü". Bu durumda Çar I. Nikola tek başına harekete geçme kararı aldı ve bu kez "kutsal yerler" bahanesini ileri sürdü. Osmanlı İmparatorluğu ile muhtemel bir çatışmada Avusturya ve Prusya'nın desteği yanısıra, imparatorluk içindeki Hıristiyan azınlıklara da güveniyordu. Kutsal yerler Kudüs çevresinde bulunan ve Hz. İsa ile Hz. Meryem'e ait oldukları ileri sürülen kimi tapınak, kalıntı ve bölgelerdi. Bu kalıntılar üzerinde egemen olmak Ortodokslarla Katolikler arasında sürekli bir çatışma konusuydu.68 Bu yerlerin bakımı ayrıcalığı Hz. Ömer zamanında Ortodokslara verilmiş ve Fatih de bu davranışı sürdürmüştü. Daha sonra bu bölgede Ermeni Kilisesi de kimi haklar elde etmişti. 16. yüzyıldan başlamak üzere Fransa da aynı yerlerde Katolik Kilisesi adına kimi haklar kopartmıştı. III. Napolyon'un kendini desteklemekte olan Katolik Partisi'ne yaranmak için kutsal yerler konusunda yaptığı talep, İstanbul'da kurulan bir komisyon tarafından geri Çevrilince, buna neden olarak Rusya'yı gören III. Napolyon, I. Nikola lle çatışma ortamı aramaya başlamıştı. Ancak zaten I. Nikola, OsmanBkz. a.g.e., s.53.
3^0 ikinci bolum: yeni bir dünyada denge arayışları
lı İmparatorluğu ile çatışma kararında idi. Kutsal yerler sorunuyla ilgili olarak olağanüstü elçi Prens Mençikof'u İstanbul'a gönderdi. Prens Mençikof hem deniz bakanı, hem Baltık filosu kumandanı ve hem de Finlandiya genel valisi idi. Çok sayıda yüksek düzeyde generalle ve bir savaş gemisi ile 28 şubat 1853'te İstanbul'a gelen Mençikof, Ortodoksların düzenlediği büyük törenlerle karşılandı. Daha İstanbul'a geldiği günden başlayan ve protokol kurallarını alt-üst eden bir şımarıklık içinde Rusya'nın taleplerini bildirdi. Bunlardan bir bölümü yerine getirilebilecek taleplerdi ve kutsal yerlerde kimi ayrıcalıkların yinelenmesi ve yeni bazı haklan kapsıyordu. Fakat bunun ardında Rusya'nın asıl talebi Osmanlı İmparatorluğu içindeki Ortodoks tebaanın Rusya'nın koruması ve güvencesi altında olduğunun doğrulanması ve açıklanması idi ki, böylesi bir talep hükümran bir devlet anlayışıyla bağdaşmaz bir talepti. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu 17 Mayıs 1853'te bu talebi reddetti ve 19 Mayıs 1853'te Rusya ile ilişkilerin kesildiğini açıkladı. Artık savaş kaçınılmaz bir duruma gelmişti. Zaten hem Osmanlı İmparatorluğu ve hem de Rusya, bir savaş için hazırlıklarını tamamlamış durumdaydılar. Kırım Savaşı Rus orduları 22 Haziran 1853'te Eflâk ve Boğdan'a girdiler. I. Niko-la, işgal amaçlarının olmadığını açıklayınca Osmanlı İmparatorluğu bu davranışı bir savaş nedeni (casus belli) saymadı. Zira Rusya'nın Avusturya ve Prusya ile arasının bozulması ve diplomatik alanda tümüyle yalnız kalmasını istiyorlardı. Gerçekten Rusya'nın Eflâk ve Boğdan'a girmesini protesto eden Avusturya; bir yandan yığınak yaparken, bir yandan da Viyana'da bir toplantı için çağrı çıkardı. 1853 Temmuz'unda Avusturya, Prusya, İngiltere ve Fransa temsilcilerinin katıldığı bu kongrede Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu'na imzalatmak üzere ortak bir protokol hazırlandı. Ancak bu protokolde, Rusya'nın Osmanlı Ortodoks tebaası üzerindeki koruyuculuğu doğrulan-
viyana ve paris kongreleri arasında osmanlı imparatorluğu 34^
Kırım Savaşı'nda İngiliz ve Fransız birliklerini gösteren bir tablo.
maktaydı. İngiliz elçisinin görüşlerini de alan Babıâli, bu nokta değişmedikçe protokolü imzalamayacağını Viyana'ya bildirdi. Bu arada Babıâli, bir savaş için gerekli moral ortamı hazırlamıştı. Gelişmelerden Rum tebaanın sorumlu tutulmadığı açıklanmış ve bunun üzerine Rum ve Ermeni patrikleri, lafta da kalsa Babıâli'yi destekler nitelikte bildiriler yayınlamışlardı. 29 EylüPde toplanan 163 kişilik bir meclis de, Rusya'ya savaş açılmasını padişahtan rica etme kararını almıştı.69 Medrese öğrencileri de sürekli savaş lehine gösteri yapıyorlardı. Sultan Abdülmecid, Meclis'in ricası doğrultusunda karar vererek 29 Eylül 1853'te yayınladığı Hatt-ı Hümayun ile Rusya'ya savaş açtı ve Şumnu'da bulunan Osmanlı ordusu Başkumandanı Ömer Pa-şa'ya durumu bildirdi.70 Ömer Paşa, Eflâk ve Boğdan'daki Rus orduları Başkumandanı Gorçakof'a gönderdiği ültimatom ile, işgali altınfi
9 Kaylan, Aziz, Kırım Savaşı (18S3-18S6), Milliyet Yayınlan, İstanbul, 1975, s.27. 70 Bkz. Karal, E. Z., a.g.e., s.240 vd.
342 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
daki toprakları on beş gün içinde boşaltmasını istedi. Bu ültimatomun reddedilmesi üzerine Tuna'yı geçerek Rus ordusunun güneye inme yolunu kesti (23 Ekim 1853). Savaşın ilk günlerinde Rumeli cephesindeki sonuçlar Babıâli'nin yüzünü güldürdü. Doğu cephesinde Arpaçay'ın gerisine çekilinmesine karşın, durum kötü değildi. Fakat 30 Kasım 1853'te Batum'a malzeme götürürken yakalandığı fırtına nedeniyle Sinop'a sığınan bir Osmanlı filosunun Rusya'nın Karadeniz Donanması tarafından kıstırılarak batırılması ve Sinop kentinin de bombardıman edilmesi savaşın gidişini değiştirebilecek bir gelişme idi.71 Rusya'nın İstanbul'u denizden zorlayabileceğini anlayan İngiltere ve Fransa artık olaya karışma durumuna gelmişlerdi. Nitekim 12 Mart 1854'te İngiltere, Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu arasında yapılan İstanbul Antlaşması, bu iki devleti de savaş içine çekti. Ancak Avusturya'nın da tarafsızlığını sağlamak konusunda özen gösteren İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğünü ve Babıâli'nin egemenliği ve- Rusya'nın Eflâk-Boğdan'ı boşaltması çerçevesinde Avusturya ve Prusya'nın da desteğini ve tarafsızlığını sağladı. Artık Rusya, İngiltere, Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu karşısında yalnızdı. Bu arada Osmanlı İmparatorluğu'nda Rusya Savaşı konusunda hiç rastlanmadık derecede büyük bir heyecan ve arzu vardı. Zaten savaşın gelişmesi sırasında da bu görülecek ve Osmanlı İmparatorluğu konusundaki, "ölümü kaçınılmaz hasta adam" değerlendirmelerinin fazla gerçekçi olmadığı anlaşılacaktır. I. Nikola, Osmanlı İmparatorluğu'nu barışa zorlamak için Rumeli'den yüklenme kararı aldı. Bu arada Rusya'nın asılsız ödün vaatleri ve tahrikleriyle Yunanistan'da çıkan ve hızla yayılan ayaklanmalar Fransa'nın Pire'ye çıkartma yapmasıyla ve Yunanistan'ın ablukaya alınmasıyla bastırıldı ve Yunanistan tarafsızlığını ilân etti. 28 Ocak 1854'te başlayan Rus taarruzu da Silistre'de durdurulmuştu.72 Gelıbo71 72
Kaylan, Aziz, a.g.e., s.31. Namık Kemal'in daha sonra kaleme alacağı unutulmaz Vatan yahut Silistre oyunu bu savun dan esinlenerek yazılmışrır.
viyana ve paris kongreleri arasında osmanlı İmparatorluğu 343
Osmanlı'da İlk Uzun Vadeli Dış Borç Osmanlı ekonomisi, 16. yüzyılın ortalarında bir dizi mali sorunla karşı karşıya kalmıştı. Bu sorunlar, 19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde şiddetli bir biçimde duyumsanmaya başladı. Osmanlı maliyesinin içine düştüğü bunalım, bütçe hesapları incelendiğinde tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyordu. Osmanlı merkezi yönetimi, mali sorunlarına uzun vadeli çözümler bulmaktan uzaktı. Yaptığı iç piyasadan borçlanarak ya da tağşiş işlemlerine başvurarak Hazine'ye ek gelir sağlamaktan ibaretti. Ancak iç piyasadan borç bulmak zaman içinde zorlaştı ve tağşiş işlemleri Hazine'ye ek gelir sağlama yönündeki işlevini yitirdi. Osmanlı Devleti de bu koşullar altında ve 1853 - 1856 Osmanlı Rus Savaşı'nm getirdiği olağanüstü ortam içinde dış borçlanmaya gitti. Gerçekleşen ilk dış borç 1854 yılında, Londra ve Paris borsalarında 3 milyon İngiliz Sterlini tutarında tahvil satılarak yapıldı. Bu borçlanmayı diğerleri izledi ve Osmanlı Devleti yüksek faiz oranlarıyla Avrupa finans çevrelerine hızlı bir biçimde borçlandı. Bu arada belirtmek gerekir ki, söz konusu borçların faiz oranları resmi anlaşmalarda yüzde 4-6 arasında değişiyordu. Ancak tahvillerin nominal değerlerinin altında satılması ve tahvilleri Avrupa finans çevrelerinde satan aracıların yüksek oranlarda komisyon alması, borçların faizini resmi anlaşmalarda görülen oranların çok üzerine çıkarmaktaydı.
lu'dan karaya yola çıkan İngiliz ve Fransız askerleri daha çatışmalara katılmaya hiç fırsat bulamadan Rusya, Tuna'nın kuzeyine çekilmek zorunda kalmıştı. Daha sonra Avusturya'nın da baskısıyla Eflâk ve Boğdan'ı tümüyle boşaltacak ve Avusturya bu bölgeyi geçici olarak işgal edecektir.73 İngiltere, Rusya'yı barışa zorlamak için Kırım'a çıkılmasını istiyordu. Böylece Rusya'nın Karadeniz Donanması da ortadan kaldırılmış olacağı gibi, Karadeniz Donanması'nın tersanelerinin de yıkılması mümkün olacak ve Boğazlar uzun süre için rahatlayacaklardı. Rumeli ve Doğu cephelerinde kesin bir sonuç almanın olanaksız olduğunun anlaşılması üzerine bu plan kabul edildi ve Sivastopol'ün alınmasına karar verildi. 89 savaş gemisi ve 267 taşıt gemisi tarafından taşınan 57.000 kişilik ordu 13 Eylül 1854'te Varna ve Balçık'tan yola çıkarak 14 Eylül 1854'te Sivastopol'ün kuzeyinde Eskihisar (Aldford) bölgesinde karaya çıktılar. Bu askerlerden 30.000'i Fransız, 20.000'i İngiliz Bu savaşlarda Ruslar aralarında 9 general olan 15.000 asker yitirmişlerdir. Osmanlıların kaybı ise 3000 civarındadır.
nc
344 'ki i bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
ve 7.000'i Osmanlı idi.74 Osmanlı Başkumandanlığı Rumeli cephesini boş bırakmamak için fazla sayıda asker göndermemiş, ancak en seçkin birliklerini göndermişti. Sivastopol'ü ise Prens Mençikof 'un kumandasındaki 50.000 kişilik bir ordu koruyordu. Ancak 20 Eylül 1854'te çıkarma yapan kuvvetleri Alma'da durdurmaya çalışan Mençikof yenilmiş ve önce Sivastopol, daha sonra da Bahçesaray'a çekilmişti. Müttefikler Sivastopol'ün kısa bir sürede düşeceğini umut ediyorlardı.75 Fakat General Kornilof tarafından iyi tahkim edilmiş Sivastopol dayandığı gibi, kuzeyle olan bağlantısı da kesilememiş, yani tam bir kuşatma yapılamamıştı. Ayrıca sürekli yardım alan Mençikof da kuşatmayı dıştan yarmak için çabalıyordu. Ancak Balaklava ve İnkerman savaşlarında yenilerek, bunu başaramadı.76 Sivastopol Kuşatması bir yıla yakın sürdü. Bu arada Piemonte Kralı Viktor Emanuelle, İngiltere ve Fransa ile 26 Ocak 1855'te Torino Antlaşması'nı imzalayarak savaşa girmişti. 2 Mart 1855'te Çar I. Nikola öldü, yerine tahta II. Aleksandr geçti. Yani Çar'ın ilk işi Mençikof'u başkumandanlıktan alarak, yerine Gorçakof'u getirmek oldu. Ancak kanlı çatışmalara karşın savaşın sonu bir türlü alınamıyordu.77 Bu arada Avusturya barışı sağlamak için bir girişim yapmış ve Viyana'da elçiler düzeyinde bir de konferans toplanmıştı. Avusturya'nın öngördüğü barış koşulları; Eflâk ve Boğdan'ın büyük devletlerin koruması altında tutulması, Karadeniz'in tarafsızlığı, Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğü ve tebaası üzerindeki hükümranlık hakkının tanınması ve Tuna Nehri üzerinde ulaşım serbestisi idi. Rusya bu koşulları kabul etmedi. Ancak büyük bir bombardımandan sonra 10 Eylül 1855'te Sı74 75 76 77
Mufassal.., s.3050 vd. Ordular arasında sayıca bir fark olmamasına karşın müttefikler donanmalarının büyük ateş gu cüne güveniyorlardı. Bkz. Kaemmel, Otto, a.g.e., s.55 vd. Kırım Savaşı'ndan günümüze kalan ilginç bir olay modern hemşireliğin kurucusu sayılan r rance Nightingale'in, bu savaşta yaralananların tedavi edilmekte olduğu Selimiye Kışlasl na Mart 1855'te gelerek çalışmaya başlamasıdır. Buradaki uygulamaları, hemşireliğin temel ku lan sayılır.
viyana ve paris kongreleri arasında osmanlı imparatorluğu 345
vastopol düştü. Rus ordusu Doğu cephesinde Kars'ı almasına karşın, artık savaşa devam edecek güçte değildi. Bu arada Avusturya, Rusya'ya bir ültimatom göndererek, daha önce açıkladığı ilkeler çerçevesinde barış görüşmelerine katılmasını istedi. Bunun üzerine Çar II. Aleksandr, "onurlu bir barış" koşuluyla görüşmelere katılacağını açıkladı. Barış Kongresi'nin Paris'te toplanması kararlaştırıldı. Paris Barış Konferansı ve Antlaşması Paris Barış Kongresi Islahat Fermanı'nın yayınlanmasından yaklaşık on gün kadar sonra 25 Şubat 1856'da toplandı. Toplantıdan önce bu fermanın yayınlanmasının nedeni, Rusya'nın elinden "Osmanlı İmpa-ratorluğu'nda Hıristiyan tebaaya kötü davranıiıyor" kozunu almak idi. Toplantıya İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya, Piemonte dışında Prusya da katıldı. Zira Prusya 1841 Boğazlar Sözleşmesi'ne imza koymuş devletlerden biriydi. Toplantılar başladığında ilk yapılan iş savaşan taraflar arasında 31 Mart 1856'ya dek sürecek bir ateşkes imzalanması oldu.78 Daha sonra görüşmelere geçildi. Ancak konferans masasına oturan devletler artık üç sene önceki duygu ve beklentileri içinde değillerdi. Özellikle Fransa, Osmanlı İmparatorluğu'nun İngiltere'ye yakın davranmasından ötürü tedirgin olmuş ve Rusya'ya karşı yumuşak bir politika izlemeye başlamıştı. İleride İngiltere'nin kendini yalnız bırakması olasılığına karşı, Rusya ile anlaşabilmeyi umut ediyordu.79 Bu nedenle konferans masasında sürekli olarak Rusya'dan yana tavır koyuyordu. Ancak İngiltere, Avusturya ve Prusya'nın genellikle ortak davranmalarının sonucunda, Avusturya'nın savaş sırasında ileri sürdüğü ilkeler çerçevesinde anlaşmaya varıldı. Ateşkes için konulan tarihten bir gün önce 30 Mart 1856'da Paris Barış Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmanın koşullarına göre; - Taraflar savaş sırasında ele geçirdikleri toprakları geriye vereceklerdi. '8 Bu konularda ve antlaşmanın maddeleri konusunda bkz. Üçok, Coşkun, a.g.e., s. 185. ^9 Bkz. Kaemmel, Otto, a.g.e., s.81 vd.
ikinci bolüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Paris Barış Antlaşması ve Avrupa Ailesinin Bir Parçası Olarak Osmanlı Paris Barış Antlaşması birçok nedenle Osmanlılar açısından önem taşımaktaydı. Her şeyden önce bu antlaşma 19. yüzyılda Osmanlıların yenen sıfatıyla imzaladıkları tek antlaşmaydı. Bunun yanında 1839'dan beri iyice belirgin hale gelen Batıyla daha yakın olma isteğinin önemli bir sonucuydu. Böylelikle Osmanlı devletinin toprak bütünlüğü Batılı devletlerce güvence altına alındığı gibi, Osmanlı Devleti Avrupa ailesinin bir parçası durumuna geliyordu. Görüşmeler sırasında Batılı devletlerin antlaşmaya Hıristiyan azınlıklarla ilgili bir madde koyulması yönündeki baskılarına karşı Sadrazam Ali Paşa, İslahat Fermanfnın yayınlanmasını sağlayarak bunun antlaşma maddesi olarak düzenlenmesini engelledi.
- Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa Devletler Topluluğu'na (Avrupa Konseyi ya da Avrupa Konzerni) alınacak ve Avrupalı diğer devletlerin yararlandığı haklardan yararlanacaktı. - Taraflar Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını kabul ediyorlardı. - Osmanlı İmparatorluğu'nun gayri-Müslim tebaası Islahat Fermanı koşullan uyarınca korunacak, ancak yabancı devletlerden hiçbiri Osmanlı İmparatorluğu'nun içişlerine karışmayacağı gibi, hükümranlık haklarına saygısızlık olarak yorumlanabilecek davranışlara girişmeyecekti. - Karadeniz ilke olarak silahtan arındırılıyordu. Savaş gemilerine kapalı, ticaret gemilerine açık olacaktı. Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu, Karadeniz kıyılarında savaş gemisi inşa edilen tersane kuramayacaklardı. -1815 Viyana Kongresi'nin akarsularla ilgili olarak aldığı karar uyarınca Tuna Nehri uluslararası bir su yolu sayılacaktı. - Eflâk ve Boğdan ayrıcalıkları saklı kalmak üzere yarı bağımsız bir statüye kavuşuyordu. Osmanlı İmparatorluğu koruyuculuğu altında yeni bir anayasal düzen oluşturulacak ve hiçbir devlet diğerlerinin izni olmaksızın bu devletin içişlerine karışmayacaktı. - Osmanlı İmparatorluğu aynı biçimde Sırbistan'ın içişlerine de karışmayacaktı.
viyana ve paris kongreleri arasında osmaniı imparatorluğu 347
- Osmanlı İmparatorluğu sadece Sırbistan'daki kalelerde asker bulundurma yetkisine sahip olacaktı. Paris Barış Antlaşması'nın koşulları Osmanlı İmparatorluğu için çok olumludur. Hele 15 Nisan 1856'da İngiltere, Fransa ve Avusturya aralarında imzaladıkları bir antlaşma ile, Osmanlı İmparatorlu-ğu'nun toprak bütünlüğünü ve hükümranlığını karşılıklı olarak garanti ettikten sonra, Babıâli gerçekten rahat bir nefes alacaktır. Ancak ilişkilerin sürekli değiştiği bir Avrupa'da bu olumlu dengenin de çok uzun süremeyeceği açıktır. Gerçekten Prusya Alman Birliği'ni sağladıktan sonra, denizlerde İngiltere'nin, kıtada ise Fransa'nın karşısına önemli bir güç olarak dikilecek ve Bismarck'ın tüm çabalarına karşın Berlin, Rusya'yı da bu iki devletin safına itecektir. Böylece bir sonraki bölümde anlatacağımız "Avrupa'daki Alman Üstünlüğü" sona erecek ve bunun yerine İngiltere, Fransa ve Rusya'nın aynı safa itildiği gözlenecektir. Bu saflaşmaya karşı Almanya, Avusturya ve İtalya'nın oluşturacağı ittifak, kaçınılmaz bir savaş getirecektir. Rusya'ya yanaşarak Osmanlı İmparatorlu-ğu'nun bütünlüğüne yönelik politikalardan vazgeçen İngiltere ve Fransa'nın bu tutumu da, Osmanlı İmparatorluğu'nu Almanya'nın müttefiki olmaya itecektir. Ancak bütün bunlardan önce, 1856'da Osmanlı İmparatorluğu rahat bir konumda gözükmektedir.
Avrupa'da Dengesiz Denge
GENEL GÖRÜŞLER VE SÖMÜRGECİLİK ÇAĞI anayi Devrimi'ni izleyen ve 1733'ten başlayarak 1860-1870'lere dek uzanan döneme "Paleoteknik (İlk Teknik)" dönemi adı verilir.1 Bundan sonra başlayan ve olanakların sonuna kadar kullanıldığı ve 20. yüzyılın ilk yarısına dek etkileri hissedilen döneme ise "Neoteknik (Yeni Teknik)" dönemi denilmektedir. Bu dönemin egemen ekonomik anlayışı ve modeli kapitalizmdir. Ve bu yarım yüzyıllık dönem içinde insanlık tarihinin en hızlı gelişimi ve dönüşümü sağlanmıştır. Ama neler pahasına? Bu gelişmenin örneklerini ve neler pahasına olduğunu biraz aşağıda anlatacağız. Fakat burada değinmek istediğimiz bir başka nokta olacak. Zira bundan sonraki bölümde Avrupa'daki denge ve ittifak çabalarını anlatırken, sanki odakların tümü Avrupa'ya çevrilmiş gibi görünecek. Oysa ki işin aslında Avrupa'daki siyasal girişimler, aslında dünya üzerinde yürütülmekte olan askerî ve ekonomik savaşımın kristalize olmuş halinden başka bir şey değildi. Zaten bu diplomatik Çabalar da sonuç getiremeyecek ve Avrupa devletleri, kaçınılmaz bir
S
1
Maillet, Jean, İktisadî Olayların Evrimi, çev. Ertuğrul Tokdemir, İstanbul, 1983, bkz. s.47 vd.
350 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
biçimde ve kimilerince doğru bir biçimde "paylaşım savaşı" olarak adlandırılan Birinci Dünya Savaşı'na gireceklerdi. Bu kitapta ele alamayacağımız Boer Savaşı, Rus-Japon Savaşı gibi savaşlar, Birinci Dünya Savaşı'nm ön hazırlıklarıydı. Sömürgecilik Siyasetinin Nedenleri Kapitalizm paleoteknik dönemde ülke içindeki emek payının artık ürünü ile gelişmiş ve palazlanmıştı. Ancak endüstrileşmenin kaçınılmaz ürünü ve sonucu olan sanayi işçilerinin bilinçlenmesi ve örgütlenmesi sonucu, ilk yıllardaki sömürü olanakları kalmamıştı. Bu nedenle dışa yönelmek gerekiyordu. Ayrıca gitgide büyüyen kapasiteler ülke içi tüketim tarafından emilemiyordu. Zira küçük işletmeler, yerlerini büyük işletmelere bırakmışlardı. Bu nedenle de; yeni pazarlar bulmak, yani dışa yönelmek gerekiyordu.2 Bunların dışında Avrupa kıtası gelişmiş endüstri işletmelerinin gereksinmelerini karşılayacak "hammadde" olanaklarına sahip değildi. Bu hammaddeyi, hem de çok ucuz bir biçimde yurtdışından sağlamak mümkündü. İşte bu nedenle de dışa yönelmek gerekiyordu. 19. yüzyılın ikinci yansının sömürgecileri, eski çağların barbar fatihleri gibi açık ve kaba bir "yağmalama" içinde değillerdi. Ancak sonuç fazla farklı olmuyordu. İngiltere Başbakanı Lord Salisbury'nin Mayıs 1898'de söylediği şu sözler, hiç kuşkusuz gerçeğin tam olarak yansıması, belki de itiraf edilmesiydi:3 ... Yeryüzündeki ulusları yaşayanlar ve ölenler şeklinde ikiye ayırabiliriz. Bir yanda büyük güce sahip büyük ülkeler var. Bunların gücü her yıl çoğalıyor, zenginlikleri, egemenlik alanları, organizasyonları gün geçtikçe artıyor. Demiryolları sayesinde bütün askerî güçleri bir noktada toplayabiliyor, bu zamana kadar görülmemiş güçte ve büyüklükte ordular kurabiliyorlar. Bilim bu orduların silahlarını her gün geliştiriyor... bunların yanısıra, sadece ölüm halinde olduklarını söyleyebileceğim birtakım ülkeler var... 2 3
A.g.e., bkz. s.161 vd. 20. Yüzyıl Tarihi, c.l, İstanbul, 1970, Dünyanın Efendisi Avrupa, s.2.
avrupa'da dengesiz denge 35^
Gerçekten bu dönemde Avrupa'nın büyük devletlerinde bir yandan hızlı nüfus artışları ve kentleşme görülürken, bir yandan da temel endüstri ürünlerinin üretiminde çok hızlı artışlar gözlenebiliyordu. Örneğin salt 1890-1910 arasındaki 20 yıllık dönemde İngiltere'nin nüfusu 34.3 milyondan 42.1 milyona; Almanya'nın nüfusu 44.2 milyondan 58.5 milyona; Fransa'nın nüfusu 40.0 milyondan 41.5 milyona; Belçika'nın nüfusu 6.1 milyondan 7.4 milyona ve Rusya'nın nüfusu 94.3 milyondan 155.4 milyona yükselmişti.4 Gene aynı dönemde Avrupa ülkelerindeki kömür üretimi şöyle bir gelişim göstermişti: (Milyon ton olarak) Almanya İngiltere
Linyit
Kok
Fransa
Belçika
1880
149.0
47.0
12.1
19.4
16.9
Rusya 5
1890 1900 1910 1913
184.5 228.8 268.7 292.0
70.2 109.3 151.8 191.5
19.1 40.5 89.5 87.5
26.1 33.4 38.5 40.8
20.4 23.5 23.9 22.8
16.0 15.8 26.2 36.3
Aynı büyüme hızını Avrupa ülkelerinin demir ve çelik üretimlerinde de buluyoruz. Biraz aşağıda daha ayrıntılı rakamlar vereceğiz. Ancak şimdiden şu kadarını söyleyelim ki Almanya'nın demir üretimi 1880'de 2.7 milyon ton iken, bu rakam 1913'te 17.0 milyon tona; çelik üretimi 1880'de 1.5 milyon ton iken 1910'da 13.1 milyon tona yükselmişti. Aynı şekilde Fransa'nın ve Rusya'nın da demir ve çelik üretimleri "katlanarak" artmaktadır ki, bu konuda ayrıntılı rakamları biraz sonra vereceğiz. 1860-1870'leri izleyen yıllar aynı zamanda çok büyük ve önemli buluşların da gerçekleştiği yıllardır. Bu teknik buluşlar değişik alanlarda kendini göstermektedir.5 Örneğin enerji alanındaki buluşlar arasında Gramme'ın 1870'te dinamoyu, 1877'de alternatörü bulmasını 4 5
Mommsen, Wolfgang J., Die Zeitalter des Imperialismus, Fischer Weltgeschichte 28, Frankfurt, 1969, bkz. s.55. Maillet, Jean, a.g.e., bkz. s.58-59.
352 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
vurgulayabiliriz. Alternatif akımın iletişiminin 1880'de keşfi elektrik alanında büyük değişimlerin başlangıcı olmuştur. 1860'tan itibaren petrolün yalnız aydınlanma için kullanılmasının bırakılması ve patlamalı motorların bulunması; 1880'den itibaren diesel ve ağır yağ tüketen içten yanmalı motorların ortaya çıkışı insanoğlunun önüne yepyeni ufuklar açıyordu. Hammadde alanındaki buluşlar arasında; hafif metaller, alaşımlar, yapay veya sentetik maddeler vb. kullanılmaya başlanmasını belirtebiliriz. Sanayideki buluşlar ise yepyeni sektörler ortaya çıkarmaktadır. Bunlar arasında 1855'te Bessemer'in fırını ile temeli atılan çelik sanayii, 1860'ta patlamalı motorların bulunuşuyla gelişen otomobil sanayii, aynı yıllarda boya, gübre, eczacılıktaki ilerlemelerle kimya, nikel, alüminyum, kauçuk vb. sanayileri, 1870'lerde petrol sanayii ve 1903'ten itibaren uçak sanayii en önde gelenleridir. Ulaşım ve haberleşme alanındaki buluşlar da, sanayi sektöründe buluşlar kadar önemlidir. Elektrik enerjisinin ve sıvı yakıtlarının demiryollarında ve gemilerde kullanılması, telgraf, 1877'de telefon, 1887'de radyonun bulunması, bu arada sayılabilir. Tarım kesiminde makineleşme ve gübre kullanımının yaygınlaşması ise tarım kesimindeki insan emeğinin verimliliğini çok artırdığı gibi, toprak verimini de artıracaktır. Üretim tekniklerindeki bu buluşlar zaten hızla artmakta olan endüstri üretimini daha da hızlandırarak artırmıştır. Bu dönemde endüstri ülkelerinin tümünde toplam ve fert başına ulusal gelirler artarken, en yüksek artış oranı, en geç endüstrileşmeye başlamış olan Almanya'da gerçekleşmektedir. Almanya'da 1890'da fert başına 438 RM olan ulusal gelir, 1913'te 739'a yükselecektir.6 Aynı ulusal gelir Almanya'da 18601869 yıllarında 272 RM idi.7 Fakat ilginç bir biçimde, en hızla sanayileşen ülke Almanya olurken, millî geliri en hızla artan ülke de İngiltere olmuştur. İngiltere millî geliri 1851'de 523 milyon 6 7
A.g.e., bkz. s.57. Kuyucuklu, Nazif, İktisadî Olaylar Tarihi, İÜSBF Yay. 3, İstanbul, 1982, s.l56.
avrupa'da dengesiz denge 353
sterlin iken, bu rakam 1890'da 1.051 milyon sterline ve 1913'te 2.013 milyon sterline yükselmişti.8 Bunun nedeni dış ticaretin getirdiği kârlılık, doğrudan sömürgelerden aktarılan kaynak ve yabancı ülkelere yapılan yatırımlar olsa gerektir. Dış ticaret bu dönemde çok büyük bir önem kazanmış ve dünya ticaret hacmi o günlere dek düşünülemeyecek boyutlara ulaşmıştır. Burada demiryolu ulaşımının büyük payı olduğu gibi, asıl pay yelkenli gemilerin yerini alan buharlı gemiler nedeniyle, denizyollarında olmuştur. Süveyş ve Panama kanallarının açılması da bu hızlanmayı artıran bir başka faktör olmuştur. Örneğin Ümitburnu'nu dolaşmaktan-sa Süveyş Kanalı'yla geçildiği zaman, Liverpool'dan kalkan bir geminin sağladığı zaman tasarrufu, eğer bu gemi Bombay'a gidiyorsa yüzde 42, Kalküta'ya gidiyorsa yüzde 32, Singapur'a gidiyorsa yüzde 30, Yokohoma'ya gidiyorsa yüzde 23 ve Melbourne'a gidiyorsa yüzde 7 oluyordu.9 Endüstri ülkelerinin dış yatırımları da gitgide artan bir trend izlemekteydi. 1880-1914 arasındaki rakamlara bakarsak: (Milyon Sterlin Olarak) 1880 1890 1900 1914
İngiltere Almanya 1189 1935 2397 4004
Fransa 245 983 ? 1223
595 1110 1053 1766
Bu dış ticaret genellikle sömürgelerle yapılmaktaydı ve Avrupa'nın endüstrileşmiş ülkeleri kendi nüfus ve toprak büyüklükleri ile oranlanamayacak kadar büyük topraklan sömürge yönetimleri altına sokmuşlardı. Örneğin İngiltere'de anavatanda yaşayan bir kişiye karşılık, sömürgelerde yaşamakta olan insan sayısı 7.7 idi. Bunun dışındajngiltere'nin sömürge toprakları, anavatan topraklarının 94 katı 8
'
A.g.e., s.197. Mommsen, Wolfgang, a.g.e., s.63.
354
ikinc
' bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
idi.10 Fransa topraklarının yüzde 5'i anavatan, geri kalanı koloni topraklarıyken, nüfusun yüzde 54'ü kolonilerinde yaşamaktaydı. Almanya'nın ise anavatan toprakları genel topraklarının yüzde 16'sını oluştururken, nüfusunun yüzde 84'ü anavatanda yaşamaktaydı. Bu konuları biraz aşağıda ayrıntılı olarak yeniden ele alacağız. Sömürgecilik Siyasetinin Uygulamaları Sömürgecilik sözcüğü, zaman zaman kavram kargaşasına yolaçabilen bir sözcüktür. Batı dillerinde sömürgecilik karşılığı olarak daha çok Latince kökenli bir sözcük, "kolonializm" kullanılmaktadır. Kimi zaman da bunların yerine, anlamı biraz daha soyutlaştıran emperyalizm sözcüğü kullanılmaktadır. Gerçekten kolonializm, gelişmiş bir ülkenin belirli bir ya da birkaç gelişmemiş ülkeyle olan ilişkilerini betimlerken; emperyalizm genel bir sömürü ifade etmek için kullanılmaktadır. Aslında "koloni" ve "kolonializm" sözcükleri de zaman içinde anlam değiştirmişler; en azından, açıklamak istedikleri olguyu vurgulama ağırlıkları değişmiştir. Geçen altbölümde de değindiğimiz gibi, önceleri dünyanın deniz gücüyle keşfi ve fethedilmesi anlayışı büyük ölçüde (en azından lafta), dinsel motiflere dayanıyor ve "yağmalama" ile noktalanıyordu. İlginç bir olgu "Antik Çağı"ndaki koloniciliğin böylesi yağmalama amacına değil; ticarî, yani ekonomik amaca yönelik olmasıydı. Daha sonra özellikle 17. yüzyılı izleyen dönemde böylesi kaba bir yağmalama yerine, koloni olarak ele geçirilen bölgenin ekonomik olanaklarından sonuna dek yararlanma olanakları aranmaya başlandı. Artık sömürgeler yağmalanıp tüketilecek bölgeler değil; hammadde kaynağı olarak kullanılacak, sırasında ucuz ve niteliksiz emek gücü sağlanabilecek, pazar olarak kullanmak üzere iç ve dış ticaret tekelinin oluşacağı bölgelerdi.11 Ve çok ilginç bir biçimde zaman zaman anavatandan "kolonilere" gidenler, anavatanın politikasına ters düştüler. Örneğin Kuzey 10 11
Zierer, Otto, Glückspiel um die VFeltmacht (Das Zeitalter des Imperialismus 1850-1916), Hey-ne, Lebendige Weltgeschichte), Münih, 1969, bkz. s.312 vd. Kaemmel, Otto, a.g.e., s.466 vd.
avrupa'da dengesiz denge 355
Amerika'daki İngiliz kolonileri halkının İngiltere'ye karşı ayaklanarak Amerika Birleşik Devletleri kurmaları bunun ilk ve en ilginç örneğidir. Zaten İngiltere İmparatorluğu bundan alacağı dersle, Kanada, Avustralya, daha sonraları Hindistan vb. gibi kolonileriyle olan ilişkilerini bir başka zemine oturtma yoluna gitti. Ve "dominyon statüsü" içinde, bu ilişkinin karşılıklı yararlar getirmesine çabalandı. İtalya ve Fransa, Kuzey Afrika'daki kolonileri için bambaşka bir statü uyguladılar ve bunları "anavatanın bir parçası" olarak değerlendirmek istediler. Japonya ve ABD ise 20. yüzyılın başlarında giriştikleri sömürgecilik deneyiminde bambaşka kavramlar kullandılar. Örneğin "koruma bölgesi", "protektarat", "mandat", "etki bölgesi" vs. Ancak netice olarak olguda bir değişiklik olmuyordu. 20. yüzyılın başlarında Avrupa'daki endüstrileşmiş kapitalist devletlerle Japonya ve Amerika Birleşik Devletleri; güç mücadelesinin dengelenmesi sonucunda etki dışı kalmış Afganistan, Tibet vb. gibi birkaç istisna dışında nüfus ve toprak olarak dünyanın hemen tümünü önemli ölçüde denetliyorlardı. Bu denetleme çoğunlukla doğrudan sömürge yönetimi biçiminde olurken; Osmanlı İmparatorluğu, Çin gibi kimi bölgelerde etkileme çabaları çok daha farklı yöntemlerle oluyor ve sürekli bir dengeleme savaşımı veriliyordu. İşte bu aşamada "emperyalizm" sözcüğü ve kavramı ortaya çıktı. Oxford Sözlüğü'nde "emperyalizm" sözcüğüne ilk kez 1881 baskısında rastlanmaktadır.12 Burada emperyalizm sözcüğünün karşılığı olarak, "imparatorluk ruhunun temel ilkesi, emperyal gereksinmeler ne gerektiriyorsa yapılması ve bunun savunulması" verilmiş. Bir İngiliz iktisatçısının, J. H. Hobson'un 1902'de Londra ve New York'ta Emperyalizm başlığını taşıyan bir kitabının yayınlandığını görüyoruz.13 Ancak hiç kuşku yok ki, emperyalizm sözcüğünün en yaygın bir biçimde duyulması ve kullanılmaya başlanması; bugün o anlamından oldukça uzaklaşılmış olmasına karşın V. İ. Lenin'in 1916'da yazdığı ve 12 Brinton, C, a.g.e., bkz. s.342 vd. 13 Bkz. Lenin, V. 1., Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, çev. Cemal Süreyya, 4. baskı, İstanbul, 1975, s. 19.
356 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
1917 Nisan'ında yayınlanan Emperyalizm (Kapitalizmin En Yüksek Aşaması) kitabından sonra olmuştur. 1880-1914 arasındaki dönem tarihte "Yüksek Kapitalizm" olarak isimlendirilir. Gerçekten bu dönemde üretim yanısıra tüketim, ulaşım, haberleşme ve tüm bu alanlardaki ortalama yıllık gelişme insanlık tarihinin hiçbir aşamasında olmadığı kadar yüksek ve hızlıdır.14 Ve bu dönemde dünyanın bir tür "paylaşıldığını" görmekteyiz. Bu paylaşımın ayrıntılarına girmeden önce, şimdiden şunu belirtelim ki, Avrupa'nın endüstrileşmiş ülkeleri kendi anavatan topraklarından kat kat büyük topraklar üzerinde denetim ve söz sahibi bulunmaktaydılar. Aşağıdaki tablo endüstrileşmiş dört Avrupa ülkesinin durumunu göstermesi bakımından ilginçtir:15 (1000 Mi)2 Olarak) Anavatan İngiltere Fransa Almanya İtalya
120.979 204.092 208.830 110.646
Sömürgeler 10.500.000 4.367.000 1.000.000 185.000
Şimdi de tek tek bazı ülkelerin sömürgecilik alanındaki girişimlerine geçebiliriz. Sömürgecilik döneminin zirve noktasında ve bu sömürgecilik mücadelesinin bir dünya savaşına yolaçtığı 1914'te sömürgeci ülkeler dışında kalan dünyanın yüzde 68'i sömürge devlet toprağı, yüzde 11'i yarı sömürge toprağı iken, bağımsız devletlerin toprakları sadece yüzde 21 idi.16 Sömürgelerde yaşamakta olan nüfus ise yüzde 60, yarı sömürgelerde yaşayan nüfus yüzde 22, bağımsız devletlerde yaşayan nüfus da yüzde 18 idi. 14 Bukor, Harald ve Ruth, "Atlas zur Weltgeschichte", Band II (Von der Fransözischen Revolutıon bis zur Gegemvart), 16. baskı, Münih, 1981, bkz. s.98-99. 15 20. Yüzyıl Tarihi, bkz. s.3. 16 Bu hesaplamada Orta Amerika Devletleri ve Brezilya, Arjantin ve Şili bağımsız varsayılmışlardır.
avrupa'da dengesiz denge 357
Monroe Doktrini dünyanın paylaşımı konusunda ortaya derli-toplu bir biçimde konulan ilk ilke idi. Ancak Birinci Dünya Savaşı'nın öncesinde Latin Amerika'nın doğu kıyılarında İngiltere ve Fransa kimi köprübaşları elde etmişlerdi. Bu savaşıma Alman İmparatorluğu donanmasının da katılması hem Birinci Dünya Savaşı'nın asıl nedeni ve hem de ABD'nin daha sonra Almanya'ya karşı savaşa girmesinin nedeni olacaktır. ingiltere: Dünya üzerinde en geniş toprak parçasını denetleyen imparatorluk durumundaydı.17 Denetlediği ve "üzerinde güneşin batmadığı" topraklar üzerinde üç tür statü uygulamaktaydı. Bir kısım toprakları doğrudan sömürge olarak tutarken, bir kısım toprakları koruma bölgesi statüsü içinde ve son olarak da bir kısmını dominyon olarak elde tutuyordu. Dünya topraklarının yüzde 20'si ve dünya nüfusunun yüzde 23'ü İngiliz bayrağı altında yaşamaktaydı. Her üç okyanustaki sayısız adanın yanısıra tüm önemli deniz geçitleri elindeydi. Cebelitarık'la Akdeniz girişini denetliyordu. 1815'te Hollanda'dan aldığı Kapstadt ile Ümitburnu'nun denetimini ele geçirmişti. Süveyş Kanalı ve Kızılde-niz çıkışları da aynı biçimde denetimi altındaydı. Kanada dışında Bahama Adaları, Jamaica, Honduras, Batı Hint Adaları, Trinidat'la Amerikan kıtasına da el atmış ve kıtanın güneyini de Falkland Adala-rı'yla güvence altına almıştı. Avustralya ve Yeni Zelanda tümüyle denetimi altında olduğu gibi Asya ve Afrika'da geniş sömürgeleri vardı. Fransa: Kuzey ve Batı Afrika'nın önemli bir bölümü Fransa sömürgesi durumundaydı. Bunun dışında Çin-Hindi Yarımadası'nın tümünü elde bulundurduğu gibi, Hint Yarımadası'nm doğu ve batısında kimi limanları vardı. Ayrıca denizci bir devlet olmamasına karşın; başta Tahiti olmak üzere Pasifik Okyanusu'nda ve başta Madagaskar olmak üzere Hint Okyanusu'nda çok sayıda adayı elinde bulunduruyordu. Almanya: Dünyanın paylaşımına çok geç katılmıştı. Buna karşılık Afrika'da Togo, Kamerun, Doğu Afrika ve Güneybatı Afrika'yı 17 Brinton, C, a.g.e., bkz. s.347 vd.
35°
ikinci
bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
ele geçirmişti. Bunların dışında Pasifik Okyanusu'nda çok geniş bir adalar zinciri denetimi altındaydı. Bunlar arasında Marianen, Palau, Marshal, Karolinen, Bismarck takımadaları ve Samoa en önemlileriydi. Yeni Gine'de önemli bir toprak parçası olduğu gibi, Tsingtao vasıtasıyla Çin'e de el atmıştı. italya: Avrupa'daki sömürge yağmacıları arasına en son katılan devlet olarak, önünde fazla bir olanak kalmamıştı. Libya ve Habeşistan'la yetinmek zorunda kalmış ve bunun hırçınlığı içinde Birinci Dünya Savaşı'na önce Almanya'nın safında katılmasına karşın, daha sonra temel çelişkisi Avusturya ile olduğu için müttefiklerin safına geçmiştir. Belçika: Tüm doğal zenginlikleriyle birlikte Kongo'yu elinde bulunduruyordu. Hollanda: 16. yüzyıldan sonra Portekiz ve İspanyollardan denizlerdeki üstünlüğü devralan Hollanda, bunu ingiltere'ye kaptırmış olmasına karşın, Borneo Adası'mn önemli bir bölümü ve Sumatra Adası'mn tümü Hollanda sömürgesi durumundaydı. Japonya: Formoza Adası ve Kore'yi ele geçirmişti. Amerika Birleşik Devletleri: Avrupa'nın sömürgeci devletlerinin aksine; gerek doğal kaynak ve gerekse pazar açısından o dönemin ABD'nin sömürge gereksinmesi yoktu. Orta Amerika ve Pasifikler'de elinde bulundurduğu bölgeleri, daha çok bir "güvenlik çemberi" oluşturmak amacıyla ele geçirmişti. Rusya: Rusya da, diğer sömürgeci devletlerden farklı bir politika izliyordu. Rusya için sömürge almak değil, "işgal etmek" ve "topraklarına katmak" sözkonusuydu. Bunun tek istisnası 20. yüzyılın hemen öncesinde Mançurya'da olacak, fakat Rus ilgisi Kore'ye de yayılınca çıkan savaşta Japonya karşısında yenilerek Kore'yi Japonya'ya kaptıracaktır. Yukarıda anlattığımız üzere dünyanın endüstrileşmiş devletleri sürekli bir paylaşım savaşımı içindeyken, kendi iç sorunları ve yakın tehlikeleriyle de birlikte yaşamaktaydılar. İşte 1870'leri izleyen yıllarda kıtada bir "antlaşmalar zinciri" yaşandı. Bu çabaları sömürgecilik politikasının dışında görmemek gerekir. Ve önce Bismarck'ın akılcı po-
avrupa'da dengesiz denge 359
litikasıyla Avrupa'da bir Alman diplomatik üstünlüğü oluşmuşken; büyüyen Alman tehlikesi İngiltere, Fransa ve Rusya'yı aralarındaki anlaşmazlıkları çözmeye zorlayacak ve bu gelişmelerin kaçınılmaz sonucu Birinci Dünya Savaşı olacaktır. BISMARCK'IN AKILCI DİPLOMASİSİ VE AVRUPA'DA ALMAN ÜSTÜNLÜĞÜ Konuya Genel Yaklaşım Alman Birliği'ni usta ve akılcı bir politika ile başaran Bismarck, dış politikadaki başarısını, iç politikada hiçbir zaman başaramayan bir devlet adamıydı. Bu başarısızlığı belki biraz sert ve ödünsüz yapısından, belki de tutucu dünya görüşünden kaynaklanıyordu. Fakat iç politikadaki sert ve ödünsüz yapısının dış politika sözkonusu olduğu zaman pekâlâ yumuşamasının ilginç bir olgu olması bir yana, tutuculuğuna karşın sırasında kiliseyle çatışmaktan da geri kalmaması; doğrusu Bis-marck'ı oldukça zor anlaşılır kişilikler arasına sokmaktadır. Bismarck'ın dış politikasına bu bölümde ayrıntılı olarak eğileceğiz. Fakat şimdiden şunu belirtelim ki, iç politikada o günlerin Almanya'sında varolan tüm güçleri (sosyalistler hariç), zaman zaman kullanmasını bilmiş ve ilginç bir biçimde hiçbiri tarafından sevilmemiştir.18 Birleşmeyi izleyen yıllarda Almanya'daki partiler yelpazesi ve bunların birbirini dengeler biçimde parlamentoda temsil edilmesi Bismarck'a rahatça manevra yapabileceği bağımsız bir alan bırakmış ve Bismarck da bu alandan sonuna dek yararlanmıştır. Almanya'nın güçlü bir biçimde birleştirilmesiyle Bismarck'ın dış politikadaki ana hedefine ulaşılmıştı. Rusya, İngiltere, Fransa ve Avusturya, çığ gibi gelmekte olan Almanya'nın kendileri için ne gibi sorunlar çıkartabileceğini anlayamamışlar ve kimi zaman destekleyerek, kimi zaman karışmayarak ve kimi zaman da sorunu görmezden gelerek bu sonucu hazırlamışlardı. Bismarck, Avrupa devletlerinin bu hatayı bir daha yapmayacağının bilincinde olarak barışı hedeflemekteydi. 18 Palmade, Guy, Daz bürgerliche Zeitalter, Fischer wekgeschichte 27, bkz. s.306 vd.
ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Alman Birliği'nin kurulması sırasında Rusya'nın büyük desteği olmuştu. Zaten İmparator Wilhelm, 27 Şubat 1871'de Çar'a çekmiş olduğu ünlü telgrafında, "savaşların çok genişlememesinin eseriniz olduğunu Prusya asla unutmayacaktır"19 derken, bu yardımın önemini vurguluyordu. Ancak Rusya hızla güçlenen Almanya'dan tedirgin olmaya başlamıştı. Avusturya gerek Danimarka Savaşı'na müttefik olarak katılmakla ve gerekse Fransa ile yapılan savaşa hiç katılmamakla ve karışmamakla ciddi olarak diplomatik hatalar yapmıştı. Avusturya'nın aynı hataları bir kez daha yapması beklenemezdi. Zaten birliğe neredeyse zorla katılmış bulunan Güney Alman prenslikleriyle Avusturya arasındaki moral yakınlık da ortadan kalkmış değildi. İngiltere geleneksel politikasına uygun olarak, kıtada çok güçlenen Fransa'nın burnunun kırılmasından yanaydı. Fakat Fransa'nın burnunu kıracak olan Almanya'nın, Fransa'dan da daha etkili bir güç potansiyelini farketmemişlerdi. Ancak daha önce farkına varamadığı tehlikenin şimdi bilincindeydi. Fransa ise kendine olan aşırı güveninin cezasını ödemekteydi. Eğer Danimarka ya da Avusturya savaşları karşısında kayıtsız kalmasaydı, elbette sıra Sedan'a gelmeyecekti. Savaşta uğradığı utanç verici yenilgi bir yana, savaş sonrasında yitirdiği Alsas-Loren'i unutması ve bu ağır darbeyi hazmedebilmesi mümkün değildi. Kaldı ki Batı Avrupa'daki güç dengesinde yıllardır elinde tuttuğu üstünlüğü yitirmek de katlanabileceği bir olgu değildi.20 Görüleceği gibi tüm Avrupa'nın gözü Almanya'da idi ve bir hata yapmasını bekliyorlardı. İşte bu nedenlerle Bismarck kesinlikle tahriklere kapılmamak ve kazanmış olduklarını rizikoya sokmamak niyetindeydi. Fakat bir yandan barış ve anlaşma zemini arar ve zorlarken, bir yandan da 400.000 kişilik seçkin "barış zamanı ordusunun" sayısını artırma olanaklarını aramaktan da geri durmuyor19 20
Roisser, E., a.g.e., s.147-148. Tarihçilerimiz genellikle bu toprakların yitirilmesinin verdiği kızgınlık üzerinde dururlar. Aslında bize kalırsa yitirilen üstünlük Fransa'yı daha çok yaralamıştır.
avrupa'da dengesiz denge 36i
du.21 Bismarck'ın temel endişesi Fransa'yla ilgiliydi. Fransa'nın yitirdiği üstünlüğü, gururu ve topraklarını yeniden kazanmak için bir "intikam savaşına" girişebileceğini düşünüyordu. Fransa'yı bundan caydırmak için yalnız bırakmak gerekiyordu. Bismarck dış politikasını bu amaç çerçevesinde planlamıştı. Zaten Fransa ile bir savaşın ne gibi sonuçlar getirebileceği konusundaki düşüncelerini Bismarck daha sonra anılarında şöyle anlatacaktır:22 ... (1875'te Almanya'nın Fransa'ya saldıracağı konusundaki dedikodularla ilgili olarak) ... O zaman ve daha sonraları benden böyle bir niyet o kadar uzaktı ki, sudan bir bahane ile açılacak bir harbin çıkmasına yardım etmektense iktidardan çekilmeyi tercih ederim... Kanaatime göre böyle bir harb, Avrupa'da sürekli olabilecek bir vaziyet ihdas edemez, fakat, Rusya, Avusturya ve İngiltere'nin henüz sağlam temellere dayanmayan yeni imparatorluğa karşı bir itimatsızlık esası üzerinde anlaşmaları ve icabında harekete geçmeleriyle neticelenebilirdi... Avrupa bu davranışımız karşısında, kazandığımız kuvveti, kötü maksatlara kullandığımız kanaatine varır, hattâ imparatorluğun içinde merkezden uzaklaşmak isteyen kuvvetler de dahil olmak üzere herkesin eli Almanya'ya karşı kalkar veya kılıca sarılırdı...
İşte bu anlayış çerçevesinde bir ittifaklar zinciri arayan Bismarck bunu bir ölçüde başarmış, fakat karşısında da doğal olarak bir başka zincir oluşmuştur. Bunu Şema 3 ve Şema 4'te gösterebiliriz.23 Birinci "Üç İmparatorlar Ligi" Bismarck yukarıdan beri anlattığımız biçimde Fransa'nın bu yenilginin utancına uzun süre katlanamayacağı düşüncesiyle, barış için Fransa'yı yalnız bırakmak amacına yönelmişti. İngiltere kıtadaki sorunlar konusunda fazla ilgili olmadığı için; Fransa'nın ittifak yapabileceği iki dev21 22 23
Bkz. Rossier, E., a.g.e., s.146. Bismarck, Otto von, a.g.e., s.253-254. Mickel, W., a.g.e., s.70 (salt biçim olarak yararlandık).
ikinci bölüm: yeni bîr dünyada denge arayışları
• Fransa
ŞEMA 3 1890 Öncesi İttifaklar Sistemi • ABD • Japonya
ingiltere
Rusya • Osmanlı İmparatorluğu Avusturya İtalya
let kalmıştı. Bunlar Avusturya ve Rusya idi. Bismarck zaten Sadowa sonrasında Avusturya'nın gururunun kırılmamasına özen gösterirken, böylesi bir olasılığı çok önceden düşünmüştü. Fakat Avusturya, Almanca konuşulan bölgelerdeki üstünlüğünü yitirmiş olmanın kırgınlığını henüz üzerinden atamamıştı ve Dışişleri Bakanı Beust, Prusya'dan ve özellikle Bismarck'tan nefret ediyordu.24 Bu durumda ilk adımı I. Wilhelm attı. 1871 Ağustos'unda Ischl'de Franz Joseph'i ziyaret etti. Ancak aynı ay içinde Beust'la Bismarck arasında Gastein'da yapılan görüşmelerde hiçbir sonuç alınamadı. Bismarck'ın Rusya ile birlikte oluşturulmasını önerdiği tutucu ittifak önerisi, hâlâ Fransa ile anlaşabilme umutlarını taşıyan ve Güney Almanya prensliklerinin Berlin'e olan muhalefetlerini körüklemek çabasında olan Beust tarafından reddediliyordu. I. Wilhelm'in kendisine yaptığı ziyareti Salzburg'da iade eden Avusturya-Macaristan İmparatoru Franz Joseph, Sedan yenilgisinden sonra Fransa'nın müttefik olarak değerinden çok şey yitirdiğini düşün24 Taylor, A. J. E, The Struggle For Mastery in Europe (1848-1918), Oxford University Press, 1957, bkz. s.218 vd.
avrupa'da dengesiz denge 3^3
ŞEMA 4 Savaş Öncesi İttifaklar Sistemi İngiltere
ABD
Japonya
Avusturya
İtalya
^ ^ Osmanlı imparatorlu
mekteydi.25 Ayrıca artık Almanya konuşulan bölgelerde Prusya ile rekabetten de vazgeçerek ilgisini Balkanlar'da yoğunlaştırmak istiyordu.26 Ve bu çerçeve içinde I. Wilhelm'in de şikâyet ve önerilerini gözö-nünde bulundurarak, 1871 Kasım'mda Beust'u görevinden uzaklaştırdı ve yerine Macar Başbakanı Julius Andrassy'yi atadı. Andrassy'nin Almanya konuşulan bölgelerle ilgili hiçbir beklentisi ve bu davaya karşı hiçbir sempatisi yoktu. Zaten inançlı bir Macar olarak böylesine bir sempatisinin olması da beklenemezdi. Bridge'nin belirttiği üzere Andrassy'nin imparatorluğun işlerine heyecanla sarılmasının nedeni Avusturya'nın çıkarlarını değil, "İkili Yapı" içindeki tüm imparatorluğun çıkarlarını kollamak arzusu idi. Bu durumda Prusya'ya karşı bir anti25
26
Zaten Fransa da Alman yenilgisinin nedenlerini soğukkanlı bir biçimde analiz ettiği zaman, Prusya ordusunun kuruluşunun üstünlüğünü görecek ve hiç tereddüt etmeden 1874'te Prusya kurmay modelini benimsemekten çekinmeyecektir (Çağın savaş teknikleri vb. konularda çok ilginç bir makale olarak bkz. Andersen, M.S. "Technology and Mass Armles 1871-19", The As-cendancy of Europe 1815-1914, s.250-268. Bkz. Tenbrock, Rober-Hermann, "Geschichte Deutschlands", Max Hueber Verlag, Münih, 1968, s.210 vd.
ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
pati beslemesi mümkün değildi. Kaldı ki Balkanlar'da Rusya'nın etkileriyle ortaya çıkan kimi sorunlarla uğraşmakta olan Avusturya'nın yakmlaşabileceği tek ülke de Almanya idi.27 Bu olumlu hava içinde, bu kez girişim Franz Joseph'ten geldi ve 1872 Nisan'ında Franz Joseph'in Berlin'i ziyaret etmek istediği açıklandı. Almanya ve Avusturya arasındaki bir yakınlaşmanın, belki de Almanya'yı kendinden uzaklaştıracağını düşünen ve kendini Avrupa diplomasisinden soyutlanmış hisseden Çar II. Aleksandr da aynı tarihlerde Berlin'de olduğunu bildirince Eylül 1872'de yapılması planlanan toplantının Fransa'ya karşı bir gövde gösterisine dönüşmesi kaçınılmaz oldu. Üç imparatorun toplantısı aslında "ihtilalci gelişmelere" karşı ortak davranış üzerindeki görüşmelerle geçti. Yazılı bir metne ulaşılamadığı gibi, bir antlaşma hazırlanması da mümkün olmadı. I. Enternasyonalin yıkıcı eylemlerine karşı birlikte hareket edilmesine karar verildi ve Paris Komünü'nün değerlendirilmesi yapıldı.28 Ancak gene de yazılı bir metne geçmemesine karşın Avrupa'da statükonun bozulmasının karşısında oldukları konusunda bir görüş birliğine vardılar. Avusturya, Polonyalıları desteklemeyeceği konusunda sözlü güvence verirken; II. Aleksandr da aynı biçimde sözlü olarak Balkanlar'da "pa-nislavizm" politikası gütmeyeceği konusunda güvence veriyordu. Ayrıca üç imparatorun görüş birliği içinde oldukları bir başka husus Avrupa'da barışın korunmasıydı. Eğer bu barış tehlikeye düşecek olursa taraflar bu konuda aralarında görüşmeler yapacaklardı.29 Görüleceği gibi, "Üç İmparator Ligi" doğrudan Fransa sorunu çerçevesinde karar almadığı gibi, yazılı bir metne de ulaşamamıştı. Fakat görüşülen konulardan önemli bir bölümünün "Cumhuriyetçi" Fransa'yı ilgilendirdiğine kuşku yoktu. Ayrıca Bismarck Avusturya ve Rusya'yı en azından Fransa'dan uzak tuttuğu için amacına fazlasıyla ulaşmış durumdaydı. 27 28 29
Bridge, E R., "From Sadewa to Sarajevo" (The Foreign Policy of Austria-Hungary, 1866-1914), Foreign Policy of Great Powers, Edited by C. J. Lowe, Londra, 1972, bkz. s.60-61. Taylor, A. J. R, a.g.e., bkz. s.219. Armaoğlu, E, a.g.e., bkz. s.246.
avrupa'da dengesiz denge
1879 Almanya-Avusturya Askerî Antlaşması Birinci Üç İmparatorlar Ligi'nden sonra da Avrupa diplomasisinin yoğun çalışmalarında bir azalma olmadı. Ancak Almanya, Avusturya ve Rusya arasındaki ilişkilerde gözle görülür bir yumuşama gelişti. I. Wil-helm, 1873 Mayıs'ında Petersburg'a gitti. Bundan bir ay sonra II. Aleksandr, Viyana'yı ziyaret etti. Bu ziyaretler salt "dostluk ziyareti" niteliğinde olmakla birlikte, elbette Fransa açısından düşündürücüydü. Bu arada I. Wilhelm'in Petersburg ziyareti sırasında birlikte götürdüğü Genelkurmay Başkanı Moltke ile Rus Genelkurmay Başkanı Mareşal Berg arasında askerî bir anlaşma metni üzerinde çalışılmıştı. 6 Mayıs 1873'te varılan son noktaya göre; taraflardan birinin saldırıya uğraması durumunda diğer taraf 200.000 kişilik bir kuvvetle yardım etmeyi öngörmekteydi.30 Bu arada Fransa bir yandan yaralarını sarmaya çalışırken, bir yandan da kendine müttefikler arama çabalarını sürdürüyordu. Fransa'nın potansiyel müttefikleri İngiltere, Rusya ve İtalya olabilirdi. İngiltere iç sorunlarıyla ve sömürgeleriyle uğraşmakta olduğu için Avrupa sorunları karşısında bir ölçüde ilgisizdi. İtalya ise 1866 ve 1870 savaşlarında bir başarı kazanamamış olmasına rağmen, ekonomik bakımdan çok sıkışmıştı. Rusya ise, kendisi açısından o an için fazla bir stratejik önemi olmamasına karşın, Fransa'nın dostluğunu önemse-mekteydi. Zira Balkanlar'da eninde sonunda Avusturya ile çatışacağını ve bu çatışma sırasında Almanya'nın kimden yana çıkacağının belli olmadığının bilincindeydi. Hattâ Berlin çok istese bile, acaba Güney Alman Prensliklerini Avusturya'ya karşı bir eyleme sokmak mümkün olabilir miydi? Kaldı ki Rusya, Almanya, Fransa ile çatışırken tarafsız kalmasının bedeli olarak aldığı ödünü az bulmaktaydı. Gerçekten bu tarafsızlığa karşı Bismarck'ın Petersburg'a verdiği şey, Karadeniz üzerindeki Rus önceliğinin tanınmasıydı ki, Almanya'nın kazandıklarıyla karşılaştırıldığında bu kazancın fazla bir şey olmadığı açıktı. Zaten II. Aleksandr, Petersburg'daki Fransız elçisine bir yemekte "doğrudan 30 Bu askerî anlaşma bir türlü onaylanamamış ve kadük kalmıştır.
ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
doğruya Fransa'ya karşı olan hiçbir kombinezonun içinde yeralmayacağını" söylediği gibi, başbakanı Gorçakof da, "Avrupa'nın güçlü bir Fransa'ya gereksinmesi vardır" diyerekten, bu görüşü pekiştirmişti.31 Zaten 1875'te çıkan bir buhranda Almanya ile Fransa arasında bir savaş olasılığı belirince, Fransa uluslararası arenada pek de yalnız olmadığını görmüştü. Fransa'nın yapması olası bir "intikam savaşı"nı engellemek için Almanya'nın yapması düşünülebilecek bir "önleyici savaş" Avrupa devletleri ve özellikle Rusya ve İngiltere'de büyük tepki uyandıracaktı. Zaten Bismarck bu nedenle Balkanlar sorununda Rusya'ya karşı Avusturya'yı destekleyecek ve Rusya'nın "Balkanlar batağında boğulmasını" memnuniyetle izleyecektir. 1875 Doğu Sorunu ve Rusya'nın 1878'de Ayastefanos Antlaşması'yla kazandıklarından bir bölümünü Berlin'de geri vermek zorunda kalması, Almanya ile Rusya arasındaki Berlin'de Avusturya ve Rusya'nın çatıştığı her konuda Avusturya'yı tutmasının yanısıra; sırasında Rus ve İngiliz çıkarları çatıştığında bile, İngiltere'nin tarafını tutmaktan çekinmemişti. Ancak Berlin Kongresi'nde ortaya çıkan ve Almanya'yı çok endişelendiren bir başka gelişme; Avusturya-Ma-caristan ile İngiltere arasındaki yakınlık ve gelişmeler karşısındaki benzer beklentilerdi. Bunun yanısıra Bismarck'a yakınlığıyla tanınan Avusturya Dışişleri Bakanı Andrassy'nin de görevden ayrılacağı söylentileri ortaya çıkınca Bismarck köklü bazı kararlar alma gereğini hissetti. Andrassy, Avusturya-Macaristan Dışişleri Bakanlığı'na geldiği günden beri Bismarck'ı askerî bir antlaşma konusunda ikna etme çabası içindeydi. Ancak Bismarck böylesi bir antlaşmanın Avusturya açısından doğrudan doğruya Rusya'yı hedefleyeceğini bildiğinden, buna yanaşmak istemiyordu. Zira böyle bir ortamda Rusya, Fransa'ya ya-kınlaşabilir ve bir savaş durumunda Almanya'nın tarihsel olarak ve bugün bile en korktuğu şey gerçekleşebilir ve Almanya "iki cephede' savaşmak zorunda kalabilirdi. Ancak Rusya'yı uzaklaştırmama çaba31 Taylor, A. J. P., a.g.e., s.220.
avrupa'da dengesiz denge
lan içindeyken Avusturya'yı uzaklaştırmak da, Bismarck'ın en son isteyebileceği şeydi. Bu koşullar altında Bismarck 13 Ağustos 1879'da And-rassy'ye bir mesaj göndererek, görüşme talebinde bulundu. Bismarck'ın mektubundan iki gün sonra Çar II. Aleksandr amcası I. Wilhelm'e bir mektup yazarak Bismarck'ın tutumuyla ilgili şikâyetlerini bildirmişti. Ve bu mektuptan iki hafta kadar sonra 28 Ağustos 1879'da Bismarck ve Andrassy Gastein'de biraraya geldiler. O zamana dek Bismarck'a yakınlığı ile bilinen Andrassy, bu kez hiç beklenmeyen bir biçimde Bismarck'a dişlerini gösterdi. Zira yıllardan beri önermiş olduğu ve Almanya'yı razı edemediği askerî ittifak önerisi bu kez Almanya'dan geliyor ve kozlar Avusturya-Macaristan'ın eline geçmiş bulunuyordu. AvusturyaMacaristan, İngiltere ile aralarında doğmuş bulunan iyi ilişkileri bozmak istemediğinden Almanya'nın yaptığı askerî ittifak önerisini, salt Rusya'ya karşı kabul etti. Zira Almanya ile Fransa açısında çıkabilecek bir savaşa hiçbir şekilde "taraf" olmak istemiyordu. Buna karşılık Bismarck da bunu kabul etmek zorunda kaldı. Çünkü amacı Fransa'ya karşı bir müttefik bulmak değil, Avusturya'yı yalnız bırakarak kendine müttefik arar bir duruma düşürmemekti. Böyle bir durumda Avusturya'nın Fransa ya da İngiltere ile yapacağı bir anlaşma, Almanya için endişe verici olabilirdi. Kaldı ki bu ittifakla Rusya'nın eli kolu bağlanmış oluyordu. Eğer Almanya, Fransa ile savaşa tutuşursa, Rusya'nın savaşa girmesi durumunda Avusturya da Rusya'ya karşı savaşa girecekti. Zaten Bismarck herhangi bir genişleme peşinde de değildi. Temel amacı, defalarca belirttiğimiz üzere Avrupa'da dengenin sürdürülmesi ve statükonun korunmasıydı. Avusturya politikası konusunda Bismarck anılarında şöyle yazmaktadır:32 ... Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun bağımsız ve kuvvetli bir büyük devlet olarak kalması, Almanya için Avrupa muvazenesinin muhafazası bakımından bir ihtiyaçtır; icabında bu uğur32
Bismarck, Otto von, a.g.e., s.360 vd.
ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
da memleketin barışı vicdan huzuru ile tehlikeye konabilir... Avusturya ile Rusya'nın Balkanlar'da birbirine aykırı menfaatleri oluşu bizim için... bir avantaj teşkil etmektedir; Rusya ile Prusya arasında ise münasebetlerin kesilmesine ve harbe meydan verecek derecede kuvvetli menfaat aykırılıkları yoktur...
Almanya ile Avusturya-Macaristan arasında 7 Ekim 1879'da imzalanan askerî antlaşma 5 yıl için yapılmıştı. Sürenin sonunda taraflardan birinin karşı çıkmaması durumunda, anlaşma otomatik olarak uzayacaktı. Nitekim bu anlaşma 1918'e dek yürürlükte kalmıştı.33 Antlaşmanın koşullarına göre taraflardan biri Rusya'nın saldırısına uğrarsa, diğer taraf tüm gücüyle savaşa katılacaktı. Eğer taraflardan biri, bir başka devletin saldırısına uğrarsa, diğer taraf savaşa girmeyecek, fakat yardımcı bir tarafsızlık izleyecekti. Eğer taraflardan biri bir başka saldırgan devletle birlikte savaşa girerse, diğer taraf da derhal savaşa katılacaktı. Dikkat edilirse antlaşma koşullarında sürekli olarak "saldırıya uğrama" kavramı işlenmektedir. Almanya'nın çabasıyla oluşan bu durumun nedeni, Avusturya'nın Rusya'ya karşı özellikle Balkanlar'da saldırgan emeller beslemesini engellemekti. Zaten biraz önce değinmiş olduğumuz gibi, Bismarck'ın Rusya'dan vazgeçmeye niyeti yoktu. Zaten İmparator Wilhelm bu gizli antlaşmanın "şövalyelik kuralları" uyarınca Rusya'ya duyurulmasını istemişti. Yani herhangi saldırgan bir niyet beslerse, neyle karşılaşacağı konusunda Moskova'yı uyarmak istiyordu. Buna Bismarck'ın da fazla bir itirazı yoktu. Zira bu anlaşmadan çekinerek Almanya'ya yakınlaşır umudundaydı. O dönemde Rusya ile İngiltere'nin arası da gözle görünebilecek kadar açılmıştı. Zaten Rusya'nın Boğazlar'ı ele geçirme politikası İngiltere'yi geleneksel olarak tedirgin etmekteydi. Bu nedenle Ayastefanos'ta Bulgaristan'a bir Ege çıkışı bulmuş olan Rusya, Berlin'de İngiltere'nin baskısıyla bundan vazgeçmek zorunda kalmıştı. Ayrıca biraz sonra da değineceğimiz gibi iki devletin Afganistan üzerindeki müca33 Armaoğlu, E, a.g.e., bkz. s.251, Bridge, a.g.e., s.105 vd.
jivrupa'da dengesiz denge 369
delesi de sürmekteydi. Rusya'nın Almanya ya da Avusturya ile girişeceği bir savaşta, İngiltere'nin Rusya'yı desteklemeyeceği açıktı. Bu koşullar altında Rusya Almanya'ya başvurarak, üç devlet arasında imparatorlar düzeyinde görüşme talebinde bulunarak bir anlamda "Üç İmparator Ligi"nin canlandırılmasını istedi. Çok uzun süren görüşmelerden sonra 18 Haziran 1881'de imzalanan antlaşma genel olarak "II. Üç İmparatorlar Ligi" olarak adlandırılır. Çok gizli yürütülen görüşmelerden sonra yapılan anlaşmanın gene çok gizli olan hükümleri ancak Birinci Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda açıklanmıştır II. Üç İmparatorlar Ligi'ni oluşturan antlaşma üç yıl için yapılmıştı ve üç maddeden oluşuyordu:3* Bu antlaşma I. Üç İmparatorlar Ligi'ne isminden başka bir noktayla benziyor da değildi. Gerçekten Avrupa'daki sosyal huzursuzlukların temel alındığı I. Lig'in aksine II Lig, bir paylaşım anlaşmasıdır. Anlaşmanın koşullarına göre; Taraflardan biri dördüncü bir devlet ile savaşa girerse, diğer taraflar yardımcı bir tarafsızlık güdecekler ve savaşın genişlememesine çalışacaklardı. Taraflar Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'daki topraklarının statükosunun değiştirilmemesi konusunda görüş birliği içindeydiler ve Avusturya-Macaristan'ın Berlin Antlaşması'yla Bosna-Hersek'te kazandığı haklara saygı gösteriyorlardı. Taraflar Boğazlar'ın istisnasız tüm ülkelere kapalılığı ilkesinde anlaşıyorlardı. Eğer Osmanlı İmparatorluğu bu kuralı zorlar ve herhangi bir ülkeye geçiş ya da üs konusunda ayrıcalık tanırsa; üç devlet ortak olarak davranacaklardı. Koşullardan görülebileceği üzere bu "Lig" her üç devlet açısından hayatî bazı konularda çözüm getiriyordu. Almanya için Fransa'nın Rusya ya da Avusturya-Macaristan'la ittifak yapma koşulu kalmamıştı. Avusturya, hem Bosna-Hersek'te kazandıklarını onaylatıyor ve hem de Rusya'nın olası genişleme emellerine set çekmiş oluyordu. 34 Taylor, A. J. R, a.g.e., bkz. s.270 vd.
370 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Rusya ise Karadeniz konusunda aradığı güvenceye kavuşmuş olduğu gibi,35 Kafkaslar'da ve Doğu Anadolu'da Osmanlı İmparatorluğu'nun aleyhine genişlemesini engelleyecek herhangi bir kısıtlamaya bağlı olmaksızın politikasını ayarlayabilecekti. Bu anlaşma Almanya ile Avusturya-Macaristan arasındaki ittifak anlaşmasına da ters düşmüyor ve yürürlükten kaldırmıyordu. Zaten biraz yukarıda değindiğimiz gibi, bu ittifak 1918 senesine dek sürecektir. Bismarck bu hususa özel önem vermiş ve görüşmeler sırasında özellikle vurgulanmasını istemiştir. Üçlü İttifak 1870 sonrasında Bismarck Almanya'sının sürekli barış pompalaması nedeniyle göreli bir denge oluşmuştu. Borçlarını ödeyen Cumhuriyet Fransa'sı, artık yeni oluşan denge içinde bir yer aramak durumundaydı. Avusturya-Macaristan'ın ve Rusya'nın Balkanlar'daki amaçları da şu ya da bu şekilde yerine gelmişti. İç sorunlarını çözüme bağlayan İngiltere gözlerini yeniden tümüyle sömürgelerine çevirmişti. İşte bu koşullar altında İtalya da bir dizi ittifaklar sistemi içinde yeralarak, bunun verdiği rahatlıkla gözlerini sömürgelere çevirmek istiyordu. Ve normal koşullarda Avusturya-Macaristan ve Fransa ile "Katoliklik" zemini üzerinde bir anlaşmaya varması beklenebilirdi. Berlin Konferansı'na katılan İtalyan delegelerine büyük devletler fazla bir itibar göstermemişler ve pek çok devletin "bir şeyler" kopardığı bu konferans İtalya'ya hiçbir şey getirmemişti. Bu durumda İtalya hemen yarımadanın karşısındaki Tunus'a gözlerini çevirdi. Kuramsal olarak Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı bulunan ve bir "Bey"in yönetimindeki Tunus'ta zaten yoğun İtalyan yatırımları ve 20.000'in üstünde İtalyan vatandaşı vardı. Ancak aynı bölgeye Fransa da ilgi duyuyordu ve Bismarck, Fransa'nın yitirdiği toprakların acısını 35 Rus Çarı II. Aleksandr'ın 13 Mart 1881'de bir suikaste kurban gitmesi sonucu tahta çıkan oğlu III. Aleksandr, babasının Almanya'ya beslediği dostluk duygularını paylaşmıyordu. Bu nedenle anlaşmanın hazırlanması uzamış, ancak Karadeniz konusundaki istekleri böylesi doyurucu bir biçimde formüle edilince, anlaşmayı kabul etmişti-
avrupa'da dengesiz denge 37^
unutturabilmek için Fransa'yı Tunus konusunda özendiriyordu. Zaten sadece Fransa değil, Avusturya da bu konudaki zahiri onayını belli etmişti. Ve gerçekten 1881 Mayıs'ında Tunus'a çıkan Fransız kuvvetleri burayı ele geçirdiler. Tunus beyi 12 Mayıs 1881'de imzaladığı Barış Anlaşması'yla "Fransa Protektaratını-Korumasını" kabul etti. Oysa ki bölgede Fransız yatırımı olmadığı gibi, Tunus'taki Fransız vatandaşının sayısı da 200'ün üzerinde değildi. Tabiî Osmanlı İmparatorluğu da durumu protesto etmekten geri kalmadı. İngiltere'den bazı olumsuz sesler yükseldiyse de, daha birkaç yıl önce benzer bir biçimde Kıbrıs'a yerleşen İngiltere bu hususta Fransa'ya ne diyebilirdi? Tunus sorunu İtalya'ya Avrupa diplomasisinde ne denli yalnız olduğunu göstermişti. Herhangi bir ciddi tehdit altında olmamakla ve ufak tefek kimi sınır sorunları dışında Avrupa'da bir talebi olmamakla birlikte varlığını tek başına sürdürebilmenin güçlüklerinin bilincinde olarak, kendine müttefik aramaya başladı. Ve en uygun devlet olarak Almanya'ya başvurdu. Bismarck, İtalya ile yapılacak bir ittifakın askerî olarak fazla bir değeri olmadığını düşünmekle birlikte, İtalya'yı Fransa'dan tümüyle ayırmak amacıyla böyle bir ittifaka razı oldu. Ancak İtalya'nın Avusturya ile olan sınır anlaşmazlıklarının çözümlenmesi ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun da bu ittifaka katılması koşulunu ileri sürdü. Gerçekten İtalya'nın verdiği ödünlerden sonra Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya arasında 20 Mayıs 1882'de "Üçlü İttifak" imzalandı. Beş yıl için imzalanan ve 1892, 1907 ve 1913'te genişletilerek yenilenen bu gizli antlaşmanın koşullarına göre;36 Taraflardan biri, iki ya da daha çok büyük devletin saldırısına uğrarsa diğer iki devlet ona yardım edecekti, İtalya, Fransa'nın saldırısına uğrarsa, diğer iki devlet yardımda bulunacaklardı. Bunların dışında tarafların uğrayacakları herhangi bir saldırı sırasında diğer taraflar yardımcı bir tarafsızlık izleyeceklerdi. 36 Bkz. Uçarol, R., a.g.e., s.228.
372 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
1888'de Romanya'nın da katılmasıyla "Dörtlü İttifak" biçimine dönüşen bu anlaşma kuramsal olarak 8 Temmuz 1920'ye dek yürürlükte kalmıştır. Ancak İtalya 1902'de Fransa ile gizli bir tarafsızlık anlaşması imzaladığından bu ittifakın içinde yeraldığı Birinci Dünya Savaşı'na katılmayacaktır. 1887 Almanya-Rusya Güvence Antlaşması 19. yüzyılın son yıllarında Avusturya-Macaristan tarihinin sosyal bakımdan en karmaşık günlerini yaşarken, ekonomik açıdan büyük bir gelişme içindeydi. Ve belki bu ekonomik kalkınmanın verdiği güvenle ve belki de sırtını Almanya'ya dayamış olmanın verdiği güvenle Balkanlar'da açıkça genişleme siyaseti güdüyor ve Osmanlı İmparatorluğu bir yana, Rusya ile de çatışma noktasına dek gelmekten geri kalmıyordu. Bu arada 1881'de Sırbistan'la anlaştıktan sonra 1887'de de İngiltere ile Balkanlar konusunda yaptığı anlaşma Avusturya'yı iyice saldırganlaştırmıştı. Zaten İngiltere ile yaptığı anlaşmaya göre, Balkan-lar'da Rusya'ya karşı ortak bir politika izleyeceklerdi. Bismarck'ın Avusturya-Macaristan'ı dizginlemek için yaptığı girişimler de sonuç getirmiyordu. Ve bunların sonucu olarak Rusya kendine yeni müttefikler arar olmuştu. Elbette o günlerin Avrupa dengesi içinde Rusya için en uygun müttefik Fransa olabilirdi. Fransa, yaralarını tümüyle sarmış ve sömürgecilik politikasında da yüzünü güldüren sonuçlar almıştı. Fakat Bismarck'ın haklı olarak korktuğu üzere Alsas-Loren'i de unutamamışlardı. Zaten salt bu amaçla kurulmuş çok sayıda dernek, konuyu sürekli işleyerek unutulmasına engel olmak istiyorlardı. Bu derneklerin çok ateşli üyelerinden biri olan General Boulanger'in 1886'da Dışişleri Bakanlığı'na getirilmesiyle, Fransa'da genel bir Almanya düşmanlığı esmeye başladı ve "militarizmin" ilkeleri her yanda geçerli oldu. Hattâ yeni askerî yatırımlara girişildiği gibi, sömürgelerdeki kimi askerî birlikler de Fransa'ya geri çağırıldı.37 Ve çok ilginç bir olgu olarak, ordunun gereksin37 Bkz. Armaoğlu, E, a.g.e., s.272 vd.
avrupa'da dengesiz denge 373
diği barut üretimi için Almanya'dan büyük ölçüde hammadde satın alındı. Bismarck, Fransa ile ittifak görüşmeleri yaptığını duyduğu Petersburg'a "Üç imparatorlar Ligi"ni canlandırmak konusunda öneriler yaparken, Fransa'ya karşı da çok sert önlemler almaya başladı. Yeni bir askerî ödenek alarak ordunun asker sayısını artırdı. Almanya'nın bu tutumu Fransa'yı endişelendirdi ve Boulanger 1887 Ma-yıs'ında görevinden alındı. Bismarck, Boulanger'in getirdiği militarist havanın dağılmasına rağmen uzun dönemde gene doğabileceğinin bilincinde olarak, Petersburg'u "Üç İmparatorlar Ligi"nin canlandırılması konusunda sıkıştırıyordu. Ancak Rusya, Avusturya'nın yeralacağı hiçbir anlaşmaya katılmayacağını açıkça belirtince; Almanya ikili bir anlaşmaya razı oldu. Fakat Avusturya-Macaristan ile yapmış olduğu 1887 ittifakının koşullarının da gözönünde bulundurulmasını şart koştu. Afganistan konusunda İngiltere ile çatışan ve İngiltere'nin 24 Mart 1887 Antlaşmasıyla Balkanlar'da Avusturya'yı tümüyle destekleyeceğini anlayan Rusya da buna razı olmak zorunda kaldı ve 18 Haziran 1887'de Rusya-Almanya Güvence Antlaşması imzalandı. Bunun koşullarına göre;38 - Almanya'nın Fransa'ya saldırması ve Rusya'nın Avusturya'ya saldırması dışında kalan tüm savaş durumlarında, taraflardan biri üçüncü bir devletle savaşa tutuşursa, diğer devlet yardımcı bir tarafsızlık politikası izleyecek ve savaşın yayılmamasına çalışacaktır. - Boğazlar'ın istisnasız tüm devletlere geçiş için ve üs kurmak için kapalılığı konusundaki ilke yenileniyor ve Bulgaristan üzerindeki meşru Rus haklarının vurgulanmasından sonra, Balkanlar'da statükonun korunmasına çalışılacağı belirtiliyordu. Ancak anlaşmanın çok gizli bir başka noktasına göre, eğer Rusya Boğazlar'ı kendi korumak zorunda kalırsa, Almanya bunu destekleme yükümlülüğü altına giriyordu. 38 Bkz. Taylor, A. J. P., a.g.e., s.317.
374 '
kinci
bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Üç yıl için yapılan bu gizli antlaşma 1888'de tahta çıkan II. Wilhelm'in Rusya'yı dışlayan dış politikasıyla anlamını yitirdi. Zaten bir sonraki bölümde anlatacağımız gibi, II. Wilhelm ağırlığı Avrupa'ya değil, dış ülkelere vermek amacındaydı. Ve bu çerçeve içinde 1890'da Rusya güvence antlaşmasının uzatılmasını istediği zaman, Almanya bu öneriye itibar etmedi. Artık Rusya ile Almanya'nın arası açılmaya başlamış ve yeni bir dengenin ya da bloklaşmanın temelleri atılmıştı. AVRUPA'DA BLOKLARIN OLUŞMASI Bismarck'ın Yıldızının Sönmesi ve II. Wilhelm'in Dış Politikası Almanya İmparatoru I. Wilhelm'in 1888'de ölümü üzerine tahta çıkan III. Friedrich'in de üç ay sonra ölmesiyle II. Wilhelm Alman İmparatoru oldu. Daha veliahtlığı sırasında aralarında başgösteren anlayış farkından ötürü, II. Wilhelm ile Bismarck'ın birarada çalışmaları zaten düşünülemezdi. Fakat gene de iki yıl kadar birbirlerine katlanmak zorunda kaldı. Bismarck imparatoru eninde sonunda etkisi altına alabileceğini umut ediyor; II. Wilhelm de Alman Birliği'nin mimarı olan ve yıllardan beri Avrupa diplomasisinin bu parlak yıldızını gözden çıkarma konusunda tereddüt ediyordu. Ancak II. Wilhelm ile Bismarck arasında, tüm temel noktalarda anlaşmazlıktan öte bir "uzlaşmazlık" ve "bağdaşmazlık" vardı. Bismarck'ın tutuculuğuna ve sosyal demokratlara karşı olan "nefretine" karşılık, II. Wilhelm bir anlamda "liberal"39 ve sosyal demokrat harekete karşı hoşgörülüydü. Dış politikada ise II. Wilhelm, Rus dostluğuna ve Avrupa dengesine birinci dereceden önem vermiyor, asıl ilgisini sömürgelere çeviriyordu. Bu çerçeve içinde Rusya'yı yandaş olarak kazanmak yerine, Osmanlı İmparatorluğu üzerinde oynamak ve bu kanaldan Ortadoğu'ya sarkmak istiyordu. Almanya'nın dünya politikasında ağırlıklı bir yeri olmasını istiyor, bir "Dünya Politikası (Weltpo-litik)" izlemek istiyordu. 39 II. NVİlhelm, Bismarck'ın gözünde "korkunç Iiberal"di.
Alman İmparatoru II. VVühelm'i ve uyguladığı Doğu politikasını hicveden bir r„
rraı
Bız karücaturj,
37"
ikinci
bolüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Bismarck ise aralarındaki anlaşmazlığı bambaşka bir düzeyde açıklamak eğilimindedir. Anılarında şöyle der:40 ... İmparator II. Wilhelm; etrafında şahsî fikirleri olan ve branşları dahilindeki ihtisas ve tecrübelerinin verdiği selahiyetle kendisine itiraz edebilecek mesai arkadaşlarını bulundurmak ihtiyacını duymamaktadır. Ağzımdan "tecrübe" kelimesini işitmek adeta keyfini kaçırırdı. Bir gün şu sözü sarfetmesine sebep oldu: "Tecrübe mi, şüphesiz ki benim tecrübem yok...
Hiç kuşku yok ki, II. Wilhelm ile Bismarck arasındaki anlaşmazlık nedenleri arasında, kendini bir tür "vesayet" altında gören imparatorun huzursuzluğunu da görebiliriz. Ancak bunun da ötesinde iç ve dış politika beklentileri farklıydı. Ve özellikle II. Wilhelm'in dış politikası İngiltere, Fransa ve İngiltere'yi aralarındaki her türlü anlaşmazlığı bir kenara iterek, bir blok halinde birleşmeye itti. Zira Almanya'nın gitgide güçlenmesi ve güçlü bir donanmayla varlığını denizlerde de hissettirmesi ve Osmanlı İmparatorluğu'nu bir ölçüde etkisi altına alarak Ortadoğu'ya doğru uzanması İngiltere'yi çok rahatsız etmiş ve Osmanlı İmparatorluğu'nu desteklemekten vazgeçerek, Rusya'yı destekler bir havaya girmesine neden olmuştu. Rusya da Almanya'yı kendi gelişmesi için bir engel ve dahası Polonya ve Balkanlar'daki varlığı ve çıkarları açısından büyük bir tehlike olarak görmeye başlamıştı. Zaten Balkanlar'daki geleneksel düşmanı Avusturya'nın Almanya ile olan çok sıcak ilişkileri aynı çıkarları açısından çok tehlikeliydi. Fransa ise ne 1870 yenilgisini unutmuş, ne Alsas-Loren'i yitirişini hazmetmiş ve ne de Avrupa üstünlüğünü yitirmesinin acısını sindirebilmişti. Kaldı ki, bunlardan hiçbirisi olmasa bile, çığ gibi güçlenen Almanya karşısında Rusya ve İngiltere ile anlaşmaktan başka bir seçeneği yoktu. Ve tüm bu gelişmeler Avrupa'da yepyeni bir denge ortaya çıkartacaktı. 40
Bismarck, Otto von, Düşünceler ve Hatıralar, c.III, MEB Yay., 2. baskı, İstanbul, 1967, s.52.
avrupa'da dengesiz denge 377
"Üçlü Anlaşma" Blokunun Oluşması Almanya'nın İtalya ve Avusturya-Macaristan İttifakı'ndan dolayı "Üçlü İttifak" diye adlandırılan blokuna karşılık; İngiltere, Fransa ve Rusya aralarında bir "ittifak" oluşturamamışlar; fakat karşılıklı yaptıkları anlaşmalarla, aralarındaki sorunları çözümlemişler ve Almanya'nın karşısına bir blok olarak çıkmışlardır. Bu nedenle Rusya, İngiltere ve Fransa'nın oluşturduğu bloka "Üçlü Anlaşma (İtilaf)" adı verilir. Ve bu sürecin üç önemli aşaması vardır. Birinci aşama Rusya ve Fransa arasında önce 1892'de genelkurmaylar düzeyinde imzalanan ve olası bir Alman saldırısına karşı birlikte savaşmayı öngören anlaşmanın, 1894'te hükümetler düzeyinde yenilenmesi oldu. Böylece Alman genelkurmayının en korktuğu husus, "iki cephede savaşma zorunluluğu" ortaya çıkmış oluyordu. İkinci aşama 1904'te İngiltere ve Fransa arasında imzalanan ve "Entente Cordiale" olarak adlandırılan antlaşmadır.41 Bu anlaşma ile temel olarak İngiltere ve Fransa arasındaki sömürge anlaşmazlıklarının ve pürüzlerinin çözümlenmesi amaç edilmişti. Üçüncü ve son aşama 1907'de Rusya ve İngiltere arasında imzalanan anlaşmadır. Bununla Tibet, İran ve Afganistan sorunları çözümleniyordu. Artık bloklar .oluşmuştu. Almanya'nın "Üçlü Anlaşma"yı çözmek için girişeceği çaba sonuç getirmeyecek ve olaylar kaçınılmaz olarak Birinci Dünya Savaşı'yla sonuçlanacaktır.
41 ingiltere ve Fransa arasındaki sömürgelerin karmaşık durumlarını ve bu konuda girişilen savaşımı en azından bu kitabımda anlatma olanağımız yok.
1
_
Paris ve Berlin Konferansları Arasındaki Dönemde Osmanlı İmparatorluğu1
DÖNEME GENEL BİR BAKIŞ aris Konferansı Osmanlı İmparatorluğu'nun gitgide kötüye dönen kara kaderini değiştireceği izlenim ve umutlarını vermişti. Tanzimat ve Islahat fermanlarının getireceği olumlu hava içinde Avrupa devletlerinin güvencesi altında toprak bütünlüğünün korunacağı ve belki de bu düzenin uzun süreli olacağı düşüncesi ortaya çıkmıştı. Ancak çağ, "ulusçuluk çağı" ve "emperyalizm çağı" idi. İmparatorluğun geniş toprakları üzerinde yaşamakta olan farklı uluslar, kendi ulusal devletlerini kurma hayali içinde yaşarlarken; özellikle Rusya ve Avusturya, Macaristan, Balkanlar'da kendi emperyalist amaçları doğrultusunda tahrik ve teşviklerden geri durmuyorlardı. Ancak her şeye karşın Osmanlı İmparatorluğu belirli alanlardaki geri kalmışlığını ve eksikliğini kapatmak çabası içindeydi. Bunlar arasında ilk planda; yönetim, basın, iletişim, ulaştırma ve milli eğitim
P
1 Kitabımızın önsözünde de belirtmiş olduğumuz gibi, belirli bir boyutta kalmak zorunda olduğumuzdan, kitabı iki cilt olarak planlamak zorunda kaldık. Ve bu dönemin çok önemli gelişmelerini ayrıntılı olarak ele almayı 2. cilde bıraktık. Ama gene de dönemi "kuşbakışı" bir biçimde ele almayı yararlı buluyoruz.
380 ikinci böiüm: yeni bir dünyada denge arayıştan
alanındaki çabalarla, yasal düzenleme konusundaki çabalar görülmekteydi. İletişim alanında İstanbul'dan Bağdat'a kadar uzanan bir telgraf hattı, sonuçlan açısından çok önemliydi.2 Deniz ulaşımı alanında da Kızıldeniz kıyısındaki iskeleler arasında buharlı gemilerle yük ve yolcu taşımak üzere "Mecidiye" isimli bir şirket kurulmuştu. Gereğinde bu şirket Akdeniz limanları arasında da yük ve yolcu taşımacılığı yapacaktı. Demiryolu ulaşımı alanında da, değişik yörelerde yaptırılması düşünülen demiryolları için yabancı şirketlere ilk imtiyazlar verilmeye başlanmıştı. İstanbul'un yönetiminde karşılaşılan güçlükler nedeniyle, kent altı belediye bölgesine ayrıldı. Bu ayrım günümüz ilçe örgütlenmesinin başlangıcı olmaktaydı. Milli Eğitim Bakanlığı örgütlenerek, eğitimin yönetimsel sorunlarının çözümlenmesine çabalanmaya başlandı. Basınla ilgili çağdaş yasalar getirilerek, bir ölçüde sansür kaldırıldı. Asıl önemli düzenlemeler yasal alanda oldu.3 Tanzimat ve Islahat fermanları arasındaki dönemde 1840'ta İslâm ilkelerinden ayrılınmamakla birlikte, Batısal bir biçimde yazılmış bir ceza yasası çıkartılmış ve çok eksik olan bu yasa 1851'de "Kanun-ı Cedit" adlı yeni bir ceza yasasıyla tamamlanmıştı. Ayrıca 1850'de Fransız Ticaret Yasa-sı'na dayanan bir ticaret yasası çıkartılmıştı. 1858'de ise Gene Fransız Ceza Yasası'na dayanan yeni bir ceza yasası çıkartıldı. Aynı yıl bir de "Arazi Kanunu" çıkartıldı. 1861'de Ticaret Mahkemeleri Usûlü Kanunu, 1863'te Deniz Ticaret Yasası çıkartıldı. Gene aynı dönemde çok önemli yasal bir düzenleme olarak yeni bir medeni kanun hazırlandığını görmekteyiz. Yasaların genellikle diğer devlet yazılarının kopyası olarak alınmasına karşılık, bu yasa Ah-med Cevdet Paşa başkanlığında çalışan bir komisyon tarafından 1869-1876 yılları arasında süren çok yoğun çabaların bir ürünü olarak hazırlanmıştır. "Mecelle-i Ahkâm-i Adliyye" adı verilen ve kısaca "Me2 3
Mufassal Osmanlı Tarihi, c.6, İstanbul, 1972, s.3090 vd. Üçok, Coşkun, bkz. a.g.e., s.209 vd.
paris ve berlin konferansları arasındaki dönemde Osmanlı imparatorluğu 3"^
celle" diye adlandırılan bu yasa İslâm hukukunun Hanefi mezhebi ilkelerine göre hazırlanmıştı. 100 maddelik genel hükümleri izleyen 1751 madde, 16 kitaba ayrılmıştı. Bu dönemin yasal düzenlemesi salt yeni yasaların çıkartılması olarak kalmamış, bir yandan da mahkemelerin düzeltilmesi yoluna gidilmiştir. Şeriyye mahkemelerinin yanısıra, yeni yasaların uygulanacağı "Nizamiye Mahkemeleri" kurulmuş ve bunun yanısıra " Yargı tayMahkeme-i Temyiz" ve "Danıştay-Şûra-i Devlet" kurulmuştur. DÖNEMİN ÖNEMLİ SİYASAL OLAYLARI İmparatorluğun yaralarını sarmaya çabaladığı bu dönemde gerek Doğu'da ve gerekse Batı'da çıkan ayaklanma ve huzursuzluklar, Babıâli'ye rahat bir nefes almak olanağını vermemiş ve kimi zaman dış tahrik ve destek de bulan bu olaylar, imparatorluğa zor günler yaşatmıştır. Cidde Olayı (1858) Tanzimat ve Islahat fermanlarının Hıristiyan ve Müslüman tebaaya eşitlik getirmesi, genellikle her iki tebaa tarafından da doyurucu bulunmamıştı. Hıristiyan tebaa verilen eşitliğin salt lafta kaldığını düşünürken, Müslümanlar da böylesi bir eşitliği hazmedemiyorlar, bir "gerileme" olarak değerlendiriyorlardı. İşte Cidde Olayı bu düşünce yapısının bir sonucu olmuştur. Hac mevsimine rastlayan 15 Temmuz 185 8'de Cidde'de ayaklanan Müslüman halk Hıristiyanların üzerine yürüyerek bir kısmını öldürdüler ve mallarını yağmaladılar. Devlet güçlerinin bastıramadığı bu hareketler sırasında İngiliz ve Fransız konsolosları da öldürülenler arasında idi. Paris koşullarına göre böylesi bir durumda İngiltere ve Fransa'nın Osmanlı İmparatorluğu'na başvurmadan herhangi bir önlem almaması gerekiyordu. Oysa ki bu iki devlet hiç çekinmeden ortak bir donanma göndererek Cidde'yi bombaladı ve ayaklanmanın elebaşısı olduğu iddiasıyla eşraftan on kişiyi astırdı.
3Ö2 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Antlaşma koşullarına böylesine aykırı hareket edilmesi karşısında Babıâli'nin ciddi bir tepkisi olmadı. Ancak bu zayıflık, diğer bölgelerde de ayaklanmalar çıkmasını teşvik etti. Bunlar arasında en önemlisi 18601861 Suriye Bunalımı olmuştur. Bosna-Hersek Ayaklanması (1857-1859) Bosna'da çiftlik sahibi kimi Müslüman ailelerin Babıâli'ye zaman zaman başkaldırdıkları görülmekteydi. Ancak 1857'de bu kez Hıristiyan köylüler ayaklandı. Gerçekten bunlar ağır vergiler altındaydılar ve Islahat Fermanı'nın öngördüğü düzenlemeler Bosna-Hersek'te geç kalmıştı. Ayaklanma yerel yöneticilerin önlemeleriyle bastırılınca Avusturya'ya kaçan kimi isyancılar, hem Avusturya hükümetine ve hem de Osmanlı Elçiliği'ne başvurarak Islahat Fermanı hükümlerinin Bosna-Hersek'te de uygulanmasını istediler. Avrupa kamuoyu, basın tarafından da şiddetle desteklenen bu olaylar karşısında Yunan Ayaklanması'ndakine benzer bir heyecana kapıldı. "Barbar Türklerin zulmettiği Hıristiyanlar" teması duygusal bir biçimde işlenmeye başlandı. Ayaklanmacılar "Treçine" adı verilen 1/3 oranındaki toprak vergisinin kaldırılmasını isterken, Batı kamuoyu bir haçlı seferi psikolojisine itilmişti.4 Sonunda İstanbul'dan gönderilen bir komisyon yerinde çalışmalara başladı. Tarafların karşılıklı taleplerinin uzlaştırıldığı "Bosna-Hersek Çiftlik Nizamnamesi" 13 Eylül 1859'da yasalaştırıldı. Ancak bu yasa da huzursuzlukları ortadan kaldıramayacak ve bölgedeki karışıklık sonunda "93 Harbi "ne neden olacaktır. Bu arada Bosna-Hersek Ayaklanması sürerken, Karadağ'da da bir ayaklanma başgösterdi. Ayaklanmacıların üzerlerine gönderilen Osmanlı ordusu 13 Mayıs 1858'de Krahovo'da yenildi. Bunun üzerine toplanan uluslararası bir kongrede, sınır sorunları ele alındı. Karadağlılar Adriyatik kıyısını ve Hersek'in bir bölümünü istiyorlardı. Rus ve Fransız temsilcilerinin Karadağlılar'ı tutmasına karşın, Avustur4
Üçok, Coşkun, a.g.e., bkz. s.210 vd.
parİs ve berlin konferansları arasındaki dönemde osmanlı İmparatorluğu 3°3
ya'nın da desteklediği Osmanlı İmparatorluğu bunu vermedi. Ufak tefek kimi sınır değişiklikleri yapıldı. Suriye Bunalımı Osmanlı İmparatorluğu'nun o döneminde Suriye olarak adlandırılan bölge, günümüzdeki Suriye'nin topraklarından daha genişti ve Lübnan, Filistin ve Suriye'yi kapsamaktaydı. Bu bölge Haçlı Seferleri'nden beri Batılı devletlerin ilgisini çekmiş ve burada değişik misyoner örgütleri kurulmuştu. Arap halk arasında çoğunluk Müslüman olmasına karşın bunlar arasında da mezhep farklılıkları vardı. Aynı şey Hıristiyanlar için de sözkonusuydu. Yerel etnik grupların en güçlülerinden olan Maruniler Katolikken, kutsal yerler sorununu anlatırken değindiğimiz üzere İngiltere'nin yoğun çabalarının sonucu olarak Dürzilerin bir bölümü Protestanlığı seçmişlerdi. Gene Dürziler arasından bir bölümü de Müslümandı. Cidde olayları ve İngiliz-Fransız ortak filosunun Cidde'yi topa tutması Suriye Müslümanları arasında huzursuzluklara yolaçmış ve özellikle Babıâli'nin bu gelişmelere seyirci kalması, ayaklanma arzularını kamçılamıştı. Ancak Suriye'deki Hıristiyan gruplar güçlü ve örgütlü oldukları gibi; yoğun dış destekleri de vardı. Bu nedenle çıkan olaylar Müslümanların Hıristiyanları katletmesi biçiminde değil, karşılıklı çatışmalar biçiminde gelişmişti. Yerel yöneticilerin karışıklıkları bastıramaması üzerine Fuad Paşa olağanüstü yetkiler ve güçlü bir donanmayla Suriye'ye gönderildi. 1860 Temmuz'unun ikinci yarısında Lübnan'a gelen Fuad Paşa ayaklanmayı sert önlemlerle bastırarak düzeni sağladı.5 Fakat başta Fransa olmak üzere Avrupa devletlerinin önemli bir bölümü, bu huzursuzluğu kullanmak amacındaydılar. İngiltere, Rusya ve Fransa dışında italya, Hollanda, Avusturya ve Yunanistan Beyrut'a gemilerini göndererek "uyruklarını koruma" çabasına giriştiler. Böylece sorun, uluslararası bir nitelik kazanmış oluyordu. Ve bu sorunu çözümlemek 5
Şehabettin Tekindağ, "Lübnan", Î.A., c.VII, s.105.
ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
için büyük devletlerin temsilcileriyle Osmanlı temsilcilerinin katılmasıyla oluşan bir komisyon İstanbul'da yapılan yoğun çalışmalar sonunda, yeni yönetimin ilkelerini belirledi. Hükümetlerin onayı ile yürürlüğe giren "Lübnan Nizamnamesi"nin önemli maddeleri şunlardır:6 - Lübnan, Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı kalıyor ve vergisini İstanbul'a gönderiyordu. Ancak Osmanlı İmparatorluğu adına toplanacak olan vergiler önce Lübnan'ın gereksinmeleri için kullanılacak ve kalan bölümü gönderilecekti. - Tüm yürütme gücü İstanbul tarafından atanacak Hıristiyan bir mutasarrıfta olacaktı. Bu mutasarrıfın yanında tüm yerel güçlerden ikişer temsilcinin katılacağı bir meclis bulunacaktı. - Lübnan yönetim açısından bağımsız meclislere sahip olacak olan altı bölgeye ayrılacaktı. Romanya'nın Kuruluşu (1861-1866) Aynı dili konuşan, aynı dinden ve ortak olarak Latin kökenli Eflâk ve Boğdan halkları, Avrupa'da esen ulusçuluk akımının etkisinden elbette uzak kalamazlardı. Zaten 19. yüzyılın ikinci yarısının başlarında bu uğurda savaşıma da başlamışlardı. Osmanlı İmparatorluğu da 6 Aralık 1861'de yayınladığı bir fermanla Ocak 1859'da Boğdan'da, Şubat 1859'da da Eflak'ta "bey" olarak seçilen Aleksandr Cuza'nın yarattığı bu "bireysel birlik" durumunu kabul etmiş, fakat bu durumu salt Cuza için kabul ettiğini vurgulamıştı. Yani Cuza'nın ölümünden sonra böylesi bir birlik sözkonusu olmayacaktı. Fakat Avusturya dışındaki devletlerin bunu kabul etmelerine karşın Avusturya'nın ısrarı sonucu bu iki beyliğin sürekli olarak birleştirilmesini kabul etmek zorunda kaldı. I. Joan adıyla 1866'ya dek tahtta kalan Cuza, 1860'ta İstanbul'a gelerek Babıâli'ye bağlılığını bildirdi. Ancak birleşik Eflâk ve Boğdan meclisi deneyimsiz temsilcilerden oluşmakta olduğu için işlerin yürütülmesi zor oluyordu. Bunun üzerine Cuza bir darbe yaparak meclisi dağıttı. Ancak Cuza'nın darbesini 1866'da bir karşı darbe izle6
Bkz. Karal, E. Z., Osmanlı..., c.VI, s.93.
paris ve berlin konferansları arasındaki dönemde osmanlı imparatorluğu 3^5
di. Cuza'yı deviren karşı darbeciler Belçika kralının kardeşi Flandre Kontu Leopold'u Romanya tahtına seçtiler.7 Romanya sorunu da uluslararası bir nitelik kazandı. Bu konuda Paris'te toplanan bir konferans çalışmalarını sürdürürken, Kont Leopold'ün Romanya tahtını kabul etmediği öğrenildi. Bu kez Hohenzollern hanedanından Prens Kari Romanya tahtına seçildi. Bu ismi kabul eden büyük devletler, Osmanlı İmparatorluğu'nun karşı çıkmalarını da dikkate almayarak, Romanya için belirli bir güvence sistemi oluşturdular. Prens Karl'ın İstanbul'a gelerek Babıâli'ye bağlılığını bildirmesinden sonra, Osmanlı İmparatorluğu da durumu kabullenmek zorunda kaldı. Romanya 1878'e dek kuramsal olarak Osmanlı İmpa-ratorluğu'na bağlılığını sürdürecektir. Bu arada Sırbistan ve Girit'te çıkan ayaklanmalar da Osmanlı İmparatorluğu'nu uzun süre uğraştıracak ve uluslararası birer sorun niteliğini alacaktır. Mısır Valisine Hıdivlik Verilmesi ve Süveyş Sorunu 1863-1879 yılları arasında Mısır valisi bulunan İsmail Paşa, Babıâli ile ilişkilerini çok iyi götüren bir devlet adamıdır. Vergilerini zamanında ve tam olarak ödemekte olduğu gibi, gereğinde talep edilince asker ve malzeme göndermekten de geri durmamıştır. İşte bunlara güvenen İsmail Paşa, Mısır Valiliği'ne Mehmed Ali ailesinin en yaşlı erkeğinin değil, kendi soyundan gelen en büyük erkek evladın geçmesini istemiştir. Yani "seniorat" yerine, "primogenitur" ilkesinin getirilmesini önermiştir. İsmail Paşa'nın iyi tutumuna karşılık olarak Babıâli 1866'da bu talebi kabul etmiş ve 1867'de kendisine "Hıdiv" ismi verilerek Mısır içişlerinde tümüyle serbest bırakmıştır. Ancak bundan iki yıl sonra kendine bir dışişleri bakanı atayan Hıdiv, Babıâli ile ilişkilerini bozmuştu. Bu arada Süveyş Kanalı'nın kazılması da tamamlanmak üzereydi. Babıâli, Süveyş projesine baştan karşı çıkmış, fakat Fransız diplomat Ferdinand de Lepers 1854'te başlattığı mücadeleyi kazanarak, ka7
Karal, E. Z., Osmanlı Tarihi, c.VlI (Islahat Fermanı Devri), TTK Yay., 2. baskı, Ankara, 1977, bkz. s.7-13.
ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Süveyş Kanalının Açılışı: AİDA Süveyş kanalı Avrupa'yla Hint Okyanusu ve Büyük Okyanus'un batı kesimi arasındaki en kısa denizyoludur. Akdeniz kıyısındaki Port Said'den güneydeki Süveyş körfezine kadar 168 kilometre boyunca uzanır. Kanalın üzerinde Menzile, Timsah ve Murre adlı üç göl vardır. Fransızlar tarafımdan inşa edilen kanalın yapımı 1869'da tamamlanmıştır. Hidiv ismail Paşa kanalın açılış törenini görsel bir şölene dönüştürmek adına Avrupalı monarşilerin temsilcilerinin de davet edildiği törenler düzenlemiştir. Bu hazırlıklar aşamasında dikkat çekici gelişmelerden biri de dönemin ünlü italyan bestecisi Giuseppe Verdi'ye Kahire Operası'nda temsil edilmek üzere bir opera sipariş edilmesiydi. Verdi aldığı teklif üzerine bugün opera repertuarının en tanınmış eseri olan Aida'yı bestelemiştir. Kendisine altın cinsinden 150.000 frank ödenmiştir. Verdi, Aida'da eski Mısır'da geçen bir aşk öyküsünü işlemiştir. Bununla birlikte Aida 1 Kasım 1869 gecesi gerçekleşen Kahire Operası'nın açılışına yetiştirilemediğinden aynı gece Verdi'nin bir başka ünlü eseri Rigoletto temsil edilmiştir. Aida'nın Mısır'daki ilk temsili 1871'de, istanbul'daki ilk temsili ise 1885'de gerçekleşmiştir.
Süveyş Kanalı'nın açılışında Aida Operası'nın ilk temsili.
paris ve berlin konferansları arasındaki dönemde osmanlı imparatorluğu
nalı kazmak imtiyazını elde etmiş ve 1859'da kanalın kazımma başlanmıştı. Hindistan'daki çıkarların zedelenebileceğini düşünen İngiltere bu konuda çok tedirgindi. Ve olanak bulduğu her zaman Babıâli'yi Mısır konusunda tahrik ediyordu. Hıdiv'in kendine bir dışişleri bakanı ataması ve daha sonra da bir bağımsız devlet başkanı gibi Avrupa başkentlerini dolaşarak, devlet başkanlarını Süveyş Kanalı'nın açılışına davet etmesi ve bir devlet başkanı muamelesi görmesi İstanbul'un sabrını taşıran son damla oldu.8 29 Ağustos 1869'da Hıdiv'e bir ihtar göndererek, yetkisini aşan davranışları konusunda uyardı ve ordusunu 30.000'e indirmesini istedi. İsmail Paşa işin bu aşamasında alttan alarak, direktiflere boyun eğeceğini bildirdi. Bunun karşılığında da 8 Haziran 1873 Fermanı ile yeni haklar elde etti. Fakat İsmail Paşa inanılmaz bir savurganlık içinde İstanbul'da dağıttığı paraları İngiltere ve Fransa'dan yüksek faizli borçlar olarak alıyordu. Sonunda deniz tükendi ve Mısır hazinesi tam anlamıyla iflas etti. Babıâli bunun üzerine Mısır Hıdivliği'ni İsmail Paşa'dan alarak oğlu Tevfik Paşa'ya verecek fakat, 1882'de İngiltere'nin Mısır'a yerleşmesini engelleme konusunda çok geç kalmış olacaktır. Karadeniz'in Tarafsızlığının Kaldırılması (1871) Paris Antlaşması koşullarına göre tarafsızlaştırılmış olan Karadeniz'in bu durumu Rusya için sürekli bir endişe ve utanç kaynağı idi. 1870'te Alman-Fransız çatışması çıktığında, uluslararası platformu uygun bulan Rusya, Babıâli'ye başvurarak bu statünün iki devletin anlaşmasıyla değiştirilmesini istemiş, fakat bu talep Osmanlı İmparatorluğu tarafından doğal olarak geri çevrilmişti. Uluslararası bir nitelik kazanan sorun konusunda Londra'da toplanan bir konferans, 13 Mart 18 71'de Paris Antlaşması'nın diğer koşullarına uyulması şartıyla Rus genelgesinde getirilen ilkeyi kabul etti. Ancak Osmanlı İmparatorluğu da kendi güvencesi için gerekli 8
Hıdiv İtalyan bestecisi G. Verdi'ye de bir opera ısmarlamış ve "Aida" operası Süveyş Kanalı'nın açılması törenleri onuruna bestelenerek oynanmıştır.
388 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
gördüğü durumlarda dost ve müttefiklerinin savaş gemilerine Boğaz -lar'ı aşma hakkını elde ediyordu. Uluslararası diplomasi platformunu iyi izleyen Rusya, Prusya'nın da mutlak desteği ile büyük bir diplomatik zafer kazanmış ve Karadeniz'i yeniden silahlandırmak için önünde boş bir alan yaratabil-mişti. "93 HARBİ", AYASTEFANOS VE BERLİN ANTLAŞMALARI 1877-1878 Rus Savaşı'na Yolaçan Gelişmeler ve Barışı Kurtarma Çabalan Rusya'nın elindeki tüm güç ve olanaklarla Osmanlı İmparatorlu-ğu'nun üzerine gelmesi kaçınılmaz bir gelişmeydi. Zira Avrupa diplomasi dengesi buna çok uygun olduğu gibi, Osmanlı İmparatorlu-ğu'nun içinde bulunduğu koşullar da buna uygun görünmekteydi. Osmanlı İmparatorluğu içinde Rusya'dan yana olan devlet adamlarının şu ya da bu etkenlerle görevden alınması da bu gelişmeleri hızlandırmıştı.9 BosnaHersek, Sırbistan ve Karadağ'da çıkan ayaklanmalar ve bunları izleyen gelişmeler de, bu konudaki son aşamalar oldu. 1876'da çıkartılan anayasa (meşrut-i esasî) bu gelişmeleri engellemek için miydi, yoksa Osmanlı İmparatorluğu'nun iç dinamizminin bir sonucu muydu, bilinemez.10 Fakat savaşı engellemeye yetemedi. Olaylar Bosna ve Hersek'te çıkan yeni ayaklanmalarla başladı. Rusya, Bulgaristan Kilisesi'nin Rum Ortodoks Kilisesi'nden ayrılmasını sağladıktan sonra, bu kilise üyeleri kanalıyla Balkanlar'da çok yoğun bir propaganda yapabilme olanağına sahip olmuştu. Her ne kadar Avusturya bu konuda tedirginlik duyuyorsa da, Panislavizm propagandası büyük bir hızla yayılıyordu. Ve Avrupalıların gözündeki "Şark Meselesi-Doğu Sorunu" sürekli tahrik ediliyordu.11 1875'te Hersek'te çıkan ayaklanmayı bastıramayan Babıâli, 2 9 10 11
Burada özellikle kasdettiğimiz Mahmud Nedim Paşa'dır. Bu konuyu, II. Meşrutiyet'le birlikte kitabımızın 1985'te yayınlanacağını umduğumuz 2. cildinde genişliğine ele alacağız. Bu gelişmelerle ilgili olarak bkz. Oçok, C, a.g.e., s.214-222, Mufassal..., s.3108 vd.
paris ve berlin konferansları arasındaki dönemde osmanlı imparatorluğu 3^9
Ekim 1875'te Bosna ve Hersek'e bazı ayrıcalıklar vermesine karşın olayların önünü alamamıştı. Tüm imparatorluğu kapsayan 12 Aralık 1875 tarihli ferman da bir yarar getirememişti. Bunun üzerine Avustur-yaMacaristan, bir reform tasarısı hazırlayarak büyük devletlere sundu. 31 Ocak 1876'da Babıâli'ye bildirilen bu tasarı, Babıâli tarafından da anahatları ile kabul edildi. Fakat ayaklanma bu kez de Bosna'ya sıçramıştı. Bunun üzerine Avusturya, Rusya, Prusya ve İngiltere 1876 ilkbaharında Berlin'de bir konferans toplayarak sorunu görüştüler ve BosnaHersek sorunu konusunda İstanbul'a bir memorandum vermeyi kararlaştırdılar. İngiltere bağımsız bir devletin egemenlik haklarıyla bağdaştıramadığı için "Berlin Memorandumu"na katılmamıştı. Bu arada İstanbul'da siyasal hava çok gerginleşmişti. BosnaHersek yanısıra Bulgaristan'da da ayaklanmalar başlayınca öğrenciler Rus dostu Sadrazam Mahmud Nedim Paşa'ya karşı ayaklanmışlar ve görevden alınmasına neden olmuşlardı. Ayrıca bir hükümet darbesi yapılarak 30 Mayıs 1876'da Sultan Abdülaziz tahttan indirilmiş ve yerine V. Murad getirilmişti. Ancak Bâlıâli'de denge bir türlü oluşturulamıyordu. 2 Temmuz 1876'da' ayaklanmacılara Sırbistan da katıldı; Sırbistan'ı Karadağ izledi. Tüm Balkanlar kaynaşmaktaydı. Avusturya ve Rusya soruna şimdilik karışmamaya karar vermişlerdi. Savaş Osmanlı İmparatorluğu'nun üstünlüğü altında geçerken Rusya karışmak zorunda kaldı ve Osmanlı İmparatorluğu'nu ateşkese zorladı. Gene bu arada akıl dengesi bozuk olduğu anlaşılan V. Murad tahttan alınmış ve yerine 31 Ağustos 1876'da II. Abdülhamid getirilmişti. Balkan sorununu çözümlemek amacıyla İngiltere, Rusya, Avusturya, Fransa ve Prusya 12 Aralık 1876'da İstanbul'da bir konferans topladılar. Bu toplantıya Osmanlı delegelerinin de katılacağı 23 Aralık 1876'da Osmanlı Kanun-i Esasî'si de kabul ediliyordu. Fakat konferans üyeleri, meşrutî bir rejime geçilmesinden fazla etkilenmemişlerdi. Hazırlanan barış tasarısı son derece ağırdı ve Babıâli hemen geri çevirdi. 15 Ocak 1877'de biraz yumuşatılarak, fakat ültimatom şeklinde sunulan ikinci tasarı da reddedilince, 20 Ocak 1877'de biraz yumuşa-
39^ ikinci bölüm: yem bir dünyada denge arayışları
tılarak, fakat ültimatom şeklinde sunulan ikinci tasarı da reddedilince, 20 Ocak 1877'de İstanbul Konferansı dağıldı ve büyük devletlerin büyükelçileri İstanbul'u terkettiler. Babıâli Sırbistan ve Karadağ ile barış görüşmelerini yalnız yürütürken, büyük devletlerin temsilcileri bu kez Londra'da biraraya gelerek, "Londra Protokolü" diye bilinen bir metni, ültimatom olarak Babıâli'ye bildirdiler. Bunda Osmanlı împaratorluğu'nun silahlarını azaltmasını, Hıristiyanların toplu olarak öldürülmelerine son verilmesini, ıslahat vaatlerinin yerine getirilmesini istiyor ve bunun denetlenmesine izin verilmesini talep ediyorlardı. Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı 11 Nisan 1877'de bu protokolü reddetti. Artık savaş kaçınılmaz bir duruma gelmişti. 1877-1878 Osmanh-Rus Savaşı Savaş Rusya'nın 24 Nisan'da Rumeli sınırını geçmesiyle başladı. İngiltere, Londra Protokolü'ne imza koymuş olduğu için, Osmanlı İmparatorluğu'na karşı tutumunu açıklamıştı. Nitekim Avusturya, İtalya ve Fransa ile birlikte tarafsızlığını açıkladı. Ancak Boğazlar ve Süveyş konularında İngiltere'nin çıkarları karşısında ilgisiz kalmayacaklarını da belirttiler. Romanya önceleri Rus ordusuna salt geçiş izni vereceğini belirtmişken, daha sonra 11 Mayıs 1877'de savaşa girdi. Mart başında Osmanlı İmparatorluğu ile barış imzalamış olan Sırbistan da aralıkta savaşa girecektir. Ayrıca Bulgaristan'ın da ayaklanma-sıyla, Osmanlı İmparatorluğu Rusya dışında tüm Balkanlarla savaş haline girmiş oluyordu. Karadağ ile zaten barış antlaşması imzalana-mamıştı. Rumeli cephesinde yaz aylarının başlarında hızla ilerleyen Ruslar, Plevne'de Gazi Osman Paşa tarafından durduruldular. Ancak buradaki Osmanlı direnmesi, diğer cephelerdeki durumu düzeltemedi. Doğu cephesinde (Kafkas cephesi) Ruslar 18 Kasım'da Kars ı aldılar. Bu cephede de Rus ordusu Erzurum önlerinde durduruldu. Fa12
Sırplar Plevne'nin düşmesi üzerine savaş açacaklardır.
93 Haiti'nden (1877-78) sonra istanbul'a gelen mülteciler.
kat 10 Aralık'ta Plevne düştü.12 Plevne'nin düşüşü tüm Rumeli cephesinin çözülmesine neden oldu. Sırplar Pirot ve Niş'e; Ruslar Sofya'ya girdiler. Başkenti koruma düzenine girmek isteyen Osmanlı ordusu 18 Ocak 18 78'de Edirne'yi boşalttı. Ruslar 22 Ocak'ta Edirne'ye girdiler. Bu arada Trakya'dan Ege'ye varmışlardı. Boğazlar'm Rusya'nın eline geçeceğinden endişe duyan İngiltere duruma müdahale ederek, güçlü bir donanma gönderdi. Bu arada Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya arasında 31 Ocak'ta mütareke imzalanmış ve Rus genel karargâhı Ayastefanos Antlaşması'nı imzalamak zorunda kalmıştı.
3Ç2 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Ayastefanos ve Berlin Antlaşması ve Kıbrıs'ın İngiltere'ye Devri 3 Mart 1878'de imzalanan Ayastefanos Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa topraklarındaki varlığının hemen hemen sonu demekti. 29 maddelik bu antlaşmanın önemli maddeleri şunlardı:13 - Osmanlı İmparatorluğu Karadağ, Sırbistan ve Romanya'nın bağımsızlıklarını kabul ettiği gibi; Niş'i Sırbistan'a veriyor, Karadağ Adriyatik kıyısına ulaşıyordu. Besarabya'yı Rusya'ya veren Romanya, buna karşılık Dobruca'yı alıyordu. - Kesin sınırları saptanmamış olmakla birlikte Tuna'dan Ege'ye kadar uzanan bölgede özerk bir Bulgaristan Prensliği kuruluyordu. - Herhangi büyük devlet hanedanlarından birinden olmayacak olan Bulgaristan prensi halk tarafından seçilecek ve Babıâli tarafından onaylanacaktı. - Bosna ve Hersek'te yapılan düzeltimler Rusya ve AvusturyaMacaristan tarafından denetlenecekti. - Osmanlı İmparatorluğu Arnavutluk, Tırhala ve Rumeli'nin bazı bölgelerine özerklik verecek, Girit'in özerklik koşullarını özenle uygulayacaktı. Bunlar Rusya'nın gözetimi altında yapılacaktı. - Ermenilerin yaşamakta olduğu bölgelerde gerekli düzeltimler yapılacaktı. - Osmanlı İmparatorluğu'nun ödemek zorunda olduğu savaş ödentisi 1.410.000.000 ruble olarak belirlenmişti. Ancak bunun 300.000.000 rublesini ödeyecek; geri kalanına karşılık olarak Do-ğu'da Kars, Ardahan, Batum ve Beyazıt'ı; Doğu'da Balkanlar'da bazı bölümleri Rusya'ya verecekti. - Rus tüccarlarının önceden almış oldukları ticaret ayrıcalık ve hakları sürdürülecekti. Antlaşma koşulları Avrupa'da büyük tepkiyle karşılandı. Balkan devletlerinin ortak bir sorunu olan "Doğu Sorunu" böylece tek başına Rusya tarafından ve elbette Rusya'nın çıkarları doğrultusunda
13 Antlaşmanın metni için bkz. Erim, Nihat, u.g.e., s.387-400. Ayrıca burada daha çok yararlaı dığımız sadeleştirilmiş metin için bkz. Uçarol, R., a.g.e., s.262-263.
paris ve berlin konferansları arasındaki dönemde Osmanlı imparatorluğu 393
çözümlenmiş oluyordu ve büyük devletlerin buna katılmaları mümkün değildi. Rusya'nın en yakın ilişkiler içinde olduğu Almanya bile bu kez Avusturya ve İngiltere'nin yanındaydı. Kaldı ki, aradıklarına tam ulaşamamış olan Balkan ulusları da durumdan çok hoşnut değillerdi ve Bulgaristan sorunu her an yeni bir çatışmanın başlangıcı olabilirdi. Bu koşullar altında Ayastefanos Antlaşması'nın "Rumeli ve Balkanlarda ilgili kararlarının yeniden gözden geçirilmesi için Berlin'de tüm devletlerin katılacakları bir konferans toplanmasına karar verildi. Bu konferansta İngiltere'nin kesin ve tam bir desteğini sağlamak isteyen Osmanlı İmparatorluğu 4 Haziran 1878'de imzaladığı bir anlaşma ile Kıbrıs Adası'nı geçici olarak İngiltere'ye bıraktı.14 Başbakan ya da dışişleri bakanları düzeyinde 13 Haziran 1878'de toplanan Berlin Konferansı bir ay süren çetin tartışmalardan sonra 13 Temmuz 1878'de antlaşmaya varılarak, imzalandı. Rusya'nın İngiltere ve Avusturya-Macaristan ile çekişmelerinde Almanya'nın hakemlik görevini üstlendiği görüşmelerde, Osmanlı İmparatorluğu seyirci durumunda idi. Ancak sonunda imzalanan antlaşma ile Ayastefanos'un getirdiği "yıkım" bir ölçüde hafifliyordu. Berlin Barış Antlaşması'nın bazı önemli maddeleri şunlardır:15 - Özerk Bulgaristan Prensliği sınırları daraltılıyor ve Ege çıkışı elinden almıyordu. Ayastefanos'ta Bulgaristan sınırları içinde olan Doğu Rumeli, Babıâli tarafından atanan ve büyük devletlerin de onaylayacağı Hıristiyan bir valinin yönetimine bırakılıyor; Makedonya ise Osmanlı İmparatorluğu'na bırakılıyordu. - Yunanistan toprakları, yapılacak görüşmeler sonucu biraz genişletilecek, Girit Adası'nın özerkliği geliştirilecekti. - Osmanlı İmparatorluğu'na kuramsal olarak bağlı kalan Bos-naHersek, Avusturya tarafından işgal edilecek ve yönetilecekti. - Karadağ, Sırbistan ve Romanya için Ayastefanos'ta saptanan koşullar kabul ediliyordu. 14 Ancak İngiltere'nin adadaki varlığı geçici olmamıştır. 15 Erim, Nihat, a.g.e., s.403-427; Uçarol, R., a.g.e., s.272-273.
394
ikinci
bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
- Tuna Nehri savaş gemilerine kapatılıyor, uluslararası ticaret için bir komisyon kuruluyordu. - Osmanlı İmparatorluğu Kars, Ardahan ve Batum'u Rusya'ya; Katur'u İran'a veriyordu. Rusya Eleşkirt ve Beyazıt'ı Osmanlı İmparatorluğu'na geri verecekti. - Osmanlı İmparatorluğu, Ermenilerin yaşamakta olduğu bölgelerde düzeltimler yapmayı vaadediyordu. - Boğazlar 1841 Londra antlaşmalarının getirdiği statü içinde kalacaktı. - Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya daha "makûl" bir savaş ödentisi için aralarında anlaşacaklardı (Bu konuda 8 Şubat 1879'da İstanbul'da bir antlaşma yapılmış ve Osmanlı İmparatorluğu'nun savaş ödentisi 802.500.000 Frank olarak saptanmıştır). Görüleceği gibi Ayastefanos koşullarıyla karşılaştırıldığında Berlin koşullan oldukça ılımlıdır. Ancak Berlin sonrasında Osmanlı İmparatorluğu varlığını ve toprak bütünlüğünü sürdürmekte büyük zorluklarla karşılaşacaktır. Özellikle Kıbrıs'ı ele geçiren İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğüne eskisi kadar önem vermez olacak ve gelişen Almanya tehlikesi karşısında Rusya'ya meyledecektir. Rusya ise Berlin Konferansı'ndaki Avusturya'yı tutan tavrı nedeniyle Almanya'ya kırgındır. Hele Bismarck'ın görevden alınmasından sonra Almanya, Rusya'ya önem vermeyerek ilgisini Ortadoğu'ya çevirince; İngiltere ile Rusya arasında kaçınılmaz bir yakınlık doğacak ve bu bloklaşma Birinci Dünya Savaşı'nı getirirken, Osmanlı İmpara-torluğu'nu da Almanya'nın yanısıra savaşmaya itecektir.
Berlin Antlaşması Sonrası Gelişmeler
GENEL GÖRÜŞLER smanlı İmparatorluğu'nda "çöküş süreci" başlamıştı. Gerek Ayastefanos ve gerekse Berlin antlaşmaları, bu çöküş sürecinin önemli birer aşamasından başka şey değildi. Ve gün için yitirilen şeyler çok önemli olmakla ve görünmekle birlikte, kısa bir süre içinde yitirilecek olan şeyler çok daha fazladır. Bu arada üzerinde durmak istediğimiz bir başka husus Sultan II. Abdülhamid'in durumu ve tutumudur. Kimi yazarlarımız tarafından anlaşılmaz bir biçimde "bir karış toprak yitirmediği" ileri sürülen Sultan II. Abdülhamid zamanında Osmanlı İmparatorluğu Rumeli topraklarının önemli bir bölümünü elden çıkartmak zorunda kalmıştır. Bunun "suçlusu" Sultan Abdülhamid midir? Sanmıyorum. Tahtta kim olursa olsun bu gelişim, bir "kader"di. Ulusçuluk yangınının başladığı Rumeli topraklarını elde tutmak mümkün değildi. Ama "bir karış vermedi" gibisinden ucuz edebiyat yapmanın da haksız ve mantıksız bir tutum olduğunu düşünüyorum. Bu dönemde özellikle eğitim alanında önemli adımlar atılmıştır. Bir yandan Batı'ya öğrenci gönderilmeye devam edilirken, bir yandan
O
ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Taifte Ölüm: Kanlı Sultan Muradına Erdi (mi?) "Kanlı Sultan nihayet muradına ermişti, Mithat Paşa'nm kesik kafasına kavuşmuş olmaktan büyük bir kıvanç duyuyordu. Paşa'nm kendisini tahttan indirmesi tehlikesi artık kesinlikle ortadan yok oluyordu, bunun kanıtı işte karşısındaydı. Kanlı Sultan yavere dönerek 'Aç bakalım, içinde ne var bir görelim,' dedi. Hemen bir keser getirildi, kapağın çivileri söküldü. Sandıkta beyaz sakallarının içinde kapka-
Mithat Paşa'yı sürgüne giderken gösteren bir gravür.
da ülke içinde "Batı tipi" eğitim kurumlarının açılmasına ağırlık verilmiştir. Böylece bir anlamda Sultan Abdülhamid kendi sonunu da hazırlamış oluyordu. Zira bu okullardan çıkan ve genellikle devlet bürokrasisinde görev alan, "asker-sivil bürokrasi" Abdülhamid'in yetkilerini elinden alacaktı. Bu dönemde gerçekleşen ve bu kitabın çerçevesi içinde genişli-
bertin antlaşması sonrası gelişmeler 397
ra bir yüz, oyuklarının içine çökmüş kuru gözler, boş bir ağız ve sarkmış bir çeneden oluşan bir kafatası duruyordu. Kanlı Sultan, 'Nihayet' dedi, 'Mithat Paşa'dan kurtulduğumu şimdi anlıyorum!' Sandığın bir köşesinde de sıkı sıkıya sarılıp sarmalanmış, şeritlerle bağlanmış bir bohça vardı. Abdülhamit yavere, 'Şunu da bir aç bakalım,' dedi. Kanlı Sultan, hiçbir şeye el sürmek istemiyordu. Bohça açıldı, içinden Mithat Paşa'nın altın saati, özel yazılarında kullandığı mühürü, mürekkep hokkası ve elinden hiç düşürmediği Kuran çıktı. Abdülhamit, 'Yine sar bunları' dedi. 'Üzerine de 'Merhum Mithat Paşa'nın evrak-ı metrukesi' diye yazıp buraya bırak.' Yaver, 'Başüstüne Sultanım,' dedi, 'emredersiniz.' Mithat Paşa sandıktan bu olayı izler gibiydi. Yaver, 'Peki, Hünkarım, bu kuru kafayı ne yapacağız?' diye sordu. 'Yok edeceksiniz, hiçbir iz kalmayacak.' 1908'de ikinci meşrutiyetin ilanından sonra Yıldız Sarayındaki belgeler araştırılırken Abdülhamit'in dairesindeki dolapların birinde 'Mithat Paşa'nın evrak-ı metrukesi' bulundu. Kanlı Sultan suç delillerini tam yirmi dört yıl kendi dolabında değerli bir anı gibi saklamıştı. Bu, bir tür ruh hastalığı, delilikti. Bohçayı bulan subaylar bunu Hareket Ordusu kumandanı Mahmut Şevket Paşa"a teslim ettiler, o da 'evrak-ı metruke'yi Mithat Paşa'nın oğlu Ali Haydar Bey'e yolladı. Yine aynı günlerde Mithat Paşa'nın mezarının bulunması için Hicaz valiliğine emir verildi. Mezarın görkemli bir yere kaldırılması isteniyordu. Mezarı bulup açtılar, içinden kafatası çıkmadı. Aradan yıllar geçti, 1951'de Mithat Paşa'nın kemikleri Taiften alınarak büyük bir törenle istanbul'a getirildi ve Hürriyet Tepesi'ndeki şehitliğe gömüldü. Taiften gönderilen tabutta, ayak, kol ve omuz kemikleri, belkemiği ve kaburgalar vardı, ama kafatası yoktu. Kafatasını Kanlı Sultan yok etmişti. Ama Mithat Paşa'nın kafasındaki özgürlük, eşitlik, adalet ve demokrasi düşüncelerini yok edememiş, onlar tüm gençliğe mal olmuştu." Hıfzı Topuz, Taifte Ölüm, İstanbul ı999> Renızi Kitabevi, istanbul, s. 254-255
ğine alamadığımız iki husus vardır. Bunlardan birincisi meşrutiyetin mimarı olarak değerlendirebileceğimiz Midhat Paşa'nın, Sultan Abdülaziz'i öldürttüğü iddiasıyla yargılanması (Yıldız Mahkemesi) ve Taife sürgüne gönderilerek orada boğdurulmasıdır. Gerek mahkeme aşaması ve gerekse Midhat Paşa'nın sonu, ürerinde genişliğine durulmaya değer hususlardır.
39° ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
II. Abdülhamid ve İslâm Birliği Osmanlı padişahları içinde kimliği ve dönemi üzerinde en çok spekülasyon yapılanı hiç şüphesiz Sultan II. Abdülhamid'tir. Kimine göre "kızıl sultan" kimine göreyse "ulu hakan" gibi terkipler içinde anılmaktadır. Oysa tüm ideolojik önyargıların ötesinde kimlik ve politika olarak tam anlamıyla değerlendirilebilmesi ancak dönemin koşulları ve gelişmeleriyle ele alınırsa mümkündür. Özellikle izlemiş olduğu islâm Birliği siyaseti ya da "Panislâmizm" dönemin öznel koşullarında belirlenmiş, devletin iç ve dıştaki olumsuz gelişmeler karşısında direncini artırmaya yönelik bir araçtı. "Bir başka ifadeyle, Osmanlı Panislâmizm'i savunmaya yönelik, meşru varlığını tehlikede gören bir devletin politikasıydı. Amaç, Osmanlı sultanını dünya Müslümanlarının gözünde meşru islâm halifesi olarak kabul ettirmek ve bunu emperyalist ülkelere karşı bir pazarlık kozu olarak kullanmaktı. Hariçteki Müslümanlar arasında manevi desteğin kullanılacağı diğer alan da, kendi Müslüman tebaası üzerindeki otoritesinin güçlendirilmesiydi. Kısaca özetlemek gerekirse, Abdülhamid'in Müslümanların halifesi ve lideri konumu başlıca üç gelişmenin diyalektik etkileşimiyle ortaya çıkmıştı: Sömürgeleşmiş İslâm ülkelerinin Batı'ya ve Osmanlı Devletine karşı tutumu, sömürgeci güçlerin sömürgeleştirdikleri ülkelerin nüfuzunun ağırlıklı olarak Müslümanlardan oluşması dolayısıyla duydukları tedirginlik ve bir çıkış yolu ve meşruiyet arayışı içindeki Abdülhamid'in bu iki hissiyattan Halifelik teması çerçevesinde yararlanmak isteği. Bu iki tür hissiyattan birinin, emperyalist devletlerin, bir ölçüde kendi yaratıkları Panislâmizm hayaletinden duydukları abartılı korku ile sömürgeleşmiş Müslüman halkların Osmanlı Devleti ve Hilafet makamına duydukları abartılı güven olduğunu yineleyelim. Abdülhamid bunu dengeli biçimde yapmaya özen gösteriyordu. Onun politikası her zamanki gibi bir yandan koşullardan yararlanmaya çalışırken, diğer taraftan riskten kaçınan bir nitelik taşımaktaydı." Murat Özyüksel, Hicaz Demiryolu, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, istanbul, 2004, s.55-56
Bu kitapta ele alamadığımız ikinci önemli nokta ise "Ermeni Sorunu"dur. Bu dönemin hemen öncesinde "yerel huzursuzluklar" biçiminde ortaya çıkan Ermeni Sorunu, dönem boyunca güncelliğini ve önemini korumuş ve Osmanlı İmparatorluğu'nu uluslararası arenada çok güç durumlara düşürdüğü gibi, "Düvel-i Muazzama"nın zaman zaman müdahalelerine de neden olmuştur.1 1
Uzun yıllar "yok" saydığımız Ermeni Sorunu, uluslararası düzeyde ağırlıklı biçimde üzerimize gelmeye başlayınca, bu konuda önemli çalışmalara başlandı. Örneğin; Kamuran Gürün, Erme-
berlin antlaşması sonrası gelişmeler 399
Acı hatıraları günümüze dek taşınmak istenen Ermeni Sorunu'nun çözümü, ancak Lozan Antlaşması'yla noktalanabilecektir. Ama kimi çevreler bu sorunu hâlâ canlı tutmak istemektedirler. RUMELİ'DE GERİLEME Osmanlı İmparatorluğu Berlin Antlaşması ile Rumeli'de 212.450 km2 toprak yitirmişti. Bu topraklarda yaşayan insan sayısı da 5.455.000'di. Yani Rumeli topraklarının yüzde 40'tan fazlasını yitirmiş oluyordu.2 Ve bu durum elbette genel bir hoşnutsuzluğa neden olmuştu. Bu hoşnutsuzluğu bir ölçüde ortadan kaldırmak isteyen Babıâli, özellikle "hudut düzenlemeleri" konusunda, kimi "zorlaştırıcı" yolları denemek istedi. Bu çabalar arasında özellikle Bosna-Hersek Sorunu konumuz açısından ilginçtir. Zira 1990'larda bir başka drama neden olan ve zemin oluşturan Bosna-Hersek'in kesin yitirilişinin öyküsü, sanıyorum günümüzü de ilgilendirmektedir. Bosna-Hersek'in kuramsal olarak Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı kalacağını kararlaştıran Berlin Antlaşması, bölgenin AvusturyaMacaristan tarafından işgalini ve yönetiminin bu devlete bırakılmasını kararlaştırmıştı. Ancak bu konudaki düzenlemelerin Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorlukları arasındaki ikili görüşmelerle belirlenmesini karara bağlamışlardı. Osmanlı İmparatorluğu bu görüşmelerde zaman kazanma yollarına başvurunca, Viyana, Bosna-Hersek'i işgal emrini verdi. Babıâli durumu İngiltere'ye bildirerek, "koşullar belirlenmeden yapılan bir işgalin" Berlin koşullarına aykırı olduğunu ileri sürdüyse de, olumlu bir sonuç alamadı. Fakat Müslüman Boşnaklar, bu kez kendiliklerinden Avusturya'ya karşı direnme hareketine giriştiler. Bosna-Hersek'i henüz terket-memiş bulunan Osmanlı askerleri de Boşnaklara katılınca, ciddi bir dini Dosyası, TTK Yayınları, 1983; M. Kemal Öke, Ermeni Meselesi, İstanbul, 1986; Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, Belge Yayınları, İstanbul, 1987 vb. bu arada sayılabilir. 2 s.3337 vd.
Bkz. Mufassal..., c.6,
400 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Muharrem Kararnamesi Osmanlı Devleti, hızlı dış borçlanmanın sonucunda borçlarını ödeyemez duruma gelmişti. Avrupa devletleri, Osmanlı Devleti'nin borçlarını ödeyemez duruma gelmesiyle birlikte yurttaşlarının karşı karşıya kaldığı sorunu çözmek için Osmanlı Devleti'nin gelir kaynaklan üzerinde denetim ve egemenlik kurmaya yönelik tasarılar geliştirmeye başladı. Hammond Projesi, Tocqueville Projesi, Comptoir d'Esnompte de France Projesi ve Lord Beaconsfield Projesi bu türden tasarılar olarak geliştirildi, ancak tasarıların hiçbiri Osmanlı Devleti tarafından benimsenmedi. 1879 yılında, Osmanlı Devleti'nin dış borçlanma sürecinde önemli bir halka olan Rüsum-ı Sitte İdaresi kuruldu. Tuz, damga, müskirat, balık avı resimleriyle İstanbul, Bursa, Edirne ve Samsun'un ipek öşüründen oluşan altı gelir kaynağı, 10 yıl süreyle belirli bir peşin hasılat karşılığında Galata Bankerlerine ve onların ortaklarına bırakıldı. Rüsum-ı Sitte idaresi, 10 yıl boyunca anılan gelirleri toplayacak ve bunlarla borçların faiz ve amortismanlarını ödeyecek, artan kısmı da Osmanlı Devleti'ne verecekti. Idare'nin hızla işe girişmesi ilk altı ay içinde umulanın üzerinde bir başarı getirirrerek, beklenenden çok daha fazla hasılat toplanmasını sağlacaktı. Bu başarı, Osmanlı Devleti'nin borçlarını ödemedeki sorunun ödeme gücüyle değil, kötü yönetimle ilgili olduğunu açıkça ortaya koydu. Bunun üzerine de Avrupa devletleri, en büyük alıcının kendileri olduğunu öne sürerek, Rüsum-ı Sitte Idaresi'nin kendilerine devrini istediler. Osmanlı Devleti bu yöndeki talepleri geri çevirdi ama siyasi baskılar çok geçmeden Osmanlı Devleti'nin anlaşma masasına oturmasına yetti. Bu baskılar sonrasında 20 Aralık 1881 tarihinde imzalanan Muharrem Kararnamesi, Osmanlı Devleti'nin 1858, 1860, 1862, 1863, 1865, 1869, 1870, 1872 ve 1873 yıllarındaki borçlanmalarına ilişkin 237,1 milyon lira olan toplam borç tutarını 141,5 milyon liraya indirmekte ve Rüsum-ı Sitte Idaresi'nin yerine Düyun-u Umumiye İdaresi'ni kurmaktadır. Merkezi İstanbul'da bulunan Düyun-u Umumiye idaresi, kararnamede belirlenen Osmanlı Devleti'ne ait gelir kaynakları üzerinde denetim kuracak ve Osmanlı Devleti'nin borçlarının geri ödemesini gerçekleştirecektir. Düyun-u Umumiye Idaresi'nin başlıca gelir kaynakları şunlardır: Tuz, damga resmi, alkollü içecekler resmi, balık rüsumu, ipek öşürü, tütün öşürü, tütün rejisi, Bulgaristan vergisi, Kıbrıs adası gelir fazlası, doğu Rumeli geliri, tömbeki geliri, gümrük hasılatı fazlası, patent vergisi geliri fazlası. Bu gelir kalemleriyle, Düyun-u Umumiye İdaresi, Osmanlı Devleti gelirlerinin yaklaşık yüzde 32'sini tahsil etme hakkına sahip olmuştur. Osmanlı'dan Günümüze Türk Finans Tarihi, C.ı, Creative Yayıncılık, istanbul 1999, s. 327-330
renme başladı. Direnmenin merkezi Saraybosna idi. Hacı Salih Efendi'nin başkanlığında bir hükümet oluşturan Boşnaklar, kısa sürede tüm Bosna-Hersek'te ayaklandılar. Hacı Salih Efendi herkesin servetinin yüzde 20'sini bu mücadele için vermesini isteyerek, 17-60 yaş arasındaki tüm erkekleri silah altına çağırdı. Böylece 90.000 kişilik bir ordu ortaya çıktı. Ve Avustur-
berlin antlaşması sonrası gelişmeler Ifil
ya bu ayaklanmayı kırabilmek için Bosna'ya sevkettiği asker sayısını 165.000'e yükseltti. Buna karşılık Boşnaklar, bir buçuk ay direndiler. Ve sonunda doğal olarak yenildiler. Bosna-Hersek'i işgal eden Avusturyalılar, Yenipazar'ı işgal dışı tuttular. Bununla birlikte, kendi güvenceleri için bazı önlemler aldırdılar. Aynı dönemde Kuzey Arnavutluk'ta da ayaklanmalar ortaya çıktı ve halk tarafından geçici bir hükümet kuruldu. Bunların amacı Podgoritsa'nın Karadağ'a, Vranya'nın Sırbistan'a verilmesine engel olmaktı. Ancak sonuç alamadılar. Avusturya-Macaristan'ın yarattığı "fiili durum" sonrasında anlaşmaya varıldı. 21 Nisan 1879 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu ile Avusturya arasında imzalanan anlaşmaya göre, egemenlik Osmanlı împaratorluğu'nda kalacak, fakat yönetim "süresiz olarak" Viyana'ya geçecekti. Bölgedeki vergi gelirleri, gene bölgenin gereksinimleri için kullanılacaktı. Bölgede yaşayanların mutlak bir din ve vicdan özgürlükleri olacak, Müslümanlar hutbelerinde halifenin adını da anacaklardı. Eski memurlardan işe yarayanları görevlerine devam edecekler, yeni memur alınırken de, mümkün olduğunca bölge halkından seçim yapılacaktı. Avusturya işgal dışı tuttuğu Yenipazar bölgesinde Osmanlı askerlerinin bulundurulmasını kabul ediyordu. Ayastefanos koşullarına göre Bulgaristan'a bırakılan, ancak Berlin Antlaşması'yla doğrudan Osmanlı Imparatorluğu'na bağlı bir özerk bölge haline getirilen Doğu Rumeli, bir başka sorun oldu. Berlin'de bölgeye Hıristiyan bir vali atanması karara bağlanmış, ancak yönetim kurallarının daha sonra belirleneceği konusunda karar verilmişti. Bulgarlar bölgeyi özerk Bulgaristan Prensliği'ne bağlamak istiyorlardı ama, Rusların yapmış oldukları tek yanlı tespitlerde bile, bölge halkının yüzde 60'ı Türk ve Müslüman görünüyordu. İstanbul'da bu konuda toplanan bir komisyon, Berlin Antlaşması koşullarına göre "Doğu Rumeli Eyaleti Nizamnamesi "ni 26 Nisan 1789'da kabul etti.3 Bu nizamnameye göre, eyalet Osmanlı padi3
Bkz. Mufassal..., c.6, s.3340 vd.
Z}02 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
şahının atayacağı Hıristiyan bir vali tarafından yönetilecekti. İç ve dış güvenlik için gerektiği takdirde asker gönderme yetkisi sadece Osmanlı Imparatorluğu'nun olacaktı. Memur atamalarının onanması Babıâli tarafından yapılacaktı. Aynı biçimde subay atamaları da İstanbul'da yapılacaktı. Eyaletin Türkçe, Bulgarca ve Rumca olmak üzere üç resmî dili olacak ve devlet görevlileri bölge içinde bulundukları yerlerde hangi dil ağırlıklı olarak kullanılıyorsa, o dilde işlem yapacaklardı. 56 kişiden oluşan bir eyalet meclisi oluşturuluyordu. Bu meclisin 36 üyesi halk tarafından seçilecek, on tanesi vali tarafından atanacaktı. Diğer on üye; yargı, maliye ve diyanet üst görevlilerinden oluşan "doğal üye" olacaktı. Meclis kararları padişah tarafından onanmca yürürlüğe gireceklerdi. Ancak iki ay içinde onanma yapılamazsa, meclis kararı otomatik olarak yürürlüğe girmiş olacaktı. Görüleceği üzere Doğu Rumeli Sorunu'nda, göreli bir denge sağlanmıştı. Ancak burada önemli husus, valiliğe atanacak kişinin belirlenmesi idi. Sultan Abdülhamid valiliğe Rum asıllı Aleko Paşa'yı atadı. Ancak herkese yaranmak isteyen Aleko Paşa, sonunda hiç kimseyi memnun edemedi ve 5 yıllık süresi dolduktan sonra bir daha atanmadı. Bu makama daha sonra Bulgar kökenli Gabriel Krestoviç (Gav-ril Paşa) atandı. Gavril Paşa, bir Bulgar milliyetçisiydi. Rusya'nın Bulgaristan üzerindeki çalışmalarından rahatsızlık duymaktaydı. Ve bu nedenle Babıâli, Gavril Paşa konusunda rahattı. Fakat olaylar onu da aştı. Ailesiyle İstanbul'da tatilde iken, Rus konsolosunun da içinde olduğu bir darbe girişimi oldu. Durumu kontrol etmek için hemen geriye döndüyse de iş işten geçmişti. İsyancılar Bulgaristan Prensi Aleksandr'a başvurarak Doğu Rumeli'yi Bulgaristan'a katmasını istediler. Rusya'nın da onayını alan Prens Aleksandr, 21 Eylül 1885'te Filibe'ye gelerek Doğu Rumeli'yi Bulgaristan'a kattığını ilân etti. Yayınladığı ve hiç kuşkusuz Rusya'nın onayıyla hazırladığı bildiriyi "Kuzey ve Güney Bulgaristan Prensi" unvanıyla imzalamıştı. Doğu Rumeli eyaleti sorunu Bulgaristan soruna bağlı olarak
_______________________________________________________ bertin antlaşması sonrası gelişmeler 403
1896'ya kadar sürecektir. Ancak artık ok yaydan çıkmış ve görüntüsel bazı noktalar dışında, bölge tümüyle yitirilmiştir. GİRİT SORUNU VE OSMANLI-YUNAN SAVAŞI Osmanlı İmparatorluğu'nun içine düşmüş olduğu zaafı gören ve bundan yararlanmak isteyen Yunanistan, Girit Sorunu'nu yeniden gündeme getirmek istedi. Zaten Yunanistan bağımsızlığını kazandığı dönemden beri her fırsatta bu sorunu gündeme getiriyordu. Adada birçok ayaklanma çıkmıştı. 1858'de çıkan büyük bir ayaklanma, İstanbul'un "reform"vaadi ile bastırılabilmiş, ancak 1864'te bir başka ayaklanma çıkmıştı. Nihayet 1866'da çıkan bir ayaklanma sonrasında isyancılar Yunan kralı adına bir hükümet oluşturmuşlardı. Fakat Ocak 1869'da Paris'te toplanan bir konferansla, Girit Adası'nın Osmanlı toprağı olduğu yeniden onanmış ve bazı alanlarda özerklikler tanınmıştı.4 Fakat durum her iki taraf için de memnuniyet verici olmaktan uzaktı. Adadaki Rumlar da, Türkler de kendilerini güvence içinde hissetmiyorlardı. Babıâli 1895 yılında Girit'e vali olarak Kara Todori Paşa'yı (Karateodori Paşa) gönderdi. Kara Todori Paşa'nın gevşek yönetiminden yararlanmak isteyen Girit Rumları, Ermeni Sorunu karşısında zora düşmüş bulunan Babıâli'nin durumundan da yararlanmak isteyerek 1896 Nisan'ında yeniden ayaklandılar. Yunanistan'dan gelen binlerce gönüllünün de katılmasıyla, bu ayaklanma kısa sürede tüm adaya yayıldı. Araya giren Avrupa devletleri, Girit Adası'nın Osmanlı İmparatorluğu'na ait olmasını yeniden vurgulayan bir antlaşma çerçevesinde olayı bastırdılar. Osmanlı İmparatorluğu da muhtariyeti genişletmek ve ayaklananları affetmek konusunda güvence vermişti. Büyük devletlerin araya girmesiyle Girit Sorunu durulmuştu amma, özellikle Rumlar tatmin olmamışlardı. Şubat 1897'de büyük bir ayaklanma çıktı. Yunanistan bu kez "gönüllü" değil, doğrudan doğruya "asker" gönderiyordu. Ayrıca dört savaş gemisi göndermişler ve bir Osmanlı ticaret gemisini batırmışlardı. Ve nihayet 16 Şubat 1897'de, adadaki Yu4
Üçok, Coşkun, a.g.e., bkz. s.192 vd.
40Z} ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
nan kuvvetleri komutanı, Girit Adası 'nı Yunan Kralı I. Yorgi adına işgal ettiklerini açıkladı. Avrupa devletleri adanın Yunanistan'a verilmesinden yana görünmüyorlardı. Atina ve İstanbul'a aynı gün verdikleri bir nota ile, adada geniş bir özerklikten yana olduklarını ve bunun dışında herhangi bir "ilhak" ya da "katılmaya" karşı olduklarını bildirdiler ve Yunan askerlerinin ve donanmasının altı gün içinde adadan ayrılmasını istediklerini açıkladılar. Osmanlı İmparatorluğu 12 Mart 1897 tarihli bu notayı kabul ederek, 18 Mart 1897'de yaptığı bir açıklamayla Girit'kı Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı özerk bir ada olduğunu bildirdi. Buna karşılık Yunanistan bu notayı kabule yanaşmadı ve Girit'in Yunanistan'a katılmasına izin verilmesini istedi. Ayrıca seferberlik ilân ederek, Osmanlı sınırına yığınak yapmaya başladı. Bu arada Yunan çetecileri sık sık sınırı geçerek taciz ediyorlardı. Yunanistan bir yandan açıkça savaş hazırlıklarını sürdürüyor, bir yandan da çetecilerin faaliyetlerinden haberdar olmadığını ileri sürerek, sorumluluktan kaçıyordu. Yunanistan'ın kuruluş günü olan 6 Nisan'da, Atina'daki büyük devletlerin elçileri Yunan hükümetine bir nota vererek, gelişmelerden endişe duyduklarını belirttiler ve herhangi bir tecavüz yapıldığı takdirde, araya girmeyeceklerini ve sorumluluğun Atina'da olacağını bildirdiler. Bu notanın bir kopyası da İstanbul'a gönderilmişti. Fakat bu notaya rağmen Kalabaka bölgesinde bir Yunan çetesi, topçu destekli bir biçimde sınırı geçti.5 Yunan hükümeti sorumluluktan gene kaçındı. Hattâ "tecavüzün" Osmanlı tarafından geldiğini iddia etti. Benzer olaylar 10 Nisan'da da yinelendi. Babıâli olayları dikkatle izliyordu. Artık saldırıların dayanılmaz bir noktaya gelmesi üzerine, Yıldız'da toplanan "Vükela Meclisi" savaş kararı aldı. Abdülhamid bu karara karşı çıkmasına rağmen, Serasker Rıza Paşa tarafından ikna edilmişti. Ve Osmanlı İmparatorluğu 18 Nisan 1897'de Yunanistan'a savaş açtı. 5
Bkz. Mufassal..., c.6, s.3371 vd.
berlin antlaşması sonrası gelişmeler 4^5
Savaş ilanıyla birlikte Osmanlı orduları iki cepheden saldırıya geçtiler.6 Doğu'da Ethem Paşa 25 Nisan'da Yenişehir'i (Larissa) alarak, kısa sürede tüm Teselya'yı temizledi ve 17 Mayıs'ta Dömeke'ye geldi. Kuzey Batı'da Ahmed Hıfzı Paşa karşısındaki Yunan kuvvetleri ilk aşamada biraz ilerlemişlerdi. Ancak karşı saldırıya geçen Ahmed Hıfzı Paşa, Yunan kuvvetlerini püskürterek, hızlı bir takip harekâtına girişti. Birkaç hafta içinde Tırhala'ya kadar geldi. Kesin bir yenilgiye uğrayan Yunanistan, ateşkes istedi. Zaten Almanya ve Rusya hemen araya girmişler ve ateşkes ilânını desteklemişlerdi. Hattâ Çar II. Niko-la, savaşın gidişinden sonucunu tahmin etmiş ve 4 Mayıs'ta Atina'ya başvurarak, barış için arabuluculuk yapmaya hazır olduğunu bildirmişti. Yunanistan ise, arabuluculuk için Almanya'yı yeğlemiş ve 11 Mayıs'ta Atina'daki Almanya büyükelçisine başvurarak Almanya'nın yardımını istemişti. Babıâli 1881 sınırlarına dönülmesi ve 10 milyon lira savaş ödentisi koşulu ile ateşkese razı olacağını bildirdi ve 18 Mayıs'ta Epir, 20 Mayıs'ta Teselya cephesinde 17 günlük ateşkes yapıldı. Düvel-i muazzama temsilcileri ise, sınır düzeltmelerini kabul etmekle birlikte savaş ödentisinin 4 milyon lirayla sınırlı tutulmasını talep ediyorlardı. Ateşkes durumu da barış görüşmelerinin sonuna dek uzatıldı. Babıâli, büyük devletlere "rağmen" bir şey yapamayacağının bilincindeydi. Sonunda 4 Aralık 1897'de İstanbul barışı imzalandı. Ancak çok ilginç bir nokta olarak; tüm bu gelişmelere ve savaşa neden olan Girit Sorunu, gerek görüşmelerde sözkonusu edilmediği gibi, gerekse antlaşma metninde de değinilmeyen bir husus olarak kaldı. Girit Sorunu konusunda Haziran 1898'de yeni bir konferans toplandı ve büyük devletler adada geçici bir yönetim kurulmasına ve bu yönetimin büyük devletlerin amirallerinin denetimine verilmesini kararlaştırdılar. Fakat bu karara karşı, bu kez adanın Müslüman hal6
Konuya ilgi duyanların rahat okuyabileceği bir ufak çalışma; Şakir Ziya, Sultan Abdüihamid'in Yunan Zaferi ve Gizli Siyaseti, 2. baskı, İstanbul, 1994.
406 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
ki ayaklandı. Fakat büyük devletlerin bu ayaklanmaya yanıtları çok sert oldu ve Yunan Kralı I. Yorgi'nin küçük oğlu Prens Yorgi'yi adaya vali olarak atadılar. Bu atama Girit Sorunu'nun tümüyle Yunanistan lehine çözülmesi demekti. Zira Prens Yorgi'nin Atina kararları dışında bir inisiyatif göstermesi beklenemezdi. Sözde özerk bir biçimde Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı bir ada statüsü Balkan savaşlarına kadar sürdü. Balkan Savaşı'ndan sonra ada hukuken de Yunanistan'a bağlandı.7 İKİNCİ MEŞRUTİYETİN İLÂNI İlgili bölümü kaleme alırken, Osmanlı İmparatorluğu'nda I. Meşruti-yet'in ilânı üzerinde de yeterince duramamıştık. Şimdi burada I. Meşrutiyet ve hem de II. Meşrutiyet üzerinde durmak istiyorum. Aslında burada öncelikle vurgulamak isteyeceğim husus, Osmanlı aydınının yapısı olacak. Gerçekten Osmanlı aydını, Osmanlı toplumsal yapısının bir ürünü olarak; Avrupa'da çok örneklerini gördüğümüz "radikal" ve "ihtilalci" aydın tipinden çok uzaktır. İmparatorluğu ya da monarşiyi ortadan kaldırmak değil, meşrutî bir zemine çekmek kavgası içinde idi. Zaten çoğu, toplumun üst tabaka ailelerinin çocukları idiler ve tümü devlet olanaklarıyla eğitilmişti. İlk gizli örgütlenmeleri, Sultan Abdülaziz zamanında, 1865'te "Yeni Osmanlılar Cemiyeti" adı altında gerçekleşti. Cemiyetin ilk beş kurucusu Sağır Ahmed Paşa'nın (ki, Sadrazam Mahmud Nedim Pa-şa'nın kardeşiydi) oğlu Mehmed Bey, reji komiseri Nuri, Kayazade Re-şad, Suphi Paşazade Ayetullah ve Namık Kemal idi. Bu beş kurucuya daha sonra beş kişi daha katılacaktır: Şair Ziya Paşa, Ali Suavi, Ebuzziya Tevfik, Mir'at mecmuası sahibi Refik ve Türk basınının öncüsü Agâh Efendi.8 Aynı zamanda "Jön Türk" (Genç Türkler) olarak bilinen ve tanınan bu cemiyetin iki amacı vardı: - Osmanlı İmparatorluğu'nda meşrutî bir yönetim kurmak ve 7 8
Üçok, Coşkun, a.g.e., bkz. s.194-195. Geniş bilgi için bkz. Mufassal..., c.6, s.3133 vd.
___
^rünaıtlaşmas^
Eski bir kartpostalda, II. Meşrutiyet'in ilâmndaı 1 sonra İstanbul*»
ı sonrası gelişmeler 4O7
'da yapılan gösteriler.
- Osmanlı tebaasının haklarını en*. u
"ı "•'öunuMcuııı
yasaların güvencesi altına almak.
«s'tl'U
' '
eşıuııcierını
Bu sıralarda Mısır Valisi Hıdiv İsmail Paşa, 18 v^, . M ,. veraset yasasını" değiştirerek, Osmanlı İmparatorluğu'^! T, , kanhğı'na dek yükselmiş bulunan kardeşi Mustafa tum Fa^ . ~ . :t ^fa Fazıl Paşa, haklarından yoksun bırakmıştı. Bunun üzerine aleyhıine çalışMust Jön Türklere katıldı ve Paris'e giderek Sultan maya başladı. Derneğin İstanbul'da bulunan dokuz kurucusu efendi'de yaptıkları bir toplantıda (Agah Efendi bu topl bir hükümet darbesine girişmeye karar verdi. Şiddete ka culardan Ayetullah Efendi durumu babası Suphi Paşa'ya kümet kovuşturmaya başladı. Mehmed, NuriveReşad tafa Fazıl Paşa'nın yanına kaçtılar. Onları Ziya Paşa Ali Suavi ve Agâh Efendi izledi. Paris
1867"de "Veliantıdia yotctu), ~rşı olan, kuruanlatmca, hüBey'ler, rvdusKemal, ^nd^ görevli olan
40o ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Kâni Paşazade Rafet Bey'in de katılmasıyla, Yeni Osmanlılar Cemiyeti Paris'e taşınmış oldu. Aynı dönemde ünlü şair Şinasi de Paris'te bulunuyor, fakat Yeni Osmanlılar Cemiyeti'nden uzak duruyordu. Zaten kuruculardan bir kısmı daha sonra Londra'ya geçtiler. Bu işlerin parasal yükünü, tümüyle Mustafa Fazıl Paşa üstlenmiş bulunuyordu. Fransa bir yandan Jön Türklere kucak açmışken, bir yandan da 1867'de açılan Uluslararası Paris Sergisi vesilesiyle, Sultan Abdülaziz'i Fransa'ya davet etti. Abdülaziz Avrupa'nın değişik başkentlerine bir gezi yapmak istiyordu. Fransa'nın bu daveti üzerine Paris, Londra, Brüksel, Koblenz ve Viyana'yı kapsayan bir program yapıldı. Sultan Abdülaziz, Paris'teki yoğun programı arasında Mustafa Fazıl Paşa'yla görüşerek gönlünü aldı. Mustafa Fazıl Paşa bunun üzerine, Jön Türklerin finansmanını sürdürmekle birlikte İstanbul'a döndü ve hattâ devlet görevi aldı. Mustafa Fazıl Paşa'nın bu tutumu, Jön Türklerin çözülmelerinin başlangıç noktasını oluşturdu. Jön Türkler 1871'den itibaren geri dönmeye ve görev almaya başladılar. Bu arada Midhat Paşa 30 Temmuz 1872'de sadrazam olmuş ve Jön Türkler Midhat Paşa'nın etrafında kümelenmeye başlamışlardı. Ve sonunda 23 Aralık 1876'da I. Meşrutiyet'in ilânı bu çabaların sonucu olacak, ancak Sultan Abdül-hamid 13 Şubat 1878'de Meclis-i Mebusan'ı kapatacak ve Kanun-i Esasî'yi (Anayasa) "askıya alacaktır". Ve böylece yakın tarihimizde, bazı açılardan haklı ve bazı açılardan biraz abartılmış bir biçimde "is-tibatbaskı dönemi" denilen dönem başlayacaktır. İki meşrutiyet arasındaki bu dönemde muhalefet hareketi, 1889 yılında Askerî Tıbbiye'de; Abdullah Cevdet, İshak Sukûti, İbrahim Te-mo ve Mehmed Reşit tarafından kurulan "İttihad-ı Osmani" ve daha sonraki adıyla "İttihad ve Terakki" Cemiyeti tarafından yürütülmüştür. Gerçekten İttihad ve Terakki Cemiyeti, önce aydınlar ve sonra da genç subaylar arasında hızla yayılacak ve taraftar toplayacaktır. Bu arada Mizan gazetesi sahibi Murat Bey, I. Tümen Kumandanı Kâzım Paşa, Bursa Maarif Müdürü Ahmed Rıza vb. gibi isimler cemiyete katılmışlardı. Ancak bunların girişmeyi düşündükleri bir darbe duyulunca, sıkı bir kovuşturma başladı. İttihad ve Terakki genel merkezi de Pa-
berün antlaşması sonrası gelişmeler
ris'e taşındı. Burada Ahmed Rıza Bey, Meşvereti yayınlamaya başladı. Bu dergi uzun yıllar İttihad ve Terakki'nin düşünce arenası olacaktır. Sürgündeki İttihadçılar arasında zaman zaman sürtüşmeler de çıkıyordu. Bunun sonucu olarak çok değişik merkezlerde, birbirinden farklı dergi ve gazeteler yayınlanmaya başlamıştı. Yurtdışındaki bu tür çalışmalardan rahatsız olan ve soruna kesin bir çözüm getirmek isteyen Sultan Abdülhamid, serhafiyesi (başhafiye) Celaleddin Paşa'yı Paris'e gönderdi. Murad Bey'le görüşen Celaleddin Paşa, Abdülha-mid'in istenen reformları yapacağını bildirerek, bu tür aleyhte yayınlara son vermelerini istedi. Bu arada bir de genel af ilân edileceğine dair söz verdi. Celaleddin Paşa'nın bu önerisi, İttihadçıların bir kısmına cazip geldi ve kabul ettiler. Bunlar arasından bir bölümü de yurda geri döndü. Geri dönenlere hemen devlet görevi verildi. Ancak bir kısmı da Abdülhamid'e ve Celaleddin Paşa'ya inanmadıkları için geriye dönmediler. Bunlar arasındaki Ahmed Rıza, Meşvereti "bombardımana" devam ediyordu. Zaten Sultan Abdülhamid de, genel af sözünde durmamıştı. Bu arada Adalet Bakanlığı'na kadar yükselmiş bulunan Damad Mahmud Paşa ve oğulları Lütfullah ve Sabahaddin Bey'ler ve Midhat Paşa'nın oğlu Ali Haydar Bey, Paris'e kaçarak Ahmed Rıza Bey'e katıldılar. Bu, Abdülhamid için ağır bir darbe oldu. 20. yüzyıla girilmesiyle birlikte, imparatorluğun değişik yerlerinde, farklı cemiyetler kurulmaya başlandı. Bu arada Selanik'te Talât Tahir, Naki, Midhat Şükrü ve Ömer Naci Bey'ler "Osmanlı Hürriyet Cemiyeti"ni kurmuşlardı. Bu cemiyet Mustafa Kemal'in Suriye'de kuracağı ve örgütleyeceği "Vatan ve Hürriyet" Cemiyeti'yle birleşecek ve daha sonra Paris merkezli İttihad ve Terakki Cemiyeti'ne katılarak bunun bir şubesi haline geleceklerdir. İşte Osmanlı İmparatorluğu'nda II. Meşrutiyet özellikle Rumeli'deki genç subayların baskı ve çabalarıyla gerçekleşecektir. 6 Temmuz 1908'de Kolağası Niyazi Bey'in "dağa çıkması", yangını başlatacak kıvılcım olacak, bunu Binbaşı Enver Bey'in Selanik'te demiryolunu işgali ve 23 Temmuz 1908'de İttihad ve Terakki'nin Selanik Hükümet
ZflO ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
Konağı'nı ele geçirmesi ve anayasanın yürürlüğe girdiğini ilân etmeleri izleyecektir. Abdülhamid bir süre direnmek istemesine rağmen 24 Temmuz 1908'de bir bildiri yayınlayacak ve "askıya almış" olduğu anayasayı, yeniden yürürlüğe soktuğunu açıklayacaktır. Gazetelerde kısaca yera-lan bu haber II. Meşrutiyet'in ilânıdır. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NA DOĞRU Trablus ve Balkan Savaşları Osmanlı İmparatorluğu'nda II. Meşrutiyet'in ilânı, fazla bir değişikliğe yolaçmadı. Ne dış sorunlar sona erdi ne de iç sorunlarda bir durulma ortaya çıktı. Dünyayı paylaşmak için birbirlerinin gözünü oymaya hazır "düvel-i muazzama", daha fazlasını kopartabilmenin kavgası içindeydi. Bu arada Balkanlar'daki "cadı kazanı" da, kaynamaya devam ediyordu. Ne kadar etkisi ve katkısı var bilinmez. Ama İstanbul'da "dinci" grupların II. Meşrutiyet'e karşı tepkilerinin etkisiyle patlayan ve "31 Mart Olayı" diye isimlendirilen ayaklanma, Sultan II. Abdülha-mid'in tahttan indirilmesine yolaçtı. Bu isyanı bastırmak için Rumeli'den gelen ordunun kurmay başkanı da genç ve parlak bir kurmay subaydı: Mustafa Kemal. Zaten bu orduya "Hareket Ordusu" adı verilmesi de onun düşüncesiydi. 31 Mart Ayaklanması bastırılmıştı ama, iç ve dış sorunlar sürüp gidiyordu. Meşrutiyet'in özgürlükçü havası, başta Ermeniler olmak üzere Hıristiyan tebaanın ayrılıkçı taleplerini ortadan kaldırmamıştı. Bu arada "paylaşım kavgasına" geç katılan İtalya, Kuzey Afrika'da genişleme arzusundaydı. Tunus ve Mısır'ı elden kaçırmıştı. Fakat Libya'yı ele geçirmek istiyordu. Aynı biçimde Habeşistan'da gözü vardı. Libya'ya (Trablusgarp) yapılan İtalyan saldırısı, halkın yoğundirenişi ile karşılandı. Libya halkı Osmanlı İmparatorluğu'yla "dirsek teması" içinde sürdürdüğü özgürlüklerinden kolayına vazgeçmek istemiyordu. Osmanlı İmparatorluğu da, resmen savaşa "taraf" olma-
berlin antlaşması sonrası
lis»eler 4"
makla birlikte, gönüllü gönderilmesine önayak oluyordu. Aralarında Enver Bey, Mustafa Kemal gibi çok parlak Osmanlı kurmaylarının bulunduğu gönüllüler, italyan kuvvetlerini uzun süre durdurmayı başardılar. Ancak Balkanlar patlamaya hazır bir barut fıçısı haline gelmişti. Ve Osmanlı İmparatorluğu'nun deniz gücü, Trablus gibi uzak bir bölgeyi destekleyecek ve kontrol edecek potansiyele sahip değildi. Sonunda 18 Ekim 1912'de İsviçre'nin Uşi (Ouchy) kentinde barış antlaşması imzalandı. Buna göre Osmanlı İmparatorluğu Trablus'taki egemenlik hakkını İtalya'ya devrediyordu. Ancak hiçbir yetkisi olmayan bir Sultan Naibi'nin gönderilmesine de İtalyanlarla Trablusgarp Savaşı'ndan sonra" karar veriliyordu. Bu naibin işlevi yapılan antlaşmayla ilgi" Kartpostalı. Libya ve Osmanlı İmparatorluğu arasındaki din bağını vurgulamaktı. , RumeBu arada Balkan devletleri, Osmanlı İmparatorluğu'nuP li'deki son topraklarına göz dikmiş ve bir }9l2'de biçimde paylaşma " _ almışlardı. 13 Mart 1912'de Bulgaristan-Sırbistan, 29 Mayıs Bulgaristan-Yunanistan arasında antlaşmalar imzalanmış ve af nemde Karadağ da, bu anlaşmalara katılmıştı. Rusya ve A^ ' > Balkanlar'da kendi denetimlerinin dışına çıkacak bir savaş is^ ' lardı. Zira o durumda sınırlar, iradelerinin dışında değişebilirdi' denle Osmanlı İmparatorluğu'na başvurarak Makedonya ve li'de kimi reformlar yapılmasını önerdiler. Ancak artık ok yay*'3 * mıştı. 7 Ekim 1912'de Avusturya ve Rusya, Balkanlar'da sınıfa ğiştirilmesine izin vermeyeceklerini açıkladılar. Ve bundan bir gu son~
/fl2 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayışları
ra 8 Ekim 1912'de Osmanlı İmparatorluğu'na savaş açtılar. Diğer Balkan ülkeleri 13 Ekim'de Babıâli'ye ortak bir nota göndererek Rumeli topraklarına özerklik verilmesini ve "ulus esası" çerçevesinde yeni bir idarî yapının oluşturulmasını istediler. Osmanlı İmparatorluğu'nun bu talebe yanıtı, tümüne birden savaş açmak oldu. Osmanlı ordusu savaşa hazır değildi. Askerinin bir kısmını, terhis etmişti. Bulgarlar ve Sırplar karşısındaki kuvvetler arasında eşgüdüm yoktu. Denizde Yunan Donanması mutlak bir üstünlük içinde idi. Savaş kısa sürdü. Edirne, Yanya, İşkodra gibi kentlerin kendilerini savunmaya devam etmelerine karşılık, Bulgarlar Çatalca'ya kadar ilerlemişlerdi. Gelibolu-Çatalca hattında durdurulabilmişlerse de, durum parlak değildi. Ahmed Muhtar Paşa'nın yerine sadrazamlığa getirilen Kâmil Paşa, Yunanistan dışındaki devletlerle 3 Aralık 1912'de ateşkes imzaladı. Savaşın bu evresine I. Balkan Savaşı adı verilir. Fakat gelişmelerden hoşnut olmayan Rusya ve Avusturya'nın önayak olmasıyla Aralık 1912'de Balkaniar'ia ilgili Londra Konferansı toplandı. Bu konferansın sonu yaklaştığı bir sırada İstanbul'da İttihadçılar bir hükümet darbesi yaptılar ve Kâmil Paşa yerine Mahmud Şevket Paşa'yı sadrazamlığa getirdiler. Londra Konferansı Babıâli'ye Edirne ve Yanya konusunda ısrarlı olunmamasını önermişti. Fakat Mahmud Şevket Paşa bunu reddederek, savaşa devam kararı aldı. Osmanlı ordusu Bulgarları püskürtmeyi başaramadı. Bu arada Bulgarlar Edirne'yi, Yunanlılar da Yanya'yı almışlardı. Sonunda Osmanlı İmparatorluğu da barışa razı oldu ve 30 Mayıs 1913'te Londra Barışı imzalandı. Buna göre Yunanistan; Selanik, Güney Makedonya ve Girit'i, Sırbistan Orta ve Kuzey Makedonya'yı ve Bulgaristan Kavala, Dedeağaç ve Edirne ile birlikte bütün Trakya'yı alıyordu. Adalar konusundaki karar daha sonra alınacaktı.9 İmzalanan antlaşma özellikle Bulgaristan'ı tatmin etmemişti. Zaten Sırbistan ve Yunanistan, Bulgarların durumdan memnun kalmayacağını bildiklerinden aralarında ittifak imzalamışlardı. Gerçekten 9
Bkz. Üçok, Coşkun, a.g.e., s.208-209.
bertin antlaşması sonrası gelişmeler Z}13
Bulgaristan 29 Haziran 1913'te Yunanistan ve Sırbistan'a saldırdı. II. Balkan Savaşı başlamıştı. Sırp ve Yunan orduları Bulgarları Makedonya'dan sürdüler. Bu arada Bulgaristan'ın durumundan yararlanarak Dobruca'nın tümünü ele geçirmek isteyen Romanya da Bulgaristan'a savaş açtı. Osmanlı İmparatorluğu da aynı düşünceyle savaşa girdi ve Enver Paşa komutasındaki birlikler 22 Temmuz 1913'te Edirne'yi geri aldılar. Bu koşullar altında Bulgaristan barış istemek zorunda kaldı. 29 Eylül 1913'te Bulgaristan'la imzalanan İstanbul Antlaşması ile, Edirne, Kırklareli ve Dimetoka Osmanlı İmparatorluğu'na geri veriliyordu. Daha sonra 14 Kasım 1913'te Yunanistan'la imzalanan Atina Antlaşması ile Girit kesin olarak Yunanistan'a bırakıldı. Adalar konusunda kesin bir çözüme ulaşılamamışken, Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Bu sorun daha sonra Lozan'da çözümlenecektir. Birinci Dünya Savaşı ve Osmanlı imparatorluğu Osmanlı İmparatorluğu'nun Birinci Dünya Savaşı'na girmesi ve özellikle giriş biçimi çok eleştirilegelen bir husustur. Almanya yandaşı olan Enver Paşa'nın, bir "oldubittiyle" (emrivaki) devleti savaşa soktuğu ve imparatorluğun yıkılmasına neden olduğu söylenir. Enver Paşa'nın Almanya hayranı olduğu ve savaşa bir oldubittiyle girildiği ve bunun sonunda imparatorluğun çöktüğü doğrudur. Ama bize öyle geliyor ki çökme durumundaydı. Ve Enver Paşa'nın (ya da her kim sorumlu mevkide olursa olsun) Birinci Dünya Savaşı'na Almanya'nın safında katılmaktan başka çaresi yoktu. Bu görüşümüzü açıklamak için gözümüzü geriye, 19. yüzyılın başında ve sonundaki Osmanlı İmparatorluğu'nun durumuna çevirmemiz gerekir. Gerçekten Osmanlı imparatorluğu, ulusçuluk ideolojisinin kasıp Cavourduğu bir dünyada, çokuluslu bünyesiyle ayakta durmaya çalışan bir devletti. Burada yeniden ele alamayacağımız kimi nedenlerden ötürü Sanayi Devrimi'ni başaramamış ve güçlü zamanında tanıdığı ekonomik ayrıcalıkların da getirdiği yükle; ekonomik olarak da çökmüştü. İşte 19. yüzyılın başındaki bu yapısıyla, belli ölçüler içinde "dağılması" beklenirken, İngiltere'nin desteğiyle ayakta kalmıştır.
Z}!/} ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayıştan
Zira İngiltere'nin Doğu politikasının temeli Rusya'nın güneye inmesini engellemekti. Ve bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu'nun bütünlüğünü korumasının Rusya'nın frenleyeceğini (haklı olarak) düşünüyordu. Yani "hasta adamı" ölüme terketmiyor, kendi çıkarları doğrultusunda yaşatmaya çalışıyordu. Ancak Alman İmparatorluğu'nun kurulması, İngiltere'nin dış politikasını tümüyle değiştirtti. Zira artık Rusya'dan çok daha ciddi bir düşmanı vardı. Almanya; gerek açık deniz donanmasıyla, gerek Doğu politikasıyla İngiltere için büyük bir tehditti. Zaten 1877-1878 Savaşı'nı kötü bir yenilgiyle kapatan Osmanlı İmparatorluğu'nu desteklemek de zor olmaya başlamıştı. Ve her şey bir yana, Doğu Akdeniz'deki çıkarlarını ve Hindistan yolunu, Osmanlı İmparatorlu-ğu'ndan "geçici" kaydıyla devraldığı Kıbrıs Adası'ndan koruyabileceğini düşünüyordu. Alman İmparatorluğu Fransa ve Rusya için de aynı ölçüde tehdit oluşturduğu için, Birinci Dünya Savaşı'nın taraflarından biri (İngil-tereRusya-Fransa) doğal olarak ortaya çıkıyordu. Babıâli gelişmelerin ve kendini bekleyen tehlikelerin farkındaydı. Ve Abdülhamid'in başlattığı "denge politikasını" îttihadçılar da sürdürüyorlardı. Örneğin Abdülhamid; Bağdat Demiryolu projesini Almanlara verirken, İngiltere ve Fransa'ya da başka ayrıcalıklar tanıyordu. Aynı şekilde îttihadçılar da Almanya ve diğer büyük devletler arasında dengeyi korumaya çalışıyordu. Hattâ savaş açan Said Halim Paşa kabinesinde bile bu denge gözetilmişti. Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın Alman sempatizanı olmasına karşılık, Maliye Nazırı Cavid Bey, İngiltere'den yana idi. Zaten Avrupa'da savaş patlak verince Babıâli Londra'ya başvurmuş ve Boğazlar ve toprak bütünlüğü konusunda güvence verilirse (Almanya ile yapmış olduğu anlaşmaya rağmen) savaşa girmeyebileceğim bildirmişti. Ancak İngiltere bu öneriye ilgi duymadı. Zira Rusya ile yaptığı gizli anlaşmalarla, Osmanlı topraklarının paylaşımını çoktan yapmıştı. Kısaca belirtmek gerekirse, Osmanlı İmparatorluğu savaşa gir-
bertin antlaşması sonrası gelişmeler^frl 5
Cihat Fetvası Hilafet makamının I. Dünya Savaşı içinde makamın ruhani gücüne dayalı olarak gerçekleştirdiği en önemli girişim hiç şüphesiz tüm Müslümanları halifenin bayrağı altında savaşmaya çağıran ci-had-ı ekber'ın yayınlanmasıydı. Şeyhülislâm Mustafa Hayri Efendi'nin bütün Müslümanları cilıada çağıran fetvasının yanısıra n Kasımda Sultan Reşat, ordu ve donanmaya hitaplı bildirisinde savaşın nedenleri yanında cihattan söz ediyordu. Bildiride ayrıca İngilizlerin Çanakkale ve Akabe 'de, Rusların da Kafkasya'da Osmanlı ülkesine saldırdıklarına işaret edilmekte bu nedenle ülkeyi, kutsal yerleri ve üç yüz milyon Müslümanın varlığını korumak için cihat açıldığı bildirilmekteydi. Şeyhülislâm Mustafa Hayri Efendi'nin cihad-, ekber fetvası da benzer temalar içeriyordu. Birbirine ekli 5 bölümden oluşan fetvaya göre düşmanların islâm topraklarını ele geçirip yağmalama ve Müslüman halkı esir etme tehlikesi belirdiğinden İslâm halifesi cihat emretmişti. Bu nedenle bütün ülkelerdeki genç ya da ihtiyar her Müslümanın, yaya ya da süvari olarak malları ve canlarıyla kutsal savaşa katılmaları farz-ı ayın olmuştu. Cihat çağrısına katılmayan Müslümanlar büyük günah işlemiş olacakları gibi Allah'ın gazabına uğrayacaklardı. Fetvada yer aldığı şekliyle sömürge durumunda yaşayan Müslümanların bu hükümetlerin zoruyla halifenin ordusu olan Osmanlı askerine karşı savaşmaları dinsel bakımdan haram olduğundan, cehennem ateşinde yanmaları kaçınılmazdı. Aynı sonuç itilaf Devletleri'nin egemenliği altında yaşayan Müslümanların, halifenin dostu olan Almanya ve Avusturya ile savaşmaları halinde onların da başına gelecekti. Dinsel temalar yalnızca halife-sultan ya da Şeyhülislâmlık makamınca yayınlanan bildirilerde değ», askeri içerikli metinlerde de görülmektedir. Başkomutan Vekili Enver Paşa'nın silahlı kuvvetlere "Arkadaşlar!" şeklinde başlayan bildirisi baştan sona bu yönde kaleme alınmıştı Enver Paşa bildiride şunları söylüyordu: "Hepimiz düşünmeliyiz ki, başımızın ucunda Peygamberimizin ve Sahabe-i Güzin Efendilerimizin ruhları uçuyor. Şanlı babalarımız, başlarımızın ucunda ne yapacağım'» bakıyor. Eğer onların hakiki evladı olduğumuzu göstermek, bizden sonra gelenlerin lanetlerinden kurtulmak istersek çalışalım. Zincirler altında bekleyen 300 milyon Müslüman ve eski vatandaşlarımız hep bizim zaferlerimiz için dua ediyor. Ölümden kimse kurtulamayacaktır. Ne mutlu ileri gidenlere, ne mutlu din ve vatan uğrunda şehit olanlara. İleri, daima ileri ki zafer şan, şahadet, cennet hep ileride, ölüm ve zillet geridedir." Namık Sinan Turan Hil etin Tarihssl
' °f
tecimi ve Kaldınlmas,, Altın Yayınlan, İstanbul, aooz,, s.ı38-139
mese bile, eğer savaşı İngiltere-Rusya-Fransa kazansaydı, imparatorluk parçalanacaktı. Bu koşullar altında savaşa Almanya'nın yanında girmekten başka çare yoktu. İngiliz Donanması'ndan kaçan Goeben ve Breslau (Yavuz ve Midilli) zırhlılarının Osmanlı İmparatorluğu tarafından (sözde) satın
Zjl6 ikin ci bölüm: yeni bir dünyada denge arayıştan
alınması ve bunların Karadeniz'e açılarak Rus limanlarını bombardıman ederek Osmanlı İmparatorluğu'nu savaşa sokmaları elbette Enver Paşa'nın bir oldubittisidir. Ve son kabine üyelerinin bir kısmının bundan haberleri olmadığı doğrudur. Ancak Osmanlı Imparatorluğu'nun kaderi çoktan çizilmişti ve bu kader Almanya ve Avusturya ile aynı safta Birinci Dünya Savaşı'na katılmaktı.
(
EK 3 Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümayunu)1
JUûJ lj>tuj ,^-^»t ^Ijî £t içüi A
ü^-jjl^ej t^lj u^-t Z£jlj\ ^
•H»a'->r- ^fr/, ij! JVJ! Û*^ ^
Ü^Vj.il^J.-.U.^Uil Cjr J OXİUjl, ^ 1
Mufassal.., c.6, s.2982-2984 (dil
irilmiştir).
ek 3: tanzimat fermanı (gülhane hatt-ı hümayunu) 4^9
"Benim Vezirim, Herkesin bildiği gibi, devletimizin meydana çıkışının başlangıcından beri Kur'an hükümlerine ve şeriat kanunlarına mükemmel şekilde riayet olunduğundan saltanatımızın kuvveti ve durumu ve bütün taba'sının refah ve mamurluğu son dereceye varmışken, yüz elli yıl var ki birbirini kovalayan gaileler ve çeşitli sebeplerden dolayı ne şeriat ne de kanunlara uyulmak yüzünden eski kuvvet ve mamurluk tam tersine zayıflık ve fakirliğe dönmüştür. Halbuki şerT kanunlarla idare olunmayan memleketlerin payidar olamayacağı belli bir şeydir. Cülusumuzdan beri eserleri hayırlı düşüncelerimiz sadece memleketin i'marı, halkın ve fakirlerin refaha kavuşturulması faydalı meselesine inhisar etmiştir. Memleketimizin coğrafi durumuna, münbit arazisine ve halkın kabiliyet ve istidadına göre lüzumlu şeylere teşebbüs olunduğu takdirde beş on yıl içinde Allah'ın yardımıyla istenilen şeylerin hasıl olacağı belli olmakla birlikte Allah'ın yardım ve inayetine itimad edip Peygamberimizin ruhanî imdadına dayanarak bundan sonra memleketimizin ve devletimizin iyi şekilde idaresi için bazı yeni kanunlar konulması lüzumlu ve mühim görülmüştür. Bu kanunların esas maddeleri de can emniyeti ile ırz, namus ve malın korunması, vergi tayini, lâzım olan askerin toplan/ş tarzı ve kullanma müddeti meselelerinden ibaret olup şöyle ki: Dünyada candan ve ırz ve namustan daha aziz bir şey olmadığından bir insanın onları tehlikede gördükçe yaradılış itibariyle hıyanete mail olmasa bile can ve namusunu korumak için elbette bazı şeylere başvurmayı, bunun da devlet ve memlekete zararlı olageldiği herkesçe kabul edilmiş olduğu gibi, bilakis can ve namusundan emin olduğu takdirde sadakat ve doğruluktan ayrılmayacağı ve işi gücü hemen devlet ve millete iyi hizmetten ibaret olacağı da belli ve meydandadır. Mal emniyetinin mevcud olmayışı halinde ise, herkes ne devlet ve ne de milletine ısınamayıp ne de memleketinin imarına bakmayıp daima endişe ve ızdıraptan kurtulamayacağı gibi aksi takdirde, yani mal ve mülkünün tam emniyet içinde olduğu halde de hemen kendi işi ile ve geçim imkânlarını genişletmekle uğraşacağı ve kendinde günden güne devlet ve millet gayreti ve vatan sevgisi artıp ona göre iyi harekete çalışacağı şüpheden uzaktır. Vergi tayini maddesi ise, bir devlet memleketi korumak için elbette askere ve diğer lüzumlu masraflara muhtaç bulunup bu ise para ile idare olunacağına ve para da tab'anın vergisiyle hası! olacağına göre bunun da çaresine çok iyi bir şekilde bakmak çok mühim olup gerçi ilk zamanlarda gelir sanılmış olan bir elden toplayış belasından memleketimiz ahalisi bundan evvel kurtulmuş ise de, memleketi tahrib vasıtası olup hiçbir zaman faydalı sonuçlar vermeyen zararlı iltizam usûlü hâlâ mevcud ve bu da bir memleketin siyasî ve malî işlerini bir adamın bildiği gibi kullanmak üzere eline ve belki de cebir ve kahır pen-
420 ikinci bölüm: yeni bir dünyada denge arayıştan
çesine teslim demek olup o da zaten iyi bir adam değilse hemen kendi çıkarına bakarak bütün işi gücü başkasına haksızlık ve zulümden ibaret olduğundan bundan sonra memleket ahalisinden her ferdin malına ve kudretine göre uygun bir vergi tayin edilerek kimseden fazla bir şey alınmaması ve devletimizin karada ve denizde askerî ve diğer masrafları da lizımgelen kanunlarla sınırlandırılıp açıklanarak bunun ona göre yapılması lâzımdır. Asker maddesi de, yukarıda yazılan mühim maddelerden olup gerçi vatanın muhafazası için asker vermek ahalinin boynuna borç ise de, şimdiye kadar süregeldiği gibi bir memleketin mevcud nüfus sayısına bakılmayarak kiminden tahammül derecesinden fazla ve kiminden noksan asker istemek hem nizamsızlığa ve pek faydalı şeyler olan ziraat ve ticaretin ihlâline sebep olduğu gibi, askerliğe gelenlerin ömürlerinin sonuna kadar kullanılmaları da hem bıkkınlığa ve tahammülsüzlüğe hem de neslin çoğalmamasına sebep olduğundan her memleketten lüzumunda istenecek asker için bazı iyi usûller ve dört veyahut beş sene kullanıldıktan sonra bîr değiştirme yolu konulması gerekir. Velhasıl bu nizami kanunlar hasıl olmadıkça kuvvet ve mamurluk ve birlik ve düzenlik elde edilmesi mümkün olmayıp hepsinin esası da bu anlatılan maddelerden ibaret olduğundan bundan sonra suç işleyenlerin cezaları sert kanunlara göre açık olarak incelenip görülerek hüküm olmadıkça hiç kimsenin hakkında gizli ve açık idam muamelesi caiz olmamak ve hiç kimse tarafından başkasının ırz ve namusuna tasallut vukubulmamak ve herkesi mal ve mülküne tam serbestlikle malik ve mutasarrıf olarak hiçbir taraftan müdahale edilmemek ve mesela bir kimse bir töhmet altında bulunur veya bir kabahat işlerse onun varisleri veraset haklarından mahrum edilmemek ve saltanatımızın tab'ası olan Müslümanlar ve diğer milletler bu şahane müsaademize istisnasız müzahir olmak üzere can ve ırz ve namus ve mal maddelerinde şeriatin hükmü iktizasından olarak memleketimizin bütün ahalisine tarafımızdan tam teminat verilmiş ve diğer hususlara dahi oybirliği ile karar verilmesi lâzımgelmiş olduğundan Meclis-i Ahkâm-ı Adliye üyeleri gereği derecesinde çoğaltılıp ve devletimizin vükela ve ricali de ta'yin olunacak bazı günlerde toplanarak ve hepsi düşünce ve mütalâalarını hiç çekinmeden serbestçe söyleyerek bu can ve mal emniyeti ve vergi hususlarına dair lâzımgelen bu can ve mal emniyeti ve vergi hususlarına dair lâzım-gelen kanunlar bir taraftan kararlaştırılıp askerî tazminat maddesi de Serasker Kapısı Dâr-ı Şûrası'nda konuşulup her şeyin Allah'a ait olduğu nisbette, işlerde esas tutulmak üzere üstü Hatt-ı Hümayun'uzla tasdik olunmak için tarafımıza arzolunsun. Bu şer'e uygun kanunlar yalnız din ve devlet ve memleket ve milleti ihya etmek için konulacağından tarafımızdan bunlara aykırı hareket vukubulmayacağına ahd ve misak olunup Hırka-i Şerif odasında bütün ümera
ek 3: tanzimat fermanı (gülhane hatt-ı hümayunu) 421
ve vükelâ hazır oldukları halde Allah'a yemin edilerek ulema ve vükela da tahlif olunacağından ve ona göre Ulema ve vezirlerden velhasıl her kim olursa olsun şerT kanunlara aykırı hareket edenlerin sabit olan kabahatlerine göre cezalarının layık oldukları şekilde ve hiçbir rütbeye ve hatır ve gönüle bakılmadan yerine getirilmesi için hususi bir ceza kanunu da tanzim ettirilsin. Bütün memurların şimdiki halde kâfi miktarda maaşları bulunup eğer henüz bulunmayanları varsa onlar da yoluna konulacağından şer'an enfur olup memleketin harap olmasının en büyük sebebi olan pek çirkin rüşvet işinin bundan sonra vukua gelmemesinin de kuvvetti bir kanunla tekidine bakılsın. Bu anlatılan şeyler eski usûlü baştanbaşa değiştirmek ve yenilemek olacağından bu şahane irademiz istanbul ve bütün memleketlerimiz ahalisine ilân edilip duyurulacağı gibi dost devletlerin de bu usûlün inşallah ebediyen bekasına şahid olması için istanbul'da oturan bütün elçilere de resmen bildirilsin. Hemen Ulu Tanrımız hepimizi muvaffak buyursun ve bu kurulan kanunlara aykırı hareket edenler Ulu Tanrı'nın lanetine uğrasınlar ve ebediyyen kurtuluş bulmasınlar, âmin."
Kaynakça Abramovitz, Jack, American History, Chicago, 1971. Adamov, A. (G. Bourgin), 1871 Paris Komünü, çev. A. Tokatlı - G. Üstün, Ağaoğ-lu Yayınları, İstanbul, 1968. Adıvar, Halide Edip, Türkiye'de Şark, Garb ve Amerikan Tesisleri, İstanbul, 1965. Akdağ, Mustafa, "Celali İsyanlarının Başlaması", Ankara Üniversitesi DTCF Dergisi, c.IV, Ankara, 1945. —, XIII. Yüzyıl Ortalarından, XVI. Yüzyıl Ortalarına Kadar Olan Sürede Türkiye'nin Sosyal Sınıflarının İktisadî Hayatı Üzerine Genel Bir Bakış, Ankara, 1963. —, Türkiye'nin İçtimaî ve İktisadî Tarihi, c.l, 1243-1453, Ankara Üniversitesi DTCF Yayınları 131, Ankara, 1959. Akm, İlhan, Temel Hak ve Özgürlükleri, İstanbul Üniversitesi Yay. 1333, Hukuk Fakültesi Yayınları 278, İstanbul, 1968. Altundağ, Şehabettin, "Osmanlı İmparatorluğu Vergi Sistemi Hakkında Kısa Bir Araştırma", Ankara Üniversitesi DTCF Dergisi, c.5, sayı 2. Anderson, M. S., The Ascendancy of Europe 1815-1914 (Aspect of European History), Longman Group Ltd., Londra, 1972. Armaoğlu, Fahir, "Siyasi Tarih (Dersleri) 1789-1919, Ankara Üniversitesi SBF Yayınları No: 136-118, Ankara, 1961. Arendok, Van, "Fütüvvet", İ.A., c.4, s.700-701. Ateş, Toktamış, Demokrasi, Der Yayınlan, İstanbul, 1976. —, Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı, Say Yayınları, İstanbul, 1981. —, Türk Devrim Tarihi, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1980. Aubry, Octave, Napolyon'dan Ölmez Sayfalan, çev. Fethi Yücel, MEB Yayınları, İstanbul, 1964. Aulard, A., Fransa İnkılâbının Siyasî Tarihi (Demokrasinin ve Cumhuriyetin Kaynakları ve Gelişmesi), çev. Nazım Poroy, TTK Yayınları, X. seri, no.l; Ankara, 1944. Barker, T.C., "The Beginnings of the Canal Age in the Britisih Isles", Studies in the Industriel Revolution, Edited by. L. S. Pressnell; Presented to T. S. Ashton The Athlone Press, 1960. Babinger, Franz; Mehmet der Eroberer und seine Zeit (Weltstürmer einer Zeitwen-de), München, 1953. Barkan, ÖmerLütfi, "Avarız", İ.A., c.2, s.13-19.
l\1l\ kaynakça
—, Kanunlar (XV. ve XVI. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğu'nun Zirai Ekonomisinin Hukukî ve Malî Esasları), c.l, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkiyat Enstitüsü Neşriyatı'ndan, İstanbul, 1943. Berkan, Ömer Lütfi, "Kanunname", İ.A., c.6, s.168 vd. —, Osmanlı Imparatorhığu'nda Din ve Sekülarizmin Tarihî İnkişafı (yayınlanmamış bir çalışma). —, Osmanlı Imparatorhığu'nda Kuruluş Devrinin Toprak Meseleleri, 2. Türk Tarih Kurumu Kongresi. Barkan, Ömer Lütfi, "Öşür", İ.A., c.9, s.485-488. Bauer, Fritz, Widerstand gegen die Staatgeıvalt (Dokumente der Jahrtausend), Frankfurt, 1965. Bergeron, L. (F.E-K.R.); Die Zeitalter der Europeaischen Revolution (1780-1848), Fischer Weltgeschichte, Band 26, Frankfurt am Main, 1969. Bernheim, E., Tarih ilmine Giriş, çev. Dr. Şükrü Akkaya, T.C. Kültür Bakanlığı, Ankara, 1936. Bismarck, Otto von, Düşünceler ve Hatıralar, c.l, çev. Nijad Akipek, MEB Yayınları, İstanbul, 1965. —, Düşünceler ve Hatıralar, c.III, çev. Nijad Akipek, MEB Yayınları, 2. baskı, İstanbul, 1967. Bourgin, G. (A. A.), 1871 Paris Komünü, çev. A. Tokatlı-G. Üstün, Ağaoğlu Yayınevi, İstanbul, 1968. Böhme, Helmut, "Industrielle Revolution", Marksismus im Systemvergleich (Herausgegeben von C.D. kernig), Herder-Herder Verlag; Frankfurt (New York), 1974. Bridge, F. R., "From Sadovva to Sarajevo" (The Foreign Policy of Austria-Hungary 18661914), Foreign Policy of Great Powers, Edited by C. J. Lowe, Londra, 1972. Brington, C. (J.B.C. - R.L.W.); 1453'ten Bugüne Dünya Tarihi ve Çağdaş Uygarlık, çev. Mete Tuncay, Cem Yayınları, İstanbul, 1982. Bukor, Harald-Ruth, Atlas zur Weltgeschichte, Band II (Von der Fransözischen Revolution bis zum Gegemvart), Münih, 1981. Bury, J. R T. (Edited), The Neıv Cambridge Modern History, c.X (The Zenith of European Povver), 1830-1870, Cambridge, 1960. Carr, E. H., Tarih Nedir?, çev. Misket Gizem Gürtürk, Birikim Yayınları, İstanbul, 1979. Cariyle, Thomas, The French Revolution, c.l, Bernard Tauchnitz, Leipzig, 1851. Chateaubriand, A de; Napolyon Bonaparte (Mezar Ötesinden Anılar), çev. Yaşar Nabi, Varlık Yayınları, İstanbul, 1969. Christopher, J. B. (C.B.-R.L.W.), 1453'ten Bugüne Dünya Tarihi ve Çağdaş Uygarlık, İstanbul, 1982.
kayn«a^
425
Craig, A. Gordon, Geschichte Europas im 19. und 20. Jahrhundert (Vom wıener Kongress bis zum Ausbruch des Ersten Weltkrieges 1815-1914), İngilizce'den çeviren Marianne Hopmann, C.H. Beck; Münih, 1978. Çağatay, Neşet, "Osmanlı İmparatorluğu'nda Reayadan Alınan Vergi ve Kesimler", Ankara Üniversitesi DTCF Dergisi, c.4, sayı 5, Ankara, 1947. Çam, Esat, Devlet Sistemleri, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Yayu'aı 5:ı, İstanbul, 1982. Devrimler Ansiklopedisi, c.4, Gelişim Yayınları, İstanbul. Die Fransözische Revolution in Augenzeugenberichten, Deutsche Taschen buch Verlag, Münih, 1980. Dünya Tarihi, c-1-3, Kaynak Kitaplar, İstanbul, 1974. Engelhardt, Ed., Tanzimat, çev. Ayda Düz, Milliyet Yayınları, İstanbul, 19'bErim, Nihat, Siyasî Tarih (Metinler), el, Ankara, 1953. Fagan, H., Der Englische Bauernaufstand von 1381, İngilizce'den çeviren L*r. G. Lessig, Berlin, 1953. Fetscher, I., 'Aufklaerung", Marksismus in Systemverleich, c.l'den, Frt^^rurt, 1974. Ford, Franklin L., Europe 1780-1830 (A General Hıstory of Europe), LoJg»man, Bristol, 1975. Furet, F. (L.B.-R.K.), Die Zeitalter der Europaeischen Revolution, FranklurTt am Main, 1969. Gaxotte, Pierre, Fransız İhtilali Tarihi, çev. Samih Tiryakioğlu, Varlık Yayıı>la*ı, 2. baskı, İstanbul, 1969. Grauss, S. E, "Mittelalter", Marksismus im Systemvergleich, Band 3 (Herans^ege-ben von C.D. Kernig), Herder-Herder; Frankfurt (New York, Freiburg). * 574. Grohmann, "Öşür", İ.A., c.9, s.482-485. Gökbılgin, Tayyip, "Nişancı", İ.A., c.9, s.299-302. —, "Orhan Bey", İ.A., c.9, s.399,408. Gölpınarlı, Abdülbaki, "İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynakları", İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, c.II, İstanbul, 1950. Hammer, Joseph von, Osmanlı Tarihi, çev. Mehmet Ata, bugünkü dille özrtltsyen A. Karahan, İstanbul, 1966. Havens, Georg, R., Fikirler Çağı, çev. Dr. Behzat Yeğen, İstanbul, 1971. Hill, Christopher, 1640 Devrimi, çev. Neyyir Kalaycıoğlu, Kaynak Yayınları. İstanbul, 1983. Hilton, R. H. (F.H.), Der Englische Bauemaufsfand von 1381, Berlin, 195> Hobsbavvn, E. J. The Age of Revolution (1789-1848), Mentor Books; NeW York, 1962. Huberman, Leo, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, çev. Murat Belge, tstarXbul, 1974.
426 kaynakça
Hugo Victor, Doksanüç İhtilâli, çev. Burhan Toprak, MEB Yayınları, İstanbul, 1962. İleri, Suphi Nuri, Siyasî Tarih, Yüksek Ticaret ve İktisat Mektebi Neşriyatı'ndan, İstanbul, 1940. İnalcık, Halil, Fatih Devri (Üzerine Tetkikler ve Vesikalar), TTK Yayınları, seri no.6, Ankara, 1954. —, "Mahkeme", İ.A., c.7, s.146-151. —, "Mehmed II", I.A., c.7, s.506-535. —, "Örf", İ.A., c.9, s.480-484. —, "Padişah", İ.A., c.9, s.491-495. Kaemmel, Otto, Geschichte der Neuesten Zeit, 3. Teil (Von der Thronbesteigung Napoleons III, bis zur Gegenwart), Verlag und Druck von Otto Spamer; Leip-zig, 1898. Karal, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, c.V (Nizam-ı Cedid ve Tanzimat Devirleri 1789-1856), TTK Yayınları, XIIII, seri, no.16, Ankara, 1947. —, Osmanlı Tarihi, c.VII (Islahat Fermanı Devri), TTK Yayınları, XIII. seri, no.16, 2. baskı, Ankara, 1977. Kaylan, Aziz, Kırım Savaşı (1853-1856), Milliyet Yayınları, İstanbul, 1975. Kernig, C. D. (Edited), Marksismus im Systemverleich, c.I-IV, Verlag Herder-Her-der; Frankfurt (New York), 1974. Klüber, D. J. Ludvvig, Akten des Wiener Kongress (im Jahren 1814-1815), Band 1-8 (31 Hefte); 9. Band, Supplement Band mit Register; Neudruck der Ausgaben 1816-1819, Verlag Otto Zeller; Osmabrück, 1966. Köllman, WoIfgang, Raum und Bevölkerung in der Weltgeschichte, 4. Band; "Be-völkerung und Raum in der Neuerer und Neuester Zeit", Verlag S.G. Plötz, Würzburg, 1965. Köprülü, Fuad, "Ahmed Yesevi", İ.A., c.I, s.210-215. —, "Alp", İ.A., c.I, s.379-384. —, "Hacı Bektaş Veli", Î.A., c.II, s.461-464. —, "Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Te'siri Hakkında Bazı Mülahazalar", Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, c.I, İstanbul, 1931. —, "Harzemşahlar", İ.A., c.5, s.265-296. —, Ortazaman Türk Hukukî Müesseseleri, İstanbul, 1937. —, Osmanlı Devleti'nin Kuruluşu, TTK Yayınları, Ankara, 1959. Kramers, J. H., "Sultan", İ.A., c.II, s.24-28. Kurdakul, Necdet, Ticaret Antlaşmaları ve Kapitülasyonlar, Döler Neşriyat, İstanbul, 1981. Kuyucuklu, Nazif, İktisadî Olaylar Tarihi, İstanbul Üniversitesi SBF Yayınları 3, İstanbul, 1982. Lenin, V. İ., Emperyalizm (Kapitalizmin En Yüksek Aşaması), çev. Cemal Süreyya, 4. baskı, İstanbul, 1975.
kaynakça 427
Lopez, S. Robert, "The Take-Off of the Commercial Revolution", The Commerci-al Revolution of the Middle Ages, s.56-84, Cambridge University Press, 1976. Luckwaldt, Friedrich, Die Zeitalter der Restauration (Europe unter der Einwir-kung der Julirevolution), Propylean Weltgeschichte, Band 7. Louis, Paul, Fransız Sosyalizmi Tarihi, çev. Şerif Hulusi, Dördüncü Yayınevi, İstanbul, 1966. MacDonald, D.B., "Derviş", t.A., c.3, s.545-547. Maillet, Jean, iktisadi Olayların Evrimi, çev. Ertuğrul Tokdemir, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1983. Mardin, Ebül'ûlâ, "Haraç", I.A., c.5, s.222-225. —, "Kadı", İ.A., c.6, s.42-46. Mauris, Andre, Amerika Birleşik Devletleri Tarihi, c.l, çev. Fuad Gökbudak, İstanbul, 1945. Michelet, Fransız İhtilâli Tarihi, c.l, çev. Hamdi Varoğlu, Devlet Kitapları, 2. baskı, İstanbul, 1967. Moltke, Von, Türkiye Mektupları, çev. Hayrullah Örs, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1969. Mommsen, Wolfgang J., Die Zeitalter des Imperialismus, Fischer Weltgeschichte 28, Frankfurt, 1969. (Mufassal) Osmanlı Tarihi, c.1-6, İskit Yayınevi, İstanbul, 1958. Müller, E. (I.F.), "Aufklaerung", Marksismus im Systemvergleich, c.I'den, Frankfurt, 1974. Palmade, Guy, Die bürgerliche Zeitalter, Fischer Welteschichte 27, çev. Dr. Egbert Türk, Frankfurt, 1974. Palmer, R. R., Das Zeitalter der Demokratischen Revolution (Eine vergleichende Geschichte Europas und Amerikas von 1760 bis zur Fransözischen Revoluti-. on), çev. Herta Lazarus, Frankfurt, 1970. Parmaksızoğlu, İsmet (Haz.), tbtti Batuta Seyahatnamesinden Seçmeler, Devlet Kitapları, İstanbul, 1971. Petro (Çar Büyük Petro), Petro'nun Vasiyetnamesi, Harp Akademileri Komutanlığı Yayınları, İstanbul, 1970. Pirenne, Henri, Ortaçağ Avrupa'sının Ekonomik ve Sosyal Tarihi, çev. Uygur Ko-cabaşoğlu, İstanbul, 1983. —, Ortaçağ Kentleri (Kökenleri ve Ticaretin Canlanması), çev. Şadan Karadeniz, İstanbul, 1982. Pirenne, Jacques, Büyük Dünya Tarihi, c.I-IV, çev. Nihal Onol, İstanbul, 1964. Prophlaen Weltgeschichte, Band 7, Berlin, 1929. Prophlean Weltgeschichte, Band 8, Berlin, 1930. Pollard, Sidney, European Economic Integration (1815-1970), Thames and Hud-son, Londra, 1974.
/f2o kaynakça
Pressnell, L. S. (Edi.), Studies in the Industrial Revolution, The Athlone Press, 1960. Quadflieg, Franz, Russische Expansionspolitik (im neunzehnten Jahrhundert), Le-ipzig, 1914. Refik, Ahmet, Osmanoğulları, Türk Tarihinin Anahatlart Miisvetteleri, II. seri, no.l, Ankara (tarihsiz). Romano, Ruggiero (A. T.), Die Grundlegung der modernen Welt, Frankfurt, 1967. Rossier, Edmond, Avrupa'nın Siyasî Tarihi (1815-1919), çev. Ali Kemali Aksüt, İstanbul, 1943. Sarıca, Murat, Siyasal Tarih, İstanbul, 1980. Savcı, Bahri, insan Hakları (Kanunilik Yolu ile Korunması), Ankara Üniersitesi SBF Yayınları, no.32-14, Ankara, 1953. Searight, Sarah, The British in the Middle East (A Social History of the British Overseas), New York, 1970. Shavv, Stanford (Ezel-Kuran), Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, çev. Mehmet Harmancı, c.2, İstanbul, 1968. Sıba, Halim Sabit, "Cihad", İ.A., cilt 3, s.378-387. Sieburg, Friedrich, Napoleon (Die Hundert Tage), Dromer-Knaur, Münih, 1966. Silberschmit, Max, Şark Meselesi, çev. A. C. Köprülü, İstanbul, 1930. Soboul, Albert, 1789 (Fransız İnkılâbı Tarihi), çev. Şerif Hulusi, Cem Yayınları, İstanbul, 1969. Sorel, Albert, Avrupa ve Fransız İhtilâli, c.II (1), çev. Nahid Sırrı Örik, MEB Yayınları, İstanbul, 1949. —, Avrupa ve Fransız İhtilâli, c.V (1), c.V (2), çev. Nahid Sırrı Örik, MEB Yayınları, İstanbul, 1951. —, Avrupa ve Fransız İhtilâli, c.VII (2), çev. Nahid Sırrı Örik, MEB Yayınları, İstanbul, 1956. Soysal, İsmail, Fransız İhtilâli (ve Türk-Fransız Diplomasi Münasebetleri 1789-1802), TTK Yayınları, VII. seri, sayı 44, Ankara, 1964. Soysal, Mümtaz, Anayasaya Giriş, Ankara Üniversitesi SBF Yayınları 271, 2. baskı, Ankara, 1969. Stern, Alfred, Frankreich von der Februar-Revolution bis zur Presidentenıvahl Na-poleons (Vorgeschichte und Geschichte der Revolutionsahre 1848-1849), Prophlean Weltgeschichte, Band 8, Berlin, 1930. Taeschner, E, "İslâm Ortaçağında Fütuvva", çev. E Işıltan, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, c.15, İstanbul, 1952. Tanilli, Server, Anayasalar ve Siyasal Belgeler, İstanbul, 1976. Tanzimat (Yüzüncü Yıldönümü Münasebetiyle), İstanbul, 1940. Tekindağ, Şehabettin, "Lübnan", İ.A., c.7, s.105-114. Tenbrock, Robert-Hermann, Geschichte Deutschlands, Max Heber Verlag, Münih, 1968.
kaynakça 42Q
Tenenti, Alberto (R. R.), Die Grundîegung der Modernen Welt (Spaetmittelaltar, Renaissance, Reformation) Fischer Weltgeschichte 12, Frankfurt, 1967. Thomson, David, Tarihin Amacı, çev. Salih Özbaran, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İzmir, 1983. Thomson, George, Marks'tan Mao Zedung'a (Devrimci Diyalektik Üzerine), çev. Coşkun Irmak, İstanbul, 1979. Thukydides, Peloponnes Savaşı, çev. Tanju Gökçöl, İstanbul, 1950. Uçarol, Rıfat, Siyasi Tarih, Hv. Bas. ve Neş. Md.lüğü, Ankara, 1979. Unat, Faik Reşit, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri (tamamlayıp yayınlayan Prof. Dr. Bekir Sıtkı Baykal), TTK Yayınları, VII. seri, no.8, Ankara, 1968. Uzunçarşılı, İ. H., "Defterdar", I.A., c.3, s.506-508. —, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, TTK Yayınları, VIII. seri, sayı 17, Ankara, 1965. —, Osmanlı Devleti'nin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı, TTK Yayınları, VIII. seri, no.16, Ankara, 1948. —, Osmanlı Tarihi, c.I, TTK Yayınları, seri no.16, Ankara, 1948. Ülgener, Sabri, iktisadi Çözülmenin Ahlâk ve Zihniyet Dünyası, Der Yayınları, İstanbul, 1981. Ülken, Hilmi Ziya, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul, 1966. Valentin, Veit, Welt Geschichte, Albert de Lange, Amsterdam, 1949. Widgery, G. Alban, Büyük Öğretiler, çev. Gülçiçek Soytürk, İstanbul, 1971. Wittek, Paul, "Ankara Bozgunundan İstanbul'un Zaptına", çev. Halil İnalcık, TTK Belleten, c.7, s.558-574. Wollf, R. L. (C.B.-J.C.), Uygarlık Tarihi... Zierer, Otto, Freiheit, Gleichheit, Brüderlichkeit, Heyne Lebendige Weltgeschich-te, Band 17, Münih, 1967. —, Glückspiel um die Weltmacht (Die Zeitalter des İmperialismis 1850-1916), Heyne Lebendige Weltgeschichte, München, 1969. Yirminci Yüzyıl Tarihi, c.I, "Dünyanın Efendisi Avrupa", İstanbul, 1970.
W Konu Dizini 3İ 3. Cumhuriyet 128 3f 31 Mart Olayı 410 9.« 93 Harbi 382, 388
1.1 1536 Kapitülasyonu 165, 166 rı 1774 Kaynarca Antlaşması 171 rı 1792 Yaş Antlaşması 173 1 1820 ihtilâlleri 208 1830 ihtilâlleri 213, 214, 216, 218-223 1840 ihtilâlleri 213 1848 ihtilâlleri 200, 214, 223-225, 230, 233, 236, 240, 244, 258, 335 1:1 1873 Fermanı 387 Al Abbasi Halifeliği 25, 44 AA ABD 185, 198, 209, 212, 241, 243, 255, 324, 355, 358 alü abdal 45 als abu-1 fityan 48 AA Abukir 135, 174, 175 AA Acemi Ocağı 52, 53 AA Adana 312 AA Aden 167, 168, 308 AA Adige Nehri 132 AA Adriyatik 13, 134, 135, 142, 161, 174, 382, 392 AA Afganistan 355, 377 AA Afrika 61, 161, 165, 167, 355, 357 AA Ahiler 43, 47, 48, 49, 55 AA Ahsa 301 M Aida Operası 387 AA Ajaccio 129 A A Akabe 415 M Akdeniz 11, 13, 14, 35, 91, 135, 167, 170, 247, 286, 290, 299, 320, 321, 337, 338, 380 AiAkkâ 135, 137, 174, 309, 310, 315, 317
Akkerman Sözleşmesi 297 Alaska 211 Alma 344 Alman 155 Alman Birliği 140, 237, 240, 244, 254, 257, 258, 260, 347, 359, 360, 374 Alman Konfederasyonu 268 Alman Ulusal Meclisi 237 Almanca 156 Almanya 10, 76, 140, 162, 198, 199, 202, 204, 207, 214, 221, 223, 236-240, 243, 244, 254-260, 263, 265, 268, 269, 272-274, 286, 347, 351-354, 357-361, 363-370, 373, 374, 376, 377, 393, 394, 405,413,415 Almanya-Avusturya Askeri Antlaşması 365 Almanya-Rusya Güvence Antlaşması 372 Alpler 248 Alsas 269 Alsas Loren 360, 376 Amerika 7, 82, 162, 200, 205, 211, 212, 355, 357, 358 Amerikalılar 89 Amerikan 93 Amerikan Devrimi 81, 82, 85 Amerikan kolonileri 83 Amerikan konsensüsü 81 Amiens 176 Amiens Barışı 139 Anadolu 4, 21, 23, 28, 32, 34, 47, 161,164,289,312,313,370 Anadolu Selçukluları 31, 44, 46, 50, 55
432 konu dizini
Anadolu Türk Beylikleri 32 Anape 301 Anayasa Komisyonu 113 Anglikan Kilisesi 69 Ankara Ahi Cumhuriyeti 47 Ankara Savaşı 22, 53 Ansiklopedi 77 Antakya 310 Antik Yunan 80 Antvverpen 199 Arapça 47 Arapgir 305 arazî-i haraciye 36 Arazi Kanunu 380 Ardahan 392, 394 aristokratlar 99 Arjantin 356 Arnavut Ayaklanması 292 Arnavutluk 161, 335, 401 Arpaçay 342 arpalık 41 arz-ı memleket 36 asabiyet 23 Asakir-i Mansure-i Muhammediye 300 askerî bir teokrasi 22 Askeri Tıbbiye 408 Asur 4 Asya 5, 161, 357 ateizm 76 Atlantik 35 avam kamarası 65 avarız 41, 42
216,221,224,225,227,230, 240, 241, 243, 248, 253, 256, 258, 260, 261, 264, 270, 271, 275, 286, 290, 295, 298, 299, 303,304,307,310,311,319, 320, 324-326, 332, 335, 336, 343, 346, 349-351, 355, 359, 360, 365-367, 369, 372, 374, 388, 392, 404 Avrupa Devrim Çağı 94 Avrupa İttifaklar Sistemi 174 Avrupa Konseyi 346 Avrupa Konzerni 346 Avrupa'daki nüfus artışı 16 Avustralya 357 Avusturya 119, 120, 126, 127, 130, 131, 132, 138-140, 142, 147, 154, 156-159, 162, 170, 171, 177, 205-208, 210, 219222, 224, 226, 230-236, 238-240, 244253, 255,261,263-268,272,284, 286,287,291,294,298,300, 311,313,316,317,325,336, 337, 339, 340, 342-345, 347, 358-360, 362, 364, 365, 367-369, 371, 376, 379, 382, 383, 389, 390, 393, 399, 400, 411, 412, 416 Avusturya-Macaristan 155, 269, 366-368, 370, 371, 373, 377, 389, 393, 399, 401 Ayastefanos 368, 391-395, 401 Ayastefanos Antlaşması 366 Aydın 32 Aydınlanma Çağı 75-80, 99, 255 Azak Denizi 320 Azerbaycan 47
avcılık 4
Avignon 18 Avignon Olayı 119 Avrupa 5, 14, 17, 22, 61, 62, 69, 94, 95, 119, 137, 140, 142,146, 148, 154, 161, 163, 165, 172, 194, 197-202, 205-208, 210, 211, 213,
Baba İshak Ayaklanması 46 baba 45 Babailik 46
konu dizini 433
Babıâli 163, 166, 172, 174, 176, 177, 292, 293, 296, 298, 308, 309, 311, 319, 326, 332, 335, 336, 341,342,347,382,384,385, 387-390, 392, 399, 402-405, 412, 414 Babil 4, 253 Baden 222, 267, 269 Bağdat 380 Bağdat Demiryolu 414 Bağımsız Varşova Dukalığı 141 Bağımsızlık Bildirisi 87 Bahama 357 Bahçesaray 344 Balçık 343 Bale Antlaşması 127 Balkan Savaşı II. 413 Balkan Savaşları 406, 410 Balkan sorunu 157 Balkanlar 28, 29, 32, 134, 170, 284, 286, 290, 291, 339, 363-366, 368, 372, 373, 376, 412 Baltık 13 bankacılık 17 Barselona 209 Basel 276 Basra Körfezi 35, 161, 167-169, 308, 311 Bastille 78, 94, 116 Başkanlık Rejimi 91 Batı Afrika 357 Batı Hint Adaları 357 Batı Roma 63 Batı Roma İmparatoru 7 batini 46 Banım 342, 392 Bavyera 222, 223, 236, 238, 239, 267, 268 Bektaşî 46, 47 Belçika 125, 132, 147, 158, 162, 198,
199,202,204,214,218-220, 272, 329, 351, 358, 385 Belgrad 287 Belucistan 169 Berim 140, 174, 236, 237, 239, 256, 259, 266, 268, 273, 347, 364, 365, 368, 388, 393-395, 399, 401 Berlin Antlaşması 266, 369, 370, 379 Berlin Kongresi 258, 366 Berlin Memorandumu 389 Beşiktaş 178 Beşyüzler Meclisi 137 bey 54 beylerbeyi 51, 59 Beyoğlu 172 Birinci Dünya Savaşı 200, 211, 243, 259, 288, 350, 357-359, 372, 377, 394, 413, 414 birinci konsül 150 Birleşik İtalya Krallığı 254 Bitinya 22, 28 Bizans 5, 14, 21, 22, 24, 28, 29, 31, 32, 35, 290 Blanquistlik 275 Boer Savaşı 350 Boğazlar 288, 311, 313, 319-322, 337, 338, 343, 359, 368, 373, 394 Boğazlar Antlaşması 321 Boğdan 163, 176, 180, 291, 294, 297, 301, 336, 337, 340-344, 346, 384 Bohemya 18,231,267 Bombay 353 Bonapartizm 129, 214 Bordeaux 277 Borneo 358 Bosna 401 Bosna-Hersek 369, 388, 392, 399, 400 Bosna-Hersek Çiftlik Nizamnamesi 382
konu
434
zn
d' ' '
Boston 86, 87 Boston Katliamı 86 Boşnak 399, 401 Boulogne Limanı 139 Bourbon hanedanı 146, 158 Bourboncular 226 Bozcaada 177 Bremen 236 Brenner Geçidi 14 Brescia 235 Breslau 415 Brezilya 205, 329, 356 Bridge 363 Brumaire darbesi 149 Brüksel 199, 214, 219, 408 Brüksel Operası 218 Budapeşte 269 Bulgar 412 Bulgaristan 161, 176, 335, 368, 393, 400-402, 413 Bulgaristan Kilisesi 388 Bundesrat 269 burjuva devrimi 68 burjuvazi 17, 19, 35, 62, 65, 76, 81, 96, 101,110,111,165,199,226 Bursa 50 Bükreş Antlaşması 297 Büyük Britanya 185 Büyük Okyanus 386 Büyük Varşova Dukalığı 159 büyük burjuvazi 96, 102 Büyükdere 174 Campo Formio Antlaşması 132, 133, 139 Cannes 147 Cape Colony 158 Capo d'İstria 292 Carbonari Cemiyeti 209, 235 Cebelitarık 301, 321, 357
Ceneviz Cumhuriyeti 133 Cenevre 276 Cenova 14, 129, 133, 158, 235, 246, 251 Cezayir 161, 284, 301-304, 324 Chartist Hareket 240 Cidde 306, 312 Cidde Olayları 381, 383 cihat 26, 30, 31 cihat fetvası 415 Cisalpine Cumhuriyeti 132 cizye 42 Comptoir d'Esnompte de France Projesi 400 Concord 87 Connecticut Temel İlkeleri 84 cumhuriyetçilik 214 Curia Regis 64 Custozza 234 Custozza Savaşı 267 Çanakkale 179, 415 Çanakkale Boğazı 177, 314 Çatalca 412 Çeçenistan 135 Çekoslovakya 231 çift hane 40 çiftbozan resmi 37, 39 Çifte Güller Savaşı 67 çiftlikler 37 Çin 5, 355, 358 Çin-Hindi 357 dağlılar 122 dahil ve Sahn-ı seman 50 Dalmaçya 140, 268, 292 Danıştay 381 Danimarka 143, 158, 162, 241, 261264, 329 Danimarka Savaşı 261, 360
konu dizini 435
Danişmend 31 Darmstaat 222 Dedeağaç 412 defterdar-i memalik 59 defterdarlar 58 Deizm 78 Dekamberist 213 denge politikası 414 deniz ablukası 140 derebeylik 12, 100 devrim 107, 122 devrim mahkemeleri 126 devşirme 52, 53 Dicle-Fırat deltası 4 Dimetoka 413 din ve vicdan özgürlüğü 30 diplomasi 3 Direktuar 123, 128, 131-134,137, 239, 303 direnme hakkı 127 Diu Kalesi 168 divan 55, 57 Diyet Meclisi 256, 257 Doğu Akdeniz 61 Doğu Galiçya 158 Doğu Hindistan Şirketi 86 Doğu Roma 5, 10, 25 Doğu Rumeli Eyaleti Nizamnamesi 401 Doğu Sorunu 392 dolaysız vergi cetveli 96 Doscana dukalıkları 158 Dömeke 405 Dört Kral Anlaşması 239 Dörtlü ittifak 205, 206, 208, 372 Dresden 199, 207, 221, 227, 238 Drina Köprüsü 53 Dünya Politikası 374 Dürziler 383 Düvel-i Muazzama 398, 405, 410 Düyun-u Umumiye 400
Edirne 50, 58, 164, 300, 310, 391, 412,413 Edirne Antlaşması 294, 299301, 314, 321, 328 Efe 391 Eflak 163, 176, 180, 291, 294, 297, 301, 336, 337, 340-344, 346, 384 Eflak ve Boğdan 177 Ege 161, 368 Ege Adaları 161 ehli örf 51 ehli şer 51 El-Ariş 174 El-Mosandam Burnu 169 Elbe 141, 156, 157 Elbe Adası 138, 146, 147 Elbe Dükkalıkları 262, 263 Eleşkirt 394 Emile 79 Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması 356 emperyalizm 200, 327, 355, 379 Ems 273 Enderun 52, 54 Endonezya 167 Endüstri Devrimi 93, 193 Entente Cordiale 377 Enternasyonaller 276, 364, 376 Epidor 296 erken ortaçağ 7 Ermeni 52, 392, 398, 399, 403 Ermeni Kilisesi 339 Eroica Senfonisi 153 Erzurum 300, 390 esir ticareti 159 eski rejim: ancien regime 94, 95, 98, 101, 106, 120 Eskihisar 343 esnaf 49 esnaf küçük burjuvazisi 96
konu dizini
etats generaux 19, 85, 98, 102 Etnıki Eterya 291-293 evrim 107 eyalet meclisleri 108 Farsça 35 faşizm 227 Fener Patrikhanesi 292 Fener Rumları 290 feodal 8, 12, 16, 17, 29, 103, 104, 195, 209 feodalite 5, 11,28,36,232 feodalleşme 40 ferman 56 fetva 26 Feuillant Kulübü 118 Filibe 402 Filistin 161, 165, 383 Finlandiya 158. 340 Fischer vveltgeschichte 61 fizyokratizm 78 Flamanlar 218 Flandre 385 Floransa 235 Florida 83 Frankfurt 158, 222, 236, 237, 268 Frankfurt Barışı 274 Frankfurt Kurucu Meclisi 236 Frankfurt Meclisi 237 Frankfurt Ulusal Meclisi 238, 239 Fransa 18, 19, 76-78, 83, 84, 89, 89, 9397,99, 100,103, 105-110, 112, 116, 118-120,123, 125, 128,129, 131, 132, 135, 137-139, 145-149, 151, 152, 154, 158, 162, 164, 166, 171, 174-177, 198, 203, 204, 206-208, 210,214,216,218 ,219,221 , 225, 226, 229, 230-232, 239, 243, 246, 247, 249,252, 254, 255,
261, 262, 264, 265, 267-269, 271-276, 279,287,288,298301,304,310,312,314,316, 317,321,328,329,332,335340, 342, 344, 345, 347, 351, 353, 354, 357, 359-362, 364-367, 370-373, 376, 377, 381, 390, 408,414,416 Fransa Cumhuriyeti 127, 129, 277 Fransa Parlamentosu 273 Fransa-Prusya Savaşı 273 Fransız Bankası 151 Fransız Devrimi 3, 82, 85, 93, 94, 107, 119, 122, 125, 154, 161, 164, 171, 172,201,224,270, 338 Fransız Devrimi sonrası 155 Fransız monarşisi 102 Fransız Ticaret Yasası 380 fütuhat 32 fütüvvet 47-49 Galiçya 142, 231 Galler 198 Galya 10 Gastein Antlaşması 263, 266 gazi 32, 54 gaziler devleti 31 Gazze 135, 174, 309 geç ortaçağ 7 Gelibolu 342 Genç İtalya Cemiyeti 233 Genel Kurtuluş Komitesi 122 genel meclisler 102, 103, 109-112 Germen Federasyonu 239, 248, 250, 264 Germen Konfederasyonu 158, 239, 262, 266, 269 Germen Konfederasyonu Diet'i 237 Germiyanoğulları 33
konu dizini Zf37
Girit 4,161, 296, 297, 308, 309, 312, 335,339,385,393,404-406,413 Girit Sorunu 403 Girondenler 122, 124 gotha 239 göçebe 22 Göçmenler Ordusu 119 Göttingen 221, 222 Göttingen Üniversitesi 255 Gucerat Hükümdarlığı 168,169 Gülhane Hatt-ı Hümayunu 326, 330 Gülhane Kasrı 330 gülümhaneler 52 Gürcistan 135 güvenlik 116 Güyan 158 Habeas Corpus 73 Habeşistan 358, 410 Haçlı Seferleri 12, 16, 28, 289, 335, 383 Haklar Bildirisi 69 Halep 309, 310, 315 Haliç 177 halife 401 Halk Cephesi 226 halk 123 halk egemenliği 77 Halvetiye 44 Hamburg 236, 239, 329 Hammond Projesi 400 hanedan yasası 25, 34 Hanefi 381 Hannover 222, 267, 268, 239 harac-ı mukasama 42 haraç 29, 42 Hareket Ordusu 397, 410 hariç 50 Harzemşahlar 55 hassa kuvvetleri 52
hasta adam 414 Hastings Savaşı 63 haşiye-i tecrid 50 Hatt-ı Hümayun 56 Havfa 309 Haydariye 46 Hazine Koğuşu 54 Hessen 222, 268 Hessen-Darmstaat 236, 267 heterodoks tarikatlar 45 Hıdiv 385, 387 Hıristiyan 6, 9, 10, 18, 26, 29, 33, 381, 384, 390, 393, 402 Hırvatistan 206, 231 Hicaz 161 hilafet 398, 415 Himalaya Dağları 121 Hindistan 134, 137, 139, 165, 167, 168, 175, 321, 337, 355, 387, 414 Hint 5, 386 Hint Okyanusu 35, 61, 164, 169, 170,311,321 Hint seferi 168 Hitit 4 HohenzoUern hanedanı 257, 272,273 Hollanda 19, 62, 83, 89, 126, 139, 143, 158,162, 202, 204, 218, 219, 241, 269, 287, 303, 329, 357, 358, 383 Honduras 158, 357 Horasan 22, 23, 31 Horasan Melametiyyesi 45 hoşgörüsüz yasalar 87 hububat bakanlığı 173 hümanizm 76 hurufiler 47 hükümet darbesi 133 Hünkâr İskelesi Antlaşması 313, 316, 321
43°konu dizini
Hürmüz Boğazı 167-169 Hürriyet Heykeli 90 II. Kıta Kongresi 87 II. Koalisyon 138 Irak 47, 161 Islahat 379, 380-382 Islahat Fermanı 322, 325, 332-345, 346 İberik Yarımadası 208, 209 İhtilâl Meclisi 128 İki Sicilya Krallığı 245 İkinci Dünya Savaşı 243, 276 İkinci Polonya Harbi 143 ikta 36 iktidar merkezileşmesi 17 iktidar paylaşımı 63 İlhanlılar 41, 59 ilmiye 50-52 ilmü'l ümran 23 iltizam 97, 333 İndüs bölgesi 4 İngiliz 147, 200 İngiliz Devrimi 3, 61, 63, 67, 70, 85, 93 İngiliz Endüstri Devrimi 94 İngiliz Ticaret Antlaşması 328 İngiltere 10, 18, 19, 62-64, 66, 69, 76, 8287, 89, 119, 125, 127, 134, 135,139141,145,154,162, 176, 194-196, 200204, 206-208, 210, 221, 232, 240, 241, 243, 244, 246-250, 252, 254, 262-264, 272, 286-288, 297, 298-300, 303, 304,308,311,312,314-317, 321, 324, 325, 327-329, 332, 335-340, 342, 345, 347, 351, 353, 355, 357, 359, 360, 365, 368, 369, 371, 376, 377, 381, 389,393,394,414,415
İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi 116 irade 56 İran 21, 377, 394 İrlanda 162, 324 İskandinav ülkeleri 126 İskenderiye 134, 135, 137, 174, 307, 310 İskoçya 72, 162 İslâm 21, 22, 2527, 31, 36, 42, 45, 47, 380, 381 İslâm Birliği 398 İslâm dünyası 14 İslâm halifesi 398 İslâm İmparatorluğu 14 İslâmî gaza 30 İspanya 19, 61, 62, 83, 139, 142, 145, 162,200,205,208-211,235, 272, 329 İspanya Kurucu Meclisi 272 İstanbul 50, 58, 59, 141, 163, 177, 179, 181,289,293,295,391. 302, 304, 306, 308-316, 319, 324, 336, 340, 342, 380, 387, 402, 404, 412 İstanbul Antlaşması 320, 342, 413 İstanbul Konferansı 390 İstanbul Latin Devleti 28 istimalet 30 İsveç 83, 139, 142, 145, 162, 171, 198, 202, 329 İsviçre 126, 162, 204, 241, 255, 411 işçi sınıfı 199, 200, 214, 240, 275-277 İşkodra 412 İtalya 34, 130-132, 140, 156, 162, 202, 204, 207-210, 214, 219, 223-225, 231, 233, 234, 245-251, 253, 265, 266, 268, 272, 284, 294, 347, 358, 365, 370-372, 377,383,390,410,411 İtalya seferi 132
konu dizini 439
İtalyan 155, 165 İtalyan Birliği 132, 233, 234, 245247, 251, 254, 255 İtalyan kentleri 34, 61 İtalyan ve Alman birlikleri 243 İtalyanca 202 İtilaf Devletleri 415 İttihad ve Terakki 408, 409 İttihad-ı Osmani 408 İznik 50 İznik Konseyi 9 İznik Medresesi 50 Jacoben Kulübü 118 Jacobenler 123, 124, 127, 128, 149, 152, 155 Jamaica 357 Jamestown 83 Japonya 14, 194, 323, 324, 358 Jena 140 jeu de paume 113 Jirondenler 120 Jön Türkler 407, 408 Junkers 237, 255 kadı 38, 50, 51, 56 Kadiriye 44 Kafkasya 161, 370, 415 Kahire 134, 306 Kahire Operası 386 Kalabaka 404 Kalenderiye 44, 46 Kamerun 357 Kanada 82, 83 Kanh Hafta 281 Kanun-ı Cedit 380 Kanun-ı Esasi 389, 408 kanunname 38, 41 kapıkulu 43, 50-53, 59 kapıkulu egemenliği 24
kapitalizm 199, 200, 349, 350 Kapitülasyon Antlaşması 164 kapitülasyon 165, 326-328 Kapstadt 357 Kaptan-ı Derya 59 Karadağ 161, 388, 390, 392, 401 Karadeniz 161, 290, 299, 320, 342344, 370, 388, 416 Karaman 32 Kararnanoğulları 28, 33 karasaban 4 Karasi Beyliği 33 Karayipler211 Karlofça 287 Karlofça Antlaşması 163, 320 Kars 300, 345, 390, 392, 394 Katolik Kilisesi 62, 63, 67, 152 Katolik Partisi 339 Katolikler 72, 206,218 Kavala 305 kavim 22 Kavimler Göçü 5 Kaynarca Antlaşması 295 kazasker 50, 56, 58 kentleşme 14 Klbrıs 161, 371, 393, 394, 400, 414 Kıpçak 52 • Kuun 170, 173, 320 Kırım Savaşı 247, 262, 325, 332, 334, 337, 340 K,rklareli 300, 413 k1Sa parlamento 70 Kıta Avrupa 13, 63 lata ablukası 140, 143 kml sultan 398 Kızlldeniz 91, 161, 164, 167, 168, 357,380 Kiel Limanı 263 Kılar Koğuşu 54 kilise 10, 11, 18,19,61,71,100,117
440 konu dizini
klan 4 Koblenz 408 kolonyalizm 354 Komintern 276 Komün Meclisi 280, 281 Komünist Manifesto 227, 275 Konvansiyon Meclisi 120, 125, 126 konvansiyon 121-125 Konya 28, 295 Kore 358 Korfu 133 Korsika 129, 130 Kosova 33 Kosova Meydan Muharebesi 33 köleci 5 köleler 4, 12, 53, 84 Königsreatz (Sadovva) 267 Krahovo 382 Kudüs 337, 339 Kurucu Meclis 113, 114, 116, 118 Kutsal İttifak 201, 205, 206, 213 Kuzey Afrika 410 Kuzey Almanya Birliği 268 Kuzey Amerika 194 Kuzey Avrupa 34 Kuzey Denizi 320 Kuzey ve Güney Bulgaristan Prensi 402 Küçük Kaynarca Antlaşması 296, 336 Kütahya 233, 305, 310 Kütahya Antlaşması 312, 314 L'univers 331 La Scala 253 laik 26 Laissez-Faire 78 Lale Devri 170 Latin 7, 28, 30 Latin Amerika 211 Latince 11, 12, 16
Lauenburg 262-264 Lauenburg Dükkalıkları 262 Lehistan 120, 126, 140, 143, 202, 262, 265, 284 Lehistan Ayaklanması 261 Lehler 140 Leipzig 138,145,199, 221 lejyon 231 Lexington 87 liberalizm 127, 206, 214, 216, 217, 223, 226, 228, 236, 237 Liberty Adası 90 Libya 358 Libya 410, 411 Lichtenstein 239 Lissa Deniz Savaşı 268 Liverpool 198, 290, 353 Lizbon 209 Lombardiya 14, 131, 158, 233, 234, 245, 247, 249, 251, 253 Lombartlar 10 loncalar 17, 49 Londra 86, 173, 219, 276, 290, 300, 305, 324, 326, 336, 343, 355, 408 Londra Antlaşması 262, 300, 316, 325, 394 Londra Barışı 412 Londra Konferansı 412 Londra Protokolü 390 Londra Sarayı 126 Lord Beaconsfield Projesi 400 lordlar kamarası 65 Lozan 399 Luneville Barış Antlaşması 139 Lübnan 168, 315, 335, 383, 384 Lübnan Nizamnamesi 384 Lüksemburg 219, 269 Lüleburgaz 300 Lyons 198
konu dizini l\l\*X
Macar 30 Macaristan 231, 284, 335, 379 Macaristan Ayaklanması 336 Madagaskar 357 Madrid 209 Magna Carta 64, 181 Magnum Consilium 64, 65 Mahmudiye kanalı 307 Main Nehri 268 Makedonya 393,411 malikâne 12 Malta Adası 134, 176 Manchester 198 Mançurya 358 Marksizm 275 Marmara Denizi 161 Marseillaise 222 Marsilya 14, 91, 290 Martin Luther'e Karşı yedi Sav 66 Maruniler 383 Massachusets 87 Mecelle 380 Mecidiye 380 Meclis-i Mebusan 390,408 Medeni Yasa 152 media antiquitas 7 media tempestas 6 Medine 308, 315 medrese 50, 51 Mekke 308, 315 Melbourne 353 Memlûklar 134,135, 158 Menteşe 32 Menzile 386 Merkez Siyasi Komitesi 231 meşrutî 77 meşrutî monarşi 146 Meşrutiyet I. 406 Meşrutiyet II. 397, 406,408-410 Meşveret 409
meşv(r«t-i amme 181 Metttnıich Sistemi 1848 Mevlevye 44 Mezcpotamya 4 lvlısır4!23, 134, 137, 139, 140, 161, 159, 174, 175, 176, 179, 284, 2?6, 304-307, 309-319, 321, 324, 351, 339, 385-387, 407, 410 Mısır Kaptanlığı 167 Mısır Memlûkları 167 Mısırseferi 133, 135, 137 Mısır Valiliği İmtiyaz Fermanı 305, 31 T7 Midili 416 miftatı 50 Milano 234, 249,253 milli bit romantizm 24 milliyetçilik 155, 206 Mincıo Nehri 249, 250 Mir'at 406 Mirat-ül Memalik 170 miri 56, 37, 42 Miza» 408 Modena 132, 133, 158, 219, 233, 234, 249, 251 Moğol 28, 34 tıonarşik 29 Monroe Doktrini 208, 211, 212, 243, 357 Montıva 131, 132 ıVIontebello Antlaşması 133 Mora 289, 294-300, 304, 308, 309, 325 Mora Ayaklanması 309, 325 Moskova 144, 276, 320, 368 Moskova Prensliği 320 Moskova seferi 143 Mozart 153 Muharrem Kararnamesi 400 Mukaddes Roma Germen İmparatorluğu 140
442 konu dizini
Mukaddime 23 Murre 386 mutlak monarşi 77 mutlakiyet 29 müderris 50 mülk 36 mülkiyet 116 Münchengreatz 314 Napoli 126, 210, 218, 225, 233, 234, 252, 254 Napoli Krallığı 158, 174, 209, 245, 248, 251 Napolyon savaşları 156 Naseby Savaşı 71 Nasyonal sosyalizm 227 Navara 235 Navarin 299, 300, 304 Nazi 227 Neiderland 158 New York 90, 355 Nice 125,131, 158, 248 Nil 4, 307 Niş 391, 392 Nişancı 59 Nizam-ı Cedid 174, 178 Nizamiye Mahkemeleri 381 Nizip Savaşı 314-316, 326 Normanlar 64, 67 Norveç 162, 202 Notre-Dame 147 Nuremberg 199 Oberto Operası 253 Odakad 7 Odesa 290, 291 Oğuzlar 23, 31 Oldenburg 222 Orange hanedanı 158 Orleans hanedanı 217, 218
Orta Asya 23, 31 ortaçağ 3-8, 21, 25, 52, 64, 75, 93, 98, 106 Ortadoğu 321, 376, 394 Ortodoks 206 Ortodoks Rum Patrikhanesi 289 oryantalizm 135 Osmanlı Hürriyet Cemiyeti 409 Osmanlı İmparatorluğu 21, 22, 2430,32,34,35,40,41,49-51, 55, 57, 59, 134, 135, 139, 141, 154, 155, 157,161-164, 166, 170, 173, 175,213,216,232, 244, 283, 284, 286-291, 298306,308,311,313,314,317, 318,319,321,322,324-347, 355, 369, 370-372, 376, 379, 385,388,394,406,407,411, 413 Osmanlı toplumu 44 Osmanlı toprak düzeni 37 Osmanh-Rus Savaşı 292, 324, 343 otorite 16 Oxford Sözlüğü 355 örf 26, 31,41,43 örnek parlamento 65 öşür 42 özgürlük 116 padişah 26, 27, 51, 55 Palermo 225, 252 Panam 353 Panislavizm 388, 398 Papalık 18, 234, 235, 251, 252, 254 Paris 90, 91, 94, 114, 115, 119, 120, 123, 125, 130-133, 137, 148, 157, 174, 177, 197, 198, 2125, 217, 219, 225, 226, 228, 229, 236, 237, 247, 253, 273, 274,
konu dizini 443
277-279, 281, 285, 324, 325, 331, 343, 345, 381, 407-409 Paris Antlaşması 89, 146, 176, 334, 387, 345-347 Paris Barış Kongresi 247, 332 Paris halkı 280 Paris Komünü 200, 275, 279, 364 Paris Konferansı 332, 379 Paris Kongresi 283, 334 Paris Parlamentosu 98, 102, 103, 105, 108, 109, parlamento 17, 19, 64, 65, 69, 70, 71, 73, 86, 91, 105, 107, 108 Parma 132, 158, 219, 233, 234, 249, 251 Parma Dukalığı 159 Pasarofça 287 Pasifik 211, 358 Pasifik Okyanusu 357 Pasifikler 358 Patrona Halil Ayaklanması 171 Pax Romana 11 pazar baç 43 Pers İmparatorluğu 5 peşkeş 41 Peşte 232 Petersburg 258, 262, 314, 365 Petersburg Protokolü 297, 300 Petition of Rights 70 Petrograd 320 Pilmitz Bildirisi 118, 119 Pire 342 Pireneler 210 Piza 14 Plevne 390, 391 Polonya 156, 162, 214, 219-221, 223, 284, 376 Pontois 331 Port Said 386 Portekiz 19, 61, 83, 141, 142, 162,
167, 200, 208, 209, 329 Portekizliler 35, 164, 165 Posen bölgesi 158 Poti 301 Prag 231, 268, 338 Prag Barışı 268 Presburg Barışı 140 primogenitur 385 Pronia 35, 36 Protestan 61, 206, 218 Protestan Kilisesi 69, 152, 335 Prusya 119, 126, 127, 140,141,145, 147, 154-156, 159, 162, 171, 197, 198, 204-207, 210, 220-223, 226, 233, 236-240, 248, 250, 254-269, 272-274, 277, 281, 288, 298,311,313,325,329,339, 340, 345, 347, 360, 362, 363, 389 Prusya Konfederasyonu 239 Prusya-Rusya Anlaşması 262 Prut 301 pürken devrim 68 Quaker hareketi 72 raiyet 37, 39 Rastaat 238 rasyonel 127 reaya 37, 38, 41 Reichstag 269 reis ül kutta b 59 Ren 125, 127, 141, 156, 255, 268 Ren Federasyonu 140 restorasyon dönemi 147 Rhein bölgesi 14 Rifa'iye 44 Rochefort Limanı 147 Rodos Heykeli 90 Roma 10, 18, 235, 252, 254, 265, 272
444konu dizini
Roma Barışı 5 Roma İmparatorluğu 5, 6, 8, 9, 197, 244 Romagne 219 Romana 251 Romanof hanedanı 220 romantizm 216 Romanya 161, 372, 385, 390, 392, 413 Rönesans 76 ruhbanlar 12, 99, 100 Ruhr 255 Rum 52 Rum Ortodoks 388 Rumeli 28, 31, 33, 52, 53, 164, 179, 323, 342, 344, 395, 399, 400, 409, 411 Rus 177 Rus Çarlığı 162, 200, 213 Rus Devrimi 82 Rus-Japon Savaşı 350 Rusçuk 179 Rusya 126, 134, 135, 139-145, 156, 157, 159, 162, 170, 172, 174, 175-177, 179, 180, 205-211, 213, 219, 220, 221, 232, 233, 243, 244, 248, 249, 250, 255, 261-263, 265, 272, 276, 284, 286, 288, 291, 295, 296, 298, 300, 310-312, 314, 316, 317, 319-322, 325, 329, 332, 334, 336-347, 351, 358-360, 362, 363-374, 377, 379, 387-389, 391, 393, İ94, 411,412,414,415 rüsum-u serbesti 38 Sadovva Savaşı 268, 362 sahib-i arz 37, 38 sahibi raiyet 37 Sahn-ı Semân 50
Saint-Louis Kilisesi 113 Saksonya 156, 207, 236, 238, 239 salariye 42 Sanayi Devrimi 35, 193, 194, 196, 197, 203, 214, 215, 240, 275, 284, 349, 413 sancakbeyi 51 Saraybosna 400 Saray burnu 177 Sardunya 132, 133, 158, 329 Sardunya Krallığı 245 Saruhan 32 savaşçı 12 Savoi 158, 248, 251 Savoi hanedanı 254 Savoie 125 Sayda 335 Schlesvvig 262, 264, 268 SchleswigHolstein Savaşı 261 Schönbrunn Antlaşması 207 Seçkinler Meclisi 98 Sedan 273, 362 Seferli Koğuşu 54 Selanik 30, 409 Selçuklular 28, 36, 49, 57, 59, 164 Selimiye Kışlası 344 senato 92 Sened-i İttifak 180-182, 331 senelik akçesi 37 seniorat 385 serf 12 sermaye piyasası 199 servus 12 Seylan 139, 158 sınıflı toplum 4 Sırbistan 161, 176, 288, 301, 346, 347, 372, 385, 390, 392, 401, 413 Sırp despotu 33 Sicilya 245, 252, 329 Silezya 210
konu dizini 445
Silistre 300 Singapur 353 Sinop 342 sipahi 39 Sivastopol 343-345 Slav 29 Sofya 391 Sokotra Adası 167 Solferino 250 sosyal demokrasi 127 sosyal devlet 230, 277 sosyal hayvan 4 Sosyalist Enternasyonal 276 sosyalizm 223, 228 soylu 105, 107 soylu enflasyonu 69 soylular 99, 100, 112 soyluların ayaklanması 108 soyluların tepkisi 107 sömürgecilik 354 St. Bernard Geçidi 14 St. Etienne 198 St. Germain 198 St. Helene Adası 138,148,149 Strasbourg Üniversitesi 206 Stuart hanedanı 67 Stuartlar 69, 72, 73 Stutgart 238 sufiler 49 sultan 54, 55 Surat Limanı 169 Suriye 135, 161,305,309,315-317, 335, 382, 393, 409 Sünni 44 Süveyş 168, 353, 357,385387 Şam 309, 310 Şark Meselesi 388 Şaul Limanı 167 Şehremini 59
şer'i 41, 42 şer'i hukuk 26 şer'i kural 27 şeriat 27, 43, 45 şeyhülislâm 26, 50, 55 Şili 356 Şistova (Ziştovi) 171, 173 şövalye 65 Şumnu 300 Taif 396, 397 Tanrısal-Mutlak 63 Tanzimat 322, 324-326, 330-332-334, 379-381,417 tarım devrimi 13, 195 tarikatlar 43 Taşhane 52 tekâlif-i divaniye 41 tekamül 107 Teke 32 Temsilciler Meclisi 91 teokratik 22, 25, 27 terör dönemi 124 Terzi Ayaklanması 221 Teselya 405 Thiers 217, 226, 274, 277-279, 281, 317 Tırhala 405 Tibet 355, 377 Ticaret Mahkemeleri Usulü Kanunu 380 timar 35, 36, 38, 39, 42 timar beyi 38 timarion 35 Times 331 Timsah 386 Tocqueville Projesi 400 toplayıcılık 4 Toplum Sözleşmesi 10, 77, 116 Toplumsal Sözleşme 79
konu dizini
toprak 35 toprak düzeni 34 Torino 131, 254 Torino Antlaşması 344 Toroslar 310, 313, 315 Toscana 14, 126, 127, 233-235, 247, 249, 251, 329 Toskana 249, 251 Toulon Ayaklanması 129 Toulon Limanı 134 Trablus 410, 411 Trablusgarp 161 Trablusşam 315 Trafalgar 139, 140 Trakya 161, 289 Treçine 382 Trieste 268 Trinidad 158, 357 Truva 298 Tselya 289 Tudor hanedanı 67 Tuna 172, 301, 312, 342-344, 346, 394 Tunus 161, 370, 371, 410 turgot 77 turnacıbaşılar 53 tüccar 12 Türk-Moğol 55 Türkçe 324 Türkiye 244, 254, 270 Türkler 22, 25 Türkmen beylikleri 28 Türkmenler 45 Ukrayna 202 ulema 50-52 Ulm Savaşı 139 ulufe 52 Ulusal Meclis 112-116, 118 Ulusal Muhafız Birliği 231
Ulusal Muhafız Merkez Komitesi 277, 228, 280 Ulusal Muhafız Örgütü 226 ulusal irade 19 ulusçuluk 154, 199, 206, 214, 223, 224, 284, 291, 334, 379, 395, 413 Uluslararası Emekçiler Birliği 276 Uluslararası Paris Sergisi 408 Umman 168 Uşi411 utilitarist 127 Uzakdoğu 61 uzun parlamento 70, 71 Üç İmparatorlar Ligi 360, 364, 365, 369, 373 Üç İmparatorlar Savaşı 139 Üçlü Anlaşma 377 Üçlü İttifak 370, 371, 377 Ümitburnu 167, 353, 357 Üsküdar 178 vakıf 36, 37 Valmy 120, 125 Valmy Savaşı 155 Varennes Olayı 118 Varna 343 Varşova 221, 261 Varşova Büyük Dukalığı 142, 158 Vatan ve Hürriyet Cemiyeti 409 Vatan yahut Silistre 342 veba 17 Vendee Ayaklanması 126 Venedik 14, 126, 140, 158, 215, 233235, 247, 249, 251-254, 265, 266, 268 Venedik Cumhuriyeti 132 vergi düzeni 34 Verona 133, 234 Verone Kongresi 296
VersaiUes Sarayı 100, 116, 274,277, 279, 281 Vestefalya Krallığı 141, 158 vezir-i azam 57 VIII. Yıl Anayasası 150 Villafranca 250 Virginia 83, 84 Viyana 132, 139,146, 153, 158,159, 174, 204, 207, 219, 222, 231, 232, 239, 250, 266, 267, 269, 340, 341, 399, 406 Viyana Kongresi 138, 147, 148,154158, 197, 201, 202, 204, 206, 210,213,218,233,283,291, 292,303,319,346 Vükela Meclisi 404 Waterloo 138, 147, 148, 207 Wellington Dükü 147 Werchester 72 Westfalya 287 Württemberg 222, 236, 238, 239, 267, 269 Wyclif 18 Yafa 135, 174, 309 Yanya 292, 293, 412 Yargıtay 381 Yasama Meclisi 150
Yavuz 4|( y^abaşkr 53 Yed 'i 'ahid 328, 329 yem hakkı 42 Yemen305 Yeni Gine358 Ye ni Osnımhlar 406, 408 Yeni Zela,da 357 Yeniçeri Ocağı 53, 182, 301 Yeniçeri sirücüleri 53 Yenipa2at40i Yenişehir (05 Yesevıye4)46 Yıldız Sanyı 397,404 Yorkhow) 89 Yunan 4 \\ Yunan Adları 289 Yunan Ayıklanması 291, 293, 294, 2 % 304, 382 Yunan İsymı 213, 216 Yunanca 11 Yunanista, 161, 213, 288, 289, 291, «4,»6,297,300,337,383, 403-406, 412, 413 yüksek mıhkeme 92 yüksek orıaçağ 7 zanaatkârl2, 16, 96 Zürüı Antlaşması 250, 251
(
_
Kişi Dizini 22.Jeanl8 Abdullah Cevdet 408 Abdullah Paşa 309 Abdülaziz 91, 389, 397, 406-408 Abdülharaid I 171 Abdülhamid II, 326, 389, 395-398, 402, 404, 409, 410, 414 Abdülkadir Gilani 44 Abdülmecid 305, 316, 317, 331, 341 Adam Smith 78, 148 Agah Efendi 406, 407 Ahmed Cevdet Paşa 23, 172, 325, 380 Ahmed Hıfzı Paşa 405 Ahmed III. 171 Ahmed Muhtar Paşa 412 Ahmed Refik 28 Ahmed Rıza Bey 408, 409 Ahmet Refik 53 Akdağ, Mustafa 23, 34, 38, 39, 4143, 50, 51, 449 Akın, İlhan 229, 230 Akipek, Nijad 256 Alâaddin Paşa 22 Alberto, Karlos 234, 235, 245 Aleko Paşa 402 Aleksandr Cuza 384 Aleksandr I. 139, 140-145, 176, 179, 205, 206, 220, 297 Aleksandr II 344, 345, 364, 365, 367 Alemdar Mustafa Paşa 179-181 Ali Haydar Bey 397, 409 Ali Paşa 287, 293, 325 Ali Suavi 406 Altındağ, Ş. 41 Amiral Lazarev 312
Amiral Lewis 179 Amiral Napier 317 Amiral Nelson 134, 135, 13^ 174 Anagnostis, Johannis 30 Anastasyon Çakalof 291 Anderson, M. S. 201, 205, 206, 224, 363 Andrassy 367 Andriç, İvo 53 Anne Boleyn 66 Armaoğlu, E 131, I55 205, 212, 214, 247, 263, 364, 368, 372 Arşidük Albert 267 Arşidük Johann 238 Asımoğlu 289 Aşıkpaşazade 43 Ataullah Efendi 179 Ateş, Toktamış 127 Attila 5, 145, 404, 405 Aubry, Octave 142, 148 Augustus 11 Aulard, A. 108,111, 114 Austerlitz 139, 177 Ayetullah Efendi 407 Aziz Charalambos 45 Babeuf, Gracchus 122 Babinger, Franz 22 Bahadır Şah 168 Bakunin 276 Barbaros Hayreddirı 301 Barkan, Ömer Lütfi 25-27, 29, 32, 38, 41, 42, 55 Bayezid II 56, 324 Bayie 77 Bazaine 274
ki
d
45° Şİ 'Zİni
Beccaria, Cesare 78 Beck, C. H. 196 Beethoven 148, 153, 227 Benedetti 273 Benedikt 267 Bergeron, Louis 94 Bernadotte 142 Beust 362, 363 Beyazıd 24, 392, 394 Beylan 310 Bezard, J. L. 215 Biarritz 265 Bili of Rights 73 Biondo, Flavio 6 Bismarck, Otto von 236, 254-257, 259266, 268-273, 358, 361, 362, 364, 366, 367, 370, 371, 373, 374, 376 Blanc, Louis 226, 228, 229 Blüchner 147 Bormio 133 Borodino 144 Boulanger 285, 373 Bourbon 209 Bourgin, G. 278 Böhme, Helmut 193 Braunschweig 221, 222 Brienne 108, 129 Brinton C. 3, 85, 355, 357 Brunswick 120 Bukor, Harald 356 Burg 16 Büyük Gregoire 10 Cadiz 209, 210 Calonne 98, 107, 108 Campo 132 Carbonari 247 Cariyle, Thomas 111 Cavid Bey 414
Cebbarzade 181 Celaleddin Paşa 409 Cellarius, Christoph 7 Cezar, Yavuz 307 Cezayirli Ali Paşa 306 Cezzar Ahmed Paşa 174, 309 Charles I. 69, 70, 71 Charles II. 72 Charles X. 217 Chateaubriand, A. 132 Chauvelin 126 Cherbury Lordu Erbert 76 Chiavenna 133 Christian IX. 263 Christopher, Hill 69 Christopher, J. B. 3 Clemens VIII. 66 Condorcet 77 Constant, Benjamin 149 Couthon 121 Craig, A. Gordon 196 Cromvvell, Oliver 71-73 Cromwell, Thomas 66 dAmboille, Ormesson 98 Danton 120, 125 Davison Roderic H. 334 Davud-u Kayseri 50 Dego 131 Desmoulins, Camille 110, 114 Diaz, Barthelemy 167 Diderot 77 Diebitch 220 Diehl, C. 22 Diet 220 Ebubekir Ratip Efendi 178 Ebulula, Mardin 51 Ebuzziya Tevfik 406 Ebül'üla Mardin 42
i 451
kişi di2İı">
Edebâli Şeyh 47 Edouard de Laboulaye 90, 91 Edward I. 65 Edward III. 65 Elizabeth I. 67, 68 Emanuelle Ksantos 291 Emanuelle, Viktor 245, 246, 249, 254, 255, 344 Emanuelle, Viktor II. 236 Engelhardt 330 Engels 275 Enver Bey 409, 411,413-415 Erfurt 141 Erim, Nihat 296, 297, 300, 313, 317, 321, 392, 393 Ernani 253 Ethem Paşa 405 Eylau 140 Fatih Sultan Mehmed. 7, 22, 24, 26, 32, 34, 47, 54, 55, 57, 164, 289, 320, 332 Fekete, Lajos 30 Ferdinand I. 91, 207, 210, 231, 232 Ferdinand II. 233, 235, 251 Ferdinand VII. 141, 210 Ferdinand VIII. 209 Ferrario, Gulio 46 Fichte 79 Fleury, Joly de 98 Florance Nightingale 344 Foq, George 72 Foret, Jean de la 165 François II. 120 Fransua I. 237 Fransua II. 139, 251, 252, 254 Fransua IV 219 Franz I. 207 Franz Joseph 362, 364 Frederic-Auguste Bartholdi 90, 91
Friedlandl40, J43, 17y^ Friedrich III. 140, 374 Friedrich IV. 237, 257 Friedrich VII. 263 Friedrich, August 257 Friedrich-Wilhelm 118 Fritz, Bauer 8 Fuad Efendi 233 Fuad Paşa 287, 325, 3^3 Furet, François 94 Fürth 199 Gabriel Krestoviç 402 Gaeta 235, 252, 254 Garibaldi235, 245, 247 2 Gatterer,JohannChrist" f ' 2S1" Ph 7 Gavril PaSa 402 Gaxotte, Pierre 125, 12 7 Gazi Ahmed Pa§a 135 ' 128" 13 Gazi Osman Paşa 390 General Boulanger 372 George 111. 87, 89 Getz Friedrich von 201 Giovanni Dei Bussi ire^6 Ançj Gizo 317 Goethe H8, 153, 415 Goito 234 Gorçakolf 341, 366 Gotlar 6,7 Gouffer 171 Gökbilgm, Tayyip 52, 5Ş ^8 Gölpınarlı, Abdülbaki Gregoirel20 Gregorias 295 Grouss 5 Guillaurne 63 Guizot 216 Hacı Bektaş Veli 45, 46 Hacı Salih Efendi 400
254
n
452 kişi dizini
Hadım Süleyman Paşa 168 Hafız Mehmed Paşa 315, 316 Halet Efendi 295 Hammer 33, 57 Hanse 222 Haydn 153 Hegel 79, 148 Heidelberg 236 Heligoland 158 Henry II. 66 Henry IV. 102 Henry VIII. 18,66,67 Hesse 236, 239 Hill, Christopher 69 Hitler 227 Hobsbawm, E. J. 94 HobsonJ.B. 355 Hohenzollern 385 Holstein 222, 262-264, 266, 268 Hubermann, Leo 12 Hugo, Victor 121, 216 Hurşit Paşa 293, 296, 306 Hüseyin Paşa 304, 310 Hz. İsa 8, 18, 339 Hz. Meryem 339 Ischl 362 Ispartalı Seyid Ali Paşa 325 İbn Battuta 48 İbn Haldun 23 İbni Bibi 52 İbrahim Bey 24 İbrahim Paşa 165, 296, 299, 308-311, 311,313,315-317 İbrahim Temo 408 İleri, Suphi Nuri 214, 224, 232, 256, 260, 285, 301, 305, 308 İnalcık, Halil 25, 26, 33, 40, 51, 55, 56
İpsiianti 177, 292, 294 İsabella 272 İshak Sükuti 408 İsmail Paşa 385-387, 407 İzmirli Hüseyin Paşa 303 James I. 68, 69 James VI. 68 Jean Huss 18 Jefferson, Thomas 87 Johann 237 Joseph, Franz 141, 171, 232, 250, 267 Josephine 13, 143 Josephine de Beauharnais 130 Julius Andrassy 363 Kabakçı Mustafa 179 Kaemmel, Otto 257, 344, 345, 354 Kalimaki 177, 292 Kalyoncu Mustafa 181 Kamil Paşa 412 Kani Paşazade 408 Kansu, Gavri 167 Kanuni Sultan Süleyman 22, 168, 169, 308 Kara Todori Paşa 403 Karal, Enver Ziya 161, 173, 289, 295, 301, 307, 312, 320, 330, 335, 341,384,385 Karlos VI. 141 Karlsruhe 236 Karolinen 358 Kassel 221 Katherina 172 Katherina, Çariçe 120, 171 Katip Çelebi 23 Kayazade Reşad 406 Kaylan Aziz 341, 342 Kazım Paşa 408
kişi dizini 453
Keykavus, İzzettin I. 49 Kolowrat, Franz Anton von 207 Kont Bernadoti 153 Kont Castlereagh 201 Kont Cavour (Kavur) 236, 246-249, 251-253, 255, 256 Kornilof344 Kosselleck, Reinhart 94 Kossuth Louis 231, 232, 336 Köllman, WoIfgang 161 Köprülü, Fuad 22-25, 29, 31, 32, 35, 36, 38, 45, 46, 53 Köse Musa Paşa 179 Köse Mustafa 175 Kral I. John 64 Kral Vittoria Emanuele 253 Kramers, J. H. 55 Kubat Paşa 169 Kuran, Ezel 326 Kurdakul, Necdet 328 Kurhessen 222, 267 Kutusof 144 Kuyucuklu, Nazif 352 Laibach 294 Lazarus, Emma 90 Lebret 102 Leibach 210 Lenin 355 Leopold II. 118, 119, 272, 273 Lepers Ferdinand de 385 Lesseps 91 List, Friedrich 222 Liszt 227 Lobkovvitz 153 Locke, John 76, 77, 87 Lord Byron 298 Lothringen 269 Louis XIII. 102 Louis XIV. 102, 152, 197
Louis XV. 108 Louis XVI. 97, 98, 102, 107,109111,114-116,118,120,125, 126,171,178,216 Louis XVIII. 146, 148, 156, 216, 217 Louis, Mark 159 Louis, Paul 278 Lublana 210 Luckwaldt, Friedrich 221, 247, 250, 261 Luther 61, di LütfullahBey409 Macbetto 253 Mahmud 1.171 Mahmud II180-182, 293, 295, 296, 308-312,313,315,316,324, Mahmud Nedim Paşa 389, 406 Mahmud Paça 409 Mahmud Şah 168 Mahmut Şevket Paşa 397, 412 Mailletjean349, 351 Makrizi 23 Mannheim 236 Mantua 234 Marat 114 Mareşal Berg 365 Mareşal Kutuzof 145 Marianen 358 MarieLouisel43, 207 Marshal 358 Marx275,276 Maskat 168 Maurois, Andre 211 Mazzini, Guiseppe 233, 235, 245 Mehmed Ali 297, 300, 304307, 307315,318,319,338,385 Mehmed Fuad 21 Mehmed Reşit 408 Mençikof 340,344
45" kişi dizini
Soysal, Mümtaz 63 Spoh 227 Stalin 276 Stern, Alfred 226, 236 Suphi Nuri 285, 313 Suphi Paşa 407 Suphi Paşazade Ayetullah 406 Surat Valisi Recep Han 170 Sutzu 177 Süleyman Bey 181 Süleyman I. 164 Şakir Ziya 405, 406 Taeschner, Franz 47, 49 Talat Bey 409 Talleyrand 156 Taşköprüzade 23 Taylor A. 362, 364, 366, 369 Tekindağ, Şehabettin 383 Tenbrock, Rober-Hermann 363 Tepedelenli Ali Paşa 292, 295, 296 Tevfik Paşa 387 Thomson, George 275 Thüringen 222 Tilsitt, Jerome 141-143,158, 179 Togo 357 Topuz, Hıfzı 397 Toscanini, Arturo 253 Tovvnshend, Charles 85 Toynbee, A. 193 Troçki 276 Troppau 210 Tsingtao 358 Tuğrul Bey 55 Turan, Namık Sinan 415 Uçarol, Rıfat 290, 291, 312, 319, 320, 338, 371 Una t, Faik Reşit 162
Uzunçarşılı, İ. H. 29, 33, 47, 50, 53, 57,59 Üçok, Coşkun 246, 255, 300, 301, 313, 345, 380, 382, 403, 406, 412 Ülgener, Sabri 326 Ülken, Hilmi Ziya 25 Valentin, Veit 85 Valtelia 133 Van Arendok 47 Vaskö de, Gama, 167 Verdi, Giuseppe 253, 386, 387 Villette 278 Voltaire 77, 79 Vorleander, Kari 10 Wagner 227 Wagram 142 Waller, Bruce 259 Wallon 218 Washington, George 89, 92 Widgery G. Alban 10 Wilhelm I. 218, 219, 257-259, 263, 266, 268, 272-274, 278, 360, 362, 363, 365, 368, 374, 376 Wilhelm II. 374 Wilhelm, Friedrich 141, 238 Wilhelm, III. Friedrich 257 Wilhelm, IV. Friedrich 239, 258 Wittek, Paul 33 Wolff, R. J. 3 Yılmaz, Recep 325 Yorgi I. 404, 406 Yozgatlı Akif Efendi 287 Zierer, Otto 354 Ziya Paşa 407 Zollverein 255
Prof.Dr. Toktamış Ateş, tarih dersinin amacının günümüzde yaşanmakta olan toplumsal olayların ve değişimlerin anlaşılabilmesinde çok önemli olduğunu vurgular ve toplumdaki değişimi gözleyebilmenin tek yolunun "geçmiş"le doğru bir bağ kurmaktan geçtiğini açıklar. Ateş, akademik yaşama başladığı günden bugüne yaklaşık otuz beş yıldır verdiği siyasal tarih derslerinin niteliğini tanımlarken, bu derslerin farklı anlayışlara göre kimi zaman "diplomasi tarihi" kimi zaman "uluslararası ilişkiler" diye de adlandırıldığına, konuya ilişkin kimi yapıtların çağdaş anlamda diplomasinin başladığı 16. yüzyıldan başlayıp, günümüze dek uzanan bir çerçeveyi temel aldığına dikkat çeker. Bu nedenle kimi yapıtların "siyasal tarih"e ingiliz Devrimi ile başladıklarını ancak bu konuda bazı çalışmaların başlangıç olarak Fransız Devrimi'ni seçtiklerini vurgulayan yazar, siyasal tarihe ilk adımların, Ortaçağ'ın çözülmesi ve aydınlanmayla atılmasının daha doğru bir yöntem olduğunu öne sürer.