T İ M A Ş YAYINLARI: 95 FİKRİ ESERLER: 23
Kapak: Kenan Özcan-Timaş Grafik
Dizgi: Adım
Baskı: B a ş a k Ofset
Cilt: ...
576 downloads
2494 Views
15MB Size
Report
This content was uploaded by our users and we assume good faith they have the permission to share this book. If you own the copyright to this book and it is wrongfully on our website, we offer a simple DMCA procedure to remove your content from our site. Start by pressing the button below!
Report copyright / DMCA form
T İ M A Ş YAYINLARI: 95 FİKRİ ESERLER: 23
Kapak: Kenan Özcan-Timaş Grafik
Dizgi: Adım
Baskı: B a ş a k Ofset
Cilt: E m e k Mücellit
Baskı
Tarihi:
M a r t - 1991
ISBN: 975-7544-86-8
T İ M A Ş YAYINLARI P.K. 50 Sirkeci Çatalçeşme Sok. No: 50 Cağaloğlu-İstanbul Tel: 513 84 15-513 8 4 16 Fax: 512 4 0 00
Eğitim amaçlı taranmıştır
Ahmed SELİM
a
ve
•
T i m a ş Yayınları İstanbul 1991
Ahmed SELİM
bul'da doğdu. Asıl
adı Zeki Ünal'dır. Yazılarını asıl adının yanısıra Ahmed Selim adıyla da yazdı. İstanbul Lisesi ve İktisat Fakültesinde okudu. Daha öğrencilik zamanlarından itibaren Yeni İstanbul, Son Havadis, Haber, Bizim Anadolu, Hakikat ve Sabah'da yazdı. 1970'den sonra kendini muntazaman yazıya verdi. Sabah ve Haftalık Ufuk dergisinde sürekli yazdı. Halen "Zaman" gazetesinde yazmaktadır. Yayınlanmış
Eserleri:
—Din-Medeniyet ve Lâiklik —Dünya İslâm'a Muhtaç (2 cilt) —Din-Dil-Tarih Şuuru
İÇİNDEKİLER
B İ R İ N C İ K I S I M Önsöz I-Ortaçağ'dan Bu Yana Doğu-Batı Münasebetlerinin Özeti II-Akıl ve îman ' Aristo Skolastiği ' ' Doğunun Büyük Yardımı Gazali Tesiri Onların Hastalığına Özeniyoruz III-Islahat Anlayışımız' 1-Maddi Gerileme 2-Üstünlük Şuurunun Kaybolması 3-Batının Buhranı Bizimkinden Büyüktü 4-Toprak Düzeni Niçin Bozuldu 5-3. Selim'e Miras Kalan Teşhis 6-Din ve Tahakküm 7-Halk ve Devlet 8-Islahat Tedbirleri 9-1838 Anlaşması 10-A. Cevdet Paşanın Tesbiti 11-Kapitalizm in Kökünde Ne Var? 12-Komünizm Parantezi 13-Batı'yı Taklit , , 14-Refhrmcu'msMşkİMİiği
13 17 23 24 25 26 28 .31 31 32 33 34 35 36 38 39 40 41 42 44 44 46
49 IV-Emperyalizm 49 1-Misyoner Teşkilatları 2-Ölçüler ve Tavırlar . 5 0 55 V-Soııraki Islahatçıların Şaşkınlığı 56 1-Jgbancı Hayranlığı 2-Yeterince Benzedik 3-Yabancılar Nasıl Bakıyor 57 58 4-Faiz, Rüşvet, İsraf VI-Tarihimizde Mezhep Taassubu da Din Taassubu da 61 Esas İtibariyle Asla Yoktur. 61 1-inhiraf Olmadan Taassup Olmaz 62 2- Mukayese 3- Milli Birliğin ve Huzurun Teminatı 63 67 VII-Tefekkür Iztırabı . . ' . . . ' 1-Hür Düşünce Adına . ' ^7 2- Fıkhi Taklid'e iftira . 69 70 3-İnsafsızlık 4- Fıkhi Taklid Umumi Gelişmeye Engel Değil Yardımcıdır .. 71 5- Osmanlı'nın Hukuki-îçtimai-lktisadi Üstünlüğü 72 74 6-Yalnızlaşan Akıl 75 7-Felsefeden Naylon İçtihad'a ' VIII- Îçtihad-Tefekkür-Reform • 77 77 1-Tekamülün Sırrı ' . • 2- Kötü Olan Taklit Hangisidir? -Ji! 84 İS-îçtihâd'ın Bugünkü Manası 8 Gene/ Esas/ar ' q I X - Reform Albümünden 89 90 A) Tecdit! ve Reform 90 1-Beşi Bir Yerde 91 2-Tecdid Mefhumunu İstismar 3-Batı'ya Benzeme Qayreti 92 93 4- Muharref Hristiyanlık ve İslâm 93 5-Onları Bile Geçtiler 94 6- Mensubiyet-Liyâkat B ) Bazı Örnekler oî 96 1-Abdullah Cevdet
2- Celal Nuri ve Baha Tevfik 97 3- Erol Güngör'ün Görüşleri 98 4- Cemal Kutay 'in Anlattıkları 101 X- Topyekün Tasnif 105 A) Reformist Gerekçeler ve Guruplar 105 B) Tezatlar ve Ortak Noktalar 107 1- Sosyalizm 107 2- Ameli Hükümler Zamana Uydurulmalıdır 108 3- Masonluk -108 4- Önemli OlanlslamiRuh'tur, Âmeli aWâ^JîeMı'DT§îdiFW9 5- Asliyete Dönüş, Hurafeleri Kaldmş ~ ' "'ÎÖ9 XI- Manevi Değerler ve Hakiİatin ttütiinluğü ~ 111 1- Değişen-Değişmeyen 111 2-Gaflet 112 3- Din ve Medeniyet _ 113 4- önemli Tesirler 113 5- Tehlikeli Zan 114 6- Korkunç Hata 115 7- Batı Kendi Eksiğini Yine Görüyor • 116 8-Telafi Tedbirleri " 117 9- Materyalizmin Yediği Darbe 118 10- Çifte Standart 119 11- Teori ve Tatbikatı 120 12- Kültür ve Medeniyet 121 13- Mukayese ve Netice 121 XII- Netice Özeti 125 Tarihi Tecrübelerin Teyid Ettiği Kaideler 125 ÎKÎNCİ I-Temel Kavramların Tasnifi 1-îlim 2- Düşünce 3-Bilgi 4- Hak Din 5- Müslümanın Hayat Görüşü 6- İslâm'ın Bütünlüğü
KISIM
129 129 130 13! 131 134 134
7-İslâm'da
Müeyyide
8-islam ve Cemiyet 9- Tekamülün Şartları Felsefe Hakkında . _ _ _ _ _ i- Eski Yunan Felsefeleri '' 3-Felsefe
Dinleri
138
139 141
_ _ _ _ _ _ _ • " "
142 144
146
_ _ — —
148
4- Batı Literatüründe Allatifnmcı İle İlgili Kavramlar Aklın Çilesi İmam-ı Rabbani ve Ehl-i Sünnet Tasavvufu 1- Tasavvuf ve Tecdid 2- Tasavvuf ve İlim _ 3- Kendi Terminolojisi İle Mektubât'ın Sistematik Ozü I- Alem-i Emr'in Latifelerine Göre Seyir Tablosu II-Kemalatı Nübüvvet Yolu III- İmam-ı Rabbani'nin Birleştirici Tecdidi insan ve Cemiyet İnsanın Tekamülü ,, Fonksiyonel İzahlar Değişme ve Doku Uygunluğu II- Îsevilik-Hıristiyanlık ve Ruhban-Lâik Farklılaşması III- Reform'un Tarihi Safhaları ve Müşahhas Unsurları a- Hıristiyanlıktan önce b- Dini Otorite c-Rönesans ve Luther d- Luther Reformu ve Neticeleri e-İngiliz İhtilali f- Müsamaha Beyannamesi e- Fransız ihtilali . h- Değerlendirme IV- Reform'un Fikri-Manevi Özü ve Luther Reformu Sonrasında Fikri-Manevi Hayat a- Fikri Canlanma b-Reddiyecilik c-Yunan Düşüncesi d-Aristo Skolastiğinin Aşılması
149 149 152
152 155
159 159 160
160
169
,
171 179 179 183
183 186 188
190 191
1Q4 17
901
~Q2 202
e- Rousseau'nun Tepkisi 203 f- Değerlendirme 204 V- Siyasi ve Hukuki Bir Prensip Olarak ^Laikliği Hazırlayan Düşünceler 209 VI-Lâik Tefekkür Yok, LaiklikPrensibi Var . 215 "Nötr Nokta" Oyunu: Masonluk 220 Vn-Lâikliğin Siyasi ve H u k u M İ M I s ^ Çağdaş Baü Anayasalarında Din ve Vicdan Hürriyeti^ 235 ~4Temmuz 1776 Haklar Beyannamesi 236 İnsan Haklan Evrensel Beyannamesi 237 Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesi 237 Rusya'daki Devlet-Din Ayrılığı 251 VIII- Anayasa Hukuku Bakımından Devlet, Millet, Demokrasi 255 Batı Demokrasisinin Dünya Görüşü 259 Batı Medeniyetinin Formülü 261 Batı Demokrasisinin Formülü 261 Temel Mesele 262 Demokrasi ve İdeal 263 Dört Vasıf 265 1-Düşünce İlgisi 265 2- Metod Alışkanlığı 266 3- Uzlaşma Mahareti 266 4- Medeni-lçtimai Cesaret 267 IX- Osmanlı Dev let Yapısı Hakkında 269 1- Osmanlı Devleti Lâik miydi? 269 2- Islâmî Devlet Anlayışı 271 3- Padişah'ın Statüsü 272 4-1slâmî Devlet ve Batı Teokrasisi 275 5-Örfün Yeri 278 6- Gerilemenin Sebepleri 280 İkili Çelişik Yapı 282 1- Suyun Akıntısı 283 2-Lâikliğe Doğru 283 3- "İkili Çelişik Yapı"ya Dair Bir İktibas 285 Kanuni Iktibaslar-Düzenlemeler 286 1- önce Geçmişin İktibaslarını özetleyelim 286
2-Cumhuriyet Devrinde 3- Din Eğitimi Bakımından Laiklik Tatbikatı X- Uygulama Tahlillerine Çerçeve Teşkil Edici İktibaslar ve Değerlendirmeler ]-Prof. Ali Fuat Başgil 2- Peyami Safa 3- Prof. Hüseyin Nail Kübalı 4- Matbuat Umum Müdürlüğünün Talimatı 5- Prof. Tahsin Banguoğlu 6- Ord. Prof. Sadri Maksudi Arsal 7- Cemal Kutay 8- Prof. Mehmet Kaplan 9- Prof Orhan Aldıkaçtı 10- Prof Toktamış Ateş 11-Doç. Mete Tuncay 12- Prof. Mümtaz Sosyal 13- Prof. Kemal Karpat 14- Prof. Hikmet Tanyu 75- Lord Kinross 16- Prof. Emre Kongar 17- Prof. Niyazi Berkes 18- Kadercan Kaflı 19- Aytunç Altındal 20-Prof. Şerif Mardin 21- Prof Bedri Gür soy 22-Prof Çetin Özek 23- Prof. Muammer Aksoy 24- Prof. Lütfı Duran 25- Prof. Ay tekin Atay 26- Prof. Tarık Zafer Tunaya 27-Prof. Osman Turan 28- Hamdullah Saphi Tanrıöver 29-Atilla ilhan 30-Dr. Yalçın Özer 31 - Prof. Sabri Savcı
286 288 289 291 291 292 292 294 294 295 296 296 296 296 297 297 298 298 298 298 299 301 302 304 305 306 307 307 307 308 308 308 308 309 309
32- İsmet Özel 33- Eisenhower 34- Prof. İsmet Giritli 35- Kâzım Karabekir 36- Muhammed Heykel 37- Prof. İlhan Arsel 38- Prof. Talat Koçyiğit 39- Prof Hıfzı Veldet Velidedeoğlu 40- Maxime Radinson 41-Hasan Ali Yücel 42- Faik Gözübüyük 43- David Ilatham 44- Prof. Fahir Armaoğlu 45- Yargıtay Kararı 46-Prof. Aydın Aybay 47- Doç. Mukbil Özyörük 48- Yılmaz öztuna 49- Ord. Prof. Sıddık Sami Onar 50- Yurt Ansiklopedisi 51-Prof Asaf Savaş Akat • 52- Hayrettin Karaman , 53- Sabahattin Selek 54- Prof. Enver Ziya Karal 55- Süleyman Demirel 56- Bülent Ecevit îktibaslardaki Genel Görüşlerin Özeti 1- Dine Bağlı Devlet 2-Batı Laikliği ve Mutedil Din-Devlet Ayrılığı 3- Devlet Vesayetinde Din 4-Din-Devlet Ayrılığı Yetmez Özel Tesbillcr 1- Tam Mutabakat 2-Diyanet Teşkilatı 3- Din ve Fert 4-Ahlâk ve Lâiklik » 1 5- Din ve Düşünce
6- İslâm ve Hürriyet 7-Şeriat ve Şartlar 8- Sekûlarizm 9-Lâiklik Alınmasaydı 10-163. Madde 11- Lâiklik ve Komünizm XI- Lâikliğin ve Lâiklikle İlgili Kavramların İlini Tarifleri. Lâikliğin Tarifi " " " - — — Din Hürriyetinin Tarifi ; : . lâikliğiIhtöl — I — Din Hürriyetinin Sınırlandırılması Fikir Hürriyeti ve Lâiklik Mutedil-Gelişmiş Lâiklik Lâikliğin İki Veçhesi ve Unsurları Atatürk Din ve Demokrasi Yarım Lâiklik Olmaz ; Anayasa Hukuku Bakımından "Aykırılık" ve "İhlal" Kavram kırı 163. Madde Hakkında Tedbir ve Ceza Gericilik İlericilik Turnusol Kâğıdı Hayvancı-Gerici Çizgi Ruhçu-Ilerici Çizgi lnkılapçılık-Muhafazakârlık Sağ-Sol XII- Batı, Lâiklik, Demokrasi ve İslâm A) Tarihi Münasebet B ) Mutedil-Mütekâmil Lâiklik C) Lâiklik ve Din D) Demokrasi ve İslâm Bibliyografya
327 327 327 327 327 328 329 329^ J32g/ 32&J, -330J. 330 331 331 333 338 340 343 349 351 352 352 352 355 356 361 361 365 366 368 373
ÖNSÖZ Din- Medeniyet ve Laiklik münâsebetleri hakkında bugüne kadar çok şey söylendi ve yazıldı. Ama bunlar, bir kaç istisna dışında, belli ve alışılmış klişelere bağlı tekrarlardan ibaret kaldı. Bahsi şurasından burasından didikleyen ve slogan başitliğiyle ifade edilen bıktırıcı sözler, bol bol müphemiyet boşlukları bırakarak kısır münâkaşalara yol açtı. İstisna mâhiyeti taşıyan ciddî yaklaşımlar ise, getirildikleri noktalarda bırakıldılar ve ileriye götürülmediler. Fikrî bir mesele üzerinde sıhhatli düşünebilmek için, o , meseleyle ilgili bütün kavramları niianslarıyla beraber göz önünde bulundurmak gerekir. Ayrıca, kompleks bir karakter gösteren her içtimâi konuda bu zarûretin îfâsı için mukayeseli tarih incelemelerine girişmek şarttır. Çünkü kavramların tarihi vardır ve bir kavramın tarihi bilinmeden tarifi yapılamaz. Aksi halde fasit bir dairede turlar atılıp aynı noktaya gelmekten aynı şeyleri tekrar edip durmaktan kurtulamayız. Çözmeye çalıştığımız meseleler, kurcaladıkça daha çok karışır. Din ve Medeniyet münâsebetlerinin muayyeniyeti anlaşılmadan ne demokrasiyi ne de diğer "hukuki-içtimai-iktisadikültürel temel meseleleri kavramak kabil değildir. Descartes'in de dediği gibi, kendi başına bir bütün olan halkalar birbirine eklenerek külü bütünlüğün mânâsım ortaya koyarlar. Halkalardan birini dahî karanlıkta bırakırsanız o mânâyı yakalayamazsınız. Bugüne kadar bazı tarihi hakların ihmâle uğramış müdâfaasını yeri gelince üstlenmek, kaçınılmaz bir vazifeydi. Şahısların hatırı için bu vazifeyi atlamak veya aksatmak gibi sakat bir
vefâ anlayışının zebûnu olamazdık. Hakikat Sevgisi, her türlü bütün-sevgiler, Hak ve HaRîkat Sevgisi ile hâlis olur. Hakikate vefâsı olmayanların başka sebgglerle vefâ tavrı izhar etmeleri bir kıymet taşımaz. — "" insanları bazı hatâları vardır diye ceffelkalem karalamak ne kadar yanlış ise, önemli meziyetleri vardır diye hatasız göstermeye çalışmak da o kadar yanlıştır. Kültür dâvalarında nefsler ve fertler değil, fikirler ve ölçüler üstün tutulmalıdır. Hepimiz fâniyiz, bugün var, yarın yokuz. Ama tekâmül yolundaki bayrak yarışı kıyâmete kadar devam edecektir. Hem kendi kendimizi aşmak gayretinden bir an dahî uzak kalmamalı, hem de başkaları tarafından tamamlanmayı ve aşılmayı gönülden dilemeliyiz. Bunun içindir ki, tenkid edilmesi gerektiğine inandığımız her düşünceyi tenkid ettik ve bu vecîbeyi büyük bir titizlikle yerine getirmeye çalıştık. İnanıyoruz ki dâvâya yakınlığı olan şahıslarla ilgili tenkidlerimiz, bizzat muhataplarmca dahî hoşnutlukla ve müsamahayla karşılanacaktır. Çünkü bütün fazilet erbâbı, hatâlı olabileceğini kabul eder ve m i e s ^ e m l ) i ı ^ û î e x B S c ü e r l e ' ü e n y ^ götürülmesini kalben ister. Tenkid Şuûrunun kökleşmesi, hatâların kalıcı olması tehlikesini ortadan kaldıran büyük bir teminattır. Biz bazı şeyleri < ^düzdtirken yeni yanlışlar yaprmşsak, onları
yazar, 10 yıl da yayıncı arar." İnşaallah 10 yıl beklemek zorunda kalmayacağız. Fakat fikir eserlerinin harc-ı âlem eserlere nazaran büyük bir neşir zorluğu karşısında bulunduğu aşikârdır. Gerçi bu dün de böyleydi ama, bugün daha da ağır bir durum söz konusudur. Biz, bile-bile zora talibiz. Mânâsız neticeler kolay kazanılsa ne çıkar, hiç kazanılmasa ne fark eder? ^ Kolaycılık, inşanın kendi kendini aldatmasıdır ki, en kötü aldanış budur. Böyle elde edilen rahatlığa Tolstoy "ruhun şerefsizliğidir" diyor.Şairin söylediği dahadagüzeldir: "Bîderd olanın derdine derman olmaz." Peki boşuna uğraşmak mârifet midir? Elbette hayır. Endişeye aslâ kapılmayız. Elimizde teminat var: doğru yolda harcanan hiçbir emek zayi olmaz^Asıl, tersini yapmak abesle iştigaldir.. Dersin kişinin takati neymiş gücü ne Bir dev gibi davran işlerin en gücüne. İnsan dediğin insan olur gerçekten Sahipse eğer kendini aşmak gücüne. Fikir iffeti ve İlmî Ölçülere Bağlılık Şuuru, temel prensipler olarak benimsenmelidir. Bu prensiplere uygun evsaftaki her tartışmaya açığız, hazırız. Bazı saplantılar yüzünden kasden __ yanlışta ısrar edenlere laf anlatmak çok zordı ı > . â v . - n N>v k-k'rınin varlığı pek önemli değildir. Kaldı ki akan zamanın getireceği şartlar onları dahi değiştirebilir. Fakat "kültürsüz medeniyet"' sürüklenişinin eyyamcı mukallitlerindeki bigânelik ve sathîlik. Cidden kahredicidir. Zahmetten gayretten mesuliyetten çileden hem de ince formüller uygulayarak sıyrılıp kurtulmayı bir yaşama üslûbu haline getirenler, iyice cüret kazanmaktadır. Bunlara tesir ulaştırmak, inâdîlere laf anlatmaktan daha zordur. Bu gibi zorluklarla mücâdele etmenin yolu, arayış ve bekleyiş içinde bulunanlara yardımlar ve müjdeler sunabilmekten geçer. Gerçek muhatap onlardır. Ne olacaksa onlarla olacaktır. Unutulmamalıdır ki, hiç bir medeniyet, inkâra başladığı ___ taUiÛPİİİBfiİİ^ uzun müddet mirasyedilik yapamaz. Batı Medeniyeti, insanın şahsiyetini ve ruj bunu ihmal etme ifratının sonlarına yaklaşmıştır ve yeni arayı-V ^ f J J j ı n j d k smyailerı gelmeye paşTamıştır.
Ama bizim aydınımız henüz işin farkında değildir. Çünkü bizim sözde aydınlarımız, Tanzimat'tan beri, Batinin doğrularını en az BİR ASIR, yanlışlarını ise en çok BİR ADIM geriden takib etmeye alışmıştır. (Üstelik birincileri hiç sindiremez, ikincileri ise katlayarak benimser ve hiç terk etmez!) Lâkin bu defa kaybedecek zamanımız yoktur ve Batı'ya da tekaddüm etmek gibi târihî bir mükellefiyetimiz vardır. Nasıl olacak? diye sorulabilir. Bu eser işte o sorunun cevabıdır.
I. KISIM
I- O R T A Ç A Ğ ' D A N B U Y A N A D O Ğ U - B A T I MÜNASEBETLERİNİN ÖZETİ "Avrupa'da uyanış hareketleri geç başladı. İlme yönelmeleri ise 11-12. asırlara rastlar. Cehalet kefenlerini soyup atmak istiyenler, yüzlerini Müslümanlara döndüler." Gııstave Lebon J^atıhMrjnm ' tiler." CJıarle^Seigmbo£ "insanlar dünyalarını düzene sokmak için dinlerini ihmal ederlerse, Allah onları daha ağır bir buhrana uğratır." Hz.AU ^Mmkipar^^ hayatımızda hayır kaldı, ne dün^nmda/' ibrahim Ethem Batı, Ortaçağ İslâm Medeniyetini gözleri kamaşarak seyrediyordu. İlk nazarda gözüne çarpanlar, İslâm medeniyetinin Din-Medeniyet ve Lâiklik F. 2
17
görüntüsüne yansıyan zahiri çizgilerdi: a- Maddi ilim ve medeniyet eserleri b- Aristocu rasyonalist fikirler İslâm Medeniyetinin aslen îman medeniyeti olduğunu, nûrun-kuvvetin-hızın oradan geldiğim; Yunan düşüncesine yönelen rasyonalist heveslerin, bu medeniyeti doğuran değil, henüz göze çarpmamış zaaflara uğratan bir tesir teşkil ettiğini anlayamadılar... Bunu o zaman biz anlayamıyorduk ki, onlar nasıl anlasındı? Halbuki biz; hem anlamak, hem de onlara anlatmak mükellefiyetinde idik. Böyle olduğu içindir ki; Kur'ân'a ve İslâm'ın özüne eğilmediler. Bu yönde incelemeler yapmadılar. Bizimkilerin eserlerinden Aristoyu tercüme ettirdiler, bizim vasıtamızla eski Yunan düşüncesine döndüler... Eski Yunan düşüncesinde vaktiyle yine Şark'tan gelen tevhid izleri vardı. Berrak değildi, saf değildi, şumullii değildi, ama vardı... Dinlerinden vazgeçmeyi düşünmediler. Fakat eski Yunan düşüncesinde gördükleri tevhid izleri, kendi dinlerinin "teslis" esası ile çatışıyordu. Karşılarındaki, İslâm Medeniyetiydi, dinî bir medeniyetti; ama geniş bir düşünce hürriyetine sahipti. Dininden vazgeçmeyi hatırına bile getirmeyen Batı'nın önünde ancak şu çâre kalmıştı: a- Hür Düşünceyi kiliseye rağmen yaymak; b- Buna karşı çıkan kiliseyi, reformla hizaya getirmek; c- Felsefe'nin sağ kanadını kullanarak teslis akidesini tevhide doğru götürmek ve sol kanadı ile de, "maddeyi ihmal etme" uyuşukluğunu dağıtmak; d- Böylece, Din-Medeniyet münâsebetini güçlükle kurtarabilen çok pahalı bir akıl-Iman dengesi içinde, ilim ve medeniyet hamleleri yapmak; e- Yine de; din'i, felsefeye ve siyasete kurban etmeyip ana kaynak olarak muhâfaza etmek. Bunlar dile kolay!.. Bunlar peşin programla değil, çarpa çarpa, yaşaya yaşaya gerçekleştirildi. Batı bunları gerçekleştirmek için asırlarca uğraştı. Bir gram şeker için bir ton keçiboynuzu yedi. Küçücük bir tepeyi aşmak için bin tane viraj döndü. Bir tek doğru iç.in, bin yanlışı ayrı ayrı yokladı. Beyinler heder etti. Kanlar döktü. Nesiller
harcadı. Hummalara yakalandı. Çamurlara bulandı..,. Herşey incecik bir tekâmül çizgisinin oluşması uğrunaydı.... 12. asırdan 16. aşıra kadar Batı; İslâm medeniyetinden faydalanmayı, hür düşünceye "açılmayı", Rönesansı ve Reformu gerçekleştirmeyi, malikâne ekonomisinden şehir ekonomisine, geçmeyi, ondan da millî ekonomiye yönelmeyi, pusulanın-matbaanın bulunmasını, bazı keşifleri ve icadları başardı. Burada şunu hatırlayalım: 15. asırda Osmanlı'nın yükselme devrimi başlamış, ama sahip bulunduğumuz sistematik dengelerde toprak düzeninin bozulması gibi belirtiler gösteren aşınmalar, 16. asırda kendini iyice hissettirir hale gelmiştir. Bunu tâkiben de duraklama devrine girdik. 17. asırda yukarıda belirtilen gelişmelerin düğümlenmek ve tıkanmak üzere olduğu bir noktada, yânî kilise skolastiği yerine ikame edilen Aristo Skolastiğinin de pilinin bitmek üzere bulunduğu bir sırada; çok çeşitli kollardan Batı'ya giden Gazali Tesiri'nin verdiği ilhamla yeni bir hamle tecelli etti: Pascal'm da katkısıyla Descartes Metafiziği ve Nevvton'un ilmi bir araya gelerek Aristo Skolastiği'ni geride bıraktı... 17. asır, Batı'da akılinanç dengesinin kurulduğu asırdır. Matematik çok gelişmiştir. Teleskop, mikroskop, barometre icad edilmiştir. Akademiler, rasathaneler kurulmuş, ilim dergileri yayınlanır olmuştur. Diğer taraftan; parlamenter inkişaflar görülmekte ve ticaret kapitalizminin boyutları büyümektedir... (Bu arada, liberal ve parlamenter gelişmeler İngiltere'de feodal esasa bağlı sosyal ve siyasî nizamı bir ihtilâlle yıkmış ancak Fransız ihtilâlinden sonra yaygınlaşacak olan yeni bir ıtizâm getirmiştir.) 18. asırda batı kültür hayatının akıl-îman dengesi iman aleyhine bozulmaya yüz tuttu. Üst tabakada ahlâkî düşüş ve dejenerasyon belirdi. Vahye inanmamak modalaşlı... Bunda E.Kant'm rolü büyüktür. Vahameti görenler de vardı.J.J. Ruso, bunlardandı... İLK defa her tarafı MASON locaları istilâ etti. Rasyonalizm, gitti materyalizm batağına saplandı. Yaradan'ın varlığına inanan filozoflar yine çoğunluktaydı ama, ŞÜPHECİLİK onların içine de gayri şuurî olarak nüfuz ediyordu... Din'de, siyaset'de, ekonomi'de "LİBERALİZM" koşarcasına ilerliyordu... Elektrik, buhar gücü keşfedildi. FABRİKA doğdu. Makineli dokumacılık başladı... Adam Smith, iktisat ilminin ve
KAPİTALİZM doktrininin temellerini attı... 18. asır, liberalizmin manevî-siyasî-hukukî-ekonomik alanlarda en büyük hamlelerini yaptığı asırdır. Ve en büyük siyasi hâdiseler: Amerika'nın kuruluşu ile Fransız ihtilâli... Üst tabakalarda iman ve ahlâk bozulması yayılırken, kitleler tehlike'yi sezercesine mistik yönelmeler gösteriyordu. 19. asra girerken Batı, içtimai buhranlar içindeydi. Kitleler eziliyor ıztırap içinde kıvranıyordu. 19. asır, A. C'omte asrı... 19. asır, maddeci pozitivizmin asrı... 19. asır, sosyalizmin komünizmin doğduğu asır... Hegel Dialektiği, Feufbach Ateizmi ve Ricardo Ekonomisi birleşmiş, Marksizm halini almıştı... İnkarcı felsefe kanadının hâsıl ettiği netice işte budur. Marx'a göre din afyondur; Freud'e göre ise, kapris! İngiltere'de C. Dicknes, Fransa'da Balzac ve Hügo, kitlelerin sefaletini acılarını romanlaştırıyordu... 19. asrı kitleleri, Ortaçağ'm kitlelerinden da-, ha muztariptir. Bu muydu alınan mesâfe? Batı, ihtilâller içinde çalkanıyordu... Bir ara Paris Komünü dahi kuruldu. Paris'te komünizm! Öyle bir sistemler manzumesi geliştirmişti ki Batı, içte de dışta da ancak kan emerek ayakta durabiliyordu. Danvin'in teorisi, ekonomiye uygulanıyordu. Neredeydi hümanizm? Modacı entellektüel'in din yerine ikame etmeye çalıştığı insan Uzaktan bakınca zahirî manzara ışH işildı. Fabrikalar, yollar, saraylar, binalar, parlâmentolar... Yakından ve derinden bakınca, zonklavan akıllar, kanayan ruhlar, bilenen kinler, kıvranan kitleler... İNCE ÇİZGİ kaybolmuştu. Newton'lar, Descartes'ler, Pascal'lar, Leibniz'ler hatırlanmıyordu. Halbuki aklın bütün gerçek başarılarının altında onların emeği vardı.. Görünenler, Comte'ler Buchner'ler Danvin'ler ve benzerleriy• di. Bizimkiler işte bu Batı'ya baktılar. Maddi medeniyetin muhteşem ve ışıklı görüntüsü bizimkileri fena çarptı. "M e y â p â ^ lım da onlara yeti^lim? 1 ' diye aramaya başladılar. Önce "din' den biraz üzaklaşalım' r dediler. Gülmeyin ciddi bir tesbittir: Osmaj\irmunew beraber NAMAZ'ı terk j t t i ! ^ " İngiltere'nin kapitalizmine açıldılar. 1855 anlaşmasıyla.. Anlaşmayla pattada SİSTEM mi sokulurmuş? O sistemi Batı, 4 asırda geliştirmişti ve henüz nisbî iyileştirme tâdillerini de yapmamıştı. Pazar arıyordu kendine ve biz de pazarlardan bir pa-
zardık. Açtık gümrük kapılarını, yıkıldı sanayimiz! Dimyat'a pirince giderken, evdeki bulgurdan da olmuştuk. Sonra ROMA HUKUKU'nu transfer etmeye başladık. Vaktiyle İngiltere kraliçesi, bizim hukuk sistemimizi inceletmek üz er e uzmanlar göndermişti.. Tabii ki faydalanabilecekleri "unsurlar ve tesirler" almak üzere... Nereden nereye? Dansı, baloyu, orkestrayı saraya soktuk... Kıyafetlerimizin rengini ve biçimini değiştirdik.' 'Kadınlar korse takacak" diye emirnameler bile çıkardık! Maymundan insan türemezJ2ar^__. win zırvalıyordu. Ama, insan mavmunlaşabilir! "Hor ve hakir..." kelâmım hatırlayınız... Biz Batı'yı Fransa'yla tanımıştık. Fransa'nın A. Comtesi'ne medeniyet aşkına sarıldık. 18. asrın MASÖMİZMİNE yapıştık. İleride P. Sabahattin, Le Play'a; Celâl Nuri, Nontesqiue'ya ve Le BoıVa; BahaTevfik, Nietche'ye, Kant'a, Daı vvin'e; A. Cevdet, Le Bon'a; A. Rıza, Comte'ye; Beşir Fuat, Buchner'e miirid olacaklardır!. Tanzimat'tan beri h e m e n j ı e m e i L b ü ^ p ^ n i - likçilerimiz m a s o n l ö c p S î n a k â y î ü î v ^ B i z Batı'mnlS. v ş J J L - .. asmEn^^ ne sonrasını. Varsa yoksa, "bu asırların medeniyet mirasyedileri... Tanzimat'ta da öyleydi, H ^ S ^ a ' l e â e l . BiraJari'îcaS&ız'Batıcalan;Türkçü AliSuavi ve Ahmet Vefik de masondu, İslamcı Musa Kâzım ve Mahmut Esat da masondu! Batı'yı, Doğu'yu, dünü bugünü, din-ilim, akıl-iman madde-ruh, kültür-medeniyet münasebetlerinin hakikatini; işte bu kadar anlamış, böyle anlamıştık. Batı, 19. asırdan kurtulmasını da bildi. Ekonomik sistemini kendi insanı bakımından düzeltici değişiklikler gerçekleştirdi... İnce Çizgi'nin rolünü hatırladı... (Kendi hesabına) Akıl, atom ve izafiyet şokunu yiyince kendine gelir gibi oldu. Darwinizm de yıkıldı; maddeci pozitivizm de, determinizm de. Einshtein "dinsiz ilim topal, ilimsiz din kördür" diyor- , du. W. tameş, "Kant'ı okuduktan sonra sarsılmıştım... Fakat Bergson r u görecek kadarlarla ömür verdiği için TannVa şükrgdiyor"um'rdiyordu. Bizimbunİardan hiç haberimiz olmadı. . 9 "asırlardaki fikrî moda cereyanlarının natüralist ve pozitivist tesirlerine kendini kaptıran ve bir bileğinin damarla- , rını bu uğurda kesip intihar ederken öbür bileğiyle son nefesine kadar bir mektup yazan zavallı Beşir Fuat... Nesillerin heba edilişini sembolize eden bahtsız genç...
Ahmed Cevdet Paşa'nın Tanzimat arefesinde koyduğu teşhisi hatırlayalım: "Bir milleti imhâ lıükmündendir." "Yolsuzlukta yol aramaktır." Beşir Fuat'ın dramı, o hükmün neticelerindendir. Eserimizin birinci kısmı işte bu özetin izahıdır.
'
.
II-AKIL VE İMAN
\
"İman, insan'ı mütevazi yapıp onu dünyadaki doğru - yolunda azimli ve kararlı kılar. Akıl ise, ona, bilgi sahibi' olmak arzusunu ve maddelerin sırlarına ererek Allah'a yaklaşma heyecanım verir. O'nu, dünyayı ıslah etmeye, değiştirmeye hazırlar. Kendini daha iyi tanımasına, şahsiyetini bulmasına yardım eder." J. Pirenne "Biri Akıl'a (ilme), diğeri vehye (dine) dayanan ve birbiriyle çelişen iki çelişik doğru yoktur. Doğrular çelişmezler, biribirini teyid ederler ve uyum içindedirler." M. Albertus Bir çok kişi, Batı'nm yükselişini şu basit mantıkla izah etmeye alışmıştır: "Batı kendi felsefe kaynağını unutmuş ve o'nunla olan bağlarını koparmıştı. Ortaçağ islam Medeniyeti'nin büyük filozofları Aristo'nun eserlerini tercüme ederek Batı'ya tanıttı. Batı bu tanışmayla kendine gelip ilme yöneldi ve sadece b u sâyede bugünkü üstünlüğüne kavuştu." Kendini bilmeyen, Batı'yı bilir mi? Yahut da: İşte bu kadar bilir!
Aristo Skolastiği Bah^belli bir gelişme sürecini devam ettirebilmek için. •Aasto. skolastiğini parçalamak-yenmek^a^mak zorunda kal-' mıştır. Bizimkiler kendilerine "Aristo'nunmMercnnröImâFşanım kâfi bulduMailiçin, Batı tarihin bu safhasını görmezlikten gelmeyi bir marifet sayarlar! Şu tesbiti dikkatle okuyalım: "DESCARTES'İN METAFİZİĞİ NEVVTON'un ilmiyle birleşerek yeni de vrin âlem hakkındaki görüşünü tesis etmiş ve ARİSTO FELSEFESİNİ KÖKÜNDEN YIKMIŞTIR." (A. Adıvar Din ve İlim Shf 222) Aristo mütercimliğinden vaz geçişimizi^gerileyişimizin, sebebi olarak gören biçareler iyi düşünsünler: _Batı, "^İîşiBîl-'' mek için Aristo felsefesini yıkmak zörundâ^^ pozitivizmi ve determinizimi hizaya getirmek zorunda kalacaktır!) Peki. öatı'nın, bu Aristo felsefesini yıkabilmek lüzumuiıua nfoyabilınesi-görebilmesi'nasılmümkün olabilmiştir? işte Cazaii'den fay dalanm§tesîrinîhhâürlanması ve izah edilmesi, bu noktada bir zaruret olarak karşımıza dikilir! Yanlış anlaşılmasın. Batı, bizim Aristo mütercimliğimizden faydalanmadı değil. Faydalandı. Fakat bu faydalanma bir tek merhale içindi. Esasen Batı bizden dâima faydalanmış, biz ise ondan daima zararlan(!)mışızdır._ Yanlışını, hastalığını, cürûMnü almışızdır hep. Sanki onun kasten verdiği zararlar * yetmiyormuş gibi, bizim kendi tercihimiz de onlardan zarar verici şeyler almak istikametinde olmuştur. Önce bu merhaleyi izah edelim: Muharref-mensuh ve de istismara uğramış bir "dini havar,Batı' nın ruhunu da zihnini de bir zulmet mengenesine almış. Fikir hayatınındaahiretKavatinındaan papazlaİİÎIllİHEi^^ j i "endûîûians" adı altında para mukabili s a ü y ö E r M l l û n o ^ ^Jâ£iğkMg.böyle bir durumdaydı. _ _ _ _ _ Aristo ile, bizim türcümelerimiz vasıtasıyla karşılaşınca Batı bu hayata (aklın lehine) isyan gücünü kendinde buldu. İlk kıpırdanışlar, miladî 12'inci asır civarında görülmeye başlandı. Biz Aristoculuk hevesleriyle tertemiz-apaydmlık manevî hayatımıza felsefî müphemiyetin ve izafiyetin gölgelerini düşürür-
ken, Batı bizim bu gafletimizden kendi hesabına çok lüzumlu neticeler kazanıyordu. Sanki biz, Batı'nın batağa gömülüp kaybolmuş bir âletini, sırf Batı'nın hatırı için ve ellerimizi çamurlayıp ruhumuzu teşevvüşe düşürmesi pahasına, uzanıp aradan çıkarıyor ve sahibine sunuyorduk! Şöyle: Biz Aristo'ları tercüme etmeseydik çok şey kazanır ve onca telafi gayretlerine mecbur kalmazdık; ama Batı çok şey kaybederdi. Sanki bizim görevimiz onları kurtarmak; onların görevi ise bizi batırmak idi! Evet, onlar eski Yunan'm eserleriyle, madde ve akıl aley- _ hinebozulrnuş olan den;',ek-nnı a u z e l m ^ B T o H ü E T Â m a ; gitti Hristiyan Skolastiği,-geldi Aristo sEolastagi! At'ın ağzında kaç diş bulunduğunu öğrenmek için, adamlar Aristo'nun kitaplarına bakmak durumuna geldiler! Açıp atın ağzına bakmıyor da, Aristo'nun kitaplarına bakıyor! (Ne güzel teşbihtir bu) . Rönesans doğdu, Reform'u yaptılar, hümanizm ve laiklik düşünceleri yayıldı; ama hür düşünceye yine kavuşamadılar. Manevî temel olmadan hür düşünce olmaz; ancak saplantıların mevzuu, ve vasıtası değişir. Doğunun Büyük Yardımı • Batı, bu defa bir "manevî tesire muhtaçtı! Nereden alacak? EIEettiTtogüîlan! _ _ _ _ _ _ göre,bir iman-akıl denjgggingançak, 17'inci asırda kavuşabilmiştir. K a y u s ; a j m Ş i I ^ A M t e I n t t P ebedi köleleri ve maskaraları olarak kahrlardı. Büyük Dünya Tarihi'nin müellifi). Pirenne şöyle yazıyor: "jmaflite akü anlaş-, mıştı." (Cilt, Shf. 704) Batı'nın bu asrı kimlerin asrıdır, bir hatırlayalım: Pascal, Leibniz, Descartes, Spinoza... , ve bu merhalenin ilerideki denge tezahürünü temsil eden; Newton. Bunların görüşlerinden bazı bölümler alalım: •" Şuûr'a bakınca, Allah inancını görüyoruz. Şııûmrı bu v ^ ^ r f a u f e r a r g a , a M , _ a g ^ J ç e n d i k e t ı d i m M a S l ^ g y g Ya~ rar. Bu inanç, akhn|gıicüdür, hürriyetidir, teminatıdır." (Des^ cartes) ' , Rasyonalizm, işte böyle hizâya geliyordu! (Daha ilendeki asırlarda pozitivizmin şahlandırdığı materyalizmi de bir
f I 1 f
başka tesir hizaya getirecektir) Devam edelim: "Benim Aristocu çağdaşlarım bir şey bilmemelerine rağmen çok şey bildiklerini zannettikleri halde; ben bir takım bilgilere sahibim ve bu bildiklerimin pek az bir şey olduğunu iyi biliyorum! (Galille) O merhalede, Batı'ya ulaşan asıl te'sir, Pascal'ın varlığında teşahhus etmiş ve ifadesini o'nun eserlerinde bulmuştur: "Bize sonsuz gibi görünen kâinat, ilahî kudretinin sıfatlarına ait bir tecellidir." "İnsan, madde'nin önünde herşey'dir; ama kendini kuşatan mânâ sonsuzluğu yanında bir hiç'tir" "Sırf § M i a bulunan, buşün doğru gibi görünse de yarın yanlış clkaM i r - Çünkü akıl mükemmel değildir^sinühdıEGerçek doğriı-ter v e p e t ^ l j l y e l e r ise sonsuzdur." "BÜ1ÜN MiLfafaMı BİR" SAATLİK Z A H M E ^
L Çek düşünüşün gereğidir:,' "AkıÇancak inançların aydmhğm. da yürüyebilir." "Din, kalpteki inançtır. Bu inancın feîsefîdelillereihtiyaayoktur" "irademizi, Allah vermiştir. Esasen herşey AİİaK'ın l^itüf ve inayetidir." "Büyük Hakikat'e yalnız "kalmış _ akılla değil, kalbin yol göstermesiyle varılır." "Can çekişirken de seni düşünüyor, bu kan damlasını senin için döküyorum." "Herkesin beni nasıl gördüğünü bilmem. Fakat ben kendimi, deniz kenarmda oynarken hiç keşfedilmemiş engin bir gerçekler okyanusunun azameti önünde birkaç çakıl taşı veya istiridye kabuğu bulmuş olmakla sevinen küçük bir çocuk gibi görüyorum. Aklımızla buyuz, bu kadarız işte" (Nevvton) Gazali Tesiri Peki o merhaledeki bu kıvama Batı nasıl ulaştı? Aristo sayesinde nu? Yukanda söyledik: TSSH^rAristo'nim laıru'maı^ İ^ğı'MlİegşîSîvîEara'K'ûIig r u re ti ı S ^ l g ^ ü / n â r sil sezdi, nasıl kavradı? Hatırlatmaya çalışalım: "... Gazalî tarafından toplanarak müessir bir üslupla savunulan, sebeplilik (illiyet) münasebetlerinin ADETULLAH'tan ibaret bulunduğunu izah eden görüşler, Batı'da gelişecek bir çok fikirlerin tohumu olmuştur." "Gazalî diyordu ki: Filozoflar metafizik râbıtaları açıklayamazlar, İlle de, kuru mantık prensipleriyle böyle bir teşebbüse kalkarlarsa İLHÂD'a
varırlar." "Miguel Asin'in gösterdiği gibi, rahip Ramon, ondan ilham aldı. Metinden bir şey değiştirmeksizin, fakat yazarının da adını zikretmeksizin, Pugio Fidei'siıuie Gazalî'den bir çok parçalar aldı. PASCAL'da bu rahip vasıtasıyla, Prenses adlı eserinde yine O'ndan faydalandı. Gazalî ile Pascal arasındaki fikrî benzerlikler, Pascal'ın aldığı bu tesirler dolayısıyla görülüyor." "S. Thomas da Gazalî'nın birçok fikirlerini ya asıl Latince çevirilerinden faydalanarak, yahut Ramon Marti vasıtasıyla kullandı." "Ortaçağ'ın sonlarında, Gazalî'nin tesiri daha da büyemeye başladı." "Gazalî diyordu M;felsefecilerin tabiat kanunudMiğL sev, Fâil-i Muhtar olan Cenâb-ı Hakkın takdiridir : AdeMlatoBL tecellisidir. Bizim sebep gibi gördüğümüz maddi belirtilg^M;dece vesiledirler^. Malebranch'm accasionalizm'inde bu izahların tesirlerini görmekteyiz. Bu izahlar, zamammızdaki Emil Boutrox gibi düşünürlere kadar zemin hazırlayıcı tesirler ulaştırmıştır." Gazaliye göre; Aristocu filozofların yaptığı gibi, âlem'in TbaşlangıgŞvenjhay;ets^ kendiliğinden doğup yürüdüğünü kabul etmek doğru değildir. Cenâb-ı Hak, âlemi yoktan var etmiş, yaratmıştır. Cenâb-ı Hakkâzaruret izâfe olunamaz. Ö'nun irâdesi mutlaktır. Bu hakikatlpri. kuru akılcılıkla anlayamazsınız. Hakikatleri görebüm e k J s m j n s a m n k ^ ^ z ü d e â ç î k olmalıdır/; "Bu düşünceler Pascal'ın PensesTerinde've t)iîhassa imansız İnsanın Sefâleti ^bahsinde geniş ölçüde yer bulmuştur." "Gazalî şöyle diyordu: (Bu suıı'î kavramcılığı bir yana bırak! Bunlar, görüşü zayıf olanlarda bulanıklığa sebep olur. Cenâb-ı Hakkın kudreti karşısında insanın tavrı, korku ile ümid arasında bulunmaktır. Ümid, Allah'ın sonsuz lütfuna merhametine affına sevgisine âit bilgilerimizden ve derunî sezişlerimizden gelir; korku ise, kader'in ürperti veren sırrına bakışımızdan ve (o bakıştan sonra bize tebliğ edilmiş olan tehlikeleri düşünüşümüzden gelir. Beden ruhun mekânı değildir, ancak âletidir. Ruh beden'e ne bağlı ne de ondan ayrıdır...) bu düşiicelerden, 5 asır sonrasının Bergson'u dahi istifade edecektir." "Gazali'nin El-Munkiz'inde; sonradan Descartes'in Dıscouıs ile yapmak istediklerini, Pascal'ın işaretlemeye çalıştıklarını, Bergson'un entüisyonizm ile o aşırı pozitivizmi hizâya getirici gayretlerini bulabilirsiniz... Gazali diyor-
du ki: Zekâ'nın ötesinde, kalh gözünün açılmasıiazım..- Zekâ~_' yalnız başına, fazla bir şey yapamaz. Akl'a-zekâ'ya. kalp gözünün görüşü ışık tutmalıdır küinsan yol alabilsin, fikren-ruhen tekamül edebilsin ve bütün olarak başarılara zaferlere erebilsin... Batı Gazali'nin bu ihtarlarından ve izahlarından, ancak kendi ölçülerinin ve imkânlarının elverdiği nisbette faydalanmış; fakat bu kadarı dahi onlara çok şey kazandırmıştır. Bu tesir, eskiden bilindiği gibi, sadece, Tehâfüt tesirinden ibaret değildir. Gazali'nin asıl rölü, başka bir kanaldan ve daha sonra gerçekleşmiştir. Makâsid'i latinceye Gundissalvi çevirmiş ve 1506'da Venedik'te basılmıştı." "Palacaios'un La Spritüalidad adlı kitabında açıkladığı TESİR üç kısma ayrılmaktadır... Bar Hebraeus, İHYA'dan bir çok bölümleri kopye etmiş, ve onları Ethison ve Kıtabül-hamame (güvercin kitabı) adlı eserlerine dere etmişti...'Bar Hebraeus'un çağdaşı olan Ramon aynı fikirleri, o'nun vasıtasıyla Gazalî'den almıştır... Bu tesir, sonra Pascal'a uzanıyor... Araştırmalar gösterdi ki; Pascal'daki bazı fikirler, bir intikal vetiresi takıb ederek o na ulaşmıştır. Gazali'nin (kalb gözü) izahına, Pascal (gönül mantığı-logique du coeur) diyordu..." (Prof. Ülken'den özetle-mealeıı ve küçük tasrihlerle nakledilmiştir.) Bu manzara, "Batı hidâyete kavuşmuştu!" imajını tedâi ettirirse, yahut öyle bir imayı mutazâmmm addolunursa, boşuna uğraşmış oluruz ve o satırların hiçbir mânâsı kalmaz. Bir denge macerasından söz ediyoruz. Onların Hastalığına Özeniyoruz. •' j JBatı, reform-rönesans-hümanizme mecburdu. Çünkü; J dinî sınıf, içtimaî-fikrî-siyasî hayatı nefessiz bırakmıştı. Meşke- f net-zillet-zulmet-istismar hep klise'den geliyordu. Klişe, bir ibâdet değil, bir tehakküm teşkilâtının adıydı. Klişenin zehirle- ' diği çürüttüğü hayata, ÂrlstolİIsefeabır^^ lıbaşma şifâ değil, bir panzehir, insan panzehir içe içe de geberir! Bir içimlik doz halinde kullanıp sonra atacaksın. Bizimkiler bu panzehiri, tam sıhhat halinde keyif için ve nam olsun diye içtiler! Ve Batı'ya ondan sonra, takdim eylediler. Şayet, Eş'arî'ler Mâtürîdî'ler Gazalî'ler olmasaydı; meşaiyye - Dehriyye-Bâtinıyye semptomları göstere göstere eski Yunan uğruna heder olup gidecektik!
Bizde ne muharreflik talihsizliği vardı, ne ruhban sınıfı ve O'nun tahakkümü vardı, ne de herhangi bir denge bozukluğu... Akıl/iman nurunun aydınlığında yürüyeceğine;, döndü, nuru, Aristo mantığıyla tahlile ve ihataya kalkıştı! Yalan ve yanlış söylüyorlar: ortaçağın İslâm Dünyası, Aristo felsefesi ile yalnız manevi kayba uğramış ve o'nun mukabilinde hiçbir maddî kazanç elde etmemiştir. ''Tıptaşöyleydik, matematikte, böyleydik..." Onları, imanımızı Aristoculukla kurcalamanın sonucunda mı elde ettik? Ne alâkası vardı? İbnü Rüşd-İbni Sina gibi beyinler, bu gibi inhiraflara düşmeseydiler, aklı kendi asli istikametinde hür ve mücehhez kılsaydılar, maddi alandaki başarılarımız yüz misli bin misli artardı. Aynı zaaf, 5-6 asır sonra, maddi bir sarsıntının çözümünü manevi temellerde kusur arama suretiyle gerçekleştirmek biçiminde tezahür etti. Ve çağımızda, maddi gelişmeyi, manevi temelleri kurcalayarak sağlamak şaşkınlığı halinde nükşedip duruyor! (Bk. 1 .kısım, Hür Dii- • şünce Âdına Felsefi Sapma)
III - ISLAHAT ANLAYIŞIMIZ "Çilesi çekilmeyen şeyin aşkı olmaz. Başımıza ne geldiyse aşkımızı kaybetmekten geldi." Necip Fazıl "Ruhunu kaybedenin cihanı kazanması hiçbir şey ifade etmez." A. Carrel "Türk tarihinin üstünde dikkat ve hayretle durulacak noktalarından biri de, zorba ve şirret tabaka karşısında, hamiyetli, muzdarip şuurlu kitlenin daima sessiz kalmasıdır." Semiha Ayverdi "Tanzimat'tan beri yetişenlerin çoğunda, hemen her hareket, kendi kendini inkârla sona erer." Ahmed Hamdi Tanpınar Osmanlı Devleti'nin yükseliş devrinde Batı, yukarıda kısaca temas ettiğimiz dengeleme gayretlerini sürdürüyor ve bunun yanısıra bazı müsbet tezahürler de ortaya koyuyordu. A m a hâlâ çok gerimizdeydi ve Osmanlı'nın üstünlüğüne hayranlıkla bakmaktaydı.
1-Maddi Gerileme Fakat işini kolaylaştıran bir başka gelişme, meyvelerini vermeye başlamıştı. Bu gelişme, Yeni Dünya'nın keşfi ve kıy-
S
metli madenlerin kendi diyarına akmasıydı. Bu hal bizim için ekonomik bir dezavantaj oluşturmuştu. Paramız değer kaybediyor, sosyal düzen bazı güçlüklere uğruyordu... Biz bu keşiflere tekaddüm edemez miydik? Batı'nın coğrafî mevkii böyle bir gelişmeye onları daha yakın kılıyordu. Akdeniz'e tam hâkim olacaktık ki, okyanuslara açılmaya sıra gelsindi. Biz 1071 'de Anadolu'yu fethe başlamışız, daha sonra 1453'de Bizans'ı devirmişiz, nihâyet Akdeniz'i de bir Türk Gölü haline getirmişiz. Daha hızlı gidemezdik ki! İşte burada da, felsefeyle bâtınıyyeyle çeşitli ifrat ve tefrit sapmalarıyla mücadele etmek zorunda kalışımızın önemli rolü vardır. Ama Emeviler-Abbasiler devri, ölçülere tam sadakat yolunda ihtilafsız gelişseydi; kendi mevcudiyetimizi kendi aklımızla zaafa uğratmanın bir sürü aslî ve tâli neticeleri, gelişme akımını sekteye uğratan, hiç değilse "zorlaştıran" engeller halinde oraya buraya serpiştirilmiş olmasaydı; Batı'yı en avantajlı göründüğü sahalarda dahî nisbetsiz şekilde geride biralardık. Ve aslında bundan; bütün dünya, bütün beşeriyet kârlı çıkardı. Dava, bir mücerret "yarışma" meselesi değildir. Dâvâ, hakikatihuzûru-doğruluğu-güzelliği hâkim kılmaktır. Tamam. Diyelim ki onlar bazı yönlerden daha iyi çalıştılar ve çalışmalarının semeresini yeni keşiflere madenlere kavuşmak suretiyle aldılar. 2- Üstünlük Şuurunun Kaybolması Herşey burada düğümlenir mi? Yukarıda belirttik; onlar o başarıyı sağladıktan 2 asır sonra bile, üstünlük hâlâ bizdeydi. Batı'nın adam olması için daha nice gayretler ve emekler harcaması gerekecekti. Bizim önümüzde ise sonsuz toparlanma fırsatları vardı... Batı makine'yi 18. asırda buldu, sanâyi inkılâbını 19. asırda yaptı. 19. asırda Türkiye, milli gelir tablosu'nun hâlâ birinci sırasındaydı! Büyük bir birikimi vardı. Zannedilmesin ki makine'yi bulmakla ortalığa nur yağar. Makine, Batı'ya önce buhran getirdi. Bu buhran, 19. asırda genişledi kökleşti bütün hayatlarını kavradı. 18. asırla 19. asır Avrupa tarihi, ihtilâllerle buhranlarla depremlerle doludur. Biz ise, 19.asra, çareleri sükûnetle bulunabilecek bazı sıkıntılarımızı düşünerek giriyorduk...
Ne yapmamız lâzımdı? Coğrafi genişleme elbette ki sonsuza kadar devam etmez. Viyana kapılarından döndük. Daha ileri gidebilseydik ve Avrupa'yı hâkimiyetimiz altına alsaydık dahi/oralara mutlak mânâda sahip olamazdık. Ancak kendimize tâbi kılardık ve b u tâbiiyet bir üstünlük izhârından öteye gidemezdi... İnsan kaynağımız sınırlıdır. Başka türlüsü düşünülemezdi.. Esâsen FATİH, "tabii sınır" olarak Tuna'yı düşünüyor; ondan ötesini tabii sınırın teminata alınma sahası olarak görüyordu. Demek ki, coğrafi mânâda duraklama hattâ gerileme tabiidir. Ama biz bu tabiî hadiseyi, mânevî temellerle ve onlara dayalı değerlerimizle ters yönde irtibatlandırdık! Mâdem ki geriliyorduk; Batı'da olan ama bizde bulunmayan bazı kültürel hasletler söz konusuydu! İşte asıl darbeyi o zaman kendi kendimize indirdik:^ Bu mânevi sarsılışın ilk vahim neticesi üstünlük şuurumuzun kaybolması şeklinde tezahür etti! 3 - Batı'nın Buhranı Bizimkinden Büyüktü 19. asrm başında Batı, fikren, maddeci pozitivizmin yani madde-ruh dengesindeki vahim bir bozulmanın sancıları içindeydi. Bir büyük ihtilâl geçirmiş, sosyal dengesi altüst olmuş, yeni arayışlar peşine düşmüş, acıları-tezatları büyümüş bir durumdaydı. Hem Avrupa, hem Amerika Öyleydi... Hem kendi içlerinde, hem de biribirleriyle boğuşma halindeydi. Bizim karşımızdaki siyasi tehlike Rusya idi. Rusya zâten Batı sayılmaz! O müstakil bir belâdır! Komünizm'den öncede öyleydi. Asrın ilk yıllarında İngiltere, Fransa ile Amerika ile savaş halinde... A v rupa, Bonapart'ın elinde oyuncak... Sonra Rusya'ya dönüyor. Sonra bir büyük ihtilâl daha... Maddeci pozitivizm, b u gelişmelere yeni hünerlerle refâkat ediyor!.. Ateizm koluyla, ekonomik değer teorileriyle, insan anlayışıyla.. Bakın 19. asır Avrupa'sından alınmış şu tablolara: "Paris'in aşağı tabakalarından toplanmış 24 bin kişilik muhafız birliği saldırıya geçmişti... Çarpışma sırasında 800 işçi öldü... Savaştan sonra 2 bin işçi kurşuna dizildi. Berlin'de büyük gösteriler oldu. Prens Wilheim kalabalığa ateş emrini verdi. İsyancılarla askerler arasında 15 saat müsademe cereyan etDin-Medeniyet ve Lâiklik F. 3
33
ti... Ren ayaklanması, 110 bin askerle bastırıldı. Avrupa'nın 19. asrı hep böyle geçmiştir. ...1870'de, 200 000 isyancı Paris sokaklarına dökülür. Fransız-Alman savaşından sonra bu isyanlar daha da genişler. ...1871'de bir büyük isyan patlak verir. Paris işgal edilir. 72 gün devlet kuvvetleri Paris'e giremez! Sonunda 30 bin kişi kurşuna dizilir! 40 bin kişi hapse atılır, isyan güçlükle bastırılır... v.s." Ama biz hep kendimizi sallantıda görmüşüz hep kendimizi bunalımlı saymışız. Tarihe hâlâ o gözle bakan aydınlarımız var. Bozulmayı 1450 ile 1550 arasında başlatıyorlar. Anlatmak istedikleri şey, toprak düzeninin değişikliğe uğramasıdır. Ve doğrudur. Doğrudur ama eksik ve sathîdir. Aynı değişimi farklı şartlar altında Batı yaşamamış mıdır? Asıl mühimi; toprak' düzenindeki değişme, acaba niçin tabiî bir istihâle mâhiyeti arz etmemiş de, bozulma şeklinde gerçekleşmiştir? Materyalistler; sebebi netice, neticeyi sebep gibi gösteriyorlar ve işin tuhafı bu oyuna bazı "sağcılar" dahî kapılı. veriyorlar! 4 - Toprak Düzeni Niçin Bozuldu? Toprak düzeni, aslen, manevî ihmaller yüzünden bozulmuştur. Nitekim aynı olaya Selçuklular devrinde de rastlanır. O zamanki durumu küçük bir atıfla işaretleyelim: "Devlet ricâline maaş olarak memleket dahilinde iktâ veriliyordu. Bununla beraber bunların muazzam servetlerini daha ziyade hususî ticaret işleriyle ilgi kurarak elde ettikleri söylenebilir. Topraklar İslâm'î geleneğe aykırı olarak muayyen tahsislere sevk ediliyor ehl-i sünnet'e aykırı yorumlara dayanan atalet yoğunlaşmaları o tahsislerle birleşip fetih ruhunu da içtimaî ahengi de zedeliyordu." Mirî Sistem, ister istemez değişikliğe uğrayacaktı. Doğru olan şudur ki: Bu değişikliğin bir zorlama ile değil de, sıhhatli ve tedricî bir tarzda gerçekleşmesi lâzımdı. Ne var ki; bu menfiliği, bir denge tılsımının kaybolması olarak göstermek ve her şeyi o'na bağlamak yanlıştır. Bu devletin herşeyi o'na bağlı idiyse; o bozulma noktasından sonraki koskoca 4 asrı neyle izah edersiniz? Mihverinden çıkmış ve temellerinden tamamen kopmuş bir devlet, 4 asır değil 4 sene bile ayakta duramaz. As-
İmda" tımarlı sipahi" düzeninin bozulması, bir istihale seyri içinde değişime uğrayamadan çözülmeye yüz tutması, manevî ölçülere bağlılık şuûrunun bir yönden ihmâle uğraması ile alâkalıdır: Devlet bütçesi açık vermeye, zora düşmeye başlamıştır; gerekli kaynak muattal birikimlerden sağlanamadığı, yani buna izin verilmediği rızâ gösterilmediği için bazı toprakların elden çıkarılması mecburiyeti doğmuştur. Buna paralel olarak da bir mütegallibe, ayan zümresi teşekkül etmeye ve hem milletin hem devletin huzurunu tehdid etmeye yönelmiştir... Bu hikâye ayrı bir bahistir. Yeri geldikçe temas edilecektir. Aldığımız tarih kesiti, 19. asrın başları idi. Yine oraya dönelim: 5- III. Selim 'e Miras Kalan Teşhis Devir, 3. Selim devridir. Devlet çeşitli sıkıntılar içindedir. 3. Selim ıslah çareleri aramaktadır. Peki acaba dertlere konulan teşhis nedir? Nasıl bir tedavi reçetesi tesbit edilmiştir? Bu soruların cevabını bulmak ve bilmek hakikaten çok zordur. Islahat çareleri Lâle Devrinden beri aranmaktaydı. Ama bu nasıl arayıştı ki Lâle Devri'yle temsil ediliyordu?! 3. Selim'e intikal eden teşhis mirası, "ulemâ ve ordu" şeklindeydi. İkisinin ıslahı lâzımdı. Acaba bunlar "sebepleri mi, neticeleri mi" aksettirmekteydiler? Yeniçeri ocağı niçin bozulmuştu? Ulemâ sınıfı hakkındaki görüşler ve teklifler ne idi? Medrese'de müsbet (maddî) ilimler okutulmuyor. Sebep? Niçin okutulmuyor? Siyasi kuvvet medrese'de neyin okutulup okutulmayacağım tâyin etmek gücüne sahip değil miydi? Medrese'de sadece dinî ilimlerin okutulması ayrı bir değerlendirme mevzuu ise, burada bir bozulmanın var olup olmadığı araştırılacak ise; ölçüler, o'na göre belirlenmelidir. Dinî ilim tedrisâtının görevi elbetteki fizikçi matematikçi yetiştirmek değildir. Fizikçi-matematikçi-kimyacı yetişmedi diye "medrese dinî ilimleri yanlış öğretti" hükmüne varılabilir mi? Siyasi Kuvvet, pozitif ilimlerin öğretilmesini gerçekleştirmek istedi de medrese ve medreseden yetişenler "hayır, din buna izin vermez" dediyse, o zaman din eğitiminin bozulduğuna veya kifayetsiz kaldığına ve de gerileme sebebi olduğuna hükmedilebi-
lirdi.
3. Selim musikişinastı. Bestekârdı, icrâkârdı, mevleviyidi. Bir tarihçimizin dediği gibi bir yanında Galip Dede, bir yanında İsmail Dede vardı... Yeniçeri Ocağı'na hâkim olan inanış tarzı ise, Bektaşilikti! E şimdi, "ulemâ içtihad müessesesini işletmedi, din bizi nefes alamaz hale getirdi" diyebilmek mümkün müdür? Bir tane Atâullah Efendi nâmında muhteris şaşkın çıkar, menfaati için çırpınan yeniçeri ocakları arasında dolaşarak fesat ve isyan entrikalarına girişir; sonra "efendim ulemâ bozuldu" Cemiyetin diğer müesseseleri ne kadar bozulduysa; ulemâ'da, en fazla o kadar bozulmuş olabilirdi. Hattâ böylesi bile çok büyük haksızlıktır. (Bk.2. kısım,DCBölüm Bk. I. kasımVI. B.Milli Birliğin Teminatı) 6- Din ve Tahakküm Osmanlı İmparatorluğünda siyasi otoriteyi nüfuzu altığa alabilecek cinsten bir "dini smıf otoritesi" hiç bir zaman var olmamıştır. Hangi padişah hangi teşebbüsü için fetva çıkarmakta zorluk çekmişTİr? j >. MÜsbet ilim vöTuneTa faaliyet gösteren ve fikir bevan eden hangi ilim adamının karşısına şeyhülislam veya medrese dikilmiştir? ' "" ' "" " P , medenî dediğimiz Batı; 17. asırda Galile'yi engizisyon marifetiyle zindanlarda boğdurdu."Î600senesindeBrutüo'^" din adma, bir meydanın orta yerinde cayır cayır yakan da Ba,, tı'dır. Filozof Lucillo Vanini, 1619'da, hem de parlemento kararıyla, önce dili kesilip sonra diri-diri yakılmıştır! Ama Osmanlı Tarihi'nde din adına ve dinî o toriie baskısı yüz ün d en bir ilim adamının yok edildiği görül memiş tir. Bir tek gerçek vak'a vardır: Piri Reis'in idamı!' Bu büyük ilim adamını 80 yaşında bir pir-i fâni iken; siyasî otorite, kendi takdiriyle idam ettirmiştir. Hemen ilâve edelim: aynı siyasî otorite, üç tane de şeyhülislâm idam ettirmiştir! (Molla Kaabız ile Şeyh Bedreddin ise zulmen değil, adâleten katlolunmuşlardır.) Mukâyese örneklerini sunmaya devam edelim: Alman filozofu İmmanuel Kant, Hıristiyan akidesindeki teslis esasını saçma buluyordu. Haksız değildi. Diyordu ki: "Hıristiyanlığın esası ahlâktır. Kilise bunun zıddma bir amaç gü-
derse varlığının sebebini kaybetmiş olur." Tanrı'nm oğlu olmaz" diyemiyordu da Kant, bir teville bu saçmalığı tashihe çalışıyordu: "Bundan maksat, o'nun yolunda olgunlaşarak o'na yaklaşabileceğimizi belirtmek olmalıdır. "1792 de Kant'ın bu fikirlerini ihtiva eden eser yasaklandı. Kant'a bir daha dinî neşriyatta bulunursa şiddetle cezalandırılacağı bir Bakanlar Kurulu kararı halinde tebliğ olundu. Çünki kilise böyle istiyordu. (Kant'ın ifratçı taraftarıyla ilgili zararlar ayrı bir bahistir.) Lütfen hatırlayınız; ve ibretle mukayese ediniz: 18. asrın sonlarında teslis akidesini haklı olarak bir takım tevillerle tashih etmek isteyen bir Batı'lı düşünür, kilise'nin "ben inancıma dokundurtmam" tepkisi ile karşılaşıyor ve bir daha yazmamaya mahkum edilebiliyor. Halbuki ondan bir sene önce bizim filozoflar tevhid akidesini bir sembolizm izahıyla hafife alabiliyordu da, herhangi bir zecrî muameleye mâruz kalmıyordu. "Cennet-Cehennem-Haşr semboldür, yaradılış yok sudûr var" dememişler midir? Şöyle bir tesbitte bulunmak dahi mümkündür: Batı'nın bir çok d ^ ü n ü r a ^ e s ] ^ kavgaya girmigr. Bizimkiler ise, aynı tavrı tevhid aleyhine sûrduimTetemâyûlû göstermişlerdir. Batı'da reform bir zaruretti. Din- İlim kavgası, bir kaderdi. Bizim bunlarla hiçbir münasebetimiz olmamak gerekirdi. İnsaf ile söylensin: Batı'nın ortaçağı gibi bir çağ, dinî otoritenin engizisyonla, endülüjansla, mal varlığıyla, tahakkümle, bütün cemiyet hayatını kıskıvrak bağladığı ve siyasî otoriteye keyfince yön verdiği bir çağ, bizde yaşanmış mıdır? Peki niçin reform istendi? Niçin hep aynı tema işlendi? Din adına nelere mâni olunmuştur? Hangi hayırlı işe, hangi ölçüde mâni olunmuştur? Matbaa'nın kullanılması geciktirildi.. Zannedildiği kadar önemli değildir bu. Kültürler, okuma'nın yaygınlaştırılmasından çok, okuyanların derinleşmesiyle yeni medeniyet hamleleri yapmışlardır. Biz ilk tahsil mecburiyetini Batı'dan önce getirmişizdir. Bu yönde ciddî bir geri kalma,lîıçBir zaman bahis "mevzuu olmamıştır. Kitleler, orijinal fikir eserleriyle temas halinde bulundurulamaz. Batı'nın ünlü kalemlerini, büyük filozoflarını, büyük ediplerini, kendi zamanlarında kaç kişi okumuştur? Kitleler, hayatlarını besleyen ve yönlendiren kültür
değerlerini Doğu'da da Batı'da da, din müessesesinin çerçevesi içinde yaşamış ve yaşatmışlardır. Diğerleri ise ancak müsellem bir kıymet haline geld ikten sonra, çok yavaş çok dar tesirler halinde kitlelere mal olabilmiştir. Mukayeseyi daha geniş bir zemine oturtalım: Osmanlı Türk Ailesi nasıl bir yapıya sahipti? Osmanlı devletinde Türk ailesi yobaz mıydı? Hurâfelere boğulmuş, zevksizliğe gömülmüş, ışıksız, miisamahasız bir aile miydi? ' "Evet, denirse; ayıp olur, günah olur, bühtan olur. Osmanlı Türk Ailesi, mübarek bir aileydi. Anadolu'nun ötesinde de öyleydi, İstanbul'un kenarında da öyleydi, Rumeli'nin uzaklarıııda da öyleydi. Hangi hayrı teklif ettiniz de, haramdır uğursuzluktur dive almadı? (Bk. 1. Kısım, 6. Bölüm, Milli Birliğin ve Huzurun Teminatı) ' J M j ^ m l § r ş j n e olarak, İslâm tarihinde din adına siyaset vej&Mr adamjanna^değik^ncak siyaset hesabına din ve ilim' adamlarmaJteEkEu^ Azamın İmamTşSfemTEîi^^ mihnetlerini hazırlayınız..." (Din-Dil-Tarih Şuuru) ^ lO^SİânİLİarihmdeki ayaklanmaların hiçbiri dinsel nedenlerden olmamıştır. II. Osman'ı III. Selim'i öldürtenler hocalar değildir. Hiçkimse bunların öldürülmesi için fetva vermiş de değildir... Bektaşi telkinlerinin etkisi altına girmiş, disiplinden yoksunlaşmış, geleneksel düzenden tümüyle ayrılmış, yarı asker yarı işsiz sefil kişilerin hükümete karşı ayaklanmalarımn sebepleri dinsel değildir... III. Selim derebeylerin, kendi vezirlerinin İngiliz-Fransız politikalarının çevirdiği dolaplarla zayıf padişahı içinden çıkamayacağı bir duruma sokmaları sonucunda doğan bir darbe ile öldürülmüştür. Ali Suavi şeriat isteriz diyenler tarafın dan değil, kendi sersemce eyleminin sonunda öldürüldü... MidlmtPaşaa^vaiktıyle medrese öğrencilerini eyleme hazırlayankişilerden biriydi... "Prof. Niyazi Berkes (Teokrasi ve Laiklik 159-160) 7-Halk ve Devlet Gözlerden kaçan muazzam bir farklılık vardır: Batı'nın tarihi, halk isyanlarıyla dopdoludur. Osmanlı Tarihi'nde bir tek halk isyanı vuku bulmamıştır. Devlet; ebedmüddettir, kerimdir, babadır, zevale uğramaması için her vesi-
leyle dualar niyazlar içinde anılan bir varlıktır. Ne Celalî isyanlarıyla, ne Patronasıyla, ne Kabakçısıyla, ne eşkiya ayanlarla ve diğer mütegallibelerle halkın hiçbir onaylayıcı münasebeti olmamıştır. Tersine bu hareketler daima halka karşı olmuştur...3. Murat ve 3. Mehmed zamanlarında halkın silahlanarak bu zalimlere karşı kendi kendini koruması tavsiye olunmuştur... 3. Selim bir ıslahat hamlesini gerçekleştirebilecek yapıya sâhib değildi. Devletin o sıralar 3. Selimlere değü, I. Selimlere ihtiyacı vardı. Bu yeniçeri, Yavuz zamanında bile bazen homurdanıyordu. Ama Yavuz her homurtuyu kendine râm etmiş, şahsiyetiyle ezmiştir. ^ T, 3. Selim, Yeniçeri Ocağı dururken Nizâm-ı Cedıd ı teşkil etti. Belliydi ki, yeniçeri'nin sonu gelmek üzereydi. Menfaati haleldar olanlar birleşti ve bu teşebbüs akim kaldı. 2. Mahmud bundan ders aldı ve yeniçeri'yi yok etmeye karar verdi. Başardı da... Ve bu başarıya Vak'a-i Hayriye denildi. Ama neticelen itibariyle pek de hayırlı olmamıştır... Bir devletin önce ordusunu yok etmesini sonra yeni bir ordu kurmasını, âlem bekler miydi? Her yanda ayaklanmalar başgösterdi, Rusya üzerimize çullandı ve elini kolunu sallaya sallaya İstanbul'a kadar dayandı. Bu bâdire, siyasi denge şartları içinde diğer devletlerin müdahalesiyle atlatıldı. Kavalalı'nın isyan etmesi üzerine Rusya'dan asker taleb etme durumunda kalan 2. Mahmud "denize düşen yılana sarılır" diyordu. 3. Selim'in gerçekleştiremediği ıslahat düşünceleri, 2. Mahmud tarafından gerçekleştirildi ve Abdülmecid tarafından Tanzimat'ın ilanıyla ilk "tamamlanma" hedefine vâsıl oldu. Şimdi bu ünlü ıslahat hamlelerinin neler olduğuna bir bakalım: 8- Islahat Tedbirleri . Devlet memurları fes-pantalon-ceket giydiler. Kavuk, şalvar, sarık yasaklandı. Padişah'ın resmi, bütün devlet dairelerine asıldı. Piyano, orkestra, tiyatro yerleşti. Dönizetti Paşa muzıka-ı hümâyun'u kurdu. Askere, mavili-yeşilli Avrupa üniforması giydirildi. Fransızca öğrenimi bazı memurlara mecburi tutuldu... Bunların kârı ne, zararı ne?
"Efendim görüntümüz güzelleşti" diyebilirler. Ama bakınız bu meseleyi bir Batılı nasıl değerlendiriyor: "Yerli Sanayi'nin çökmesinin bir başka âmili de 2. Mahmud'un giyim kuşam alanındaki değişiklikleriydi. Bu, giyim kuşam alanında Avrupa'nın Osmanlı Devleti'ni haraca bağlaması demekti. Devlet aynı cins kumaşları aynı fiyata imal etmek gücünden mahrum olduğu için, BORÇ suretiyle Avrupa'dan giyim kuşam malzemeleri ithal etmek zorunda kaldı. Bu durum, yerli sanayi'nin en önemli dallarını bir çırpıda yok etti" (Ubicini A. Lettres, zikreden: Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye 2/660) Gerçek bir ıslahatçı, devletin o günkü içtimaî-iktisadî-siyasî sistemlerindeki aksamaları ve bozulmaları gidermek isteyen bir ıslahatçı; halka ters gelen fakat sadra şifâ olacak bir değişiklik de sağlamayan bu kararlarla hangi teşhis ve hangi tedâvi başarısını vaad edebilirdi? Fakat öte yanda 2. Mahmud, öyle köklü bir tedbir almıştır ki; o tedbir sonucunda Osmanlı Sanayii yerle bir olmuştur. 1838 Ticaret Anlaşması'dır bu! 2. Mahmud ise önemli bir iş yaptığının farkında bile değildir. O'nun asıl mesâisi pantalon-ceket-resim üzerinedir; bu anlaşmayla da ortalığın biraz daha şenleneceğini düşünmektedir. Batı ticaret yapmaya gelecek, para işleri çoğalacak. Şalvarı da nasılsa çıkardık. Yetiştik gitti Avrupa'ya! "İnsanlar dünyalarını düzene sokmak için dinlerini ihmal ederlerse, Allah onları daha ağır bir buhrana uğratır " Hz Ali (Nehcül Belâga syf. 390) "Dinimizi parçalayıp dünyamıza yamadık. Ne dinî hayatımızda hayır kaldı, ne dünyamızda." İbrahim Ethem (Hikmetli Sözler) 9-1838 Anlaşması Bu mâhut anlaşma üzerinde biraz duralım: Ama önce, Reşit Paşa'mn bir halini anlatmalıyız... ingiliz Büyükelçisi Lord Stratford Caning, "Türkiye Hâtıraları" adh kitabında, şöyle yazar: "Osmanlı Hükümeti apansız değişiverdi. Reşid ile Sadrâzam azledildiler. Hemen padişaha çıktım ve yeniden vazifelerine iâde edilmelerini sağladım. Hâriciye Nazırı Reşid Paşa gözlerinden yaşlar akarak ellerim-
den öptü." (Sayfa 190-196) Siyasî kuvvet işte bu durumdaydı! Setre pantolla, kolalı gömlekle, boyalı potinle, sazla-cazla şahsiyet sahibi olunmaz. Akıl lâzım, inanç lâzım, fikir lâzım, seciye lâzım, haysiyet l^mı,lâHTeTIazîm __în£pl_e^ önemliydi. 1830'dan beri fırsat kolluyor gününü-anını bekliyorlardı. Ponsonby şöyle diyor: "Eğer Osmanlı Sarayı teklif ettiğim ticari şartları reddederse İngiltere yalnız üslup değil tavır da değiştirecek. O zaman Kavalalı Mehmed Ali'yi istanbul üzerine yürütmenin gerekli olduğuna karar vereceğim." (Zikreden Puryear, İnernational economics and diplomacy) İngiliz dışişleri bakanı Palmerston bu anlaşmayı "Capo d'Opera" (=şâheser) diye vasıflandırmıştır. Bu anlaşmanın sonunda Osmanlı Devleti'nin bütün sanayii çökecek, borçlanma başlayacak, Düyun-u Umumiye kurulacak, devlet hasta adam olarak anılır hale gelecektir. (Bir teş, bihimi tekrarlamak istiyorum. Islahatçıların elinden, "fuzuli, ilaç içe içe gerçekten hastalandık.") _ a n l a ş m a s l ; 1839 Tanzimat Fermanı, 1850 Fransız Ticaret Kanunu, 1856 Fr. Ceza Kanunu, 1856 Islahat Fermanı, 1864 Deniz Ticareti Kanunu, 1880-1881 Usul Kanunları... (Tam liste için bk. II. Kısmı, 8. Bölüm) Peki, Batı bizi "batılı" saydı mı? Sömürmekten vazgeçti mi? Ekonomimiz düzeldi mi? 10- A. Cevdet Paşa 'tun Tesbiti Bunları yaparken ulemâ miişkilât çıkardı mı? Yalnız Ahmed Cevdet paşa konuştu ve aynen şöyle dedi:' 'Bir milleti imha hükmündendir." Dikkate alınır, alınmaz; o ayrı bir mesele. Fikrini söyledi sadece. "Ulema direnişi" bu mu? Cemiyetin temeli ve bütün sistematik doku'nun merkezi olan Türk Ailesi çok sağlamdı. O sağlam oldukça, diğer bozulmaların giderilmesi her zaman mümkin idi. Aile, mânevi kültürü bütün safvetiyle ve berraklığıyla yaşıyor ve yaşatıyordu. O'na teveccüh edilseydi, kurtarıcı fikirlerin kaynakları orada aransaydı, doğru çözümlere yaklaşmak işten bile değildi. Çare oradan alınacak güç'le bulunabilirdi ancak. Bizim aydınlarımız bu basireti hemen hiçbir devirde gösterememişlerdir.
Ahmed Cevdet Paşanın ne düşündüğü kimin umurundaydı? Daima ileri sürülen iddia bizde taassubun çok kuvvetli olduğu ve bu yüzden geri kaldığımız şeklindedir. Şu örneğe acaba ne buyurulur: "1814 de en kayda değer durum Fransa'nın yalnız politik bakımdan değil, manevî bakımdan da silinmiş olmasıdır'.'!. En meşhur bilginler giyotine gönderiliyordu Astronom Bailly, matematikçi Condorect, kimyager La\ us <_ ve o devir Fransasınm yegâne şairi Andre Chenier, idan ed l^nler arasında idilej\", (Pirenne 2/1060) 19. asır başındaki Fransa, bu! Ama bizimkilere sorarsanız: Hakikatleri söylemeye çalışanları katledenler medenîdirler de; bizim hakikatçi ve sessiz Ahmed Cevdet Paşamız yobaz'dır! Aslında; Batı, o sıralar bizimkinden çok daha büyük meağ"" 1 ^ 1 altındadır. Teknik gelışmesmî süMürmektedir ama, buhranları da derinleşmektedir. Fikrî hayatı, manevî hayatı, içtimaî-siyasi hayatı, âdetâ kördüğüm olmuş bir vaziyettedir. Fakat yine de çarelerijkendi kaynaklarında aramaya ısrarla devam etmektedir. Panik içinde/ yeis içinde değildir." ..^endi dininden, kendi rujumdan, kendi klâsik kültür değerlerinden, onca çatışmaya lezad a mâceraya rağmen vazgeçmiş değildir. Ever gel-git'ler olmuş, aşırılıklar kopmalar meydana gelmiş, çeşit çeşit felsefe ekolleri türemiş, din-ilim kavgasının miithiş ıztırapları yaşanmış, lâkin "denge zarureti" bir kenara atılıp unutulmamıştır, (sf.ll) 11- Kapitalizm 'in Kökünde Ne Var? 1800 ile 1850 arası, sanayi kapitalizmi realitesinin ortaya çıkıp azgın dalgalar halinde kendine bir istikrar mecrâsı aramaya başladığı devirdir. Kapitalizmin bir doktrin olarak şekillenişi ise, 18. asır fikir hayatının mahsülü sayılabilir. Tabiî, onun da öncesi hatırlanmak kaydıyla. Kapitalizmin doktriner doğuş safhasındaki fikrî yapısını, konumuzla alâkalı olarak kısaca özetlemekte fayda görüyoruz: "Fizyokrat ekolün doktrini üç kaziyyeye ircâ edilebilir: aEşyamn tabiî bir nizâmı vardır. İktisat ilminin gayesi bu tabii
nizâmı keşfetmektir, b- Eşyanın tabii nizâmı mümkün olan tertiplerin en iyisidir. Çünkü bu tabiî nizamı, alemlerin Yaratıcısı koymuştur. Bizim gayretlerimiz o nizama ne kadar uygunluk gösterirse o kadar başarılı olur. (Bu nizamda faiz var mıdır?) c- Bırakalım, olaylar o tabiî istikamette gelişsin.... Adam Smith, fizyokratların metafizik (deist) temelini, daha farklı şekilde ifâde etmiştir. Esasen kendisi de spritüalisttir. Ayrıca tabiî dü- zen'in kendilğinden sağlanamayabileceğini dikkate alarak bâzı müdâhale tedbirlerine ihtiyaç duyulabileceği fikrindedir.'1 (Gaetan Pirou) Prof. T. Çağatay'ın bu konudaki teşhislerinin de önemli bir tahlil sayılması icab eder: "Serbest rekabet prensibinin başarıyla uygulanmasını sağlayan âmiller araştırılacak olursa, en mühim payın dini ahlak nizamına düştüğü görülecektir. Hristiyanlığın ahlâk değerleri olmasa idi, sistem dengesi kurulamazdı. İktisadî Liberalizmin harmoni prensibi de Hıristiyanlık esaslarına bağlanmaksızın izah olunamaz. Köklerini Hıristiyanlığın dinî zeminine daldırmış olan bu ahlâk değerleri sâvesindedir ki, kapitalist sistem verimli olabilmiş (zaaflarını tashih edici şekilde gelişebilmiş) tir. Kapitalizmin esas prensiplerinden biri de rasyonalizmdir ki; o'nun da terkibinde, sekiilerize edilmiş dini unsurlara rastlıyoruz." (kapitalist Nizam, Shf. 166167) M. Weber ve Mavrice Duverger bu münasebete dikkatleri çekmiş ve geniş izahlarda bulunmuşlardır. Bu meseleye biraz daha açıklık getirelim ki, tezat varmış zanm doğmasın: a- Kapitalizmin doktriner kökünde, fikren, Hıristiyanlı- • ğın umumî prensiplerinden alınmış mücerret tesirler vardır. ( b- Hıristiyanlık, muharref İsevîliktir. Bunu^tımtmaya:^ \2 hm. (2. Kısım, II. Bölüm) c- Muharref olmasına rağmen mevcut incil'de, faizi men eden bir hüküm vardır. Ama bu görmezlikten gelinmiştir. Esasen faizve ickı hakkındaki yasaklar, h a n Musevilikte hem İşer 'vilikte bulu n j " ^ ' . m e n , en önce ve en yaygın şekilde unutulan hükümlerdir. (Bk.2.ı : âsım,ÎI.B.) d- Kapitalizm'in müşahhas varlığı teorik esaslarından ayrı bir mâhiyette belirmiştir. İç sömürü, sefâlete yol açmış; sonra sosyal tedbirlerle bu durum hafifletilmiş ve sistem içte
faydalı hale (nisbeten) gelmiştir. e- Sistem dış sömürüye dayanarak varlığını sürdürmüş, ilk vahşet manzarasından sonra biraz uzaklaşmış ve siyasî liberalizmi iktisadî liberalizmle beraber mütalaa eden bir gelişme göstermiş, ama yirminci asrm son çeyreğinde, "monoterist" bir kavis çizerek, "kültürsüz medeniyet" sürüklenişinin son mahsûlü olmak hüviyetiyle ilk döneminden dahî daha vahşi bir hâle bürünmüştür. Ayrıca incelenecektir. (Bk. 2. Kısım, XII. B.) " 12-Komünizm Parantezi Batı, görülüyor ki, iktisadî felsefesini, yine de manevîdinîbir temele dayandırmıştır. Bunu çok kişi bilmez. Evet kapitalist batı, bizi sömürmüş ve bize çok zâlim davranmıştır ama kapitalizm kendileri için nisbeten iyidir. Öz kaynaklarından teşkil etmeleri nisbetinde iyidir. 19. asrın tatbikatıyla açığa çıkan zaaflarını, çok korkunç tahriklere-istismarlara-sıkıntılara rağmen bir ölçüde tashih edebilmeyi ve bünyesindeki fikrî pisliği "komünizm" halinde kısmen def etmeyi becerebilmiştir. Evet: Komünizm, Batı düşüncesi'nin def-i hâcetidiri (Bk.2.Kısım 7.Bölüm A,B) (Bk.l.Kısım.II.B.Teori ve t a t b i k a t ) Son çeyrekteki Kültürsüz Medeniyet gidişini ve Kapitalizmin Sosyal Danvinizm hüviyetine yeniden bürünüşünü ileride tahlil edeceğiz.
13- Batı'yı Taklit ' Onlar 19. asırda böyle yürümüktelerken, biz ne yaptık? Bizim ıslahatçı önderler, mütefekkirler, ne yaptı? Cevap tek cümleliktir: Körü körüne fetı'yı'talglıt yolunu seçti. Sen ondan ileri iken; o senden tesir aldı, ders aldı, fakat senin peşinden gitmedi. Aldığı tesirleri ve dersleri, k i ^ ^ K E ; ni kendi unsurlarıyla kurmal^olunda^ullaııdı. Bizde Danvinizm hâlâ modadır. Akıl almaz şaşkınlıklar ı m ı z d a n biridir bu. M a y m u n d a r v ^ kıl me nasıl ve niçin şeref vermektedir k i ; 1 0 0 sene önce yıkılmış bulunan bu masalı, hâlâ gerçekmiş gibi benimsemek isteyenler yârdır? , —— Aşağıdaki satırlar Batılı bir tarihçiye aittir:
"Evrim teorisinin terk edilmesine Hollandalı Hugo De Vries'in değişmeler teorisi sebep oldu. Bu teoriye göre bazı ilkel bitkilerin incelenmesi, bunların niteliğinin âni değişmelerle başkalaştığmı ortaya koymuştur. (1886). Bu suretle Danvin'in bütün teorisi tehlikeye düştü... Belçikalı Quetelet'in statik nazariyesini uygulamakla gözlenen olaylar, türlerin hissedilemeyecek derecede hafif ilerlemelerle değil de ferdî değişikliklerle gerçekleştiğini ispatladı. 1888 den itibaren Wâldeyer hücre çekirdeğinin kromozomlar adını verdiği belirli sayıda cisimlerden meydana geldiğini belirtmişti... Amerikalı Morgan, her kromozomun da bizzat her biri belirli bir karakterin desteği olan küçük cisimcikler (genler) dizisi olduğunu keşfetti... Demek ki, çeşitlilik türün yavaş ve tedrici değişmesiyle meydana gelmemişti... Böylece Darwinizm yavaş ve tedrici değişmesiyle meydana gelmemişti... Böylece Darwinizm terk edilmiş oluyordu." (Pirenne) Sonra Madde kavramında ihtilâl... Pozitivizmin determinizmin gümbürdeyişi... İzâfiyet teorisi... Bir noktaya geleceklerdi ki; artık asırlardır uğraştıkları boğuştukları bir denge sopası gibi kullandıkları "felsefe" adlı metot, bir mânâsızlığa bürünecekti. Hani PaşcaTın vaktiyle söylediği bir söz mrdK "Bütün felsefe bir saatlik zahmete değm e ^ Bufîülcüm,asırlar sonra, bir"durgunluk donukluk belirti7i halinde zihinlere yerleşmeyebaşlamış oluyordu. Klasik felsefe ekolleri biribirine karıştı, iktisadî menfaatler ve zaruretler ön plana geçti. Siyasî rotalar o'na göre tâyin edilmeye çalışıldı. "Entellektüel hayat sönükleşti matlaştı... Yeni bir adaptasyon bekleyişi, zihnî bir akamet intibâı vermeye başladı..." Biz batıyı taklid etmeye kararlıydık da, hangi batıyı yahut batı'nın neresini seçip taklit edecektik? Liberalizm, kapitalizm, sosyalizm, nasyonalizm, parlamenterizm ve daha bir sürü izm... 19. asır Avrupası'nda bu cereyanlar âdetâ kanlı bir yumak gibi beraberce gelişiyorlardı. Ne yapsak iyiydi? Hepsine birden kucak açtık. Maddî ışıltılar raptolunmuş halleriyle hepsine birden kucak açtık. Amiyâne kaçacak ama, tam yeridir: Kabak çiçeği gibi açıldık! Öylesine açılmıştık ki Batı'ya; gelip gırtlağımıza çökmüş, girip ruhumuza çöreklenmişti. Ama hâlâ anlayamamıştık. Neydi mesele? Dinî taassup mu? Dini ahkâmın kifayetsizliği
mi?! Öyle diyordu Batı, ve bizim naylon mütefekkirân da inanıyordu! Gazeteci Ahmed İhsan, bakınız hatıralarında neler anlatır: "Ünlü GLADESTON, İngiliz Parlamentosunda Kur'ân-ı Kerim'i eline alıp, (Türkiye bu kitapla yürüdükçe medeniyete zararlıdır) demişti. Bu sözle güya adlî ve içtimaî hayatımızın medeniyet'le bağdaşmayacağını ifade etmişti. Ve biz gençler yanlış görüş ve inanışla o'na hak vermiştik." (Z. F. Fındıkoğlu içtimai Hayatımız, Shf. 657) Hak vermiştiniz ya! Vermiştiniz de, o nun için hazan açıkça bazan da "içtilıad" maskesi altında reform istiyordunuz. Gelişen kapitalizm kendi diyarında derin ayrılıklarafarklılıklara yol açmış; karşısına sosyalizm, komünizm çıkmış; şiddetle pazara ve ham maddeye ihtiyaç duyuyor. Bunları bulamazsa, kendini yenileme imkânını ve zamanını da bulamayacak. Bu kıvranış içinde bir yandan mezbuhâne gayretlerl e istilâ seferleri başlatılırken, öte yandan ekonomik ipotek planları hazırlanıyor... Ve bizim ıslahatçılar" gelin biz varız!" deyip modern sanayi hamlelerini birbiri ardınca sıralayan Avrupa Kapitalizmine, âdeta kurban verir gibi, öz sanayiimizi teslim ediyorlar! O da yetmiyor, kültürel ve diplomatik teslimiyet şartlarına "evet" diyorlar! 14- Reformcu'nun Pişkinliği Sonra mahut, meş'um iftiralar: "Martin Luther reformu ile Hıristiyan alemi terakki ederken, İslam alemi İbni Kemal Ebussud gibiler yüzünden geriledi." Musa Carullah.., böyle söylüyordu... Ve işte teklif: "bunun içindir ki mezhepleri kırmak ve yıkmak ve aklımızı hürriyeti kavuşturmak zorundayız!" Bu kadarı nasıl söylenebiliyor? Be insafsız müfteri! Onların teslis'e gösterdiği saygıyı sen tevhide göstermedin. Onların Roma Hukuku'na gösterdiği saygıyı, sen kendi hukukuna göstermedin. Onların mensuh'a muharref'e gösterdiği saygıyı, sen nâsih'e münezzeh'e mükemmil'e göstermedin. Onlar kan isteyen kelle alan ve işi inanç tica-
retine döken kilise'yi "arındırılmış bir müessese" haline getirmek için bir yandan vurup bir yandan sardılar, sol kapıdan terk edip sağ kapıdan yine içine girdiler, sırf orada teşahhus eden bazı temel kavramlara ihtiyaç duydukları için ve bu ihtiyaçtan vazgeçemeyeceklerini bildikleri için kilise ile olan bağlarını koparmadılar, sen bir "hiç" uğruna o sipsivri aklını bir hançer gibi kendi ruhuna sapladın: Madde'den de oldun mânâ'dan da! Bir batılı düşünür, "Eski Yunan, irade'ye akıl'la smırlandırıyordu. Biz iradeye â H S T i g ^ J ü ' bir dönemde iyice yalmzlaşan bîçâre akıl, elini kana buladı" demiştirTSen tastamam o'ydun işte! O sözü söyleyen, itiraf şuuruna s a h i p bulunduğu için, gün geldi, asgarî dengesine kavuştu. Ama sen hep öyle kaldın. Adın Carullah idi, Abdullah idi, Nurullah idi; sıkılmadın, sarsılmadın, titremedin hiç. Başında sarıkla mason locasının kürsüsüne de çıktın, eteklerini sürü' e sürüye reform sahnelerinde de dolaştın. Baü^,,güldü|düaj!?. tarihi'ni ağlattın. Trajikomik karikatürlere benzettiler seni. litifat telâkki ettin.
IV- E M P E R Y A L İ Z M " Öldürücü yara bağrımızda kalır." Virgilius "Batı Medeniyeti'nin tesirleri île meydana gelen ve Osmanlı Rönesansı diye adlandırılan hareket, ikinci bir islam'dan uzaklaşmadır. Devlet adamlarımız, batıyı taklit ederek batıya yaranmaya çalıştılar." Sait Halim Paşa "Bir zaman geldi ki; kapitalizm, kazandığı başarıların zafer sarhoşluğu içerisinde kendi kaynaklarından kendini müstağni görmeye başladı ve bütün bağlarını kopardı.". Prof. Sabri Ülgener 1-Misyoner Teşkilatları Tanzimat sonrası, Batı'nın kültürel ekononik hücum devridir. Onların davası, o7"Bizim ki~de""Tîâç3mak" "Batı'ya"açılmak! Bir listede 17 adet misyonerlik teşkilâtının isimleri var... The Biritish Syran, Mission, The Babtist Missionary, English Pres byterian, London Society, The Biritish and Bible, The Chistian Alliance, The Church Missionary Society vs. Din-Medeniyet ve Lâiklik F. 4
49
Ne yapıyorlardı bunlar? Neydi görevleri? Halkı İslam'dan uzaklaştırmak, dinî bağları Koparmak istiyorlardı. Buydu görevleri. 30 adet İngiliz okulu. 131 İngiliz öğretmen. Neydi görevleri? Bizi Batılılaştırmak! Fransız okulları da var.. Diyarbakır'da, Harput'da, Mardin'de, Ürfa'da bile var. Listeyi vermiyorum. Bayisi, tam 110 Fransız dinî teşkilât ve okulları bu sayının dışında.. Les Peres, Peres des Missions, Trapistes, Carmelittes vs. Amerikan okulları 200 e'yakm... Erzurum'da, Yozgat'ta, Sivas'ta, Tarsus'ta, Mardin'de, Muş'ta, Bitlis'te, Antep'te; aklınıza gelen her yurt köşesinde... Mantar gibi bitivermişler. Binlerce siyâsî dinî kültürel teşkilat, 10 binlerce yabancı kültür r ! a ı Osmanlı Topraklarını bir ağ gibi örmüş... Tesirli olmadılar mı? Bal gibi de oldular. Dinleyin z ı -ıh ya Kemal'in itiraflarını: "İstanbul'dan çıkarken zaten dine karşı kafamda şedîd bir akşûiamc-1 vardı. Paris'te dinsizliğim iyice arttı" (Hâtıralar, shf.102). 13 yaşındayken annesinin ruhuna her akşam Yâsin okuyan (shf 35) Yahya Kemal, o hale nasıl gelmiş? Batı'nın misyoner teşkilâtları sâyesinde. Görünür görünmez, maskeli maskesiz. binbir çeşit teşkilâtın sistemli faaliyetleri neticesinde... Talât Paşa güvendiği bir yakınına sorar: "Acaba mason mu kalsam, Bektaşi mi olsam?" (İki Devrin Perde ARKASI, shf. 177) Manzara yeteri kadar sarih değil midir? Hanefi mezhebi mi, idi bu manzaranın sorumlusu? Fıkhî İçtihad yetersizliği mi idi? İngiltere, kapitalizmi kendi tam uygulamaya başlamadan bizim içimize soktu! Yerli sanayiimiz çöktü gitti. Bu konuların öylesine yabancısı öylesine safıydık! Sonra faize cevaz içtihadında aradık çareyi! İslâm'ın arkadan gelmesi gibi gelecek olan bir içtihad talebiydi bu! Faize dayanan sistemleri aldın mı, fetvâyı almasan da olur! Biz batılılaşırken, Batı bize gülüyordu. Memnun, mes'ud, müstehzi...
2- Ölçüler ve Tavırlar Osmanlı Devleti, İslam Hukukunun o çağın icaplarına cevap verememesi yüzünden mi gerilemiştir? Hiç bir münâsebeti yoktur. Kardeş katline cevaz verdik, faize şer'î nisbet tayin eyledik! Yetmedi mi? Kanuninin, kabrine konulmasını vasiyet eylediği ceylan derisi bohçada Ebussuud efendinin fetvâları değil, gözyaşları vardı. Osmanlı Devleti, İmam-ı Azam'ın içtihâdma uyabilme zorluğu yüzünden mi geri kaldı? İnsafı elden bırakmayalım; lütfen insaf edelim. Osmanlı Tarihi, şânımızdır iftihanmızdır. Ama tenkid faslına girecek tahlil ve tesbit konulan, betahsis Tanzimat sonrası için epeycedir. Eğer bu konuları bütün âmilleriyle tahlil ve tesbit etmeye kalkışırsak, taklidin ne türlüsünün bizi yıktığını öylesine gözler, önüne sereriz ki, içtihat saplantılarını cevaplayalım derken, belki de iç sızılarımızı depreştiririz. Yine de bir iki mukayese örneği vermeden edemeyeceğim: İmam-ı Azam'ın siyasi görüşlerine, Osmanlı'nın modern, aydını, değil yetişebilmek, yaklaşamamıştır bile. Okumuşlar tabakası, körü körüne Batiyi taklid edip, muazzam bir medeniyetin dibinde rahneler açacağına, o görüşlere dayanarak arasaydı tekâmül yolunu... Bulurdu. Bakınız ne diyor İınâm-ı Âzam: "Hakikatte hilâfet, müminlerin içtima' ve meşveretiyle olur." (İbni Bezzazi, Menâkıb-ı İmam-ı Azam, c 2, sh.16) işte siyasi esas bu idi. Niçin o esasa dayanarak siyasi düşüncemizi ve siyâsi mefhumlarımızı geliştirmedik de, 19. asrın kör taklitçiliği ile imparatorluğu paramparça eden bir taklit bâdiresine sürüklendik? Kötü olan taklit, fıkhî istilah sistemindeki "taklit" değil, işte bu taklittir. Şahsiyetsizliğe sürüklenme mânâsına gelen fikrî ve kültürel taklittir. "Keler deliğinden geçme" taklitçiliğidir. Borçlanma, I. Abdülhamid zamanında başlar... Aslında o noktada dahi, imparatorluk verimsiz kanallarda birikip duran servetlerin bir kısmını iç borçlanmayla kullanarak mâlî sıkıntısını halledebilir ve yeni bir toparlanma için gerekli olan zamanı kendi imkânlarıyla bulabilirdi. I. Abdülhamid de bunu düşündü. Öyle ya altınlar mücevherler içinde yüzen bir tabaka vardır. Hadsiz hesapsız zenginliklere sâhip olanlar vardır.
Abdülhamid onlardan bâzısına haber iletir. Hiçbiri yanaşmaz. Bunun üzerine I. Abdülhamid, "CENAB-I HAK LAYIKLARINI VERSİN" der, ve dış borçlanmaya gider. (İsmail Hakkı Uzunçarşılı Cilt.3) Osmanlı Devletinin bilhassa son zamanlarında İSRAF ile YOKLUK birlikte yaşanmıştır. Halk müsrif değildi. Sâdeydi tertemiz bir dünyası vardı, lcanaatkârdı saygı ve sevgi doluydu... Ama devletin zenginliklerini ekonominin damarlarına akıtmaktan alıkoyan israf depoları belli ellerde itinâyla ve ihtirasla saklanıyordu. Avrupa'da İspanya'nın diğer batı ülkelerinden geri kalmasının sebebi de budur. Yedi düvelin zenginliklerinden faydalanan İspanya, o birikimi israf depolarında hiç ettiği için, yokluktan kurtulamamıştır. I. Abdülhamid belki müessir olur ümidiyle şeyhülislam'dan bir fetvâ ister ve dahi tebliğ eder: "Vüzera ve ulema ve rical ve sairlerinin raht ve bisat ve harem ve selamlıklarında olan zerü. sim'den mesnu olan her ne ki var ise, taraflarından darfhane-i aınire'ye akçesiyle bey olunmak ve maşlaha t-ı din ve devlet için olmakla, her kim ketm ü ihfa ve hilafına ictira eder ise Allah'ın ve Peygamberin laneti üzerine olmak..." (Uzunçarşılı) Tabiî, kimseden ses sadâ çıkmaz! Halbuki 100 yıl sonrasının ABD'sinde 1933 yılının ilk baharında, Başkan Rooselvelt altına ambargo koymuş "sarı metalin yurt dışına çıkarılmasını" yasaklamış; halkı elindeki altını hazineye devretmekle yükümlü tutabilmiştir. (Feridun Ergin, İktisat Ansiklopedisi) I. Abdülhamid ise belli kişilere dinin hükümlerini hatırlatmış, ve onları Allah'a havale ederek, elemler içinde, dışarıya avuç açmak zorunda kalmıştır! Bu acı gerçekler yeni içtihad hükümlerinin ihdas edilmemesinden mi; yoksa İslâm'ın küllî icaplarının tam uygulanmamasından, ruhunun eskisi gibi tam yaşanmamasından mı doğmuştu? Mâdem ki birçok menfi hususları dinî bir izaha bağlamak temâyülündesiniz; öyleyse şunu da görünüz: fiilî sâhadaki duraklamanın başlaması, îlây-ı kelimetullah aşkının hem gönül hem fikir plânında zayıflar gibi olması ve ganimet hesaplarının
ağırlık kazanması ile alâkalıdır. İzahı uzun sürer, ama öyledir. (Bk. I. Kısım, IX.B.3), (Bk.I.Kısım, XII.B), (Bk.ILKısım,IX.B), (Bk.II.Kısım,IV.B.)
V-SONRAKİ ISLAHATÇILARIN ŞAŞKINLIĞI "islam ülkelerinin gelişmesi ve ilerlemesi Batılılaşma ile asla mümkün olmayacaktır." Prof Hugance "Bizim Avrupalılaşmamız şuurlu bir hareket değil, şuursuz bir harekettir, ruhi ve içtimai bir komplekstir. Bundan bir hayır umanlar varsa ancak devasını içkide ve eroinde arayan anormal tipler cinsinden insanlar olabilir." Mehmed Kaplan "Şahsın ihtiyarlığına alâmet saç ve sakal aklığıdır. Devletin ihtiyarladığına alâmet de, baştakilerin saltanata, ziynete düşkünlüğüdür ki inhitata delildir." Katip Çelebi Ekonomide hukukta hep batılılaşmış idik. Eğitim de de aym mânâda başarılı idik! Lütfen şu tabloya bakınız: I- Yabancı Hayranlığı Türk okullarında okuyan öğrencilerin bütün öğrenci toplamına nisbeti % 59,3 tür. Yani Osmanlı ülkesindeki öğrencilerin % 40 mdan fazlası yabancı okullara gitmektedir. Ve bunların dörtte birini Fransız, ingiliz, Amerikan okullarına gidenler teşkil etmektedir. (Tevfik Çavdar Sayılarla Vaziyet, Shf. 180) Eğitimdeki, o ıslahatın ürünlerinden bir k a ç örnek verelim:
Mizancı Murat bey, bir kurtuluş reçetesi hazırlamıştır. O reçeteye göre, yeni ıslahat programı Avrupa devletlerinin baskısıyla Padişaha imzalatılacaktır! Sadrazamın tâyini konusunda da Batı'nın sefirlerine veto hakkı tanınacaktır! (Şerif Mardin, jöntürklerin Siyasi Fikirleri Shf.61) Prens Sabahattin, tam bir İngiliz meftûnudur. Adem-i merkeziyet ve liberalizm görüşlerine taraftardır. V e b u prens, Avrupa'yla işbirliği yapıp Türkiye'de ihtilâl çıkarmak emelindedir. İngiliz Bankası Turkish National Bank'tan para sağlayıp Abdülhamid'i devirmek ister; olmaz. Prens, gider Edward Grey ve Clemenceau'ya, "ne olur yardın edin de şu sultanı devirelim" diye ölüm ölüm yalvarır! İçtihatçı Abdullah Cevdet'in reçetesi ise, Avrupa'dan da j n ı z l ı k erkek ithal etmektir! — — En iyisi Namık KemâîTsürgüne giderken ağlaya ağlaya Marseyyez'i söylemektedir. Marseyyez'i, Fransız milli marşını! O da moda'ya uymuş! Bunlardan bir grup, Avrupa'da, yeni kafalı olduğuna * ? inandıkları ünlü Jean Jaures'e giderler. Avru- ı pa'ya uymak istiyoruz. Fakat yurdumuzdaki geri kafalılar bize mâni oluyor. Avmpa'nııTçürumüs Olduğunu, BîzîrrTöna uyS makla kazanacak bir şeyimiz bulunmadığını sopeyTpnSzemiF! v J halefet ediyorlar." — g ^ û r e s bunlara şöyle bir bakar ve şu cevabı verir: "Ben de sizin geri kafalılar gibi düşünüyorum! (Y. Kemal'den naklen S. Eyüboğlu Denemeler Shf. 533) Meseleye doğru teşhis koymak lâzımdır. Söylene söylene cıcığı çıkmış tekerlemeleri veri (mu'ta) ittihaz ederek doğru teşhise varmak mümkün değildir. İslam Hukuku elbette her türlü cemiyetin ihtiyacını ihâta edemez. İslâm Hukuku'nu uygulayacak olan cemiyetin her şeyden önce İslâm'ın ruhuna bağlı bulunması gerekir. Prof. Erol Güngör, "inançlarla yaşayışlar arasındaki boşluğu içtihatlar yoluyla fıkıhçılar (müçtehitler) kapatsın" diyor, ilmî hakikatleri bir tarafa bırakalım, mantıken bu mümkün müdür? "Ben istediğim gibi yaşarım, hukuk bana uysun ve beni bir psikolojik rahatsızlığa mâruz bırakmasın" mantığı, hiçbir hukuk sistemi için bahis konusu olamaz. İnanıyorsan, uygula. İnanmıyorsan, rahatsız olma. Uygulamak istiyor da uygulamıyorsan, bu ayrı
bir durumdur ve bu durumdan ıztırap duymak, uygulanamayanı tâdil etmeye kalkışma vebâlinden çok daha iyidir. Faizi (dinen) meşrû kılıcı bir içtihat talebi, işte bu mantıksızlığın sonucudur. 2-Yeîerince Benzedik Tarih'e bakarken, "ne yapılmak lâzım gelirdi, ne yapılmıştır? sorusunu düşünmek ve değerlendirmeleri ona gor e terkib etmek şarttır. "Ne olmuşsa olmuş, sen yetişseydm!" demlemez. . A . „, Kaldı ki; Tanzimat'la başlayan değişmenin, yanı batıcı kültür değişmesinin" böyle bir derdi de olmamıştır. Ne içtihad talebi vâki olmuştur, ne de fetvâ sıkıntısı çekilmiştir. En nıuhimmi, ıslahat hareketleri dinî bir itiraz mukavemetiyle de (gerçek manada) karşılaşmamıştır. Yani, "ıslahata kokune kadar serâzat yürütemedik de ondan başaramadık!" şeklinde bir şikâyete de mahal yoktur. , . .. . ,. Islahat'tan maksat Batı'ya benzemek idi ise, kı öyleydi; bunu, mümkün olduğu ölçüde yapmışızdır! Daha fazlası mümkün değildi, o kadar benzeyebilirdik! Bir çoğunu evvelce anlattık; bir kaç şey daha ilâve edelim: İstanbul yarı şarklı yarı Avrupalı bir şehir hüviyetine daha 19. asırda bürünür. Eğlenceler araşma kantolar girmiştir. Bir çok eve konsol büfe hattâ 15. Louis stili koltuklar yerleşmiştir, ithal malı lüks tüketim maddeleri piyasayı doldurmuştur... 3- Yabancılar Nasıl Bakıyor? Bizim ıslahatçılar Batı'ya benzemeyi, Batı'ya yaranmayı bir kurtuluş yolu olarak görürlerken; "Batı, bizim için acaba ne düşünüyor?" diye bir lâhza olsun duralamamışlar bir düşünce zahmetine katlanmayı lüzumlu görmemişlerdir. Samimî ikazlarda bulunan bir kaç münsif batılı dışında bir temel siyaset halinde Batı bizi daima "zaâfa uğratmak sömürmek" istemiştir. Bir kaç örnek zikredelim: ingiliz Dışişleri Bakanı Clarendon: 'Türkleri ıslah etmenin tek yolu onları ifna etmektir. Bunları Avrupa haritasından silmeliyiz. Fakat yerlerine kimleri koyacağımızı tesbit etmek zorundayız. (Temperley Biritish Policy, S. Yerasimus 2/841) 'Türkiye'nin vakar ve bağımsızlığını ciddiye aldığımız
günler artık geride kalmıştır. Madem ki borçlarını ödemiyorlar sonuçlarına katlanmalıdırlar." (Derby'den Disraeli'ye, Harris 2/855?iPİ°matİC
HİSt°ry' AZ
Geli5mi?lik
Sürecinde Türkiye
"ingiliz sanayicileri, müslümanların sırtından geçinmeye rgbeU2r/547)(PUryear
U'J İnternationaI
Economics Diplomacy
"Hıristiyanlar hiç durmadan binbir hile ile Türklere oyun oynarlar. Once onları getirdikleri malın evsâfı hakkında aldatırlar. Sonra onların para konusundaki cehaletlerinden yararlanırlar. (Masson P. Histoire du commerce 17 em siecle, a.g.e 6 2/514) ' Daha nice örnekler var.. Sıralarsak sayfalar yetmez İşte Avrupa bizim hakkımızda bunları düşünürken; bizim ıslahatçılar kurtuluşu onlarda, onlar gibi olmakta, onlara sığınmakta arıyordu! dü?
°
kafayla'
°
istikamette
başarılı olmak mümkün müy-
Fakat bırakalım o zamanın o noktasında gerekli olanın duşunulememesini, bu noktadan tarihe bakışımızın da aynı düşüncesizlikle mâlül bulunması affedilir şey değildir "Ulemâ bırakmadı içtihad müessesesi işlemedi de onun için başarılı olamadık" demenin insâf ile izan ile bağdaşır bir tarafı yoktur Yanlış teşhise dayanan tedâvi gayretlerine yardımcı olmak, ancak hastalığı arttırmaya yarar. 4- Faiz, Rüşvet, İsraf Peki doğru teşhise nasıl varılabilirdi? Kısaca işaretleyelim: "Çok eski asırlardan beri tefecilik Türk köylüsünün en buyuk ızdırabı olmuştur. Köylü ağır vergileri ödemek için para aramakta bu vaziyette kendisine kredi temin edecek kimse ise elde ettiği enflasyon karlarını emin bir gelir kaynağı olarak tekrar toprağa yatırmak arzusunu taşıyan bir tefeci olmaktadır " (O. Lütfü Barkan, iktisadi Buhranlar Shf.29) Aslî çare, faize fetvâ çıkarmak ile değil, faizin tahribatını ortadan kaldırmakla bulunabilirdi. Burada şunu hatırlayalım kı: Faiz yasağı, mütekâmil şartlarda tam uygulanabilen bir emirdir. Temel sağlam olacak, birinci ikinci üçüncü katlar ona
dayanmakla sağlam olacak; sonra faizsiz bir yaşayış mümkün olacak. Şunu da unutmayalım ki "çâreyi bulamıyorum, bari içim rahatlasın" sorumsuzluğu ile içtihad talebi ileri sürülemez. Böyle bir tavır, ayrı bir hükme tabidir. Rüşvet'e örnek: Fransa'nın İstanbul Büyükelçisi De Germigny 3. Henry'ye şunları bildirir: "Sokollu Mehmed Paşa, ben büyük elçi olarak b.u saraya gelmeden önce mösyü Mariflian'm Ing. Büyükelçisi 50 bin diikalık armağlnı karşısında yelkenleri suya indirmiş, İspanya'yla olan münasebetlerin kolaylaştırılmasını sağlamıştı. Mümkünse, Berthier'de öyle hareket etmeli yeniçeri ağası İbrahim Paşa'ya ve Kaptân-ı Deryâ İbrahim Paşa'ya Paris kumaşlarından pay ayırmayı unutmamasını Hazine Bakanımıza iletsin." (Testa L. Recueil des traites, Az Gel. Süreç. Türkiye 1/409) "28 Mayıs 1740 da kapitülasyonlar imzalandı. Saray erkânına dağıtılan armağanların bedeli her zamanki gibi yüksekti: 44 775 kuruş. Bunun üçte birini İstanbul'daki Fr. kolonisi, geri kalanını Marsilya Ticaret Odası sağlamıştı. (Masson P. 18. asırda Fransa'nın Doğu Ticareti Tarihi a.g.e. 1/512) Daha ileri zamanlara gidelim ..."Bayezit-Şişli arasındaki tın rüşvet istemiş. Wanganhejim bunu bana bizzat söyledi. Tahkik ettim ve öğrendim ki, Fransız firmasının temsilcileri de 3 milyon altın teklif etmiş." (Mahmut Şevket Paşa'nın Hâtıraları) İSRAF'a örnek: Marsilya'ya zeytinyağı ihraç edip oradan sabun ithaline başlamışız. Yemen varken, 4 milyon liralık kahve ithal etmişiz!.. Dış Ticaret dengemizin ilk bozuluşu o zamanlara rastlar. 1527-1528 yıllarında saray mutfağı harcamaları 2.379.505 akçedir. Toplam saray harcamalarının toplam gelire oranı ise, % 5 dir. (Ö. Lütfü Barkan. İkt.Fakiiltesi Mecmuası, cilt 1517,1935-1955) Büyük ıslahatçılardan Abdülmecid'in zamanından: "Batı taklidi bir hayat kadınlı erkekli toplantılar Avrupalıları bile şaşırtacak bir rahatlıkla belli zümrelerce benimsenir...
Gen. Vo der Goltz, mektuplarında bu durumu anlatır. Alafranga möbleler, süslü arabalar, dillere destan düğünler, ihsan edilen köşkler-yalılar, inşâ edilen saraylar... Sultan Abdülmecid bir gün Maliye Nazırı'na sorar: - Dolmabahçe Sarayı kaça mal olmuştur? - 3500 kuruşa sultanım! Sultan şaşırmıştır. Maliye Nazırı, 3500 kuruşu şöyle izah eder: - Bu 3500 kuruş inşaat için gerekli 70 milyon franklık kaime (kağıt para) nin mürekkep-kağıt-baskı bedelidir efendimiz! (Parvus Efendi, Türkiye'nin Mâli Durumu, Sh.30) Halbuki devlet o zaman fevkalâde ağır iktisâdi şartlar içindeydi. Tevil götürür bir tarafı yoktur. A. Heidborn, "Türkiye Maliyesi" adlı eserinde şöyle diyordu: "1874-1875 yılı bütçesinde gerçek gelir 17 milyon liradır. Borç taksitleri ve faizleri için 13 milyon ayırmak geriyordu." 17 milyon lira gelirin var. 13 milyonunu borç olarak ödemek zorundasın. Geriye 4 milyon kalıyor. Ama senin bu akış içindeki derdin saray yaptırmaktır ve sen ıslahatçısın! (Sultan Abdülhamid, bu borçları Muharrem Kararnâmesiyle bir hal yoluna koymaya çalışmış ve önemli neticeler almıştır. Ama ancak o kadar mümkündü ve Tanzimat'tan beri konulan ipoteklere rağmen ancak o kadarı yapılabilirdi. 1854 de başlamış olan bu borç belâsı bir asır sonrasına kadar, yani 1954 yılına kadar sürecektir.) Şimdi insafla soralım düşünelim: Tarih Çizgisi'nin bu ıslahat dönemlerine tekabül eden uzantısı boyunca fıkhı ve fukahânın taksirâtı nedir? Prof. Kemal Karpat şöyle diyor: "Aslında ulemâ ne devlete ne de ilerlemeye karşı değildi, incelemeler onların devlete ve ilerlemeye karşı oklukları iddialarının mesnedsiz ve yanlış olduğunu gösteriyor. Ulemânın mühim bir kısmının dın'e ve din ilmine zarar vermemesi şartıyla ishalat taraftarı olduğunu biliyoruz." (Köprü, Haziran 1984 syf 14) (Bk. II. Kısım.IX.B. A/6)
VI-TARİHİMİZDE MEZHEP TAASSUBU DA DİN T A A S S U B U DA E S A S İ T İ B A R İ Y L E ASLA Y O K T U R " Hıristiyan milletler adına esef-ederim ki; bunlar, dini müsamahayı müsliimanlardan öğrenmeye muhtaçtırlar. Kur'an zorla değil ikna yoluyla intişar etmiş ve süratle yayılmıştır. Müslümanlar mağlup ettikleri milletleri kendi dinlerini muhafazada daima serbest bırakmışlardır. Hıristiyanlar fevc fevc müslümanlığı kabul etmişlerse, bunun sebebini müslüman fâtihlerin gösterdikleri büyük anlayışta adalette aramak lâzımdır. Hatta islâmiyet müsamahayı yalnız fiilen tatbik etmekle kalmamış, onu ilahi kanunun esası yapmıştır." Michovrd
ler arasında, mezhep taâssûbjl^^ hâdise gösterilemez. D a h i önceki zamanlarda mezhebi ifsada uğramış müçtehidleîe nisbet iddia eden bazı gurupların taşkınhkları görülmüştür. Ayrıca bâtını dalâlet kollarının tahrik ettiği bâzı vukuatın, mevcudiyeti de mâhiyeti de herkesçe bilinmektedir. Osmanlı Tarihi'nde, bırakınız îslâm m e z h e p l g i ^ S S E a . müslimlerin mezhepleri dahî tam bir hürriyet içindeydiler. 1- inhiraf Olmadan Taassup Olmaz Osmanlıların büyük ekseriyeti hanefî idi. Ama şâfiiler de vardı ve en küçük bir baskıya mâruz değillerdi. Bazılarının söylemek isteyip de rahatça söylemediği ve "mezhepler" tavsifi içinde onların hallerini de mütalaa edebilmek için böyle bir müphemiyet tercihine baş vurmasını gerektiren sebep, şiîlerin
eylemleridir. "Nitekim bazı mağrip şehirlerine Frenklerin, doğu memleketlerine de Moğolların musallat olmasının sebeplerinden birisi de hem sünnî mezhepler arasında hem de gayr-i sunnî mezhepler arasındaki taassup tefrika ve fitne'dir. Zamanzaman, çarpışmalarda binlerce müslüman kanı akmış şehirler harap olmuştur." Sözlerindeki mânâ da, aslen yukarıda belirtiğımız gibidir. Onların mezhep kavgaları dediği bahsin özeti şu1 - Ehl-i sünnet mezheplerinin yayılışı sırasındaki bazı fiilî mücadeleler bizatihi mezheplerle ilgili olmayıp, o mezheplere yönelen siyasî teveccühlerle ilgilidir. Bunun bir tek istisnası vardır: imam Ahmed b. Hanbel'i anlamayan-anlayamayan kendilerine vıne de lıanbelî adını veren bazı kişiler taassup göstermişlerdir. Fakat dikkat ediniz: Önce inhiraf vardır, sonra taassup! Bazılarının büyük mütefekkir olarak gördüğü Mâlik Binnebı, tarihteki Vahhâbi gâilesini "İslâm'ın gür kaynağının fışkırması" şeklinde tavsif eder! Tarihi okuyalım: . "Necd'in Der'iye kasabasında oturan Emir Muhammed Ibn üs Suud'un 1745'de Vahhabi olması ve çevresindeki aşiretleri yağlamaya başlaması I. Mahmud zamanında Bab-ı âlinin dikkatini çekti. Fakat bunu olağan bedevî yağmacılıklarından olduğunu sanan hükümet, harekete ehemmiyet vermedi. Emir Muhammed 1766 da öldü. Yerine oğlu Abdülaziz İbni Suud geçti. 43 yaşında olan yeni emir, 1803 başlarında Hicaz'ıyağmalamaya başladı. Taif şehrini aldı. Ahâliyi kılıçtan geçirdi. 30 Nisan'da Mekke'yi aldı..." İşte tassup, inhiraf budur! Yâni: taassup, mukallit hanefîlerde değıl(!), reformcuların modernist olarak kabul ettiklerindedir. 2- Diğer mezhep taassubu da şiilerinkidir. Yine önce inhiraf yardır, sonra taassup... Çiinki kaide budur... İyi bilinmelidir kı; İTİDAL prensibi, hiçbir yerde, İSLAM'da olduğu kadar önemli ve değerli değildir. İslâm adına herhangi bir taassup tezâhuru gösterildiğine şâhid olunmuşsa, mutlaka önce ifrat sonra inhiraf vardır ve o taassup tezahürü İslâm'dan değil, bu uzaklaşma tavrından doğmuştur.
2-Mukayese Bir de yabancıların tarihine bakalım: "1525'te iki Almanın ceplerinde Protestan mezhebine ait iki kitap bulundu. Derhal kelleleri uçuruldu." (Ranke 206207) "1689 Kanunu ile İngilterede katolik mezhebi yasaklandı. Katolikler her türlü medenî ve siyasî haktan mahrum edildi" (Rambaud 7/841) "1865'te Fransa'da protestanlık yasaklandı. Fransa'yı terk etmeyen protestanlarm zorla katolikleştirileceği açıklandı." (Rambaud 7/842) Varmı bizim tarihimizde böyle örnekler? Belki başka şeyler hatırlatılabilir. Cevabını önceden verelim: O münferit vak'alar da, Avrupa'nın mutaassıp ihtiraslarının eseridir. Biz fıkhî mezhelerin ilmî ve aslî keyfiyetinden bahsediyoruz. Beynelmilel tezgahlarda dokunan bir takım mürettep oyunlara âlet edilmiş bahtsızların bir hak mezhebi benimsemiş bulunması, o mezhebin aslî ve ilmî mâhiyetine gölge düşürücü bir delil olarak asla kullanılamaz. Tarihin akışı içinde hak mezhep taasubuna delil olarak zikredilebilen yani o mezhebin aslî mahiyetinden doğan her hangi bir olay mevcut değildir. Buna mukabil hikmeti vücudu inhiraf ve taassup olan bazı kolların sebebiyet verdiği huzursuzluklar pek çoktur. Hattâ bunların bazısı, sırf bu maksatla teşkil ve ihdas edilmiştir. 3-Milli Birliğin ve Huzurun Teminatı Hak mezheplerin mevcudiyeti, daima, millî tesânüdün ve huzurun teminatı olmuştur. Huzur bozucu faaliyetler ise dâima inhiraf etmiş kollardan veyâ temayüllerden sâdır olmuştur. Prof. Mustafa Akdağ şöyle diyor: "Hakikaten kadılar ve müderrisler de dahil, bütün devlet büyüklerini ekseriya fetvâ verecek kimselerden seçen Selçukî Sultanlığı Türkiye'sinde Ebu Hanife ve O'nun gibilerin koydukları hukuk kuralları en geniş biçimde uygulanmış böylece büyük İslâm hukukçularının prensiplerine tutunanlar, kötü insanların ve din yolu eşkiyâsının şerrinden emin olup kurtulmuşlardı." (Türkiye'nin İçtimâi-iktisadi Tarihi, 2/58) Tatsızlık, huzursuzluk, teşevvüş, taassup, inhiraf, hep
batmîlik kaynağından doğmuştur. Ehli sünnete nisbet iddia' eden yegâne huzursuzluk cereyanı ise, "Vahhabilik" keyfiyetinin (bu adla ortaya çıkmadan önce de keyfiyet olarak vardılar) marifetidir ki; bizde tarih boyunca müessir olamamışlar, ancak 19. asırdan sonra mikaplı müessiriyet usulleri geliştirmeye başlamışlardır. Bir kaç cümle daha nakledelim: "Türkiye'de halk çoğunluğunun Siinnilik-hanefilik mezhebine iman etmekte bulunduklarını biliyoruz. Medreselerde sağlam klâsik din bilgisi edinmiş olan imamlar, müderrisler, vâizler, ahâliye inançlarında rehber oluyorlardı. İslamiyet bütün devlet müesseselerini ince kaidelere ve kanunlara bağlayan geniş bir hukuk sistemi getirmiş bulunduğundan dolayı Selçuki Sultanlığında medrese nüfuzu yalnız fertler üzerinde değil, devlet idaresinde de büyüktü. Hal böyle iken bu memlekette hiçbir zaman aşırı taassup devri yaşanmadı. Böyle olduğu içindir ki: AnadoluHıristiyanları; Türkleri, Haçlılara tercih ettiler.'' (1/ 46-47) Huzursuzluğu kimlerin çıkardığını ise şu örnekten anlamak mümkündür: '^Bektaşilik, Sünniliğe ve medreseye cephe almış bilhassa jbasit halk arasında tahriklere de başlamıştı/Hattâ Baba ishale adlı bâtmî şeyhi, II Gıyasettin zamanında tehlikeli bir isyan çıkarmaya dahi muvaffak olmuştu." (1/49) (Prof. Mustafa Akdağ) "Dört hak mezhebin târif ve tâyin ettikleri din anlayışını yıkma ve Islamiyete belki de menşeinde hiç olmayan bir mânâ verme gayretleri yeni değildi. Şiilik-kızılbaşlık, din anlayışını büyük emekler ve geniş bilgiler ocağı demek olan MEDRESE müessesesinin aksine olarak basitliğe indiriyordu. Şamanilikten tevâriis edilen bir takım âdetlerin İslâm'ın icapları imiş gibi gösterilmesi belli çevrelerde müessiriyet kazanıyor, arasıra büyük isyanlar şeklinde şehirli-medreseli siyasî nizâmına karşı ayaklanmalar vukû buluyordu." (1/339) "Batiniliğin mahiyeti icabı, bunlar bir takım fesat hareketleri tertibine girişmekten kendilerini alamadılar. Anlaşılıyor ki; Selçukîler devrinde tehlikeli isyanlarını gördüğümüz Bâtıniler, Osmanlı Devleti'nin kurulmasıyla da aynı hareketlerini tekrarlamak istediler." (1/340) (Prof. Mustafa Akdağ)
Ulemânın taassup içinde olduğu ve dinî hayatın medreselerde öğretilen sünnî esaslara göre tanzim edilmesinden dolayı hür düşünceye yeterince imkân verilmediği tarzındaki şikâyetler, zannedildiği gibi gerileme devrine mahsus değildir. Bu şikâyetler, en haksız şekilde, medresenin bugün övgüyle anılan dönemlerinde de vardı. "Kaidelere önem vermeyiniz. Önemli olan mânâdır-niyettir. Aslî gayeye kaideler uygulanmadan da varılabilir" esprisi; bazan batmî derinliklerde, bazan zahirî kopukluklarda, tarih boyunca yaşanıp durmuştur. Ama taassup ve inhiraf; kaidelere bağlılık şuürundan ve o şuûra bağlı olanlardan değil; bunun tersini savunur görünenler cenâhmdan zuhur etmiştir. Millî beraberliği, içtimaî ahengi, tesis ve idâme yolunda en mühim tesiri medresenin temsil ettiği sünnî İslâm anlayışı gerçekleştiriyordu. Selçukîler devrinde de, Osmanlılar zamanında da, böyle olmuştur... Tarihçi şöyle diyor: "Osmanlı düzeni resmi siyasetinde medresenin bağlı bulunduğu İslamî prensipleri tekabbül ederek batmî inhiraflara açılan bütün istismar kapılarını kapatmış, bu sâyede devlet ciddi olmayan eğilimlerden korunmuş idi. Osmanlılar, Türkiye'nin birliğini kurdukça; medreseli-dânişment zümresi ve onların temsil ettiği fıkıh, Anadolu Türk Cemiyeti'ni bölünmelerden kurtarmıştır." (Prof. M. Akdağ, a.g.e.) Sapmaların nereden doğduğuna dair bir kaç misal verelim: "Şeyh İsmail'e göre insan kadimdir, yaratılmamıştır. İnsan olgunlaştıktan sonra o'na hiçbir nesne haram değildir. Ahirette mükâfat mücâzat yoktur. Kabir azâbı yoktür. Oruç ve zekât, Yezid'e cereme olsun diye gelmiştir. Ruh bir bedenden öbürüne geçmektedir." (İst. Müftülüğü, Evkaf Müf., Ş Sc.Nr.2/2 Vr.35 Şeyh İsmail'in duruşma safhaları) Medrese olmasaydı, dinî hayata medrese hâkim olmasaydı, bu çeşit hokkabazlıklar Anadolu'yu bin parçaya bölerdi. Bu hak, teslim olunmalıdır. "Kaideciydiler, toleransları' azdı, vs." gibi gerekçelerle bir müessesenin tarihî hakkını inkâr etmek, hem insafla bağdaşmaz; hem de, tarih içinde verdiği hizmetlerin "millî bütünlük" idealine taalluk eden yönünü anlamamak gibi bir gaflete yol açar. Din-Medeniyet ve Lâiklik F. 5
65
Bir Molla Kaabız çıkmış, "Hz. İsa, Hz. Muhammed'den üstündür" demiş. Daha bir sürü zırva ileri sürmüş... Medrese ulemâsı kendisini ikaz etmiş. Görüşlerini değiştirmesi için kendisine bilgi ve fırsat vermiş. Daha ne yapılsaydı? Böylelerine göz yumulsaydı; siyasî birlik de, manevî birlik de târ ü mar olurdu. Bu misaller sanıldığından da çoktur. Fakat halkın büyük ekseriyeti hak mezheplere bağlı idi. O'na rağmen sapık cereyanlara karşı sünnî- hanefi çoğunluk eylemli bir tepkiye asla tevessül etmemiş, gerekli tedbirlerin alınmasını devletinin müesseselerinden beklemiştir. İşte o tesbit: "Sünnilik esaslarını veya müslümanlığı kökünden inkâr, edici dinî içtimaî ahlâk kurallarını yıkıcı davranışlarda bulunan sapık kişiler her zaman görüldüğü halde böylelerine halktan gelen bir tecâvüz veya linç hadises-i asla görülmemiştir. Bunun yerine, daha doğru bir usul olarak öylelerini DEVLET'e şikâyet etmekle yetinmişlerdir... TÜRK HALKINDA TAASSUBUN ZERRESİ YOKTU. Bunun içindir ki gerek Selçukîler gerek Osmanlılar çağının fetihleri, Hırisyitan halk kitlelerine korkunç gelmiyordu." (Prof. Mustafa Akdağ, Türkiye'nin İçtimai İktisadi Tarihi; Cilt 2, S.68) İşte medrese Sünniliği ve Onun öncülüğünde öğrenilen öğretilen yaşanan İslâmî anlayışın tarih içindeki mevkii budur. (Bk.l.Kısım, II.B, Din ve tahakküm), (Bk. II. Kısım,IX.B.)
VII- T E F E K K Ü R I Z T I R A B I " Ne kadar az düşünüyorsunuz" Hakka Suresi 100 " Allah, aklını iyi kullanmayanlara murdarlık verir." Yunus Suresi; 100 " İslam Hukuku'nun laik hukukların hazırlanmasında bile ilham edici bir hüviyet taşıdığı inkâr edilemez " Prof Tosıph Schacht Ehl-i Sünnet'in ameldeki ve itikattaki mezhep imamları, aralarındaki teferrüat farklarım bir tarafa bırakırsak, tam bir ilmî vukuf ve itikadî şuur ile sapık cereyanlara ve sapıtma temâyüllerine karşı durmuşlardır. "Mutezile" ekolü felsefî materyalizmle beraber duruma hâkim olsa idijfarz-ı mühal) Isl' t a ^ â a n eser kalmayacaktı.. Cenab-ı fr^gjjfett? ^ f o l ^ v e £ mSzTtyUnKOvB^ nüştir. _Fakat kincüerin neye vesile ölûhcfugunü ve kimlerin cüz'i İrâdelerini ne yönde kullandığını anlamak için, biz "tedbirlerve sebepler" sahnesindeki olayları zâhir'e göre değerlendirmeye mecburuz. 1. Hür Düşünce Adına Bakınız, Doç. Bahriye Üçok'un tercüme ettiği bir kitapta ne deniliyor: "Sağ da Maliki mezhebi bulunuyordu. Aşırı sağda, kör bağnazlığı ilerici halifeleri zor duruma sokan Hanbelî'lik var-
dı..." (Orta Çağda Müslümanlar Shf. 130) Bu paragraflarda, Malikiliğe ve Hanbeliliğe çatıp güya Şafiiliği ve Hanefiliği över görünüyor. Değil. Hemen ardından onları da aynı hükme bağlıyor: Nazariyatçısı el Eş'arî'nin adma uyularak eş'arîlik denilen ideoloji ile uzun zaman sınırlanmış bulunan aşırı-sağ!, sonunda büyük sofisti Gazzalî ile büyük devlet adamı Nizâmülmülk'ü yetiştirdi. Bunların ikisi de, İRTİCAIN aydın ve yönetici kadrolarının temsilcileri gibi..." (Shf.132) "İslâmi gericilik eski Kahire'de ancak 1171'de Selâhaddin Eyyubî ile yerleşebildi..." (Shf.132) . Acaba Ehl-i Sünnet âlimlerinin gayretleri olmasaydı ne olacaktı? Yine o esere bakalım: Bir kaç nesil boyünca reformcuların buluştukları yer olduktan sonra Rey; felsefî ihtilâlin ve İbni Beveyh, İbni Sina, Râzi gibi büyük ve ünlü kişilerin yaptıkları bir merkez haline gelmişti... Mardaviz hür düşünceli bir hükümdar olarak, Râzi de hür düşünceli bir filozof olarak, yeni bir çığır açtılar... Böylece," insanlığa model _6lan^î^âimdrÂÜ3ÎL'm bulunduğu bir despotluk değil (!), iyi bir oligarşik cumhuriyet haline gelecekti. ElTıbb iil-Revhanî adlı kitabında o ahlâk felsefesinden bahseder ve bu kitapta; akıl, Allah'ın yerini tutar (!)... Kitabın XX. bölümünde Râzi, akıl ve tıp yoluyla, ölümün kesin bir son olduğunu ve öbür dünya diye bir şey bulunmadığını gösteri^vemedeP rıi cesaret dersi veriyor (!) (Shf.l26îîTfeâzCÖpCTaPhüosophKaF. Krauss yayını 1939 ve Makrızi S.336-396) Kendimizi aldatmayalım. Sırası gelince övündüğümüz ve kendilerini İslâm Filozofları denilen ünlü kişilerde, inhirafların hatta açık inkârların var olduğu bir gerçektir. .Peki,hür düşünce imansızlığı mı gerektirir?! Bir tek misal Jîösterilebüirm^ mh^fizn^^ çik. m'ezJıep imamları ve onların gerçek takipçileri hiir düşünceye ve pozitif ilimlere değil, hür düşünce ve pozitif ilim âdına imanşğhğaveyaıî^^ çık-
^
______
______
Gazalî, İbn-i Sina'ya "matematikle, fizikle, kimya'yla,
tıp'la uğraşmak haramdır'mı diyordu? Aslâ! Gazali'nin dediği şuydu: "Pozitif ilimlerle uğraşırken, imanınızı muhafaza edin. Âkirıman^ halegetirmeyin. Dengeyi koruyun. Bu cafcaT¥ûfitiHt7HengeyrEoruyamaz da manevî temelleri zaafa ö y l e olmadı mı? Çökmedi mi? Gazali haklı çıkmadı mı? 2. Fıkhi Taklid'e İftira: Prof. Hudarî İslâm Hukuku Tarihi adlı eserinde, Türklerin hâkimiyeti ile içtihad ruhunun kaybolduğunu ve bunun neticesi olarak da ilmin gerilediğini anlatmaya çahşıyor. Yine aynı bakış açısı! Akli ilimlerdeki bir gerilemenin, fıkıh ilmindeki içtihad ile izah olunması, temelinden yanlıştır. İtikad sahasmda ise, içtihad zaten bahis mevzuu edilemez. Aslında mesele, din ile ilim arasında bir tezat bulunduğu şeklindeki Batı menşeli kanaatte düğümleniyor. İslâm dini, maddi ilimleri engellemez; bilakis, teşvik eder. İçtihad müessesesi, İslâm dininin bu hakikatle ilgili olan aslî vasıflarını mevzuu ittihaz e;tmez ki; onlara menfî şekilde müessir olması düşünülebilsin. İçtihad, dinî ilimlerin dinî ihtiyaçlara cevap verebilmesini sağlayan bir müessesedir. Öyle bir merhaleye gelinmiş ki; İslâm Hukukunun tedvini tamamlanmış, İslâm Akaidinin aslıyyeti her türlü menfi tasalluttan korunacak şekilde insanlarm ihtiyaç duyduğu üslupla sarâhaten ifade olunmuş. Kısacası; Ehl-i Sünnetin ameldeki ve itikaddaki mezhepleri, Kitâb'm ve Sünnetin gösterdiği yolda ve vaz ettiği esaslarla takarrür ve-tavuzzuh etmiş; İslâm'ı itikadî ve amelî icaplarıyla yaşayabilmemizin tedbirleri en sarih tedvin - tafsil talim eserleriyle hiçbir tereddüde ve istismara meydan vermeyecek şekilde alınmış idi. Ve önümüzdeki pozitif (maddi) ilimler sahası tamamen âçıktı>. Türkler, ilay-ı kelimetullah için cihada koyuldu. Bunu yapmayıp da, içtihadı devam ettirmenin tevilleriyle mi uğraşsaydı? Fıkhî meseleler icad etmeye mi çalışsaydı. O devir içtihad devri değil, münhasıran cihad devri idi. Aksiyonda cihad, fikirde cihad, ilimde cihad, kalkınmada ci-
had... tik.
Nitekim, öyle başladık. Bir noktaya kadar öyle devem et-
Mezhebimizden bir zorumuz yoktu ki! Mezhebimiz, aynıyla İslâm'dı. Kitap'ta ne varsa sünnette ne varsa; itikadî ve amelî mezhebimizde de o vardı. Esasen "mezheb'ten maksat buydu. İçtimaî hayatımızda yeni değişmeler olursa ve bu değişmeler yeni fıkhi cevapların bulunmasını gerektiriyor ise, fıkhi arayış zarureti ancak o zaman doğardı. Böyle bir zaruret doğdu da, ameldeki mezhebimizin o'na cevap bulamaması yüzünden bir takım buhranlara mı mâruz kaldık? Yok böyle bir şey. İşte Selçuklu tarihi, işte Osmanlı tarihi. Kimin ne bildiği varsa söylesin. Buhranlarımız, dinimizin-mezhebimizin imkân vermemesi yüzünden asla değil, fakat dinimizin mezhebimizin önümüze açtığı her türlü tekâmül imkânlarını yeterince kullanamayışımız yüzünden meydana gelmiştir. Bayat-basit bir nakaratı papağan gibi ezberlemişler, hep o'nu söylüyorlar: "Ehl-i sünnet, mezheb disiplinini getirince hür düşünce ve aklî ilimler geriledi." Bu zıtlaşmanın müsebbipleri, aklı îman'm aleyhine döndüren ve inkâr felsefesini akli ilimlerin şartı sayan felsefe yobazlarıdır. 3. İnsafsızlık Güya Batı gibi yapıyorlardı. Batiyi taklide-temessüle yöneldiler ama; Batı'nın kendi için yaptığını onlar kendileri için yapmadılar, yapamadılar, âdeta yapmak istemediler. Bir örnek verelim... Aşağıdaki satırları bir batı tarihçisi kendi tarihi için yazmıştır: 7 m a n ile akıl anlaşmıştı. İman, insanı mütevazi yapıp O'nu d u n y a H a ] ^ O'na. bilgi sahibi olmak arzusunu ve maddelerin sırlarına ererek Allah'a yaklaşma heyecanını verip, O'nü^unyiyîliliih et"roeye, değiştirmeye hazırlar. Kindiıu daha iyi tanımasına şahsiyetini bulmasına, kıymetini anlamasına yârdım eder." (}. Pirenne, B. Dünya Tarihi Cilt 2) ——^— Bizim münekkidler tarihe bu gözle bakmayı bir türlü becerememişlerdir. Hayrettir ki; Batı, zarurî bir din-ilim kavgası-
nm hicranlı macerasından o noktalara çıkabilmiştir de; biz ilmî emreden hak dinin mensupları olarak zorla-inadla-hasapla icad edilen bir tezadın iftiracı tasallutmdan bir türlü kurtulamamışızdır. Ne talihsizlik, ne çiledir Ya Rabbi! Mezhep taklitçiliği başlayınca maddi-ilmî düşünce hürriyeti kalmamış da, o yüzden gerilemişiz. Tarih bilen-müteffekkir aydınlarımız söylüyor bunu! Fıkıhta taklid hicri 4 üncü asırda umumiyet kazandığına göre, demek ki biz o zamandan beri hep geriliyoruz! Demek ki, Emevîler, Abbasiler dışında bir İslâm Medeniyeti devri yaşamamışız! Çünkü Araplar- İranlılar mezhepleri zorlama konusunda epeyce Üerici (!) akımlar ve gayretler sergilemişlerdir de, Türkler'in hâkimiyet devrinde mezhepleri kimse zorlayamamıştır. Zorlamaya ve fitne çıkarmaya teşebbüs edenler, müessir olamamışlardır. Şu halde, onların mantığına göre; Osmanlüar zamanı, bir uyku zamanıdır; ilim- teknik-sanayi diye bir şey yoktur. Biz 600 sene oturmuş, cümleten fıkıh şerhleri yazmışız ve başka bir iş yapmamışız! O iddialar doğru olsaydı, neticelerin de böyle olması lâzım gelirdi. O iddialar doğru olsaydı; Osmanlı'nın ilerlemesi ve yeni bir medeniyet hamlesi başlatması dahi düşünülümezdi ki, gerilemesinin sebepleri tartışılabilsin! (Mezhep taklidi başladı, tekâmül durdu) diyorlar. Sanki bu safsataya bağlanmak için yemin etmişler. Masamda 20 tane kitap var; hepsi aynı şeyi tekrarlıyor! Hem de aralarında bazı süpriz isimler dahi görülebiliyor. Onlar da moda'ya uymuşlar! Bir daha deşelim bu iddiayı ve gerçeklen bir daha hatırlatalım. 4. Fıkhi Taklid Umumi Gelişmeye Engel Değil Yardımcıdır: Osmanlı Devleti, çok büyük bir medeniyet inşâ etmiştir. Osmanlı Medeniyeti, ne Emevîlerle mukayese edilir; ne de Abbasilerle. Öyle ki; Osmanlı'nın kurduğu içtimaî'nizam nice ünlü ilim adamlarının onca gayretine rağmen izah edilemeyen bir hususi mükemmeliyet manzûmesi olarak hâlâ hayranlıkla incelenmektedir! Osmanlı Nizamini ne Avrupa'nın derebeyliksenyörlük düzenine benzetebiliyorlar, ne de bazı Doğu ülkele-
rinin şartlarına göre hazırlanmış ATÜB (Asya Tipi Üretim Biçimi) izahına sığdırabiliyorlar. Bu sırrı, bir mücerret toprak meselesi olarak değerlendirmeye kalkışmak yanlıştır. Zaten öyle zannettikleri içindir ki köklü tahlillere ulaşamıyorlar! Fıkıhta taklit başlamış da, içtimâ-maddî-fikri ilerleme imkânları ortadan kalkmış... Taklid'in başlayış zamanı olarak hicrî dördüncü asrı gösteriyorlar. Hicrî dördüncü asırda herşey toptan kötüye gitmeye başladıysa, bir Osmanlı Medeniyeti nasıl doğdu? 20 milyon kilometre-karelik bir dünyaya hükmeden bir Osmanlı Realitesi nasıl vücut buldu? Tesadüfen mi? Manevî-hukukî-fikrî temelleri olmayan bir madde rüzgarı sâyesinde mi? 5- Osmanlı 'nın Hukuki-İçtimai-İktisadi Üstünlüğü "Kral 8'inci Henry, Kanunî Sultan Süleyman zamanında Türk hukuk sistemi'ni incelemek üzere İstanbul'a bir heyet yolladı." (D. Avcıoğlu 1/10) (Braudel) "Nedir bunları böyle güçlü kılan hukuk düzenleri?" diye adamlar heyet yolluyorlar. Hani fıkıhtaki taklit hukuk sistemini dondurmuş, muattal hâle getirmişti. Sizin donma-gerileme noktası olarak verdiğiniz tarih, hicretin dördüncü asrı. Halbuki bu hâdise; o tarihten, o noktadan 6 asır sonra cereyan ediyor! Dördüncü asırda donmaya başladığımıza göre, Kanunî devrine kadar geçen 6 asır boyunca bir taş yığını haline gelmemiz icab ederdi! Aynı sayfadan şu cümleleri de alalım: "...1071 Malazgirt Zaferi'nden sonra, Türklerin büyük yığınlar halinde Anadolu'ya akmasıyla önce Selçuklular sonra Osmanlılar olmak üzere, Anadolu'da Türk Devletleri kuruldu. Gerek Selçuk gerek Osmanlı Devleti, çağma göre çok ileri bir cemiyet düzenine dayanmaktaydı. O tarihlerde biz Batı'ya değil, Batı bize el açmaktaydı. Fransa Kralı François, Osmanlı Devleti'nden 2 milyon duka altın borç ile cephane ve savaş gemisi istemekteydi, Akdeniz adaları ve İtalya, açlıktan ölmemek için Türk buğdayına muhtaçtı. Kraliçe Elizabeth, Türklerin yün boyama tekniğini çalmak ve İngiltere'ye Türk işçileri kaçırmak amacıyla İstanbul'a ajanlar gönderiyordu." (A.g.e. c.l Shf.10) (A.E.Yalman.Yale Üniversity Press 9-12) 1648'de yalnız özel sanayide 46 bin işçi çalışmaktadır...
Ordunun ve devlet teşkilatının ihtiyaçlarını karşılamak için, ağır sanayi olarak vasıflandırılabilen geniş bir sektör vardı, 2 tersane, 1 tophane, 5 baruthane, çok sayıda fişekhane, kurşunhane-dökümhane-boyahane vs. Bu tesislerde 10 binlerce işçi çalışıyordu. (Adnan Giz, 17. asırda İstanbul Şehrinde Sanayiin Durumu, İstanbul Sanayi Odası Dergisi Temmuz 1967) İşte sanayi! Fransa Kralı gemi istiyor borç rica ediyor. İngiltere Kraliçesi sanayi sırlarını çalmak için ajan gönderiyor. Akıllarını İÇTİHAD'la bozanlar bunları bilmiyor mu? Şerhlerhaşiyeler yazmışız, ezberimizi arttırmışız, başka bir şey yapmamışız. Peki bunları kimler yaptı, kimler kurdu o medeniyeti? Biraz da ilim ve teknikten söz edelim: " Medeniyetin Menşei" admı taşıyan bir yabancı eserde şunlar yazılı: "17. asırda Doğu'nun teknik seviyesi Batı'dan çok üstündü" (Lacoste, Paris 1752. Shf.71) İçtihad mı yapıyorduk o zamanlar? İçtihadlar yapılmıştı. Manevî temellerimiz sağlamdı. Akıl-İman dengesi, bizi zaferden zafere koşturuyordu. Din- ilim kavgası diye macera tanımamıştık biz. Tarih'e Aristoculuk gözlüğüyle bakanlara soruyorum: 17'inci asırda, rönesansını-reformunu yapmış ve kadîm Yunan felsefesine bizin sayemizde kavuşmuş bir Batı âlemi ile karşı karşıyaydık. Biz İbni Rüsd'lerin bereketinden uzaklaşalı 600 yıl geçmiş ve Batı kendi Aristosuna kavuşah 400 yıl, rönesansmı reformunu yapalı200 yıl olmuştu da,17'inci asrın manzarası niçin öyleydi?! Niçin biz batı'yı değil, Batı bizi taklîd ediyor; niçin biz Batı'ya değil, Batı bizim peşimizden geliyordu? Niçin? Eğer sizin mantığınız doğru olsaydı; 17'nci asırda bizim bir Afrika devleti, Batı'nın da bir dünya saltanatı manzarası arz ediyor olmamız gerekmez miydi? Bir kaç mukayese not'u daha sunalım: "18'inci asrm sonlarma kadar Türk halkının hayat seviyesi ve millî geliri, dünyada birinci sırayı işgal ediyordu" (Y.Oztuna 11/392) "Halkın fiyat hareketleriyle baş edememesi, kira ve yiyeceğe para yetiştirememesi, ancak 1912'den, bilhassa 1914'den sonra başlamıştır." (Y.Öztuna) Temellerin sağlamlığına bakınız. Gerilemenin başlamasından ne kadar sonra dahi, göstergelerin bir çoğu hâlâ muayyen bir seviyenin altma düşmemiştir.
"Peki niçin geriledik?" diye sorabilirsiniz. Anlatacağız. Fakat gerilemenin izahını yapmadan önce, bir tesbit daha sunmak istiyoruz: "Hz. Muhammed'in tebliğ ettiği dinin fikrî gelişmeleri engellediğini belirtmek için çırpınanların iddialarını kabul etmek mümkün değildir. Bunun zıddını savunmak çok daha doğru ve kolaydır." (Comte de Gobineau 1865; Les religions et les philosophes). 6- Yalnızlaşan Akıl Prof. Hamidullah'ın, bir sözü vardır: "Hukuk, İslâm'la doğmuştur." Gerçekten öyledir. Daha sonra, fıkıh ulâması, üzerine düşen vazifeyi, içtihadıyla-tahriciyle-temyiziyle-tafsiliyle bihakkın ifâ etmiştir. Ehl-i Sünnet'in muazzam fıkıh külliyatı, o vazife şuuruyla ve bugün sahiplerini en derin takdirminnet duyguları içinde anmamızı gerektiren büyük gayretlerle-emeklerleçilelerle-himmetlerle meydana getirilmiştir. İhmale uğrayan görevler elbette vardır, ama bunlar fıkhîiçtihadî saha ile ilgili değildir. İktisadi-içtimaî-siyasi âhengin müşahhas tedbirlerini gerçekleştirmek ve de mücerret icaplarını yeni inkişaflara göre munzam mefhumlarla teçhiz etmek, fukaha'nın işi değildi ki o istikametteki hamleler vaktiyle bir noktaya gelinmiş ve orada durulmuştur. Dahasını söyleyelim: Ünlü Ortaçağ medeniyetimizde de yoktu bu, Pozitif ilimler sahasındaydı hamleler... Onlara ve bir de rahat yaşama şekillerine münhasır idi. Siyasî iktisadî-terkibi düşünce adına yapılan ise, Aristoculuktan vs.den ibaretti. Eski Yunan düşüncesini Batı'ya aktırmakla, onlara çok şey kazandırdık ama bizâtıhi kendimiz Eski Yunan düşüncesi'nden pek bir şey kazanamadık. Kazanamazdık da! Sonunda, cennet-cehennenı semboldür demeye başladık! Kantarın topu kaçtı. Akıl yalnız kaldı. O zamanki şansımızı iyi kullansaydık, ileride Batı'nın gerisine düşmezdik. Medeniyetlerin tezahürleri maddîdir; ama temeldeki âmilleri maddî değil, fikrîdir-manevîdir. Sade akıl, adamı tıptateknikte bir müddet ileriye götürür. Ama sade akılla, akılcılıkla, bir medeniyet doğamaz ve bir medeniyetin temelleri asırlarca ayakta tutulamaz. İslâm âleminin gerileyiş sebepleri, satvet devinde filizlenmiş ve o şâşaâ ile beraber büyümüş ve nihayet aslı
mahiyetinin hükmünü icra etme safhasında sahiplerini şaşkına çevirmiştir. 7- Felsefe'den Naylon İçtihad'a İslâm Tarihi'ndeki şu örnekleri lütfen iyi düşününüz: "Dinin sembolik bir manası vardır. Peygamberin vazifesi .. mahkulata ait hakikatleri başka türlü kavrayamayan bilgisiz halka onları anlatmaktır. Cennet, cehennem, ve Kurandaki başka doğma (nas)lalrbirer sembolden ibarettir... Mükemmel bir filozof, peygambere üstün sayılmalıdır." (Fârâbî) "Yokluktan hiçbir şey meydana gelmez... Ad kavminin mahvolmasına dair verilen bilgi hayal mahsulüdür... Din, sembollere başvurarak halkın hayal gücüne hitab eder... Gök cisimlerinin dönmesi Allah'ın irâdesinden değil kendi içlerindeki vasıflarmdandır." (İbnü Rüşd) Akılcılığı işte buralara vardırdılar... Böyle bir medeniyet dengesi süreklilik ve istikrar ifade edemezdi. Bu hatâlar, İslâm medeniyetine hiçbir şey kazandırmamış; bilakis, yarınları tehlikeye atmıştır. Şunu söyleyebiliriz: Batı'nın Newton, Leinbiz, Pascal, en son Einstein gibi ilim adamları, bizim Ortaçağ, filozoflarımızın bazılarından daha ziyâde vahdaniyet akidesine yakındırlar! Acı, ama gerçek. BiTim «^a^agM^pniytimiT'-i manevî taassup de&il. maddi taassup, yani ifrat akılcılık ve materyalizme dönüşen felsefi zıçırlıklar çökertmiştir. Tabffjsrâfın sefahatin, saf heyecan eriyişinin refâkatiyle... Tefekkür adına yapılacak şey bu mudur? Hilkati, vahyi, imanı, Aristo felsefesine arz etmek midir? Kendi siyasî-içtimaîiktisadî fikriyyatmı bir mefhumlar ve müesseseler sistemi halinde geliştirmenin hamlelerine girişsene. Bu kolaycılık, bu mesuliyetsizlik canımıza okudu. Bizi çok sonraları, onların mefhumlarıyla düşünme ızdırabına maruz bıraktı. Halbuki böylesi, tabiî görevin ifasından çok daha zor bir imtihandı ve çok daha büyük bir mesuliyet şuûrunu miistelzim idi. O'nu kaldıramayan, yüz'ü nasıl kaldırır; Caddede yürüyemeyen bu virajları nasıl alırdı?! İşte "Naylon içtihad" talebi fikrî mesuliyetten kaçış psikolojisinin kendi nefsi için bulduğu "çare'yi temsil eder. Batı felsefesi en sağlamlarımızı bile şaşırttı. Kavramlar onlarındı. Kendi kavramlarımızı, kendi fikrî-manevî bütünlü-
ğümüz içinde, siyasî-iktisadî-terkibî cevaplar sahasında eliştiremiyorduk. Bazı teşebbüsler elbette vardı. Ama yetersiz ve rağbetsiz kaldılar. Batı Felsefesinin ilk şaşırtmacası, Kur'an mahluk mudur değilmidir? şeklinde idi. Ne böyle soru olurdu, ne böyle mesele. Bizi, kendi iç dokumuzla boğuşmaya itiyorlardı. Fukaha'nm gayretleri bu bâdireden kurtulmamazı mesned teşkil etti. Fukaha, daha doğrusu, mutlak müctehidler, itikadi sahayı da boş bırakmış değillerdi, imâm-ı Matüridi ve İmam-ı Eş'arî bu ve buna benzer soruları, başta İmam-ı Azam'm Fıkhül ekberi olmak üzere, dört imamın kavillerine dayanarak yaptıkları yeni izahlarla def edebildiler. İslâm, Batı Felsefesi'ne değil; Batı Felsefesini İslâm'a arz edecektik. Yapamadık bunu. Gazalî, ibni Sina karşısında haklıydı. İbn Rüsd'ün zirvede temsil ettiği zaaf, öylece devam etti, O'na tepki gösterenler arasmda da bazı yanlışların ihmallerin görülebilmesi tabiîdir. Ama, "Gazali, akılcı İslâm Dünüşcesi'ni geriletti" demek insafsızlık olmaz. Gazalî, akla karşı değildi, aşırı (ifratçı) akılcılığın vahîm tehlikesini bertaraf etmek, denge'yi yemden kurma yolunda bir sert tesir husûle getirmek istiyordu. O zamanda anlayamadılar, şimdi de anlayamıyorlar. Gazaliyi fikri yönüyle/ve Batı Felsefesini umumî veçhesiyle, günümüzde meselâ bir Necip Fazıl anlamıştır. Amabir ElmalıhHamdiEfendi dahiruh'un ölümüne ihtimal veren yorumlarında felsefe'den menkûl menfî tesirlenmeler göstermiştir. (Not: Felsefenin ne olduğu hakkında Bk. II. KısımJ.B.)
VIII- İÇTİHAD T E F E K K Ü R - R E F O R M "Bu ilim; tevil yapan cahillerin, tahrifçi azgınların, iptalci müfterilerin, hülasa ona düşman olan her kötü ruhlu neslin elinden muhafaza olunacaktır." Hadis-i Şerif "Tefekkür vazifedir." Gazalî "İslam hukukuna açılan kapıların kapalı olduğu bir mekanda içtihad kapısının açık olduğunu söylemek abesle iştigaldir. Laik bir ülkede içtihad, dini devlet namına tahrif ve tahrip etmenin vasıtasıdır." (Din-Dil-Tarih Şuuru) 1- Genel Esaslar 1-İçtihat, âyetlerden ve hadislerden bir meselenin (aşikâr olmayan) hükmünü bulup çıkarmak demektir. 2- İçtihat yapabilmenin şartlan şunlardır: a- Arapçayı kültür ve edebiyat inceliklerine varan seviyesiyle, tam bir vukufla bilmek. b- Kur'an ilimlerini bilmek, c- Hadis ilimlerini bilmek. d-Fıkıh ilmini, usulüyle, esaslarıyla, unsurlanyla, vâsıtalarıyla ve incelikleriyle bilmek.
mak.
e- İslâm'ın umumî esaslarını ve rûhunu bilmek. f- Üstün bir zekâya, sezişe ve takdir gücüne sahib ol-
g- Din dışı ilimlerin ve bilgilerin din'e taalluk eden verilerini (mu'talarmı) bilmek. h- İhlâs ve tâkvâ sahibi olmak. 3- Ehl-i Sünnet çerçevesinde dört mezhepten başka hiçbir mutlak müçtehidin mezhebi sıhhatli ve yaygın bir şekilde devam etmemiştir. * 4- İmam-ı Cafer bir mutlak müçtehid idi. Fakat İmam-ı Cafer'in içtihadı, siyasî ve bâtınî taassuplar elinde ismen devam ettirilmiş, fakat aslen, yayılma imkânı bulamayan diğer mutlak müçtehidlerin mezhepleri gibi kesilmiştir. 5- İmamı Ahmed b. Hanbel'in mezhebi kendisine nisbet iddiasında bulunan bazı kişilerin ve akımların istismarına mâruz kalmıştır. Bu istismarların neticeleri olarak husûle gelen Teymiyyecelik ve Vahhabilik gibi kolların, ne İmam-ı Ahmed ile ne de onun mezhebi ilesıhhatli bir mensûbiyet ve devamlılık münâsebeti mevcut değildir. 6- Bu konuyu incelikleriyle dikkate almayanlar ve mesela Doç. Ethem Fığlalı İslâm Mezhepleri adh eserinde "Ahmed b. Hanbel'in kurduğu Hanbelilik, bütün yönleriyle son asırda Suudi Arabistan Krallığının kurulmasıyla yayılma ve canlanma imkânına kavuşmuştur" diyor. Halbuki, Vahhabilik İmam Ahmed^indeğil; İbni Teymiye'nin mezhebini uygulamıştir."Bâsen İbhi Teymiye, İmamı Ahmed'den ayrı düşmüş birisidir. "Selefin itikad anlayışını ihyâ etme" iddiasıyla yeni bir yol ihdas eden Teymiyecilerin bu halini İbnül Cevzi şöyle dile getirmiştir: 'Teşbih konusundaki sözleri gayet sarih ve avamdan bir kısım halk da kendilerine tâbi olduğu halde, kalkıp (ehl-i sünnetiz) diyorlardı. Bunun üzerine ben de onlara ve onların peşinden gidenlere, (Ey arkadaşlarım! Büyük imamımız Ahmed b. Hanbel kırbaçlar altında olduğu halde diyordu ki: Söylenmemiş bir şeyi ben nasıl söyleyebilirim? Bu sebeple sizler de onun mezhebinden olmayan şeyleri ihdas etmekten sakının.. Sonra kalktınız hadislerde de zahirlerine göre hüküm verdiniz. Sadece hadisleri okur ve susarız, deseydiniz; sizi kimse muâheze etmezdi. Fakat siz hadisleri zâhirleri ile sınırlandırdınız ve o yolda hükümle mücadeleler verdiniz. Ahmed b. Hanbel'in mezhe-
binde bulunmayan şeyler çıkarıp O'na isnad etmeye kalkmayınız." (İbnül Cevzi, Def u Şibhüt teşbih) 7- Hak mezheplerden herbiri edille-i şer'iyye denilen dört delil kaynağına dayanır: Kitap, sünnet, kıyas, icmâ. • 8- Ashab arasında itikadî meseleleri taalluk eden lıiçbir görüş ve düşünüş ayrılığı vâki olmamıştır. Esasen itikadı sahada y e n f cevaplarm^^verümesinl gerektiren münakaşa ve ihtilâf sebepleri çok daha sonra zuhûr etmiştir. İtikadî sahanın, ashab devrinde fer'î farklılıklar arzeden meselelerden ve bunlarla ilgili görüş düşünüş ayrılıklarından dahi tamamen uzak bir u m u mi mutâbakat beraberliği halinde bulunması; iki şekilde izah olunabilir: a- Resulullah, hayatta iken İslâm'ın mübelliği olarak, ashâbma her hususta en doğru bilgileri veriyor bir meraka düşülmesine mahal kalmıyordu, b- Resulullahm ölümünden " sonradaashabmtunlöffinı.vemuhtemelher sualin cevabını almış olmanın devam eden mutâbakatı içinde bulunmuştur. (Hikadiyatta İçtihad Câri değildir.) 9- Amelî sahada ise yeni meşelerle karşılaşmak tabiidir. Resulullah o takdirde ne yapılacağını ashâbma zaten öğretmiş ve içtihad yolunu göstermişti. Bu itibarla, ashab da tabiin de, fıkhi meselelerde içtihad yolunu kullanmışlar ve karşılaştıkları yeni meseleleri böylece halletmişlerdir. 10-Mezhep mefhumu, bilinen ıstılahî manasıyla ashab ve tâbiin zamanlarında mevcut değildi. Fakat İÇTİHAT müessesesi vardı ve yeni meselelerin ve ihtiyaçların doğmasıyla içtihad müessesesi devamlı bir inkişaf istikametinde bulunuyordu. Tâbiin devrinin sonundan ve etbâ-ı tâbiin devrinin başlamasından itibaren içtihad müessesi mezheplerin takarrürü ve tedvini marhalelerine doğru tabiî bir şumul zenginliği kazanarak yeni bir inkişaf seyrine kavuşmuştur. Amelî mezheplerin takarrürü ve tedvini, içtihad müessesesindeki bu intişafm tabii bir neticesidir. Bazı muterizler, "eskiden mezheb mi vardı?" diyor. Mezhep yoktu a m a içtihad vardı ve emrolunmuştu. Esâsen imamı Azam, İmam-ı Şâfi İmam-ı Malik, İmam A h m e d gibi mutlak müçtehidler; mezhep kurma düşüncesinde değillerdi. Onlar içtihadlarını yaptılar ve mezhepleri zaman içinde takarrür ve teşekkül etti. . 11-İtikadî sahada daha değişik bir durum vardır, itikadı
sahada, bazan zorâki gayretle, bazan gafletle, bazan kasıtla, bir takım sun'î meseleler ihdas edilmiş ve bunlara karşı yeni cevaplar hazırlamak yeni eserler telif etmek zarureti bundan dolayı doğmuştur. İmamı Matüridî ve İmamı Eşarî, bu cevapları ve eserleri, en güzel şekilde vermişlerdir. Aralarındaki farklar, aslen ifade farklarından ibârettir. 12- Resulullahm fıkhî sahada gösterdiği yol, Kitaba Sünnete sarılmak ve gerektiğinde içtihada müracaat etmektir. İtikadî sahada gösterdiği ilmî yol ise, bilinmesi gerekenleri iyi bilmek bilemeyeceğimiz hususları ise bilmeye çalışmamaktır. Kader meselesinde fazla derinleşmeye kalkışmamamız ihtar edilmiştir. Bu ihtarın icabını yerine getirmeyenlerin sözleri bir sürü mesele çıkarınca, mezhep imamlarınız o meseleleri aslma ircâ etmişler, gönülleri ve zihinleri aydınlığa ve huzura kavuşturmuşlardır. Ruhun mâhiyetini araştırmamamız, Allah'ın zâtını tefekkür etmememiz kader konusunu araştırmamamız ihtar edildiği halde insanlar bu yönlere eğilmişler ve bir sürü sıkıntıyla karşılaşmışlardır. Mezhep İmamları bu sıkıntıları, "mânâların asl'a ircâ edilmesini sağlayıcı" muknî ve ince izahlarla bertaraf etmişlerdir. 13- Ashabın itikad sahasındaki ilmî meşrebi meslekî istikameti ne ise, İmam-ı Azam'ın ilm-i tevhid'i de o'dur. İmam-ı Azam'ın ilm-i tevhid'i ne ise, İmamı Maturidi'nin ve İmamı Eşari'nin mezheb-i itikadisi de esas itibariyle odur. 14- "Ashabm-tâbiinin yolu terk edildi" gibisinden yanlış ve insafsız bir gerekçeye dayandırılan ve "selefin yolunu ihyâ" nâmıyla başlatılan cereyan bâtıldır, anlamsızdır. 15-İçtihad ehliyetinin şartları bir âlim (birfakih) üzerinde toplanmış olsa bile; içtihad ihtiyacı yok ise, içtihada gidilmesi bahis konusu olamaz. Ne ashab devrinde, ne tâbiin devrinde, ne de etbâ-ı tâbiin devrinde zaruret olmaksızın içtihada gidilmemiştir. İçtihada ehil olmanın şartları içtihada zaruret duyulmasının şartlarıyla bir arada bulunmalıdır ki içtihada gidilebilsin. 16- Ashab devrinde, cevabı Kitapta ve sünnette âşikâr olarak bulunmayan bir mesele sorulduğunda, ashab içtihada gidiyordu. Çünki onlar ilmi bizzat Resulullah'tan almışlardı. Bununla beraber o devirde de bâzı düzenleyici kaideler ve usuller vardı.
a- Asr-ı Saadette, aslî hal mercii, bizzat Resullah idi. Meseleler ya hemen ya daha sonra Ona ulaşır, kesin çözüme bağlanırdı. İkinci ihtimal, vazifeli olarak gönderilenlerin muhatap oldukları meşelerle ilgilidir. O vazifeli sahabî, meseleyi çözer, şayet yanlış yaparsa Resullulah düzeltir. b- Dört Halife zamanlarmda, fetvâ yetkisi umûmiyetle belli sahâbiler, üzerinde toplanmıştır. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer zamanlarmda fetvâ ile görevlendirilen kişiler istişâre imkânı bulamazlarsa içtihad ederler, ama verdikleri içtihadî cevaplar başta halife olmak üzere Ashâb-ı Kirâm'm ilim dairelerinde teminatlarını bulurdu. c- Ashabı Kiram'm ihtilafları halinde istişare müessesesi işler ve içtihadi meseleler tavazzuh ederdi. Hiçbir sahâbi "ben içtihad yetkiliyim içtihâdımı yapar kimsenin görüşünü dikkate almaya ihtiyaç duymam" tutumunun içine girmemiştir. Çünkü Resulullah onlara yalnız içtihad yolunu göstermekle kalmamış, istişare'nin hükmünü hem tebliğ etmiş hem de bizzat kendi hayatıyla öğretmiştir. Sahabi içtihad zaruretinin tekevvün şartalarmı ve kendisinin o meselede içtihada huzur-u kalble muvaffak olabilmesinin şartlarını en iyi şekilde takdir eder, içtihad kaynağı olarak Kitab'a sünnet'e kıyas'a dayanır, vardığı içtihadî hükmü de ilk fırsatta istişareye arz ederek meselenin kat'i tavazzuhu için böylece her icabı titizlikle gözetmiş olurdu. Sahabilerin üzerinde tam mutabık kalamadıkları hususlar ayrı bir tefeyyüz kaynağı teşkil etmiştir. Bu keyfiyet fıkhın inkişâfını sağlayan âmiller arasında apayrı bir öneme sahiptir. Bir Hadisî Şerif: "Ümmetimin ittifakı hüccet, ihtilâfı rahmettir." Buradaki ihtilâf, belirtilen icaplara riâyetten sonra meydana gelmiş olan ihtilâftır. İmamı Azam b u konuda şöyle diyor: "Sahâbiler ve tâbiin, bizim anladığımız şeylerin hiçbirini gözden kaçırmamışlardır. Birbirlerine fetvâ vermişler ve fetva sormuşlardır. Sert münakaşalara ve faydasız mücadelelere dalmamışlardır. Sonrakiler de onlara uymuştur." 17- İkinci ve üçüncü asırlarda dört mezhep imamından başka mutlak müçtehid olabilme iktidârına sahip zatlar da vardı. Fakat diğerlerinin içtihadları süreklilik arz eden bir mezhep halini alamamıştır. Bir mezhebin teşekkülü mutlak müçtehid olan bir âlimin içtihadıyla başlar, fakat o âlime tâbi olan âlimleDin-Medeniyet ve Lâiklik F. 6
81
•-İ]
T 7 [ü ' /i ij
"T
rin gayretleriyle tamamlanır. Hiçbir mezhebe tâbi olmaksızın yapılan ve başlıbaşma bir mezhep teşekkülüne vücut veren içtihatlara mutlak içtihat, bu müctehitlere de mutlak müçtehid denir. 18- Bir mutlak müçtehide tâbi olan ama o mutlak müçtehide bazı meselelerde içtihâdı ile muhalefet edebilme iktidârına sahip bulunan fakih, müçtehid~i filmezhep (mezhepte müçtenid) adını alır. İmam Ebu Yusuf ve İmamı Muhammed bunlardandır. 19- Bir mezhebe mensub olan ve mensub olduğu mezhepte hükmü bulunmayan yeni meşelerle ilgili içtihadlar yapabilecek iktidâra sahip fukahaya müçtehid-i filmesele ( mesele müçtehidi) denir. Mesele müçtehidi, mutlak müçtehidine ve mezhep müçtehitlerine (kendi mezhebindeki) muhalefet edemez. 20- Bir meselenin çözümünü, mezhepteki kavilleri o meselenin ihtiyacına göre tevcih ve tavzih etmek suretiyle gerçekleştirebilen fukahaya eshabı tahric denir. Buradaki tahric mefhumu mezhepteki kavillerin delâleti müphem olan cevaplarını aydınlatarak ortaya çıkarmak manasınadır? 21- Bir meselenin cevabını mezhepteki ilgili kaviller arasında tercih yaparak verebilen fukahâya eshâb-ı tercih denir. 22- Bir meselenin hükmünü mezhepteki kavillerin sıhhat derecelerim temyiz etmek suretiyle bulabilen fukalıâyâ eshâb-ı temyiz denir. 23- İçtihada-tahrice-temyize tevessül etmeksizin; mezhepteki içtihad-tahric-temyiz-tercih erbâbını iyi tanıyan ve onların kavillerini tedvin eden fukahâya "mukallid-i mahz1' (münhasıran tedvin edici âlimler) denir. Avâma mukallit denilmesiyle bazı âlimlere mukallit denilmesi arasındaki fark şudur: Avam, taklid ettiği mezhebin miiçtehidini, tahric-teıcih-temyiz erbabını hususiyetleriyle tanıyamaz ve kavillerini bu şuûrla bilemez. Bu fark, tedvine muktedir olan âlimle olmayan âlim arasında dahi esas itibariyle mevcuttur. 24- Fıkıhta taklit, bir mezhebin kavilleri üzerinde içtihad tahriç ve de hükme medâr olacak surette tercih-temyiz yetkisine ve ehliyetine sahip bulunmayan kişilerin o mezhebe ittibâ edişlerine denir.
Umumi olarak taklit kelimesinin muhtevasında bulunan menfilik bir fıkhi ıstılah olarak katiyyen bahis konusu değildir. Nice büyük âlimler ve veliler bir mutlak müçtehidi severek taklid etmişlerdir. Mukallit durumundaki bir müslüman zarurât-ı diniye . (ilm-i hal) bilgilerinin ötesinde ilim tahsil etmek sûretiyle elbetteki yükselen seviyelerde ilmî nasipler kazanır. Fıkhî taklit zarureti, ilmî tekâmül ve inkişaf zaruretleriyle tezat halinde değildir. "Taklitçilik başladı tekâmül ve inkişaf durdu" diyenler, "taklit" kelimesinin umumî mânâsmdaki menfiliği fıkhi İstılahtaki muhtevaya zorla dere etmek suretiyle vahim bir hatâya düşüyorlar. 2-Kötii Olan Taklit Hangisidir? Şimdi taklid'in müsbet mânâsıyla menfi mânâsı arasındaki fark üzerinde bir nebze duralım: Resulullah, hükmü ayetler (vahy-i metlüv) veya hadisler (vahy-i gayri metlüv) halinde kendisine bildirilmeyen herhangi bir meselede içtihad ederdi. Onun kararı; doğuşu itibariyle zahiren içtihad gibi ise de, vahyin teminatı altında bulunması itibariyle hükmen ve neticeten sünnettir. Çünkü nazârî olarak hata ihtimalinden söz edilebilse bile, Cenab-ı Hak Onu vahy ile tashih eder. Bize intikal eden haliyle peygamberî içtihad, isâbetsizliğe ihtimali bulunmayan bir katiyyet hükmüdür ve sünnetin şumulündendir. (Buna vahy-i bâtın da denilmektedir.) Onun bazı hükümleri başlangıçtaki zahirî vasfıyla içtihad suretinde beyan etmesi ashabına ve ümmetine içtihad mefhumunu kendi tatbikiyle tâlim etmek hikmetine mebni idi. Resulullah taklid mefhumunu da kendi mübarek varlığına bağlanan bir tatbik ile tâlim etmiştir: "Namazı benden gördüğünüz veçhile kılınız." Fıkhi taklit, dinin zahirî (amelî) icaplarını düzenler... Nasıl namaz kılacağız? Mezhebimizdeki kavil neyse ona göre kılacağız. Bu taklit namazın ruhunu niçin dondursun? Hepimiz namazın zahirî icaplarını aynı şekilde yerine getiririz. Ama NAMAZ MÜ'MİNİN MİRACIDIR ve herbirimizin namazı miraçlarımızın irtifa ölçüsüdür. Bu ölçüye göre milyonlarca müslümanın namazları ayrı ayrıdır. Nasib'e göre farklıdır. Namazın zahirî icaplarını taklid etmek, o'nun sırlarına doğru, onun
rûhânî faziletlerine doğru yükselmemize mâni midir? Namazın derunî icapları "Cenab-ı Hakkı görür gibi ibadet etmek" esası ile ayrıca işaretlenmiş ve düzenlenmiştir. İslâm ülkelerinin geri kalmışlığını fıkhi taklidin varlığına ve içtihadın durmasına bağlamak, meseleleri ve mefhumları birbirine karıştırmaktan başka bir şey değildir. Evet bize çok büyük zararlar yeren bir taklitçilik tarafımız vardır. Resulullah efendimiz onu şöyle açıklıyor ve bizi şöyle ikaz ediyordu: " Şüphesiz ki siz kendinizden önce gelen milletlerin yoluna, karışı karışma, arşım arşınına, tıpatıp uyacaksınız. O derecede ki Şâyet o ümmetler daracık keler deliğine girseler siz de onlara uyarak illa oraya girmeye çalışacaksınız. - Ya Rasulullah! Bu ümmetler Yahudilerler Hristiyanlar 1111? - Onlardan başka ya kim olacak?" (Buhari) Keler deliğinden geçmeyi zül addetmeyenler, acaba vesile-i rahmet olan bir esası benimsemekten niçin tedirginlik duyarlar? 3- tçtihad'ın Bugünkü Manam İçtihad müsessesine bugünün şartları açısından baktığımızda şunu görüyoruz: a- Mutlak müçtehid olabilme ihtimâli hem ehliyet şartları hem zaruret şartları dolayısıyla mevcut değildir. b- Telfik-i mezâhip (veya tevhid-i mezahip) yoluyla ana dalları zorla bire ircâ etmeye kalkışmak; İslâm ağacmı, gövdenin bitim yerinden kesmeye benzer. Luisyana da yerliler bir ağacın meyvelerini rahatlıkla toplayabilmek için o ağaçı kökünen kesip devirirlermiş. İyi niytie böyle bir talepte bulunanların o yerlilerden hiçbir farkı yoktur. c- Bugün, "mesele müçtehidi" olmanın şartları da fevkalâde ağırlaşmıştır. Müçtehidliği bir tarafa bırakalım, din âlimi dahi pek yetişmiyor. d- İçtihad, fıkhî sistem bütünlüğü içinde cevabı bulunamayan meseller için yapılır. İslâm Hukuku kapısının resmen kapalı olduğu bir mekânda içtihad kapısının açık olduğunu söylemek ve içtihad müessesesinin işletilmesi gereğini savunmak, abesle iştigaldir. Lâik Hukuk Sistemi'nin câri olduğu bir
vasatta içtihad; ancak, din'e, devlet hesabına müdahale etmenin vasıtası olarak kullanılabilir. e- Bugün İslâm aleminde içtihad zaruretinin var olduğuna inanmak kabil değildir. Hele Türkiye'de hiç değildir. Çünkü Türkiye'de siyasi sistem laik, İktisadî sistem kapitalist, Ceza Kanunu İtalyan, Medeni Kanun İsviçre, Ticaret Kanunu Alman menşelidir... İçtihad talebinin konusu dahi yoktur. (İbadet hâriç İleride temas edeceğiz) "Ya içtihada nasıl kalkıyor bu sersemler? O içtihad ki dünya kadar ulûm ister. Sokarsa burnunu herkes düşünmeden her işe, Kalır selâmet-i milliyemiz öbür gelişe. Sabahleyin mütefelsif, ikindi üstü fakih; Sular karardı mı pek yaman bir edib-i nezih. , Yarın müverrih, öbür gün siyâsetin kurdu; Bakarsm ertesi gün içtihada pey vurdu!" SAFAHAT 4- Tekâmülün Sırrı Yine tarihe dönelim... İçtihad durunca tekâmül durdu" hükmünün yanlışlığını belirttik. Tekâmülün durmasına sebep, tefekkür tembelliğidir. Fuat Köprülü'nün bir sözünü hatırlatmak istiyorum: "Manevî-fikrî kuvvetimiz, tarihin hiçbir devrinde maddî kuvvetimizle mütenasip olmamıştır." Prof. Köprülü'nün bu sözünde büyük bir hakikat payı vardır. İslâm Tarihi incelenirse, içtimai tefekküre yeterince önem verilmediği görülür. Ortaçağ boyunca tefekkür adına yapılanlar, genellikle, Yunan Felsefesi'ni yorumlamaktan, hattâ daha da acısı, Yunan Felsefesi'ne göre İslâm'ı yorumla maya çalışmaktan ibârettir! ibni Sina'lar IbniRüşd'ler Farabi'ler hep bunu yapmışlardır. Bir kısmı, messâiyyun ekolünü yânı "Aristoculuğu, bir kısmı da işrâkiyyun ekolünü yâni Eflatunculuğu meslek edindiler. Böylelerinin tahribatını izâle etmek ise tasavvufî düşünce sahiplerine düşmüş ve b u arada içtimaî düşünce ihmâle uğramıştır. İstisnâi olarak sadece bir İbni Haldu
çıkmış; o da, eserinin adı gibi sadece "mukaddime" faslında kalmış ve dengeyi iyi kuramadığı için de bazı doğruları dile getirirken bir çok yanlışlara sürüklenmiştir. Daha sonraları toprak düzeni ile ilgili olarak Nizâmül Mülk'te merkezleşen bir düşünce gayretinin belirmesi; meyvelerini vermiş, Selçuklular'da ve Osmanlı'ların ilk devirlerinde görülen toprak düzeni üstünlüğünün doğmasını sağlamıştır. Temel, yine İslâmın ölçüleridir ama, o ölçülere dayanarak gösterilen düşünce gayreti tarihçilerin bugün bile takdirle ve hayranlıkla andıkları bir sistematik ahengin doğmasına yol açmıştır. Aynı iş, iktisadî ve siyasî alanlarda da, kedi özellikleri içinde, yapılmalıydı. Faizsiz bir iktisadî nizâmın ve meşverete dayanan bir siyasi nizâmın aslî ölçülere bağlı kavramları ve müesseseleri geliştirilmeliydi. Bunlar yapılamadığı gibi; toprak nizâmının yarınları için de, yeni şartların muhtemel tesirlerini dikkate alan bir düşünce faaliyeti gösterilmedi. Osmanlı Devleti "fiilî cihad" bakımından büyük hamleler yaptı. Ama "fikrî cehd ve cihad" bakımından aynı dinamizmi devamlı kılamadı, ikincisi olmazsa; birincisi önce anlamını kaybeder, sonra şeklini. Maddî ilerleme, özdeki keyfiyetin kemmiyet halinde köpürmesidir; keyfiyetin kemmiyete yansımasıdır. İman ışığında yürüyen aklın şumüllü tefekkürü olmadan, içtimaî plânda, sıhhatli hiçbir netice "kalıcılık" kazanamaz. Ama o varsa, maddî dalgalanmaların inişlerin-çıkışlarm çarelerini bulmak çok kolaydır. Tekâmülün sırrı, iman T akıl-tefekkür beraberliğindedir. (Bk.2. Kısım, 4'e) Osmanlı Devleti, Tanzimat'la beraber, İslâm Hukuku'ndan Roma Hukuku'na geçmeye başladı. Çünkü Osmanlı Devleti'nde İslâm hukukuiıu tatbik edebilme kaabiliyeti kalmamıştı. İslâm Hukuku'nun tatbik edilebilme kaabiliyeti değil, yanlış anlaşılmasın; bizde onu tatbik edebilme kaabileyeti kalmamıştı. Tersini söylerler hep. "İslâm Hukuku'nda tatbik kaabiliyeti kalmadı, içtihadla genişletelim" derler. Tekrarın sıkıcı zaruretini göze alıp bir daha ifade edelim: Tatbik etme durumunda olanlarda tatbik kaabiliyeti ve liyâkati kalmamıştı. Mesele içtihad meselesi değil, içtimai tefekkür yokluğu meselesidir.
Faizsiz-rüşvetsiz-israfsız bir iktisadî sistemin temel ölçülere dayanak geliştirilmesi gereken kavramlarını ve müesseselerini fikren geliştirmemişsin; kapılarını kapitalizme açmışsın; İslâm hukukunu nasıl tatbik edeceksin? Tabii ki "tercüme bir ticaret hukuku" lâzun. 1838'de kapılar kapitalizme tamamen açılmış, sonra, 1850'de Fransız Ticaret Kanunu ithal edilmiş. Tabiîdir. "Meşveret" köküne dayanan bir siyasî gelişme zaruretinin "kavramlarını ve müesseselerini" oluşturamamişsm. 1875'de Fransız Parlamentosu yeni döneminin açılışını yapmış, sen de ertesi sene, yani 1876'da kendi parlamentonu açmışsın. Tabiiki Batı'dan aynen alınma bir anayasa hukuku lâzım. "Artık Avrupahlar bu devletin kendini yönetme gücünden mahrum sayılması gerektiğini ve bu sebeple vesâyet altına alınmasının zarurri olduğunu kat'i bir dille bildirdiler. İşte o zaman efendiler, bir paşanın başkanlığında üçü Hıristiyan olmak üzere 16 memur 10 ulemâ 2 askerden oluşan bir heyet Bab-ı âli'de toplandı. (Elindeki anayasayı göstererek) İşte bu kitabı yazdı. Efendiler, bu kitap (bu anayasa) düşmanlarımızı râzi etmek amacını gözeten bir metindir. Bununla millet arasında ne gibi bir alâka ve münasebet vardır? Bu kitap bir paçavradır efendiler!.." (Doğan Avcıoğlu Milli Kurtuluş Tarihi, Cilt 3 shf. 1064 Atatürk'ün 1 Aralık 1921 tarihli meclis konuşması Elbetteki bu, Osmanlı'yla başlamış bir mesele değil. Mesele'nin kökü, tefekkür adına Yunan Felsefesine sarıldığımız devirlere kadar uzanır. Ölçülere sahib olmak, ölçülere fikren lâyık olmayı gerektirir. Ölçülere layık olmak, onları slogan haline getirmek değildir. O'nu yeniçeri güruhu da pek güzel başarıyordu. Meşhur teraneyi herkes bilir: "Filancayı istemezük, şeriat isterük!" Tarih boyunca İslâm'a slogancı takımının bakış açısı işte bu basitlik seviyesindedir. Aynı hal, siyasî ihtiras şuursuzlukları içinde hem devam etti; hem de yeni bir boyut kazandı: "Taklit istemezük, içtihad isterük!" Al berikini vur ötekine. Diğer İslâm Ülkeleri ne yaptı? Onlar da tatbik liyâkatlerini ve kaabiliyetlerini kaybettiler. Çünkü hepsi müzmin tefekkür tembelidirler ve slogan çaçaronluğunun ötesine hiçbir za-
man geçememişlerdir. Tefekkür bedelini çağlar içindeki zamanın akışı boyunca bir ibâdet vecdiyle ödemeden, külli ölçüleri tatbik edebilme liyâkati ve kaabiliyeti muhafaza edilemez. Bir devir geldi, tefekkür adına reform içtihatçılığını yahut içtihad reformculuğunu savunanlar türedi. İçtihad yoluyla reform! Aslında bu da bir bakıma tabiîdir! Dün Yunan Felsefesi'ni taklit eden tefekkür tembelinin, bir gün Luther reformculuğuna sarılmasıdır tabii olan!.. Hristiyanlığın yegâne kaynağı' İncil'dir; ve onlar, müşahhas reformu (muharref mevcudiyetine rağmen) İncil üzerinde değil, kilise teşkilatı üzerinde yapmışlardır. Şark reformcusu'nun bunu düşünecek hali yoktu ki! (Bk. 2. Kısım, l.B. Tekâmülün Şartları)
I X - R E F O R M ALBÜMÜNDEN "Güneş her gün
yenidir." Heraldit
"Hakikat değişmez. Değişene hakikat denmez. " Boıısset " Bu reformcular, İslam'ı çürük olarak kabul etmişler. Dıştan payandalamaya çalışıyorlar! Hani bazı ahşap evler vardır, üstüne beton püskürtülür." Necip Fazıl Akl 'ı imana değil, iman 't akla; nefs 'i İslâm 'a değil, İslâm 'ı nefs'e; maddeyi mânâ'ya değil, mânâ'yı madde'ye; vasıta'yı mejkûre'ye değil, mefkûreyi vasıta'ya; amelleri ölçülere değil, ölçüleri amellere tâbi kılmak isteyen. Kök'leri, ifrat akılcılığın kadîm mihraklarına kadar uzanan. Hakikat'i; felsefi izâfiyetçiliğe, kör şekilciliğe, ideolojik heveslere, nefsâni ihtiraslara fedâ eden. Hücrelerinde hem Aristoculuk, hem Teymiyecilik, hem Bâtınıyyecilik kromozomları taşıyan. Bazan kasdî,bazan zorakî, bazan havaî karakterler sergileyen. Çağın icaplarına göre yeni müessiriyet usulleri geliştirip çeşitli câzibe motifleriyle süslenmeyi iyi beceren. Fakaaat; her özelliğiyle, her çizgisiyle, kendini hemen ele veren aldanış ve aldatış ekolü: REFORMCULUK! Din - Dil Tarih Şuuru
A) TECDİD VE REFORM: 1-Beşi Bir Yerde Malik Binnebi'nin yazdığı ve ErgunGöze'nin tercüme ettiği "İslam Dâvâsı" adlı eserde şöyle deniyor: " Bu modüs-vivendi arayışı, İbni Teymiye'niıı tohumlarını ektiği düşünceden de aşılanmış olarak, bugünkü tabii hareketleri doğuracaktır. Birincisi REFORM hareketidir ki, İslâmi Şuûra tamamen bağlıdır. İkinci MODERNİST harekettir ki, daha az derin fakat daha kuvvetlidir. REFORM hareketi, müslümanın vicdanında önce yeraltı kaynağı gibi alttan alta akmış ve İbni Teymiye'den sonra toprak altından bir kaynak gibi fışkırmaya başlamıştır. Bu fışkırmalarladır ki, 1820'de birinci ve 1925'te bugünkü Vahhabi Devleti ortaya çıkmıştır. Bilhassa ilk Vahhabi hareketinden sonraki asırda REFORMCU cereyanın bütün İslâm Dünyasına aksetmiş olduğunu görüyoruz. Bunu da, CEMALEDDİN EFGANİ'ye borçluyuz. EFGANİ'nin yalçın şahsiyeti engin bir kültürle bezenmiş bulunuyordu"(ü!) "İşte bu kültürdür ki, İstanbul'un Kahire'nin Tahran'ın yetişen gençliğini izinden sürüklemiş ve REFORM hareketinin başkumandanı yapmıştır." (!!!) "REFORM meselesini, diğer bütün reformlardan ayırt eden önder ise Şeyh ABDUH olmuştur. ABDUH, üstâdı CEMALEDDİN'den devraldığı meseleyi içtimai bir kalıba sokmuştur... Unutmamak gerekir ki; İslâm Dünyasında bilkuvve ve bilfiil ne var ise, MODERNİST hareketin, Şeyh ABDUH'un ve O'nun ekolünün eseridir... Sonra da Müslüman Kardeşler lıareketiyledir ki herşeyden önce bizzat Kur'ân-ı Kerim'in kendisi yenilendi. (!!!) (Shf. 144)" (37,41,44,102..) Bu eseri tercüme eden Ergun Göze'nin, müeellif ve eser hakkında neler söylediğini de kısaca nakledelim: "Müellif eserinde ortaya koymuştur ki, tek bir İslâm meselesi vardır... Hz. Muhammed büyük bir sosyolog yani cemiyet' mimarıdır. Eser, İslâm Medeniyeti tarihinin başarılı bir etüdünü ihtivâ eder. İslâm Medeniyetinin inhitatından sonraki cereyanlar, REFORM hareketi ve MODERNİZM dikkatli bir tarz-
da anlatılmıştır. Bugün İslâm için çıkış yolu olarak İslâm'î Rönesans'tan başka bir çare olmadığı gösterilmiştir." (Shf.7)' Bu berâberliği, bir bütün halinde böylece itiraf edenler 'nadiren görülür. Sohbet ederken söylerler de; yazıda ihtiyatlı olmak ve reformist kaynakların önemli tezahür tarzlarına topluca taraftar görünmemek tercihini daha uygun bulurlar. Halbuki burada İbni Teymiye-Vahhabilik-Efganî-Abduh- S.Kutub uzantıları "beşi bir yerde!" zarâfetiyle sunulmuştur. İleride yapacağımız izahlarda diğer tamamlayıcı unsurlarıyla birlikte gözlerinizin önüne sereceğimiz bu beşli itirafnâme, tek bir reformcunun kaleminden dökülmüş bulunması bakımından cidden pek şumülliidür! Çünkü, umumiyetle, hiçbir reformcu, kendi zihniyetinin mefhumlarını ve müşahhas örneklerini topluca ifade etmeyi mücadelenin stratejik icaplarına uygun bulmaz. Hattâ bir kısmı "reform" kelimesini dahi telaffuz etmekten çekinir veya "Bizim istediğimiz reform Batı daki mânâsıyla değildir; biz bizâtihi İslâm'da değil, müslümanların din anlayışında ıslahat istiyoruz; vs." gibi tevil rezervleri koymak taraftarıdırlar... Bir kısmı, İbni Teymiye'yi savunur Efgani'ye Abduh'a sahip çıkıyormuş gibi görünmekten kaçınır. Bir kısmı, Seyyid Kutub'tan sitâyişle bahseder; fakat Abduh'u anlatırken daha dikkatli davranır ve gerektiğinde Abduh ile Kutub arasındaki önemsiz farklılıkları ciddi avrılıklarmış gibi göstererek fikrî tepkileri yumuşatmaya çalışır... İhtiyat rezervi koymak düşüncesinin bir uygulama örneğini şöyle açıklayabiliriz: 2- Tecdid Mefhumunu İstismar: Mevdudiye göre, "tecdid" ve "teceddiid" ayrı ayrı mefhumlardır. Tecdid'i gerçekleştirme "müceddid" teceddüd eden (yenilenen, yenilenmeye taraftar olan) kişiye de "müteceddid" denir. Teceddüd taraftarı olanlar, yeni bir yol yeni bir terkip arayan kimselerdir ki bunlar yanılmaktadırlar. Bunlar dinin tecdidini değil teceddüdünü istemektedirler... Halbuki tecdid, asliyyeti korumak ve ihyâ etmek demektir; teceddüd ise, asliyetin bozulmasını ve yeni bir mahiyet almasını sağlamak manasınadır. (Mevdudi, Mücezu tarih'i tecdidden H. Karaman) Malik Binnebi'ye göre ise: Tecdid asliyetin (Safuretin) ihgasıdır. Teceddüd'de "tecdidin kazandırdığı feyizli neticeler
içinde "ferd"in yenilenmesidir. Tecdid, teceddüd'ün gıdasıdır. Bir başka ifadeyle teceddüd, tecdid'in gayesidir/Nitekim; Bat i daki reform bir tecdid'dir, reformun sağladığı imkânlarla gerçekleşen rönesans "ferdin kendi kendini yenilemesi'dir yani teceddüddür! Şimdi; Mevdudi ile Malik Bmnebî'nin izahlarını bir arada mütalaa edersek, tecdid-teceddüd ayırımı diye bir sarâhat görebilmek kabil midir? Ve işte bir müellif meseleyi özetleyiveriyor: "Dinde reform deyince (tecdid) reformcu deyince de (müceddid) kaştediliyorsa mesele yoktur." Sonra da yeni bir rezerv koyuyor: "Ama Batı'daki mânâsıyla değil?" 3. Batı'ya Benzeme Gayreti: Yine durup düşünüyorsunuz: Batıdakinden nasıl ve ne kadar farklı? Merak etmeyiniz. O'nun da izahını yapıvermiş: "Şu kısa mukayese gösteriyor ki, Hristiyanlıkta kilise, halk ile Mukaddes Kitabin, kul ile Allah'ın arasına girmiş, dinde olmayan bir takım inanç-ibadet- ve âdetler getirmiş; reform hareketi de bunları ortadan kaldırmayı hedef almıştır. Daha kısa bir deyişle din, iman-ibadet-ahlâk yönlerinden bozulmuş, değiştirilmiş, reformcular da bunu aslma çevirmeye çalışmışlardır. Ama ortada Mukaddes Kitab'ın aslı bulunmadığı için bu ıslahatın (reformun) başarılı olması düşünülemezdi ve bu manada başarılı olamadı da" (Günün Meseleleri 2/275) Bazı noktaları tekrar işaretleyelim: Müellifin muhtelif atıflar halinde belirttiği açıklamalara göre tecdid, "Uygulamadan kalkmış İslâmı naslara hayatiyet kazandırmak (a.g.e.267), Asr-ı Saadet nizâmma yeniden hayatiyet kazandırmak (a.g.e. 270)" demektir. Esasi budur. Yine Karaman'a göre Batı'daki reformun esası da "aslına çevirme asl'a ircâ" (a.g.e 275) demektir. Şu halde; esas itibariyle; kendisinin tecdid anlayışıyla Batı'daki "reform" hareketinin özü arasında bir fark mevcud değildir. Müşterek vasıf, "asl'a ircâ"dır. Ne var ki; onların Kitab-ı Mukaddesinin muharref olmayan bir nüshası (asl'ı) mevcut değildir; binaenaleyh onlar başarılı olamamışlardır. Ama biz başarılı oluruz; çünkü kitabımız mahfuzdur sünnet mahfuzdur. (Herhalde şunu da söylemek arzusu duy-
muştur: Bizim, içtihad yoluyla telfık-i mezahib'i gerçekleştirmemiz reformda başarılı olmamıza kâfidir!) • 4. Muharref Hristiyanlık ve İslam:. Ne kadar yanlış, ne kadar vahim bir düşünce tarzı... Onların Kitabı'ı muharreftir. Mevcut İndilerin ne zaman yazıldıkları bile belli değildir. Hristiyanlarm ellerinde dolaşan dört İncili yazdıkları rivâyet olunan şahısların hiçbiri Hz. İsa'ya yetişmemiştir. Kimden rivayette bulundukları da belli değildir. Hatta, eldeki 4 İncil'in, kendilerine izâfe olunan şahıslar tarafından toplandığı da meçhuldur. Dahası var: Bu İndilerin ilk defa ne zaman ve hangi dille yazıldığı dahi bilinemiyor. En eski İncil metni 4'üncü asırdan kalmadır ve Vatikan'daki nüshadır. (Felicien Challaye) Hz. İsa'nın hayatı hakkında ise, Kur'an-ı Kerim'de verilen bilgiler haricinde, hiçbir şey mahfuzen intikaletmemiştir. (Bk.2. kısım,2.B.) Bütün bu şartlar muvacehesinde, ruhban sınıfı kilise'nin içtimaî-ikfisadî-siyasî imkânlarıyla bütünleşen bir müessese halinde ortaya çıktıkdan sonra: insanlara zulmetmiş,""âhiret t i c a r e t i n e J k a j j g g m ^ ' rnısTKâyat âdeta durmuştur. Batı'dâ reform, bu karanlıktan,., kurtulmanın çarelerini arama ihtiyacı halinde doğmuştur. Gayeleri, nisbî bir iyiyleşmeyi gerçekleştirmekti. Onlarda "asl'a ircâ'm imkânı mevcud değildi. Aslâ rucû, ancak müslümanolc malarıyla m ü l k ü n d ü . (Biz de ise asl'a ircâın mânâsı -ihtiyacımantığı yoktur. Bunu ayrıca konuşacağız) Reform'dan Rönesans'tan önceki İncil ne ise, bugünkü de O'dur. Onlarda ki reform'un fiilî mânâsı, ruhban sınıfı'nın tahakkümünü kırmak; fikrî mânâsı ise teslis akidesine felsefe metotlarıyla karşı koymaktır. Bizde ne ruhbâniyet vardır, ne ruhban sınıfının engizisyonlu-endüliijanslı taassubu vardır, ne asli kaynakların en küçük bir tahrife uğraması bahis mevzuu olabilir, ne de teslis saçmalıklarından söz edilebilir. İslam'daki "tecdid'in reformla en küçük bir alâkası olamaz. Ama bizim reformcular, "reform" mefhumunu "tecdid" ile tedâhül ettirerek ortaya bir garip taklid hicrânı getirmek istiyorlar. Bunları bir-bir izah edeceğiz. Şimdilik bir delili işaretlemekle yetinelim:
5- Onları Bile Geçtiler: Malik Binnebi ne diyordu: "İşte Müslüman Kardeşler hareketiyledir ki, herşeyden önce bizzat Kur'an-ı Kerim'in kendisi yenilendi."! Sonra yine bu tevil rezervi: Hasan El Banna'nm kendine mahsus kudreti sayesinde, Kur'an'm anlamı birdenbire yenilenmiş gibi bir hal alıyormuş! Hasan El Banna, "İbniTeymiye'nin yaptığını" yapmış. Öte yandan, Muhammed Heykel, "Kur'an'da henüz araştırılmayan bir sosyalistlik vardır" diyor. (Hz. Muhammed'in Hayatı. O.R. Doğrul çevirisi Shf. 490) Bunların "tecdid" anlayışı Batı'nın reform'unu da aşıyor! Onlar, mevsuk olmadığını bildikleri halde; (ki bunu kendi eserlerindeki itiraflarla ispat etmek çok kolaydır) İncil'i o muharref haliyle muhafazaya devam ettiler; bizim reformcular, bizzat Peygamberimiz tarafından yazdırılan, hadisleriyle tefsir ve tafsil edilen, günümüze aynen intikal eden ve kıyamete kadar da öyle mahfuz kalacak olan Kur'an-ı Kerimimiz üzerinde, sosyalist amaçlı tecdid düşünceleri ileri sürebiliyorlar. (Batı Reformu için Bk. 2. kısım, 2.ve 3. B.ler. Tecdid için Bk. 2. kısım. l.B.A/e ve D) 6Mensubiyet-Liyâkat "Sonradan bozdular, dondurdular, durdurdular" gerekçesiyle ve safvete dönüş iddiasıyla başlatılan dinde reform hareketlerinin maceraları ve mahiyetleri bütün açıklığıyla orta yerdedir. İbni Teymiye, İslâm'ın yanlış anlaşılıp yanlış açıklandığını söylüyor, Selefin (yani ashabın-tâbiinin) yolunun bu olmadığını ileri sürüyor, güya Ahmed b. Hanbel'in usûlüne uyarak İslâm'ı Asr-ı Saadet'teki Sadr-ı İslâm'daki safvetine kavuşturacağını, hurafelerden bid'atlerden arındıracağını iddia ediyordu. Bir mutlak müçtehidin mezhebinin kesilmiş olması veya fazla yayılamaması, o'nun zaafına delil teşkil etmez. Keza; o'nu tâkib ettiğini söyleyenlerin sapıtmaları da, o'nun kusuruna hamledilemez. Düşünülsün ki kendilerine Hanbelî diyenler arasında bir İbni Teymiyye çıkmış ve iş Vahhabiliğe müncer olmuştur ama, İmam-ı Ahmed'e bağlılığını ifade ederken şu sözleri söyleyen İmamı Eşari gibi bir büyük imam vardır. "Bizim
söylemekte olduğumuz söz ve inanmakta olduğumuz din, Allah'ın kitabı Kur'an'a Resul-ün sünnetine, Sahâbe, Tâbiin ve hadis imamlarından rivâyet edilen hususlara sarılmaktan ibârettir." (El İbane Mukaddimesi) O Eşari ki; bir sürü sapık cereyanlara karşı İmamı Matürüdi ile beraber karşı koymuş ve Ehli Sünnet itikadını yılmadan müdafaa etmiştir. Bazıları Hanbeli mezhebinin fazla yayılamayışmı Ahmed b. Hanbel'in içtihad metodundaki katılığa bağlıyor. Doğru değildir. "İçtihadın sürekliliği" esası, bir kısım Hanbelilerde ve kendilerine Hanbeli diyen bazı kimselerde tecdid'i yanlış yorumlama bekleyişleriyle birleştirilmiş ve bu tavır bir çok istismarlara zemin hazırlamıştır. Yani burada meydana gelen bozulma, İ. Ahmed'in içtihad metodundaki katılıktan değil, bir işaretinin "içtihad müessesesine büyük esneklik getirmek" gibi bir gerekçeyle istismar edilmesinden doğmuştur. 320'li yıllarda İ. Ahmed b. Hanbel'i anlayamayan bazı Hanbelilerin taaassuba ve sert hareketlere tevessül etmeleri, "Tecdid'i Fıkhî İçtihad ile eşitleyen ve bu suretle içtihad müessesesine katılık değil güya yumuşama getiren o tevillere rağmen gerçekleşmiştir! Ahmed b. Hanbel'in gayesi elbetteki bu değildi. Ahmet b. Hanbeli'in metodunun özeti şöyleydi: Kitap, Sünnet, sahabinin icmaı veya meşhur kavli, zayıf veya mürsel haber, kıyas. Farkı şuradaydı ki: O ancak, zayıf veya mürsel haberde de bir şey bulamazsa kıyasa gidiyordu. Fakat metodunda esneklik ifade eden farklılıklar da vardı... İstishab, böyleydi. Deniliyor ki:" Hanbeliler istishab esasına uyarak akid ve şartlar için bir nas bulunmadıkça ibaheti kabul etmekle bu konuda büyük bir esneklik getirmişlerdir." (Prof. Ebu Zehra) Ayrıca Ahmed b. Hanbel, maslahatı istihsan yoluyla gözetmeye de yer vermiştir. Netice şudur ki: İnhirâfa tassuba sürüklenenler, herhangi bir hak mezhebe bağlandıkları için öyle olmuş değillerdir. Başka türlü olsaydı belki çok daha beter olacaklardı. Tekâmülün kaynağını mücerret mensubiyetlerde değil; o mensubiyetlere lâyık oluşta ve ondan faydalanabilme istidâdmda aramak lâzımdır. İbni Teymiyye çok zekî birisiydi. Ama zekâsını, dinin
naslarıyla fıkhıyla meşgul olarak yeni icadlara varma yolunda kullanınca; kendine de bir çok müslümana da yazık etti. Bu alışkanlığı, bu âdeti, bu dalâleti terk etmek lâzımdır. Zekâ gösterisi yapmak isteyenler, aklî başarılarla temayüz etmek isteyenler veya akıllarıyla insanlığa ve İslâm'a hizmet etmek isteyenler; "dinî icat" peşinde koşarak tatmin aramaktan vazgeçmelidirler. . f"'
B) BAZI ÖRNEKLER
\
Abdullah Cevdet'i tanırsınız. Tanırsınız da, belki bilmediğiniz tarafları da vardır. Mesela yaman bir içtihatçı idi! Zaten çıkardığı dergi de içtihad admı taşımaktaydı. Abdullah Cevdet nasıl bir içtihad istediğini 1913 yıhnda yazdığı bir yazı ile şöyle açıklamıştır: " "Mezhepler yeni bir mezheb içinde birleştirilecektir. Kadınlar dilediği gibi giyenecektir. Süleymaniye Medresesi College de France, Fatih Medresesi Ecole Polytechnique durumuna getirilecektir." Sanki din ile mezheple bir ilgisi varmış gibi! Yine İçtihad Dergisi'nin 11 Aralık 1913 gününkü sayısında, "Bizde muhafaza edilmeye lâyık gelenek yoktur" diye yazar. O zamanlar Abdullah Cevdet'in İçtihad dergisi bunu güya İslâm'ın iyiliği için teklif eder görünüyordu. Dinsizliğini daha sonra açığa vurdu. Tabii, gerçek maksadını da. Okuyalım: "Din ahlâk ve fazilet için gerekli değildir. Allah'ın varlığı isbat edilememiştir. Her din saçmalıktır. Din, cahilleri mucize ile kandırır. Evren yaratılmamıştır. Madde, kendi kendine hareket eder. İman akılla uzlaşmaz. Akıl, iman'a müreccahtır." (1923'te yayınladığı kitaptan. Bk: Milliyet Sanat Dergisi, 1980 Mayıs, Shf.77) İşte telfik-i mezâhipçi ve de içtihatçı Abdullah Cevdet'in içyüzü! Abdullah Cevdet hakkında bu incelemeyi kaleme alan
Vedat Günyol o'nun için, "Ateistti, dinsizdi. Bir anıt gibi yüceydi" diyor! İşin tuhafı, Cemil Meriç de Abdullah Cevdet İçin "irfan yolcusu" diyebilmiştir! Hangi irfan, hangi irfan yolcusu? 'Türk Kadınlarını İtalyanlarla, Almanlarla evlendirip de kanımızı değiştirmeden kalkmamayız" diyen hem ateist, hem dinsiz, hem dahi telfik-i mezahipçi Abdullah Cevdet irfan yolcusu imiş! İçtihad yapmanın lüzumunu savunanların hepsi o' nun gibidir, demek istemiyorum. Ama bu sahada böyle telfikçiler, böyle ıslahatçılar bulunduğunu da unutmayalım. Ateist, dinsiz ve lâkin içtihadçı Abdullah Cevdet, Dozy'den tercüme ettiği İslam Tarihine yazdığı zeyl'de Abduh'tan ve Efgani'den de bahseder. Yeterli bulmaz onları. Cevdet'e göre, dinin kanunlarında köklü ıslahat yapmak lâzımdır! Celâl Nuri akaidde içtihad istiyordu ya! O'nun gibi köklü bir tadilat! Materyalizmi din haline getirmek isteyenlerin içtihad anlayışıdır bu. 2 - Celal Nuri ve Baha Tevfik " Fıkıh ve Akaid tâdile muhtaçtır. Yahudiler dinlerinde yaptıkları bu değişiklik sayesinde bugün ayaktalar. İslâmiyetin de ilim ve fennin tekâmülüne paralel bir tekamül geçirmesi lazımdır. Bu zamanda tatbiki kabil olmayânesE" dinî hükümleri 'kaldırmak vaciptir!" Yeni" Akaid ve Yeni Fıkıh'ın yamsıra, Kur'an'ın bu asra uygun yeni bir tefsiri yapılmalıdır. İslâmiyet tecrübe üzerine kurulmuştur. İslâm takarrür etmemiş son sözünü söylememiştir. Dinlerin müşahhasa taalluk eden kısımları ıtrah kaidesi gereğince yok olmaya mahkumdur, Din, eski muhafazakârlığını bırakmalıdır. Herşey gibi din de değişecek tecrübe ve fen dinin sahasını daraltacak, din yalnız vicdana m ü r ü ı a s ı r j ı a l e ^ ^ e c e ^ r . " (C. Nuri) Görüyorsunuz! Fikir hayatımızı ne gülünç hale düşürmüşler. İnsan öfkeden ziyâde acımalı bir gülme hissine kapılıyor. 19. asrın Batı Maddeciliğini ülkemizde Baha Tevfik temsil etmeye çalışıyor. Aslında ne Batiyi bildiği var, ne 19. asrı, ne tarihi, ne kendini. Berbat bir heveskâr sadece. Din-Medeniyet ve Lâiklik F. 7
97
Söyle diyor Baha Tevfik: "Ahlâkın esasını semada ve semavî kitaplarda aramaktan vazgeçelim. VATAN ve MİLLET bos sözlerdir. AİLE hayatı manasızdır, insan ancak anarşizmde mutlu olabilir." . • " • Adam, Batı'nın hep pisliğine dalmış ve hep oradan gidalanmış! Bu kadar rezilliği ve maskaralığı nefsinde toplamış Batılı bir filozof bulmak gerçekten çok zordur. Baha Tevfik, Celâl Nuri'nin arkadaşı... Abdullah Cevdet, Baha Tevfik, Celal Nuri ...Bunlar İslâm'dan nasıl memnun olsunlar? Değiştirmeli, içtihad yapmalı, akaidini fıkhını yeniden yazmalı! Bunların lügatinde içtihat İMHA yerine kullanılıyor. Aşikâr değil mi? Tereddüte mahal var mı? 3 - Erol Güngör'ün Görüşleri Prof Güngör, klasik din eğitimi ile yetişenlerin kifayetsizliğinden ve lâik sistemin modern din eğitimi ile yetişmiş din alimlerinin üstünlüğünden söz ediyor. Ebussud Efendi'den bu yana tefsir ilminde gerçekleştirilen gelişmelerden ancak aydın din adammın haberi varmış. Faizin meşruluğuna hükmetmek için içtihad talebinde bulunan üç şahıs biliyoruz. Ali Suâvi, Celâl Nuri ve İzmirli Hakkı. Dördüncüsü Prof. Erol Giingördür. """) Türkiyede laik din eğitiminin yetiştirdiği kaç tane din âli' mi vardır? , Bizce Prof. Başgil'in de dediği gibi bol bol din münekkidi yetişmiştir ama, din âlimi yetiştirilebildiğini sanmıyoruz. Şöyle son 40-50 seneye bir bakalım... Cumhuriyet devrinde yayınlanan en büyük tefsirin sahibi Elmalık Harndi Efendidir. Daha sonra gelen tefsirler; Konyalı Vehbi Efendiye, Ömer Nasuhi Bilmen'e, Hasan Basri Çantay'a aittir. Yine aynı devirda yayınlanan en büyük fıkıh eseri, Hukuku İslâmiye Kamusu; hadis'e ait en büyük eser ise, Tecrid-i Sarih muhtasarıdır. Bunların müellifleri de Ömer Nasuhi Bilmen, Ahmed Nairn ve Kâmil Miras'tır. Bunların hiçbiri lâik din eğitimi ile yetişmemiştir! Prof. Güngör tefsir'den bahsediyor. Laik din eğitimi bir „ tek müfessir dahi yetistirmemiştir! Bu konularda gelişigüzel konuşulmaz. Peyami Safa da böyle bir hata yapmış, Baltacıoğlu tefsirini göklere çıkarmıştı.
Fazla eşelemekten mizâcımız itibariyle kaçındığımız için kısaca söyleyelim: Klâsik din eğitimi sistemi, Prof. Güngör'ün yetersiz bulduğu hakiki âlimlerin yanısıra, sonrakiler nisbetle kaliteli reformcular da yetiştirmiştir! Hem de en çok şikâyetçisi olduğu bozulma devrinde yetiştirmiştir. Prof. Güngör, İslâm'ın Bugünkü Meseleleri adlı kitabının 234. sayfasında "Ulemâ taklit batağına saplanmış kendini oradan kurtaramamıştır. Mesela II. Meşrutiyet devrinden itibaren ulemânın modernistler karşısındaki tavrında tekfir ve telinden başka bir şeye rastlamayız" diyor. Hayret doğrusu! Peki aşağıdaki satırları kim yazmıştır? "Türkiye'de o devirde insan şaşırtan bir başka hadise de, medreseli münevverin siyasi rejim meselesinde Batılı münevverle âdeta aynı paralele girmiş olmasıdır. İlgi çekici bir inceleme konusu teşkil edecek olan bu nokta, bilhassa II. Abdülhamid devrindeki medreseli münevverde göze çarpıyor. II. Meşrûtiyetle birlikte medreselileri artık iyice siyaset sahnesinde görüyoruz. Medreseliler II. Abdülhamid! müstebit olarak suçlamışlar, yani AVRUPA TİPİ BİR HÜRRİYET anlayışına dayanarak o'na karşı çıkmışlardır." Bunları yazan da Erol Gongör'dür! (Türk Kültürü ve Milliyetçilik Shf. 219-220) Tezadın böylesi görülmemiştir. Aslında gerileme sebeplerini iyi teşhis edemeyişimiz müzmin bir meseledir. Prof. Erol Göngür'ün bu meseledeki yanlışı, denilebilir ki Prof. Mümtaz Turhan'dan menkuldür. Yeteri kadar batılılaşamadığımız için geri kaldığımızı söyleyenlerin ortak yanlışıdır bu. II. Meşrutiyet'ten sonra taassup iyice artmış, tekfir ve tel'in devri başlamış! Prof. Erol Güngör böyle söylüyor. Hangi açıdan hangi mantıkla bakıyoruz tarih'e? Böyle bir değerlendirme solun dahi gerisine düşmektir! Herkes bilir ki, Tanzimat'tan sonra Batı'ya iyice açıldık. Öylesine açıldık ki malî-iktisadî-kültürel-haricî-dahilî politika-^ larıımzTIHeti^ihyoîStaîe ~ • a) 1838 kararlarıyla ekonomimiz tamamen Batı'ya açıl-' ^ mış ve rekabet gücü Olmayan sanayiimiz bunun neticesinde ^ çökmüş, siyasi kuvvet işin farkında olmamış, bir taraftan israf devam ederken öte yandan büyük borçlara girilmiş, yabancılar
alacaklarını gelir kaynaklarımıza bizzatel koyarak tahsil etmek maksadıyla Duyûn-u Umûmiye teşkilâtını kurmuş... Ve işler o hale gelmiş ki Duyûn Umûmiye'nin kadrosu Maliye Bakanlığı'nın kadrosunu geçmiş! b) Nazırlarımızı bile İngiliz Büyükelçisi tâyin eder olmuş. c) Anadolu'nun ücra bölgelerine varıncaya kadar misyoner okulları yurdumuzu bir ağ gibi kaplamış. Bunlara sebep halkın veya ulemânın taassubu mudur? Yeteri kadar Batılılaşamadığımız için mi oldu bunlar? Prof. Mümtüz Turhan'ın deyişiyle 15. asırdan beri Batılı- ^ laşıyoruz. Hep Batı'ya açılıyoruz. Öyle açılıp saçıldık ki, ınuhâ- 1 faza edilecek şeylerimiz bulunduğu inancını dahi kaybeder gibi olduk. Abdullah Cevdet bizde "muhafaza edilmeye değer gelenek yoktur" sözünü öyle birdenbire söylemedi. O bir tereddi ekolünün prototipi idi. O bir dejenerasyon birikiminin eriştiği noktayı işaretliyordu. .II. Meşrutiyet zembereklerin boşandığı devirdir,.. Türkçüler, İslamcılar, Batıcılar, bu devirde çeşit çeşit yazılar yazmışlardır. II. Meşrutiyet devrinde yazılanlar, daha sonraki devirlerde bile o çeşitlilik içinde yazıla mamışhr. Ulema tekfire başlamış da hiç kimse düşüncesini ifade edemez hale gelmiş! İnsafsızlıktır. ; O devirde batıçılığm önderi Abdullah Cevdet'ti; asrileşmenin önderi Ziya Gökalp. Rahat yazamanuşlar mıdır? Ya îslâmcılar kimlerdi? Peyami Safa'nın Türk İnkılâbına Bakışlar adlı eserindeki tasnife bir göz atalım... Şöyle diyor: "İslamcılar ikiye ayrılır. Bir kısmı Şeyhülislam Musa Kazım. ve Mahmud Esat gibi koyu şeriatçiler... Diğerleri ise, Mehmed Akif gibi Sait Halim gibi yabancı dil bilen ve Batı kültürü ile az çok temaslarından kazandıkları bir tenkid ruhuyla kaba sofulardan ayrılanlardı."(Shf.59) Ne garip tecelli! Koyu şeriatçi ve kaba sofu diye vasıflandırılanlara bakmız: Musa Kâzını ve Mahmud Esat. Prof. Güngör, Meşrutiyetin tekfirci yobaz ulemâsından bahsediyor. Peyami Safa onların kimliğini açıklıyor: Musa Kazım ve Mahmud Esat! Ayol, ikisi de M A S O N D U R, ikisi de! (Gerileme Sebepleri İçin. Bk.l. kısım,III.IV.B.,2. kısım IV
B.F/4, 2. kısım, IX.B. I.F) 4-Cemal Kutay'ın Anlattıkları Ateist olduğu herkes tarafından bilinen ve damızlık Avrupa erkeği ithal ederek kan nakli yapma teklifinde bulunan Abdullah Cevdet için iddialı tarihçimiz Cemal Kutay şunları yazmıştır: "Rahatlıkla söylenebilir ki bugün daha huzur ve istifade ile okunabilecek çaptaki İçtihad mecmuası ve koskoca kitaplığı dolduracak velutluktaki eserleriyle... Ve Abdullah Cevdet hayata gözlerini kapayınca lâyık takipçi bulamamanın bahtsız yoksulluğu içinde unutuldu gitti." (Bilinmeyen Tarihimiz 1/391) Abdullah Cevdet'i böyle tanıtmak hakikati anlatmak mıdır? Bu mudur tarihçinin görevi? Cemal Kutay aynı kitabının 410. sayfasında "İslâm Dininin tanınmış şahsiyetleri arasında masonluğu benimseyenler çıkmıştır. Bunların içinde müderrisler, kazaskerler, şeyhülislamlar vardır." diyor ve 437. sayfada Mahmud Esad Efendi'yi göklere çıkarıyor. Bu Mahmud Esad Efendi de masondur. Herşeyini anlatmış da bu vasfını niçin belirtmemiş acaba? "İzmir İdadi'sinde okudu, hukuk müşâviri oldu, İlahiyat Fakültesinde ders verdi..." diyorsun. "Büyük İslâm âlimi Abduh ile kardinal arasındaki tartışma dolayısıyla konferans verdi" duyorsun. Mason olduğunu da söyleyiver! Tarih böyle mi konuşur? Alemde hiçbir hakikat böyle mi nihan kalmaz? Abdullah Cevdet, "şerefine lâyık bir takipçi bulamayan büyük fikir adamı" Mahmud Esad Efendi" ömrünü ilim ve vatana adamış bir fâninin nelere ulaşacağının şaheser örneği." M. Abduh "aklı başında ıslahatçılığa örnek teşkil eden büyük alim." Öyle mi? Cemal Kutay, Efgani'yi de şöyle anlatır: "Bunlar arasında yedi göbek Türk olan Cemaleddin Efgani demiştir ki: Her müslüman kendi dili ile ibâdet edecek, dinin kurallarını sıkıntı çekmeden yerine getirecektir. Her müslümana ana dili ile ibâdet hakkını tanımıyanlar İslâm'a ruhbâniyyeti sokan vicdan musallıtlarıdır. İslâm milletleri bu yüzden geri kalmışlardır. Müslüman lıalkm Kur'an hükümlerini kendi diliyle din-
lemek, ibâdetini kendi diliyle yapmak hakkı tanınmadıkça bu mânevi zulüm devam eder." (Örtülü Tarihimiz 2/681) C. Kutay'm, üstâdı Musa Carullah için söyledikleri şunlardır: "Rahmetli üstadım Musa Carullah'ın ortaya koyduğu gerçekler önünde hakikati kucaklamamak mümkün değildir. Kur'âıı-ı Kerim'i, Fizik-Kimya-Matematik-Sosyoloji-PsikolojiAstronomi bilgilerine sâhib olmayan tercüme edemez. Meselâ, Hadid Suresi'nde maden kömürü, sentetik benzin ve atomdan bahis vardır. Yaş ve Kuru ne varsa bu kitap içindedir, hükmünü okumak yetmez. Yaş ve Kuru olarak ifadelenen Tüm Eşya deyiminin labaratuvar vasfı açıklanmadıkça Kur'ân-ı Kerimin muhtevası meçhul kalır." (Örtülü Tarihimiz 2/683) Cemal Kutay'm bir üstâdı daha vardır: Ali Suavi! Onu da şöyle anlatır: "Din kültürü fevkalâde idi. Suyüti'nin Câmiüssagir'ini Buhâri'nin Sahihini dikkatle inceledi. Muhteşem bir hâfızası vardı. Peygamberimizin bütün hadislerini ve hayatını o cevval ve hükümcü kafasının süzgecinden geçirdikten sonra Arab'ı Arabistan'ı Arapça'yı selahiyetle görmüş ve öğrenmiş olarak hükmünü verdi: Peygamberimiz aslen Türk'tür." (a.g.e. 2/1054) . Cemal Kutay Efgâni'den Musa Carullah'tan Ali Suavi'den alınmış bu saçma görüşlere katılmaktadır. Açıkça da söyler: "Türk'ün Yüce Tanrısına öz dili ile kulluk yapmasını sağlayacağız. Önce şu hakikati hem aklınıza hem vicdanınıza yerleştiriniz: İslâmiyet Türk için gelişmiştir! Biz Türkler, ibâdetimizi öz dilimizle yerine getirme hakkına kanımız-kafamızinancımızla sâhibiz ve bu öz hakkımızdan yoksunluğumuzdan çektiğimiz çile yeter." (Örtülü Tahimiz 2/680) Verdiğimiz haritayı iyi değerlendirebilmemiz için bir tesbit daha sunmak istiyoruz... "İhvanüssafâ, 52 risale yayınladı. Bunlar ruhların Tanrıya dönüşü üzerine hazırlanmıştı. Çok daha sonra Türk asıllı büyük bilgin Cemaleddin Efgani, İhvanüssafa yayınları için (Çağımıza ışık tutmuş büyük hareket) demişti" (a.g.e 1/110) İbretle düşününüz. İhvanüs safâ nerede? Efgani-AbduhTeymiye hattı nerede? Bir tek ortak noktaları var: Reform. Bir
gurup, bunu felsefi izafiyetçilikle ve Aristoculukla yapıyor; diğer gurup akla ve hisse yer vermeyen bir nakilcilikle. Ama anlaşıyorlar işte! İhvanüssafâ, Hicri 3. asırda Basra'da kurulmuş bir gizli topluluk.. .Hind, İran, Yunan felsefelerinin âletlerini kullanmıştır. Kâinat güneş ışığının güneşten zâhir olması gibi zâhir olmuştur... Henmes, Pitaforas, Sokrates, Platon ve Aristo üzerinde durarak bâtınî yorumlara gitmişlerdir. SUDUR, ZUHUR, HURUÇ, RUCU kavramlarını geliştirmişlerdir. Onlara göre Cenab-ı Hak (hâşâ) yoktan var etmez, edemez! (2. kısım, I,B/2) Nitekim Cemal Kutay da bu bahiste, yine göklere çıkardığı bir âlimden Kethüdâzâde Arif Efendi'den şunları aktarıyor: "Hak Teâla yoktan hiçbir şeyi var etmez. Kendimizin nasıl dünyaya geldiğimizi düşünelim: Ana olacak, baba olacak, doğum meydana gelecek. Yoktan var eden Allah demek, kâinatın tekevvününde eksiklik olacağını düşünmek, cehâletdir. Kâinatta hiçbir şey zâyi olmaz ve hiçbir şey yeniden halk edilmez. Sadece ifâ ettiği vazifeler değişir." Şimdi bu görüşler İslâm'a uygun mudur? Demek ki Cenâb-ı Hakkın irâdesi de, (hâşâ) Lavvosier kanununa ve maddi determinizme bağlı! Bu yol, İslâm Tasavvufu'na değil; Hâlık-ı Azimüşşân'ı tabiatla bir tutan panteizme gider. Ne akılcılığınızdan hayır var, ne mistisizminizden sizin. Nereden yola çıksanız, reform'a varıyorsunuz! Corci Zeydanin İslâm Medeniyeti Tarihinde İhvanüssafâ'nın düşünce özii şöyle anlatılıyor: "İslâmiyete cehâlet ve lıurâfe bulaşmış. Bunları temizlemek ancak felsefe ile mümkündür. Çünkü felsefe hikmet-i itikadiyeyi ve içtihadî maslahatları da içine alır. Yunan Felsefesi ile arap Şeriatı bir araya gelir ise, bunlardan tekâmül zuhûr eder."
X- TOPYEKÜN TASNİF Akl 't imana değil, iman 'ı akla; nefs 'i İslâm 'a değil, İslâm 'ı nefs 'e; maddeyi mânâ 'ye madde 'ye; vasıla 'yı mefkure 'ye değil, mefkureyi vasıta 'ya; amelleri ölçülere değil, ölçüleri amellere tâbi kılmak isteyen kök'leri, ifrat akılcılığın kadım mihraklarına kadar uzanan hakikat'i; felsefi izâfiyetçiliğe, kör şekilciliğe, ideolojik heveslere, nefsâni ihtiraslara fedâa eden hücrelerinde hem aristoculuk, hem teymiyecilik, hem bâtınıyyecilik kromozomlar taşıyon bazan kasdî, bazan zorakî, bazan havaî karakterler sergileyen çağın icarplarına göre yeni müessiriyet usulleri geliştirip çeşitli cazibe motifleriyle süslenmeyi iyi beceren fakaaat; her özelliğiyle, her çizgisiyle, kendim hemen ele veren aldanış ve aldatış ekolü: REFORMCULUK! Z.Ö.
A- REFORMİST GEREKÇELER VE GURUPLAR: 1) "İbâdet hükümleri çok önemli değildir. Hele zikir gibi duâ gibi meşguliyetler zamanımızda mahzurlu dahi sayılırlar. Asıl önemli olan, içtimaî-iktisadî-siyasî yönleri bulunan hükümlerdir. Fakat bunlara, aklın önciilğünde esneklik getirmek ve uygulanabilirlik kazandırmak lâzımdır; bunun yolu da sürekli içtihaddır. Hz. Ömer'in getirdiği yorum ve tatbikat asıldır." 2) "İslâmm pratik fayda sağlayan ahlakî hükümleri önemlidir. Esasen din bir vicdan meselesidir. Aklımızı iyi kul-
lanırsak bunun böyle olduğunu görürüz. Kalb temizliği sağlanmışsa, gaye gerçekleşmiştir. Tesettür, o devrin icaplarına göre konmuştur. Halbuki her devrin icapları ayrıdır. Esasen İslam, akı) dinidir Şimdiki zamanın şartlarına gore, İslâm'ı yeniden yorumlayan bir reform zaruridir." 3) "İslâm'ı, modern sistematik kalıplarla bir senteze katmak lâzımdır. Bunun için de bugün uygulanma imkânı bulunmayan hükümleri tevil edici içtihadlara ihtiyaç vardır. Esasen, böylesi, o hükümlerin konuiuş hikmetlerine de uygundur." 4) "İbadet dışındaki ameli hükümler zamanla mukayyettir. Önemli olan İslam'ın ruhudur. İslâm'ın ruhuna felseHtefekkür usulleriyle eğilmeli ve elde ettiğimiz neticeleri hâkim kılmalıyız. Bugüne kadar, İslâm'ın ameli hükümlerine bağlanıp kalanlar yüzünden İslâm'ın ruhu unutuldu. İslam'ın ruhunu Batı'nın spritüalist felsefesiyle kavrayabilenler tarafından yapılacak bir reforma ihtiyaç vardır." 5) "Felsefe'ye önem verilmediği ve akli nakilcilikle sınırlayan bir yol benimsendiği için tefsirde - 'fetvada- içihadda kifayetsiz kalınmıştır. Batı Felsefesini reddederken bir İslâm Felsefesi'nin vücuda getirilmesi lüzumunu da kavramalıydık. İçtihad'a bu şuurla yeniden canlılık kazandırmalıyız." 6)' 'Bütün dinler birdir. İyiliği doğruluğu emrederler. Aslında masonluk da bu demektir, islâm'ı bu anlayışın dışına çıkaran taassup bağları koparılmak ve bunun için bir reform yapılmalıdır." 7) "İslâm Hümanizmine ulaşanlar için, dinler arasındaki fark yoktur. Bir takım yasaklar ve emirler, olgunlaşmamış kişileri disipline etmek içindir. İnsanlar ise ancak mistisizm ile (hattâ panteizm ile) olgunlaşır." 8) "Müslümanlar Hz. Ali'nin yolunda yürüselerdi, Hz. Ali ilk halife seçilseydi ve bütün halifeler o'nun neslinden gelseydi, İslâm aleminde sadelik eşitlik-sosyal adalet ilkeleri hakim olacaktı. İslâm'ın bünyesinde işte böyle bir inkılâp lâzımdır." 9) "İslâm'a, kıyas-tevil ve tasavvuf yoluyla bir sürü bid'at bulaştırılmıştır. Bunların hepsini kaldırmak ve Asr-ı Saadet safvetine dönmek lâzımdır. İçtihad zaten tecdid demektir ve bu asli manasıyla işletilmelidir." 10) "Yukarıdaki maddelerin bazılarından bâzı vasıflar
alarak onları kendi meşrebine göre terkib eden reformcular." Not: Her grup için isimler vermiştik; fakat polemik mevzuu olmasın diye meskut geçmeyi tercih ediyoruz. B-TEZATLAR VE ORTAK NOKTALAR • Bu gruplar da kendi içlerinde bâzı tâli gruplara aynlmaktalar ama, fazla uzatmamak için onları ihmal edeceğiz. Şimdi, bu ana grupların tezatlarına ve nisbî mutabakatlarına temas etmek istiyoruz. Çok enterasan bir bahistir! Önce nisbi mutabakat noktalarını işaretleyip; sonra, adı geçen (aynı) örneklerin tezatlarmı işaretleyeceğiz. 1- Sosyalizm: Birinci grupta böyle bir dal var, Meselâ Seyyid Kutup ve Hüseyin Heykel, bir çeşit İslâm Sosyalizmi görüşüne kaymışlardır. Kaddafi de onların daha hususi bir çeşididir. Sekizinci gruptaki sosyalizm temâyülleri mâlum. Hele bizdeki sol, bunu çok istismar eder. Halk edebiyatındaki bektaşî-alevî ozanları solcuların baş tacıdır. Bunun çağdaş sahtelerini de imal etmeye çalıştıklarını hep biliyoruz. Altıncı gruptaki masonlar içinde, sosyalistler epeyce çoktur. Bunlar modernizm adına İslâm'da reform isterler, fakat yine modernizm adına sosyalisttirler! Dördüncü grupta da sosyalizme ok çıkaranlar vardır. Bütün bu gruplar, bir sosyalist temayül göstermelerine rağmen; diğer bir çok hususlarda birbirine muhalif, hattâ muhâsımdırlar! Meselâ, islâm Tarihi'ne bakış açıları itibariyle birinci gfflfr jjlç se^gfjTO grafr fflBjmnifln zflM 3 ?- Birinci grup kendiniJTzJÖmer'e nisbet ederek İslâm'da ifrat akılcılığı, sekizin cı grup ise kenöini Hz Ab'ye nisbet ederek bâtın! sapmayı temsil eder. Ama ikisinden de şu veya bu karakterde birer sosyalizm ok'u çıkar. Bu hallerini hatırlatan iki örnek işaretleyelim: Bir profesör, müslüman kardeşler'i anlatırken şöyle diyor: "Bunların inancına göre bugün dünyada müslümanlar için gerekli toplumsal düzen, Kur'an ve Hadis'ten çıkarılacak. Kapitalizm'den-komünizm'den üstün bir sistem olacak bu. Bir nevi modernleştirilmiş Hz. Ömer sosyalizmi." (Berkes, İslâm-Ulusçuluk-Sosyalizm Shf. 57) "O öyle demiş. Delil mi olur?" İtirazı yersizdir. Çünkü, meselâ Hüseyin Heykel'de "Kur'anda sosyalizim var" diyor! (Mevlana Şibli'nin S. Nedvinin İslam Tarihi,10
Ciltlik Asr-ı Saadet) anlayışından böyle bir sosyalizm türevinin husulü bir bakıma normaldir!.. Gelelim öbür gruba... Bakınız Prof. S. Eyüboğlu ne diyor: "Çok yazık ki Muhammed'in son sözleri Ömer'in emriyle kimseye duyurulmamıştır. Ama Kur'anın etkisini sarsacakları sanılan bu sözlerin insanca özünü belirsiz bir biçimde seziyoruz" (Denemeler Shf.137) Ne ibretli tecellidir: Biri Hz. Ali'ye diğeri Hz. Ömer'e iftira ederek yola çıkıyor, ama sosyalizm noktasında buluşuveriyor- Hz. Ömer sosyalizmi ve Hz. Ali sosyalizmi faciaları! Bunlardan önce Hz. Ömer, Hz. Ali davacı olacaklardır. Masonların sosyalizmi ayrı bir âlemdir. r Masonlar, s o s - ' yalist de komünist de kapitalist de liberalis^de herşey de olabiJirler. Müşterek noktaları islâm da reform istemeferıdîr 1 2- Ameli Hükümler Zamana Uydurulmaltdır Birinci grub bunu, ameli hükümlere müessiriyet kazandırma gerekçesiyle ikinci grup, amelî hükümlerin terkine kılıf hazırlama düşüncesiyle; üçüncü grup bazı kısımların tevilen terkini meşrû kılmak amacıyla; dördüncü grup, felsefi yorumlara ve özel doktrinler arayışlara serbestlik kazandırmak niyetiyle; yedinci grup, panteist tasavvuf yolunda modern bir çeşni- . yi rahatça sürdürebilmek hevesiyle; altıncı grup, vahyi yok farzeden bir geniş faaliyet alanında dilediğini rahatça gerçekleştirebilmek için istemektedir. Halbuki aralarında derin tezatlar ve büyük kavgalar da vardır! Meselâ, üçüncü gruptaki bir nasyonalist reformcu ile altıncı gruptaki bir mason reformcunun durumlarını göz önüne alınız! Meselâ, ikinci gruptaki tasavvuf aleyhtarı bir reformcu ile yedinci gruptaki sufî kılıklı bir reformcuyu kıyaslayınız! Ama bir sürü zıddiyet çizgisi, geliyor bir noktada kesişiveriyor! 3-Masonluk: Diyebiliriz ki; masonluk farklı nisbetlerde hemen her reformculuk grubuna nüfuz edeb'lmistir^Bu, iki şekilde oluyor: 1) İslamcılık hesabına masonluktan fayd alanmak isteyenler çıkıyor! II) Masonluk hesabına İslâm'ı vasıta olarak kuî [anma tertipleri tezgahlanıyor. ~THkaf i l i hâli birbirinden net bir sınırla ayırmak mümkün değildir. İslam hesabına her vasıtadan faydalanmak, asla
tasavvur olunamaz. Nitekim; bu gibi gafletlere sürüklenenler, duçar oldukları hallerin delillerini reformculuk gibi ârâzlar göstererek hemen vermeye başlarlar! Reformcuların en büyük tezat çizgilerini kesiştiren benzerlik noktalarından biridir masonluk. Rastgele bir kaç örnek sıralayalım: Efgani de masondur. Cemil Sena'da! Or^ han Hancerlioğlu da mason'dur, Aîı Suavi de! Enver Ziya Kararda masondur, Müderris Mahmud Efendi de! Kenan Öner de, masondur, H. Ali Yücel de! 4- Önemli Olan İslami Ruh 'tur, Ameli Ahkam Önemli Değildir! İkinci grup, İslâm'ı münhasıran bir vicdan meselesi olarak görmek ve o noktada kalmak için böyle diyor. Yedinci grup, hususî bir tasavvuf için; dördüncü grup, İslâm'ın ruhundan feyz alıp (!) bir serbest doktrin inşa edebilmek için; üçüncü grup ise kendi sentezini gerçekleştirmek için aynı tasavvurun reformunu istiyorlar. 5- Asliyete Dönüş, Hurafeleri kaldırış! Bu iddiayı paylaşanlar arasında; birinci grubun (sözde) şeriatçısı da vardır, ikinci grubun (sözde) laik'i vardır, üçüncü grubun (sözde) milliyetçisi de vardır, dördüncü grubun (sözde) spritüalist-İslâm Doktrincisi de vardır, beşinci grubun (sözde) İslam felsefecileri de vardır, yedinci grubun (sözde) hümanist tasavvufçuları da vardır, dokuzuncu grubun (gerçek) teymiyecileri ve Vehhabileri de vardır. Fakat hepsinin önüne birer kağıt uzatıp "yazın şu kaldırılmasını istediğiniz hurâfeleri'' deseniz, ortaya bir tezatlar halitasının çıktığım görürsünüz! Biri kabirleri tesviye etmek ister, öbürü türbeye Kabe der; biri mevlid'i kaldırmak ister, öbürü semâğ'a vurgundur; biri faizsiz İslâm Bankacılığı teorisyenidir, öbürü faiz'e fetvâ ister! •
XI- MANEVİ DEĞERLER VE HAKİKATİN BÜTÜNLÜĞÜ "İlim ve din, aynı nur kaynağından gelen iki ışıktır." \ Bacon \ •
}
l "Hayatın gayesi ilim değil,kutsiyettir. Ama kutsiyet \ ilimsiz olmaz; ilmin yardımı olmadan da hayat, sevk ve \ idare edemez." A. Carrel v / "Dünyanın en büyük iki medeniyetinden biri İslamın diğeri Hristiyanlığın eseridir." Peyami Safa "İlerlemek isteyenler Allah'a inanmalıdır. Faziletin dinsiz hizmetkârı olmaz. Mütefekkirlerin görevi, medeniyetin kalbini "dinlemektir. " Victor Hügo 1- Değişen -Değişmeyen : Akaidiyle, fıkhıyla, tasavvufuyla, ahlâkıyla, İslâm'ın ne olduğu temel eserlerde anlatılmıştır. İslâm'ın mahfuziyeti, ilâhî vaad'in ebedî teminatı altındadır. Bugüne kadar bu hakikatin tecellîlerini, sayısız delilleriyle cümle âlem müşahade etti. Tahrifçiler ancak kendilerini tahribe muktedir olabilirler. Kendile-
rini tahrib etmelerinin, fısk'a dalâlete küfre dönüşen çeşitli tezâhürleri vardır. Ama İslâm, ResullalVın (S.A.V.) ikmal ettiği hüviyetiyle aynen mahfuz bulunmaktadır. Peki değişen nedir?. Değişen, İslâm'a bağlanış ve İslâm'ı yaşayış hallerimizdir. Bîr mensubiyetiıTgerçek inanada^¥şanmamasTnclan doğan sıkıntılar-menfilikler elbetteki mensubiyet kaynağının aslî varlığına izafe olunamaz. Böyle bir iftira tasavvurlara dahi sığmaz. Kusur, (hâşâ) İslâm'da değil, müslümanlardadır. İsevilik Musevilik b d ^ d ü r Ç u h k ü , T s e W ğin kitapları tahrife uğracL Tahrife uğramasalardı, muhtevaTârihdakl hüküm mucibince; önce Tevrat'a tâbi olanlarm sonra İncil'e, önce İncil'e tâbi olanların sonra Kur'ân-ı K e r i m e tâbi olup îman etmeleri gerekirdi. Neshin hakikati budur. Neshin hakikatini anlayamamaları; tahriften, adem-i mahfuziyetten doğan bir neticedir. Ama münhasıran bu sebeple tahdid olunmak, tahrifi tam olarak izah etmez. Çünkü, sırf inadlarmdan ve cüz'î iradelerini inkâr yönünde kullandıklarından dolayı tahrife ve görmezlikten gelmeye tevessül edenler de vardır.
. 2- Gaflet:
İslâm'ı anlatma-yayma faaliyeti mükemmelen yüriitülebilseydi, bugün Dünya'nın en az 3/4'ü müslüman olurdu. Aklın icabı budur. İnsan, kendini bile-bile göre-göre ateş'e atmaz. Gaflet, "Allah'ın afvına güvenerek mükellefiyetleri ihmal etme" şeklinde oluşur. Umumiyetle böyledir. Sapıklık ve küfür ise, bilmemekten-bilememekten doğar. Cenâb-ı" Hak, insanı^ |slam'a-Iman'a mütemayil ve müstaid bir fıtrat ile yaratmış ve O'na cüz'î irâde vermişti*', Bir insan'm o iradeyi küfür ve-sapıklık yönünde kullanması, ancak bâzı baskıların-telkinlerin tesirinden kurtulamaması ile vuku bulur. Bunun da istisnaları elbette vardır ve bazıları, bizzat Resulullah'ın (S.A.V.) tebliğine ve davetine muhatap oldukları halde küfürde temerrüd etmişlerdir. Bunun da sebebi "bilemeyiş"dir; fakat daha şumüllü daha kompleks (muğlak) birbilemeyiş... Cüz'î irâde'nin ve sorumluluğun sınırları dahilinde olan; ama, daha derin sebeplere bağlı bulunan bir bilemeyiş hadisesi... İnsanlar, fıtraten küfre daha istidatlı bir halde yaratılmamıştır^ Oyle olsaydı, bazılarının cüz'î iradeye sahip bulunmadıkları neticesi çıkardı ki; bu, ehl-i
sünnet akidesine aykırıdır. O kadar ki; tebliğe muttali olmayan kişi dahi aklıyla Allah'ın birliğine inanmak mükellefiyetindedir. (Matürudî) İslâm'ı yaymak ve İslâm'i yaşayışı güçlendirmek için; İslam'ı gereğince anlayıp-anlatmak kâfidir. Ama bu vazife'nin ifa' edilebilmesi için, müslümanİarın gafletten tamamen arınmış bir şuûrla İslâmı yaşamaları lazım. Şu halde; küfrü ve dalâleti yenebilmek için, önce o mücadeleyi yürütmek durumunda olanların "gaflef'ten tamamen kurtulmaları gerekir. Bu bir kemmiyet meselesi değil, keyfiyet meselesidir. Çünkü kemmiyet, daima keyfiyetin peşinden yürür. 3- Din ve Medeniyet: Din, aslâ bir geri kalma sebebi olarak gösterilemez. Tarih .jahiddirldTmi*^^ Hak, resuİler-nebiler âyeüer3dtaplkr göndermeiSycîi; insanlık bir zulmet gürûhu halinde kalırdı. Buhranlar ise, manevî temellerin zayıflamasıyla, cemiyetlerin bizatihi kendi sahip oldukları medeniyetleri taşıyamaz-tartamaz-yönetemez hâle gelmelerinden doğmuştur. Şunu asla unutmamalıyız ki; mânen yanlış olan, mutlaka maddeten de yanlıştır. Ama bu münasebet kısa dönemde farkedilmeyebilir. Nitekim; "kısa dönemde farkedilmeyiş" hâli, bazı kişileri bazı yanlışlara sürüklemiştir. Meselâ bir Ali Fuad Başgil dahi "Dinî akide ve kanunlar, insaniyette müspet zihniyet ve ilmî kanaatlerin ilerleyişiyle mâkusen mütenasip olarak gider." deyebilmiştir. Yine bir Ahmed Hilmi Bey, maddî ilerlemenin ancak manevi tâvizler mukabilinde gerçekleşebileceğini belirten uzun izahlarda bulunmuş; bunu haklı bulmasa da, âdeta katlanılması gereken bir zaruret olarak gördüğü intibâını verci tuhaflıklar sergilemiştir. Halbuki işaretlenmesi lâzım gelen husus şudur: İbni Haldun'un dediği gibi, zenginlik ve refahın artması yani medeniyetin ilerlemesi manevi imtihanları daha çetin hale eetirir. URuso'da avnı hususu, kendi uslubuyla izaha ^ çalışmıştır; "ilimler ve sanatlar ilerlemiştir ama, mânevi, tefess ü h meydandadır. Maddeten terakki ettik ama, ruhlarımız bozuldu."
Din-Medeniyet ve Lâiklik F. 8
113
4- Önemli Tesirler: Batı, bu tehlikenin daima farkına varmayı bilmiş ve kendi kaynaklarından çıkarabildiği tedbirlerle dengeyi koruma yönünde çalışmalar yapmış; bunu yaparken de Doğu'dan önemli tesirler almıştır. 19'uncu asır, Batı için bir maddileşme asrı idi. Reform-rönesans devrinden beri rasyonalist ve pozitivist yönde ilerleyen Batı Düşüncesi, dengeci tedbirlerin ve ikâzların mevcudiyetine rağmen, elit zümrede derîn sıkıntılar doğurmaya ve bu sıkıntıları içtimaî hayatın umûmuna yansıtmaya başlamıştı. Liberalizm-kapitaliznı, milli içtimai ihtiyaçlara göre kendini yenilemeye çalışıyor ve bir ölçüde başarılı da oluyordu ama, bir büyük ihmâlin sancıları da herkes tarafından hissediliyordu... Şöyle davrandılar... Şöyle dengelenmeyi denediler: "Bütün Batı Medeniyetinin istinad ettiği ahlakî değerleri tahrib etmekle-önemsizleştirmekle determinist bilimciler, maneviyatçı bir tepkiye yol açtılar. Maneviyatçı ekol Pau Janet (1899) ile onlara durdurucu bir darbe indirdi... Çünkü determinist maddecilik bir çıkmaza giriyordu. Herşeyi madde'ye ve maddi evrime irca edersek, vicdanî-ahlaki-manevî değerler ne olacaktı? Bilimciler-deterministler, kendilerine göre bir inanç mı getiriyorlardı? İşte o sırada Henry Poincare, bilimsel kanunların yetersizliğini işaretleyen ve bir bilim dinin saçmalığını ortaya koyan görüşlerini ileri sürdü. Bilim Dini denilen taasubun sonuydu bu." "Sonra Bergson ve Pascal'cı görüş sahipleri aynı yönde tesirler husule getirdi." "Liberalizm, ister-istemez, maneviyatçı milliyetçi inkişaflar ihâta etmek ve onlara kendi bünyesinde yer vermek zaruretini dikkate alan bir istikamete yöneldi." 5- Tehlikeli Zatı: Bazıları, manevî değerlerden ne kadar uzaklaşılırsa maddî sahada o kadar başarılı olunur, sanıyor. İddiaları şudur: "İşte Batı'da bir sürü rezillikler var ama, ilimde-teknikte-medeniyette ileri gitmişler, yaşıyorlar. Mânen rezillenmeden, maddeten ileri gidilmez!". Bugün Batı Medeniyeti olarak tavsif edilen maddî değerler manzumesi, o rezilliklerin ve tefessüh olgularınm eseri değildir. Tersine, onların tehdidi ve baskısı altındadır; onlar yüzünden dengesini büyük ölçüde kaybetmiş durumdadır.
jnançs^hj|ın^^ -J^lliE^^oğıııkık eseri vücuda gelmemişti r-gelemez._ Tarih boyunca, bütün medeniyetler bir n^i'ıe^değerler sisteminden doğmuş ve yine bütün medeniyetler riyâ-ihtiras-bencillik-rüşvet-zulüm-gösteriş-israf-inançsızlık-bağsızlık gibi menfi amiller yüzünden buhranlara-çöküşlere uğramıştır. Materyalist temayülün iyice kuvvetlendiği 19. asırda, az önce temas ettiğimiz maneviyatçılık temayülü de bir takım tedbirlerle dengeyi koruma kurtarma gayretinden uzak kalmamıştır. Ama bizim batı hayranı yarı aydınlarımız, nedense hep materyalist temayülün mümessilleriyle ilgilenmişler dengenin asıl yükünü taşıyan gelişmeleri adeta görmezlikten gelmişlerdir. Bir 19.uncu asır Fransız yazarı olan Chateuriand çağının materyalist-pozitivist modasına rağmen, kendi kültür mirasının tâ Pascal'dan beri şu veya bu şekilde devam ede gelen gelişme çizgisine bakınız nasıl cesaretle sahip çıkmaktaydı: "Ben de tıpkı Pascal gibi insanlık meselesini ancak Hristiyan dininin çözebileceğine inanıyorum!" Chateabrıand, bütün eserlerinde bu inancını bu düşüncesini işlemiştir. Beş ciltlik bir eser yazdı. Adı, Hristiyanlığm Ruhu'ydu... 19. asrın Fransız yazarı, şairi (hem de devrimcisi) Victor Flugo şunları yazabiliyordu: "Bazı düşünceler duâ gibidir. Öyle anlar vardır ki, vücudun tutumu ne olura olsun ruh secdeye kapanmıştır." .'l.QanaiLÂ2r.kmaz/' "Bunlar parlak karanlıklardır. Acınacak durumda olduklarının farkında değillerdir... Bu düşünürlerin ilgisizliği bazılarına göre üstün bir felsefedir." 6- Korkunç Hata: Ama biz 19. asırda Batı'nın daima öteki yüzünü, curüfunu ifrat akılcılığını görüyor ve medeniyeti onlarla kaim sanmanın şaşkınlığıyle hep o tarafa ilgi duyuyor; Batinin ancak kendine layık bulduğu müspet cephesinin dışında kalan istismarcı-ezici-tahrib edici hususiyteleriyle bize yönelttiği iktisadîkültürel taarruzlar karşısında kendi öz kaynaklarımıza (en az onlar kadar kuvvetle) sarılmamız gerektiğini düşünemiyorduk. Bizim için Batı; ışıklı caddeler, renkli görüntüler, konforlu vasıtalar ve de bunların tam ortasında materyalizm-pozitivizm-liberalizm-masonizm ilericiliği idi! Bizim Jön-Tiirk aydını, ne olup bittiğinin, nereye doğru gidilmekte olduğunun far-
kında değildi. Jöntürk müttefekkirlerineO) göre Batı'nın îzahı şuydu: Rönesans-reformdan beri yaşanan din-ilim kavgası "ilim" lehine sonuçlanmış ve işte Batı bu sayede kalkınmış ve bizi geçmişti. Biz de kendi kültürümüzde bir din-ilim kavgasına girişmeli ve aynen Batı'nın yaptığı gibi o kavgayı "ilim" lehine sonuçlandırarak Batı'ya ayak uydurmalıydık! Onlar Pascal'ı iftiharla anıyorlardı ama, bizimkiler Gazalî'den âdeta utanç duyuyorlardı! Bizim intellicansiyamızda GazalTHr irtica sembolüydMB^ te Comte demekti, ilim adına manevi değerleri lüzumsuzlaştırma demekti! Din'den ne kadar uzaklaşırsak, Batı'nın temsil ettiği medeniyete o kadar süratle kavuşabilirdik! Halbuki 19. asır-biter bitmez, Batı yepyeni bir merhaleye ulaşacaktı. Bu yeni merhaleyi, hiç mi hiç farkedemedik. Hâlâ, saksı çiçeği ithal eder gibi kültür meyvesi ithal etme gayretindevdik! q
7- Batı Kendi Eksiğini Yine Görüyor:
Yeni merhaleye açılan ilk sezgileri ve 19'uncu asrın getirdiklerine çareler arama düşünüşleri bakınız nasıldı: "Ekonomik ve sosyal hayat gittikçe daha geniş ölçüde, kadm'ı da kendi hayatını kazanmaya zorlayacak şekilde gelişiyor... Örf ve adetlerdeki bu değişiklik bilhassa orta-smıflarda hissolunuyor... Kadiri, artık gelir sağlamak için evden ayrılmak zorundaydı. Bu suretle kadının rolü derin bir değişikliğe uğruyordu. Kadınlar medeniyetin bekçileridir. Hürriyetçi cemiyetlerde, millî temeli teşkil eden orta sınıflarda gelenekler-eğitimalılâk AİLE müessesesi ile muhafaza edilirdi. Kadının, yeni mecburiyetlere sevkedilerek güya hürriyet'e kavuşması; *âile'nin bu mukaddes mahiyetini yıkmıştır. Evlilik, gitgide, bağlandığı kadar kolaylıkla çözülebilen bir mukavele halini aldı.. Boşanmalar korkunç derecede arttı. Aile terbiyesi eski mahiyetini, cemiyet ise geleneklerini kaybediyordu. Aile'deki cemiyetteki bu menfî gelişme, maddeciliğin gelişmesinin sonucudur.(Jacques Pirenne, C.4 Shf. 1806) Teşhis'i doğru koydunuz mu, tedâviyi (biraz gecikerek de olsa) gerçekleştirmeniz kolaydır. Baktılar ki, din-ilim kavgasını ilim lehine noktalıyı vermekle herşey bitmiyor; ilim, bir inanç bir maneviyyat bir ruh tatmini getirmek kısacası din'in
yerine ikame edilmek vasıflarından tamamen mahrum; ceıniyetler-âileler, insanlar, inanmadan ayakta duramıyor; lâikliği kendi aslî şartlarına göre teşkilatlandırdılar. Şöyle: "Kilise eski resmî mahiyetini kaybetmişti ama, lâik ahlâk yine Hristiyan Ahlâkı olmak hüviyetiyle geliştiriliyordu. "Kilise gitgide, daha geniş ölçüde, siyasî ve sosyal propoganda vasıtalarından faydalanmaya başladı. Bir çok ülkede, Belçika'yı takiben, kilise'nin desteklediği ve Hristiyanlığın manevî varlığından ilham alan Katolik partiler teşkilâtlandı. Katolik Parti ve Hristiyan Demokrat Parti, diğerleri gibi sınıf üstünlüğü peşinde olan partiler değildi. Bütün sınıfların bütün menfaatlerin temsil edildiği manevî ihâta müesseseleriydi... Politikayı da kapsayan ve rahiplerin çerçevelediği bu muazzam dinî teşkilat her derecede okullara sahipti ve hepsinin üzerinde Cizvit Üniversiteleriyle Katolik Üniversiteleri vardı. (Pirene C.4. 18078,9) 8- Telafi Tedbirleri: Batı bir din-ilim kavgası yaşadı. Evet. Ama kavganın sonunda, hem de pozitivizmin en şaşalı döneminde, kendi lâik yapısı içinde, din'eve kiliseye ayırdığı yer buydu işte! Özetleyelim: a) Hristiyan Ahlâkı yine cemiyete hâkimdi, b) Kilise, dini öğretim ve eğitim sahasında da, ibâdet sahasında da tam bir teşkilatlanma hakkına yine sahipti, c) Siyasi faaliyetler sahasında, Hristiyanlıktan ilham alan siyasî teşkilatlanma imkânları tam manasıyla mevcuttu. Gerçi, Felsefe'nin Hristiyanlığa karşı en ağır ve en hararetli taarruzlarda bulunduğu sıralarda, Littre Straussu'un "Eski ve Yeni İnanç" adlı eserine yazdığı ön sözde kendi kendine "Hristiyan mıyız?" diye soruyor ve cevabını da yine kendisi şöyle veriyordu: "Artık değiliz!" Ama bu, o'nun kuruntusuvdu. Ne "felsefî din" ne de "ilim dini" zırvaları, Batinin içtimâi h a y a t m d a t r i r y e r ^ mensuh Hristiyanlığın bazı yeni tedbir müesseseleriyle daha değişik bir müessiriyet uslubuna kavuşturulmasına katkıda bulunmuştur. Filvâki, bu tesirlenmenin zehrini kendi varlığına akıtıp o'nunla manen helâk olan düşünürlerin sayısı epeycedir. Lakin, meseleyi, cemiyetler planında müşahade ettiğimizde; .hiçbir felsefî ekolün hiçbir dönemde hiçbir cemiyetin fertlerini "din" kadar etkileyemediğini, hele bir ikame hadisesinin asla
söz konusu olmadığım görürüz. Esasen, seviyeli düşünürlerin büyük ekseriye ti, Allahinar^maj'e Hristiyanlığın ruhuna bağlı kalmış, sadece bunların bir kısmı, teslis-istismar-taassup unsurlarını bertaraf edebilmek amacıyla bâzı teşebbüslerde bulunmuş, din-ilim kavgasına bu niyetle katılmış, bu arada dengenin şartlarını iyi gözetemeyen bazıları da başlangıçtaki gayeleriyle bağdaşmayan temayüllere saplanıp kalmak tahilsizliğine uğramıştır. 9- Materyalizmin Yediği Darbe: Din-İlim-Felsefe münasebetlerini temelinden sarsan asıl mühim gelişme, izâfiyet inkılabi ile gerçekleşmiştir. Din haline getirilmek istenen anlı-şanlı "determinizm", taâ kalbinden yara alıyor; yahut, temelinden sallanmaya başlıyordu! Şöyle: 19'uncu asrın sonunda ilmin formülleştirdiği kanunlara dayanarak şekillenen maddeci-determinist felsefe, atom'un parçalanması ile yıkılıyordu! Mutlak determinizm yoktu artık. İzafiyet, determinist kavramların yerini almış oluyordu. Sadece Darvvin değişimciliği değil, determinist evrim sosyolojisinin temelleri de çüriiyordu. Eski ilim anlayışı yok olmuş, tamamıyla yepyeni yollarla sonsuz imkanlara açılan bir tevazu ve hayret tavrı zaruri hale gelmişti. Felsefe, tam bir bocalama içine düşmiiştü. Determinizm yok oluyor ve bir posa halinde Markşiz^_,. ama o'na dayalı felsefenin yerine neyin konulacağı bilinemiyordu! İster istemez, felsefe, mantık-psikoloji-sosyoloji gibi sınırlı-mütevazi disiplinlere ayrılıyor ve eski "büyük iddialar ileri sürme alışkanlığı" ndan vazgeçmek zorunda kalıyordu. İlim de felsefe de hadlerini bilmek durumundaydılar artık! Kimya-Fizik âlimi Nernst, Berlin Üniversitesi'ne rektör seçildikten sonra yaptığı konuşmada "illiyet prensibinin yeni hali ile ilahiyat'ın mefhumları tasavvurları arasındaki münâsebeti gözden uzak tutmaya imkân kalmamıştır" diyordu. Dr. Bernhard Bavik ise şunları ifade ediyordu: "Evrenin mekanik bir bütün gibi kendiliğinden hareket edip giden muazzam bir hız makinesi olduğu hakkındaki mekanist-determinist dünya görüşü artık çökmüştür. Aydınlanma devrinin (Allah kâinatı yaratmış; iradesi, yaratılışın tamamlanmasından sonra kaina-
tın devamlılığı üzerinde müessir olmaktan çıkmış tabiat kanunları kendi kendine işler hale gelmiş) şeklindeki yarımünkirlik felsefesine karşı din daima isyan etmişti. Demek ki haklıymış. Allah inancı, Allah'ın sürekli olarak tedbir ve tasarrufunu kaEül etmek"demektir, işte yeni dönem de, bu hakikâti goreı Astronom J.Jeans'in yorumu: "Evren büyük bir mâîaneden zıyade, büyük bir düşünceye b e î ^ î â î e v e b ^ l â d r ^ ü l î ^ z e artık, mâdcîele^^ olarak görünmüşünü ve O'na bağlanmamız gerektiğini telkin eden bir cevher gTETğorım^ düşüncelerimizle rufcmüzlâmîan etmeînız'gerekenbir "en büyük güç'ünbir "Yaratıcı'nm" varlığına delildir. Keşfettik ki evren, bizim ruhlarımız kalblerimiz ile yakınlaşabileceğimiz bir Kudret'in ispatı ve izharı mahiyetindedir. Pek yakın bir gelecekte, Din ve İlim etrafında sürdürülegelen kavgaların tarihe karışmasını beklemeliyiz. Fakat, asla bitmeyecek olan iman-imansızlık mücadelesi, ilmin teyidine rağmen, kendi hususî hali içinde tabii ki devam edecektir." İzafiyet inkılabının en büyük mümessili Einstein ise şöyle diyordu: "Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır. Kainatta, tesadüf vejrayesfellkdjyeto "ibesış yapmaz." Tarih Çizgisi'nin bundan sonraki seyrini anlatmaya devam etmeden önce, bir mühim meselenin izahını yapmak gerekiyor. O mesele, şu sualin çengeline takılıdır: "Her medeniyetin manevi temeli vardır diyorsun, Batı Medeniyetinin manevi temeli olarak (muharref-mensub) Hristiyanlığın mevcudiyetini işaretleyip o'na bağlanan diğer sezişlere ve yaklaşımlara temas ediyorsun. Peki; Batı Medeniyeti, insana-insanlara verilen değer bakımından nasıl bir seviyenin sahibi olabilmiştir?" Bu suâlin bir yönünü, çeşitli misallerle-kısmen aydınlatmıştık. Şimdi biraz daha eğilmek istiyoruz. 10- Çifte Standart: Avrupa, kendi ekonomisinin çarkları dönsün diye, sömürgelerindeki insanları "ham-madde" gibi kullanmıştır. 30 milyon (genç ve sağlam!) Afrikalı'yı vatanmdan-toprağmdan koparıp, hayvan sevk eder gibi kendi ekonomisinin yükünü ta-
şıtmak için köleleştirmiştir... Bunun ardından, tabii zenginlikleri parsellemek için, onların topraklarını paylaştılar. Bir küçük hikayeden söz edelim... Almanların payına düşen bir Afrika parçasında bazı ayaklanmalar görülür. Almanya oradaki halkın, kökünü kazımaya karar verir. General Trotha komutasında 15 bin kişilik bir kuvvet gönderilir buraya. General Trotha şöyle der: "Başkaldıran kabileleri yeryüzünden silip atmak için DİZ BOYU KAN ve DİZ BOYU PARA dökmek gerekiyor!" Alman Genel Kurmay Başkanı Schlieffen şu cevabı verir: "Bu halkın ortadan kaldırılması gerekir. Ya köklerini kazımalı veya sürülmeli" Ve 80 bin Afrikalı hemen katledilir! (Hartmut Pozzege) Fransızlar da İngilizler de Belçikalılar da aynı şeyi yapmışlardır. Bilinen gerçeklerdir; örnekler sıralamak istemiyoruz. Önceleri Batı, kendi insanlarına da yani kendi kendine de zulmetmiştir. Victor Hugo'nun, Charles Dicknes'in Steinberkt romanlarındaki sahneler gerçek hayattan alınmaydı. Sanayi Kapitalizminin yürüyüşündeki ilk merhaleler, bir nevi "Sosyal Darwinizm" karakteri arz etmiş denge tedbirleri kendileri bakımından daha sonraki merhalelerde geliştirilmiş, ama kendilerinden olmayana bakış tarzları yine aynı kalmıştır. Neden oluyor bütün bunlar? Sistemleri mi o'nu gerektiriyor? Hayır! zulüm,_lıiçbir dinde meşru değildir. Kapitalizm teorisini kuranlar, zulmü hâkim kılmayı düşühmügdeğijlğrdı,.Evet, kapitalizmin büyük zaafları vardır. Hatta kapitalizmin fikir babası olan Adam Smith sömürgecilik için şu tavsifi kullanmıştır:" İnsan haklarının en kutsallarına yapılan en şeni tecavüz." (Pirenne C.2 Shf.833) Ama ilgili bölümde de arılattığımız gibi, teorik teessüsü bakımından zulmü amaçlamış değildir. Ne var ki temeldeki TAHRİF gerçeği tatbikattaki zulüm dönüşümlerine zemin hazırlayıcı bir rol oynamıştır. 11- Teori ve Tatbikat: Bir insan, kendi menfaati için cinayet işlerse; o insan hayvan'dan daha aşağı bir mahluktur. Bir medeniyet, kendi gelişmesi için, insanların hürriyetine, canına kastederse; o'na vahşet denir. „ Medeniyetlerin seviyelerini gösteren objektif ölçü, insan'a verilen değer'dir. ~
Hiçbir büyük medeniyet gösterilemez ki; manevî temellere sahip bulunan bir kültürün eseri olmasın. Manevî temeli olmayan fakat buna rağmen zorla müessiriyet kazanan yeğâne kültür, komünizm kültürüdür. O'nun da medeniyeti yoktur! Batı Kültürünün pisliğinden terekküb eden komünist kültür, Batı Medeniyeti'nin (maddi) ürünlerini-vasıtalarını kullanmaktadır. Bu durum, eşyanın tabiatına da, insanın yapısına da tarihin tabi olduğu kanunlara da aykırıdır ve ergeç yıkılmaya mahkumdur. Yıkılmasını geciktiren sebep de, yine Batı Kültürünün içinde yaşayanların gafletidir! Bunlar doğru da, aradığımız cevap hâlâ tavazzuh etmiş değil" derseniz, haklı olursunuz: Oraya doğru geliyoruz... 12- Kültür ve Medeniyet: En büyük manevi kültür İslâm Kültürü'dür. (Evet, "kültür" mefhumu "manevi muhassala" demektir ve "manevi kültür" sözünü kullanmamız belki yadırganabilir. Bir nüansı bilhassa temyiz ve teyid maksadıyla böyle demeyi uygun bulduk.) Şimdi, düşünelim: En büyük "manevi kültür" İslam Kültürü olduğuna göre, İslâm Medeniyeti'nin en büyük medeniyet olarak niçin mükemmelen teessüsünü ve (o mükemmelen teessüs'ün tabii bir neticesi halinde) ilelebet hakimiyetini sağlayamadık? Tarih'e bakınız. Bir sürü olay, bir sürü istihale, bir sürü çalkantı, bir sürü değişim var. Bunları, hangi kaidelerin ışığında bir izah bütünlüğünün çerçevesi içine alıp yerli yerine oturtabiliriz? Yukarıda bir kaide'den söz etmiştik: "Manen doğru olan, maddeten de doğrudur. Mânen yanlış olan, maddeten de yanlıştır. Bu münasebet kısa dönemde fark edilmese de, uzun dönemde en kesin neticeleriyle müşahade olunur ve her hâlükâr'da hükmünü mutlaka icrâ eder." Birinci bölüme şunu ilâve edebiliriz: "Bir diişünce-bir tavır-bir karar; manen ne kadar doğru ise, maddeten de ancak o nisbette doğrudur." 13- Mukayese ve Netice: Manevî temellerini muharref ve mensuh bir dinden alan bir kültürün kuracağı medeniyet; ne kadar iyi inşa edilirse edil-
sin, bazı mühim zaaflarla mâlül bulunacaktır. Ama Batı'nın zaman zaman vahşete varan çirkinlikleri sadece burada belirtilen zaaflardan doğuyor değil. Bu nokta çok mühimdir. Batı'nın büyük yaıılışları-çirkinlikleri-gafleti, kendi kültürünün manevi temellerinden uzaklaşan fertlerinin tereddisiyle ilgilidir. Bu fertler; bazan yöneticidir, bazan işadamıdır, bazan askerdir, bazan bir teknokrat, bazan bir başka şey... Ama bu kesim içinde, ilim adamı-düşünce adamı (gerçek manâsıyla) pek yoktur. Yahut şöyle diyelim: Batı'nın ilmi ve fikri tarihine bakıldığında bir medeniyetin doğuşuna gerçek manada fikren ve ilmen katkıda bulunanların oluşturduğu gelişme hattı boyunca, Allahsızlığın -sevgisizliğin-zâlimliğin mümessillerine rastlayamazsınız. Onlar, öbür hattın üzerindedir ve onların hiçbiri müsbet bir neticenin doğmasına yardımcı olabilecek tesirler bırakmamışlar ancak nihilizm, maddeci poztivizm, Ataizm ve komünizm belâlarının vücut bulmasına yol açmışlardır. Onlar bir medeniyetin doğuşunda pay sahibi olamazlar; sadece, içinde yaşadıkları ve onlara rağmen tekevvün eden bir medeniyetin vasıtalarından faydalanarak o medeniyetin temellerine saldırırlar. Marks, onların son safhadaki önderidir. Fakat mikropların varlığını göstermekle, hastalanmayı izah etmiş olmazsınız. Asıl, bakımsızlık ve beslenememek sebepleri üzerinde durmak lâzımdır. Aynı hâl, İslâm Medeniyeti bakımından da bahis mevzuudur. Yahudi fitnesi vardı, emperyalist taarruz vardı... Ama bunların hepsini yenmeliydik, yenebilirdik. Çünkü, kültür kaynaklarının en mükemmeline sahiptik. Müşahhas sebepler, aslen vesile hükmündedir. Asli sebepler, manevidir. Rad Suresi'nin ll'inci ayetinde şöyle buyuruluyor: "Bir millet, kendi özünü değiştirmedikçe, Allah da onların hâlini değiştirip bozmaz." Biz ne "Biz" olarak kalabildik, ne de onlar gibi olabildik. "Biz" olarak kalamadığımız için kendi kaynaklarımızdan yeterince feyizlenemedik. Onlar gibi olaııtadığımız-olamayacağımız için onların kaynaklarından da faydalanamadık. Halbuki "Biz" olarak kalabilmenin manevi-fikri icaplarını yerine getirebilseydik; hem kendi kaynaklarımızdan yeterince feyizlenebilecek, hem de onlarda ki müspet olguları (yetikmalımızı bulmuş gibi) kazanacaktık.
Meseleyi, umumî ve tarihi perspektif içinde, doğu'suyla batisıvla birlikte mütalaa etme zeminine aktarırsak; yaşadığımız dünyanın hâlini şu kaidenin ışığında değerlendirebiliriz: "Manevi değerlere bağlılık şuûru fikren veya fiilen zayıflayınca, tabii farklılıklar hicranlı tezatlar haline dönüşür ve menfaat çatışmalarının neticeleri çeşitli buhranlar halinde karşımıza dikilir. (Onlardan Neler Alabilirdik? Sorusunun cevabı için Bk.2. kısım 8.B, Ek-4 Vasıf)
XII- NETİCE ÖZETİ: "Ey Resuller!.. Muhakkak ki bu (İslamiyet) bir tek din olarak hepinizin dinidir. Ve Rabbınız da benim." Kur'an; 24/51-52 " Hak din, Allah indinde İslam 'dır." Kur'an; 3/19 "Ahlâkın temeli hürriyettir. Hürriyet ise imanla mümkündür." E. Kant TARİHİ TECRÜBELERİN TEYİD ETTİĞİ KAİDELER: 1- Aklî-Fikrî faaliyetin sıhhatli ve verimli olabilmesi için, ruhun saplantıya-hurâfeye-inkâra set çeken bir imanla hürriyete ve aydınlığa kavuşması gerekir. İnanç, ne kadar hakikî ve saf ise; başarı, o kadar büyük olur. (Ortaçağ İslâm Medeniyetinin ve Osmanlı Medeniyeti'nin ilk devirleri.. Batı'nın 17. asrı ile daha sonra sık sık görünmez hâle gelerek devam eden ince çizgi'si.) 2- Aklî faaliyet bu sâyede başarılar kazanınca medeniyet eserleri doğar ve maddî üstünlükler elde edilir (misaller aynıdır.) 3- Maddi zenginlik ve üstünlük, AKLIN (daha doğrusu nefsirı) gurura ve şımarıklığa düşmesine ve İMAN'ı kendi maddî muhâkeme ölçülerine göre küçümsemesine yol açabilir. Aklın böylece yalnızlaşması; mânevi düşüşe, fikrî karışıklığa, ahlâkî bozulmaya müncer olur... Burada başka bir ihtimal daha
vardır: Maddî güçlülük ve üstünlük, fikri bir tembelliğe de sebebiyet verebilir. Aksiyon devam eder ama fikrî ve ilmî faaliyet o'na refakat edemez, (Birinciye misâl Ortaçağ'daki Sapmalarımız. İkinciye misâl, Tanzimata Tekaddüm Devrimiz.) 4- Denge'nin şeklen akıl ve madde lehine böylece bozulması; aslen akim da, maddî üstünlüğün de aleyhinedir. Ya; yalnızlaşan akıl kendi bütünlüğünü tahrib edici spekülâtif kavgalarla yorgun düşer ve asıl işini de yapamaz hale gelir, ki Ortaçağ İslâm Medeniyetinde böyle olmuştur... Ya da; tembelleşen akıl, kültür köklerini ancak imam-ilim âhenginden doğabilecek tefekkür cehdiyle besleyemediği için, TAKLİD'e yönelir. (Osmanlı Medeniyetinin son zamanlarmda böyle olmuştur. Batı açısından; birinci hal materyalist felsefeler halinde, ikinci hal ise taklid'e değil de TAASSÜB'a dönüşen hüviyetiyle Ortaçağda yaşandı.) 5- Maddi-İlmi-Fikri gerileme ve bunalımlar, AKIL'a, eski iman bağlılğını ihyâ lüzumunu hatırlatırsa; hastalık, tedâvi edilir. Ama akıl, suçu, kendinde ve nefs'te değil de eski bağlılığında bulursa; kendine yeni bağlanacağı şeyler arar ve daha da beter hale düşer. (Birinci hal bizde hiç yaşanmadı desek yeridir. İkinci hal bizde tam olarak, Batı'da ise geçici ve sonunda rnağlub olucu dalgalar hüviyetiyle yaşandı.) Denge îman temelinin bozulmasından dolayı çarpılırsa akim işi son derece zorlaşır. Hem bir şeye dayanmak, hem de o'nu ıslaha ve tashihe mecbur olmak, çok ıztıraplı çok çileli gayretleri gerektirir. (Batı bu hale bir çok defalar düştü ve Doğu'dan yardım gördü. Halbuki kendisi yardım etmeyi hiç bilmez.) 6- Denge sıhhati muhâfaza edildikçe, maddi sebebe bağlı kayıpları gidermek kolaydır... Çünkü böyle bir dengenin tefekkür ve hamle gücü çok yüksektir. Ama bu maddi sebebli kayıplar, bir aşağılık duygusuna ve mânevi temellerden şüphe etmeye götürürse; asıl büyük buhran o zaman başlar ve yanlış teşhisin ters ilaçlarıyla gitgide büyür. (Duraklama devrimizdeki hâl ve o'nu takib eden süreç) , 7- Denge, iman esaslarını iyi anlayamamaktan veya yalış anlamaktan doğan bir hal sebebiyle bozulursa; çare, tecdid bilgilerinden ve feyzinden faydalanıp saf-imâna dönmektir, (imâmı Rabbâni ve İmâmı Gazâli tesirleri buna örnektir.)
8-Maddî durum ile mânevi durum arasındaki münâsebetin muayyeniyetini açıklayan bu kaideler, hemen aynı anda görülen neticeler halinde yaşanmayabilir. Tesirleri hemen başlar; neticeleri, belki bir zaman sonra, ama mutlaka teşekkül •eder. Belli bir zaman noktasında "maddeten ileri olan, mânen daha geri, mânen ileri olan, maddeten daha geri" görünebilir. Buna aldananlar, maddî ilerlemenin ancak mânevi tâvizlerle hattâ kayıtsızlıklarla mümkün olabileceğini sanabilirler. Fakat bu aldanışın bedelini çok ağır öderler.
II. KISIM
TEMEL KAVRAMLAR TASNİFİ: "Asli düşünce, ruhî bir hadisedir, Ruh 'un kendi kendiyle konuşmasıdır ki öz'ü kavramamızı sağlar." Aristo "Düşünce ruhun bir özelliğidir, ruha aittir." Deskartes "Düşünce ilahi bir cevherdir." Spinoza 1- İlim: İlimler umumî olarak ikiye ayrılır: Dünyevî ilimler, Dinî ilimler. Dünyevi ilimler: a) Tabiî ilimler, b) İçtimaî ilimler... Tabiî ilimlerin konusu maddedir. İçtimaî ilimlerin konusu, insanın bütünlüğüyle ilgili gerçekler ve olaylardır. İnsan, sadece maddesiyle, tabiî ilimlerin konusudur. Tabiî ilimler, gözlenebilen, deneyi yapılabilen ve ölçülebilen bir varlık olan madde ile uğraştığından bu sahadaki düşüncenin doğrudan doğruya manevî bir yönü yoktur. Fakat şu unutulmamalıdır: Fizik-kimya gibi tabiî ilim dallarının nihaî verileri, bir tefekkür konusu olarak da ele alınacaktır. Burada, bilineni öğretme-öğrenme sırasında düşünce manevî bir vasıf taşımaz. Bir öğrenciye fizik dersi verirken herşey maddi bilgiDin-Medeniyet ve Lâiklik F. 9
129
lerle sınırlıdır. Fakat fizik ilminin neticelerini hayatın mânâsını izaha yarayan deliller olarak kullanırken (ki başka bir deyişle ilim felsefesi yaparken); veya fizik ilmini ileri götürecek çalışmalarda bulunurken; düşünce, manevî-kültiirel-sübjektif vasıflar da kazanır. İçtimai ilimlerin konusu ise insanın bir madde-ruh sentezi olarak bütünlüğü ile ilgili bulunduğundan hukuk, sosyoloji, tarih, iktisat gibi ilimlerde düşünce faaliyetinin manevî-sübjektif-kültürel yönü daima birinci plândadır. Sosyal ilimlerin en ampirik karakterlisi olan iktisatta dahi, durum aynıdır. İktisadî münasebetleri insandan soyutlayan teorik tahliller, ancak bazı sınırlı bulgular için dar ve izâfî bir kullanım alanına sahiptir. (Batı'da din-ilim mücadelesinin mâhiyetini ve safhalarını, küllî izahlarımızın seyri içinde anlatacağız) İslâmî ilimler, nas'lara dayanır. Kaynaklar; Kur'an ve Hadis, o'nlara bağlı olarak da içtihad hükümleridir. İslâmî ilimler; Kur'an İlimleri, Hadis İlimleri, Fıkıh İlmi, Akaid İlmi, Tasavvuf İlmi'dir. Nas'lar vahyin neticesidir. Vahy-i Metlüv, âyetleri; Vahy-i Gayr-i Metlüv, hadisleri; Vahy-i Bâtın Peygamberimizin görüşlerini meydana getirir. Tasavvuf; nas'lara dayanmakla ve bağlı bulunmakla beraber, ilham kaynağını da ihtivâ eder. Fakat unutmamalıdır ki: "Ne nakli ilimleri akıl hissesinden müstağni, ne de akıl ilimleri nakil'den varestedir."(Hamdi Yazır) 2- Düşünce: Düşünce, dünyevî ilimler bakımından ikiye ayrılır: Felsefî düşünce, İlmî düşünce. Felsefî düşünce: Felsefenin tarih boyunca geçirdiği merhaleler dikkate alınırsa, ilk haliyle: İlimlerin oluşup gelişmediği zamanlara ait bir düşünce tarzıdır. Son haliyle ise: Mantık, psikoloji, ahlâk gibi disiplinlere ayrılmış ve geriye ilimlerin verilerini terkib etme iddiası kalmıştır. İlmi Düşünce: Tabii ilimlerde maddi, sosyal ilimlerde ise manevi-sübjektif-kültürel yönü ağır basan bir düşünüştür. Ayrıca san'atlarla ilgili düşünceyi de zikretmek gerekir. Dinî bakımdan düşünce üçe ayrılır: 1- Lâdinî 2- Gayri Dinî 3- Dinî... Lâdinî Düşünce, din'le müspet-menfi hiçbir münasebeti olmâyanTtuşühcedir M; ancak'maddî ilimlerin felsi-*
fe'ye sezgiye tefekkür'e açık olmayan tarafları ile ve bir de pratik saha ile ilgilidir. Bunun dışındaki her düşünce faaliyetinde, dinî veya gayri dinîbir cihet mutlaka vardır... Dinî düşünce, dar manâsıyla, dinî hükümler üzerindeki düşüncedir. Geniş mânâsı ile ise, îman şuurunun ışığında bütün mükevvenâtı manevi-maddi özellikleriyle ihâta eder ve tefekkür adını alır.
3- Bilgi: Bilgi genel açıdan ikiye ayrılır: 1 - Tavî (spontane) bilgi ve 2- İlmi bilgi. . İlmi Bilgi de ikiye ayrılır: maddi-pozitif bilgi, içtimai-beşeri bilgi. Felsefi bilgi ise; ilk haliyle ilmî disiplinden mahrum düşünce bilgisi, son haliyle ise, "terkibi düşünce bilgisi" olarak ele alınabilir. (Bununla beraber, ilkel niteliğini yine de sürdürmekte olduğu unutulmamalı ve bu bölümün ilgili faslındaki izahlar daima göz önünde bulundurulmalıdır.) (Bk.D) Dini Bilgi, kaynakları itibariyle, ya vahye ya ilhama ya da Esmâ-ı İlahiyyenin tecellilerine bir başka deyişle Âdetullaha dayanan bilgidir. Vahyin ise üçe ayrıldığını yukarıda kaydetmiştik. • 4- Hak Din: Hz. Adem'den Hz. Muhammed'e ve ebed'e kadar; Hak Din, Tevhid dini olan İslâm'dır. İslâm, Hz. Muhammed ile kemâl zuhûru'na ermiş ve O'nun vazifesini tamamlamasıyla mükemmel ve ebedî şeklini almıştır. Diğer peygamberlerin tebliğ ettikleri; iman esasları bakımından farksız, bâzı amelî hükümler bakımından ileriye doğru değişik, insanlar elinde aldığı hal itibarıyla muharref, İslâm'ın "Kemal Zuhuru" ile de külliyan mensuh'tur. "Allah indinde Hak Din, sadece İslâm'dır." (3/19) "Ey Resuller! Muhakkak ki bu (İslâmiyet) bir tek din olarak hepinizin dinidir. Ve Rabbiniz da ben'im." (24/51-52) İslâm, bütün asliyetiyle mahfuzdur. Ayetler, nâzil olduğu gibi vahiy katiplerine aynen yazdırılmış ve yazılmış olan âyetler sahâbilerin tam ittifakıyla doğrulanıp tedvin edilmiştir. Bugüne kadar Kur'an-ı Kerim'in hiçbir âyeti üzerinde en küçük bir ihtilaf, hattâ muârızlannca dahi asıla uygun olmamak şek-
İmde bir iddia söz konusu olmamıştır. Hayatı Peygamberimiz kadar açık aydınlık ve belgeli olabilen hiçbir insan tarihte görülmemiştir. Peygamberimiz Veda Hutbesinde 100 binin üstünde bir kalabalığa hitab etmiştir. Hadisler, benzeri hiçbir sahada görülmemiş titizlik ve hassaslık kurallarıyla tedvin edilmiştir. Her râvide "akıl-zabt-adalet-İslâm" şartlarının tam olarak bulunması şartı aranmıştır. Rivayet zincirinin tamamen böyle râvilerden oluşması ve hiçbir kopukluk zedelenme bulunmamasına özen gösterilmiştir. (İçtihadın ne olduğu 1. kısımda açıklanmıştır) Anlatılanları bir Genel Tablo halinde şöyle özetleyebiliriz:
GENEL
T A B I. O
İLİM
A- Umumi Açıdan a. Tabii b. İçtimâi b l . tarih b2. sosyoloji b3. hukuk 14. iktisat
B - Dinî Açıdan a. Kuran ilimleri b. Hadis İlimleri c. Fıkıh İlmi d. Akaid İlmi (İlmi Tevhid, İlmi Kelâm) e. Tasavvuf İlini
B- Dinî Açıdan: a-dinî düşünce al. naslar çerçevesinde tefekkuh/içtihad a2. naslara dayanarak tefekkür (tasavvufi içtimai) b. lâdinî düşünce c. gayridinî düşünce
A- Umumi Açıdan: a. Felsefi Düşünce al. ilim disiplininden mahrum a2. ilme tâbi a3. ilimleri terkib eden ve aşan b. ilmi Düşünce b l . pozitif b2. sosyal c. Sanat Düşüncesi d. Pratik Düşünce BİLGİ
B- Dinî Açıdan: a- vahye dayanan bilgi al. vahy-i metlüv a2. vahy-i gayri metlüv a3. vahy-i bâtın b. ilhama dayanan, bilgi c. esmâı ilâhiyye'nin tecellilerine (âdetullaha) dayanan bilgi
A- Umumî Açıdan: • a- tavi bilgi (spontane) b. ilmi bilgi bl. pozitif b2. sosyal c. Felsefi Bilgi c l . ilimsiz c2. ilme dayanan
A- Batıl-Uvdurma
.B-Muhaıref-Mensuh
C- Hak Din (Tevhid Dini) (İslâm)
5- Müslüman 'ıtı Hayat Görüşü: Cenâb-ı Hak vardı, O'nunla beraber başka hiç bir şey yoktu. Sonra canlı ve cansız varlıkları yarattı... Cenâb-ı Hak kadîm ve ebedidir, eşi benzeri yoktur. Mutlak Varlık'tır, Mutlak Hakikat'tir. Herşeye gücü yeter, herşeyi bilir, herşeyi görür, lıerşeyi işitir. Gerçek kudret ve kuvvet sâdece ona aittir. Bütün kemal sıfatları O nundur. Mutlak adâlet ve hikmet sahibidir. Her türlü noksan sıfattan münezzehtir. insani mahlukatm en üstünü olarak yarattı. Ruh verdi, akıl verdi, irâde verdi. Yaratmasmın-yaşatmasının hikmetlerini, gidilecek yolu, yüklediği mesuliyeti, vereceği mükâfat ve mücâzatı, vahy ile Peygamberleri vasıtasıyla bildirdi. insan, Rabbiııin emirlerine uygun olarak yaşayacaktır. Fıtratıyia da buna muhtaç ve müstaiddir. Dünya hayatı geçicidir. Hikmet-i vücudu, âhiretin yâni _ ebedi hayatın tarlası olmasıdır... Hesap gününe, sadece amellerimizle gideceğiz. Nefeslerimiz sayılıdır. Muayyen vakitte hepimiz öleceğiz. Ölüm, mümiııiçingerçek uyanış, gerçek doğuştur. Ölümü tadacak olan nefs'tir. Ruh, Allah'ın hikmeti muktezâsınca, T i k i kalacaktır. Ruh'un keyfiyetini bilmeye çalışmamaîıyız. Bıldırllehlerle iktifâ etmek mecbureyetindeyiz. Ruh, ölümden sonra Berzah âlemindeki bir mertebeye gider. Ruh'un bir Nur halinde kabre taalluku olacaktır. Bu nurun kuvveti, ruh'un bulunduğu mertebeyle mütenâsiptir. Bulunduğu mertebeye göre. ruhun cennet veya cehennem ile alâkası bulunacaktır... ilerideki akibeti-makamı kendisine gösterilecektir. Fakat "nasılsa öleceğiz" diye oturup durmak yok. Yarın ölecekmiş gibi hazır bulunup, hiç ölmeyecekmiş gibi çalışacağız. Dünya nimetleri bizim içindir. Daima şükür hali içinde bulunarak onlardan faydalanacağız. Rızık temini için çalışmak, ibâdet hükmündedir. Lakin hırslı olmayacağız. "Hırsla kazanılan" da meymenet ve bereket yoktur. Mülkün hakiki sahibi Cenâbji H a k i m Müslüman için; mülkiyet, mükellefiyet demektir.'FarkMık,^imtihan içindir. Fakirlik de imtihandır, zenginlik de. Elimize geçenlerin ihtiyacımızdan fazlasını Allah rızâsı için harcayacağız. Dünya nimetleri, bize Rabbimizi unutturursa kötüdür; unutturmazsa, güzeldir...
Devamlı gayret içinde bulunacağız. Bir günümüz bir günümüze eşit olmayacak. Bilgiye, tefekküre, ilme, önem vereceğiz. Ya öğreten olacağız, ya öğrenen... Sahibi olamayacağımız bilgiler işaretlenmiştir; Rabbimizin zâtını, kaderin sırrını, ruhun keyfiyetini ve gaybı bilmeye çalışmayacağız. İstikamet, gayret, istişare, itidal, teâvün, tekâmül, esaslarından asla ayrılmayacağız. Bu dünyada başımıza gelen musibetler; hâlimize göre, ya cezadır, ya kefârettir, ya da mükâfattır... KaderTATIaHîn 'berşeyîoncedenljilmesi'' ile alâkalıdır Biz kaderimizdekı amelimizi cüz'ı îraclemizie dilemiş öKniâ^ mîz35^^ onu Çapmak durumunda kalmış değiliz. Bizim ciiz'i irademizle o ameli işlemek istiyeceğimizi Cenâb-ı Hak bildiği için, kader yazısı oyle yazılmıştır. Şayet külli iradenin taalluku izni yaratması olmazsa, cuz'i irademiz hiçbir şeye muktedir değildir. Ef'âl-i ıztırariyye'den ise, zaten sorumlu tutulmamışızdır... Mü'min müminin aynasıdır. Müminler canlı bir organizmanın uzuvları-hücreleri gibidir. Sevgi, bağlılık, yardımlaşma, imanın alâmetlerindendir... Kötülükle mücadele etmek müminin vazifesidir. Gücü yeterse el ile, yetmezse dil ile, ona da yetmezse gönlüyle kötülüğe muhalefet edecektir... . Mümin için en büyük gaye, Allah'ın rızâsını kazanmaktır. Allah'ın râzi olmadığı şeyde hayır yoktur. Hayır, bizim gerçekleşmesinden hoşlandığımız netice değil; doğru uygulamalar sonunda, her ne olursa olsun, meydana gelen neticedir. İmanın kemâli, muhabbetullaha dayanır. Allah'ın rahmetinden ancak kâfirler umut keser. Sıhhatli denge, umut ile korku arasında^ bulunmaktır... Her nin^ete şükretmek, her mihnete sabretmek gerekir. Şükür sadece ciil ile olmaz. Şükrün amelî icapları vardır. İ?ü"krü edâ edilmeyen nimet, mahrumiyet getirir. Sabır gösterilirse, "mihnetler nimete dönüşür. Bu sebepledir ki mümin için, herşe^e^âyırvarHm.. Kâinatın mihveri, muhabbetullahtır. Allah sevgisi, cezbeder; Allah korkusu, o sevgiyi dengede tutar. Perde kalksaydı, herşey yanardı. Dünya hayatı için bir miktar gafletin lâzım oluşu bu yüzdendir... Allah, şahdamarımızdan daha yakındır. Bize bizden
yakındır. Uzaklaşma, bizim bakımımızdandır. Nefsi tezkiye etmek, temizlemek, arındırmak; Allah'a yakınlaşmanın yoludur. Bütün miikevvenat, Allah'ı kendi hal dilleriyle teşbih eder. Miikevvenâtm nizâmı bununla kaimdir. Mihverinden çıkan; önce yolunu, sonra mânâsını, sonra mevcudiyetini kaybeder. Ezerde iman sözü verdiği ve imana hem meyilli_hem muhtaç olarak yaratıldığı için insanloğlunun iman etmeyişi halindeki âkıbeti de budur. Mihverinden çıkıp mânâsını ye değerinin kaybederek, dalâlet boşluğuna yuvarlanır... Bu dünya, bir sebepler âlemidir. Cenâb-ı Hak, her şeyi bir sebebe bağlamıştır. Mükevvenâtın âhengine dikkatle bakarsak, Esma-i İlahiyyenin hakikat tecellilerini görürüz. Esbaba tevessül vazifemizdir. Fakat onun da üstünde teslimiyet ve tevekkül vardır. Tedbir, kader inancına aykırı değildir. Tedbir mecâli ve imkânı varken tevekkülle yetinmek, İslâm'a uymaz. Çünkü Allah, aklını kullanmayana murdarlık verir. Çaresiz kaldığı için sadece tevekkülle ve dahi M dabulunamn önünde nice kapılar açılır. Çünkü Musebbibül esbâb, Cenâb-ı Hak'tır. "01"der, olur. Yoktan var etmek, ona kolaydır... Dinimizi korumamamız için, bir miktar maddeye ihtiyaç vardır. Peygamberimiz, kendisini sevenlerin, âhir zamanda bir kalkan edinmelerini istemiştir... Dünyanın kıymeti, âhiretin tarlası olmasıdır. Ahiretten mücerret ve müstakil olarak dünyanın hiçbir kıymeti yoktur. Dünya, kâfir içirt gâye; mümin için vasıtadır. Eğer müminler sarsılmapTöi]<15IsaîI^^ tuttuğunu altın yapardı, (zuhruf, 33,35) Çünkü kâfirlerin dünyası, altınıyla gümüşiiyle, yâni müstakil ve mücerret mâhiyetiyle, o kadar kıymetsizdir. Alsınlar da, akıbetlerini bütün dehşetiyle görsünler!... Eğer müstakil ve mücerret mahiyetiyle dünyanın bir kıymeti olsaydı, Cenab-ı Hak kâfirlere ondan bir yudum su dahi vermezdi. (Riyâziissalihin 4423) İşte bu manasıyla dünya, kâfirin cennetidir. Onun başka özlemi umudu yoktur. * Mümin için dünya bir vasıtadır. Cenâbı Hak, dünyayı insanlar için, insanlan da Ahiret için yarattı. Dünya bir imtihan ve tekâmül sahnesidir. Dünyanın mümine zindan olması, vuslata engel görünmesindendir. Mümin için ölüm bir terhis tezkeresidir, bir vuslat kapısıdır... Geminin yüzmesi için suya ihtiyaç
tekâmül sahnesidir. Dünyanın mümine zindan olması, vuslata engel görünmesindendir. Mümin için ölüm bir terhis tezkeresi: dijvbir vuslat kapısıdır... Geminin yüzmesi için suya ihtiyaç vardır. Ama su geminin içine girerse, onu batırır. Gemi için su ne ise, mümin için dünya odur... Küllî manada, mü'minler, dünyada da âhirette de mükâfatlanır. Dinine sarılan bir kavim, dünyasını da âhiretini de kazanır. İman şuuruyla dünyaya bakan, dünyadaki nasibini de unutmayacaktır. Mesele ölçü meselesidir. Dünyaya bağlanan ona köle olur; onu âhiretin tarlası olarak görene, dünya köle olur... BiFhadiste^ "hayırlınız âhiretini dünyası için dünyasını da ahireti için terk etmeyendir" buyuruluyor. Cenab-ı Hak gayretten ve sabırdan uzak kalanı, iki cihanda da hüsrana uğratır. Külli manada "hüsran" iki cihandadır. (22/11) Din'i bir ahiret işi olarak görmek büyük hatadır. yapacaktır, teklif mahalli dünyadır. Hem dünyada hem âhirette bahtiyar olmanın yolları gösterilmiştir. Bir hadiste "Allah şu Kur'anla âmil olan kavimleri yükseltir ve onunla gitmeyenleri alçaltır." buyuruluyor. O'nunla yürüyen bir kavim içinde de elbette çileli mahzun ve muztarip insanlar bulunulabilecektir, hüküm külli neticeyi işaretliyor. Esasen asıl yük de o insanların üzerindedir; ve onlar diğerlerinden aslen daha bahtiyardır... ' İslâm; dengeyi, inceliği, bilgiyi emreder. "Dinde a§ıngi-_ denler helâk" olurlar." O&yazûssâlihin" 1 / İ 7 6 ) Peygamberimiz, dünya işleri bir sınırın ötesine taşınca "ferahlat yâ Bilâl'', manevi kesafet çok artınca da "konuş yâ Aişe" buyururlardı. Zaman zaman dinlendirici-ferahlatıcı çareler aramamız tavsiye olunmuştur. "Ben kolay ve miisamhakâr bir din ile gönderildim" "Dinimizde kabalık ve katılık görmekten hoşlanmam." (Camiüs Sagir, Mevkufat) "Kolaylık gösterin, zor'a koşmayın" "Müjdeleyin tenfir etmeyin" "Resulullah vâz ü nasihat hususunda bıktırmamak ijinı^gun^yafâs££eı^L" (Buhari) 6- tslamın Bütünlüğü İslâm bir bütündür. Şayet temeli "iman" olan bu bütünlük, sıhhatle yaşanmaz ise, parçalarının müstakil olarak sıhhatle işletilmesi mümkün değildir. Aslında beşerî ve içtimâi mâhiyet taşıyan sistemler de
öyledir. Onlar da kültürel-fikri-tarihi-manevi unsurlardan ve müesseselerden oluşan bir bütünlüğe bağlıdırlar. Mesela, kapitalizm öyledir. Batının asırlarca süren arayışlarının ve Batı Kültürünün ürünüdür. Batı kültürü ise kendine has bir terkiptir. Bu münasebet İslâm'da çok, daha kuvvetlidir. Çünkü islâm, ilahî-vahyî bir sistemdir. Her unsuru değil, her noktası, aslî bütünlüğün vazgeçilmez, ayrılmaz, koparılmaz, silinmez izlerini ve işaretlerini taşır. Bir kelimenin bile değil, bir harfin gitmesiyle mânâsı kayba uğrayan cümleler vardır. İşte İslâm, tamâmı öyle cümlelerden oluşan bir bütündür. Öyle cümleler ki; herbiri "öncekinin izahı, sonrakinin temeli" durumundadır. Harfler, cümleler, sayfalar; teşkil ettikleri bütünün rûhuyla canlıdırlar. İslâm budur, böyle bir bütündür. JdaxjmeRgçUnson, "Bütün izmler İslâm'ın yerini almak İaaortggâgktLam^ diyor. Bu, hakikat'in sadece bir yönüdür. Diğer yönü: islâm'ın bir yama olarak kullanılamayacağı ve islâm'a yama vurulamayacağıdır. Belirttiğimiz hususlar sübjektif bir hassasiyetle ilgili olmayıp, objektif tesbitlerdir. Kaynakların söylediği budur. 7- İslam 'da Müeyyide: İslâm'da iki türlü müeyyide vardır: 1- Dünyevi 2- Uhreyi. Aslında dünyevi müeyyideye, bazı günahların ilâhi kudret ile dünyada cezalandırılması da dahildir. (Biz değişmedikçe Cenab-ı Hakk' ııı bizim halimizi değiştirmeyeceği, başımıza gelenlere nefsimizin sebep olduğu ve nasılsak öyle idare edileceğimiz) meâlindeki nas'lar, bunun delilleridir. Fakat bu tasnifte biz, dünyevi müeyyideler tâbiriyle sadece hukuki-şer'i müeyyideleri kastediyoruz. Her hüküm, her emir; müeyyideye bağlıdır. Bir "hükümler topluluğundan" söz ederken, onun tatbikatının ancak müeyyidelerinin mevcudiyetiyle hedefe varacağını unutmamak gerekir. Sistem mefhumu da, "hükümler topluluğu-kurallar topluluğu" anlamına gelir. İslâm külli bütünlüğü de, bu bütünlük içindeki ahlâki içtimâi-hukuki-idari yönleri de; ancak müeyyidelerinin tam tesirli olması ile gerçek bir işlerliğe sahip olur. Eğer bir cemiyet, hakiki müminlerden oluşan bir cemiyet değilse; o cemiyette İslâm'ın sistematik hükümlerini uygulamak ve istenen neticeleri
almak mümkün değildir. Bir yahut bir kaç unsurunu müessesesini alıp, iman yapısı bozuk bir cemiyete monte etmek, fazla bir anlam taşımaz. İnşaata dördüncü kattan başlanmaz. Aslında içtimaî mahiyeti olan her sistem, şöyle veya böyle, bir ruhî-ahlakî temele dayanmak durumundadır. Kapitalizmin tarihi seyir içindeki mânevi kaynağı, ileride izah edeceğimiz veçhile, muharref Hristiyanlıktır. Sonraları, her yerde her zeminde her kültürde uygulanabilen bir teknik zaruret olma iddiasına büründü. Ama, sonraki iddialar ne olursa olsun, tarihi gelişim içindeki gerçekler elbetteki unutulamaz ve silineıııez. 8- İslam ve Cemiyet: İslâm, bilgiyi düşünceyi medeniliği emreder. İlini ve düşünce hakkındaki âyet ve hadisler, başlıbaşma bir cilt teşkil edecek kadar çoktur. Mahiyetine göre, düşünce, nafile ibadetten kat kat üstün tutulmuştur. Kişilerin ancak akılları miktarınca dindar olabilecekleri belirtilmiştin_AWrm ^ulkm mıır-, darlık verileceği ihtar olunmuştur. Büetdebilmeyeh arasındaki t fark, ölüyle diri arasındaki farka eş tutulmuştur. Ne kadar az düşündüğümüz tekrar tekrar ifade "olunmuştur. Hangi kabtan çıkarsa çıksın hikmeti almamız emredilmiştir. Kâinatın nizâmı ve maddi münasebetler dengesi hakkındaki bilgilerin Cenâbı Hak tarafından konulan kanunlar ve ölçüler olduğu açıklanmış, bilgi sisteminin bütünlüğü işaretlenmiştir. "Bir an bilgiyle meşgul olmak bir an kitaba yazıya bakmak,,60 yıl (nafile) ibâdetten havrelıdır." (Kunûzül Hakayık) __ İslâm'a göre takva derecesi eşit bulunan iki müminden daha güçlü olanı daha hayırlıdır. MefkCırenin emrindeki maddi vasıtalar ne kadar çoğalırsa, o kadar iyidir. . Dikkat edilsin ki; hadislerde, köylerde oturmak kabirde bulunmaya, köyler kabirlere benzetilmiştir. (Camiüssagir, Kunuzulhakayık.) "Karanlık yerlerden sakının. Karanlık yerlerde oturan insan kabirde yatan gibidir." buyurmuştur. Peygamberimiz, hiç ışık yakılmamış karanlık bir yerde oturmaktan daima sakınmış tır. Eskiden Mescid-i Nebevi hurma yaprakları ve dalları yakılarak aydınlatılırdı. İlk defa kandil yakıldığını görünce; Peygamberimiz, bunu kimin yaptığını sormuş ve pek sevinerek iltifatta bulunmuştur. Sadelik, güzellik, temizlik, aydınlık, in, • ' • ' 139
çelik, sağlamlık, çalışkanlık daima övülmüş; perişanlık, derbederlik, düzensizlik, meskenet, zulmet daima kötülenmiştir. Meşveret esası, İslâm'da ferdi ve içtimai bir feyiz ve tekâmül menbâıdır. Hiçbir sistemde ve düşüncede, meşverete bu derece önem verildğini hiçkimse gösteremez. "Her kim istişare ederse riişdden mahrum kalmaz" "Müşavere eden bir kavim işlerin en doğrusuna muvaffak olur."' 'İstişâre eden helâk olmaz." "Bir kavim istişâre ettiği müddetçe zillete düşmez." "Allah, ümmetini dalâlet üzerinde birleştirmez." Devleti ayakta tutan adalettir. Adalet her işi hakkaniyet jy£Ülerine_uygu^ yere .koymakdem^ktirJZulüm z ^ duramaz. Devlet görevi alanlar, zorbalığa tahakküme sapmamalıdırlar. "Şüphesiz ki Allah size emanetleri devlet görevlerini ehline vermenizi ve insanlar arasında adaletle hükmetmenizi emreder." (4/58) "Adaletle hükmet, Allah adalet sahiplerini sever. "(5/42) "Halka cebredenlerle onlara yardakçılık edenler cehennemdedirler. " (Kunuzul hakayik). Debdebeye safahate dalanlar adaletten ayrılmıştır. Sâde hayat, imandandır. (İslâm'ın İdare esasları hakkında daha geniş bilgi, II. kısmın S.B.'nde verilmiştir.) Cenâb-ı Hak dileseydi herkese bol rızık verirdi. Fakat bu dünya imtihan mahallidir. Servetler kendiliğinden eşit dağılmayacak, fakat insanlar kendilerine verilen cüz'i iradeyle eşitliği-adaleti sağlamak yolunda gayret göstereceklerdir. Farklılık, imtihan ve tekâmül içindir. "O size verdiğimiz şeylerde sizi imtihana çekmek için kiminizi derecelerle kiminize üstün çıkarmıştır." (6/164) Mülkiyet; mükellefiyettir, tasarruf vekâletidir. "Allah'ın size tasarruf için vekâlet verdiği mal'dan onun uğruna harcayın." (57/7) Farklılığı tekâmüle götüren yol, işbölümü ve işbirliğidir. "Kiminizi kiminize üstün çıkardık ki, bir kısmınız bir kısmınızı iş adamı edinsin." (43/32) Bu münasebeti âdil ölçülerle yürütmek kulun vazifesidir. Ücretsiz istihdam şenaattir. "O kimse ki bir işçi tutar onu çalıştırır da hak ettiği ücretini vermez, Kıyamet günü Allah onun hasmıdır." (Buhari). Bir kudsi hadiste, "İşçinin hakkını vermeyenin belini kırarım." buyuruluyor... Huş, kötü şeydir. "Hırsla elde edilen malda meymenet ve bereket ol-
tnaz." (Buhari) "Az bir kâra razı olanı M â k s g a e r , " (muvatta 1 /222) ÂTkâ?aliz7öl"mâîcîşleri geliştirmeye mâni değil, bilakis ^yardımcıdır. Modern iktisadın marjinal denge optimizasyonu dediği şey de budur. İdeal Denge'de kâr, minumumdur. Fakat, batı iktisadı bu neticeye ihtiras mantığı ile varmak istediği için, bu yöndeki bütün denge teorileri kağıt üzerinde kalmıştır. Faiz, haramların en tekrarlısı en tekidlisi en şiddetlisidir. Küfürden sonra hiçbir konu hakkmdiTKüTinTKemnEâi dereöTEiKirE^^ getmnCTjjünFâızâiIâçö'ğalmaz, azaltır. Ondurmaz,"dondurur. Bölüştürmez, ölüştürür. Abâd etmez, berbad eder. Dağılım sistemini öyle ayarlayacaksınız ki, "..Ta ki bu mallar zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın" (59 /7) İşte bu şart yerine getirilirse, mal ve servet, Cenabı Hakkın su'yu tedâviil ettirdiği gibi tedâvül etmeye başlar. (İhya 4/356) Aksi halde servet, diğer hücrelerin aleyhine büyüyen kanser hücreleri gibi, belli organlarda urlar meydana getirmeye yarar! Adil dağılımı sağlamanın yolu, şu temel düstûra bağlılık şuurunu daima canlı tutmaktır: Bir mümin, zaman ile mâhiyeti belli ölçülerde değişebilen ihtiyacından arta kalanı, Allah için,,_ " millet için, ISLÂM'm güçlenmesi için harcayacaktır. Bunu kabul etmeyenin imanı; meyve vermiyor, ışık vermiyor, eser vermiyor demektir. Ve bu şart yerine gelmedikçe hiçbir zâhiri tedbir etkili olamaZ. Malının mülkünün kendini ebedi yaşatacağını zannetmeye (104/3, Şuara/ 128-129) başlayan bir kimse, her türlü nisap mükellefiyeti bağlarından âdetâ yüksek matematik hesapları yaparak sıyrılmayı bilir ve hiçbir şeyi üstüne almaz. JBir ülkede fakirliğin artması, zenginlerin israfı yüzündendinîdHIRaretmiş isrâTa, "müksirlik" eterler. I'aplaiv üstüne oturur. Bu, israfın belki de en kötüsüdiir. Halbuki, zenginler fakirlerin duası sayesinde merzuk olurlar. Onlara verilen malmülk israf etmeleri için değildir. Tasarruf vekâletini su-i istimal edenler, mülkün hakiki sahibine hesap vereceklerdir. (Bu bölümde sunduklarımız, kitabın konularıyla birinci • derecede ilgili olan hususların bir özetidir.) 9- Tekamülün Şartlan (Tecdid-Tefekkür-Tekâmül) -
Bir hadis-i şerifte İslâm'ın daima yükseleceği bildirilmiştir. (Camiüssagir, 500 hadis, ÖNB 70) , " islâm, daima yükselir. Çünkü akıp giden zamanın her ânında İslâm'ın yeni bir hikmet tecellisi zuhur eder, dünya her dönüşünde mutlak ve mahfuz hakikatin yeni bir teyidine (doğrulamşma) şâhid olur. Kâinat, ömrünün sonuna kadar her kıpırdanışı ile İslâm'ı teyid edecektir. Müslümanların bozulan şartlar içinde hakikatlerin bütün veçhelerini görebilmeleri için "tecdid" müessesesi getirilmiştir. Tecdid, İslâm'ın asliyeti ile zihinlere yeni bir ciyâdet ve ruhlara yeni bir parlaklık kazandırılmasıdır. (Bk. II. kısım, I. Bölüm, D/1) > Şayet tecdid'in ardından tefekkür gelemez ise, rnüslümanların tekâmülü inkıtaya uğrar. İmamı Gazali,' 'Tefekkür vazifedir" diyor. Bu vazife sıhhatle ifa edilemeyince; tecdidin içtimai hikmeti, "tekâmül neticeleri" halinde gerçekleşemez. Müslümanlar önce durur, sonra geriler. Tecdid-Tefekkür-Tekâmül münasebetinin sırrını sezemeyen göremeyenler, bütün zamanı ezelden ebede kuşatan ve yılların-asırların-çağların mazinin-hâlin-istikbalin önünde ve üstünde yürüyen "İslâmi Yükseliş" hakikatini de kavrayamazlar. > FELSEFE HAKKINDA: Felsefe, Yunan'cadan gelme bir kelime: Filosofia... jFİlia, sev^rai^I7i5ni7bnğrrFIIozöTiâ7bılKİvi sevmek ve aramak. • ' Kelimeyi ilk defa Pitagoras kullanmış. Sokrates şöyle târif ediyor. "Neleri bilmediğini bilmek." 11 Aslında Sokrates'în bu târifibir açıdan döğrıTÂma tam değil. , Neleri bilmediğini öğreneceksin... Bilemeyeceklerimiz, bileceklerimiz yanmdacTamlaya riıs5efle okyanus gibi... Sahibi olabileceğimiz bilgilere kavuşmak için şâyet onların hâricindeki sahayı da yoklamamız gerekecekse, buna bir ömür yetmez. Felsefe'nin, tatbikattan çıkan tarifi şudur: "Yanlışları or£aya^Eâxm3Z T, TÖ^ayaSîşıxıış/bu da yanhşmış) deyip dolaşaciksınTW"yâhTîşil>rtaya^îkaran, o'nun yerine kendi yanlışım"
koyacak. Birisi "ruh hcrşeydir" diyecek, öbürü "hayır yanlışsın, madde hcrşeydir" diyecek. Onun içindir ki felsefe Sarihinde tamamen doğruyu söyleyen filozoflar ve feslefe sistemleri yok, söylenenler içine serpiştirilmiş hakikat zerreleri vardır. Onları arayıp bulmak ayıklamak birleştirmek fevkalâde zordur. Felsefe ancak 19. asrın sonlarında ve 20. asrın başlarında ahlâk-mantık-psikoloji gibi disiplinlere, ayrıldı ve hususi mânâsıyla "ilim dallarının verilerini (mutalarını) terkib edip fikrî bir son uca varabilme metodu" haline geldi. Ama buna rağmen felsefenin bir nıugâlata vasıtası olarak kullanılması hâdisesi devam edip gitmektedir... Felsefî sistemler, hakikati parçalamışlardır. Her sistem, bir parçanın üzerine inşâ edilmiştir. Kendi bü tünlükleri içinde hepsi bâtıldır ama, içlerinde bazı hakikat parçaları vardır. RUH'a değer vermek için, spritüalist; IvlADDE'ye değer vermek için materyalist; TECRÜBE' ye değer vermek için ampirist; AKIL'a değer vermek için rasyonalist; CEMİYET'e değer yermek için sosyalist; HÜRRİYET'e değer vermek için liberalist; İNSAN'a değer vermek için hümanist; olmak gerekmez. Mesela; değer vermekte değil, verilecek değerin ölçüsündedir. HAKİKAT; ruhu da, aklı da, madde'yi de, cemiyeti de, ferdi de, hürriyeti de, içine alır. Ama o sistemlerin hiçbiri HAKİKATİN BÜTÜNLÜGÜ'ne uygun değildir ve hepsi bâtıldır. Çünki: hepsi, hakikati, o tecrid ettikleri parçadan ibaret sanmışlardır. Kaide mâlumdur. "Bir şey ki haddini aşar zıddına münkalib olur." (dönüşür) Necip Fazıl şöyle diyor: "Dünyada sonu izm'le biten ne varsa ne arıyorsa, aradığının kendisinde olanını değil, tâlib olduğu cennetin hakikatim topyekün İslâm'da bulabilir." (Yolumuz/19) • . Not: Batı tarihinin şartlan içinde felsefe, tahriften doğan akıl-iman, din-ilim kavgasının ince bir tekâmül çizgisine vücut verebilmesini sağlamak bakımından müspet bir rolün sahibi olabilmiştir. I. kısmın I. bölümündeki ifadeleri hatırlatalım: "Felsefenin sağ kanadını kullanarak teslis akidesini tevhid'e doğru götürmek, sol kanadı ile de maddeyi ihmal etme uyuşukluğunu dağıtmak; böylece din-medeniyet-münasebeti-
ni güçlükle kurtarabilen bir akıl-iman dengesi içinde ilim ve medeniyet, hamleleri yapmak; yine de din'i felsefe'ye ve siyasete kurban etmeyip ana kaynak olarak muhafaza etmek..." t J3ugün artık felsefe de yok filozof da yok, çünkü felsefeyi ctağura^^ düşünce üzerinde hiçbir dinî baskı yok. (Bizde zaten yoktüTGerçeği aramak görevi ilme tahsis edildi. Ilım oyle bir teknoloji meydana getirdi kı, kendisi ıçııı dahi düşünülecek şey kalmadı. Okumak ve düşünmek, lüzumsuz bir iş halini aldı! Peki felsefenin amacı sadece ilmin yolunu açmak mıydı? Değildi ama, onun dışında felsefe zaten mücerret olarak müstakil ve kalıcı bir netice elde edebilmek şansına ve gücüne sahip değildi ki. Onca kavga gürültü sonunda dindeki tahrif boşluğuna vurulan yama, zamana elbette dayanamayacaktı. Bugün yetersizliği daha açık olarak görüleri Hıristiyanlık Batı Kültürünün bunalımları karşısında bocalamakta, telsete ise demode bir aliTöIIrâl^ ' Fıerre Ducase şöyle dıyön^ÇağlmıMa'felsefenin geleceğini tehlikeye düşüren şey, ruhi-kültiirel bunalımlara çare olamayışıdır. Çağımızda ilim de felsefe de insanın duyduğu korkulara ve rühııKHylîp^ geleneksel birikimi ile teknoloji arasıda bocalayan kültür varlığımıza ruhsal soylulaşmanın doğuşunu getirmektir. Ancak böylece aklın ve realitelerin gidişi üzerine kalbin ağırlığını koyabilme gücünü kazanabiliriz." (181, Büyük Felsefeler) A. Carrel ise "Neşe huzur ve saadet yoluyla hayata bağlanan yeni bir disiplin bulmalıyız" diyor. Hakikate daha fazla yaklaşanları da var! Yeri geldikçe anlatacağız... 1- Eski Yunan Felsefesi: T s ^ m ^ D ^ ^ n r e s ^ c u n a hayaü-kâinatı bir izah bütünlüğüne kaviIşturmâK istiyenlernniFâigâmş Yunan Felsefesi'dir. O felsefenin mu'talarını islâm'a arz edecekleri yerde; islâm'ı, o felsefenin kavramIEîyrâ~ve m Iıştılar! — . — — ___—— .
Eski Yunan Felsefesi, mütecânis bir bütün değildi.. İçinde biribiriyle tezat halinde bulunan bir çok ekol vardı. Hatta bir filozofun dahi, kendi fikrî şahsiyeti; derin tezatlar ihtivâ eden çeşitli temayüller gösteriyordu. Meselâ, Eflatun'u spritüalizmin üstâdı olarak gösterirler. Prof. Başgil daha da ileri giderek o'nu "vahdaniyyet akidesinin kâşifi" olarak tanıtır! (Din ve Laiklik. Shf. 164) Anlamak mümkün değil! Vahdaniyyet Akidesi, Eflatun'dan önce yok muydu? Mütalaa yürütmek istemiyorum... Sadece o'nun eserlerinden alınma cevherleri sunmakla iktifa edeceğim... Eflatun, Devlet adlı eserinde şöyle der: "Koruyucularımızın kadınları hepsinin arasında ortak olacak. Hiçbiri hiçbir erkekle ayrı oturmayacak. Çocuklarda or_ tak olacak. Baba oğlunu, o ğ u l ' b I B ^ m b ı l m 5 ^ r e k ? T T M e t ? I u y cay, Heredot'tan Hegel'e) İşte böyle! Eflatun'a göre "aile" ve "mülkiyet" müesseselerininKaHınîma Kaynağı bu iki m û ^ s e s M î î r M 5 l F w l i 3 3 n n e r E i s l ç i n ortak ve eşit olmalıdır! — _ _ ^ ^ • — " Gerçi Eflatun'un "bir-ilah" m varlığını savunan düşünceleri de vardır. Ama o düşüncelerin bir müslüman için, hele bir İslâm Mütefekkiri için hayranlık duyulacak örnek alınacak bir tarafı yoktur. Heideger'e göre: Eflatun, Batı Metafiziği'nin kurucusudur. Eflatun der ki: Ruh ölümsüzdü^. Böyle olduğu için de, dünyaya bir çok defalar gelecektir. Dünyaya bîr daha gelişler m c & f î t zekâlılar kuş, bilgisizler, vahşi hayvan; aptallar ise balık biçimine gireceklerdir." İşte budur Eflatun. Bizim mütefekkirânm inançlarını sarsan ünlü filozof! Aristo, bizim ilk batıcıları daha da çok etkilemiştir. O k a dar k i ; . e ş e r k n m d İ E I a r c a okuyup ezberlediler, ondan tercümeler yaptılar, meşşâiyye ekolünü teşkil ettiler. Bir kaç örnek de Aristo'dan sunalım: "Saadetin fikrî bir müessiriyet olduğunu şu görüşler ispatlar. ..İlâhların her varlıktan çok bahtiyar ve mesut olduklarını tasarlayınız. İlâhlara ne türlü faaliyetler yakıştırmalıyız acaba? Âdil davranışlar mı? İlahların bütün hayatlarının saadetle Din-Medeniyet ve Lâiklik F. 10
145
dolu olmasına ve bazı insanların bu duruma benzedikleri ölçüde mesut c alamadıkları için mesut olamazlar..." "Yıldızlar, kainatın i ruhlarıdır. İlahlığın vasıflan yıldızlar da bırleşm S p r i l M I S m i B i p î n i r Kimlerin b a y î E ^ m hattâ; madiğini, yeri geldikçe, tarihî seyri içinde, < dilik bu ekol hakkında biraz daha bilgi verelim: Spritüilastler ruhun varlığına ve i ne inanırlar. Ama nasıl bir inanıştır bu? Yine ' lim: "Ruhların tenâsuhu her bin senede bir tekrarlanır. Bazısı bedbaht bazısı mesut olur. Onlann tenasüh ve mücadeleleri onbin sene doluncaya kadar devam eder. İşte o zaman hepsi yıldızlar alemine dönerler ve ideler alemine uzanmak için yeniden mücadeleye başlarlar..." Devam ediyor: "İki âlem vardır, ruhi âlem veya ideler âlemi, cismani alem veya his alemi... Alem'in bir maddesi vardır, bir de ruhu âlemin maddesi ezelidir, yaratılmamıştır. Alemin ruhu külli ruhtur. Ahenk bundan doğar. TANRI, ÂLEMİ YARATMAMIŞ SADECE ONA NİZAM VERMİŞTİR." Şüphesiz ki; "Batrnıh düşünce tarihi içinde SPRİTÜALİZM, materyalist görüşlere karşı yaptığı etki ve sağladığı dengeci fonksiyon ile müsbet bir manada ifade etmiştir. Lakin "ASLİ ÖLÇÜ" den mahrumiyet, "ifrâta kaçanın zıdda dönüşmesi" âkıbetini çok çabuk getirmiş, spritüalizm de dolaylı yoldan materyalist menfiliklere bürünmüştür. Mesela PANTEİZM bunt lardan biridir. (Bk.2. kısım, IV B. D,E) 2- Panteizm: Tabiatı ilâhlaştıran felsefî bir akım olan panteizm'ip de kökleri eski Yunan'a uzanır. Talih boyunca'bir çok takipçileri' görülmüş, zıt kutuplardan yola çıkanların aynı çizgi yakınlarında buluştukları da olmuştur. Onlara göre CÜZ'ler BÜTÜN'ü oluşturur. Yaratan ve Yaratılan yoktur. Kendiliğinden meydana nizâm vardır. Bu âhenk ve nizâma uyum s kiniklma ederveıIaHaşır. Meselâ bir panteist olan 1 'a göre insanın tekâmül etmesi o'nun ilahlaşması demektir. Daha sonra bu akım, en ileri manasıyla Spinoza'nın gö-
rüşlerinde ifadesini bulacaktır. Spinoza'ya göre Yaratıcı ve Tabiat mefhumları aynı şeydir. İnsan, tabiatın bir parçasıdır; Tabiat dediğimiz "külli toplam" Tanrıdır. Hilkat yoktur, ölüm sonrası yoktur. Bizim panteistler daha erbap oldukları için "hilkat yok südûr vardır, hesap yok rücû vardır" diyorlar! (1. kısım, IX B.4) Alfred Weber, "Spinoza münkir değil panteisttir" kanaatini ileri sürüyor. François Lamy ise şöyle diyor: "Spinoza'nın-ki de iman ise, ben miinkirlik nasıl olur bilmem!" Birmingham Psikoposu'nun tepkisi de enterasandır: "İnsan, Tanrı'nın bir p arça sı ise insandaki kötülük Tanrı'da da var demektir. Böyle saçma şey olmaz! Panteizmi şiddetle reddediyorum." Bir de Panenteizm var... Bunlara göre, "her şey Tanrı değildir, ama herşey Tanrı'nın bir parçasıdır." Panteizmi, vahdet-i mevcud; panenteizmi, vahdet-i vücud mefhumuyla karşılıyorlar. "Vahdet-i Viicud panenteizm olmadığı gibi, panteizm de değildir." diyenler ve bunu izaha çalışanlar vardır. (Bk. İsmail Fenni, Vahdet-i vücud) Hamdi Yazır'a göre: Panteizm, İttihadiye'dir; Vahdet-i Vücud'un karşılığı ise imanence'dir. (Metâlip ve Mezâhip 392) Mefhumculuk yapmaya lüzum yok! Ne Panteizmin, ne de Panenteizmin, İSLÂM'la bağdaşmayacağı açıktır. Şunu da kabul etmek lâzımdır ki; kendilerine vahdet-i vücutçu diyenlerin mühim bir kısmı, Batı'nın panteizmi ve panenteizmi ile sarmaş dolaş olmuşlar, ateizme ve materyalizme doğru uzanan ağır inhraflar göstermişlerdir. İslâm'da HULUL, İTTİHAD, TENASÜH, SUDUR.Rl CU nazariyelerine yer yoktur, bunların hepsi bâtıldır. (Bak l / D B., İ. Rabbani) İslam Tasavvufu'na bulaştırılmak istenen panteist ve pa nenteist yorumları ve tasallutları; 5. asırda İmam-ı Gaz ah, yazdığı ve söylediği kelimeleri bir iman ordusunun tefekkür ITI uca hitleri gibi kullanarak yere sermiştir. (1. kısım I I B 3) Daha sonra müslümanların tasavvuf hayalım yine aynı yabancı tesirlerden kaynaklanan inhiraflar siy,maya başlamış ve İslâm Tasavvufunun hakiki hüviyetini bütün incelikleri ile ve her türlü inhiraflara istismarlara çeken bir vuzuhla İmam-ı Rabbani aydınlatmıştır. (2. kısım, İ..B ,D)
3- Felsefe Din'leri/ Tabiat Dini... Esas itibariyle panteizm'dir. Deizm'le de ortaklığı vardır. (Bk. 2. kısım 2. ve 4.B.) Fennî Din... Haeckel'e göre: "Ruhyoktur vahy yoktur; sadece fen vardır, doğru, iyi, güzel nîeîKuniTân va rdır."2Ü" alîm Jlinı dini— A-Çom^e'ye göre: "İnsanlık, teolojik devri geç,ti, metafizik devri de geride bıraktı; şimdi artık pozitif ilimler devrindeyiz." Fakat A. Comte ömrünün sonuna doğru ağır buhranlara düşmüş ve bu görüşlerinden vazgeçmiştir. Rousseau'yu 'Tabiat Dini" taraflısıymış gibi gösteren sebep, Hıristiyanlıktaki tahriftir. 2. Kısmın 5. bölümünde izah edildiği gibi, Rousseau, Hıristiyan ahlâkını içtimaî hayata "tabiat sezgiciliği" yoluyla teşmil edici ve insanın bütünlüğünü ilgilendiren meseleleri bu suretle kuşatıcı bir tamamlanma ihtiyacından dolayı "Medeni Din" kavramını getirmiş, fakat anlayamadığı tarafları bulunduğunu itiraf etmekle beraber İncil'e bağlı kalmıştır. (Bk.2. kısım.5.B.) Nitekim "Sizi gidi filozoflar!" hitâbıyla tepkisini ifade ederken söylediği "kimi, Tanrı dünyanın kendisidir, der" şeklindeki sözleri, Panteizm karşısındaki tavrına delildir. (2. kısım IV.B.E.) (2. kısım, V3İj" Bakınız A. Co'mte'nin dini nasıldı: "Her bölgede pozitivisit bir tapmak kurulacak... Bu tapınakların başına pozitivist başpapaza bağlı papazlar getirilecek... Tapınaklar oğlunu kolları arasında tutan otuz yaşında bir kadın heykelleriyle süslenecek... Bu otuz yaşındaki kadın bir tahsildarın karışıyken ve otuz yaşındayken veremden ölen Comte'nin sevgilisi Cloteldi de Vaux'dur!.. Yeni bir pozitivist takvim düzenlenecek, aylar Homeros'un Aristo'nun ve benzerlerinin adlarıyla anılacak!.." Pascal, "Bütün felsefe bir saatlik zahmete değmez. Felsefe ile âlayetmSKğ^^ J.J.Rouso, "sizi gidi filozoflar! Bu faydalı dersleri sadece kendi dostlarınıza evlatlarınıza versenize! Hem fikirlerinizin meyvelerini daha çabuk alırsınız, hem de bizim çocuklarımız sizin yolunuza sapmaktan kurtulmuş olur!" dernekte haksız
mıdır? Ve bir mütefekkirimizin sözünü hatırlayalım: ^Felsefe yerin altında köstebek gibi ilerleyerek hakikati aramaktır." İşte bunun için diyoruz ki: Felsefe sistemleri'nin içindeki hakikat kırıntıları, olta'nın ucundaki zoka'ya takılmış yem parçalan gibidir. Zoka'yı yutmadan onları almak; mümkündür ama, akıllıca bir gıdalanma yolu değildir ve fevkalade tehlikelidir. lar:
4- Batı Literatüründü
Allah İnancı ile İlgili
Kavram-
Allah'a iman, İslâm'ın bildirdiği bütün kemâl sıfatlarıyla ve bildirdiği veçhile imandır. Bu bölümde (A/4a) imanın mahiyeti esas itibariyle izah edilmiştir. Ayrıca D'de imanın tasavvufi yönü de izah edilecektir. Burada Allah inancı ile ilgili Batı literatüriindeki kavranılan topluca belirtmek istiyoruz. Yalnız şunu hatırlatmak istiyoruz ki, vahye dayanan tebliğlerde iman esasları birdir ve aynıdır. Tahrif vukû bulunca; İsevilik ITristiyanlık haline dönüşmüş, tevhid teslise kaymış, iman esasları zedelenmiştir. Batı literatürü Allah inancı ile ilgili olarak 7 hal tesbit eder. Diğerleri bu hallerden dallanır: ^ 1- Teizm (tek ilah inancıdır) 2- Ateizm (bir ilahın varhğına inanmamaktır)~3 ve 4- Panteizm, panenteizm (Bu bolümde izah edilmiştir) 5- Politeizm (birden fazla ilahın varhğma inanmaktır. 6- Deizm: Yaradılışın varlığınalnanıhaFâmâ yaratılıştan" sonra biçbir ilahi tasarrufa vahye inanmamaktır.) 7- Fetişizm (eşyaya veya eşhasa tapmaktır),. " " Seİ ,• severlerse de, kedinin bir mekânı sevmesi kürtün inini sevmesi gibi, hayvanca bir içgüdüyle severler... Yaşayışlarında hiçbir inancın yansıması ve izi yoktur. Herhangi bir dine olan mensubiyet bağları kurumuş nehiri andırır. Bunlar PRATİK ATEİSTLER'dir." (Syf. 140)
AKLIN ÇİLESİ: Akü deyince neyi kastederiz? Bir tarife göre "akıl eşyanın tâbi olduğu maddî kanun ve münasebetleri bilme ve anlama kaabiliyetidir.'' Bu tarife göre akıl güçlü değildir. Ay'a gider ama kendini öğrenemez. Hayatı anlamanın ilk şartı ise, insanın kendini bilmesi veya sezmesidir. AsIıııda akim kendisi bir manevî varlık değil midir? Elmalılı Hamdi Efendi şöyle diyor: "Vicdan'm merkezi bulunan kalbimizde iman ve irâde şuuru uyandırmak üzere muhit ile alâkalı 7 pencere vardır ki bunlardan bize RUH sereyan eder. 5'i havassı lıams (beş duyu) altıncısı AKIL, yedincisi ilham ve vahiy kuvvetleridir." Demek ki akıl bir nur'dur. Ruh'a bağlıdır. Kalb ve beyin ile de alâkası varcTın Akla konu edebileceğimiz hiçbir objektif bilgi aklın kendisi kadar önemli ve değerli değildir. Alemlerin sırrını uzayda arayan insanoğlu aldamyor. İşe, kendi iç dünyasından başlasaydı; daha az yanılır daha çok tatmin bulurdu. Ruh'u bedene talluku ile doğan nefs'teki âyetleri delilleri işaretleri sezemeyen-bilemeyen, bütün gün uzayda dolaşsa beyhfıdedir. Hem akla "maddî" bir târif getireceksin, hem de "bu aklın anlayamayacağı şey'de hakikat yoktur" diyeceksin. Akla hakaret eden bir akılcılık! Akıl, irade, şuûr, sezgi... Kesin sınırlı tarifler verilebilir mi? Hayır. Herbirini izah etmek, küllî münasebetler içindeki yerini bir kesâfet farklılışması şeklinde işaretleyerek kabildir. Herbirini ayrı bir mütkali realitesi ve ayrı bir cevheri yoktur. Hepsi aynı cevherin çeşitli kesâfetler halindeki tecellilerinden ibârettir. Aynı cevherin adı ise mâlum: RUH. Şu halde ruh imanla beslenip kendi dengesine kavuşturulmazsa aklın bir kanadı (yahut bir bacağı) kopar. Yalnızca zekâ tarafı kalır. Akıl, zekâ'yı da mündemiçtir ama; zekâ, yalnız başına, aklın bütünlüğü içindeki kendi aslî hususiyetini dahi tam olarak muhâfaza edemez. Aklın ikinci ihtiyacı BİLGİ dir. Bilgi, hem "asgari zaruret için lâzımdır, hem azamî had için, hem de ikisi arasındaki mesafeyi kat ederken üzerine basacağımız istinat noktalarını görebilmek için.
Fıtrî üstünlük farklarından, fikrî kaabiliyet itibariyle fazla kokmayınız. Ve şunu hiç unutmayınız: Hür bir karınca prangalı bir dev'den daha talihlidir ve daha fazla yol alır. (Not: Felsefe'nin İslâm Tarihindeki Tesirleri için Bk. 1. kısım, Yalnızlaşan Akıl-Felsefe'den Naylon İçtihada, Akıl ve İman (Aristo Skolastiği, Onların Hastalığına Özeniyoruz.), Tekâmülün Sırrı, Cemal Kutay (İhvânüssafa), Bölümleri) (2. kısım,IV. B.F) Varlığının sırrını, bildirilen sıfatlar dışında tamamen gizleyen hikmet, nasibimize tahsis olunanla o ilmin bir zerresini dahi tartamayacağımız hakikatinden doğan en büyük ihtiyacımızı karşılamıştır. Bir lütüf ve teminat olan bu bilemeyiş hâdisesini kavrayamayan insanoğlu, öğrenebileceklerini ve öğrenmekle mükellef olduklarını bir kenara iterek mutluluğu icabı bilgisizTSE1ı3]İİlsa^ Öğrenilmesi gerekenleri sindirerek sahib olunan "inanç" zırhını giymeden meçhule yalın kılıç dalan her filozof veya her cüretkâr, önce kendini yaraladı... İzah edemediği parıltıyı tecrit etti ve o'na taptı. Mutlak'a varan aklî gidişi kendi inadî gafletinin sınırında boğdu... Akıl, nereden başlarsa başlasın, şâyet tasalluta uğramazsa, Rabbini bulur. Ama hakiki hürriyet, ancak imanla kabil-" dir ve bunca sapık doktrin ortasında imandan mahrum aklın tasalluta uğramaması ve "Fıtri safvet" halinde kalması imkânsızdır.. Gerçi küfür zemininde de akıl, kendine bir çıkış yolu bulmaya çalışır... Meselâ madde'ye mistik vasıflar izâfe etmeye; maddeyi, madde târifinden uzaklaştırıcı değerlendirmelerin konusu haline getirmeye başlar. Gider "tabiat yarattı" der! Biraz daha ilerlerse, varacak! Fakat "Küfrü inadî" bırakmıyor ve maddî tefekkürün hürriyetsiz bir vâdide boğuveriyor. Ve oradan tekrar geri dönüp kendi fâsit dairesine sımsıkı sarılıyor. Kim yapıyor bunu? Cüz'î irâde.. Cüz'î irâde, "akıl"ı yolundan çeviriyor; o'nu dolap beygiri gibi bir fâsit dâireye mahkum ediyor. "Aklınızı kullanmıyor musunuz?" diye sorulmuştur. İşte aklı kullanmamak bu demektir. O'nun fâsit bir dairenin mahkûmu haline getirmek demektir. Tebliğe muttali olmasa dahi Rabbini bulabilecek bir mahiyete sahip olan akıl, tebliğe rağmen malıktım ve mabrıım hale geliyor. İman'ı izah elmek kolay, küfrü izah etmek ise.bakikaten jj>ek zor.
İMAMI RABBANİ ve EHLİ SÜNNET TASAVVUFU "Sıhhatli düşüncenin yegâne yolu, nefsâniyetten arınıp akıl ve kalp ile düşünmektir. Tasavvuftan nasibi olmayanın te' 'imam-ı Rabbani, meta fizik uçurumlardan korkmayan, Yunan çığırının fizozoflarına karşı çıkan ve Allah'ın sonsuz kudreti önünde insana verdiği mutevazi makam sebebiyle nakşilerin mütedil kolu içinde yer alan büyük bir fikir adamıdır. Açtığı okula müceddidiye isminin verilmesi İmamı Rabbani'nin H. 1004'de bütün tasavvuf doktrinini yenileştirmesinden ileri geliyor. Bu okul; en aşırı derecelere kadar varan vahdeti Vücut'tan kaçınarak, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışına kadar Melamilik Bektaşilik Hurufilik adları altında Anadoluya yayılmış olan vucudiyye hareketlerine karşı en kuvvetli tepkiyi oluşturmak suretiyle, panteist isyan ve ihtilâl zihniyetine karşı mücadele etmiş, devletin bütünlüğüne büyük hizmetler sağlamıştır." Prof Hilmi Ziya Ülke (268,276,..) 1- Tasavvuf ve Tecdid Tasavvuf kelimesi de, bir çokiasavvufi terim de, önceleri yoktu. Fakat bu tesbitten hareketle, tasavvufun sonradan uydurulmuş veya alınmış bir şey olduğunu ileri sürmek yanlıştır. Tasavvufun hakikati İslam'da tâ başlangıçtan beri var olmuştur; ve hakiki tasavvuf", islam'ın özünü-ruhunu tam bir bütünlük şuuruyla yaşamak demektir. Sonradan çıkan kavramlar asli kavramlarda muhtevası var olan kavramlardır. Tasavvuf kelimesi yoktu ama, tasavvufun hakikati, "İ h 1 â s, i h s a n , mekerreb, m u h a d d e s, y a k i n" gibi kavramlarda bütün kemâliyle vardı. Sorulabilir: Acaba niçin yeni sözlere ve terimlere ihtiyaç duyulmuştur? Kısaca izah edelim. İnsanlar dâima yeni kültürel ve toplumsal şartlara doğru yürürler. Bu yürüyüş, her zaman tekâmül ifade etmez. Tam tersine, ekseriya, uzaklaşma mâhiyeti taşır. İSLÂMIN KEMÂLİ, TEBLİĞİN IKMÂLLİDİR, zirveorasıdı^^ yeni tesirler doğunca, bu tesirlerin meydana getirdiği bulanık152
lığı gidermek zarureti ortaya çıkmıştır. T e c d i d mefhumunun ruhu buradadır. Tecdid esasen, islâm'da yapılmaz, İslâm ile yapılır. İslâm'ın asliyeti ile ruhumuzun z i t o i m m m ^ meR5x:tec5îorrl5Ia5\,îîroyle bir asliyeti vardır ki kıyamete kadar her şart içinde her türlü gerçek yenilenme arınma o'nunla mümkü^^ izah ihtiyacı, anlama ihtiyacından doğar. Yeni izahlar, daha üstün izahlar değildir. Bazı şeyler, menfi tesirlerin artması ve çeşitlenmesi sebebiyle yahut anlama kaabiyetlerinin zaafa uğramasıyla daha az anlaşılır hale gelince; izahlar, uzamaya başlar. Vaktiyle bir sayfalık söz ile anlaşılan mânâ için gün gelmiş ciltlerle şerh yazmak gerekmiştir. Bir başka açıdan şöyle diyebiliz: Kaynak'tan uzaklaşınca izah ihtiyacı çoğalır. Öyle ki; yeterli aydınlıkta bir tek cümlenin verdiğini, yetersiz aydınlıkta yüzlerce cümle ile dahi veremezsiniz. Asr-ı Saadet aydınlığı sonraki devirlerin hangisinde vardı? Hangisinde var olabilir? O devirde bir tek soru ya dahi konu olmamış bir çok hususlar gün gelmiş büyük meseleler halini almıştır. Işık ve Bilgi... Görmek ve Bilmek... Duymak ve Anlamak... Tatmak ve Düşünmek... Nûr ve İlim... Nûr-u Muhammedi, İlm-i Muhammedi... Muhabbetullah, Mârifetullah... İstikamet üzere tekâmül yükselişi ancak iki kanatla mümkün. Verâset her ikisine de şâmil. Tasavvufta bir vesileye yönelmek ona yansıyan nur'a o'nun aydınlattığı manaya yönelmektir. "Zamanımız ikinci bin'in tecdidine bağlıdır" sözü ile "zamanımızdaki insanların uzaklaşmadan doğan bilgi ve ışık ihtiyacına verilen cevap, o vesileye raptolunmuştur" demek istiyoruz. Zaman'ı iyi kavramak lâzım... Cihan'ın ömrü İslâm ile kaimdir. İslâm'ın Nuru, müslüman olmayanlarada dolaylı fayda sağlar. Kıyametin kopması, Cihan'ın İslâm'dan kopmasıdır.
Bir sürü yeni rehâvet-gaflet-dalâlet-ihanet metotları ve unsurları türetilmiş. Öte yanda zirveden uzaklaşmanın doğurduğu neticeler yaşanıyor... Ne yapacak insanlar, müslümanlar? Kur'an'a sünııet'e sarılacak. Elbette. Ama tebliğin ölçülerini insanlara anlatmak, onlara içinde bulundukları durumdan nasıl çıkacaklarını göstermek lazım. Bu, yeni meselelerinin üstüne asliyyetin nûrunu yansıtmaktır. Herkes beceremez, başaramaz. Mezhep imamlarının yaptığı budur. İmamı Gazali'nin yaptığı budur. İmamı Rabbani'nin yaptığı budur. Meseleler çıkacaktır. Binlerce milyonlarca çıkacaktır. Çıksın. Asliyetin nûrunu üzerlerine çevirdiniz mi, hepsi çözülür. Burada lüzumlu olan, yansıtıcı aynaların mevcudiyetidir, kalbiyle dimağıyla ruhuyla bu mazhariyete sahip büyük insanların mevcudiyetidir; onların mevcudiyetinden bizim haberli ve nasipli olmamızdır. Miiceddid'den müceddide de fark vardır. İmamı Rabbani, ikinci Bin'iıı meceddıdir. İkinci bin'in içindeki bütün asır müceddidleri tecdid şuûrunu ve feyzini ondan alır. Tasavvuf iki bölümde mütalaa edilmelidir: İmamı Rabbani'den önce, İmam-ı Rabbani'den sonra. Tasavvufi eserleri okurken bu hakikati titizlikle gözetmeliyiz. Aksi halde çeşitli kayıplara ve üzüntülere uğrayabiliriz... Meselâ bir Mesneviyi okurken, şayet Rabbani Tecdid'den habersiz isek, ciddi sıkıntılarla karşılaşabiliriz. Aynı durum, hemen her tasavvufi eser için bahis konusudur. Her şey tasavvufla da bitmez. Necip Fazıl'ın enfes teşhisi ile "İmam-ı Rabbani içtimai planda tercümanını bulamamıştır." İslam Tarihi'nin kararma sebebini bir tek cümleye sığdıran bu teşhis, meselelerin bütünlüğünü işaretleyen fevkalâde şumullü bir muhtevâya sahiptir. Unutmamalıyız ki islam'ı kemaliyle yaşamak münhasıran ferdi ve mücerret bir hadise olarak düşünülemez. Tasavvufu kurbu velâyet yolu olarak gören anlayışlarda bu hakikat (yahut bir başka deyişle hakikatin bu yönü) ihmâl edilmiştir. Kurb-u nübüvvet yolunda ise, İslâmî Tekâmülün bütün veçheleri bütün unsurları nur dolu bir sarâhat içinde izanımıza-idrakimize açılmış durumdadır. İmamı Rabbâni, "Tezekkürsüz tefekkür olmaz, tefekkürsüz tezekkür de maksadı hâsıl etmez" diyor. "Zikir gafletin tardıdır, zikir muattal değil mâmur etmelidir" diyor.
2- Tasavvuf ve İlim İslâm'da ahkâm nasları ve kavilleri müşahhas bir mahfuziyet ve muayyeniyet içindedir. Bu sahada fâsit tevil metotlarıyla ve değişik maksatlı saptırma yoluyla etkili olmak mümkün değildir. Deneyenler çıkmıştır. Ama onların denemeleribir tarafta, asliyet ise olanca nuruyla ve haşmetiyle ortadadır. Girememişlerdir, zihinlere ve ruhlara şaşırtmaca verebilme noktalarına varamamışlardır. Ehl-i Sünnet itikadı da bütün ölçüleriyle ve izahlarıyla mahfuzdur, muayyendir, müdevvendir. Sui tevile ve şaşırtmaca verdirmeye mecâl bırakmaz. Kalıyor derûni-tasavvufi sâha... İslâmî ilimler denince akla fıkıh tefsir hadis gibi mefhumlar gelir. Bu ilimler usulüyle esaslarıyla kaideleriyle terminolojisiyle fevkalâde gelmiş ve tekemmül etmiştir. Biri çıkıp da "ben fıkıh üstadıyım" ben tefsir âlimiyim" "ben muhaddisim" diyemez. Der ise, ilk mukabelede ne olduğu açıkça ortaya dökülür. Öyle ki, bir sahtekâr çok çalışırsa kendini ona buna doktor diye yutturabilir. Fakat ne kadar zeki olursa olsun kalkıp da İslarnî ilimlerin birinde üstad olduğuna kimseyi inandıramaz. Teşebbüs vâki olabilir, nâdiren oluyordu. Ne var ki böyleleri derhal gülünç duruma düşmekte ve hiç kimse tarafından ciddiye alınmamaktadır. Tasavvufi sahadaki durum farklıdır... Biri çıkar, tasavvuf üstâdı olduğunu öne sürer. "İlim değil hal önemlidir" sözüne yaslanır. Çünkü mücerret bir zemin söz konusudur, hiç değilse öyle sanılmaktadır. Yeni mehfumlar kullanılmaktadır, ölçüler hafifçe müphem kalmış ve tâli derecede mütalaa edilir olmuştur... Aslen elbetteki böyle değildir ve olmamak lazımdır. Fakat İmam Rabbani "ddâletjırkalarmm çoğu mutasavvıfeden çıkmıştır" buyuruyor. Tasavvufta İmamı Rabbanî'nin rolünü gör ev ini mevkiini mutlaka bilmek lazımdır. Aksi halde çok büyük tehlikelere ve talihsizliklere marûz kalınabilir. Tasavvufun da i Îmî bir temel en sağlam bir şekilde sahip bulunduğunu ve aslî ilimlere ve ölçülere sımsıkı bağlı olduğunu, ilm- peygamberî'nin ise hepsi ihâta eylediğini pek mükemmel izahlarla ispatlamak, İmamı Rabbanî hazretlerine ait tecdid'in şumulü dahilindedir.
Bazıları niyetini açıkça söylemeyince derûna dalıyor. Aynen etrafı muhkem kalelerle çevrili bir sahadan tünel kazarak kurtulmak gibi. Maksatları ölçülerin sınırladığı sahanın derûnuna inmek değil, öyle görünüp öteye kaçmak. Bir mezuun sınırlarını ve ölçülerini anlatmak, teşvik ve tergip edici sözler söylemek kadar tatlı gelmeyebilir. Ama icaplar ifa olunmak lâzımdır. Bâhusus ihtiyaç çoğaldıkça, o ihtiyacın taalluk ettiği bilgileri anlamak daha da büyük bir vazife haline gelir... Muhabbet'in güzelliğini dilegetirmek boşa gider de, fartı muhabbet'in tehlikesini izah etmeknâhoş karşılanır. İslam, itidal ve istikamet dinidir, irşad da böyle olmak zorundadır... Açlık riyazeti değil, kafi miktarda yemek riyazeti asıldır. Uzlet, köşeye çekilip alakaları kesmek değil, halk içinde Hak ile olabilmektir. Her şeyin ifratı, zıddına miinkalıb olur... Nefse muhalefet etmek, itmi'nan noktasına kadardır. Mutmainneye de, emmareye yapılanı yapmak gaflettir... Vahdet-i Vücud, hüsn.ü tevile müsait olan tarafıyla, "fâni olanı değersiz bilmek ve yok addetmek" anlayışına dayanır. Ama bu ifrat, bazılarını tam tersi yöne sürüklüyor ve iş panteizrn'e varıyor; "zuhur ve rûcu vardır, hiikat ve hesap yoktur"a dönüyor, ifrat işte böyledir. İmamı Rabbani'nin tecdidi, "şeriatı kabuk, tasavvufu öz" sayan ve "öze ulaşınca kabuk düşer" şekline dönüşen panteist meşrepleri yere vurmuş ve hakiki tasavvuf esaslarını ihyâ etmiştir. Tasavvufa "hal sahibi", "iddia sahibi", "kerâmet sahibi" olmak için girilmez. O niyetle girilse, netice de ona göre olur. Ta-_ savvuf, mahviyet-ubudiyet-tevazu-sabır ve muhabet yoludur, islam'ı kendi nasibince en iyi yaşamak yoludur... Asliyet dışında kemâlat yoktur. Asli ölçüler şahsa göre değişmez. Tasavvuf-. taki ıstılahlar, şeri ıstalahları açıklamak içindir. Ehli Sünnete bağlı her tasavvuf yolu, itminan hakikatine varır. Aralarındaki fark; daha kısa, daha emin, daha müessir olup olmamak itibariyledir... (Tasavvufta "kaal" değil "hal" önemlidir. İlim perdedir) sözü yanlış ve eksik değerlendirilmektedir. Tasavyufun bilgileri fıkhın bilgilerinden daha zordur. Gerçi tasavvufi ıstılahlar, şer'i ıstalahları açıklamak içindir. Ama "ıstılah sistemi" olarak mukayese yapılırsa tasavvuftaki zorluk çok daha fazladır. Mesela İmamı Rabbani'nin Mektubat'ındaki izahları külli manasıyla kavramak fevkalade ağırdır. "Niye daha sâde anlatmadı" deni-
lemez. İzahlar, aslî ihtiyaçlara göre yapılır. Bir sürü iddianın ortalığı istila ettiği bir dönemde, yapacağınız izahlar onları cerh ve ıskat etmelidir ki, maksat hasıl olabilsin. İmamı Rabbani'nin Mektubatı, tecdidinin izahıdır, avama hitaben yazılmamıştır. Mektuplarındaki muhataplar çok şey bilen zatlardır. Onların bildiklerini asıllara döndürebilmek, yanlışlarının taalluk ettiği her niiansı-inceliği sözlerle ihata etmeyi zaruri kılar. Şöyle düşünelim: İslâm itikadına felsefe karıştırılmış, ümmeti Muhammed'in karşısına bir yeni tehlike dikilmiş... İslâm İtikadını yeni bir üslûpla izah etmelisiniz ve zihinleri bulandıran tasallutları çürütmelisiniz ki gönüller ve zihinler aydınlansın. İlmi Kelam'm doğuşundaki sebep, özetle budur. Tasavvufun doğuşu da, buna benzeyen sebeplerle alâkalıdır. Tasavvuf, hal'den ibaret idi ise İmamı Rabbani o mektupları ve diğer eserlerini niçin yazdı? Daha önce İmamı Gazali filozoflara ve onların tesirlerine karşı onca cildi niçin telif etti? (Tasavvuf ilmi led ündür) ifadesiyle ilgili bir sürü yanlışlar vardır. "İlmi ledün, ilmi din'in bittiği yerde başlar" zannı da aynı yanlışlar ciimlesindendir. İlmi ledün, bütün peygamberlerde vardır; derecelidir, fakat vardır. Din ilmi, her asli şubesiyle ilme Muhammedi'ye dahildir. Cenab-ı Hakkın en bilgili kulu (mânen) Hz. Muhammed'dir. O'nun bilmediği, zaten bilinmemesi lâzım gelendir. Hızır AS'm bildirdikleri, ilmî ilâhı'nin sonsuzluğuna misâl olsun içindir. İhtara lüzum bulunduğundan dolayı öyle bir misalin izharına hükmolunmuştur. O misaldeki asli bilgi, "Kul, Cenâbı Hakkın bildirdiğini bilir" hakikatidir. Oradan ilm-i peygamberi'yi aşan ve şeriat dışı bir kaynağa ait bulunduğu iddia olunan ayrı bir şube çıkarıp" bazıları böyle de bilir ve öylelerinim mazhariyeti ayrı bir tamamlanma unsuru olarak devam edegelmektedir" demek, gaflettir cehalettir. Peygamberimize bildirilmeyen hiçbir ilâhi bilgiyi hiç İWnse bilemez^ O'nun ümmetine düşen azâmi nasip, onun bildirdiklerinin ancak bir cüz'ü olabilir. "Esrar bilgileri ilm-i peygamberi'ye dâhildir, hepsi şuurî bilgilerdir" (mektubat)Bilmeliyiz ki tasavvuf da bir ilimdir. Söze gelemez anlatılamaz açıklanamaz bir şey değildir. Elbetteki "insanlara akılları miktarınca hitab etmek" kaidesi ilmin her şubesi için g e ç e r l i d i r Tasavvuf-îImTmûna^^
özetleyebiliriz:
1- Tasavvufa girmeden önce ilim lâzımdır. İtikadi bilgiler, fıkhi bilgiler, umumi tasavvuf bilgileri.. Ehli sünnet âlimlerinin bildirdiklerine göre itikadi esaslar öğrenilecek, fıkıhkitaplarından farz-vâcip-haram-helâl-sünnet-mekruh öğrenilecek sonra tasavvufa sıra gelecek... Hakikati bilmeyen, hakikat ehlini nereden bilecek? 2- T a s a w u t da bir ilimdir. İlmi ledün, şeriatın bâtınıderûnu demıkur Zâhir bâtın'ı takyid eder, sınular çeıçeveye alır. "Şeriatın zahııı ile bâtını arasında kıl ucu kadar bir ayrılık ve uyumsuzluk olamaz'1 Namazın nasıl kılınacağını göstermek şeriatın zâhiridir. Namazın hikmetlerin berakâtım, huşûunu, aslî tecellilere mazhar kılıcı vasıflarını, Mirac'a vesile oluşunu anlatmak şeriatın bâtınıdır. İlmi lediin'de-tasavvufta ilhâmın keşfin var olması, mesned olması demek değildir. Binaenaleyh, ilham ile keşf ile rüya ile bazı bilgilere sahip olunsa da, bu bilgilerin muteber olması için aslî ölçülere uygun olması lâzımdır. Tasavvufun kerâmete ve gaybı bilmeye taalluk yönü; zaten ehemmiyetli değildir, gaye değildir. Ehli Sünnet âlimleri tasavvuf büyüklerini ve onların aslî ölçülere uygun sözlerini kabul etmişlerdir. Tasavvuf büyüklerinin vasıflan, onların sözlerini ve hallerini nasıl anlayabileceğimiz ve değerlendireceğimiz hakkındaki bilgiler, tasavvuf ilminin üzerinde mutabakat sağlanmış katiyyet kazanmış bölümüdür. Tasavvuf esasları, gayesi, edepleri usûlleri hakkındaki bilgiler de böyledir. Sorulabilir: Çeşitli tasavvuf görüşleri arasındaki fark nereden ileri geliyor? İşte burada İmamı Rabbani'nin tecdidine büyük ağırlık vermek zaruridir. Gerçi Mektubat olmasa da o tecdid'in hakikatini asli kaynaklardan elde etmek mümkündür. Esasen o tecdid de oradan çıkmıştır. Ama herkesin vazifesi ayrıdır. Hem, bu işi kimse İmamı Rabbani gibi yapamaz, hem de, yapılmışı varken işi baştan almak akılla bağdaşmaz. Tasavvuf anlayışları farklı olabilir. Fakat bu farklılık şeriatın ölçüleriyle sınırlanan saha dahilindeki meşrep ve metot farklarından ibaret kalmak icab eder. Daha öteki farklılık ehli sünnet tasavvufunun dışındadır. Meşrû olan farklılıklar, temel esaslar üzerindeki mutâbakatları zedelemez. Fakat Mektubat'taki tecdid kemâlinden faydalanmadan da, bu farklılıkları
aslî bütünlüğüne kavuşturmak mümkün olmaz. Çünkü zamanımız ikinci bin'in müceddidine bağlıdır. Bu bağlanış şahsi için değil, tecdidi içindir. Bir kimse İmamı Rabbani'yi ismen bilse ve lafzan tâbiyim dese de tecdidini bilmese ve tecdidinin hakikatine tâbi olmasa bir kazancı olmaz. Buna mukabil bir kimse İmamı Rabbani'yi ismen bilmese de tecdidine uygun hareket etse kazancı büyük olur. Bahsin bize bir büyük vazife tevcih eden en hassas noktası da burasıdır. 3- Kendi Terminolojisi ile Mektubât'ın Sistematik Özü 1- Alem-i Emr'in Latifelerine göre Seyir Tablosu: (Kemalâtı Velâyet Seyri Tablosu-Tavassut Tablosu) LATİFELER 1- Kalb (Sıfat-ı Efaliye) (Adem A.S.) 2- Ruh (Sıfat-ı Subutiye) (İbrahim A.S.,Nuh A.S.) 3- Sır (Şuun ve İtibâratı Zâtiye) (Musa A.S.) 4- Hafi ...(Sıfatı Selbiye). (İsa A.S.) 5- Ahfa (Hepsini Câmi) (Hz.Muhammed S.A.V.) Bu Latifelere Göre SEYİR MAKAMATI a- Alem-i Emr'deki beş latife geçilir, onların âlem-i kebir'deki asılları geçilir, sonra esmânın zıllarinde seyredilir, velayet-i sugra tamamlanır. b- Esma ve Sıfattaki seyir velâyet-i kübra'dır. c- İsm-i Batındaki seyir Velâyet-i Ulyâ dır. KALB'in temsil ettiği kemâlet-ı velâyet zirvesi Hz.Adem'in RUH'un temsil ettiği kemâlet-ı velâyet zirvesi Hz.Musa'nm HAFİ'nin temsil ettiği kemâlat-ı velâyet zirvesi H z . İsa'nın AHFA'nm temsil ettiği kemâlet-ı velâyet zirvesi Hz. Muhammed'in ayağının altında. Sülukun sonu, seyri ilâllahın bitimine ulaşmaktır. Mutlak fenâ... Böylece seyr-i fillah'a (bekabillaha) gelinir. Hususi olarak bir cemaat o isimden uruc edip sonsuzluğa doğru terakki eder. İsim'e doğru ve isimde seyir, ancak Muhammed'i meşrep olan salik içindir. Salik, Muhammedi meşrep değilse, ancak
bir sıfatın terbiyesine erişir. II- Kemalatı Nübüvvet Yolu: Yukarıdaki tabloda özetlenen seyir kemâlât- velâyet seyridir. Orada tavassut vardır, telvin vardır, sekr vardır, zille makruniyet vardır. Neticesi vusul değil husül'dür. Ancak maiyyet teşekkülü ile tavassutun kaldırılması halinde vusul'den nasib alınabilir. Ama aslen noksanlık ummidir ve bu telvin sekr- zil noksanının tam kalkması kemâlât-ı nübüvvet yolundan dahi nasib almakla mümkündür. Bunun da yegâne şartı, itminan noktasından sonra tavassut'ıın ya maiyyet teşekkülü ile (ki çok zor ve nâdirdir) veya içtibâ fazlı ile aşılmasıdır. İçtiba ile yani seyri murâdi ile...Silsile-i Sâdatın bütün miirşidleri böyle kavuşturulmuşlardır. Üstün yoldaki, Kemalatı'nın aslı olmadan da miirid nübüvvet kemaleti olmaz. Lakin (miirşid'i nübüvvet-sahâbe kemâlâtından nasibli olduğu için) farklı bir tâlim ve terbiye görür. Diğerleri Âlem-i Halk'tan başlayıp Alem-i Emr'de kalmak (yahut nübüvvet bilgilerinden başlayıp velâyet seyrinde tükenmek) usulünü benimsedikleri, buna mukabil İmamı Rabbani yolunda Alemi Emr'den başlayıp Alemi Halk'a dönüldüğü için; ONLARIN NİHAYETİ BİZİM BİDAYETİMİZ denilmiştir. Böyledir ama; miirid, inâbe devam ettikçe, talihli bir tâlime rnazhar kılınmasına rağmen, kemâlât-ı nübüvvet nasiblerinin bulunduğu alem-i halk'taki tekâmül seyrinin yüksek makamlarına geçemez. Velâyet kemalatını seyr-i murâdı ile, yani inâbesiz kazananlar çoktur. İnâbe, itminan'ın husulü için ekseriyette lüzumludur. İçtiba'ya rnazhar kılınmadan daha öteye gitmek ise muhaldir. Velâyet Kemâlâtı abdest'e, nübüvvet kemâlâtı namaza benzer. Velâyet kemâlâtını belli nasiplerle geçmek için umumiyetle tavassut lazım, nübüvvet kemalatından aslî feyz almak için ise tavassutun bir noktada aşılması lazım. Gerçi kemâlâtı nübüvvet yolunun mürşidleri, müridlerini sekr'den sahv'a, telvin'den temkin'e doğru sevk etmeye itina gösterirler. Fakat, kemâlât-ı nübüvvet yolunda ilerletilmeyenlerin hallerindeki sahv ve temkin izâfidir, nisbidir. III- İmam-ı Rabbani'nin Birleştirici
Tecdidi:
Velâyet-i Sugra, Velâyet-i Kiibrâ, Velâyet-i Ulyâ; üçü de peygamberlik makamının gölgeleridir. Bunlar velâyet dereceleridir. Velâyette de, nübüvvette de, hem çıkış hem iniş vardır. Her iki çıkışta da, Hak Teâla'ya yönelinilir. İnişte ise mahlukata teveccüh edilir. Fakat nübüvvetteki iniş, bütün insanlara müteveccih; velayetteki iniş ise, insanların bir kısmına müteveccihtir. Çünkü veli, çıkış makamlarını bitirmeden inmeye başlamıştır. Gözü hep yukarıdadır. Nebi ise, çıkış makamlarını bitirdiği için bütün insanları Cenab-ı Mevlâ'ya dâvet etmek vazifesinde ve gücündedir. Velâyet, nübüvvetin bir parçasıdır. Nübüvvet bütündür. Nübüvvet bilgileri sahv bilgileridir. Velâyet bilgilerinde sekr vardır. Velayet derecelerinin üstündeki sahv nisbi sahv'dır. Hakikisi, nübüvvet kemâlâ tındadır. İmam-ı Rabbani yolunda alem-i emr'den başlanır, oradaki muayyen bir yükseliş noktasının zıhından asıl'a bir nasip penceresi açılır ve âlem-i halk'a dönülür. Çıkış ne kadar fazla ise, iniş o kadar şumullüdür. Fakat her hal derecesi için sahv'a dönmek esastır, inemeyeceği yere çıkmak b u yolda yoktur. Mürşid müridinin istidadını ölçerek o'nu ancak inebileceği yere kadar çıkarır. Görülüyor ki iki mühim fark vardır: I- Diğerlerinde riyâzat vs. ile âlemi Halk'tan başlanır. İmam-ı Rabbani yolunda ise âlem-i Emr den (letâif'ten) başlanır. II- Diğerlerinde, âlem-i emr'de kalmak sahv'a dönmemek, inemeyeceği yere çıkıp hal mağlubu olmak tehlikesi vardır. İmam-ı Rabbani yolunda kurb-u velâyet yolundaki muayyen bir nasip derecesine tekamül eden kemalât-ı nübüvvet nasiplerinden birine geçebilmek müyesser olur. Mürid, istidadı kadar çıkarılır ve çıktığı kadar indirilir. Velâyet kemâlatının aslı olmadan nübiivet kemâlâtı olmaz. Fakat velâyet kemalâtının zilli seyrine tâbi olmak şart değildir. İnâbe ve suluk ile velâyet kemâlâtının zilli seyri, içtibâ yolunda yoktur. Bu yolda velâyet kemâlâtının aslı, fazlı ilâhi ile kazandırılır. Buradaki mefhum inceliği şudur: a- Velâyet kemalâtmı inâbe ile kazandıran yol zille makronur. Seyir tamamen aşıldıktan sonra asıl'a geçilir. Din-Medeniyet ve Lâiklik F. 11
161
b- Nübüvvet kemalâtında ise; velâyet kemâlâtının zıllî seyri yok, ama aslı vardır. Kemâlâtı Velâyet seyrinde nefsin itminâna varmasıihlâsm kesintisiz olması noktasma gelinir. Bunu tâkiben kemâlat-ı nübüvvete geçip sahv'a dönmek lâzımdır. Umumi gaye budur. Kemâlâtı Velâyet yolculuğunda, hem çıkmak hem inmek vardır. İnmek tahakkuk etmezse, sahva dönülmemiş olur. Diğer tariklerde bu sıkça görülmektedir. Acaba kemâlâtı velâyet seyri son makamına kadar tamamlanıp aşılamazsa ne olur? Burada mürşidin ictibâ ile eriştirilip eriştirilmemesi meselesi mühimdir. Silsile-i Sâdat hep içtibâ ile eriştirilmiş olup, kurbu nübüvvet yolundadırlar. Bu yolun mürşidleri, müridlerini, kemâlâtı velâyet seyrinin hangi makamında kalırlarsa kalsınlar, zilden asıla bir pencere açarak sahv'a döndürürler, kemâlâtı nübüvvetten nasipli kılarlar. Tabii ki istidatları nisbetinde... Böylece müridler zil'den asıl'a geçip, itminan ile İhlasın pekişmesi kazancını yine elde etmiş olurlar. Elbetteki farklılıklar olacaktır. İhlasın dereceleri arasında fark olduğu gibi ihlas sahipleri arasında da farklılık vardır. 1 metre çıkıp inen ile 100 metre çıkıp inen arasındaki fark şüphesiz ki büyüktür. Velâyet kemâlâtı bir havuz ise, nübüvvet kemâlâtı bir denizdir. Havuzda ne kadar yüzebilme mahareti ve gücü kazanıldıysa, denizde açılabilme de o nisbette gerçekleşir. Bir mürşid içtibâ yoluyla eriştirilmemişse, inâbe yoluyla erişmişse; gösterdiği tâlim ve terbiye yolu da ona göre olacaktır. Bu yol ile de varılır ama uzundur zordur ve vusûl'den çok husûl ile neticelenir, (kurbu velayet yolu) Bir mürşid içtibâ yoluyla eriştirilmişse ki silsile-i sâdat'ın hepsi böyledir, gösterdiği yol ona göre olur. İmamı Rabbani yolu budur. Bu yolun diğer yolun aslını da ihâta eden bir şumûlu vardır. Bu yoldaki inâbe, içtibâ yolunun mürşidine inâbedir. İçtibâ fazlının berekâtıyla nasiblenmiştir. Burada inâbenin içtibâya dönüşmesi çoktur. İnâbesiz içtibâ pek nâdir olmakla beraber, bu yolun berekâtıyla inâbeden sonra içtibâya geçirilmek devleti daha çok görülmektedir. Bu yolun umumi tâlim ve terbiyesinde içtibâya mazhar olmayanlar için dahi içtibâ mazhari-
yetinin kemâlatından nasipler vardır. Nübüvvette velayetin zilli yok aslı vardır. Velayette nübüvvetin aslı yok zilli vardır. İçtibâ yolunda, kemâlâtı velâyetin aslı vardır. Geçiş asıl'dan asıl'a dır. Başlangıçta inâbe tekaddümünün bulunması mümkündür. İnâbe yolunda, önce "velâyet kemâlâtının zıllmdan aslına geçit" aranır. Şâyet mürşid içtiba ile erdirilmiş, zıldan asıl'a geçiş mürid için kolaydır. Çünkü kurb-u nübüvvet tâlimi görmektedir. ...Fakat mürşid içtibâ yolundan erdirilmiş değil ise; kurbu velâyet tâlimi görecek olan müridin asıl'dan asıl'a geçişi uzun ye zor seyirleri gerektirir. İmamı Rabbani Hz. lerine göre; hakikat, gaye, tasavvuf, vâsıtadır. Asliyet dışında kemâlat yoktur. Şu halde nübüvvet kemâlâtı dışında kemâlat olmaması ve kurbu nübüvvet dışında bir yol bulunmaması lâzım gelir. Aslen böyledir ve fark şuradadır: Birisi kül, diğeri cüz'dür. Nasıl bâtınıyla ve zâhiriyle şeriat bir bütünse, kemâlâtm bütünü de nübüvvet kemâlâtıdır. Velâyet kemâlâtı, onun cüz'üdür. Fakat külle tâbi olmak ve külli tecellilere mazhar olmak asl'a erdirir; cüz'e tâbi olmak ve ciiz'i tecellilere mazhar olmak zille erdirir. Kurb-u velâyet yolundaki zaaf buradan geliyor. Gerçi zıl'den asıl'a geçmek mümkündür ama; zordur, nâdirdir, muhâtaralıdır. Külli mazhariyet olmadığı içindir ki, kurb-u velâyet yolunda ifratlar görülmektedir. Kurb-u nübüvvet yolunda istikamet önemlidir, kerâmet değil... Mükellefiyetler, farz-vâcip-sünnet-müstahap sırasına göre önemlidir. Bir müstahaba bir farzdan daha çok önem vermek gibi yanlışlar görülmez... Prof. Sabri Ülgener, tasavvufun bozulmuş şekillerini gerileme sebepleri arasında gösteren tezinde, tasavvufu Bâtmilik ve Melamilik olarak ikiye ayırmış, hep tâli kaynaklara istinad etmiş, hayrete şâyandır ki tasavvufun aslını tetkik konusu yapmamış ve meselâ İmam-ı Rabbani üzerinde hiç durmamıştır. Ayrıca, Osmanlı Asırları da külliyen dâhil olmak üzere, bütün Islânı Tarihini Batı'nın Ortaçağı ile aynîleştirmiş, Batı'nın .feodalite sonrasım ise hatası kusuru bulunmayan bir mükemmeliyet hattı olarak göstermiş, âdetalîederıryetler Tarihi'nin bütün gerçelerini tersine çevuniuitın^vîuTcönüHa ikinci kita-
bıyla vahâmeti bir ölçüde törpülemiş gibi ise de, hem temeldeki çarpıklık aynen kalmış hem de yeni yanlışlara sürüklenmiştir. Prof. Ülgener, tasavvufta ancak Melamilerin-Mevlevilerin "ayağı yere basmak" basiretini gösterdiğine kanidir. İmamı Gazallyi ayağını yere basmayan ifratçılar sınıfına dahil etmekten de çekinmemektedir. (Zihniyet ve Din 115 ve çeşitli sayfalar) İmamı Gazali'nin böyle tanıtılması, bizim son devir fikir hayatımızın beylik bir yanlışıdır. Aynı yanlışı ilk zamanlarda Peyami Safa da yapmış hatta "meş'um tesir" tavsifini Türk İnkılabına Bakışlar da kullanmış, fakat daha sonra rücu etmiştir. 'Tevekkülün ciiz'i iradeyi reddeden bir fatalizme dönüşmesi zikrin bir atalet halini alması..." türünden haller, Ehli Sünııet TasavTOfujadajgoktmTrnamı G a z a i r d e r o İ ^ m E a b b a r - . ni'de elbetteki yoktur. Bilakis; her iki Jslam Büyüğü de, tasavvüfün'bir çeşit panteizm-nihilizm-fatalizm karakterleri gösteren sapık kollarıyla mücadele etmişlerdir. Fakat bizim aydınlarımız bu gibi meseleleri, genellikle iyi bilmemektedir. Mektubatm özünü teşkil eden bu bölümdeki izahları sunmamızın bir büyük ihtiyaca cevap teşkil ettiği kanaatindeyiz. Mesela Prof. Sabri Ülgener gibiler, ayağı yere basmak tabiriyle ifadeye çalıştıkları mananın aslım Mektııbat'm "Alemi Halk'a inmek" prensibi hakkındaki sistematik izahlarından öğrenebilirler. İtidal esastır; yemeyi içmeyi insanları terk etmek yoktur, gereği kadar yer vermek vardır... Sahv bilgileri önemlidir, sekr bilgileri değil. Vâsıtayı gaye haline getirmek, kurbu nübüvvet yolunda yoktur. (Mektubat'tan çıkarılmış bu özetin sâde bir dil ile izah edilmesi de mümkündür; fakat burası yeri değildir, müstakil eserler gereklidir. Burada amacımız, fikir planındaki bâzı meselelere yardımlar sağlayabilmekten ibârettir.) İNSAN VE CEMİYET İnsan hayatı, bir Madde-Ruh Sentezi'dir. Manevi-Fikri eserlerin ve tezahürlerin cevheri Ruh'tur. Beden-vücut-uzviyet, ruh'u bir ölçüde sınırlar ve etkiler. Ama sınırlanmış olması Ruh'un asli cevher ve kaynak olmasına halel getirmez. Yetersiz
fakat faydalı bir benzetmeyle; ruhi kuvvet, bir çeşit elektrik enerjisi gibidir. Uzviyet ise kablolar ve ampul mesabesindedir, ışık, böyle doğar ve görünür.. Tezahür vasıtalarının ve âletlerinin gücü ve yapısı ile akım arasında bir uyum gerekir. Gerilimşiddet-direnç gibi şartlar birbirine uygun olmalıdır. Cereyan kesildi mi, âlet ve vasıtalar susar; yükselirse, yanar veya bozulur; düşerse iyi çalışmaz. Mukabil etki, aletler ve vasıtalar bozu-' lursa, cereyan tezâhür edemez. Bu benzetmenin ışığında tahlilimizi genişle telim: Cemiyet Hayatının da iki yönü, iki temel unsuru vardır: a- Maddi-Müşahhas b- Manevi-Kiiltürel. Manevi -Kültürel unsur, RUH'a; maddi, müşahhas unsur, BEDENE-UZVİYETE tekabül eder. Külli Sıhhat, bir denge içinde yürür. Aynı İnsan gibi.. Bir çocukta yetişkin bir insanın ruhi kuvveti-şuuru-kültürü olsa, o çocuk buhrana düşer belki de yaşayamaz. Bir adamda küçük bir çocuğun ruhu-şuuru-akh olsa, sıhhatsizlik hâdisesi doğmuş demektir. Maddi ve Müşahhas özelliklenle Ruh Gücünün akımı arasındaki münâsebet ve denge ancak sıhhat kazandıkça, üst seviyelerde yeniden teessüs etmek imkanlarına kavuşur. Tekâmül böyle gerçekleşir. Maddeci Görüş, "madde ve ekonomi alt yapıdır, mânevikültürel tezahürler o'nun değişken tezahürleridir" diyor. Ne kadar ahmakça. Madde, hiçbir hayâti tezâhiirün kaynağı ve cevheri değildir, sadece vasıtasıdır. Değeri-önemi-etkisi elbette vardır; ama, görevinin ve yerinin anlamı kadardır.
İ N S A N I N T E K Â M Ü L Ü : ( T a b l o I)
Cehd + 00 Vecd
(Sâlâbet) + 00 (Çelikleşme)
Kararma)
(Arınma)
'Emmâre)
+ 00
itminan
(Esâret) ^ 0 (Zulmet)
(Hürriyet) Vuslat
Bünye'yi İzah
1- Ruh'un maddeyle birleştiği çizgide, ferd-nefs-hayat doğar. 2- Ferd, Ruh'tan aldığı kesafetle şahsiyete dönüşür. 3- Şahsiyet, hasletlerini izhar ederek özel mükellefiyetini belirler, kavrar, fiilen yaşamaya başlar. 4- Mükellef, fonksiyonunu ifâ grafiğine göre, çeşitli olgunluk (saadet) seviyelerine ulaşır.
+ 6®
CEMİYETİN TEKAMÜLÜ: (Tablo II)
Cehd + 00 Vccd
(Salâbet) +00 (Çelikleşme)
(Arınma)
(Esâret)
(Hürriyet)
Bünyeyi İzah 1- İçtimaî Ruh'un Madde'yle birleştiği çizgide Cemiyet doğar. 2- Cemiyet, ruh'tan aldığı kesâfetle Millet'e dönüşür. 3- Millet, sistematik özelliklerini izhar ve tesbit ederek Devlet Yapısı'nı belirler. 4- Devlet, fonksiyonlarını ifâ grafiğine göre, çeşitli Medeniyet seviyelerine ulaşır.
+C
FONKSİYONEL İZAHLAR: Tablo I a- Akıl-İman Madde, Ruh Dengesi, bir KIVAM NOKTASI nda teessüs eder. Bu noktada imanın kuvvetine göre Ruhi Hasletler muayyen bir NUR derecesinde tecelli eder. b- Yükselen dengelerde; İman kuvvetlendikçe Nur artar, RUH daha hür hale gelir. Nefs arınır, Şahsiyet pekişir, mükellef gayrete gelir, tekâmül hızlanır. c- Alçalan dengelerde; İman zayıfladıkça NUR azalır, RUH esârete NEFS kararmaya, ŞAHSİYET çözülmeye, MÜKELLEF sefâlete doğru gider. Tekâmül durur, gerileme başlar. Tablo II _ a- İdrak-İman Ruh-Madde Dengesi bir Kıvam Noktası'nda teessüs eder. Bu noktada İmanın kuvvetine göre mânevi hasletler muayyen bir nur derecesinde tecelli eder. b- Yükselen dengelerde iman kuvvetlendikçe NUR artar, RUH daha iyi hale gelir, cemiyet arınır, MİLLET pekişir, devlet gayrete gelir, tekamül hazırlanır. c- Alçalan dengelerde iman kökleri iyi beslenemediği için: Nur azalır; ruh esarete, cemiyet kararmaya, millet çözülmeye, devlet atalete doğru gider. Tekâmül durur, gerileme başlar. d- Denge Bütünlüğünün tahribi halinde ise: Sıhhatli farklılaşma râbıtaları kopar, "bütünlük" bir terkip olmaktan çıkıp, bir "toplam" bir "yığın" manzarası arz eder. Birinci kat sıhhatlidir, ikinci kat hasta. Bir kat aydınlıktır, diğer kat karanlık... Sirâyetin-etkileşimin yönü değişmiştir: Aşağıdan yukarıya NUR yayılamaz, yukarıdan aşağıya PERDE iner. Bu hal, "c" şıkkındaki halin ya öncesinde, ya başlangıcında, ya sonrasında, ya onunla aynı anda ya da ondan ayrı olarak görülebilir. DEĞİŞME VE DOKU UYGUNLUĞU Temelden yukarıya uzanan sistematik sıralama şöyledir: 1- İnanç, 2- Ahlâk, 3- Düşünce, 4- Aksiyon. Siyaset de iktisat da aksiyon safhasının tezahürlerindendir. Her ikisi de kültürel ve manevi yapılara bağhdır. Siyasetin
iktisadî, iktisadın siyasî yönü vardır. Siyâsetin amaçlarından biri refahı arttırmaktır, belli iktisadî kararlar ise ancak belli siyasî yapılar içinde alınabilir... İktisadi faktörler siyasî durumu etkiler... Bu münasebetleri üstten zorlarsanız, asliyetlerin gelişme ifade eden tabiî dengesi, yerini, sapmaların çözülme ifade eden gayri tabii beraberliğine bırakır. Ne getirmeye çalıştığınız sistem, aldığınız yerdekilere benzer; ne de kendi değerleriniz aynı kalabilir. Yegâne çare, her yeni değişmenin kendi kültür kaynaklanmızmEml^^ ile şekillendirilme^ sidir. Aksi halde, doku reddi hadisesi veku bulur. "" Değişmenin smırîlse/olçufere aykırı olmamaktır. Ölçülere aykırı olmamak şartıyla istediğiniz kadar değişebilir yenilenebilirsiniz. Köklerinden koparılmış kapitalizm anlayışı ise, kültürsüz medeniyet aldanışının ortaya çıkardığı yeni bir hastalıktır. İlmi-fikri-insani hiçbir değeri yoktur. (Bk. 2. Kısım, IX. Bölüm B/3)
II- İSEVİLİK-HIRİSTİYANLIK V E RUHBAN L A İ K
FARKLILAŞMASI
;
',
Hz. İsa'ya 30 yaşındayken peygamberlik geldi. Uç yılda (tebliğ-i din) vazifesini yerine getirdi ve bu dünyadan ayrıldı. O'na incil vahyolundu ve O incil'i tebliğ etti. Ama incil'i yazık olarak tesbit imkânını bulamadı. Çok zor ve çok çileli bir hayatı vardı. Muztarib, yoksul, kimsesiz insanlar o'nu dinliyor benimsiyordu. Fakat bulunduğu cemiyetin varlıklı, ve teşkilâtlı güçleri şiddetle tepki gösteriyorlardı. Hz. İsa, Benî israil kavmindendi. Kur'an-ı Kerim, her JadtoüğinfiLg^ • lnice yahut Süryanice tebliğ etmiştir. Halbuki eldeki İndilerin en eski yazması Yunanca'dır... Eldeki Inçiller havarilere izâfe j edilirjNe ki havâriler döneminde yazıldığı sabit olan herhangi bir nüsha mevcut değildir. Bu husustaki netice şudur: Ne Hz. İsa zamanında, ne de havjaı^rizamam^ bir orijinal nüsha yoktur! En eskiye dayanan derlemeler dahi **Hz. İsa'dan 4 asır sonrasına dayanır, ve Yunancadır] Esasen hem Tevrat'ta hem İncil'de tahrifat yapıldığı âyetlerle ve hadislerle bildirilmiştir. Objektif tarih incelemeleri de mahfuziyet ve sıhhat vasıflarının bulunmadığını ortaya koymaktadır. Bunu insaflı batı tarihçileri ve araştırmacıları da kabul etmişlerdir. Meselâ Felicien Challave, Dinler Tarihi adlı eserinde şöyle diyor: "İndiler, kimin yazdığı belli olmayan kitaplar duru-
|
mundadır. Matta'ya göre İsa M.Ö. 4. asırda ölen Hirodes'in saltanat devrinde doğmuştur. Lukas'a göre ise başka bir zamanda!.. Yeni Ahid denilen eldeki metinler, 4. asırda meydana getirilmiştir... Kabul edilen teze göre, İncil en önce Markoz ve Lukas tarafından yazılmıştır ama, onlardan kalan bir orijinal metin yoktur. Rivayete göre Markion İncil'i 134'de, Markos ve onu takiben Matta İncili 136'da, Yuhanne İncili 140 da, Lukas İncili 150'de yazılmıştır. Ama bunlar sadece faraziyedir. Gerçek olan eldeki Yeni Ahid metinlerinin M.S. 4. asırda derlendiğidir." Aslî İncil, İbranice (Siiryanice) idi. Bundan bahseden bile yoktur. Ancak Yunanca derlemelerden bahsediliyor ki onların macerası işte bu temele dayanmaktadır. İseviliğin, "Hristiyanlık" adıyla resmen, kabul edilmesi ile, zaten sıhhatli olmayan metinler, hâkim güçler tarafından konsüller marifetiyle iyice biçimiendirildi... Nihayet Canterbury Başpiskoposu Stephen Langton, Yeni Ahid'in latince metnini bölümlere ayırdı ve 1551'de Robert Estienne âyetleri tasnif etti... Burada bir zarureti işaretlemeliyiz: Hz.İsa'nın şeriatı kastedilirken "İsevilik" kelimesini kullanmak; onun muharref haline ise, "Hristiyanlık" demek, bir çok karışıklığı önler. Aynı şekilde Musevilik ve Yahudilik kelimelerimde, bu temyiz şuûruna göre kullanabiliriz. Bir çokları, Hz. İsa'nın ve Hz. Musa'nın şeriatlarını eldeki muharref İncil ve Tevrat ile araştırma yolunu tutuyor. Bunu bazı ilim adamları dahi yapıyor. Halbuki eldeki İncil ve Tevrat nüshalarından ancak Hristiyanlık ve Yahudilik öğrenilebilir, İsevîlik ve Musevîlik değil. Muharref kitaptan delil aranmaz. Sadece İslâm'da bildirilen delillerin herşeye rağmen kalabilmiş izleri gösterilebilir. Biz eldeki muharref kitapları, ancak İslâm'ın süzgecinden geçirmek suretiyle dikkate alabiliriz. Şayet İslâm'a ne uygunluğu ne de uygunsuzluğu görülen bir haber oradan nakledilirse, Peygamberimizin bildirdiği ölçüyü uygularız: Ne tasdik ne de tekzib etmek. Görülüyor ki önce üç hususun göz önünde bulundurulması şarttır: a) Hz. İsa'nın tebliğ ettikleri, O'nun zamanında yazılı hale getirilemedi. Ancak baskılara ve zulümlere rağmen şifahî na-
killer halinde çeşitli yerlere erişti... Hz. İsa'dan sonra havariler, yazılı derlemelere teşebbüs etmiş olmalıdırlar. Lakin günümüze onlardan intikal etmiş orijinal bir metin yoktur; onlara izafe edilen derlemeler vardır... Bunlar İseviliğin yayılması sırasındaki mahfuziyet güçlükleridir. (Ve kader planında elbetteki hikmete mebnidir.) b) İsevilik, resmî himaye ve kabule, "Hıristiyanlık" adıyla ve mâlum şartlarda kavuştur ulunca; muhfuziyet sıkıntılarının üstüne zorlama tevil gayretleri eklendi. Bunların teferrüatım bilmiyoruz. Ama özdeki bir çok çizgiler, önemli tahriflerin vukuunu açıkça göstermektedir. c) Kilise, teşkilatlandıktan sonra; bu şüpheli metinlerin yorumu, ruhban sınıfının inhisarında kaldı. Kilise, o türlü teşkilatlanmıştı ki; bu yorumlarda dünyevî endişeler ve menfaatler önemli rol oynayabiliyordu. Bu faslı izah için kilise'nin teşkilat yapısına biraz temas edelim: "Kilise kelimesi, Yunanca (topluluk) anlamına gelen (ekklesia) deyiminden türemiştir. Önce bugünkü anlamda bir yapıları yoktu. Ernest Renan, ilk kiliseleri bir (yoksullar birliği) olarak tanımlar... İlk kilisenin din adamları mabed'lerin bakımı ve temizliği ile ilgili görevliler durumundaydı. Daha sonra bunların kıdemlileri (presbyteri) adı altında rahipleştiler. Bundan sonra gelen gözeticilere, (episcopi) denildi. Gitgide epizcopi'ler önem kazandılar ve kilise'nin başına geçenler episkopi (piskopos) sayılmaya ve sadece onlar öyle anılmaya başladı. Bir çok kilise'nin piskoposları birleşince, evrensel kilise teşekkül etti ve onların başına geçen piskoposa papa adı verildi." Daha sonra kilise bütün hristiyan devletleri yönlendiren bir teşkilat halini aldı. Bu hal şöyle izah olunabilir: "Papa kendini bütün hırıstiyanların hattâ bütün kralların hükümdarı ilan etmişti. Öyle ki, ruhanî kaza yetkisi gereğince kralları yargılamak tahtlarından indirmek ve yerlerine başkalarını geçirmek hakkına sahip olduğu iddiasındaydı. Ruhban sınıfının sahib olduğu iktidar iki formülle tarif edilmişti: İ - Hükümeti, gelirleri ve mahkemeleriyle kilise; başka her türlü otoriteden bağımsız olan bir SOCİETAS PERFECTA (tam toplum)dur. Papazlar yargılaııamazlar ve hiçbir miikelle-
fiyete tâbi tutulamazlar. 2- Papa, PASTOR ÜNİVERSALİS ECCLESİAE (Kilise'nin ruhanî başkanı)dır. Krallar da dahil olmak üzere yegane hüküm sahibi o'dur... II. asırda 7. Gregorius tarafından tasarlanıp 3. İnosan tarafından sistemleştirmen bu teori 7. Bonifacius tarafından son haddine kadar götürülmüştür." (Avrupa Tarihi, Charles Seignobos) Bu teşkilatlanma hâdisesi, bilhassa malum tatbikî hüviyetiyle dinin aslından gelemezdi. Ruhban sınıfının böylece büyük bir maddî-dünyevî-siyasî güç halini alması, diğer maddî üstünlük unsurlarıyla bir muvazaa parelelinde uyum sağlaması ve bu uğurda öz'den taviz vermesiyle gerçekleşmiştir. Daha sonra "üstünlük mücadelesi" noktasına gelince; uyum, elbetteki bozulmuştur. Dinin özü, (a/Adem-i mahfuziyet b/ tahrif c/ kasdi tevil) sebepleriyle ağır yaralar almıştır. Bir örnek sunalım: " Ortaçağ'da tefekküre hâkim olanlar artık filozoflar değil, ilâhiyatçılardır. Hristiyan ilâhiyatçılar bir noktada filozoflardan ayrıldılar. Yunan filozofları çalışmayı hakir görüyorlardı, hristiyan ilâhiyatçılar onu ihya ettiler... Fakat çalışma bahsinden servet TSihsine geçince, Yunan Felsefesi kadar sert ve kat'î bir tatbikle karşılaşırız. Ortaçağ sonlarında (15. asırlar) yeniden doğmakta olan iktisadi hayat karşısında ilâhiyatçılar, önce INCIL'in faizsiz borç vermeyi emreden bir âyetine istinaden faiz'i cezrî surette men ettiler: MUTUM DATE NİL İNDE SPRANTES. Fakat münhasıran menfi bir cephe almakla iktifa edemeyceklerini anladılar. Mademki fenalığı kökünden söküp atamıyorlardı; hiç olmazsa bunu, tahammül edilebilir hudutlar içinde hapsetmeliydiler. Bu maksatla iki nazariye kuruldu. ADİL FİYAT ve ADİL FAİZ nazariyeleri." (Pirou, İktisada Giriş) "Faiz, Ortaçağ'm önemli meselesidir. Hristiyanlık bunu kesin olarak yasaklamıştı. Çünkü bu; alacaklının, verdiği paradan daha fazlasını geri almasına yol açmaktadır. Nitekim bu husus medeni hukuk mevzuatının çoğunca onaylanmıştır. Fakat ekonomik faaliyet gelişip daima daha fazla sermayeye ihtiyaç gösterdikçe DİN ADAMLARI "zarar-kacırılan kazanç fırsatı-ödünç verenin katlandığı tehlikeler" karşılığında bir "faiz" ödenmesini haklı gösterecek deliller bulabilme yolunu araştı-
racaklardır." (Ekonomik Dokuuuer/MJoseph Lajugie) M.S. 4. asra kadar sadece şehirliler arasında yayılan Hristiyanlık, 5. asırdan itibaren köylüler arasında da yayılmaya başlamıştı. Ruhban Teşkilatı da bu yayılmaya paralel olarak, yukarıda temas ettiğimiz gibi gittikçe güçleniyordu. • "Teslis" esası etrafında daha 4. asırda ihtilâflar baş göstermişti. Bu ihtilâfların derin ayrılıklara yol açmaması için, teşkil edilen konsüller vasıtasıyla Hristiyanlığın sabit bir doktrin halinde, tartışmalardan uzak tutulmasına çalışıldı. 6. asırda papa, imparator üzerinde dahi çok etkili olabilen bir kontrol ve hâkimiyet yetkisinin sahibi haline gelmişti. Ruhban Teşkilatının elindeki imkânlar nasıl teşekkül edip güçlendi? Kısaca izah edelim: Her şehirde bir piskopos var. Bu piskopos o şehrin her bölgesine, kasabasına temsilciler gönderiyor.. O bölgedeki topraklarda piskoposun temsilcisi olan papaza bir yer ayrılıyor... Şarlman, bu durumu, resmi bir şekle bağladı: Her kilisenin bir toprağı bulunacak, geliri kilisenin papazına verilecekti. Ayrıca bütün toprak ürünleri gelirlerinin onda biri vergi olarak kilise'ye tahsis olunacaktı... Böylece ülkelerin bütün toprakları ruhban bölgeleri halinde aynı disipline tâbi kılınmış oluyordu... Her kilise geniş bir toprak parçasının benafice'ine sahipti artık. Kilisenin başındaki papaz, intifa hakkı verilen toprağın idaresiyle uğraşmaktan, dini görevine pek vakit ayıramayacak hale gelmişti. Ruhban Sınıfı'nın dışındakilere "Lâik kitle" deniliyordu... Laik Kitle üzerinde ruhban smıfi'nm hâkimiyeti gitgide arttı. Krafbundan memnundu. Ruhban sınıfı krala karşı, askerlik görevi yapmamaktan dolayı medyundur; kral da kitleyi istikrar içinde tutan dini tesir'den hoşnuttur. Ruhban, kral'a tâbi; kitle, ruhbân'm nüfuzu altoda.. .Dini Teşkilât, böylece âdeta bir derebeylik t e ş İ ^ â t n r ü v i y e t o i T ^ Kilise; toprakları işletiyor, işçiler-hizmetliİer çalıştırıyor... Rahiplerin sayısı ve zenginliği arttıkça, ruhban sınıfının lâik kitle üzerindeki baskısı daha da artıyor. Kilise'nin hapishanesi vardı. (Charte) Laik otorite sahiplerine interdit cezası uygulanıyor, cezaya çarptırılanın bölgesinde dinî görevler yapılmıyordu!
11. asırdan itibaren dinin esaslarını çiğneyenlere yakılarak öldürülme cezası verilebiliyordu! 12. asırda Roma Hukukunun şekline bakılarak bir kilise hukuku tedvin edildi... İncil'le ilgisi olmayan ve Papanın beyanlarından oluşan bir kilise ceza kanunu!... Her piskopos kendi bölgesinde bir mahkeme kurdu. Bu mahkemenin vazifesi hem papazları hem de din'le ilgili ihlâlleri yargılamaktır... Bütün bunlar olurken, laik otorite iyice rahatsız ve tedirgin bir duruma düşürülmüştür... Kilise'nin artık büyük mali güçleri, kendi yaptığı kanunlan, kendi kurduğu mahkemeleri; afaroz, adam yakma, çileye mahkum etme, dinî hizmetlerden mahrum bırakma (interdit), günah çıkartma, cennetlik yahut cehennemlik hükmünüjrerebilme gibi silahları vardır, işte laik-ruhban kavgası ilk defa bu şartlarda başlamıştır. Lütfen altını çiziniz. ~ Görülüyor ki, "laik" kelimesi ruhban sınıfının teşekkülü ile beraber mütalaa edilmek gerekir. "Laiklik" kelimesinin kullanılışı Fransız İhtilali'nden sonradır. Ama "laik-ruhban ayırımı" hristiyanlığın teşkilâtlanması ile birlikte bir realite halinde ortaya çıkmıştır. Reform kelimesi de hemen hemen aynı durumdadır. Ki. lise Teşkilatını ıslah etme manasına kullanılan reform kelimesi; ne Luther ile başlamış, ne de onunla bitmiştir. Mesela; Şarlman Reformu vardır, Clunv Reformu vardır... Şarlman, papazların iyice cahilleşmesi üzerine Latince'yi daha pratik imlâ tâdilleriyle din lisanı olarak yeniden ön plana çıkarmış din eğitimini güçlendirmişti... Cluny reformunda, laik otorite tarafından papaların azledilebilmesiyle zedelenen "ruhban sınıfı itibarı" nın korunması düşünülmüştü... Daha başka vesilelerle de çeşitli reform ihtiyaçları sık sık gündeme getirilmiş ancak istikrarlı bir çözüme ve dengeye ancak asırlar sonra kavuşulmuştur. Yukarıda belirttiğimiz reform şartlarının ve sebeplerinin hiçbiri İslâm Tarihinin hiçbir safhasında mevcut olmamıştır. İslâm'da ruhban sınıfı yoktur. Aslında namaz kıldırma, görevlisi dahî yoktur. Kim lıvâkrtlı ise, geçer, o kıldırır. Sadece. Cuma namazının kılınması ıçm resmî izm vetem^muayy^ni^ yiHsoz^iîiîSüHmyFi^ârıçtıma] haya Un zaruretleri sebebiyle, Hz. Orner zamanında c a m L ı e imam tay ni cihetine gidilmiştir."
İslam'da dinî meslek sahiplerinin dini hükümler karşısında hiçbir tasarruf yetkisi yoktur; ne bir ilâve, ne bir eksiltme, ne de herhangi bir tâdil yapabilmeleri asla düşünülemez. Sadece ehil âlimlerin içtihadda bulunabilmesi imkânı mevcuttur ki, onun da şartları birinci bölümde anlatılmıştır. Kur'an-ı Kerim, nâzil olduğu şekilde aynen mahfuz ve sâbittir. Keyfî yoruma, aslâ açık kapı bırakılmamıştır. Bir İslâm^ Cemiyetinde her müslüman; Allah'a, Cemiyet'e, Aile'sine, hatta nefsine karşı sorumludur, ibadetini de yapacak, dünya işleriyle de uğraşacaktır. Ne lâik vardır, ne ruhban. İslâm, fıtrat dinidir ve her müslüman, fıtra tındaki dengeyi gözeterek tekâmül etmeye hem muhtaç hem mecburdur.
Din-Mederıiyet ve Lâiklik F. 12
177
III- R E F O R M ' U N TARİHİ S A F H A L A R I V E MÜŞAHHAS UNSURLARI a- Hıristiyanlıktan Önce Bazıları zannederler ki; düşünce Yunanla başlar, hukuk y e . m ü l k i y e t Roma'yla başlar, ticari hayat merkantilizmle başlar, vs... Bunlar yeri gelince izah edilmiştir ve edilecektir. Burada bir seçmeler demeti sunmakla iktifa edeceğiz: İlk medeniyetler, objektif tarihe göre, Nil, Dicle-Fırat, İnj j ü s bölgelerindeki şehir m (peniye tkridk-. Yani, tarih, medenî-" yetlerle başlıyor. Bu tesbite aykırı olan iddialar ilmin içinde değil dışındadır; nazariyedir, faraziyedir, tahmindir, kolaycılık yakıştırmalarıdır. Bilinenler üzerindeki değerlendirmelerin âşikar sonuçlarına göre de, ilme-hakikate aykırıdır. Evvelce mülkiyet yokmuş, Roma'da doğmuş. Roma'dan binlerce yıl önce Mısır Nomlan döneminde mülkiyetten mâliklerden malikane düzeninden söz eden bilgiler var. (Pirenne 1/44) M.Ö. 4000 yıllarında yaşadığını bildiğimiz Nil medeniyetlerinde din var, tarım var, ticaret var, senet var... Kral var, kralın yetkilerini daraltma reformu var. Indüs'e ait M.Ö.3400 yılları ile ilgili bilgilerde; bir kaç katlı evler, hamamlar, kanalizasyon şebekesi var. M.Ö. 3000 yıllarındaki Mısır'la ilgili bilgilerde, arazi gelirine göre hesaplanan vergi var, kadastro var, nüfus ve akit kayıtları var. (Pirenne 1/19) Mahkeme var, temyiz var, mahkeme arşivi var... Tek evlilik, aile hukuku, vasiyet, miras, kira akitleri
var.(age 20) Ticaret, atölye-işçi, ihracat var... M.Ö. 2900 de Keops'un rahiplere karşı, reformu var... Sümerliler'de üçüncü bin'de kral Gadoa zamanında bir dairenin 360 dereceye bölünmesi, 30 günlük 12 aydan meydana gelen takvim var,..(age 20) Kral Sulgu zamanında müdevven kanun var. Bu kanunda, banka mevduatı-kredisi var... Mabetlerde yazı okulları var. Adli usul, ticari muhasebe var... Hammurabi zamanında Sümer-Akad Lugatları var. Köleliğin kalkışı, faizin konuşu var. (İkame ilişkisine dikkat!) (age 26).. Harnmurabi Kanunu'nda taksitli satış var, rehin, teminat, kredi, ipotek var. Faizin %33, % 20, ve % 12,5 olarak ayarlanışı var. (age 26)... Mabetler vasıtasıyla karşılıksız borç vermek yardımda bulunmak var... Milattan 1500 yıl önce, Hitit Kanunu ile köleliğin reddi var. (34) M.Ö. 1500'de kral-ruhban mücadelesi var. Kral tam bir mutlakiyet kurmak istiyor, Ama büyük rahibi engel oluyor...(33) 3. Amonophis zamanında, siyasi otorite ilahî temsilciliği rahiplerden alıyor...(36) Yunan'da köle varken Mısır'da yoktu. (60) Yunan siteleri ancak kendi vatindiş1i5ni*lîi3< t a n ı y o r ^ T ^ l î s l E ^ l î e r E e s eşitti. Yunan'da her site kencUmahalli inancı etrafında toplannûşkuçük bir üniteydi. Mısır'da din, bütün fertleri ve şehirleri aynı inanç ve ahlâk etrafında birleştiriyordu... Amasis zamanında mâbetler krallık emrine alınıyor...(60) Mısır, Yunanı fikren besliyordu. Doğu medeniyeti, Yunanlıları o kadar cezbediyordu ki; tarihçileri, sadece doğu tarihinden bahsediyorlardı...(61) Doğu endüstrisinde kölelik yoktur. Bu bir Yunan buluşudur. Sonra da Roma'nın temeli olmuştur...(64) Daryiis döneminde 8,41 gr. ağırlığında altın paralar bastırıldı. Ticaret ve bankacılık daha da ilerledi. Faiz % 12 ye düşürüldü. Fakir gençlere burs verildi... Eski kanunların hepsini inceleyip yeni bir kanun meydana getirmek üzere, rahipler sınıfının da temsil edildiği bir komisyon kurulmuş, bu komisyon M.Ö. 519'dan 503'e kadar 16 yıl çalışmış, büyük bir hukuk eseri meydana getirmiş ve bu eser Mısır İran Aram dillerinde yayınlanmıştır. (age 1 /70) Sokrat Mısır ahlâkım Yunan'a taşıdı. (Shf 90) Mısır tek ilaha Demokrasi, bu inancı hem güçlendirmekte, hem de O'ndan güç almaktadır.
Ahlâk dinin etkisi al tındadır...Yaradan, mutlak adalet sahibidir. Herşey O'ndan gelir. Ferdî hürriyet ile kutsal irade meselesi, böylece halledilmiştir. Mısır'ın Akdeniz ülkelerine tesiri 6. ve 4. asırlar arasında muazzam olmuştur... Yunan düşüncesi Mısır'dan beslendi ama sonra o'nu terketti. Sonunda gerçeği bulmanın imkansızlığı neticesine vardı. Şark'a fikren bağlı kalan Sokrat idam edildi. Denge bozuldu. İfrat ve tefrit akımlar ortalığı istila etti... . Yunan düşüncesi rasyonalist ve mistik kutuplar arasında kaldı. Rasyonalist kutup Mısır tesirinden ayrılışı ifade ediyordu. Eflatun, iki kutbu birleştirmeye bağdaştırmaya çalıştı... Mistik tesirleri kendine göre yorumlayan İskender, Sus'ta imzaladığı bir kararnameyle bütün Yunan sitelerine kendisini panteondaki ilahlar arasına koymalarını emretti!...Deniz ilişkileri arttıkça, Roma, beynelmilel tesirlere açılıyordu... Mısır, Batı ileAsya arasında köprüydü. Uzak Doğu'da aynı rolü Hindistan oynuyordu... Büyük endüstri merkezleri oluşunca köle işgücü kullanılmaya ve bankacılık yayılmaya başladı... Mısır, köle kullanmayı bıraktığı için, hellenistik dünyadaki köle gücüyle yapılan ucuz üretimle rekabet edemez hale geldi. Bu yüzden gümrük duvarları ile kendi ekonomisini korudu, % 33 ile % 50 arasmda gümrük resimleri uyguladı... 3. asırda Ptolome altın parası, 19. asırda Sterlinin oynayacağı rolü oynadı... Roma genişliyordu. Fethettiği Yunan siteleri onu beynelmilel ekonomiye çekti. Ticaret ve kapitalizm, Roma'yı kapladı. Senatörler servetlerini deniz işlerine yatırdılar. Süratle bir ticaret teşekkül etti. Roma, askeri bakımdan iyice güçlenmişti. Büyük servetler ganimetler aktı Roma'ya... Bunları değerlendirmek için Roma kapitalizmi Doğu'ya akmaya başladı... İlk menkul kıymetler borsası açıldı. Roma'yı spekülasyon ateşi sardı. İhâle sistemi devlet arazilerine de teşmil edildi. İş adamlarının aç gözlülüğü, Sardunya ve Korsika'da isyanlara sebep oldu. İsyanlar kanla bastırıldı. İsyancılar köle pazarlarına sürüldü. Kapitalizm böyle yürüyordu... Ahlâksızlıkla, çürüyüşle, iç-içe yanyana... Sonra ticaret kapitalizminden demogojiye... Devlet, kapitalizme ve kapitalistlere dayanmak zorunda kalınca; siyasi
otorite demogoji kapılarını ardına kadar açtı. Sefâlete sürüklenen dış şirketler Roma bankalarından borç alıyordu... Yunanistan çıkmaza girdi. Ayaklananları Roma ezdi. Hiçbir mânevi disiplin kalmamıştı. Roma, sadece eziyordu artık. Senato bir orta yol bulmaya çalıştı. Fakat iş adamları ve bankerler, karşısına dikildi. Roma üçe ayrıldı: 1) Asiller ve senatörler grubu ki; gayri menkûllere sahiptiler, 2) Şovalyeler-iş adamları, ki menkul Servetlere sahiptiler, 3) Halk ise şehir ve kır proletaryasını oluşturuyordu. Halk ekmek ve toprak istiyordu. Bir iç savaşın eşiğine gelinmişti. Dışa yöneldiler. Orada savaştılar. Sıra demogojiden diktatörlüğe gelmişti. Sonra da diktatörlükten imparatorluğa... Mânevi disiplinden mahrum kalma başı boşluğunun "müşahhasa münhasır" dengesi böyle işliyordu. (Pirenne) (İseviliğin doğuşu ve yayılışı safhaları ikinci bölümde incelenmiştir.) Daha ileriden bir kesit alalım: Otto ve sülalesi, papalığın çok güçsüz olduğu bir zamanda egemenlik kurdu. İmparator papalığa 12 defa atama yapmış ve 5 papayı görevden almıştır... Mesele kazanç ve gelirlerin sağlayacağı zenginlik ve kudretin paylaşılmasından doğuyordu... Atama anlaşmazlıkları, imparatorluk-Papa ilişkilerinin daha da bozulmasına yol açıyordu... 4. Heinrich, Vorms'ta, bir kilise kurultayı topladı. Gregorius'u görevinden uzaklaştırdı...Gregorius da, Heirrich'i tahttan uzaklaştırdığını ve afaroz ettiğini söyleyerek karşılık verdi. Heinrich, Canossa'da üç gün papadan bağışlanmasını diledi ve bekledi. Gregorius afarozu kald ırdı ama imparatorluğunu tanımadı. Bunun üzerine Heinrich Roma üstüne yürüdü ve Gregorius'u sürgüne yollayarak öcünü aldı...(Dünya Tarihi, James Mitchell) ....Papalık yüzyıl Roma Aristokrasisinin oyuncağı oldu. En güçlü Romalı, senatör Theophylactiis ve kızı Marozia idi. Marozia, sevgililerinden birini, 11. Sergius ünvanıyla- papalık makamına oturttu!" "Sergius'le Marozia'nın oğlu papa XI.Johannes, torunu XII. Johannes idi. XII. Johannes, 16 yaşında papa olmuş ve papalık görevini yaşadığı sefih hayat ve Le teran sarayının kısa zamanda sahne olduğu çılgınca eğlencelerle tamamlamıştı." (Russel, Batı felsefesi Tarihi 156/Cambridge, Medieval History 111,455)
"Böylece kilisenin kendisi, dindışı toplumun içinde yüzdüğü anarşinin kurbanı olmuştu. Bütün kötü iştihâlar alabildiğine açılmış ve din'le ruhların kurtuluşuyla hâlâ biraz olsun ilgisi kalmış din adamları evrensel çöküşe sızlanmaya ve dünyanın sonunu beklemeye başlamışlardı..." (Aynı eser) h- Dinî Otorite, Siyasi Otorite, Sosyo-Ekonomik Yapı Papa ile imparator arasında çekişmeler bitmiyordu. Kilise ile Siyasi iktidar, menfaat birliği şartlarında birbirlerini tamamlıyorlar; ama o menfaatler çelişince mücadele başlıyordu... Kilise, "İmparatora itaat etme" duygusunu sağlamak bakımından iyiydi; imparatorluk, kilise'nin inançlarını ve nüfuzunu siyasi kuvvet aracılığıyla diğer toplumlara kabul ettirmek bakımından iyiydi. Ama kilise, siyasi otoriteye haklı veya haksız müdahale edince; öbür veçhesiyle, siyasi otorite, kiliseye haklı veya haksız müdahale edince; aradaki uzlaşma bozuluyordu... . ' İki kuvvetin de birbirine madahalelerinde bazan haklı bazan haksız davranışlar olabiliyordu. Her iki kuvvet de haklı oldukları tarafları öne sürerek halk nazarında kendilerini savunuyorlardı. Daha önce sözünü ettiğimiz Cluny Reformu'nu düşünelim. Evet, ruhban sınıfının zaaflarını ve ihtiraslarını dizginlemek, reformun haklı gerekçesiydi. Ama imparatorun asıl derdi bu değildi. Yani dinin özünü saptırmalardan korumak değildi... Siyasî Kuvvet, sırası gelince kilise'den dinin özüyle ilgili tâviz vermesini de istemiştir. Faiz meselesi böyledir. Maddecilik ve zulüm meseleleri böyledir. Burada belirtmek istediğimiz tesbit şudur: Siyasi kuvvetin asıl derdi, genellikle, kendi otoritesinin zaafa-bölünmeye uğramamasıdır. O'nun reformist tavrını tayin eden yönlendiren bir numaralı endişe budur. Buna bazan haklı sebeplerin refâkat ettiği de olmuştur... Krallıkların kiliseye karşı tamamen müstakil bir hüviyet kazanmak istemesiyle, kilise önce zaafa uğradı sonra yeni yerini buldu. Bu kıralların reformu idi... Daha sonra feodalite, burjuva ihtilalleriyle yıkıldı. Kilise geriye itildi. Kapitalizmin önü iyice açıldı. Bu da krallı burjuva parlamentolarının reformuydu. Tabii, çalkantılar durulunca
kilise yine yeni bir yer buldu... Ve ondan da sonrası için şunu söylemek kâfidir: Demokrasinin şekillenmesi ile laikliğin şekillenmesi biribirine paralel olarak aynı denge esaslarına göre tekemmül etti.... c- Rönesans ve Luther 12. asırda Batı, büyük bir değişim içine giriyordu. O zamana kadar, Eflatuıı'a sınırlı bir yorum getiren Hristiyan Skolastiği'nin donukluğu içindeydi... Değişim tesirleri, İslâm Dünyasından geliyordu. Papa II. Sylverstre, Toledo'daki İslâm üniversitelerinde okumuştu. Ispanya'daki ve Iran'dâHlmTversitelerTûrTs^ islâm medemyelım gören Hrisfiyanlar, oradan aldıkları ilhamla, Phılıpe Auguste vasıtasıyla ilk Hristiyan üniversitelerini kurdular... Aristo düşüncesini getiren rasyonalist cereyanlar, 12. asırda hem İngiltere'ye hem Fransa'ya taşındı... II. Roger ve II. Frederik, Palermo'ya Arap ve Yahudi âlimlerini çağırarak Batı'nın kaybettiği eserleri onların arapça metinlerinden Latince'ye tercüme ettirdi. Frederik bu eserleri, Bulonya, Paris, Oxford üniversitelerine gönderdi. Roma Hukuku yeniden ele alındı. Roma Hukuku, Yunan Düşüncesi ile Hristiyanlığın ortak tesirlerini taşıyordu. Kilise. "Hukuku dao'nunlâ bağlantılıydı. Phlıppe de Baamanoır, Roma Hukuku prensiplerine bağfı olarak ilk defa 1283'de amme hukuku, özel hukuk, ceza ve usûl hukuku, kanunlarını yazılı hale getirdi. 1250 de papa, Aristo'nun Paris Üniversitesinde okutulmasına müsaade etti. 12. asırda doğan bu akılcılık hareketi, ortaçağ mistisizmini panteizme götürüyordu. Papa; Yaradan'ın varlığını Dünya'dan ayrı düşünen Aristo Felsefesi'ni, bu tehlikenin önlenmesine yardımcı olur diye destekledi. Böylece Hıristiyan Skolastiğinde Aristo'nun tesiri Eflatun tesirinin üstüne çıkıyordu. Artık Aristo skolastiği devri başlamıştı. 9. asırdan 12. asra kadar Batı'dan hiçbir şey çıkmamıştı. Şimdi ise çıkıyordu... Yenileşmenin merkezi, Fransa idi. Bu gidiş, derebeylik rejimini çatlattı. Açılma görülüyordu...Liberalleşme süreci 14. asırda ilk meyvelerini verdi... İki büyük hadise şekillendi: Papalığın çöküntüye uğraması ve parlamenter tecrübelerin yaygınlaşması... İspanya'da Portekiz'de CORTES'ler, İngiltere de PARLAMENTO, Fransa da ET ATS GENERAUX, Hollanda da MİLLET MECLİSİ...
Papa, itibar kaybını telâfi için büyük bir papalık sarayı yaptırdı! Bu sarayın yapımı için asillerden borç almıştı. Ödemek için bir kısım kilise malını satınca halk ayaklandı. Kilise'nin mallarının hazine'ye devri isteniyordu... İhtilaflar görüldü. Yeni papa seçimi bölünmelere yol açtı. Parlamenterizm rüzgarı bir dağılma ve sönme dönemine girdi,... Derebeylik rejimi, ekonomik ve kültürel değerlerin çoğunu zedelemiş ve soluksuz bırakmıştı ama DİN kapısı açıktı. Ne gelirse yine oradan gelecekti. M.Ö. 25. asırda, M.Ö. II. asırda, M.S. 7. asırda ki imparatorluk çöküşleri nasü olduysa, yine öyle olacaktı... Batı'da hür mistisizm inkişaflarının 13 ve 14. asırlarda yenideircii^ şahsiyet pırıltıları Rönesansı hazırlamaya başlamıştı... Tabii ki; bu, islâm Medeniyeti sâyesinde idi. Paris Üniversitesi 13. asırda fikir rönesansının yuvası olmuştur, ama 15. asır üniversiteleri bu derece önemli rol oynayamamalardır. Sıkı bir surette kilise'ye bağlı olan bu üniversiteler eski düşünceyi yaşatmaya çalışan ve Aristo skolastiğinin basit âletleri durumunda olan müesseselerdi. Bir terkibe yaramıyorlardı.. Şu vardı ki; Hür Eflatun İdealizmi, kilise'nin müşahhas baskısından Hristiyanlığı bir sübjektivite açılımıyla soluklandırmaya yaramıştı. 15. asra gelindiğinde Rönesansın şartları tamamlanmıştı. Rönesans, hümanizm denilen hadisedir. Laikliğin fikrî manası, ki daha sonra izah edeceğiz, ilk defa buradan beslenmeye başlıyordu...Hristiyanlık felsefî yorumlara tâbi tutuluyordu. Fransa da Jacques L. d'Eteples, İncil'i buna göre yorumladı. İlk reform işaretiydi bu. Felsefe, insan zihni, muharref kaynak karşısında reforma sevk ediyordu. Ama tepkiler de devam ediyordu. Etienne Dolet, dinî düşünceleri yüzünden 1546'da_yakılarakoldürüldü. Marat sürüldü. Erasmus, Luther, T. MöoreKâtH belirmeye başlamıştı.. Kilise mânen çökmüştü. Roma kilisesi, imtiyaz belgeleri ve günah çıkarma ticareti yapıyordu. Reformcu düşünce, kuvvet ve c e s a r e î î ^ ^ .. Günah çıkarma ve şaraplı âyin yasaklanmalıydı (Colet) Luther, 31 Ekim 1517'de günah çıkarma belgesinin satışını mahkûm eden protesto bildirisini Wittenburg Kilisesi'nin kapısına astı.
Rönesans, reform sahnesine ciddi bir düşünce özü yansıtmış oluyordu. Fakat görülecektir ki; reform sahnesinin aksiyon ustaları, bu özü kendi ihtiraslarının icaplarına göre kullanacaklar ve asıl müsbet gelişme onları da adam etmeyi zaruri kılan bir kültürel denge istikametinde gerçekleştirilecektir. d- Luther Reformu ve Neticeleri Rönesans sonrasında oldu bitti zannedilen reform, kilise teşkilâtının milli özelliklere göre değişiklik göstermesi ile sonuçlanan safhadan ibarettir. Bunun fikri yönü de elbette vardır ve ayrıca devam etmiştir; ama kastolunan fiili değişimin özeti ilk safhasıyla bundan ibarettir. Roma Kilisesi bütün hırıstiyan alemini kuşatan bir teşkilat durumundaydı. Hıristiyan devletler ve topluluklar bundan rahatsız oluyordu, Bizans Kilisesi nasıl Ortadoks Kilisesi hâlini almışsa:jngüiz Kilisesi, Angiligan Meşesi; Fransız Kilisesi, Kalvinizm Kilisesi halim aKL Roma Kilisesi evrensel mteUğffî" kâybeclip Katolik KilisesTâdıyla bir mezhep durumuna düştü. Rönesansla birlikte anılan ilk safhanın özeti budur. " "könesans, ilmi-fikri faaliyetlerin önlenmesine bir tepki olarak reform ihtiyacını dile getirmişti. Kilise Teşkilâtındaki merkezî bütünlüğün kalkması bu ihtiyacı lıalletmemiştir. Bu ihtiyaç, belirtilen fiilî safhadan sonrabir kaç asırlık mücadele ve çalkantıların da geride bırakılmasıyla bir çözüm dengesine ulaşabilmiştir. Feodal düzenin kendi içinde de bir takım değişimlere uğraması, 15. asırda İngiltere'de toprak köleliğinin kalkması, köylünün kısmen toprak sahibi olması, başlıbaşına bir gelişmeyi işaretliyordu. Ayrı fasıldır sonra inceleyeceğiz. Şimdi Luther'den devam edelim....Luther'in hareketi milliyetçi bir gelişme doğuruyor, İncil'in AlmancaVa çevrilmesi ilk ımlhyetgİik JSHlâSjd^ümj^andınjor. f ingiltere kralı 8. Hengi, önce papayla iyi geçinirken hattâ protestanlığa karşı çıkarken bir evlilik meselesi yüzünden ilk aleyhte tavrını koyuyor. Zaten bu özel mesele olmasa da, bağımsız bir İngiliz kilisesinin teşekkülüne doğru gidilecekti. Bu vesile, işi kolaylaştırmıştır. 8. Henri'nin ne yaptığını kısaca belirtelim... ABD'nin Ankara eski büyük elçisi Gen. Charles Sherrif, 8. Henri'nin reform-
larının bizim tarihimizle benzerlik teşkil ettiği gibi bir iddiada bulunmuştur. Oysa hiçbir münasebeti olmayan ayrı tarih kesitlerinin hadiseleridir. Bir tarafta Fransa kırallığı, diğer tarafta Kutsal Roma Germen İmparatorluğu... 8. Henri bu ikisi arasında bir denge politikası tâkib ediyor... İspanya kralının kızı ile evlidir... 5. Charles papalığı denetimi altına alınca, 8 Henri'nin denge hesapları bozuldu. İngiltere 5. Charles'in hâkimiyeti veya müessiriyeti altına giremezdi. Yeniden Fransa'yla dostluk imkanı aramaya başladı... Dikkat edilsin, burada dinin özüyle ilgili bir endişe falan yoktur, endişe siyasidir. 8. Henri çocuğu olmadığı için karısını boşamak istedi. Papa, 5. Charles'dan korktuğu için buna dini açıdan izin veremedi. 8. Henri parlamentoyu topladı ve reformlara başladı! Evlenme konusunda Roma'dan izin alma kuralını kaldırdı. Kendini İngiltere kilisesi'nin başı ilan etti. Manastırları kapattı, gelirlerine el koydu. Tabii ki bir çok tepkiler baş gösterdi. 8. Henri 5 bin din adamını, bu arada Thomas More'u öldürttü! Lıjj[ıer£frîğ|'de"b*enimsemiyordu. Siyasi ve şahsi menfaati öyle gerektiriyordu. Hatta papa vaktiyle o'nu "iman'ın savunucusu" iinvamyla ödüllendirmişti! Varılan netice şuydu: Parlamento güçlendi, kilise'nin doğrudan kirala bağlanması merkezi politik otoriteyi güçlendirdi. Angilikan Kilisesi'nin din anlayışı Luthercilikten çok, Katoliklikle Kalvinizmi uzlaştıran bir yapıya sahipti. Gerçek amaç, yukarıda da belirttiğimiz gibi siyasi idi, milli idi. İleride göreceğiz ki Angilikan kilisesi siyasî kuvvetin emrinde zulme âlet olmak örnekleri bakımından katolik kilisesinden pek de aşağı kalmayacaktır. Burada tekrarlamak istediğimiz husus şu ki; reformun bu safhası; kilise teşkilatının millileştirildiği bu yolla mezheplerin teşekkül ettiği ama öz de pek bir şeyin değişmediği ve çıkış noktasındaki meselenin bitmek şöyle dursun belki ilk adımlarını ancak atabildiği bir safhadır. Kilise Teşkilatının bölünmesi, protestanlığın biraz Fransa'da daha ziyade Almanya ve Kuzey ülkelerinde rağbet görmesi, bu safhanın özetidir. Tarih kitaplarında rönesans-reform başlığıyla anılan ve bir operasyon gibi çabucak neticelendiği sanılan reform işte budur. Fikri hareket noktası; dinin kilise'den değil, İncil'den öğrenilmesi; İncil'i kilise'nin değil hür düşünce sahiplerinin tefsir
etmesi; ilmî-fikrî hayata tahakküm edilmemesi; ruhban sınıfının çıkarcılıktan arındırılması idi. Bunların hiçbiri ilk safhada sonuçlanmış değildir, daha ziyade siyasî kuvvetlerin ve ünitelerin varılan menzil, bir miktar rahatlamasıdır. Rönesansa yapışık olarak anılan reform safhasının öz itibarıyla ne kadar az şeyi değiştirdiğini anlamak için şu misal 1 eri zikredebiliriz: Calvin, o tahakküm düşmanı Calvin, Cenevre'de, Michel Servetus adlı bir ilahiyatçı hekimi sırf kendi gibi düşünmediği için hafif ateş üzerinde pişire pişire yaktırdı! , Luther, hümanizmin Aristo'su için şöyle diyordu:"Yunan felsefesi şeytanmkendısîdm. iğrençbir şeydir. Bir karanlıktan başka bir şey değildir. Bu felsefe'nin kurucusu olan Aristo üç defa lânete Lâyıktır.' Calvin de aynı görüşlere Katılıyordu." Protestanlar inançlarına aykırı kitapları index expurga torius adlı bir kara listeye kaydedip yasakladılar. Fakat hâkim güçler önünde yani siyasi ve ekonomik güçler önünde esnektiler. Meselâ fâize cevaz vermek meselesinde hiçbir pürüz bırakmadılar. e- İngiliz
İhtilali
İngiltere'de 8. Henri'nin reformları şayet bir sonraki önemli merhale gelmeseydi pek bir şey ifade etmezdi. Roma'dan bağımsız bir Angligan kilisesi teşekkül etmişti ve kral bu kilisenin başı olmuştu ama, kilise'nin feodal nizam içindeki yeri yine aynı idi. Gayet güçlüydü, çok geniş toprakları vardı, köylüye ağır mükellefiyetler yüklüyordu. Dr. Bastmik, kilise aleyhinde yayın yaptığı için hapse atıldı. Yargılamanın sonunda, halkın huzurunda iki kulağı kesildi, kızgın demirle yüzü dağlandı ve ömiir boyu hapse mahkum edildi. "^^""Arkadâşıİ^^ yayınlattığı için 500 ingiliz lirası ödemeye mahkum edildi. Kırbaçlandı. Parlamento'da boynuna halka takılarak teshir direğine bağlandı. Mücadelesine yine de devam edince, zincire vurulup ömür boyu hapse mahkum edildi. Denge şöyleydi: Kıral feodal asiller ve kilise, ülkeye hükmediyor, köylüler ve şehirli halk eziliyor... Neticede ayaklanma başladı ve 1642'den 1649'a kadar sürdü.
Parlamento; kral'a karşıydı ve yeni gelişen şehirli müteşebbisleri (tüccarları atölye sahiplerini) temsil etmekle beraber, bir kısım köylülerle zanaatkarlara da dayanıyordu. Kilise'nin manevi otoritesi olmasa, kral'ı halktan hiçbir kesim desteklemezdi. İhtilalciler bunu biliyor ve görüyordu. Cromvel, bir parlamento ordusu teşkil etti. Kralın ordusu ile parlamento'nun ordusu arasındaki savaşı parlamento kazandı. Kral tutuklandı. Düzen değişmişti. Kilise'nin yerini yeniden belirlemek lâzımdı! Topraklarına el konuldu, nüfuzu kaldırıldı. Kapitalizmin gelişmesine engel teşkil eden unsurlar bertaraf edildi. İngiliz ihtilali, Avrupa'da feodal düzenin ilk yıkılışıdır. İkincisi, birbuçuk asır sonra Fransa'da gerçekleşecektir. Toprak Ekonomisi'nden ticaret ekonomisine, toprağa bağlı güçlerin hâkim olduğu bir sosya-ekonomik yapıdan ticarete bağlı güçlerin hâkim olduğu bir sosyo-ekonomik yapıya geçiş sürecidir (vetiresidir) bu. Batı'da dini reform, müşahhas anlamıyla, kilise teşkilatı üzerinde değişiklik yapmak mahiyetindedir. Reformlan yapan siyasî otoritelerin-kuvvetlerin, din'in özü ile ilgili bir müspet hassasiyetleri pek olmamıştır. Roma kilisesi'nin yaptıklarını mezheplerin teşekkülünden sonra diğer kiliseler de yapmışlardır. Meselenin iki ana yönü vardır, a) Fikri-dini-ilmi-ruhi, b) İçtimai-siyasi-iktisadi. Meselenin ilmi-dini-fikrî (tek kelimeyle kültürel yönü) üzerinde bir çok vesilelerle durduk, bundan sonrada duracağız. Burada ise, içtimai-siyasi-iktisadi (yani müşahhas ve maddi) yönü üzerinde özellikle durmak istiyoruz. Feodal düzende hâkim güçler, kral-soylular-toprak sahipleri ve kilise'dir. Kilise Teşkilatı hâkim güçlerle uzlaşmayı ve hâkimiyeti onlarla paylaşmayı iyi biliyordu. Kral din adına keyfince hükmediyor kilise onun icraatına engel çıkarmadan dinin kendisini temsil etmekle üstün mevkide bulunuyor ve maddi zenginliklere sahip oluyor, derebeylerinin ezdiği köylüleri din adına yine kilise itaate râzi kılıyor. Tek imparator olsa, tek siyasi topluluk olsa, sınırlı dalgalanmalar dışında bir noktaya kadar büyük meseleler ve çatışmalar çıkmayabilir. Ama me-
selâ Bizans Kilisesi ve Ortodoksluk teşekkül ediyor. Niçin Roma'dan emir alsın? İşte büyük kopuş. Zannedilir ki rönesansm açtığı vadide Luther'le reformlar başladı ve kısa zamanda neticeleniverdi. Evvelce de işaretlemiştik ki, reformlar ııe o'nunla başladı ne de o'nunla bitti. Mesele tek yönlü ve basit bir olgu değildir. Bir çok yönü bir çok safhaları ve sebepleri vardır. Reform dalgaları çeşitli iniş çıkışlar göstererek Fransız İhtilalinin sonrasına kadar devam etmiştir. /- Müsamaha Beyannamesi Fransız ihtilali yaklaşırken Avusturya'da yapılanlar reformun siyasi otoriteye rahatlık ve kudret sağlayan manasına yeni bir örnek teşkil etti. Marie Therese ve II. Joseph, reformu müstebit bir devletçiliğin vasıtası olarak ele aldılar. Halkı milli geleneklerinden koparıcı ve dinî gevşekliği aşılayıcı bir anlayış hikmet-i hükümet düsturu olarak uygulanmaya başlandı. (Pirenne s. 895) Bütün Avusturya devletlerinde geçerli olmak üzere bir tevhid-i içtihat komisyonu kuruldu ve bir Ceza Kanunu hazırlatıldı... Devleti yalnızca kendi otoritesine tâbi kılmak için hükümdarın Kilise'yi hizaya getirmesi gerekiyordu... Papanın emirleri hükümdarın onayına bağlandı. Cizvit kolejleri kapatıldı. Bütün okullar devletin yönetimine girdi. Louvain üniversitesi kilise kontrolünden çıkarıldı ama, devlet bilhassa hukuk fakültesinde piskoposlardan daha sert bir sansür düzeni kurdu. Monarşik ideolojiyi zâdegana aşılamak amacıyla genç asiller için bir kolej -Theressanum- açıldı. Öğretim kiliseden tamamen ayrıldı ve bir hükümet işi haline geldi...Bu ıslahat halkın milli duygularını yok etme eğilimi taşıyan bir politikayla birlikte yürüdü. Amaç, hükümdarın kudretini arttırmaktan ibaretti. (s.896) 1781 'de II. Joseph, miisâmaha beyannamesini yayınladı. Bu beyannameyle bütün dinler resmen tanınıyordu. Aslında bu müsamaha beyannamesi insan vicdanını hürriyete kavuşturmuyor sadece devletin Roma karşısında bağımsızlığını ilan ediyordu..(s.899) Bundan sonraki merhale kilisenin hükümdar otoritesine tam tâbi kılınmasıydı. Devlet, din adamı yetiştirme yetkisini te-
keline aldı. Dini bayramlar azaltıldı. Kilise'ye sansür konuldu. Dinî ziyaret ve törenler yasaklandı. Aile mezarlıkları kaldırıldı. İlâhiyat kitapları yakıldı, (s.899) Ne var ki mutlakçı idareler, papanın politik etkinliğini yıkarken kendi temellerini de yıkmış oluyorlardı. Roma'ya karşı muzaffer çıkmışlardı ama ahlakî-manevî destekten mahrum kalınca, kazanmış bulunduklarını hiç farkına varmadan kaybetmeye başlamışlardı. Kiliseye karşı yapılan müstebit reformlarını destekleyen ve alkışlayan rasyonalizm akımı, artık liberalizm adına mutlakiyetçiliğe vurmaya başlamıştı! "g- Fransız İhtilali: "İhtilale kadar Fransa'yı asiller ve papazlarla birlikte kralhkT55reetHI^^ ar ve asilzadeler, monarşinin teşekkülü ile nisbeten zayıflamışlardı. Buna rağmen 1789'a kadar sahip oldukları imtiyazlar yine de çok önemlidir... "İsa'ya atfedilen dini doktrinin Avrupa'ya gelişi ve bu arada Fransa'yı hırıstiyanlaştırması şöyle özetlenebilir: İlk Roma papazı Saint Pierre, sonraki Saint Paul'dur. Bu ikincsi, hırıstiyanlığı Yunanistan'da Roma'da neşretti. Fransa'da bu işi gören Potin, Lyon kilisesinde din uğruna kurban gitti. (M. 177) Bu tarihten sonra hırıstiyanlaşma ameliyesi güçlendi. Gerek Golva'nın gerek bütün Avrupa'nın Şark'tan gelen bu dini doktrin ile ruhlanmasmın sebepleri çok karışıktır. Başlıca şu üç nokta üzerinde durulabilir: 1- Müşriklik artık ahlâki ve içtimai nizâmı temin edememektedir. 2- Hristiyanlıktan önceki Avrupa dinleri mahallidir, 3- Mülkiyet Nizamının kurbanı olan mülksüzlerin ve malsızlarm ruh halini ancak dini bir ideoloji tatmin edebilir. .. Hristiyanlık ve Avrupa münasebeti bu çeşit bir geştalt içinde mütalaa edilebilir... "Fransız Krallığı ile Fransız Kilisesi'nin karşılıklı münasebetlerinde 1682 yılı önemli bir noktadır. Bu tarihte Gallicanism denen dini siyasi bir cereyan Fransız Kilisesini papanın tesirinden kurtarmaya çalışıyor... Bunun zıddı bir cereyan -Ultramontanizm- ise, papalığın menfaatlerini savunuyordu. 1765'te Fransa'dan ayrılan Cizvitler 17. ve 18. asırlarda Jansenizm ile mücadeleye devam ettiler. Jansenizm Hollandalı ilâhiyatçı Jansen'in Augustin'e dayanarak kurduğu bir doktrindir... Bu ara-
da krallığın güçlenmesi, krallığın hukukunu papalık aleyhine olarak koruyan cereyan tesirini devam ettirmiştir. Her ne olursa olsun bizim nazarımızda kilise hep aynı müessesedir. Krallığa dayanan milli müstakil bir Fransız kilisesi ile papalığa dayanan bir Fransız kilisesi sosyal meseleler karşısında hep aynı şekilde davranmıştır." "18. asrın Fransız kilisesini krallıktan gördüğü sempati üzerine epeyce şımarmış buluruz... Protestanlığın tesirlerini zalimane imhaya ve kültürel inkişafı engellemeye çalışmaktadır. Fransız Toprağını asilzadelerle birlikte paylaşmakta, siyasi müesseseye yine asillerle birlikte yakinen tesir etmektedir. Kilisenin elindeki uçsuz bucaksız araziden ve maddi imkanlardan vergi almamazdLl Gerek bizim ıçiimai hayatımızda gerek diğ i r müslüman memleketlerde dinin ve dini teşkilatın oynadığı role hiç benzemeyen bir rolün sahibi olan kilise, Fransız inkılabından önceki asırlarda Fransız içtimai hayatı için tasavvurlara sığmayacak bir statüye sahip müessese durumundadır... Devletin umumi bütçesine yardım ediyor, kendisine mahsus iktisadi teşkilatı şarap imalathaneleri sosyalyardım müesseseleri toprağı ve sermayesi bulunuyordu... l<jâtfîK m l ü b u h r a n â 5 u ş * tüğünde Kilise'den yardım isterdi... Kilise ise bu durumunu gizlemek ve fakir görünmek için sahte istikraza girişirdi— İhtilalden önceki asırlar Fransız toprağının dörtte üçü kilisenin "efindeydiZ/ÎS. asnnıkma yâmıridâ ise kiliseaıi^ıîimfâvazi îehine azalmaya yüz tuttu..." "İhtilal başladığında asiller ve kilise, toprakların yarısına sahipti. Her türlü vergiden muaftı. Bütün yükler köyl ü ve kentli sınıf üzerindeydi. 7 Krallık büyük mali sıkıntılar içindeydi... Açığın kapanması için imtiyazlıların küçük bir fedakarlığı kâfi idi... Ama imtiyazlılar bunu reddediyorlardı. Biliyorlardı ki esen rüzgar kendilerinden daha başka şeyler de isteyecektir." (Prof. Z. F. Fındlkoğlu, İktisat Sosyolojisi, 193-254) Kurucu Meclis kiliseyi devletin bir dalı yapmak istedi. Bunun için kilise teşkilatı üzerinde bir reform yapmanın görevi olduğunu ileri sürdü. Rahipleri birer memur sayarak onları anayasaya sadakat yeminine zorladı. Kilisenin mallarına el konuldu; rahiplerin maaşını devlet üstlendi... Papa bu duruma karşı çıktı. Rahipler devlet memuru haline getirilemezdi. Esasen devlet de bu işi pek becerememişti... Rahiplerin çoğu me-
murluğu ve yemini reddetti. Kurucu Meclis bunları âsi saydı ve maaşlarını vermedi. Kralın Saint Cloud'a gitmesine milli muhafızlar engel oldu. Vicdan hürriyetine bizzat kral m muhafızları tecavüz etmişti...Zor duruma düşen kral, Kurucu Meclis'in dine saygısızlık etmesine ortak olmamak kararıyla kaçmayı göze aldı.. İhtilal İdaresi kralı tamamen saf dışı etti ve bütün yetkileri eline geçirdi. 1791 anayasasının ilan ettiği insan hakları hiçe sayıldı ve tedhiş başladı... İngiltere'de ciddi tepkiler görüldü. Cumhuriyetin görevlerinden biri hristiyanlığı ortadan kaldırmak gibi görünüyordu, (s.975) Bir cumhuriyet takvimi yapıldı, hristiyan bayramları yerine Hürriyet-Şükran-Gençlik gibi bayramlar konuldu. Kiliselerin kapanmasına karar verildi... Sanat külotsuzlaştırıldı. (Pirenne 979) Demogoji aldı yürüdü. Fuhuş ve her türlü ahlaksızlık ortalığı istila etti. (980) Dikta Tedhiş ve Medeni İdeoloji, masonizm, Fransa'yı çürütüp çökertiyordu. (980) 11.1795 anayasası, siyasi hakları sadece mülk sahiplerine tanıyordu. Kilise, devletten ayrılmıştı. Rahipler sınıfının sivilleştirilmesi kaldırılmıştı. Devlet kiliseye zor kullanmaktan vazgeçiyordu. Kaçan rahipler geri dönmüştü. Liberalizme yönelinmişti.. Yönelinmişti ama, Paris halkı açlıktan ölürken, imtiyazlılar lüks ve sefahat içinde yüzüyordu. (985) Altını çizerek belirtelim ki 1795 Anayasası'nın getirdiği laiklik,, ilkel laiklikti ve devletin dini tahrib etmekten vazgeçişini ifade ediyordu. Napolyon geçen olaylardan ders almıştı. Kilise sosyal gurupların en güçlüsüvdü. Kurucu Meclis bunu anlayamadığı için batağa saplanmıştı. 1801'de Roma ile Paris arasında bir konkorda imzalandı. Katoliklik Fransızların büyük çoğunluğunun dini olarak kabul ediliyor ve yenilmez bir ahlaki kuvvet olarak ortaya çıkıyordu. (936) Şartlar değişince Napolyon'un din meselesine bakışı da değişiyordu. Mutlakiyet idaresini getirmek istediğinde kendini papaya takdis ettirdi. Dini ideolojiye sığındı. Daha doğrusu, monarşinin dinî yetki ideolojisine... Katolik kilisede vaktiyle krallar için olduğu gibi şimdi de imparator için dua edilecekti! Fransız imparatorluğuna bağlı hristiyanların Napolyon'u Tanrı'nın veziri ve mümessili olarak tanıması gerektiği anlatılıyor Ona itaat etmeyenin cehenneme gideceği belirtiliyordu. Din-Medeniyet ve Lâiklik F. 13
193
Aynı Napolyon ileride güçlenince, Eckmühl savaşından sonra, papaya tekrar yüklendi ve Roma'yı kendi imparatorluğuna bağlı hür bir şehir ilan etti. (1019) Boşanma evlenme gibi özel işlerinde papa'dan rahatsız olan Napolyon yeniden harekete geçti... Kendisini gerçek ruhâni reis saymaya başladı! Papa itiraz etti. Sonunda başpiskopos'un imparator adına değil papa adına ve kilise nizamnamesine göre icraatta bulunması kabul edildi. Artık mücadele papa ve konsül arasmda yürüyecekti. (Fakat papa sabırlıydı ve kesin üstünlüğü 1871'de kazanacaktı.) Napolyon kiliseyi kendi gücünü arttırmak için ele geçirmeye çalışmıştı. Din ve Devlet işlerinin ayrılması prensibini kendi güçlülüğü öyle gerektiğinde hemen terk edivermişti! Güçlenme ihtiyacını duyunca kiliseye dayanıp, yeteri kadar güçlü olduğunda daha da güçlü olmak için kiliseyi hırpalamaya çalışmakla, katolik Fransa halkını da karşısına almış oluyordu. (1021) Rusya yenilgisinden sonra Napolyon yeniden katoliklığe yaklaştı! Papa 7. Pie ile sözde barış yaptı. Her ikisi de bunun bilinen bir oyun olduğunu biliyordu. Bu sayede halka hoş göründü ve 19 yaşına basmış bütün gençlerin askere alınması teklifini kabul ettirdi. Ve oyun 6 Nisan 1814'te bitti... Fransız ihtilali tarihi, toplumların kaderi üzerindeki din tesirini değiştirmek için zor kullanmanın ne kadar boş olduğunu gösterir. (1092) Fransız ihtilalinin doğurduğu tepki, bütün Avrupa kiliselerinde kendini gösterdi. Çünkü bütün kiliseler zarar görmüştü. Avrupa'nın bir çok ülkelerinde bir seri kokordato imzalandı. Bu anlaşmalardan sonra kilise yeni sosyal şartlara kendini uydurdu ve daha milli bir karakter aldı. (1094) Görünüşte kilise zayıflamıştı. Ama aslen ve manen öyle değildi. 18. asrın şüpheciliği ihtilal çalkantıları arasında kaybolmuştu. Halk geçirdiği acı tecrübelerden sonra kiliseye daha çok yaklaştı. Katolik birliği bir realite olarak yine kendini kabul ettirdi. h- Değerlendirme Yukarıda meselenin iki yönü olduğunu belirtmiştik: a) Fikri, dini, ilmi, ruhî (kısaca kültürel-manevi)
b) İçtimai-siyasi-iktisadi (kısaca müşahhas) Kültürel yön, kitabımızın diğer bütün bölümlerinde aslî konu olarak incelenmiştir. Müşahhas Unsurlar başlığını taşıyan bu bölümde özellikle meselenin içtimai-iktisadi-siyasi yönü üzerinde durmuş bulunuyoruz. Gördük ki meselenin müşahhas yönü de ikiye ayrılıyor: I- Miiessesevî şartlar II- Beşeri şartlar I- Miiessesevî şartlar: Monarşi, hırıstiyanlığı kendine şeklen temel yapmış. "Asiller-Ruhban-Asker" den oluşan ittifak; halkın itaatini, din sebebiyle sağlıyor... Papa ile imparatorluk yahut kral arasındaki mücadele bu çerçeve içinde dalgalanarak cereyan etmiştir. Sonra sosvo-ekonomik şartlardaki liberalizm, ticaret burjuvazisini ve İngiliz-Fransız ihtilallerini meydana getiriyor. Burjuvazi eski dengeyi zorluyor. Ve sosyo-ekonomik açıdan merkantilizmi, siyasi açıdan ise parlementoyu ortaya koyuyor. .. Asiller sınıfı zaten çökmek üzeredir. Mal mülk sahiplerinden oluşan parlamento monarşiye yeni bir veçhe vermiştir. Fakat parlamentonun gelmesi demokrasinin gelmesi demek değild ir. Monarşik veya cumhuri bir müstebit yine var olabilmektedir. Halk yine kenarda ve kilisenin yanındadır. Muhteris siyasilerin yine dinden ve dini otoriteden yeni sosyo-ekonomik şartlara göre talepleri vardır. İhtilaflar-konkordatolar yine devam etmektedir... Ve bu hal, demokrasi ile laiklik teşekkül edene kadar böyle devam edip gitmiştir. İleride ayrıca inceleyeceğiz, fakat yeri gelmişken şu kadarını söyleyelim ki: Demokrasi ile laiklik biribirinden ayrılmaz. Demokrasinin olmadığı yerde ya devlet dine tâbidir, ya da din devlete. Bir ülkede demokrasi ne kadar varsa laiklik de o kadar vardır.. Bir noktayı daha işaretleyelim: Reformcunun amacı laiklik değildir. Müşahhas manasıyla reform, siyasi ve iktisadi kuvvetler ittifakının dinden istediğini dini teşkilata empoze etmeye çalışmasıdır. Laiklik, bu mücadelenin sonunda, reformları oluşturan müşahhas mücadele tablosunu aşan tesirlerle ve kültürel gelişmenin büyük
yardımıyla gerçekleşmiştir. II- Beşerî Şartlar: . , • • Kavga, insanlara yön verme kavgasıdır. İnsanlara yön verilmesine âmil olan dört çeşit kuvvet kaynağı vardır: 1-İnanç 2- Bilgi-düşünce-ideal 3- Maddi ihtiyaçlar ihtiraslar zenginlikler üstünlükler (para) 4- Zor ve silah Dinî otorite ve siyasi otorite, farklı açılardan da olsa, insanlara yön vermeyi istedikleri için, hem bu kuvvet kaynaklarına dayanmışlar veya onları kullanmışlar, hem de onlardan çeşitli ölçülerde etkilenmişlerdir. Din, bir müessesedir. Devlet de bir müessesedir. Fakat gerek din, gerek devlet, beşerî teşkilâtlar halinde temsil edilmektedir. İşte burada din'in ve devletin müesseseyi asliyetleıi ile dinî ve siyasî otoriteleri temsil eden kişilerin-kadroların farklılaşması söz konusudur. Dinin icapları ile din adamlarının tavırları arasında, gerçek siyasi idealler ile siyasi otorite sahiplerinin tavırları arasında uyumsuzluklar görülebilmiştir. Bu uyumsuzluklar, din ile devlet arasında hiçbir ihtilaf olmadığı ve olmaması gerektiği hallerde bile, dinî otorite mümessilleri ile siyasi otorite mümessilleri arasında kavgalar çıkmasına yol açabilmiştir. Bu kavgaya ekseriya, idealler değil, ihtiraslar ve zaaflar vücut vermiştir. Cemiyete, cemiyetin maddi zenginliğine, kudretine imkânlarına hâkim olmak ihtirası... Dinî Otoriteyi Temsil Edenler Bakımından: Dini otoriteyi temsil edenler, iki türlü muhalefet tavrı göstermişlerdir: 1-Dinî hükümleri ve ölçüleri savunmak amacıyla 2- Din'i istismar ederek dünyevi üstünlük sağlamak amacıyla. Birinci amaç, siyasiler tarafından haksız ve nefsâni tepkilerle karşılanmıştır. İdealist bir hassasiyetle bu amaca karşı çıkan siyasiler hemen hiç yoktur. İkinci amaç, siyasi otoriteyi haklı çıkaran bir zeminde çok şumüllü tepkiler doğurabilmişler. Dinî otoritenin dini istis-
mar etmesi, şayet siyasi otorite ile bir menfaat uzlaşması sağlayıcı biçimde gerçekleşirse; her iki otorite de bu halden hoşnud olur ve aralarında bir ihtilaf baş göstermez. Böyle bir hicranın çilesini çekmek, acısını yaşamak, yükünü taşımak ve bedelini ödemek ise, inançlı halka ve şuurlu fikir adamlarına düşer. Dinî otoriteyi temsil eden kişilerin menfi halleri dinin zarar ve ihmale uğratılmasına gerekçe teşkil edemez, etmemek lâzım gelir. Nitekim Batı, ruhban tahakkümünü kaldıran teşebbüslerinde çok ağır buhranlar geçirmesine rağmen dinin mevcudiyetini, (muharref haliyle de olsa) hem siyaset hem diyanet ihtiaslarına rağmen muhafaza etmeyi başarmıştır. Bu hususta Ahmed Hilmi Bey'in bir sözünü hatırlatmakta fayda vardır: "Tarihte din adına işlenmiş cinayetler çoktur. Lakin din adına ortaya konulan iyilikler ve faziletle sonsuzdur. Birinciler din adına işlendiği halde, dinin sui istimalinden doğmuştur; çünkü dinin yasakladığı şeylerdir. İkinciler ise dine uygundur. Dinin lüzumu için bundan büyük tarihi delil olmaz." (Ahmed Hilmi, İslâm Tarihi 22) ~ Ne yazık ki Batı'da "tahrif" sebebiyle hristiyanlığa biçilen rol, ancak kapitalizmin pisliklerini temizlemeye çalışmaktan ibaret kalmıştır. Fakat bu dahi az şey değildir. Onca buhranm ve kanlı anaforun ortasında, ince de olsa, kopuk kopuk da yürüse, bir medeniyete vücut verebilen çok pahalı bir tekamül çizgisinin teminatını teşkil etmek elbetteki önemlidir. Önemlidir ama; o teminatın artık iyice yetersiz bir hale geldiği de bir gerçektir. (Bk. II. Kısım, 12. B.) Siyasi Otoriteyi Temsil Edenler Bakımından: Siyasi otoriteyi temsil eden muhteris siyasilerin dine ve dini teşkilata karşı harekete geçerken asla fikri idealist bir gaye takib etmemişlerdir. Gayeleri taakkiimdür, tahakkümlerini rahatça sürdürmektir. Fikrî ve manevî bir hassasiyetle reforma yönelen siyasi muhteris hiç görülmemiştir. Onların derdi kendi kudretlerini arttırmaktan ibarettir. Ruhban tahakkümünü ve istismarını kaldırıp din'e asli saflığını kazandırmak gibi bir kaygı reformcu siyasilerde katiyyen var olmamıştır. Tersine, ruhbandan dini tahrif ve istismar etmesini bizzat siyasi otorite mümessilleri is-
temiştir. Ekonomik güç sahipleri de siyasi otoriteye bu hususta ortaklık etmiştir. Siyasi kuvvetin tavrı için bir iki çarpıcı örnek daha verelim: •• _ "Toplumun varlık şartı servet eşitsizliği, servet eşitsizliğinin varlık şartı da din'dir. Bolluk içinde yüzen bir insanın yanında bir başka insan açlıktan ölüyorsa, kend ine şöyle seslenen bir otorite olmazsa bu farkı kabullenmesi imkansızdır: Yaradan'ın iradesi budur, dünyada yoksullarla zenginlerin bulunması gereklidir, ama sonunda bölüşüm başka türlü olacaktır." (1 .Napolyon'un Roeder'e söyledikleri, M. Duverger, Batı'nın İki Yüzü, Shf.97) Napolyon'un tavrına biraz daha açıklık getirelim: Napolyon, Laplace'a sorar: -M. Laplace, evren üzerine yazdığınız bu büyük eserde o evrenin yarad anına dair bir kelime olmadığını bana söylüyorlar. . Laplace cevap verir: Böyle bir varsayıma ihtiyaç görmedim! Napolyon bu cevaptan çok hoşlanır ve Langrange'ye nakleder. Langrange ise şöyle der: - Evet, fakat bu varsayım, yaratış varsayımı, çok güzel bir varsayımdır. Bir çok şeylerin açıklanmasına yarar! (A. Adıvar, Din ve İlim) İşte siyasi kuvvetin ve danışmanlarının menfi tavrı budur. Kitleler bunu daima hissetmişlerdir. Bazı hallerde kilise haksız da olsa, yine de halkın kiliseye destek olmasının sebebi budur. Ortaçağ'da kilise halkın sümürülmesine geniş ölçüde âlet oluyordu. Fakat o düzeni yıkmaya çalışan ihtilallerde; köylü, ekseriyetle kralın ve kilisenin yanında yer almış, parlemontocu kuvvetlere destek olmamıştır. İngiliz ihtilalini hatırlayınız... Sebep? Sebep, şu düşüncedir: Kilisenin etkili olduğu bir düzen, bütün menfiliklere rağmen yine de daha az kötüdür. Ve bu tavrı, kitleler, tarih boyunca devam ettirmişlerdir. Hitler, Kavgam isimli kitabında Katoliklere söğüp saymış, Katolik ve Protestan kiliselerine saldırmıştı. İktidara geldikten 4 ay sonra 20 Temmuz'da Vatikan'la bir bir konkordato imzaladı, fakat bu anlaşmaya ancak bir hafta sadık kaldı. 1933198
1939 yılları arasında bir çok katolik papaz tutuklandı... Katolik hareketin lideri Erich Klausener öldürüldü. Katolik yayınlar yasaklandı. Protestan kilisesi tecavüze uğradı. Hitler şöyle diyordu: "Partimiz olumlu hristiyanlığa dayanmaktadır. Olumlu hristiyanlık ise nasyonal sosyalizm'dir. Nasyonal sosyalizm, Tanrı'nın buyruğunu yerine getirmektedir." (Liderler Ansiklopedisi 876) Hitler'in bu hristiyanlık anlayışının (daha doğrusu safsatasının) iç yüzü şu itirafında açıkça görülebilir: "Eski Cermen kültüründen yeni bir din elde etmeliyiz."
IV- R E F O R M ' U N F İ K R İ - M A N E V İ ÖZÜ V E L U T H E R R E F O R M U SONRASINDA
FİKRİ- MANEVİ HAYAT a- Fikri Canlanma - Rönesans, 12. asırdan itibaren Batı dünyası'nın kendi değerlerini İslâm alemi vasıtasıyla yeniden tanımaya başlaması hareketleri içinde şekillendi. 14. asırlarda berraklaştı ve yayılmaya başladı. Yapılmak istenen şuydu: Roma Hukuku'na dönüşle, cemiyet hayatı; Eflatun İdalizmi ile ruhî hayat; Aristo gerçekçiliği ile de fikir hayatı; kilise'nin oluşturduğu taassup ve durgunluk havasından kurtulacak, nefes almaya başlayacaktı... Reform ise kilisenin inhisarından İncil'i kurtarma hareketi olarak başladı. Luther "Biz dinimizi kilise'den değil, İncil'den öğreneceğiz ve öğrenmeliyiz" diyordu. b- Reddiyecilik O şartlarda bu hareketler haklıydı. Ama, akıl felsefe ve ilim adına başlatılan bu haketlerdeki "reddiyecilik" tavrı, çeşitli biçimlere bürünüp devam etti... Kilise reddedilip (İncil yeter) dendi... Sonra bir kanat, (Yaradan kâfidir, İncil'e de İsa'ya da lüzum yok) demeye başladı... Daha sonra "Beşeri Din" icad etmek isteyenler türedi!..
Yaradılış ve Yaradan inkâr edildi ve tabiat ile özdeş hale gelmiş bir ulûhiyet görüşü ileri sürüldü... Nihayet, "açık ve kaba inkârcılık" cereyanı görüldü... c- Yunan Düşüncesi - Tabii ki bunların karşısında planlar da vardı. Ve asıl onların varlığı önemliydi. Pascal, Descartes, Newton, Leibniz, Berkeley, Bergson, Einstein hattı... Tasnifi basitleştirirsek anlamak kolaylaşır: Yunan Düşüncesi'nde iki ana kol mevcuttu; aEflatun İdealizmi b- Aristo realizmi... Bu ayrılık çok keskin değildi ama yine de bâriz farklılıklar gösteriyordu. Bu iki kol, günümüze kadar batı düşüncesine de çeşitli dönüşümlerle yürüyüp gelmiştir. Zaten kullandıkları temel kavramların çoğu ya aynen ya da çekirdekler halinde Eski Yunan'da vardı. Hem de, panteizminden, idalizminden tutta, komünizmine kadar! d- Aristo Skolastiğinin Aşılması - Rönesans ve reform'dan sonra bir Bacon geldi, ampirizmin müdafaasını yaptı. Müsbet ilim adına elde edilen kâr bundan ibâret. 16. asır ampirizm ve coğrafi keşifler asrıdır... Asıl inkişaf 17. asırda... Descartes, Pascal, Nevvton... 17. asrın karakteristiği iki hâdise ile izah olunur: I. Bacon'un deneyciliği Descartes'in akılcılığı ile birleşip ilimcilik anlayışını, daha doğrusu arzusunu, tebârüz ettirdi. 2- Descartes ile Pascal'ın metafiziği, Newton'un ilim kudretiyle birleşip Aristo Skolastiğini devirdi. Descartes akılcılığı getirmişti ama ruhu ve ruhun ihtiyaçlarını da ihmal etmiyordu. Bundan dolayı o'nun takipçileri de, Eski Yunan'ın idealizmi ile realizmi gibi iki kola ayrıldı: Biri materyalizme, öbürü spritüalizme-mistisizme yürüyordu... İlkinde, Pascal-malebranche-Leibniz; ikincide Ansiklopediciler... Kantin, rasyonalizm'e aklın sınırlarını hatırlatmasından sonra A. Conıte çıktı ve pozitivizmi getirdi. (Bk. I. Kısım, II.B.) 19. asır pozitivizm asrı.. Akıl-İman dengesinin, akıl ve felsefe hesabına tamamen ters yönde alt üst edilişini görüyoruz. A. Comte, cemiyeti insanlığı kurtaracak! O beğenilmeyen Batı Ortaçağı, Comte'nin kurmak istediği dünyadan bin defa
daha iyidir! e- Rousseau'nutı Tepkisi • Bu gidişin vahametini önceden sezmiş olan Rouseau, 18. asırda şöyle diyordu: "Felsefe nedir? En yaman filozofların eserlerinde ne buluyoruz ki? Bu hikmet aşıkları bize ne gibi desler veriyorlar? Onları dinleyenler, kendini panayırda çığırtkanlar madrabazlar arasında sanır. Herbiri (bana gelin, yalnız bana gelen aldanmaz!) diye bağırır durur. Kimi mevcudatın hakikaten mevcud olmadığını ve yalnız tasavvur'da yaşadığını iddia eder, kimi madde' den gayri varlık olmadığını iddia eder kimi (Tanrı, dünya'nın kendisidir) der. Biri, dünya da iyilik- kötülük denen şeyIennyoP^ İ ş b â t a ^ â î g n Z ^ ı z i gidi filozoflar! Bu faydalı dersleri sadece kendi dostlarınıza ve öz evlatlarınıza verseniz! H e m fikirlerinizin meyvesini daha çabuk görürsünüz, hem de bizim çocuklarımız sizin yolunuza sapmaktan kurtulmuş olur!" Rousseau'nun bu çığlığı derin ıztıraplar içinde bulunan bir adamın isyanıdır. Gönüldendir, samimidir. H e m ki Rousseau, bir A. Comte'u görmedi. Halbuki asıl büyük fâcialar ondan sonra yaşanacaktı. A. Comte'un bizdeki bir nesli nasıl yaktığına misal teşkil eden zavallı Beşir Fuat'ı burada hatırlamalıyız. Rousseau'nun felsefe'den şikâyetini okudunuz. Ama o, Hıristiyanlıktan da şikâyetçidir. Bu yüzden de kimseye yaranamamıştır. Kendisini Ruhban ve Parlamento, "kilise dinine" muhalefeti sebebiyle mahkûm ederken; ansiklopediciler de, felsefe'ye yüklenişi dolayısıyla aralarından kovuyordu! Kırlara, dağlara kaçtı. Başka ne yapsındı ki? Yıllar sonra Victor Hugo da aynı hâlet-i ruhiye içinde şöyle diyecekti: "Ruhban partisine hitap ediyorum. Açıkça söyleyeyim ki, sizlere güvenmiyorum ! Fransa'nın geleceğini sizlere bırakamam." Halbuki aynı Hügo şu görüşlere de sahipti...: "Maddî dünyanın kanunu denge olduğu gibi, manevî dünyanın kanunu da dürüstlüktür. Ve herşey Allah'a varır. Şunu unutmamalı ve herkese öğretmeli: İnsan, bütünüyle ve ebedî olarak ölecek olsaydı; yaşamanın değeri kalmaz, hattâ hayat harcanan zahmete değmezdi." Rousseau, hristiyanlığın kilise elinde aldığı hale karşıy-
dı. Reform kilisesi'nin yorumlarına da karşıydı. Mesele kilise'nin beşerî çürümüşlüğünden de ibâret değildi. Gerçi kilise kendi çürümüşlüğü içinde yaptığı yorumların zulüm idarelerince kabul görmesinden memnundu ve kârlıydı. Bu haliyle de en ağır tenkidlere müstahaktı. Hiç değilse çoğu zaman böyleydi... Ama Rousseau'yu dertlendiren başka bir mesele daha vardı: İncil'i de külliyen benimseyemiyordu. Hz. İsa'ya ve Vahye inanıyor, fakat İncil'in tamamen vahy eseri olduğuna inanamıyordu. "Bir kısmı herhalde değil" diyordu. İşte tahrif gerçeği! Meselelerin dibinde bu vardı ve daima da var olacaktı. Muharref İncil, insan aklını ve ruhunu tam tatmin edememiş ve bunun bedelini Batı çok ağır ödemiştir. Gâh ifrat, gâh tefrit kutuplarında gezerek... Hâlâ da ödemektedir.
/- Değerlendirme
Rönesans ve Reform'dan sonra, hümanizm denilen "laik kültür iddiası" kilise'nin de dininde baskısından âzâde bir iklimde insanları mutlu edecekti. Halbuki yeni ve derin ıztırap lar, geçici kazançları gölgeliyor, önemsiz hale getiriyor, insanlığın sancılı arayışı tatmin bulmuyor yeni d ertler birbirini kovalıyor, özellikle entellektüel tabakanın ve genç nesillerin tezatlar arasında bocalayan aklı ve ruhu huzura-sukûna eremiyordu... Bir anlayışa göre; laik düşünce, din'le ne müsbet ne menfi alâkası olmayan bir düşüncedir. Bu aslen mümkün değiL Din'le . müsbet veya menfi alâkası olmayan tek bir kültür dahi yoktur7 Hayata inmeyen, mücerret ve muallak bir daire içinde kalan nazariyelerde bile, objektif ve pozitif bilimsellik iddialarının içinde asla kalınamamıştır. Yaradan'ı ruh'u manevi değerleri din'in sahasıyla menfî şekilde ilgilenerek inkâr eden felsefe cereyanlarının oluşturduğu materyalist ekolden hiçbir ilmî-içtimaî fayda zuhur etmemiştir. Tersine bol bol buhran sıkıntı ıztırap doğmuştur. Denilebilir ki: "Batı Düşüncesi Marx'tan dahi dolaylı fayda sağlamış, sosyal iyileştirme tedbirlerini, o tahrik ve tehlike karşısında çabuklaştırmıştır." Ama bu, verem mikrobunun "daha iyi beslenmeyi daha önemli hale getirmesine" benzer! Ve bundan mikrobun fazileti neticesi elbette çıkarılamaz! Yahut: Aydınlığın önemini hatırlattı diye, aydınlıkta yapılan işlerin hiçbirinden ka-
ranlığa fazilet payı çıkarılamaz! Batı Düşüncesinin din-ilim kavgasına dayanan bir felsefî mihver etrafında şekillenerek geliştiği doğrudur. Ama bu süreci büyük ıztıraplara rağmen zaman zaman denge noktalarına ulaştıran ve bir şeyler inşâ etme gücüne kavuşturan müsbet tesirler, daima manevî değerlere inananların, hiç değilse yaklaşabilenlerin gayretinden doğmuştur. Hümanist devir, Batı Ortaçağı'mn manevî ve fikrî baskısına tepki olarak ortaya çıkmıştı. Müşahhas hedefler; ruhban sınıfı ve onlarla beraber bulunan feodal baskı unsurlarıydı. Başlangıçtaki ve o'nu tâkib eden ilk safhalardaki oluşum, şöyle bir çeşitlenme göstermiştir: 1-Alınan Kararlar Bakımından: a- Kilise'nin tahakkümünü reddetmek ve Hristiyanlığa saf bir mâhiyet kazandırmak. b- Yaradan'a inanmak, vahy'i ve dinleri inkâr etmek. c- Yaradani da, bütün manevî inanç ve kıymetleri de inkâr etmek. 2- Benimsenen Tavırlar Bakımından: a- Dinlere karşı aklen de ruhen de (müsbet mânâda) ilgisiz olmak, insanı hiçbir dinî-vahyî hükümle ve bilgiyle bağlamadan tamamen mücerret aklı ile başbaşa bırakmak. Dinî konuları da çıplak akılla çözmeye çalışmak. b- Hristiyanlığın akla uymayan taraflarıyla mücadele etmek ve onların yerine rasyonel izahlar ve yorumlar getirmek. c- Din mefhumuyla külliyen i n k â r a bir mücadeleye girmek ve o'na bağlı mânevî kıymet hükümlerini çürütüp yok etmek. •' . d- "İnanmak ayrı düşünmek ayrıdır" deyip, "düşünce'ye yön vermeyen ve karışmayan inanışların mahzuru yoktur" zihniyetiyle hareket etmek. e- Doğru inanca sahip olmak ve o inancın ışığında düşünmek. 3- Varılan Noktalar Bakımından a- Yaradanin ve ruh'un varlığına ve ölümsüzlüğüne inananlar.
b- Gözle görülmeyen hiçbir şeyin varlığına inanmayan açık münkirler c- Ulûhiyeti tabiat'a, yahut ulûhiyet'e "cismâni toplam ol- > mak tarifini" yakıştırıp; "O herşeydir, herşey ondan ibârettir. Hilkat yok, ahiret yok. Sudûr (dağılma) ve rucû, (toplanma) var" diyenler. Bu tabloların oluşması şu realitelere nazaran gerçekleşmişti: a) Ruhban hristiyanlığı b) Ortaçağ İslâm Medeniyetinin Üstünlüğü c) İslâm Medeniyeti vâsıtasıyla yeniden kavuştukları Grek Kültürü. Batı İnsanı, bu üç realiteye baktı ve yukarıdaki tabloları oluşturdu. Eski Yunan'a dönmekle, Latin Hukuku'ndan faydalanmakla; İslâm Medeniyetine yetişecek ve o'nu aşacaktı. Sanıyordu ki; İslâm Medeniyeti Meşşâiyyun ve İşrâkiyyun heveslerinden doğmuştur! Halbuki onlar bizim üstünlüğümüzün değil, zaaflarımızın ifadesiydi. Ortaçağ İslâm Medeniyeti, aklî ifratçılıkla mâlüldü. Cennet-Cehennem semboliktir demeye varan inhiraflar görülüyordu. Ortaçağ Avrupası ise, Mânevî Taassupla mâlüldü. Bizim zaafımız işte bu yüzden onlara ilaç gibi geldi! Tâbir caizse, biraz tuzlandılar! Ama bu tuzlanma'nın ardından bir denge susuzluğunun gelmesi mukadderdi. Sıhhat, maddî-manevî bir denge hâdisesidir. Tuza- bibere irca edilebilir mi? Kısa bir zaman sonra, Aristoculuğun her derde devâ olmadığını anladılar. Adeta bir beyin hummâsıha tutuldular... Ne zaman gerçelTEır irâçİJUlçrûIâFbiliyor musunuz? Ga- _ zali Te*sı5]<endflem mu bilir de, bunu bilenler ve hatırlayanlar pek azdır. 4- Bizim Açımızdan: Fakat tezatlı dalgalanmalar hep devam etmiştir. Buldu da, ittifakla buldu değil. Bulanları çıktı ve bir katkı şekilledi. Zıt düşüncelerin ve çalkantıların içinde bir gerçek çizgi oluştu. Bu çizgi bazan iltifat gördü, bazan görmedi. Bazan unutuldu, bazan hatırlandı. Bazan görünmez oldu, bazan görülebildi. Fakat onca gürültünün ve buhranın içinde varlığını hep devam ettirdi. Ve batı'da İYİ-DOĞRU-GÜZEL adına ne varsa, hep o çizgi-
den doğdu. Ve biz o'nu hiç farketmedik. Gördüklerimiz, Batı'nın hep hakikatsiz tarafıydı. Cürûftınu, levsiyâtmı, ıztırabım oluşturan taraflarıydı. Onlar Bize Yaklaşırken Biz Kendimizden Uzaklaştık Hakikat'e ne kadar yakın olursan, o kadar "iyi" olursun. Hakikat'in çok uzağında olan bir nokta'dan daha "az uzak" bir noktaya gelirsen, daha "az kötü" olursun. Bu da bir bakıma, iyileşmedir. Bir devirde öyle bir hal içine girdik ki: Biz, hakikat'ten başlayıp uzağa doğru giderken; batı, uzaktan başlayıp Hakikat'e doğru geliyordu! O iyileştikçe, biz kötüleştik. İşte Abdullah Cevdet, işte Pascal! İşte Tevfik Fikret, işte Bergson! İşte Beşir Fuat, işte Goethe! İşte Nurullah Ataç, işte Victor Hügo! Bu isimlerin temsil ettiği tezat, tarih içinde her devrin kendi müşahhaslarına göre yaşandı durdu... Hattâ daha ağır bir durum da var: Şuursuz yakınlık, hiçbir fayda sağlamaz da; şuurlu ızdıraplar bazan uzaktan dahi birçok faydalar sağlayabilir. Bir testiyi pınar başına bıraksalar 40 yıl kendi dolası değil. Ama o pınarın suyu, uzaklarda bir yerde, bir yudumluk tozlu topraklı nasibiyle dahi çok şey kazandırabilir. Örnek vermeyelim, geçelim... Batı'daki ince çizgi, aslen bizdendi. Ama taklit devrimizde bize hiç tesir etmedi. Biz hep felsefe ve ilim adına çıkarılan kuru gürültülere baktık. Batı bize baktı; kendi eksiklerini gördü, fakat kendi unsurlarıyla telâfiye çalıştı... Düşüncesi'nin maddî yönünü zayıf gördü, Aristo'yu aldı. Zaten kendi malıydı.... Manevî yönünü zayıf gördü, Gazalî tesiri'ni aldı... Müslüman olmadı; Gazali Tesiri'ni, muharref dininin sağlam kalan yönlerine ulaşmak için bir vâsıta olarak gördü ve o n d a n öyle faydalandı. Sonra, biz Batı'ya atf-ı nazar eyledik! Hiç değilse o manzara da kendimizden izler taşıyan ince çizgiyi tanıyabilseydik. Yapamadık. Gördüklerimiz kaba hatlarla çizilmiş felsefe eskizleriyle... Moda'ya bağlı madde ve biçim parıltılarıydı. Ne nereye götürür, ne neyin eseridir? Hiç göremedik, bilemedik, anlayamadık. Onlar, Muharref Dinlerini tashih ve temyiz etmeye çalışırlarken; biz, mahfuz ve mükemmel dinimizi gelişme engeli olarak gördük.
V- SİYASİ V E HUKUKİ BİR PRENSİP O L A R A K L A İ K L İ Ğ İ HAZIRLAYAN D Ü Ş Ü N C E L E R Rousseau'ya göre içtimai hayat bir bütündür. Eğer bu bütün'e tek bir kuvvet hâkim olursa anlaşmazlık çıkmaz. Eskiden dinî hayat müşahhas bir kuvvet halinde temsil edilmezdi. Toplulukların ayrı ayrı ilahlan vardı, bu ayrılık önem taşımıyordu. Aralarındaki temaslar arttıkça, ya biribirlerinin ilahlarını benimsiyorlar yada hoş görüyorlardı. İçtimai hayatın bütünlüğü içinde siyasî kuvvet yegâne kuvvetti. (Müşahhas mânâda) "Hz. İsa gelince, âdeta manevi bir ülke tesis etti. Siyasî sistem'in yanında bir dinî sistem, siyasi kuvvetin yanmda bir dinî kuvvet doğdu." Burada şunu demek istiyor: "Eskiden her topluluğun çeşitli ilâhlara taptığı devirde, bütünlüğü olan mânevî bir sistem yoktu. Siyasi sistemin bütünlüğü içinde inançlar dağınık bir çeşitlilik durumundaydı. Hz. İsa gelince, bir manevi sistem ortaya çıktı. Bir manevi sistem böylece ortaya çıkınca o sistemin yöneticileri de nüfuz sahibi kişiler olarak görünmeye başladılar. Zamanla siyasî kuvvetin karşısında bir başka kuvvet belirmiş oldu." Rousseau, bu noktada İslâm'a atıfta bulunuyor ve şöyle diyor: "Hz. Muhammed pek sâlim görüşlere sahipti. Siyasi sistemi güzel bağladı. Kendi zamanında ve ondan sonra gelenler Din-Medeniyet ve Lâiklik F. 14
209
onun dediklerini yaptıkları müddetçe otorite tekti ve böyle olduğu için de iyiydi. Fakat araplar müreffeh parlak ve gevşek hale gelince idarelerine yabani tesirler hâkim oldu ve iki kuvvet arasındaki anlaşmazlık ve ayrılık tekrar başladı." (shf. 194195), Sonra yine hristiyanlığı tahlile devam ediyor... "Hristiyanlık insanlara manevî bir dünya kurar ama onlara içtimaî ve siyasi ölçüler göstermez, bu çeşit ilgiler hakkında bir şey söylemez. Bu içtimaî ruh'a aykırıdır. (196) Hristiyanlığın kurduğu dünyada yaşamak isteyen insanlar, bir insan cemiyeti olmaktan çıkar. (197) Çünkü Hristiyanlık tamamen ruhanî bir dindir. Ruhanî bir insan cemiyeti ise mümkün değildir. (199) Diğer taraftan, dinin müşahhas mümessilleri, teşkilâtlı bir kuvvet haline gelmiş; o mümkün olmayan ruhâni hayatı zorla hâkim hayatın bütününe kılmak gayesinin peşine düşmüş. Halbuki böyle bir yetki kendilerine incil tarafından da verilmemiştir. Ama İncil adına kuvvet sahibi olanlar, içtimaî hayatın bütününe hâkim olmak ve yön vermek istiyorlar. Anlaşmazlığın kavganın sebebi budur." Rousseau'nun yukarıda zikrettiğimiz gibi İslam'a atıfta bulunuşu şunun içindi.. Diyordu ki: "İslam, hayatına siyasi-içtimai-iktisadi yönlerini de gösterir ve İslâm'ın en yüksek temsilcisi siyasi otoritenin de başıdır. Burada bir bölünme yok. İçtimai ruha aykırı bir taraf yok. Ama biz'de öyle değil." (194195) Devam ediyor.... "Madem ki Hristiyanlığın kiliseye böylesine yetkiler veren bir yönü yoktur, kilisenin siyasi otoriteye müdahale etmemesi gerekir. (212) Kilise adamları işi saptırıyorlar. Onların yaptıkları, olmayan hükümleri uygulamaya kalkmak ve olmayan yetkileri kullanmaktır. Din, kilise adamlarının keyfiliğine ve zorbalığına âlet edilemez. (211) "Öyleyse ne yapmalıyız...! İncil'e inanıyorum. Ondaki bâzı şeyleri anlayamıyorum ama; anlayamıyorum diye inkâr da etmiyorum. Önce ruhbanın tasallutunu kaldırmalı, Hristiyanlığı "İncil Dini" olarak ele almalıyız. Sonra da İncil Dini'nin boş bıraktığı içtimaî-siyasî mânâ temelleri için, "medenî bir din" kavramı geliştimeliyiz!
(199) İncil'in ahlâka ait hükümlerini tanımak devletin görevidir. Bunun ötesinde din adına siyasî kuvvete müdahale edilemez. Çünkü dinimizde böyle bir müdahalenin hükmü de imkânı da anlamı da yoktur. Böyle bir müdahale ancak ruhban ihtiraslarının tatminine yarar." Burada bir hususa bilhassa dikkat etmek lazım. Rousseau, "din içtimai-siyasi hayata ruhban mârifetiyle müdahale etmesin" diyor ama, orayı boşda bırakmıyor. İncil'e inanarak fakat tabiattan ilham alarak bir "medeni din" oluşturmayı ve oraya onu koymayı düşünüyor. (Altı kitabıyla Rousseau), bir hukukî ve siyasî prensib olarak laikliği hazırlayan temâyüller için en elverişli örnektir. Bu sebeple, o'nu esas alacak ve Batı'da laiklik prensibini hasırlayan temayüllerin tahlilini o'na dayandıracağız. Rousseau'nun yukarıda özetle sunduğumuz görüşleri, meselenin hemen bütün yönlerini kuşatan unsurlar ihtivâ etmektedir: İncil, tamamen ruhânî bir hayat tavsiye ediyor. Hayatın bütününü tam dikkate almıyor. İnsanlara, dünyevî meseİeleri çözmek hususunda yol göstermiyor... Ahlakî ölçüler getiriyor; fakat bu kadarı, içtimai hayat için kâfi gelmiyor. Rousseaubövle düşünüyor... Kendisi içtimâi hayatın daha ziyade hukukî ve siyasî yönleriyle ilgilendiği için, mesela İnçil'de ki faiz yasağının üzerinde durmuyor. Bu hükmün "adil faiz" teviliyle bertaraf edilmesi hakkında bir itiraz belirtmiyor. Hristiyan Ahlâkını devletin kabul etmesi gerekiğini ise; bunun dışında Hristiyanlığın içtimai bir yönü bulunmadığı kanaatinde olduğu için ileri sürüyor. Ne var ki, bu hali tabiî de karşılamıyor. Cemiyetin daha geniş bir dinî temellendirmeye ihtiyacı olduğuna inandığı için "medeni din" kavramını getiriyor. Medeni Din, hristiyan ahlâkını içtimai hayata; tabiat sezgiciliği yoluyla teşmil edici ve reel meselelerin çözümünde insanı âciz bırakmayıcı bir tamamlanma ihtiyacını karşılıyor. İncil'in muharref olduğunu kabul edebilmek durumuna gelemiyor. Sadece "anlayamadığım tarafları var" demekle yetiniyor. En büyük itirazı, ruhbana ve kilise otoritesine karşıdır. İncil hristiyanlığı ile Kilise hristiyanlığı ayırımını yapıyor. Ruhban -kilise teşkilâtı, hristiyanlığın vermediği yetkileri kullanır-
ken, din'in aslını da kendi çıkarları hesabına kasden yanlış anlatmaktadır. Rousseau'nun böylece yapmak istediği iş, bir cümleyle şöyle ifade edilebilir: Herşeyi yerli yerine koymak ve boş kalan yeri kendi icadıyla doldurmak! Düşüncelerini değerlendirmeye tâbi tuttuktan sonra şu neticeler ortaya çıkıyor: a- Rousseau dine değil, ruhban-kilise tahakkümüne karşıydı. b- Siyasi otoritenin iki ayrı kuvvet tarafından paylaşılması içtimaî âhengi bozan ve tekâmülü durduran bir huzursuzluk kaynağı sayılmalıdır. Siyasi yapıya tesir etmek, din için, müşahhas bir otorite ortaklığı kasdı güdülmek sizin gerçekleştirilmelidir. İçtimai hayat dinî tesirlere elbette muhtaçtır. Hristiyanlık böyle bir yapıya yeterince sahip bulunmadığı için, bu tesirleri yine hristiyan ahlakına dayanarak ve fakat doğrudan tabiata yönelik sezgilerle ve ilhamlara oluşturmaya çalışmalıdır. c- Böylece hem siyasî otorite birliğinin, hem dinî-manevî asliyyetin ve tamâmiyetin, hem de siyasî kuvvet ile dini kuvvet arasındaki miidahalesizlik dengesinin gerçekleşmesi sağlanacaktır. Şüphesiz ki "medenî din" iddiası A. Comte'un "İlim dini" inkârcılığına benzemese dahi, yine de tutarsız ve geçersiz idi. Sadece "tabiat dini" kavramına dönüşen bir uzantıyla, masonluğa katkıda bulunmuş; asıl maksadı itibariyle ise, kendisi ile birlikte kaybolup gitmiştir. Fakat Rousseau'da bu gibi zaafların bulunması, kendi durumu bakımından tabii idi. Düşünsün ki: İncil'in tahrife uğramasından doğan bir çok neticeleri Rousseau, İncil'e o hâliyle iman etmiş birisi olarak, aklî izahlarla kısmen reddedebiliyor, kısmen de tevilen çözümlemeye çalışıyordu. "Anlayamadığım tarafları var" deyişi, yorumlamaya cesaret edemediği bir sezginin tezâhürüydü. "İncil'in içtimai meselelerle mücerret ahlak dışında hiç ilgilenmediği" şeklindeki kanaati de bu anlayamadığı taraflardan olmalıdır. Tahriften önceki halini tam bilemediğimiz için her ne kadar kesin ve şumiillü mukayeseler yapamasak da, bu kanaatin doğru olmasına ihtimal verilemez. Sadece faiz'i ve içki'yi yasaklayan İncil ayetleri dahi bu kanaatin tah-
riften doğarı boş bir zan olduğunu göstermeye yeter. Rousseau'nun görüşlerini, "hukukî ve siyasî bir prensip olarak" laikliği hazırlayan fikrî temayüller şeklinde vasıflandırdık. Aslında bu düşünceler bir laiklik hedefini lafzan vaz etmiş ve onun fikriyatını oluşturmuş düşünceler değildir. Rousseau bu manada laiklik kelimesini telaffuz dahi etmemiştir. Esasen laiklik bir ideoloji (fikriyat) de değildir. Rousseau'nun asıl gayesi, kilisenin manevî-fikrî-siyasîmaddî tahakkümünü kaldırmak ve Hristiyanlığı kendi ölçiilerine-sezgilerine göre saf ve yaygın bir verimliliğe kavuşturmaktır. Din hakkındaki görüşlerinin temeli budur. Bunu, tâ Victor Hiigo'ya kadar bir çok Batılı düşünür kuvvetle benimsemiştir. Laikliği hazırlayan temâyüllerin fikri kökü de bundan ibarettir. • . Mesela Victor Hügo, eğitimle ilgili bir kanun tasarısı parlamentoda görüşülürken şöyle hitab etmiştir: "Ben devletin laik olmasını istiyorum. Devlet ile kilise'nin ayrılmasını istiyorum. Çünkü ruhban sınıfına itimadım yoktur! Böyle diyorum diye sakın benden kuşkulanmayın ve [ din eğitimine karşı olduğumu sanmayın. Din eğitimi bugün her zamankinden daha çok zaruridir. İnsan, büyüdükçe, daha çok T inanmak .zorundadır. Zamanımızda bir felâket var: Her şeyi | dünya hayatından ibâret sanmakla, insana amaç olarak yalnız- \ ca dünya hayatını göstermekle, bütün sefâletlerin etkisi daha \ da ağırlaşıyor. Vazifemiz sefaleti kaldırmak ve aynı zamanda | bütün başları semâya yönelterek bütün ruhları ve dikkatleri S mutlak adaletin tecelli edeceği ahiret hayatına çevirmektir, i Herşey Kaadir-i Mutlaka varır." _ _ ^ Tolstoy da aynı görüşlere sahipti. Kilise, Hz. İsa'nın dini-" ni yanlış anlatıyordu. Şaraplı âyinler vaftizler tam bir saçmalıktı. Böyle din olmazdı. Hz.Isa bunları söylemiş olamazdı. İncil metinlerinde de bozulmalar vardı. Hristiyanlığı saf haline ircâ \ etmek lâzımdı... Rus Ortodoks Patrikhanesi, Tolstoy'u, bu göJ nişlerinden dolayı 22 Şubat 1901 de afaroz etmiştir. (Bk.IV.BöJ lüm E) Şunu da hemen işaretleyelim ki: Rousseau'nun fikirlerindeki öz, güya ondan ilham alan Fransız İhtilali ile değil, Fransız İhtilalinin tahribâtma karşı verilen bir asırlık mücadeleler neticesinde yerini bulabilmiştir.
VI. L A İ K T E F E K K Ü R Y O K ,
LAİKLİK PRENSİBİ VAR
"Din'i ve dini konuları bir tarafa bırakalım, onların dışındaki meseleleri düşünelim" tercihinin uygulanmasına aklen imkân yoktur. Ne insan sadece madde'den ibarettir, ne cemiyet, ne de hayat. Peki din'le ve dinin alanıyla hiç ilgilenmeyen bir akıl, nasıl felsefe yapacak, nasıl düşünecekti? Buna önce akim yapısı, insanm fıtratı izin vermezdi. İstisnasız her filozof, bir "ahlâk felsefesi" kurmaya çalışmıştır... Madde'nin ahlâkı var mıdır?! Yahut, ahlâk bir madde midir?! İstisnasız her filozof, ruh hakkında bir şeyler söylemiştir. Ruh, görülmez ölçülmez dokunulmaz bir varlık... Madde'yi konu alan ve maddî sınırın içinde kalan bir "akılcılık" ruh hakkında nasıl hüküm verebilir? Var da diyemez, yok da! Ölümlü de diyemez, ölümsüz de! İstisnasız her filozof kendi düşüncesinin doğruluğuna inanmıştır." Her şey şüphelidir" hükmüne varan bile, bu hükmünün doğrulğuna İNANMIŞTIR. Peki; İNANMAK, bizâtihî mânevî bir hâdise değil midir?! Pierre LLeroux, "Felsefe'nin (ben din'den. ayrıyım, o'nunla alâkasızım) demesi, Ö N Ü N YERİNİ ALMAK VE KONULARINA SAHIPÇIKMAK İSTEMESİNDENDİR" diyor. Akıl'ı her türlü inanç bağmdân've tesirinden soyutlaya-
rak yola çıkarsanız bile; o, bir inanç arama, bir inanca varabilme temayülünü gösterir. İşte en büyük engel buradadır. Akim kendi aslî yapısından doğan bu zaruret asla giderilemez. Akıl, ruh'tan kopamaz ki; manevî ilgilerden ve ihtiyaçlardan koparılabilsin. "Lâik Düşünce sistemi" iddiacıları, inançları ve dinleri yok sayacaklardı. İnançlar, aklı sınırlıyor şartlandırıyor ve verimsiz kıhyordu. İddiaları böyleydi... Akıl, tuçEirmançbalına sahip bulunmadan yola çıkacaktı ve L>uşun^^ düşünce; felsefe demekti. Felsefe, metafizikle mücerretle meşgul olmak demekti. Felsefenin bilinen mâhiyeti ve geleneği buyduVarhk nedir, bilgi nedir, ahlâk nedir, fazilet nedir, akıl nedir, cevher nedir, yaşamanın gayesi nedir, gibi sorulara cevap bulmak faaliyetiydi felsefe. Rönesans, Aristo'ya dönmüştü ama; Aristo bunların hepsiyle uğraşmış değil miydi? Din'i yok farzetmek din'in iştigal alanını ve mevcudiyetini yok etmiyordu. Akıl, bir büyük alanı görmezlikten gelemezdi. Asırlarca orada çeşitli tesirlerle hemhâl olarak felsefî geziler yapmış, doktrinler oluşturmaya çalışmıştı! Hristiyanlığı düşünce alanında yok farz ettin, dolayısıyla bütün dinlere ve dinî tesirlere'de aynı tavrı takınarak Aristo'ya döndün; sonra da "aklın konulan ayrıdır, inanç konulan ayrıdır" hükmünü vaz ettin! Şimdi hangi sistemle hangi sistemin âletleriyle düşüneceksin? Tabii ki felsefî metotla ve o'nun âletleriyle!... Peki "aklın konulan maddîdir; akıl, dinî ve metafizik konularla gözle görülemeyen varlıklarla ve münâsebetlerle, onlar hakkındaki bilgilerle ilgilenmez" deyip de sadece "madde" ile ve "maddî" ile ilgilenmiş, bu sahanın dışında hiçbir düşünce söylememiş herhangi bir filozof var mıydı? Bu zorluktan, "laik düşünce sistemi iddiacılan" şu neticeyi çıkardı: "Mademki din'e ilgisiz kalmak din'in sahasındaki konuları düşünmemeye yetmiyor, mâdemki akilin madde dışı konularla ilgilenmemesi mümkün olmuyor; o halde "lâik düşünce" iddiacılan manevi konulara ilgisiz kalmanın mümkün olmadığını kabul etmeli, fakat ilgilerini materyalist-rasyonalist esaslara göre ayarlamalı." Bu, "laik düşünce soyutlamasının" fiilen iflâsıydı. İlgisiz-
ligin fiilen imkansız olduğu, Rönesans sonrası tecrübelerle sabit hale gelmiş; REALİTE, ya müsbet ya da menfi ilgilerin, kendiliğinden ortaya çıkan bir zaruret halinde, tesir icrâ ettiğini gözler önüne sermişti. Din'le ve dinî sahanın konularıyla ilgilenmeden felsefe yapmak, tefekkür etmek, mümkün değildi. İnkâr için dahî, düşünce ilgisi gerekiyordu.. Yunan Felsefesinde metafizik değerlere-inananlar da vardı, inanmayanlar da. Ama onlar hakkında söz söylemeyen bir filozof yoktu. "Laik düşünce sistemi", "laik felsefi izah" diye bir şey hiçbir zaman var olmamıştır. Ancak bazı maddî ve müşahhas konularda aklın pratik işleyişi vârittir. Medeniyet ilerleyip madde ışıldamaya başlayınca, maddeci düşünceler câzibe ve kuvvet kazanır. O medeniyetin temelindeki "aslî kültürel denge unsurları" madde lehine ihmal edilir, unutulur gibi olur... Materyalist tesir, daha ziyâde yıkmaya yarar. Devirir, zorlar, aşındırır, (bazan kısmen bazan tamamen) çökertir. Fakat yapmaya sıra gelince, Manevî Tesir lazımdır. Kilise'nin tahakkümü yıkıldı o'nunla beraber Hristiyanlığa bağlılık da nisbeten zayıfladı. Siyasi tahakküm şartları kısmen izâle edildi. ..Eski sosyal ve ekonomik düzenin birçok özellikleri silindi... Fakat bunları, "yapıcılıklar" tâkib etmeliydi. Aksi halde, inkişaf gerçekleşemezdi. Medeniyet ilerledikçe maddî görüşlerin kuvvet kazanması, manevî görüşlerin ihmaline ve kültürel denge temelinin çarpılmasına yol açtı... Öyle gitseydi; o kültür, o medeniyeti ne besleyebilir ne taşıyabilirdi... 18. asrın sonunda; liberalizm, gâyesi o olmadığı halde, ahlâksızlığa dejenarasyona dönüştü. Hazırlayıcı şartlarına bir göz atalım: 1715'te kurulan Büyük Londra Loca'smın teşvikiyle Fransa'da masonluk yayılmaya başladı. 1774'te Loca adedi 104'e, daha sonra 600'e çıktı... Masonluk, liberalizmin hem neti• cesi hem yayıcısı ve güya hem de düzelticisi idi! O şartlarda "maddeci tahribatı önlemek gibi bir role talipti. Herkes bir eksikliğin ve bozulmanın mevcudiyetini hissediyordu. Hürriyet, iyiydi güzeldi de; başıboşluk gayesizlik, fenaydı! inanmak, öyle basit bir hâdise değil. Ya köklü olur, ya da ilk fırtınada yıkılır gider. Köklü olmayan ve inanca dayanma-
yan bir ahlâk telâkkisi, liberalizmin köşesine bir süs çiçeği gibi konulmuştu. • Sonra? Sonrası, ahlâk buhranı: Pirenne şöyle diyor: "Paris'te hüküm süren sınırsız spekülâsyon, kalem sahiplerinin bile ahlâkını bozuyor. Herkes ne pahasma olursa olsun para peşindedir. İşçiler sefalet içindedir. .. .Partiİer veriliyor, whist oynanıyor, kibar insanlar at yarışlarına koşuyorlar, kadınlar kıyafetleriyle erkekleşiyorlar...Fikri toplantılar, sosyeteye mensup kadınların evinde değil, 1772'de Fransız Büyük Doğu'sunun tesisinden beri şaşılacak bir hızla çoğalan mason localarmda yapılıyor...Duruma çare aranıyor!" (cilt 2, Shf.930) Baştan beri dengeyi müsbet yönde etkileyen çare vasıtaları şunlardı: Hristiyan ahlâkına bağlı düşünce (Pascal gibi); akim, kendi iç dünyasına veya tabiattaki mükemmel nizâma yönelerek bir kurtarıcı ilhama varmaya çalışması; ikisini bir arada değerlendirmek isteyenlerin telif gayretleri...Rasyonalizmin sağ koluyla mistisizme erişme didinmeleri... Felsefe'nin materyalist ve antimateryalist âletlerini birbiriyle çarpıştırarak akıl-iman dengesinin sağlanmaya ve buna dayanarak "din-medeniyet" münasebetinin kurtarılmaya çalışılması... Hüküm şudur: A- Dinî tesirler olmasaydı, lâiklik prensibinin uygulandığı kültür zemininde, münhasıran felsefî çatışmalarla fikrî hayati kurtarıcı bir akıl-iman dengesini, ince bir tekâmül çizgisi halinde dahî teşekkül ettirmek mümkün olmazdı. B- Kilise tahakkümünü hedef alan reform hamleleri, dinmedeniyet münasebetini tamamen unutan aşırılıklarla, mukabil bir tahakküm ve tahrip hareketi haline tamamen dönüşseydi; kültür hayatının azgın dalgalan arasında binbir güçlükle teşkil edilen o ince tekâmül çizgisi yok olur giderdi. C- Laiklik Prensibi, siyasî ve hukukî sahada müessesevî (instütisyonel) bir tatbikat haline getirilirken, târiflere-mefhumlara statülere tam bir sarahat kazandıncı ve din hürriyetini hassasiyetle koruyucu tedbirler samimiyetle alınıp işletilmeseydi; bu tarihi mâcera tam bir hüsranla noktalanırdı.
Görülüyor ki; kültürel plânda, "lâiklik" bir ideoloji, bir felsefe, bir tefekkür ekolü, bir sistem değil, Din Realitesi'nin ve Dinî Hakikatlerin önünde, her türlü düşünce'ye serbestlik tanıyan bir fikri hürriyetçilik prensibidir. Özetle, lâiklik: Fiilî Plânda, kilise'nin inhisarcı ve menfaatçi tahakkümünü kaldırmak, ama bunu kaldırırken reform bahanesiyle dinî müesseselerin tahrip ve imhâsmı da önlemek (böyle doğdu); Kültürel plânda, din'le münasebeti ne olursa olsun her türlü düşünceye hürriyet vermek, (böyle inkişaf etti); hukukî ve siyasî planda ise, din'in mecbur kılıcılık vasfının kanunen kabul edilmeyip, dikkate alınmaması demektir. (Buraya müncer oldu)... Batı kültürünün Lâiklik prensjbi^din hürriyetiniaçıkge^ MMsJâîİLy^ti^îîL^tSHSÎİî'Laikliğin hukukî ve siyasi bir müessese olarak müşahhas hale gelmesi Fransız İhtilâli'nden sonradır. Tamamlanmış hüviyetiyle lâiklik, "devlet ve hukuk nizamının MECBURİLİK vasfını din'den iktisab etmemesi" demektir. Lâik Devlet, DİN'in "emredicilik" vasfından âzâde devlet demektir. Lâik Hukuk Nizamında dini teşkilât ije devlet teşkilâtı birbirine müdâhale ve tahakküm edemez. (Bk. V. Bölüm, XII. Bölüm) Laiklik, kilise'yi sınırlandırmış fakat dinin kendisine büyük genişlik getirmiştir. Din'in hakikatini kilisenin elinde ve mâbedin duvarları arasında haps olunmaktan kurtarmış, aynı sınırlara kilise teşkilâtını sokmak istemiştir. Burada sınırlayıcı sınır koymak, elbetteki sınırlanmış olanı hürriyete kavuşturmak demekti. Laikliğin getirdiği din hürrivetiiseşu unsurlardan terekküp ediyordu: 2- İbadet hürriyeti 3-Teşkilâtlanrna hürriyeti 4- Eğitim ve Öğretini hürriyeti 5- Nesir ve propoganda hürriyeti 6- Fikri tezâhür ve temsil hürriyeti.
"NÖTR NOKTA" OYUNU: MASONLUK "Her mason, kendisini laikliğin bir misyoneri addetmelidir... Masonlar milli hareketleri LAİKLİK istikametine doğru sevketmekle mükelleftir." (Tabii ki neticede propagandası yapılan mücerret laikliğin müşahhas istismarını bu emri verenler gerçekleştirecektir.) (Prof. Hikmet Tanyu) Masonluğun Dirilişi 18. aşıra rastlar. 1717'de İngiltere'de Büyük Loca faaliyete geçmiştir. Devir, klâsik tabirle "aydınlanma asri'dır. Kari Jasper şöyle der: "Her fikir gerçeği söylediği iddiasındadır. Fakat bazan o fikirler sahte bir aydınlıkta körlüğe dönüşürler." (Felsefeye Giriş,112) İşte 18. asır, önce akıl-iman dengesi ile gerçek bir aydınlanmanın meydana geldiği, sonra o denge disiplinin bozulmasıyla valtajm iyice yükselip sahte parlaklıklarla gözleri kör etmeye başladığı bir asırdır. Öte yandan, şu tesbiti de hatırlayalım: Yahudiler, 18. asırdan önce, Avrupa'da âdeta bir parya muamelesi görürlerdi. ÂZânTyer^^
______
Ortada bir sürü "izm" vardı... Hepsi cıvıl cıvıl oynaşıyor, parıltılı bir görünüm sergiliyordu... Ponteizm, rasyonalizm,
hümanizm, liberalizm, spritüalizm,... Bunları asitli bir solüsyona koysanız, bir tek noktadan ibaret bir öz elde ederdiniz: İnsanlar daha hür, daha toleranslı, daha mutlu olmalıdırlar. Kardeşçe bir dünya kurulmalıdır. İşte Yahudi zihni, bütün izmleri kendi âmâlinin ihtiras solüsyonuna koydu ve müthiş bir hareket-nüfuz yeteneğine sahip "nötr bir nokta" elde etti: Masonluk! Masonluk bir inanç değildir, bir fikir değildir. . Bir inanç olsaydı; bir hristiyan bir (gafil) müslüman bir ateistgıjm^ sısEmlbrsaydı, bir kapitalistle bir sosyalist bir 'materyalistle bir spritüalîsf aynı noktada birleştirilemezdi. Masonluk, bir metodtur. Bir gizli "kullanma ve istismar" metodu... Sürekli hareket eder, her mekâna ve ekole sızabilen "nötr bir nokta" hüviyetiyle ağlarını örer. Teklif planında söylediği şudur: "İnançları ve düşünceleri ne olursa olsun, insanlar biribirine toleransla sevgiyle kardeşçe davranmalıdır.", "Hürriyet+eşitlik+kardeşlik amacında birleşilmelidir." Değişik yollarla ve uygulamalarla varılması öngörülen bir netice halinde de olsa, her fikirde ve inançta böyle bir yaklaşım şeklen veya aslen mevcuttur. Milyonlarca insanı katleden bir Marksist'te de, insanı silâhla değil açlıkla öldüren bir ilkel kapitalist de de, böyle bir teorik iddia veya ideal vardır. Yaradan'a inanan'da da, inanmayan'da de •"ardır. Hangi inanç, hangi fikir, sahne} zorbalığı mutsuzluğu merhametsizliği savunarak çıkar? Kardeşliği-sevgiyi nötr bir nokta halinde temsil eden masonluk, muhatabının özelliğine ve seviyesine göre çeşitli ik~ " Meselâ müslumana şöyle der: "İslâm, insan'a en yüce değeri verir. Biz hiçbir dine karşı olmadığımız gibi İslam'a da karşı değiliz. İslam'ın sevgiye-hoşgörüye-barışa verdiği önem, İslam'a karşı olanların dahi inkar edemediği bir gerçektir. İslam'da zorlama yoktur, kalbleri ve zihinleri aydınlatmak vardır. Mason olman, senin müslüman olarak yaşammı zorlaştırmaz; hatta daha da kolaylaştırır ve seni cemiyet içinde alacağın görevler bakımından daha güçlü hale getirir." Bir Marksist'e ise, mesela şöyle hitab eder. "Biz hiçbir
inancın taraftarı hiçbir ideolojinin düşmanı değiliz. Amacımız insanların kardeşliği ve mutluluğudur. Esasen sizin de sömürüyü kaldırmak isteyişinizdeki amaç budur. Bu amaca nasıl varılacağı yolundaki tartışmalarla biz ilgili değiliz. Temsil ettiğimiz ortak amaca yani insanların kardeşliği ve mutluluğu idealine bir mason olarak katılmanız, marksistliğinize zarar vermez. Tersine bir mason-marksist olarak daha verimli ve başarılı olursunuz." Muhatap şöyle düşünür: "Bu noktanın temsil ettiği amaca katılmak bir taviz bile sayılmaz. Karşılığında ise daha etkili olmanın çeşitli imkanları kazanılmış olur." Sahiden de, bazı imkanlar, mücadele güçlüklerinin bir çoğunu aşmak açısından sureta kazanılır. Bir mason marksist, mason olmayan marksistten; bir mason Türkçü, mason olmayan Türkçüden; bir mason spritiialist, mason olmayan spritüalistten; bir mason (sözde) İslamcı, mason olmayan İslamcıdan; daha fazla hareket imkânına sahiptir. Fakat iş burada bitmez, asıl burada başlar! Etki gücü kazandığını sananlar etkilenmeye, kullanma , başarısTğostiîdlI^^ başlar. " Nötr Nokta, yâni masonluK: Hir örümcek gibi ağlarını örmeye, bir arı gibi dolaşarak topladığı bağlılık taahhüdlerini Y a : hudi'nin İhtiras Solüsyonuna akıtmaya başlar. Masonizm, hiçbir içtimaî-fikrî mesele hakkında söz söylemez; sadece kardeşlik-sevgi-barış gibi mücerret motifler kullanır. Fakat Allah inancı hakkında bir tavır koymaya da kend ini mecbur hisseder. Tabiidir; çünkü insana hiçbir şey sorulmasa bile, Allah inancı hakkındaki tavrı elbette sorulacaktır. Burada Masonizm, "panteizm-deizm" tavrına sarılır ve neyin âleti olduğunu gizleyip herkesle iyi geçinmenin yolunu yine bilir. (Bk. 2. kısım, I. Bölüm; B 2,3,4) Dünya'da tek şuurlu mason tipi, Yahudi Mason'dur. Yahudi olmayan masonların hepsi, ava gidip de avlananlardır. Masonluktan sadece Yahudi karlı çıkar. Fransız ihtilali, Yahudileri kurtarmak için yapılmadı. Ama fikir hayatı bir mason solüsyonu içine girdiğinden, Fransız İhtilalinden en net kârı Yahudiler elde etti. Sonra da, laikliğin bir itidal noktasına gelmesini önleyen en güçlü unsuru da,
onlar teşkil etti. Sinsi-gizli-şekilsiz, ama "en etkili" saptırmayı onlar gerçekleştirdi. Direkt ve açık hamlelerle değil, her fikre nüfuz eden dolaylı katkılarla. Bizim Tanzimatçılar Ali-Reşid-Fuat paşalar, yahudilere hizmet için mason olmadılar. Ama Tanzimat Reformu Yahudi ihtirasının istediği yöne kendiliğinden kaydı... Daha da kötüsü, Tanzimat reformculuğu ile fikir hayatımız bir masonizm solüsyonunun içine girdi ve bütün fikir arayışları akımları şu veya bu ölçüde dejenerasyona uğradı. Tanzimatçılar, (Ali-Reşid-Fuat paşalar) masondu. Genç Osmanlılar, Namık Kemal-Ziya Paşa-Şinasi masondu. İslamcı Musa Kazım-Mahmud Esat masondu. Türkçü Ahmed Vefik-Ali Suavi-Ziya Gökalp masondu. Batıcılar, 28 Mehmed Çelebi'sinden Tanzimatçısına, Prens Sabahattin'inden Abdullah Cevdet'ine, Hüseyin Cahit'den Ahmed Emin'e, kadar masondu. İttihatçılar, Enver Paşa, hariç hemen hepsi masondu. Milli Mücadele kadrosundan Rafet Bele-Fethi Okyar-Rauf Orbay masondu. Cumhuriyet Devrinin Şükrü Kaya'sı Hasan Saka'sı masondu. Şemsettin Günaltay'ı İzmirli Hakkı'sı mason, Efganî'nin muakkibiydi... Demokrasi Devrinin önde gelen siyasileri de sağlı-sollu masondu, fikrî hayatımızın en büyük talihsizliği bu hicranda gizlidir.
VII- LAİKLİĞİN SİYASİ V E H U K U K İ GELİŞİMİ 1789 Fransız İhtilâlinin bir burjuva hareketi olduğu doğrudur. Feodal düzende kilisenin önemli bir yeri olduğu, o düzeni yıkmak için kileseye de karşı çıkmak gerektiği, burjuvazi'nin de bunu yaptığı hususu da doğrudur. Fakat herşeybundan ibâret değildir. Bu münâsebet meselenin sadece bir yönüdür. 12. ve 13. üncü asırlardan beri, Yüce Yaradan'ın varhğı inancına bağlı, fakat ruhban hristiyanhğma muhâlif bir düşünce birikimi meydana gelmiştir. Bunun 18. asırdaki yorumcusu olan Rousseau'yu, 5. bölümde, konumuzu ilgilendiren yönleriyle incelemiştik. Tarihî maddeciler, ekonomik münâsebetlerin düşünce hayatını belirleyip şekillendirdiği inancındadır. Peki, ekonomik münâsebetleri değiştiren sebepler nedir? Feodal düzen, ekonomik sebeplerle mi değişti? Şâyet düşünce hayatı, İslâm âleminden gelen tesirlerle bir değişme göstermeseydi; ne Rönesans olurdu, ne reform akla gelirdi, ne Hümanizm doğardı, ne Bacon ne Descartes, ne Pascal, ne Newton, nede diğerleri zuhur ederdi. Ne keşifler yapılırdı, ne ilim anlayışı oluşurdu. Ne teknik buluşlar başarılırdı. Ekonomik değişme ve gelişme asli sebep değil, neticedir; "Netice" haline dönüştükten sonra, "sınırlı sebep" rolü oynamış olması keyfiyeti, ayrıdır. Fakat fikrî hayatın değişmesi, sosyal-iktisadi-siyâsi hayata "düz bir hat" halinde aynen değil, dalgalanmalar, sapmaDin-Medeniyet ve Lâiklik F. 15
225
lar meydana getire-getire, çeşitli ölçülerde ve biçimlerde yansır. Fransız İhtilali, 18. asır düşüncesinin ürünüdür. Fakat acaba, Fransız İhtilâlinin uygulayıcıları, saf bir fikrî hassasiyetle mi hareket etmişlerdir? Asla; işin içine nefsâni-siyasî ihtiraslar girmiştir; post kavgaları, taht kavgaları yaşanmıştır. Reform hareketlerini yürüten siyasiler, laikliği hazırlayan "fikrî öz" ile samimi ilgileri bulunmayan kişilerdi. Onların derdi başkaydı. Nitekim Fransız İhtilalinin reformu, kiliseleri kapattı, ibâdeti yasakladı, cenazelere dahi dinî merasim yapılmasını engelledi. Hristiyanlığı kökünden kaldırıp, yeni bir din oluşturmaya yöneldi. "Hürriyet şehitleri" tapınmasını getirdi, bir dizi bayram ve kutlama takvimi oluşturdu. Bayramlar Kanunu sözcüsü Maıie Chenier, bu tasavvur ve planları açıklamakta hiçbir mahzur görmedi: "Gerçek dini siz kuracaksınız. Bu dinin amacı eşitliktir. Yasalarımız bu dinin sözcüleri, hâkimler ise ruhani başkanlarıdır. Akıl dininden başka din yoktur." Halk şaşırmıştı! Böylesini kimse beklemiyor, istemiyordu. Din hürriyeti bu muydu? Vicdan hürriyeti bu muydu? Ruhban tahakkümüne bunun için mi karşı çıkılmıştı? Robespierre, gösterilen tepkiden korkarak dönüş yapma kararı verdi. 7 Mayıs 1794'te "Her Fransız yüce varlığa ve ruhun ölümsüzlüğüne inanır" ifadesini taşıyan bir kararname yayınlandı... Yeni mesele, azgınlaşan ve tamamen "din yıkıcılığı" halini alan reform saldırganlığını dizginlemekti. 1794-1795'de kilise'yi ve Hristiyanlığı yok olmaktan kurtarıcı tedbirler gerçekleştirildi. 1795 anayasasına "laiklik" ilkesi resmen girmiş oluyordu. Dikkat edilsin: Siyasi alanda bir ilke, (bir prensip) olarak laikliğin ilk şekillenmesi, "reforma karşı getirilen denge ve ketleme zarureti" mahiyetiyle gerçekleşiyordu. Bir bakıma, Fransız ihtilali laikliği getirmiş olmuyor; laiklik, Fransız ihtilalinin şahlandırdığı din düşmanlığı tahribâtını durdurmak için getirilmiş oluyordu. Şayet laikliğin müşahhas siyasi teşekkülünü, "reformun rağmine gerçekleşmiş bir netice olarak" değil de, "reformu, laik-
ligin asli unsuru ve ilk safhası" sayacaksak; İPTİDAİ LAİKLİĞİN veya İLK SAFHA LAİKLİĞİNİN tam bir DİN DÜŞMANLIĞI niteliği ifade ettiğini kabul zorunda kalırız. Bu takdirde, laikliğin özü ile "ilk safha" tarifi arasında kesin bir zıddiyet bulunduğu neticesine varılmış olur ki, mantıkla bağdaşmaz. Laikliğin öylesi, önceki devirlerde de binlerce defa görülmüştür! Safha-merhale-gelişme, o telâkkiye göre bahis konusu edilememek gerekir. Laikliğin iptidâisi için dahi böyle bir değerlendirme abes olur. ^ Şu halde, müşahhas ve siyâsi manasıyla İLK SAFHA L AİKLİĞİ, siyaset muhterisleri elinde tam bir din düşmanlığı halinde azgınlaşan reformculuğun 1794-1795'd e sınırlanması olayıyla şekillenmiştir. Doğrusu budur. İlk Safha Laikliği, iptidâi Laiklik, halkın tepkisinden korkularak din düşmanlığım bir noktada durdurma hareketidir. Hiçbir muhtevâsı ve teminatı olmayan bir son nokta hadisesi. dir. Kiliseyi ve Hristiyanlığı uçuruma yuvarlayarak imha etmek isteyenler, uçurumun önündeki son noktada durdurulmuştur. İlk Safha Laikliği, İptidai Laiklik; işte budur. Hristiyanlığı imhâ etmek kararından vazgeçme zorunda kalan siyâset muhterisleri, İlk Safha Laikliğinin mecburiyetine boyun eğmekle beraber, melânetlerini sürdürmek için ellerinden geleni yapmaya devam etmişlerdir. 1870'lerde, ortaya bir de komünizm belâsı çıktı. Paris Komünü, din ve devlet ayırımının en sert biçimde uygulanmasma taraftardı. Kiliseye yapılan ödemeler kesilmeli, kilisenin kalan mallarına da el konulmalı, her türlü dinî gösteri ve teşkilâtlanma yasaklanmalıydı. Din-Devlet ayrılığının şeklen sağlanması yetmezdi. Millet dinden ayrılmadıkça, devlet dinden tamamen ayrılamazdı. Din, millet hayatından da silinmeliydi... Tabii ki başaramadılar. Ama, "tam bir vicdan ve akıl serbestliği getirebilmesi için dinlerin belli bir süreçte tamamen silinmesini sağlayıcı bir laiklik anlayışına ihtiyaç bulunduğu" tezini işleyen marksist düşünce, bu yöndeki baskılarını çeşitli propoganda ve tesir metodlarıyla sürdürmekten hiç bir zaman uzak kalmadı. . . Öte yandan, halkın desteğini dâima koruyan kilise, saldırılara karşı direnmeye devam ediyordu.... Kilise, din-devlet ayrılığı içinde, dinin içtimaî- fikrî-siyasî tezahür imkânlarm-
dan mahrum bırakılması tehlikesine karşı, halkla beraber mücadele ediyordu. Meselâ, komünizm ortaya çıkmıştı. Hristiyanlık susacak mıydı? Tehlikeyi önlemeye çalışmayacak mıydı? Sosyalistler biliyordu ki: Din tesirsiz hale getirilmeden devrim yapılamazdı. İtalya'da 1876 martında iktidara gelen sol güçler, laikliği dine karşı bir silah olarak kullanmak istediler. Laikliği gerçek anlamıyla uygulamak iddiasmdaydılar. Bir tasarı hazırladılar. Bu tasarıya göre kilisenin evlenme ve boşanma konularındaki yetkileri kaldırılmalı, içtimaî ve siyasî alanlardaki tesirleri yok edilmeliydi. Fakat uygulayamadılar. Eski Garanti Anlaşması yine yürürlükte kaldı... Sol, rahatsızdı. Katoliklerin siyasi teşkilatlanma ile müessir bir kuvvet haline gelmesinden korkuyorlardı. Oysa, parlamento düzeni gelişiyordu. Din, dün feodal düzeni savunduğu için burjuvazinin saldırısına uğramışsa, bugün burjuva düzenini savunduğu için mi, güya işçi kesimi hesabına solun husûmetine mâruz kalıyordu? Öyleyse, demokrasi bir burjuva oligarşisi halinde kalır ve bu halde kalması için hakim güçler tarafından durdurucu ve zorlayıcı tedbirler alınır; reforma, laikliğe, parlementolu düzene yol açan düşünce birikimi, hürriyetçi demokrasiyi genel oy hedefine doğru geliştirme çabalarından vaz geçerdi. Herkese oy hakkı tanıyan her düşünceye hürriyet veren demokratik ideali, ateist-marksist ekol benimserdi. Niçin öyle olmamıştır? Laiklik ve Demokrasi birlikte gelişiyordu. Din Hürriyetinin güçlenmesi, demokrasiyi de güçlendiriyordu. Papa 13. Leo, papalık mektubunda "Marksist tehlikeye karşı tedbir alınmasını, mülkiyet hakkmm kutsallığını, servet farklarının önlenmesini, çalışma şartlarının iyileştirilmesini, işçilerin korunmasını, miras hakkını," yeni kurulacak toplumsal yapının dinî esasları olarak tesbit ve ilan ediyordu. Papa 11. Pius ise, "işsizliğe çare bulunmasını sefâletin önlenmesini küçüklerin ve kadınların çalıştırılmamasını" isteyecekti... Münâsebetlere dikkat etmek gerekir. Kapitalizmin teorik özünde (tatbiki varlığında değil), VVeber'in ve Pirou'nun da belirttiği gibi, "hristiyanlık tesirleri" olduğunu evvelce izah etmiştik. Hürriyetçi demokrasinin teessüsünde ve gelişmesinde de hristiyanlığın önemli bir rol oynadığı, tarihî olaylara biraz
dikkat gösterilerek kolayca tesbit olunabilir. Bu münasebeti belli bir açıdan değerlendiren bir batılı düşünce adamı şöyle demiştir.: "Demokratik düzenin işlerlik kazanmasında ve anayasal çerçevesinin belirlenmesinde hristiyanlığın büyük rolü vardır. Kapitalist toplumda devleti geçerli kılan (justifiye) güçlerden biri de kilise ve din'dir." (nakleden prof. Çetin Özek,97) Demokratik düzen gelişmeye yönelince, laiklik prensibi de ona paralel bir değişim gösteriyordu. Kilise, lâik ortamda, "gelişen demokrasiyi, hristiyan düşüncenin, siyasi parti mücadelesi yoluyla mânen sağlamlaştırmasını" bir büyük ve kaçınılmaz vazife olarak görüyordu. 19. asrın sonlarına doğru gelinirken Din-Devlet ayrılığı korunmasına rağmen hırıstiyanlığın içtimai ve siyasi müessiriyeti artıyordu. Aslında Kilise, alınan mesâfeyi yeterli bulma tavrına girmekten yana değildi. İtalya'nın durumu daha özel olduğu için oradaki güçlükler daha fazlaydı. Devletim ^oyduğu yasal ölçüler içinde ve lütfedilen hakları kullar ;k hristiyanlığın siyasi mücadele alanında etkinlik kazan r .sini, papa, zül addediyordu. Ama zamanla yumuşadı... Hürriyetçi Demokratil istemin bir realite olarak kabul edilmesi ve onun laik kuralları içinde akıl-iman, madde-ruh, din-medeniyet münasebetlerinin sıhhatli bir dengeye kavuşturulması gerekiyordu. Kiliseye göre, hristiyan partilerin demokratik siyasi hayatta yer alması, laikliğin bir lutfu değil, zaruretiydi. Önemli olan, vazifenin ifâ edilmesiydi ve yeni şartlarda vazifeyi ifâ etmenin icabı buydu. Hristiyan partilerin ortaya çıkışı münis minnettar ve ezgin bir uslupla olmamıştır. Laikliğin her gelişme merhalesine belli ölçülerle tenkidler yöneltilmiş ve bir sonraki gelişme merhalesine geçiş ancak böyle sağlanmıştır. Barth, şöyle diyordu: "Hristiyanlar, zâlime ve zulme karşı çıkmak, hürriyet ve haç'ın müdafaasını yaparak demokratik yapıyı mânen güçlendirmek zorundadır. Laikliğin keskin ve haksız uygulamalarına muhalefet etmek bir görevdir." Brunner ise, "laiklik yılanı ezilmelidir" diyordu. Neigbuhr'a göre: "Çağdaş medeniyete anlam ve ruh verecek geleneklerini yaşatıcı tek hakikat hristiyan inancıdır. Sapık inançlar
* ve ideolojiler, gerçek ruhi-dini inançların büyüklüğü önünde eriyip yok olacaklardır. Allah'a ve onun emirlerine inananların dini olan hristiyanlık, zulme ve zâlimlere karşı en etkili mücadele enerjisini oluşturacaktır. Günah dolu ve trajik bir yapıda olan insan, demokrasilerin muhtaç olduğu mânevi zenginliği, ancak inancının yardımıyla ve ışığıyla gerçekleştirebilir." Eliot, Toynbee, C. Davson, hristiyanlığın hürriyeti için laikliğe karşı çıkmışlardır. Karşı çıkmasaydılar; laiklik, 1795 ilkelliğinden, 20. asır mutedilliğine doğru gelişemezdi. Bu husus da unutulmamalıdır. Toynbee'ye göre, "Hayatın gerçek ve kalıcı temeli ruhi ve dinîdir. Batı, laikliği getirerek, laik toplumsal yapıyı 4000 yıllık geçmişi olan mânevi temellerin üzerine iğreti olarak oturtmuştur." Davson'a göre, "laiklik totaliter akımların gelişmesine yol açacaktır." Eliot da aynı görüşteydi... Daha birçok düşünür, demokrasi'nin de kapitalizmin de laikliğin de ilk safhalarda gösterdiği hallere karşı çıkmışlardır. Demokrasi'nin ilk hali bir mâlikler oligarşisi ve onlarca yaşanan hürriyet rezilliği manzarası arz ediyordu. Kapitalist uygulamanın ilk hali, bir sosyal darvinizm yani "orman kanunu" vasfı, taşıyordu. Laikliğin ilk hali de, dinin ölümden döndürülmesi ve bunun bir lutuf telâkki edilmesi idi. Le Play, bütün toplumlarda bir "temel yapı" olduğunu, dinin bu yapıda bir "asli unsur" durumunda bulunduğunu, Fransız İhtilalinin getirdiği kavramlarda kalıcı bir taraf ve tutarlılık göremediğini söylüyordu. Fustel de Coulanges, liberalizmin Fransa'ya sadece geçmişi kötülemek ve birbirine düşmanlık etmek vasıflarını kazandırdığı görüşündeydi. Renan, 1871'de demokrasi için 'çağın en büyük yanlışı" diyordu. Taine, Barres, Coppe, Lemaitre, ve benzerleri laikliğin kendi çağlarındaki uygulanışını ağır şekilde tenkid ediyorlardı. Maurras, Buıke, Maistre, Bonald, geleneklerin korunmasını istiyorlardı. Pareto, dinî unsurlara gereken yerin verilmesini savunuyordu...
Geleneklere ve manevî değerlere bağlılık adına yönelti- len tenkidler; demokrasiyi yıkmamış, tekâmüle zorlamıştır. "Faşizme yol açtılar'' itirazı yapılabilir. Hiçbir ciddi düşünür, faşist zulümlerini benimsememiştir. Fikrî tepkileri öyle bir istismara âlet edenler, muhteris ve dengesiz siyasilerdir. Tarihte demokrasi ve hürriyet adına da nice zulümler yapıldı nice cinayetler işlendi. Kabahat demokrasi fikrini yeşerten düşünürlerde mi idi? 1795 Fransa'sında, laikliğin bir "anayasa maddesi" haline gelmesiyle oluşan İlkel Laiklik, 1895'lerde Hristiyan düşüncesine demokratik yollarla toplumsal ve siyasi alanda etkinlik sağlayabilme statüsünün kabulüne kadar, tam bir asırlık bir değişme ve gelişme süreci yaşamıştır. Bu bir asırlık süreç (vetire) boyunca, kilise 1795 laikliğine devamlı muhalefet etmiş, (yok olmaktan kurtulup gayri müessir bir varlık olma statüsüne kavuşturulmuş; bir dinin topluma hiçbir fayda sağlayamayacağı, böyle bir anlayışa, dayanarak demokratik ve milli bir toplum düzenin kurulamayacağı, yıkıntılar arasında boy gösteren anarşizm-komiinizm belâlarının kurulmaya çalışılan demokrasiyi ilk fırsatta boğacağı) görüşü, kilise tarafından sürekli işlenmiş ve bir çok düşünür de bu görüşü müdafaa etmiştir. Burjuvazi, bütün toplum düzenini Fransız ihtilali ile altüst etmiş; "kitlelerin din'e olan bağlılıkları bir direnişe sebep olmasın" diye de, reform adına din yıkımına giriştikten sonra 1795 laikliğini lütfen getirmişti. Manzara şuydu: Ortada bir enkaz vardı, bu enkazın başına "liberalizm" üniforması taşıyan bir "jandarma devlet" dikilmişti. Ve de, yıkıntıların arasında bir sürü "izm" haşereler gibi dolanıp duruyordu... , Bu manzara içerisinde, neyi-kim-nasıl inşâ edecekti? A. Comte gibi bir pozitivist dahi isyan etmişti: "Ben böyle demedim. Yapıyı yıktıktan sonra benim düşüncelerimin uygulanacağı yer de bulunamaz." şeklinde konuşuyordu. Görülüyordu ki, demokratik bir düzen kurabilmek için, Hristiyan ahlâkına ve geleneklerine ihtiyaç vardı. Bu hakikate yalnızca sol karşı çıkıyordu. Sola göre, dev-
let-kilise ayrımı ile de yetinilmemeliydi. Böyle bir ayrılık aslen hiçbir şey ifade etmezdi. Asıl, din-toplum ayrılığını sağlamak, ve devlet-kilise ayrılığını ona dayandırmak lâzımdı. Kendi açısından haklıydı da! Millet, inançlarını muhafaza ettikten sonra, bütün kiliselerin yakılıp yıkılması, yahut dinî tezahür imkânlarının yasaklanması neye yarardı? İnançlarını muhâfaza eden bir toplum, yıkılan mâbedini bir gün yeniden de yapardı, konulan yasakları bir gün nasılsa kaldırırdı. Çünkü, gelişme, demokrasiye doğruydu. Hem demokrasi olacak, hem milletin mâbedleri kapalı kalacak inançlanndaki baskı kaldırılmayacak. Mümkün müydü? Sol'u kudurtan ve kahreden sebep işte buydu. Fransa'da 1871 Paris Komünü ve İtalya'da 1876 sol'u, toplumu dinden koparıcı tedbirler getirmek istediler, ama başaramadılar. Hevesleri kursaklarında kaldı. 1870'de "Kilise'nin Hürriyetini Garanti etme antlaşması" imzalanmıştı. Bu anlaşmadan memnun olmayan papalık, Firunze'de, bir "Katolikler Konferansı" düzenledi. Konferansın sonunda, Katolik Hareketin Programı adında bir bildiri yayınlandı. Bildirinin özü şuydu: 1- Katoliklik, İtalya halkının dinidir. Devlet bu gerçeğe kayıtsız ve alâkasız kalamaz. 2- Katolik Düşünceye bağlı olanlar ve o düşünceden ilham alanlara siyasi zeminde fikri mücadele yapabilme hakkı tanınmalıdır. Komünizm ve Anarşizm tehlikelerinin artmış olması bu taleplere güç kattı. "Hristiyanlığa demokratik yolla etkinlik kazandırma" ilkesi kabul edildi, Katoliklik milletin dini olarak devletçe tescil edildi. Siyasi imkânın demokratik yolla kullanılışı hakkında önceleri iki görüş belirdi: 1- Eski teokratik yapının kurulması için mücadele vermeli. 2- Eski şeklin tekrar kurulmasının imkanı da anlamı da yoktur. Millet ile devleti mânevi ve milli bir bütünleşmeye götürecek iyileşmeyi sağlama mücadelesi verilmelidir. İkinci görüş galip çıktı. Gioletti, "Devlet kilise ayrılığı millet-devlet yabancılaşmasına dönüşecek dereceye varmamahdır. Bunun çaresi, dev-
let-kilise ayrılığım biribiriyle kesişmesi de biribiriyle tersleşmesi de mümkün olmayan iki doğru, iki paralel doğru şeklinde mütalaa etmektir." diyordu. Bonomelli, bu galip görüşün teorisini inşa etti. Özü şöyleydi: "Kilise devlet birleşmesini savunmanın anlamı yoktur. Kitlesel etkinlik, liberal yapı içinde daha da iyi sağlanabilir. Önemli olan toplumsal ve siyasi hayata gerekli katkıyı gerçekleştirebilmektir. Bu kararlar istikametinde Hristiyan demokrat hareketi doğdu. Gelenekçi görüş ile liberal görüş, Hristiyan Demokrat felsefede birleşti. 1909 seçimlerinde başarı sağladılar... İtalya dışmda da benzeri gelişmeler gerçekleşiyor ve demokrasi ile laiklik beraberce ileriye doğru gidiyordu. Meselâ 1879 Belçika Anayasası için papa şunları söylemişti: "Anayasa'da papa olarak kabul edemeyeceğim bazı maddeler vardır. Fakat hürriyetçi temel prensipler b • sistemle Hristiyanlık için de elverişli bir zemin hazırlamak' ır, inancındayım. Belçika ; ve korumalıdır." katolikleri bu anayasayı benimse Bu dalgalanmalar tarih 1 aca görülmüş ve gerçek dengelemeler için, her defasınd. levi değerlerin yardımına ihtiyaç duyulmuştur. Din'e; demokrasi adınr .a, ilim adına da, faşizm adına da, komünizm adına da saldıranlar olmuştur. Her düzen değişikliği fırtınasında din horlanmıştır. Ama yeni düzeni oturtma safhasına gelinince, koskoca bir boşlukla karşılaşılmış, o boşluğu bir şeylerle doldurma çırpınışları görülmüş, sonunda ayaklar yere ermiş ve hiç değilse asgari bir temas sağlama zarureti kabul edilmiştir. Değişmezlik, ancak mutlak hakikatlere mahsustur. Onlar değişmez, yenilenirler. Yâni, değişmezliğinin bilinmeyen yönleri, ihtiyaçlarımızın cevapları olarak ortaya çıkar. "Değişerek devam etmek, devam ederek değişmek" beşeri sistemlerin var olma şartıdır. Hiç değişmeyen, donar; tamamen değişen, yanar. İkisi de yok olmaktır. Değişmeyi sağlamak için akıl'a, özü korumak için imana ihtiyaç vardır. Değişim, ruh-madde, akıl-iman dengesinin teessüs ettiği noktada "tekâmül" ifade eder. Tekâmülün mertebesi, bu dengenin sıhhat derecesine göredir.
Marksizm, bu hayat kanununa tâbi değildir. Çünkü ölü doğmuştur ve yeri fikir mezarlığıdır. Ölü doğmayıp, sonradan oraya giden fikirler de çoktur. Şâyet yaşıyor olduğu iddiasına, komünist uygulama delil gösterilirse, cevabımız şudur: Orada ferdiyet vardır, şahsiyet yoktur. Kitle vardır, millet yoktur. Hareket vardır, irâde yoktur, mülk vardır, mülkiyet yoktur. Ana-baba vardır, aile yoktur. Ev vardır, yuva yoktur. Mekân vardır, vatan yoktur. Teknik vardır, kültür yoktur. Araştırma vardır, tefekkür yoktur. Sessizlik vardır, huzur yoktur. Büyüme vardır, gelişme yoktur. Etki vardır, tepki yoktur. Kemmiyet vardır, keyfiyet yoktur. Kanun vardır, hukuk yoktur. Demokrasi vardır, partiler yoktur seçim vardır, alternatif yoktur kalıp vardır. Muhtevâ yoktur. Toplam vardır, terkip yoktur madde vardır, ruh yoktur. Ve "devlet", bu bitkisel devamlığınm üzerindeki bir demir kabuktur. Böyle bir tablo'da hayâtiyet iddiasına delil teşkil edebilme haysiyeti elbetteki mevcut değildir. Klerikalizm düşmanlığından din düşmanlığına, din düşmanlığından ilkel laikliği, ilkel laiklikten mutedil-mütekâmil laikliği uzanan gelişmeler; yukarıda anlattığımız seyrini, bazı tarih ve özellik farklarıyla bütün batı ülkelerinde yaşandı. . ' Antiklerikalizm, ihtivâ ettiği haklılık payını bir itidal dairesi içinde tutmayı başardığı müddetçe, halktan da destek gördü. Din düşmanlığına varmayan ve sadece ruhban tahakkümünü hedef alan hareketleri halk da, (mesela Güney Almanya'da) destekliyor ve bu yoldan bir uzlaşma neticesinin sağlanması imkânı beliriyordu. Ama bu safhada "ölçü" uzun müddet korunamamış ve din düşmanlığı temayülleri hemen antiklerikalizmi takib etmiştir. Bismark'ın kültüıkamp'ı buna örnektir; ve 7 yıl süren bir debelenmeden sonra 1878'de nisbî bir itidal noktasına gelinebilmiş ve ancak Weimar Anayasası ile denge tesis edilebilmiştir. Fakat Hitler gelince, evvelce de temas ettiğimiz gibi, kendi sapık ihtiraslarına engel teşkil etmesin diye dini etkisizleştirme yoluna gitti; yüzlerce rahibi astı, eski Grek kültüründen yeni bir din oluşturmanın ve bu suretle rahata ermenin yollarını aradı. Yaptığı tahribat ancak kendi düşüşünden on yıl kadar sonra giderilebildi ve gerçek laiklik teşekkül edebildi.
Fransa'da 1890'lardan sonra, 1795 ilkel laikliğini mutedil mütekamil gelişme çizgisine oturtan değişiklikler şekillenmekle beraber, bozulmaların nüksettiği ve mesela Dreyfus olayında yine din aleyhtarı dalgalanmaların belirdiği görülmüştür. Meselenin müstakar bir denge zeminine oturması, 20. asırda tamamlanmıştır. İtalya'da önce 1929'a sonra Mussolini'nin tarih sahnesinden çekilmesine kadar uzanan bir istikrar vetiresi yaşandı...İspanya'da kesin istikrar, Franko'nun ölümünden sonra demokratik teminatına kavuştu. Görülüyor ki: Fransız ihtilalinden sonra, reformizm-antikleri kalizm adına yapılan eylemler tam bir din düşmanlığı mâhiyeti göstermiş meselenin gerçek fikir özü ve idealist yönü muhteris aksiyon adamlarının elinde kaybolup gitmiş, neredeyse din'i imha noktasına gelindiği bir sırada ilkel laiklik din'i imha edilmekten kurtaran bir lutuf müessesesi olarak getirilmiş, 1890'larda Hristiyanlığa fikri içtimai mü ^ ariyet imkanlarını kullanma hakkı tanınarak kilisenin uisünü daraltma tedbirlerine karşılık dinin asli etkisini r1 da yayma yolunda yeni bir merhaleye gelinmiş ve Muted'' mütekamil Laiklik gerçek istikrarına ancak II. Dünya Harbi ı nrasında demokrasinin tekemmülü ile kavuşabilmiştir.
ÇAĞDAŞ BATI ANAYASALARINDA DİN ve VİCDAN HÜRRİYETİ Amerika'da Avrupa benzeri bir din düşmanlığı devri yaşanmadı. Dinden uzaklaşma baskıları ise 1730-1740 arasındaki büyük uyanış (Britanica) hamleleriyle giderildi. Avrupa tarihinin en kritik dönemine yaklaştığı sırada esasen ABD yeni teşekkül ed iyordu. Belki bir çok yönden daha sathi ama ekseriya daha samimi daha hür daha geniş bir iklime sahiptiler. Firenne şöyle diyor: "1776 yilı mayıs ayında Virginia Konvansiyonu, Philadelphia Kongresine delegeleri vasıtasıyla Birleşik Devletler kolonilerinin Büyük Britanya'ya karşı hiçbir itaat borcu olmadığını ve tam bir bağımsızlık ve hürriyete sâhip bulunduğunu beyan etmek teklifini getirdi. Kısa bir müddet sonra hükümete temel teşkil edecek bir Haklar Beyannamesi yayınlandı. Bunda
bütün insanların aynı şekilde eşit ve bağımsız oldukları öne sürülerek medeni hürriyet siyasi hürriyet basın ve vicdan hürriyeti kabul ediliyor, Hristiyan Müsamahası gereğince hemcinsini sevmenin ve yardım etmenin her hristiyanın vazifesi olduğu belirtiliyordu. Bir kaç gün sonra VVashington'la Genelkurmayı'nın şerefine tertiplenen bir tören sırasında bütün insanlık için medeni ve dinî hürriyetin ihtilâlin başlıca gayesi olduğunda ittifaka varıldı. Bu fikirler Birleşik Devletlerin siyasi hayatının temeli olacak belli başlı özellikleri teşkil ediyordu." "Birleşik Devletler, Yaradan tarafından herkese verilmiş eşitliği öne sürerek herkesin hürriyet hakkına sahip olduğunu devletin esası olarak kabul ediyordu." 4 Temmuz 1776 Haklar Beyannamesi: Virginia Konvansiyonu'nun talebine uyarak Kongre Birleşik Devletlerin birlik ve istiklâlini ilân etti, bundan önce bir haklar beyannemesi yayınladı. Bu beyannemenin akisleri 19. asır boyunca bütün liberal hareketlerde iz bırakacak kadar şiddetli olacaktır. Beyannamede şöyle denilmektedir. "İnsanların başına gelen vak'aların akışı bir milleti diğer bir millete bağlayan siyasi bağları kopartmak mecburiyetinde bıraktığı tabiat kanunları ve o tabiatı yaratan tanrının kanunları gereğince hakkı olan...." Samimi uygulama niyetlerinden henüz pek uzak olan bir zeminde yayınlandığı vakit, belki sadece Amerika'nın 4 Temmuz beyannamesini geride bırakmak arzusundan fazla bir şey ifade etmeyen ve ancak uzun mücadelelerden sonra kalıcı bir ideal değer kazanma önemine kavuşan bir metin vardır: 26 Ağustos 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi. O'nun da bir 10. maddesi vardır ki, pek müstesna bir yere sahiptir. Önce o, 10. maddeyi; sonra İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin konumuzla ilgili bir özetini vererek, milletlerarası değerlendirmelere esas teşkil eden "metinler" faslını tamamlayalım. Zamanımıza uzanan uygulamaların tahlilerini bunların ardından sürdürmeye devam edeceğiz. 26 Ağustos 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi'nin 10. maddesi:
"Milli Meclis, EN YÜKSEK VARLIĞIN huzurunda ve himâyesi altında aşağıdaki İnsan ve Yuttaş Hakları'nı kabul ve ilân eder... İzhâr ve ifâdesi kanun tarafından tesis edilen amme nizamını ihlal etmedikçe hiçbir kimse fikir ve kanaatlerinden dolayı bunlar dinî fikirler ve kanaatler de olsa iz'ac edilmemek lazımdır." Bu maddenin özelliği, dini fikir ve kanaatleri diğer fikir ve kanaatlerle aynı statüde mütalaa etmesidir ki, bu prensip ileride Batı uygulamasının temelini teşkil edecektir. İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi:
"İnsanların SÖZ ve İNANMA HÜRRİYETLERİNE sahip olacakları bir dünyanm kurulması en yüksek amaçtır." " Her şahsın fikir vicdan ve din hürriyetine hakkı vardır. Bu hak din ve kanaat değiştirmek hürriyetini, dinini veya kanaatini tek başına veya topluca, açık olarak veya özel surette, öğretim tatbikat ibadet ve âyinlerle izhar etmek hürriyetini gerektirir." (m. 18) "Her ferdin fikir ve ifade hürriyetine hakkı vardır. Bu hak fikirlerinden ötürü rahatsız edilmemek, memleket sınırlan bahis mevzuu olmaksızın mâlumat ve fikirleri her vasıta ile aramak elde etmek ve yaymak haklarını gerektirir." (m.19) "Her ferdin fikir ve ifade hürriyetine hakkı vardır. Bu hak fikirlerinden ötürü rahatsız edilmemek, memleket sınırları bahis mevzuu olmaksızın mâlumat ve fikirleri her vasıta ile aramak elde etmek ve yaymak haklarının gerektirir." (m.19) "Herkes haklarını kullanmak ve hürriyetlerinden istifade etmek hususunda ancak kanun ile sırf başkalarının hak ve hürriyetlerinin tanınmasının ve bunlara saygı gösterilmesini sağlamak maksadıyla ve demokratik bir cemiyette ahlâk nizam ve genel refahın muhik icaplarını karşılamak için tesbit edilmiş kayıtlamalara tabidir." (m. 29/2) Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi
4 Kasım 1950 tarihli İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme, (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi)
nin bazı maddeleri şöyledir: "Her şahıs düşünce, vicdan ve din hürriyetine sahiptir. Bu hak, din ve kanaat değiştirme ve alenen veya hususi tarzda ibadet âyin veya öğretimini yapmak suretiyle tek başına veya toplu olarak dinini veya kanaatini izhar eylemek hürriyetini tazammun eder." (Madde 9) "Her fert ifade ve izhar hakkma maliktir. Bu hak, içtihad hürriyetini ve resmi makamların müdahalesi ve memleket sınırları bahis mevzuu olmaksızın, haber veya fikir almak veya vermek serbestisini ihtiva eder..." (Madde 10) Türkiye bu sözleşmeyi, ihtirazi kayıt belirterek kabul etmiştir. Prof. Hüseyin Naili Kübalı "Anayasa Hukuku" adlı kitabında şöyle diyor: "Devlet batı'da milletin manevi hayatı ile ilgilenmek lüzumunu hissetmiştir. Laiklik batı demokrasilerinde mutedil bir biçimde uygulanmaktadır. Bu, devletin dinde milli bir tesanüd unsuru olmak mâhiyetini görmesindendir. (436) Bir çok batı ülkesinde hristiyanlık resmi din mahiyetindedir. Böyle olmayanlarında dahi, (hâkim din) devlet tarafından geniş himâye görmektedir. (437) Mutedil laiklik hakkındaki bu görüşler doğrudur. Yaln ız şu hususa dikkat edilmelidir ki, devletin manevi hayat ile ilgilenmesi, müdâhale manasına değil, himaye ve teminat sağlama mânâsmadır. Bunun nasıl yapıldığını, aşağıda örnekleriyle izaha çalışacağız. jngilter^ başka bir ülkedir. Bu farklılığı, kimseye benzemeye çalışmak istememesinden dolayıdır. Kendi ihtilali Fransız ihtilalinin150 yrt önündedir. Şanayi inkılabım herkesten önce yapmıştır. Sosyal te^Merycu. herkesten örıce almıştır. Hukük^ yapısı kendine mahsustur, ne Roma Hukununu ne Germen Hukunu devşirmiştir. Demokrasiyi herkesten önce kökleştirmiştir. Avrupa'nın en ilerici ama en muhafazakâr ülkesidir. Tarihi müesseselerini şahsiyetini geleneklerini korumuş, siyasi-içtimai-kiiltiirel gelişimini onlardan kuvvet ve hız alarak gerçekleştirmiştir.
İngiltere'nin yazılı bir anayasası yoktur. Olmasına ihtiyaç da yoktur. İngilterenin demokrasisi, halkının aydınlarının kalplerine ve vicdanlarına yazılmıştır. İnanca dayanmayan bir demokrasiyi en mükemmel yazılı- metinler dahi ayakta tutumaz, VVeimar Anayasası, kapkalm bir hukuk kitabı cesâmetindeydi, ama demokrasiyi ayakta tutamadı, Churcuhill "Demokrasi silahlı bir adamın koluna takıp götüreceği bir sokak kadını değildir" demiştir. Gerçek demokrasi; ne öyle getirilebilir, ne öyle götürülebilir. '1533 yılından beri İngiltere kral-kraliçe hem siyasi otoritenin hem dini otoritenin başıdır. Semboliktir, ama"Muhtevalı bir gerçeklik" içinde semboliktir. Dinî teşkilat hukukî yapı içinde İngiliz Milletinin dinî teşkilâtı olarak tamamen özerk bir statüyle yerini almıştır. Ruhbanın, dinî hukuk kuralları oluşturma yetkisi dahi vardır. Dini eğitim, kilisenin elindedir. Dine aykırı mahiyet taşıyan fiilersuç teşkil etmektedir. Din milli ve resmi ceza kanunlarıyla himaye edilmektedir. Bütün devlet memurları kiliseye bağlılık yemini etmek zorundadır. Avrupa'nın, Laiklik prensibini din aleyhtarlığına ve itidal şartlarından uzaklaşmaya meyilli bir biçimde yürüttüğü, söylenebilen yegane Avrupa ülkesi, Fransa'dır. Fakat, ahlâki sıhhat ölçüleri bakımından, en geri ve bunalımlı ülkesi de yine Fransa'dır. Andre Seigfried, Milletlerin Karakterleri adlı eserinde şöyle der: "Bir olay anlattılar... Bir cinayet davasında yargıç şahide sormuş: (-Sanığın ahlâkının zayıf olduğunu gösteren herhangi bir şey duydunuz mu? Şahid (-hayır) demiş ve ilave etmiş: "Yalnız şurasını da söylemem gerikiyor ki bu kadın Paris'te yetişip büyümüştür." Seigfried, kendi notunu da düşüyor: "Bunun iyi bir not olmadığı aşikârdır doğrusu!" Buna rağmen din aleyhtarları, katolikliği halktan ve içtimai yapıdan koparamamışlardır. Aynı eserde şunlar da var: Fransa kilisesi, topluma, ahlâkı bir çerçeve teşkil eden bir hiyararşidir. Bu bakımdan da öyle bir nizam unsurudur ki, memleket hayatında yalnız manevi değil sosyal ve politik yönü de çok güçlüdür. Bazan bir çok Fransızın adeta kapıyı bacayı kırarak hasım sıfatıyla kiliseden ayrıldıkları olmuştur ama, bü-
yük çoğunluk yiıie de bu dalgalanmalara rağmen kiliseye bağlı kalmıştır. Bütün Fransızların, Katolik kilisesinin damgasını taşıdıkları söylenebilir. (64) İktibas bölümünde de göreceğiniz gibi, "St. Joseph St. Benuet türünden katolik liseleri sürüsüne berekettir." Üniversite seviyesinde Katolik Enstitüleri faaliyettedir. Din Öğretimi dinî kurumlarda din adamları tarafından yapılmaktadır. isveç'te, kral ve hükümet üyeleri Luterci kiliseye bağlı olmak zorundadır. Kilisenin ülke meselelerinde söz hakkı vardır. Din öğretim münhasıran kilise tarafından yapılır. Danimarka ve Norveç'te de durum öyledir. Luterci Kilise, milli kilisedir. İsveç ve Norveç'te öğretim üyesi olmak için dahi, Luterc'i kiliseye bağlı olmak gerekir. İsviçre'de de bir çok kantonlar' 'milli-resmi din" esasını kabul etmişlerdir. İspanya'da katolik kilisesi milli kilisedir. 1851 kontordatosuna göre: 1- İspanyol halkının dini katolikliktir. 2- Ruhbana saygı gösterilecek ve dine karşı olan yayınlar ve görüşler propgandalar engellenecektir. 3- Din görevlileri kendi kiliselerinin kanunları çerçevesinde bağımsız ve hür olacaklardır. Katolik Dini, devletin himayesi altındadır. Katoliklik dışındaki dinlere toplantı ve gösteri izni verilmez 1952'de protestanların yayın yapmaları gösteride propoganda da bulunmaları, okul açmaları yasaklanmıştır. Devlet kadroları içinde protestanlar yer alamazlar. Portekiz'de katoliklik milli dindir. Kilise, bağımsız bir teşkilattır. Devlet kiliseye, kilise devlete, karışmama taahhüdü içindedir. Fakat, dinin evlenme ve boşanma hakkındaki hükümleri emredici ve bağlayıcı kurallar olarak devlet tarafından kabul edilmiştir. Alman anayasası aynen şu kelimelerle başlar: "Tanrı'nın ve insanların karşısında sorumluluğunun şuurunda olan Alman Halkı..." 4. madde, din ve İnanç hürriyetinin esasını belirler: (4-1) "Din ve Vicdan Hürriyeti ile Dini ve Felsefi inanç hürriyetine dokunulamaz." (4-II) "Dinin serbestçe icra edilmesi, teminat altındadır." 3. maddenin III. fıkrası da bu hükümleri pekiştirir "Hiç kimse,
cinsi-soyu-ırkı-dili-kökeni, İNANCI- DİNİ veya siyasi inanç ve görüşleri dolayısıyla zarara uğratılamaz veya imtiyazlı kılınamaz." 5. madde, düşünceleri açıklama hürriyetine berraklık getirir:, "Herkesin düşüncesini yazı ve resimle serbestçe açıklayıp yazmak herkese açık olan kaynaklardan hiçbir engele uğramadan bilgi edinmek hakkı vardır:" (5-1) 56. maddeye göre, Cumhurbaşkanı'nm görev yemini, "Tanrı yardımcım olsun" kelimeleriyle biter. 136. maddeye göre; medeni ve siyasi haklardan yararlanma hürriyeti dinî inançlar sebebiyle kısıtlanamaz. 137. maddeye göre, resmi bir kilise yoktur. Her dini camia, kendi işlerini kanunlar çerçevesinde kendisi düzenler ve yönetir. Görevlilerini, devletin müdahalesi olmaksızın kendisi tayin eder. Dini topluluk ve derneklerin mülkiyet ve diğer hakları, onların ibadet öğretim ve toplum yararına hizmet eden kuruluş ve vakıfları ve diğer servetleri teminat altına alınır. 139. maddeye göre, pazar tatili, diğer tatil günleri gibi, bedeni ve ruhi dinlenme günleri olarak kanunla korunmaya devam edecektir. Almanlar, diğer hukuki düzenlemelerini yaparken de çok düşünmüşlerdir. 1814'de, Heıdelberg Ün. Hukuk profesörü olan F.J. Thibant, yeni bir medeni kanun, hazırlanıp bütün Almanya'ya uygulanmasını istedi. Berlin teklife karşı çıktı. "Hukuk ancak halkın ruhundan doğar" görüşünü iler sürdü ve konuların önemle dikkate alınması gereğini savundu. Bu itiraz üzerine âcil bir derlemeden vazgeçildi ve mesele 50 yıl ertelendi. 1874'de mesele yine gündeme geldi. 1874 den 1888'e kadar 14 yıl çalışan hazırlık komisyonu nihayet bir taslağı tamamlayıp kamuoyuna sundu. Halk benimsemedi, bir çok tenkidler yapıldı. İkinci bir komisyon teşkil edildi ve 1896'ya kadar tasarıya yeni bir veçhe verdi, tenkidleri değerlendirdi. Bu işlemlerden sonra ancak onaylanan tasarı bir müddet daha bekletilerek 1900 yılında yürürlüğe girebildi. Meselenin ilk ortaya atılışından 86 yıl sonra, ve 22 yıl araDin-Medeniyet ve Lâiklik F. 16
241
lıksız araştırmalar ve tartışmalar yaparak Medeni kanunlarını düzenlemiş oldular. İsviçre'de de aynı durum yaşanmıştır. 1798'de, yeni medeni kanun fikri doğunca, iki ayrı tez belirmiş, muhafazakâr olanı tercih edilmiş, uzun araştırmalar ve tartışmalar sonunda ancak 1912'de yürürlüğe girebilen bir metni, 114 yılda tessüs ettirmişlerdir. (Bk. İktibaslar, Faik Gözübüyük) İtalyan anayasası Katolikliği resmi-milli mezhep din olarak tanır. Diğer mezheplere de kanun önünde eşit haklarasahip olma imkânı tanınmıştır. 8. madde şöyle der: "Bütün mezhepler kanun önünde eşit olarak serbesttir. Katolik mezhebi dışındaki mezheplerin kendi statüleri içinde teşkilâtlanma hakları vardır." Fakat katolik mezhebinin durumu, italyan halkının büyük çoğunluğunun dini olmak bakımmdan farklıdır. Anayasanın 7. maddesine göre "Devlet ve Katolik Kilisesi kendi alanlarında bağımsız ve egemendirler/Aralarındaki ilişkiler Laferano Anlaşmalarına göre düzenlenir." Devlet, katolik dininin bazı emredici kuralları kendi iradesiyle kabul etmiştir. Devlet, Katolik Kilisesinin talep olunan ihtiyaçlarını karşılamak ve imtiyaz tanımak durumundadır. İtalyan hukukçuları bu durumu eşitlik ilkesine aykırı bulmakta ve "Katolik olmayan birine bir katolikle eşit imkanlar sağlamak gerçek eşitliği uymazdı; katoliklik İtalyan halkının dinidir, bir farklılığın bulunması tabiidir" şeklinde izah etmektedirler. 19. madde ile "Kendi dinî inancını ferdi veya ortaklaşa hangi biçimde olursa olsun serbestçe söylemek yaymak, bu inancın propogandasmı özel veya genel olarak âyinini yapmak hakkı herkese tanınmıştır." 20. madde şöyle diyor: "Bir derneğin ya da bir kurumun kiliseyle ilgili bir nitelik taşıması veya dinî-mezhebî bir amaç gütmesi özel kanuni sınırlamaların sebebi olamayacağı gibi bunlarm kuruluşu hukuki yeterliği geçerliği ve bütün faaliyet biçimleri özel mâli külfetleri de gerektirmez." 21. madde, fikir hürriyeti ile ilgilidir: "Düşüncelerini söz yazı ve diğer bütün yayın araçlarıyla serbestçe açıklamak hakkı herkese tanınmıştır." İtalyan Ceza Kanunu, katolik olmayanların Katolikliğe dil uzatmalarını eleştiride-sataşmada bulunmalarını yasakla-
mıştır. Ama aynı koruma, diğer dinler ve mezhepler için yoktur. Bu durumu hükme bağlayan ceza maddesi anayasa mahkemesince anayasaya uygun bulunmuştur. (473) Katolikliğe tanınan hak, milli haktır; diğer mezhep ve dinlere tanınan ise toleranstır, (Prof. Çetin Özek, Cereti, c. 29) Birinci kasımda atıfta bulunmuştuk. Kısaca hatırlatalım: Baktılar ki; din-ilim kavgasını ilim lehine devlet-kilise kavgasını devlet lahine noktalayıvermekle herşey bitmiyor. Gördüler ki; ilim, bir inanç bir maneviyat bir ruh tatmini getirmek, bir başka deyişle, din yerine ikame edilmek vasıflarından tamamen mahrum bulunuyor. Anladılar ki; insanlar, aileler, müesseseler inançsız ayakta durumayacaktır... Ve çareyi, laikliğin milli şartlara göre geliştirilmesinde buldular. "Kilise gitgide daha geniş ölçüde siyasi ve sosyal propoganda vasıtalarından yararlanmaya başladı. Bir çok ülkede Belçika'yı tâkiben kilisenin desteklediği ve Hristiyanlığın mânevi varlığından ilham alan Katolik partiler teşkilatlandı... Katolik Parti ve Hristiyan Demokrat Parti diğerleri gibi sımf üstünlüğü peşinde olan partiler değildi.. Bütün unsurların bütün menfaatlerin temsil edildiği manevi ihâta müesseleri idi... Politikayı da kapsayan bu muazzam dinî teşkilât her derecede okullara sahipti ve hepsinin üzerinde dinî üniversiteler vardı." (Pirenne c. 4,1807,1808,1809) "Rerum Novarum" istikametinde, hristiyanlık muhteva olarak kilisenin duvarları arasında ruhban elinde mahpus edilmek durumundan kurtarıhp, cemiyete yayılıyordu. Laik gelişme, ruhban nüfuzunu kırmış, ama Hristiyanlığı muhteva olarak daha hür bir yayılma ve inkişa imkânına kavuşturmuştu... Katolik partilerin kurulmasınm yanı sıra, hristiyan sendikalar, hristiyan kooperatifler, hristiyan Kredi Müesseseleri, hristiyan Eğitim Dernekleri, hristiyan Kadın Birlikleri, hristiyan Gençlik Teşkilâtları hatta hristiyan Sportif birimleri muazzam bir hırıstiyan hareketi halinde cemiyetleri bir ağ gibi kaplıyor, sosyal reformlara açık ve fakat sosyalist-materyalist tahriplere kapalı yeni hamleler oluşturuyordu... (Pirenne c.4) Görülüyor ki; batı anayasalarında mânevi-muhâfazakâr fikirlere dayanan partiler kurulabileceği hususu, ayrı bir hüküm halinde belirtilmemiştir. Belirtilmemişti, çünkü buna lüzum yoktur. Fikir hürriyeti plüralist demokrasinin esasıdır; fi-
kir hürriyetine getirilen teminat manevi- muhafazakâr fikirleri evvelivetle ve bizatihi kapsamaktadır. Bir tasrih yapılması, akla dahi gelemez. Esasen Batı Demokrasisi'nin 19. asrın sonlarında başlayan ve 20. asır ortalarında tamamlanan nihai gelişiminin temel unsurlarından birincisi, Hristiyanlıktır. Yapılan mücadelede hristiyanlık baş rolü oynamış, demokrasinin halka mal olan ve genel serbest oya dayanan hürriyetçi-milliyetçi-sosyal bir karakter kazanması, fiilen hristiyanlığın etrafında şekillenen denge dalgalanmaları ile gerçekleşmiştir. Aksi halde sanayi inkılâbını tâkib eden sosyal sefâlete ve o sefâleti istismar eden her derecedeki sol akımlara rağmen; demokrasi bir zenginler oligarşisi olmaktan nasıl kurtulacak, hangi tabana nasıl dayanacaktı? Bu münasebetleri bu bölümün"A" faslında genişçe izah etmiş bulunuyoruz. Burada bilhassa belirtmek istediğimiz husus, hristiyan partilerin teşekkülünü demokrasinin teşekkülünden ayrı düşünme imkanına sahip olunamayacağıdır. Batı'da demokrasi tekemmül etmiş de, manevi-muhafazakar fikirlere siyasi kadrolaşma hakkını lütfetmiş değildir; tersine, manevimuhafazakar kadrolaşma, demokrasinin tekemmülünde nâzım rol oynamıştır. Karşılıklı tesirlenme ayrılmaz bir bütün halinde tekâmüle yönelmiştir. Batı, demokratik gelişmesini, siyasi hayattaki manevi muhafazakar fikirlerin "sahib-i aslî" sıfatıyla kadrolaşması sayesinde 19. asrın sefaletini ve 20. asrın savaş sarsıntılarını aşarak ve de ifrat-tefrit kutupları arasında gidip gelen ideolojik temayülleri dengeleyerek gerçekleştirmiştir. Manevi ve muhafazakar fikirler ve kadrolar, inşâ edici ve düzenleyici unsurdur, diğerleri ise malzemedir. Hal böyle iken, manevi-muhafazakar fikirlere demokrasinin lütfen imkân tanıması elbetteki söz konusu olamazdı. O hak asli haktır, tarihe-ülkeye-devlete sahip olanların hakkıdır, genel sıralama içinde tâdat edilme ihtiyacından müstağnidir. . Bazı batı anayasalarında ve ceza kanunlarında, faşizmi militarizmi nazizmi din aleyhtarlığını direkt veya dolaylı yoldan sınırlayıcı-vasaklayıcı hükümler vardır ama, hiçbir batı ülkesinde manevi muhafazakar fikirlerin siyasi kadrolaşmasını ceza hukukuna mevzu yapan hiçbir hüküm yoktur. Bütün hürriyetçi demokrasilerde hristiyan partiler çeşit-
li adlar altında faaliyet göstermekte ve en önemli siyasî denge fonksiyonunu yerine getirmektedir. Batı demokrasileri için din hiçbir zaman bir korku ve kısıtlama konusu olmamıştır. Tarihteki onca istismar macerasına rağmen olmamıştır... Din'den daima dikta idareleri endişe duymuşlar ve baskı tedbirlerine daima onlar tevessül etmişlerdir. Alman Hristiyan Demokratı Maven (nakleden prof Sadi İrmak Gezi Notları 55) "Yerle bir edilmiş bir Almanya'da kendimize dayanak arıyorduk. Faşizme de komünizme de düşmandık. Hristiyanlık yegane çareydi." diyor. Dr. Copel. "Anayasamızda açık bir laiklik ilkesi yoktur. Din ve Düşünce Hürriyeti vardı" (aynı eser 45) diyor. Batılı, laikliği işte böyle anlıyor. Laiklikten gaye Din ve Düşünce Hürriyetidir. Adı ayrıca zikredilmese de olur. VVolfrang Kraus, "Dinin geriletilmesi nazizme komünizme maoizme yol açtı" (aynı eser 14) eliyor. Batılı, kendi dinini kendi demokrasisinin teminatı olarak görür. Din, izm'ler ifratçılığına karşı demokrasi'nin; demokrasi de, laikliğin, yani Din ve Düşünce Hürriyetinin teminâtıdır. Batılı anlayış budur, tarihin tesbit ettiği netice budur. Bakınız Acton Emerich, görüşlerini nasıl ifade ediyor: "Siyasi hakların doğrudan doğruya dinî görevlerden doğduğunu bir bütün halinde kabul ediyor ve bunun liberalizme temel olduğunu savunuyorum. Dini hayatta hürriyetle, siyasette ise katoliklikle bağdaşmayan herşeyi reddediyorum. Yaratıcının huzurunda millet devletten sorumludur. Vicdan hürriyetin kaynağıdır, ve vicdanın kanunları insanlarmkindcıı üstündür." (Britanica) Batılı, bu gibi sözlerin söylenebilmesini, gericilik olarak değil, siyasi ve hukuki tekâmülünün tabii neticesi olarak değerlendirir. Alman anayasa'sı "Tanrı ve insanlar karşısında sorumluluğunun şuurunda olan Alman Halkı "kelimeleriyle başladığı gibi Alman Hristiyan Demokrat Birliği Partisinin tüzüğünde de şu ifadeler yer alıyor: "CDU'nun politikası insanların Hristiyan anlayışı ve Tanrı önündeki sorumluluklarından kaynaklanır." "Din işleri dünya işleri ayrıdır" basitliğine laikliğin târif unsurlarından kaçını dahil edebilirsiniz? Hic for din, ahiret için
lecektir orada. Din-Devlet ayrılığı, sadece Rusya'da ve diğer komünist ülkelerde din'in toplumsal hayattan ve devlet sınırlarından tard edilmesi mâhiyetini taşımıştır. (Bak bu bölüm son faslı) Laik batı ülkelerinde bu ayrılık, tahakkümsüzlük ve müdahalesizlik bazında karşılıklı saygı ve yardımlaşma manasını ifade eder. İcbâra değil, Consensus'a; ve onun tabii kurallarına dayanır. Meselenin genel fikir hürriyeti ile ilgili yönü bir tarafa, Papa II. Jan Paul'un 27-1-1987 tarihli tebliğine bakalım... Bu dahi laikliğe aykırı değildir. Papa dünya politikasına ve ekonomisine yol gösteriyor. Faizlerin indirilmesini, zenginlerin fakirlere karşı sorumlu olduğunu, zengin ülkelerin fakir ülkelerden alınan hammedelere ait fiatları düşürmemelerini ve onlara karşı ticari koruma engelleri koymamalarını, rüşvetin kaldırılmasını, borçlu ülkelere kolaylık gösterilmesini, insani ve ahlaki bir vazife olarak teklif ediyor. Zorlamıyor, emretmiyor; teklif ediyor, hatırlatıyor, uyarıyor, yol gösteriyor. Tahakküm ve müdahale yoktur, görüş ve düşüncelerin serbestçe açıklanması vardır. Bir noktaya dikkat edilmelidir. Böyle bir beyan tarihte hiçbir şeyhülislâm tarafından yapılmamış, şeyhülislamlar sadece sorulanlara cevap vermiş, içtimai-iktisadi-siyasi meseleler hakkında kendiliklerinden bir beyanda bulunmamışlardır. Fakat gelin görün ki, onların engizisyonlu tahrifli afarozlu kanlı dinî tarihleri papalarına bile kuşkuyla bakmalarını gerektirmez de; saf nezih müsamahakâr hürriyetçi bir din tarihine sahip bulunan bizler, başörtüsünü dahi siyasi müdâhale ve tahakküm simgesi olarak görürüz.
Hıristiyan Demokrat Birliği
CDU 3 3 mm mm
sicher sozial undtrei
Başbakan adayı: Kohl 1 E kim 1982'de başbakanlığa gelen C D U ' nun genel başkanı Helmut Kohl, 6 M a r t seçimlerinde koltuğunu »agidnuçturmanın yollarını arıyor. Partisini simgeleyen rengin "kara", boyunun ise 1 metre 95 santim olması nedeniyle Kohl'a politik çevrelerce "kara dev" de deniyor. 3 Nisan 1930'da Ludvvigshafen kentinde doğan Helmut Kohl, 1958 yılında Hıristiyan Demokrat B irliği'ne üye oldu, 60'lı yılların ortalarına doğru da Rheinland Pfalz eyalet parlamentosuna seçildi. 1969'da ise bu eyaletin başbakanı oldu. 1971'de C D U genel başkanlığına adaylığını koyan Kohl, parti içince gerekli oy çoğunluğunu sağlayamadı ve ancak 1972'den sonra genel başkanlığa gelebildi. 1976 seçimlerinde, partisi son yıllaın en yüksek oy oranını aldığı halde mut.Çoğunluğu sağlayamadığı için Kohl mulalefet hderliğiyle yetinmek zorunda kaldı. 1980 seçimlerinde ise Hıristiyan Demokratarın "daimî ortağı" Hıristiyan Sosyal Birlili'nin genel başkanı Strauss'un her iki parti ıdına başbakan adayı gösterilmesi sonucu, >u dönem başbakan adayı olamadı. PART I P R O G R A M I C D U ' n u n parti tüzüğünde, "Almanya iıristiyan Demokrat Birliği, bîr halk parti* idir. Parti, halkımızın bütün grup ve silmelerine dönüktür. C D U ' n u n politikası, inanların Hıristiyan anlayışı ve Tanrı tinünleki sorumluluklarından kaynaklanır", saırları yer alıyor. YABANCI İŞÇİLERLE İLGİLİ G Ö R Ü Ş L E Ri C D U seçimlere, "İnsancıl bir yabancılar >oiitİkası" sloganı ile giriyor. " Y o ğ u n işsiziğe rağmen, yabancılar geri gitseler bile abancıların çalıştığı işdalları dddurulamaa çaktır", gerçeğini vurgulayan C D U , buu açık seçik açıklamakta çekimser kalıyor.
Hıristiyan Sosyal Birliği
csu
Lideri: Federal Almanya'nın en hırçın politikacısı olarak nitelendirilen Hıristiyan Sosyal Birliği Genel Başkanı ve Bavyera E yalet Başbakanı Franz Josef Strauss, 6 E ylü! 1915'de M ü nih'te doğdu. Babası kasap olan Strauss, Münih'te tarih. Alman filolojisi. Yunanca, arkeoloji ve ekonomi öğrenimi gördü. 2. Dünya Savaşı'na topçu olarak katıldı. 1946' da CSU Partisi'ne üye oldu. 1948'de partinin genel sekreterliğine, 1%1'de de genel başkanlığına getirildi. 1949'da Bonn'daki Federal Parlamento'ya giren Strauss, 1953'' de Adenauer hükümetinde " ö z e l Görevi® Bakanı", 1955'de " A t o m Bakanı", 1956' dan itibaren de "Savunma Bakanı" olarak görev aldı. Alman siyaset tarihine "Spiegel d a y ı " olarak geçen bir yazıda, hakkında yolsuzluk yapıtğı ileri sürülen Strauss, görevinden istifa etmek zorunda kaldı. 1966'da " B ü y ü k Koal»syon"da Maliye Bakanlığı yaptı. 1974'te Bavyera Eyalet Başbakanı seçildi. 1980 seçimlerine C D U / C S U ' n u n başbakan adayı olarak katıldı ve seçimleri SPD'li Şchmidt karşısında kaybettikten sonra Bavyera'ya dönerek 1982'de yeniden Bavyera E yalet Başbakanı seçildi. PARTİ PROGRAMI Hıristiyan Sosyal B irligi, yalnız Bavyera eyaletinde örgütlenmiş durumda. Bu eyalet dışında, Federal Parlamento için yapılan seçimlere Hıristiyan Demokrat Birliği ile birlikte katiliye»- ve i k i parti arasındaki protokole göre, seçimlerin kazanılması halineje bakanlık koltuklarından üst düzey memurluklara dek hangi partiden kaç kişinin ne görevlere geleceği saptanmış bulunuyor. Hıristiyan Sosyal Birliği, 6 M a r t seçimlerine de Hıristiyan Demokrat Birliği ile birlikte katıldığı için C D U ile avnı parti programı ve yabancılarla ilgili görüşleri savunuyor
Laiklik de demokrasi gibidir. Madem ki özdeki hakikatine inandığımız için laikliği Bati dan almışız/hakikatini koruyarak uygulamak zorundayız. Ayarlama-uyarlama meselesi değildir bu. Laiklik her batı ülkesinde özel farklılıklar göstererek uygulanır. Ama hepsinde müşterek olan unsurlar vardır ki, laikliğin özündeki hakikati işte onlar oluşturur. Özündeki o hakikat inanmıyorsak, tahamntül edemeyeceğimiz kanaatindeysek, laikliği niçin benimseyelim veya uyguladığımız şeye niçin laiklik adını verelim? "Batı'daıı aldık ama kendi şartlarımıza uydurduk." Biçimindeki bir gerekçe, mücerret olarak hiçbir şey ifade etmez. Bir şey hakikati varsa alınır, alınınca da özündeki hakikati korunur. "Kendi şartlarımıza uydurmak" konusu daha sonra gelir ve bu konu meselenin özü zedelenmeden neticelendirilirse yapılan işin bir değeri-anlamı olur. Kuşa çevirip almak, aslında hiçbir şey almak değildir/sadece yapılan bir başka işe süslü kavram kılıfları bulmaktır. Mesela demokrasiyi aldıysanız, ama özündeki hakikati yok edici değişiklikler yaptıysanız; aldığınız koskoca bir sıfırdır ve aslında sadece "vermek" söz konusudur. Hem de çok şeyleri vermek!... Demokrasinin özü, millete saygıdır, milletin doğruyu seçebileceğine inanmaktır, milletin inançlarına yakınlık duymaktır; milli irâdenin hâkimiyetidir, düşünce ve seçim hürriyetidir. Bu özü zedelemeye niyetliyseniz nesini niçin ala-, caksmız demokrasinin? Millete güvenmiyorsanız, milletin ri'ışdüne inanmıyorsanız; demokrasiyi almanın da, işletebilmenin de, anlamı ve imkanı yok demektir. Demokrasi olmadan laiklik olmaz; yahut, demokrasi ne kadar olmuşsa laiklik de o kadar olur. Çünkü ikisinin de tarihsel fikir temelinde millete inanmak ve milletin inançlarına saygı ve sevgi duymak yatar. Bu noktaya, yani milletin inançlarma saygı ve sevgi duymak noktasına ancak uzun mücadelelerden sonra gelinmiş ve din ile devleti ayıran çizgi, aynı zamanda demokrasi ile manevi değerleri temasa getiren buluşturan bir "Uzlaşma hattı" olmak mahiyetine hâiz bulunmuştur. Din'e toplumsal hayatm kapılarını kaparsamz, dinî tezahürleri toplumsal hayatta hor ve hakir görürseniz, din'i sadece vicdanda başlayıp biten ferdî ve sübjektif bir olay olarak görürseniz, dinini yaşamak isteyenler için iki yol kalır: Ya toplumsal
hayattan büyük ölçüde koparlar, veya tam bir tezad bölünmüşlüğü ortasında acılar çekerek yaşamak zorunda kalırlar. Her iki halde de maşerî vicdan ve millî ruh, hiçbirtemel consensus'e (uzlaşmaya) hayatiyet kazandıramayacak kadar muztarip bir hale gelir. , ABD başkanları nutuklarında Yaradan'm yardımını dilerler. Kennedy'nin öldürülmesinden sonra göreve başlayan Johnson'un ilk nutkundaki son cümle şöyleydi: "Başarımm bir tek şartı vardır: Yaradan'm Yardımı. (Help of God)" ABD başkanları İncil üzerine el basarak yemin ederler. ABD Kongresi İngiltere Parlamentosu dua ile açılır. Parti Kongreleri de öyledir. Amerikan Dolarının üstünde, Yaradan'a güvendikleri yazılıdır... Amerikan Toplumunda ziyafetlerden sonra dua edilir. Amerikan Olimpiyat kafilelerinde her üç dinin vaizleri bulunur. Her üniversetide bir veya birden fazla kilise bulunur. Bir çok batı ülkesinde özellikle ingiltere'de durum aynıdır... Kiliseler, din eğitimini her seviyedeki özel din mektepleriyle kendi müstakil iradeleriyle yürütürler. Almanya'da üniversiteler dörde ayrılır. Dördüncü, kilise yüksek okullarıdır... Her hastanede bir dua adamı, her otel odasında bir İncil, her hava alanında her gemide bir kilise bulunur. Pazar ayinleri vaazları radyolardan televizyonlardan naklen yayınlanır... Adeauer bir Fransa seyahatinde rahatsızlanması sebebiyle kaloriferli kilise aratmış, bulunamayınca da ömründe ilk defa Pazar İbadetini yapamamanın üzüntüsünü beyan etmiştir. Bizde ise, Cumhurbaşkanı, bir İslâm Ülkesinin lideriyle gittiği câmi kapısında "Biz laikiz" diyerek çakılı kalmış ve içeriye girmemiş-girememiştir. Bakınız, ünlü eserinde Grigoriy Petriov ne diyor: "Yetişen nesillerin ruhunu zekasını boş bir tarla gibi kendi haline bırakırsak orada sadece ısırgan otları bite . (72) Okullar yeni nesillerin ruhunu kalbini aklını kurutma yerleri haline gelir.(73) Basın, bir sokak yosmasına döner; halk, semiz yahut sıska bir hayvan sürüsü haline gelir. (73) Halkta iman şuurunu uyandırınız. (143) Halk dindar olmazsa ne ilim ne teknik insanları kötülükten kurtaramaz koruyamaz. (150) Halkın dinen zayıflaması, devlet için tehlikedir. (43) (Ak Zambaklar Ülkesinde)
* Devlet münhasıran maddi bir olay değildir. (Bak, Il.Cilt, 8.B.) "Milletin manevi yapısını güçlendirmek ve korumak amaçlarından laik devlet kendini vareste tutamaz." "Bir milletin manevî yapısı çürürse o milletin devleti de rejimi de uzun süre ayakta kalamaz." (Bk. 2.cilt, 8. B. 13. madde) Din devlet ayrılığı Rus Anayasasının 52. maddesinde de zikredilmiştir. Ve uygulaması gözler önündedir. Dinin devletten ayrılmasını dinin devlet sınırlarından tardı manasına alanların uygulamasıdır bu. Devletin sahibi millettir, milletin dini milletin manevi yapısı nasıl olur da devleti ilgilendirmez? Bir hayat görüşüne dayanmayan bir tek içtimai müessese yoktur. Her devlet, anayasasında yazılı olsun olmasın, dünya görüşünü belirlemek için en azından "Teizm" ile "Ateizm" arasında zarurî bir tercih yapmak zorundadır. Çünkü devlet sadece güvenlik güçlerinin yöneticisi değil, eğitim işlerinin de yönlendiricisidir. Ve çünkü devlet, bir hukuk sistemine, her hukuk sistemi bir "hak hakkaniyet" idealine ve "Teizm-Ateizm" tercihinin yapılması zaruretine dayanır. İşte bunun içindir ki laiklikteki dinde vlet ayrılığı tahakkümsüzlük ve müdahalesizlik şartıyla "karşılıklı yardımlaşma ve saygı" esasına göre uygulanır. Devlet, milletinin manevi hayatını hukuki teminatlarla korur gözetir; millet, ise devletine inançlarından aldığı heyecanla güç verir sahip çıkar. Ak Zambaklar Ülkesinde adlı eserin yazarı Grigory Fetrov, "dinin zayıflaması devlet için tehlikedir" cümlesiyle hayati bir zarureti dile getiriyor. İstismar edilir gerekçesiyle İslâm'a fikir hürriyeti verilemiyeceği savunuluyor. İslâm adma yapılan menfilikler, İslâm'ın mahiyetinden asla doğmamış ve İslâmın asliyetini asla bozmamıştır. Ama Hristiyanlık adma yapılan menfilikler, hristiyanlığın muharref mahiyetinden doğmuş ve kuvvet almıştır. Batı'nın tarihinde önce isevilik istismar edilip Hristiyanlık haline dönüştürüldü, sonra o da istismar edilip, din, bir ruhban şirketi halini aldı. Ne hazindir ki; istismar korkusu bugün onlarda yoktur da, bizde vardır. İstismar, mâhiyet bozukluğu bulunmadıkça, istismar olunanı ilzam etmez. Yeniçeri şeriat adına ayaklanırdı, yeniçeri ocağı şeriat adma topa tutuldu. Şeriat devrim kapatan Tanzimat, şeriatı kurtarma fermam ile açıldı. 31 Mart, şeriat nâraları
attırılarak tertiplendi; o hâdiseyi bastıran Hareket Ordusu resmi bir bildiri ile şeriatı kurtardırdığını ilan etti. Abdülhamit şeriatçılıkla suçlanıyor; o'nun hal fetvâsı yine şeriatı koruma gerekçesine dayanıyordu. Hem Dürrizade fetvâsı hem de onun tam zıddı olan 153 imzalı Müftüler fetvası şeriat adma verilmişti... Şu halde, şeriat adına yapılan herşeyi İslâm'a mal etmek elbetteki mümkün değildir. Şayet, liyâkat hükmüne "istismarı" ölçü yapacaksak; önce bozulmuş bir din olan hristiyanlığı, sonra da asırlar süren gelişme safhaları boyunca binbir çeşit istismara yol açtığı için demokrasiyi yasaklamak gerekirdi! Neden, üstünlükleri meziyetleri müsamahakârlığı, ilme-insana-medeniyete-sevgiye-barışa verdiği değer bu kadar çoktur da, hürriyete liyâkati daha azdır İslâm'ın? Neden? İslâm'ın öz mahiyetinde ve tarihinde milli- insani- ilmi-medeni ideallerle bağdaşmayan tek bir nokta dahi göstermek muârızlarıııca bile kabil görülmezken, bu tezat nasıl izah olunabilir? Onlar tahrif yarasında odaklaşan tahakküm ve istismar mikroplarından bir ölçüde temizlendiğine inandıkları hristiyanlığı "sağlam" raporuyla taburcu edip hayata döndürdüler; biz asİiyet nuruyla parlayan İslam'ı tahakküm ve istismar vehimleri yüzünden fikir karantinası altında tutmaya devam ediyoruz. Bu tezat çözülmedikçe, Mutedil-mütekamil laikliğin hristiyanlığa tanıdığı fikir hürriyeti İslâm'a da tanınmadıkça, insanlığın hiçbir meselesi çözülemez.
relim:
RUSYA'DAKİ DEVLET-DİN AYRILIĞI Önce 1977 Sovyet Anayasasınm 52. maddesini aynen ve-
"SSCB vatandaşları, vicdan hürriyetine yani bir dine inanma veya inanmama ibâdet etme veya dinsizlik yapma haklarına sahiptirler. Dinî sebeplerle düşmanlık ve nefret uyandırmaya kalkışmak yasaktır. SSCB'de Kilise devletten, Okul da Kilise'den ayrılmıştır." Dikkat edilsin ki; bu ifadeler, laikliğin târifinde özellikle ^ bizim kolaycı ve kestirmeci yarı aydınlarımızca pek sık kullanılan ifadelerdir. "Din (kilise) Devlet'ten ayrılacak, okul kiliseden ayrılacak, herkes inanma veya inanmama, inancmı veya inkârını savunma hakkına sahip bulunacak, hiç kimse hiçkimseyi
mânevi sebeplerle kınamayacak..." Eğer bu mücerret ifadeler, laikliğin tarifine ve gerçekleşmesine yetseydi; laikliğin şampiyonluğuna Rusya seçilirdi! Peki farklılık nerededir? Bu kuru ifadeler, Batı ülkeleri için dahi nazari olarak kullanılabildiğine göre, muhteva ve keyfiyet farkı nasıl doğuyor? İşte meselenin can alıcı noktası. Kendi izahlarını kendileri şöyle yapmaktadırlar: "Batı da, Din-devlet ayrılığı, gerçekçi değildir. Din'le devleti ayırdıklarını söylüyorlar ama; kilise, eğitim üzerinde etkili olmaktadır, devletin desteğinden yararlanmaktadır. Ailelerin çocuklara dinsel eğitim vermesi teşvik olunmaktadı r. Dinsizlik suç olarak kabul edilmese bile, toplumda hoş görülmemektedir. Dinsiz eğitimcilere imkân tanınmamaktadır. Milletin dinidir diye, çoğunluğun dinine imtiyazlar-himâyeler sağlanmaktadır.. İşte bunun içindir ki İngiltere ve İtalya gibi ülkelerde gerçek din hürriyeti yoktur. Rusya'daki Proletarya Devrimi ise din ile devlet'i okul ile kilise'yi bütün ilişkileri parçalayarak tamamen ve gerçekten biribirinden ayrımıştır" (VVyshinsky, Thle La w of The Soviet State New York 1944,605, 606, 607, Program of the All-Union Communist Party sec. 13, Zikreden Prof. Ç. Özek, 190) Marksizmin din hakkındaki görüşleri bilinmektedir. Marksa göre din afyondur, hiçbir hakikati yoktur. "Din yalnızca, insan kendi çevresinde dönmediği sürece, insanın çevresinde dönen aldatıcı bir güneştir. Din, her çeşit yabancılaşmanın kaynağıdır. Gerçek mücadele, bu yabancılaşmaya karşı konularak kazanılacaktır. Üretim araçları topluma mal edilince, dinin gücü yok olacaktır. Din, her evrim safhasının karşıtını yansıttığı için vardır. Evrim tamamlanınca, yansıtacağı bir şey kalmayacağı için, din bütün gücünü kaybedecek ve yok olacaktır. Asıl mesele dine vücut veren ekonomik sömürü alt yapısının değiştirilmesidir. Bunun için de din'e doğrudan karşı çıkmak, kitapla propogandayla zorla o'nu kapitalist düzen içinde yok etmeye çalışmak bir fayda sağlamaz. O'nun belli bir süreçte, içtimai hayat damarları kesilerek yok edilmesi gerekir. Din'le savaşmalıyız, ama bunu (Kahrolsun din) diyerek yapamayız. Din'in devletten o türlü ayrılmasını hedeflemeliyiz ki; din, toplum'dan ve Fert'ten de ayrılsın. Bu ise kapitalist toplum şartlarında gerçekleşemez. O şartların bağnnda önce (sömürülme bi-
liııci) uyanacak ve sonra bizim devrimimiz doğacak ki; dindevlet ayrılığını tam anlamıyla uygulayarak, dini yok edebilmeye sıra gelsin. Daha önce dine aleni düşmanlık yapmak, sümürünün şiddetine rağmen sömürülme bilincinin uyanmasını geciktirebilir. Hiç değilse, kapitalist sömürünün tam köleliğinden sömürülme bilincinin uyandığı yarım köleliğe geçmemiş birine, dinin aleyhinde söz etmemek gerekir." Lenin'e göre, DİNİN ÖZEL BİR IŞ OLDUĞU ilân edilmelidir. "Fakat dinin özel bir iş olması, devlete herhangi bir himaye ve yardımcılık yükümlülüğü verilmemesi anlammadır. Marksist ideoloji, elbetteki din ile, onun kökünü kazımanın tedbirlerini almak bakımından, ilgilenecektir. Bu tedbirler dinin müessesevi (kurumsal) hayat damarlarını kesmek şeklinde olacaktır. Devlet din'i kendisinden öyle ayırmalıdır ki, ona hiçbir yardım yapmamalı, kendi hukuk düzeni içinde ona bir yer vermemelidir. Din, (kilise) imkansızlıklar içinde bir şeyler yapmaya çalışırken; ateizm felsefesine dayanan komünist devlet, kendi elindeki bütün imkanlarla kendi felsefesini en etkili teşkilatlanmalarla hâkim kılacaktır. Fakat ateizmi de açıktan açığa sloganlaştırmaya lüzum yoktur. Zemin, reel olarak kendiliğinden oraya kayacaktır." "Din Hürriyeti o hale getirilmelidir ki; kişi din'e karşı tamamen hür olsun. Bir dine bağlanmış olan insanın, din karşısında hür olduğu söylenemez. Gerçek din ve vicdan hürriyeti, dinsizlik hürriyetidir, dinlere karşı ilgisiz-bağsız-bağımsız kalabilme hürriyetidir. İşte Din-Devlet ayrılığı, bu hedefe vardırıcı bir biçimde kökten ve kesin olarak sağlanmalıdır." Bir başka deyişle, din ve inanç hürriyetine anayasa maddeleri halinde karşı çıkılmayacak, dinin kişisel bir iş olduğu noktasından hareketle, dinin bütün içtimai hayat damarları koparılacak, din Sibirya çölündeki bL ! >nsı 7 ve zavallı kulübe gibi kendi kendine harâbiyete uğray. - ai yok olacak. 1918,1925, 1936 Sovyet anayasalarında "Din Hürriyeti Devlet-Din, Okul-Kilise" ayrılığı ortak noktadır. Taktik, temelde aynıdır. Dine doğrudan karşı çıkılmayacak, din kaynaksızteminatsız-teşkilatsız-sahipsiz bir biçimde tecrid olunacak; öte yandan devlet, bütün imkânlarıyla toplumu ateizm potasında yoğuracak. İşte bunun için komünistler Din-Devlet Ayrılığınınke-
sinlikle ve şiddetle, bütün ilişkileri paramparça edecek surette uygulanmasına taraftardırlar. Batı'daki uygulamayı bunun için beğenmezler. Din-Devlet, Kilise-okul ayrılıkları, o derecede gerçekleşmelidir ki; "toplumun ve ferdin de din'den ayrılması" neticesi, sistemin tabii işleyişi ile kendiliğinden doğuversin. Marksistlerin-Materyalistlerin-Ateistlerin, Din-Devlet ayrılığından anladıkları işte bundan ibarettir. Bu planın zahiri icapları gerçekleşmiştir. Rusya'da din, her türlü içtimai tezâhür imkânlarından mahrumdur. İhtilalden önce Rusya'da 24312 cami, 45339 din adamı ve sadece Türkistan'da 639 medrese var iken, bugün göstermelik kabilinden 40-50 cami ve sadece iki dini eğitim ünitesi vardır. Diğer dinler de aynı durumdadır. Fakat planm tutmayan daha doğrusu öngörülmeyen bir yönü vardır. Din herşeye rağmen vicdanlardan ruhlardan sökülüp atılamamış; bilhassa İslâm, kendine has üstünlükleriyle tasavvufi cereyanlar halinde başta Kafkasya olmak üzere bütün Rusya'da bir çığ gibi büyüyüp yayılmış, müslümanların sayısında büyük artışlar olmuştur. Rusya nüfusunun dörtte birini müslümanların teşkil etmesi gerçeği karşısında, komünistler, kara kara düşünmeye başlamışlardır. Diğer dinler de, daha ziyade Balkan ülkelerinde, benzeri gelişmeler göstermişler, ateizm zulmüne karşı çok kuvvetli bir birikim oluşturma yoluna girmişlerdir. Macaristan, Çekoslovakya, Polonya isyanlarında manevi unsurların büyük rol oynadığı bilinmektedir. Mâbedlere mekteplere yayınlara meydanlara hükmedilebilir, ama ruhlara-vicdanlara-zihinlere-kilit vurulamaz. Dinleri zulümle yok etmek mümkün olsaydı, daha yayılmaya başladıkları safhada yok edilirlerdi. İslâm'ın yayılmaya başladığı sıralarda, hiçbir maddi üstünlük ve devlet himâyesi mevcut değildi; fakat karşıda dev imparatorluklar vardı. İmhâ şöyle dursun, ne tahribe ne tahrife muktedir olabildiler... Burada "son ve mahfuz" din olmanın manasmı hatırlamak, kıyamete kadar geliştirilecek her türlü zulüm metotlarma rağmen İslâm'ın en büyük kuvvet kaynağı olarak varlığım devam ettireceğinden emin olmamıza kâfidir. Hüküm, işin sonuna göredir ve âkıbetler hükümlere göre tecelli edecektir. Nitekim tecellinin birinci safhası son gelişmelerle tamamlanmış, dünya yeni bir arayışın eşiğine gelmiştir.
VIII- ANAYASA HUKUKU BAKIMINDAN DEVLET, MİLLET, DEMOKRASİ: Kavramlara ilmin ışığında açıklık getirmek ve onları ilmi târiflerine uygun olarak kullanmak gerekir. Bir çok sıkıntılarımız bu hususta yeteri kadar bilgili dikkatli ve gayretli olmayışımızdan doğuyor. Kavramlar karşısındaki menfi tavır, genellikle üç şekilde tezahür ediyor: 1- Bir kavramlar anarşisi oluşturarak kültür hayatımızı zaafa uğratmak isteyenlerin kasıtlı tutumu. 2- Düşünce ve ifade akışının sağlanması bakımından bazı nüansların ihmalini zaruri kılan pratik soyutlama şartlarını bahane ederek kolaycılığa meyletmek, tercihi. 3- Müşahhas görüntülerden kendi için önemli olanı herşeymiş gibi görme alışkanlığı. Devlet kavramının bu tezâhür şekilleri bakımından durumu şudur: 1 - Kasıtlılar grubu, devleti milletten ayrı düşünür ki; bazı iddialara elverişli bir zemin teessüs etsin. Bunlar, mesela, "devlet'e önem verme" maskesi ardında milleti önemsiz ve değersiz görürler. 2- Hukukta bazan, idare edenler kategorisini işaretlemek için "devlet" kelimesi kullanılır. Her kullanım yerinde, bütün nüansları mutlaka korumaya çalışmak ısrarı; ifade zorluğu doğurur. Çerçeveyi sıhhatli bir anlatımla çizip, bu çerçeveye
tam bağlı olarak mecaz niteliği taşıyan atıflarla yetinmek; hem caizdir, hem de zaruridir. Yarı aydınlarımız bu durumu istismar ederek devletin hukuki-ilmi muhtevasını hiç hatırlamaz ve okumak-incelemek-düşünmek zahmetine asla katlanamayan mizacıyla hep kestirmeden gider. 3- Bazı vatandaşların nazarında devlet temas ettiği resmi yetkililerin tavırlarında teşahhus eder. Devlet; bazan bir güvenlik görevlisidir, bazan vergi tahsildarıdır, bazan tapu memurudur vs... Fakat laikliği anlamak gibi fikri meselelerde, devletin ne olduğunu bütün veçheleriyle bilmek ve bir anlamda mecaz ifade eden kısaltmalara giderken bütünlüğe ters düşen ihmallerden ve yanlışlardan sakınmak zorundayız. Mesela, devletin dine karşı ilgisiz olduğu ifade edilir. Burada anlatılmak istenen husus, devlet ve millet kavramları iyi bilinmeden yerli yerine oturtulamaz. Bunun nitecesi olarak da "mûtedil laiklik" kavramı anlaşılamaz. Devletin dine karışmaması, her ne kadar ilgisizlik olarak ifade ediliyorsa da; burada aslolan ilgisizlik değil, müdâhalesizliktir. Batıdaki uygulama göstermektedir ki; laiklik, devletin dine karşı mutlak bir ilgisizlik içinde bulunmasını gerektirmez. Esasen bu mümkün de değildir. Çünkü; milleti millet yapan unsurlar arasında mânevi değerlerin önemli bir yeri vardır. Dinsiz millet, ruhsuz ceset gibi kokar. Mânevi buhran, maddi buhranlar doğurur. Devlet, milletin ihtiyaçlarına zaaflarına dileklerine özlemlerine karşı nasıl ilgisiz kalamazsa; milletin mânevi yapısına karşı da ilgisiz kalamaz. Devletin din'e müdâhaleetmemesi demek, o'nun asliyetine ve o asliyet içindeki hürriyetlerine olumsuz bir etkide bulunmaması demektir. Ama milletin manevi yapısını güçlendirmek ve korumak amaçlarından laik devlet kendini vâreste tutamaz. Demokrasinin sıhhati dahi, manevi yapının sıhhati ile kaimdir. Bir milletin mânevi yapısı çürürse, o milletin devleti de rejimi de uzun süre ayakta kalamaz. "Devletin dini yoktur" derken bir soyutlama (abstraksiyon) yaptığımızı, devletin mücerret hukuki şahsiyetini kastettiğimizi ama devlet kavramını şekillendiren realiteye milletin vücut verdiğini ve milletin de bir dini olduğunu unutmamak gerekir. Bu meseleleri açıklayabilmek için önce "devlet" ve "millet" kavramları ile onların kapsamı içindeki diğer kavramları
kısa ve özlü târifler halinde berraklığa kavuşturmalıyız: 1- Bir cemiyetin idare edenler ve idare edilenler (siyasi iktidar ve ona tâbi olanlar) şeklinde farklılaşması ile "siyasi cemiyet" oluşur. 2- Siyasî iktidarın müesseseleşmesi ile "siyasi cemiyet" devlet halini alır. Devlet, siyasi cemiyetin en gelişmiş şeklidir. 3- Hâkimiyet; adalet ve hakkaniyet esası üzerinden hâkim olup hükmetmek demektir. (Prof. Başgil) 4- Gelişmiş devlet şekilleri, hâkimiyet hakkının millete ait bulunduğu ilkesine dayanır. Siyasi iktidar, bu hakkı, milletin rizâsıyla-oyuyla ve belli temel kurallara tâbi olarak millet için kullanır. 5- Devletin unsurları: a) Müşahhas unsurlar: Ülke, millet, güç, merkezî teşkilat. b) Mücerret unsurlar: Hukuki şahsiyet, hâkimiyet 6- Devlete hayat ve hareket veren kuvvetler: a) Ferdi kuvvetler... İş, idare, ekonomi, ilim, politika faaliyetleriyle etkili olan fertler. b) A m m e Efkârı (opinion publique), (duygular, fikirler, kanaatler) 7- Hâkimiyet'in ifadelenme vasıtaları, teşri-yasama-icrâ (yürütme kaza yargı) kuvvetleridir. 8- Devlet, hukuken mücerret bir şahsiyettir. Devletin asıl realitesi millettir. Millet realitesinin farklılaşmış ve müesseseleşmiş görünümünü, hâkimiyet hakkıyla temsil eden mücerret hukuki şahsiyete devlet adını veriyoruz. Bu dar mânâlı tarifte, devletin bir mücerret unsuru ele alınıp mecâzen bütünü kastedilmektedir. İkinci dar telakkide, devlet, hâkimiyet hakkını teşri-icrâkazâ (yasama yürütme yargı) iktidarları olarak kullanan devlet organlarının toplamı şeklinde tarif edilir. Halbuki devlet; millet realitesindeki farklılaşmanın üst kısmına değil, farklılaşma müesseseleriyle birlikte o realitenin gelişmiş bütünlüğüne denir. Farklı noktalardan yola çıkmalarına rağmen, devleti faaliyet organlarıyla eşitleyen târifler de, devleti bir mücerret unsuruyla eşitleyen târifler de, muhtevâ darlığı bakımından aynı vasıfları taşımaktadır. Devleti geniş, ilmi ve mürekkep mâhiyetiyle aksettiren Din-Medeniyet ve Lâiklik F. 17
257
târifler ise şöyledir: "Devlet, milletin bir hukuki şahsiyet halinde görünüşüdür." (Fransız hukukçusu Esmein) "Devlet, ammenin iyiliği için kullanılan müesseseleşmiş siyasi otoriteye sahip bir iktidarın bulunduğu hukuken teşkilâtlanmış ve belirli bir ülkeye yerleşmiş milli bir topluluktur." (Belçikalı hukukçu Dabin, Kübalı) 9- Devletin şekilleri: a) Monarşik 1-Mutlak 2- Meşrûti b) Cumhûri 1- Aristokrasi 2- Demokrasi Çağımızda hür seçimle teşekkül eden bir parlamentoya dayanmak vazgeçilmez şarttır. Bu şart yerine getirilmezse, cumhuriyetin ve demokrasinin hiçbir anlamı yoktur. 10- Milleti meydana getiren âmiller: a) Müşahhas ve objektif âmiller b) Mücerret ve mânevi âmiller. Müşahhas ve objektif amiller, ırk birliği ve yurt birliği; mücerret ve manevi âmiller, din birliği-dil birliği-terbiye birliği-milli kültür ve ideal birliği'dir. 11- Demokrasi denilen devlet şeklinde beşerî hâkimiyetin sâhibi bir sınıf veya zümre değil, millettir. 12- Klasik Demokrasi'nin başlıca teşkilat prensipleri şunlardır: a) Hükümet edenlerin kullandığı iktidar bir hak değil bir fonksiyondur. b) Hâkimiyet asli bir lıak olarak millete aittir. c) Hükümet edenler milletin temsilcileridir. d) Hükümet edenlerin kullandığı iktidar muvakkattir. e) Millet, hâkimiyetin asli sahibi sıfatıyla hükümet edenleri murâkabe etmek hakkına bizâtihi sâhiptir. f) Hükümet edenler de, tâbi olanlar gibi, kanunun hâkimiyeti altındadır. g) Umumi irade, parlamentodaki çoğunluğun iradesidir. 13- Her nevi içtimai müessese, muhakkak bir tefekküre ve her fikir bir dünya görüşüne dayanır. (Prof. Kübalı, 413)
Dünya görüşü ise ideal ve âlemşumul bir hayat ve hakikat tasavvuruna göre bağlanılan bir davranış ve düşünüş şeklidir. Aileden başlayarak milletlerarası topluluklara varıncaya kadar hiçbir içtimai müessese yoktur ki, bir dünya görüşünün mahsulü ve ifadesi olmasın, (a.g.e) a) Klasik Demokrasi spritüalisttir. Çünkü ona göre beşeri nizâmın sâiki ve hedefi olan insan, düşünen ve duyan bir ruh (esprit) ile mücehhezdir. Ruh ise, maddi âlemin fiziki ve biyolojik determinizmine tâbi olmayan bir cevherdir. İnsanın fikrî, dinî ve ahlâkî iç varlığını teşkil eden bu cevher, onu madde'den ve hayvan'dan ayırır. (Prof. Kübalı, Anayasa Hukuku 416) b) Klasik Demokrasi idealisttir. Çünkü: Beşeri hayatın değişen hal ve şartları dışında, medeni insanın sabit kalan spritiiel varlığının zaruri icabı olmak üzere; değişmeyen bir takım ezelî ve ebedî hak kaidelerinin adalet prensiplerinin varlığına kanidir. Beşeri münasebetler ve müesseseler, değişmeye ne kadar mâruz bulunurlarsa bulunsunlar; meşrû olabilmek için insanın mânevi varlığını korumak hedefini güden bu hak ve adâlet ideallerine uygun olmaları lâzımdır. (Prof. Kübalı a.g.e. 417) BATI DEMOKRASİSİNİN DÜNYA GÖRÜŞÜ: Tekrarlayalım: Aile'den milletlerarası teşekküllere kadar her nevi müessese, bir tefekkür temeline bir dünya görüşüne dayanır. "Dünya Görüşü" ideal ve âlemşumul bir hayat ve hakikat tasavvuruna bağlı bulunan bir davranış ve düşünüş şeklidir. Madem ki her müessese bir dünya görüşüne dayanmaktadır, öyleyse hürriyetçi demokrasinin dünya görüşü nedir? Şudur: 1- Her beşeri sistem insan'la yürür ve her "beşeri sistem" insanı mutlu etme amacını benimsemek durumundadır. 2- İnsan, bir ruha sahip olan ve inanan-düşünen-duyan bir varlıktır. 3- Ruh, maddi determinizme tâbi olmayan bir cevherdir., 4- Beşeri şartlar değişir. Ama değişmeyen bir takım Ezeli ve Ebedi Hak Kaideleri ve Adalet Prensipleri vardır. Meşruiyetin kaynağı ve ölçüsü, işte bu değişmez Ezeli-Ebedi Hak Kaideleri ve Adalet Prensipleri'dir.
(Şunu da tekrarlayalım: Yukarıdaki özet, Prof. Hüseyin Nail Kubalinm Anayasa Hukuku adlı kitabından derlenmiştir.) Bir hususa açıklık getirmekte fayda vardır: Bütün dünya görüşleri, aslen, önce mutlak kudret sahibi bir Yaratıcı'nın varlığına inananlar ve inanmayanlar olmak üzere ikiye ayrılır. Aradaki çeşitlenmeler, özlerdeki temel farkları pek etkilemez. Meselâ ateizm ile panteizm arasında, ifade incelikleri ve kurnazlıkları dışında bir fark yoktu r. (Bk. 2.kısım. I. Bölüm B4.2.kısım, X.B. B4) Hürriyetçi Demokrasi'nin dünya görüşü ise teizme dayanır ve yukarıdaki 4 maddenin kaynağı bu inançtır. Sağ Felsefe'nin buna katkısı, tahrifin doğurduğu bulanıklığı bir ölçüde tashih edebilme gayretinden doğmuştur. Binaenaleyh, hürriyetçi demokrasinin dünya görüşünü vasıflandırırken sadece "spritüalisttir, idealisttir..." diyerek sadece bazı felsefe akımlarını sıralamak gerçeklere uygun düşmez. Spritüalist felsefenin öyle filozofları vardır ki, demokrasi fikrine ilgisizdir hatta düşmandır. Diğer taraftan "Sizi gidi filozoflar sizi" diye feryad edenj. J. Rousseau (2. kısım IV. Bölüm E) modern demokrasinin (J. Lock ile beraber) fikir babası durumundadır. Kısacası, Hürriyetçi Demokrasi'nin, Allah İnancına (1) insanın Ruhi ve Manevi Değerine (2) Ezeli-Ebedi Hak Kaidelerine (3) ve bu kaidelere uygunluğun bir meşruiyet ölçüsü teşkil etmesi esasına (4) dayandığını söylerken; bunları öncelikle felsefi unvanlara değil Hristiyanlığa bağlamak ve fakat bazı sınırlı felsefe katkılarını üstlerine ekol etiketleri yapıştırmaksızın hatırlamak, en doğru ifade şeklidir. J.J. Rousseau'dan çeşitli vesilelerle söz ettik. Bir kaç satırla J. Lock'u da tanıtalım: "Hristiyanlığa sımsıkı bağlıdır. Kendisinden bir ahlâk kitabı yazmasını isteyenlere, İncil varken böyle bir işe kalkışmasının abes olacağını söylemiştir. Hristiyanlığın teslis ile ilgili yönlerine soğuk bakmış, açık bir tavır almamasına rağmen bu hali . tepkilere yol açmıştır. İlahî ahlâka, hristiyan ahlâkına inanmış; ' beşeri ahlâk sistemlerinin hiçbir etkisi olamayacağını savunmuştur. Din ve Vicdan hürriyetine büyük önem vermiş, ama ateistlere müsamaha göstermemiştir.
(Bize karşı yapılmasını istemediğimiz şeyi başkalarına da yapmayalım) sözünü ahlâk ve hukuk anlayışına temel yapmıştır. Panteizme kesinlikle karşıdır. Tam bir hristiyan gibi yaşamış; 72 yaşındayken, baş ucunda okunan İncil'i dinleyerek ölmüştür. (Filozoflar Ans.) BATI MEDENİYETİNİN FORMÜLÜ Nitekim Batı medeniyetinin yapısını izah ederken üçlü bir eşitliği söyleyivermek umumi kabule mazhar olmuş bir değerlendirme tarzıdır: Batı Medeniyeti = Hristiyanlık + Yunan + Roma. Bir başka deyişle: Batı Medeniyet = Hristiyan İmanı + Yunan Felsefesi + Roma Hukuk Gelenekçiliği. Terkibin zemini Hristiyanlık tır. Yunan düşüncesi (felsefesi) o zeminde kullanıldı. Ve yeni gelişmelere vasıta edildikten sonra posası bir kenara atıldı. Hristiyanlığın bu muamelede yaptığı etki, aldığından çok daha büyüktür... Keza Roma Hukuku da Hristiyankktan tamamen ayrı değildir. Hristiyanlığın Roma Hukuku üzerindeki etkisi mâlumdur. Kaldı ki; hiçbir batı ülkesi, Roma Hukukunu aynen almamış, sadece manevi-kültürel-fikrî yapının çerçevesi içinde milli özelliklerine göre ondan faydalanmıştır. BATI DEMOKRASİSİNİN FORMÜLÜ: Demokrasinin teorik yapısını incelerken, medeniyetin strüktürel vasıflarını gözden uzak tutmak elbetteki mümkün değildir. Demokrasinin gelişim şartlarını izah için bu münasebeti sağlam bir mesned olarak benimsemek, sıhhatli sonuçlara varmanın vazgeçilmez şartıdır. Demokrasinin gelişim unsurlarını özetleyen formül şudur: I- Manevi-Kültürel-Fikrî-Karakteristik Temel II- Millî Birlik III- Güçlü Bir Orta Sınıf , . Burada da kemmî (kantitatif) bir toplam değil keyfî (kalitatif) bir bütünleşme söz konusudur. Formülün I. sırasında yer alan ve "manevi-fikri-kültürelkarakteristik temel" şeklinde ifade edilen kompozisyon, daha
yukarıda verilen Batı Medeniyeti Formülünün Hristiyanlığa bağlı fonksiyonel oluşum (tekevvün) özelliğini aynen korur. Temelin en önemli, unsuru dindir; aynı sıranın diğer unsurlarıyla birlikte meydana getirilecek olan bu temel ne kadar sağlam ise II. ve III. sıraların yapısı da o nisbette sıhhatli olur. Hristiyanlık; Batı Medeniyetinin oluşmasında ve gelişmesinde ne gibi bir etkiye ve öneme sahipse, Batı Demokrasisinin oluşmasında ve gelişmesinde de aynı etkiye ve öneme sahiptir. (Bk. 2.cilt.7.B., ayrıca l.cilt.I.II.III. B. ler ve giriş'teki İnsan ve Cemiyet, İnsanın Tekâmülü, Cemiyetin Tekâmülü başlıklarını taşıyan tahliller-grafikler) Bu etki sebebiyledir ki: Demokrasinin teorik esasları anlatılırken, değişmeyen ezeli ve ebedi hak kaideleri ve adalet prensipleri'ni meşruiyet kaynağı olarak kabul eden bir dünya görüşünden söz edilebilmektedir. Medeniyete vücut veren" kültürel muhassala" cümlesinden olarak; ruh cevheri hakkındaki düşüncelerin tenasüh fantezilerine saplanıp kalmaması, Üstün Kuvvet ve İlk Sebep hakkındaki düşüncelerin panteizm ve deizm çukurlarında boğulmaması, maddenin değeri hakkındaki düşüncelerin ateizme sürüklenmemesi; ve hepsinin bir ince tekamül çizgisinin oluşmasına katkıda bulunabilecek nitelikler kazanması, aynı etki ile (yani Hristiyanlıkta) mümkün hale gelmiştir. TEMEL MESELE: Gerek "C" gerek "D" formülleri, Batı Medeniyetinin ve Batı Demokrasisinin strüktiirel (bünyevi) kalıp formülleridir. B'deki 4"'lü izahlar ise; A'dakilerlebirlikte (A12), Batı Demokrasisinin. strüktürel kaynaklarından doğup beslenmiş hukuki esasları yansıtmaktadır. Demokrasiyi alacaksınız, fakat kendi strüktürel kaynaklarınıza göre o kalıplara hangi muhtevayı koyacaksınız? İşte temel mesele budur. Hristiyan imanının Hristiyan ahlâkmın milli geleneklerin ve karakterlerin yerine neyi koyacaksınız? Felsefi akımlar Batı Medeniyetinde ve Demokrasisinde asli unsurlar değil, Batı Tarihinin zaruretleriyle ilgili "yardımcı'' unsurlardır. Peki, Batı dışındaki ülkeler, "asli unsurlar" yerine neyi ikame edeceklerdir? Prof. Hüseyin Nail Kübalı, batılı mii-
elleflerden naklen, demokrasinin dünya görüşüne "Ezeli ve Ebedi Hakkaniyet Kaidelerinin" esas teşkil ettiğini belirtiyor. Bu kaideleri filozoflar koymamışlardır... Prof. A. Fuat Başgil, demokrasideki hâkimiyet mefhumunu "hakkaniyet ve adalet esası üzerinden hâkim olup hükmetmek" şeklinde târif ediyor. Şayet laikliği devletin yapısıyla ilgili siyasi ve hukuki bir prensip olarak değil de, asli kaynakları bertaraf etmenin (ikame) vasıtası olarak kullanırsanız; yani laikliği adeta bir "din" haline getirirseniz; ne medeniyetten ne demokrasiden bahsedebilmenin imkanı kalmaz. Laikliği, kendi öz mahiyeti hilâfına içtimai-ahlaki-fikri-milli hayatın bütününe teşmil ederseniz, "medeniyet" ve "demokrasi" içi boş kalıplar haline gelir. Ortega'nın dediği gibi "Vasıta gaye haline alır, devlet, millet için değil; millet, devlet için var olmaya başlar. Halk devlet makinesinin yakıtı olmak durumuna düşer. Maddi ve manevi sefâlet artar." (kitlelerin İsyanı, 125) Bodin'in tâbiriyle "devletin temeli olan aile" çöker ve Hegel'in tavsifiyle "develerin özünü oluşturan milli ruh" kurur. Gaye haline getirilmiş olan her vasıta, çürür gider. Her vasıta, meşruiyetini gayesinden alır ve kendi gayesini reddedince hem meşruiyetini, hem hayatiyetini kaybeder. Dünyanın en sağlam demokrasisi İngiltere'dedir ve İngiltere dünyanın en gelenekçi ülkesidir. G us tav le Bon" Anayasa yapmak çocukça bir iştir" diyor. Çünkü anayasa esasen bir vasıtadır ve o vasıtanın gayesi milletin kalbinde ruhunda inancında teminatını bulmak durumundadır. Bulamamışsa, her gayret beyhudedir. DEMOKRASİ VE İDEAL Maddi-manevi (ruhi-bedeni) bütünlüğü gözetilip korunarak insan'ı ve insanlan (ferd'i ve cemiyet'i) miiessesevi (instütüsyonel) teminatlarla hür ve âdil bir yönetime kavuşturmak demokrasinin idealidir. Demokrasi, mutluluk idealinin siyasi ifadesidir, yahut siyasi mutluluk idealidir. Her mefhumun her fikrin bir İDEAL YAPISI ve GAYESİ, bu ideal yapı tarafından belirlenen bir İSTİKAMETİ, ve bir de uygulama da görülen REALİTESİ vardır. Demokrasi sözü, Aristo'dan beri söylenir. Her devirde demokrasinin bazan ve ekseriya daha ileriye, bazan da daha ge-
riye giden realiteleri olmuştur. Buna paralel olarak, bağlanılan ideal yapısı ve o yapı tarafından belirlenen istikameti büyük değişmeler göstermiştir. Bugünkü batı demokrasisi, tarihî safhalar boyunca hürriyet ve adalet özlemlerine konu teşkil etmek gibi bir süreklilik vasfına sahip bulunsa da; asıl gelişmelerini, 18. asırdan sonra göstermiş, hatta miiessesevî bütünlüğünü ve ciddiyetini ancak 20. asırda kazanmıştır. İlk paragrafta ifade olunan ideal, gelişme safhalarının tamamlanmasından sonra şekillenen esaslara göre tarif edilmiştir. O târife göre, demokrasi idealine karşı çıkılamaz. Fakat unutmamak lazımdır ki, İDEAL ile REALİTE arasında çok büyük mesafeler var olabilir. Dahası: Realite ile ideal arasındaki bu mesafe, istikamet sapmasına müncer olacak kadar büyüyebilir. Uygulanan demokrasi, mediokrasiye demogojiye dönüşebilir. Çifte standart uygulamasıyla tam bir sömürüye vasıta edilebilir. Kaynakların bozulmasıyla, bulanmasıyla, zaafa döşmesiyle, ihmal edilmesiyle, kansız ve fersiz kalabilir. J.J. Rousseau "ideal demokrasi hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir" sözüyle, realite ve ideal arasmdaki farkın ortadan kaldırılamayacağını, asıl yapılması gereken işin ideal'e uzanan gelişme çizgisini (yani istikameti) takip etmek olduğunu dile getirmektedir. Hür-ğenel seçim müessesesinin ancak 20. asrın ilk çeyreğinden sonra yaygınlık kazandığını ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bazı derslerin ancak alınabildiği göz önünde tutulursa; Batı demokrasisinin, (VIII/A'da) belirtilen teşkilât prensiplerini ve unsurlarını miiesseseleştirerek 1950'li yıllarda istikrar kazandığını söyleyebiliriz. Bugün, demokrasi idealini, o teşkilat prensipleri ve unsurları dışında düşünmek mümkün değildir. Demokrasi İdealine karşı çıkılmaz, dedik. Fakat "uygulamadaki demokrasi" realitesini tenkid etmek ve aşmak; bizâtihi o ideale bağlılığın kaçınılmaz sonucudur. Batılı bir müellif, "DEMOKRASİ EN AZ KÖTÜ OLAN REJİMDİR" diyor. İşte demokrasinin bugünkü realitesi budur: "En az kötü olan rejim." Ne varki, bu realite sâbit değildir. "En az kötü olma" izafi vasfını koruyarak ekseriya daha ileriye ve bazan daha geriye gidebilir. Hattâ öyle olabilir ki, bu vasıf, ciddi ve köklü bir mâhiyet değişikliği noktasında ortadan kalkabilir.
Demokrasi'nin realitesi zaruret, ideali fazilettir. Demokrasi'nin idealine inananlar, realitesini daima tenkid etmişler ve ileriye götürmeye çalışmışlardır. , DÖRT VASIF Batı'da dört vasıf vardı ki, asıl imrenilecek şey onlardı. Aslında onları başkalarından almaya muhtaç da değildik. Kaynaklarımızda vardılar ve onların asıl bizde gelişmesi serpilmesi gerekirdi. O dört şey, şunlardı: 1- Düşünce ilgisi, 2Metot Terbiyesi, 3- Uzlaşma Mahareti, 4- Medenî-İçtimai Cesaret.
1- Düşünce İlgisi:
Düşünce Hürriyeti, mücerret olarak fazla bir işe yaramaz. Düşüncenin engellenmemesi, yalnız başına bir mana ifade etmez. Düşünce ikliminin var olması, düşünceye rağbetin bulunması, düşünceye değer verilmesi, düşüncenin ve düşünce adamlarının ilgi görmesi lâzımdır. Düşünce adamı yerden bitmez. Kaabiliyet sahibi olmak da yetmez. Hiçbir düşünce adamı kendini zorla kabul ettirmeye, zorla saygı ve ilgi oluşturmaya çalışmaz, çalışamaz. Baskıya mâruz kalmak ayrı meseledir. Sesiniz mâkes buluyorsa, tesir ulaştırma ümidi taşıyorsanız, her türlü baskıya göğüs gerilebilir. Ama herşey bir müdahaleyle yok olacak kadar mânâsızlaşabiliyorsa, hiçbir sıkıntıya katlanmak mecâli bulunamaz. Düşünceyi ve düşünce adamını baskı ve zulüm değil, ilgisizlik öldürür. Osmanlı'da düşünce hürriyetini engelleyen halleri yoktu. Batı'da ise çoktu. Ama, düşünce hareketleri onca baskıya ve zulme rağmen, ilgi gördüğü için Batı'da vardı. Bizde ise baskı ve zulüm olmamasına rağmen, ilgi görmediği için yok gibiydi... Cemil Meriç, Osmanlı'nın düşünceden müstağni olduğunu o ihtişam şartlarında bunun tabii karşılanması gerektiğini söylüyor. Acaba ihtiyaç mı yoktu, var olan ihtiyaç mı hissedilmiyordu? Elbetteki ikiHcisiydi. İslâm Ortaçağında düşünenler çoktu. Ama asıl düşünülecek konuları değil, Yunan felsefesinin çıkış noktalarını takliden, onların habersiz oldukları ama bizim çok iyi bilmemiz ge-
reken konular üzerinde onların metodlarıyla düşündüler. "Cennet- Cehennem semboldür" demeye varan şaşkınlıklar gösterdiler. Halbuki, mutlak iman esasları ışığında, içtimai-siyasi-iktisadi-tarihi münasebetleri düşünmeliydiler. Tam tersini yaptılar. 2 - Metod A lışkaıılığı
Bir işi muayyen ölçülere göre yapmak en verimli yoldur. O ölçüleri eksik bırakmak da, aşmaya çalışmak da, ters neticeler verir. Ne günlük hayatta, ne genel planda, metod prensibini hâkim kılmayı bir türlü başaramamışızdır... Bir kaç zaman ölesiye çalışabiliriz ama, makul ölçülere tam bağlanarak muntazaman çalışmaktan hiç hoşlanmayız... Bir konunun en derin bahislerine dalmak cesaretini gösterebiliriz de, o konunun çok daha kolay bahislerini atlamaktan bir türlü kurtulamayız. Çünkü kuşata-kuşata, sindire-sindire öğrenmeyi bir alışkanlık haline getirememişizdir. Bir âlim, yeni yetişenlere şöyle demiştir: "öyle şeyleri bilmiyor, ama Öyle şeyleri biliyorsunuz ki hayrete düşmemek kabil değil!" Eğitim sistemimiz baştan beri metodsuzluğa dayanmıştır. Seçkin insanlarımız ya kendi kendilerini yetiştirmiştir, ya da sistem bakımından âdeta imâlat hatası teşkil edecek kadar özel bir farklılık göstermiştir. 3- Uzlaşma Mahareti: Batı, müesseselerini yıkmamış terk etmemiş, sadece geliştirmeye ve yenilemeye çalışmıştır. Çok buhranlar yaşamış, fakat çözümü müesseselerinin devamlılığı içinde uzlaşmalar sağlayarak bulmuştur, bulmaya gayret etmiştir. Tesir almış, ama kendi terkibini kendi içinden çıkarmıştır. Biz bunu hiçbir zaman yapamadık. Adeta her devrimiz bir öncekinin inkârı mahiyetini taşımıştır. Günlük hayatta da uzlaşmayı bilmemenin ıztıraplarını sayısız örnekler halinde yaşamışızdır. Müşterek çalışmayı gerektiren işlerd e başarılı olamayışımızın sebebi budur. Mehmed Akif, "Bakıyorum, tek tek hepimiz çok kıymetli insanlarız. Ama bir iş için bir araya geldiğimizde, hepimizi koy çuvala at denize!" demiştir...
Şairlerimizin ve yazarlarımızın çoğu, kendilerinden başkasını beğenmemişler, şair ve yazar dahi saymamışlardır. Fikrî yardımlaşma ve tamamlanma bu yüzden bir türlü gerçekleşememiş, meseleler yelerince ileriye götüriilememiştir... Dayanışmayı ve gerçek safların oluşmasını imkansızlaştıran en mühim sebep, Uzlaşma Maharetinin yokluğudur. 4- Medenî-İçtimaî Cesaret: Bakınız Osmanlı (Tarihine, en ılımlı cinsinden dahi bir tek halk hareketi göremezsiniz. Cesaretimiz askeridir. İçtimai Fikrî sahada hiçbir ciddi tepki vukû bulmamıştır. Sadece, derin sessizlikler şeklinde tezâhür eden pasif mukavemetler vardır. Tarihimizdeki içtimai değişimlerin hiçbirinde, halkın, ne müsbet ne menfi, hiçbir yön verici tesiri müşahade edilemez. Bir sadrazamımız şöyle demiştir: "Dipten hiçbir hareket gelmeyince, bizde sefaretler kanalıyla papuçcu muştası gibi yandan yandan vurduk." Tabii ki neticesi de ona göre olmuştur. Halbuki, el ile dil ile hiç değilse söz ile menfiliklere karşı çıkmak ölçüsü bizimdir. Ve: "Müslümanlık en büyük kahramanlıktır." Tarihimizdeki ilk halk hareketi, 14 Mayıs 1950 olayıdır. Bu olayla milletin duyguları-düşünceleri ilk defa bir tazâhür müessiriyetine kavuşmuştur. Fakat unutmamak lâzımdır ki; bu müessiriyetin şumul kazanması demokrasinin gelişmesine ne kadar bağlıysa, demokrasinin gelişmesi de " 4 VASIF' m kazanılmasına o kadar bağlıdır. "4 VASFIN" taşıdığı önem, demokrasi şartları içinde azalmamış, daha da artmıştır.
IX- OSMANLİ D E V L E T YAPISI HAKKINDA 1-Osmanlı Devleti Lâik miydi? Bazılarına göre Osmanlı Devleti laik bir devletti! Bu iddia, İslâm'a "laik din" demek kadar saçma olmasa bile, yine de temelinden yanlıştır. Bu iddiaya mesned yapılan unsurlar, iki bölümde mütalaa edilebilir, a) Osmanlı Devletinde dinî müsamahanın ve hürriyetin varlığı b) Hukuki yapıda, icraî alanda, şeriata uymayan tarafların bulunması. İlk bölümdeki mesned, hiçbir zamanda ve halde, laiklik hükmünü icap ettirmez. Müsamaha ve hürriyet, laikliğin lâzım şartıdır; kâfi şartı ve târifi değildir. Gelelim ikinci bölüme. ..Osmanlı devletinin yapısında ve tatbikatında şeriatla bağdaşmayan cihetler var mıydı, varsa nelerdi? Burada bir farkı gözetmek lazım: Hakkında şer'î hüküm bulunan hususlar başka kaynağa dayandırılırsa, şeriata aykırılık söz konusudur; fakat bir mesele şer'i hükümler dahilinde geliştirilen vasıtalarda çözümlenirse, şeriata aykırı bir durum doğmuş olmaz. "Osmanlı'da örfi hukuk uygulamaları vardı" deniyor. Örfün İslâm'da yeri vardır. O yer muhafaza edilmiş ve hududu aşılmamışsa, elbetteki bir uzaklaşma veya sapma durumu vukû bulmuş olmaz.
Prof. Hüseyin Hâtemi Osmanlı'da kısmî laikliğin bulunduğu hattâ bunun Asr-ı Saadetten sonra başladığı görüşündedir. (Yeni Gündem 33/16) Prof. Hâlemi bu görüşüyle İslâm'a uymayan bazı fikri-felsefî ve tatbikî temâyüllerin-tercihlerin varlığını kastediyor olmalıdır. Şöyle diyor: "İslâm tarihi içinde lâiklik süreci Asr-ı Saadetten sonra başlamış ve bu ilerleye ilerleye tâ Osmanlı Devleti'ne kadar gelmiş, Osmanlı Devletinde hızlanarak devam etmiş, Tanzimat'tan sonra da bildiğimiz seyrine girmiştir... Kamu Hukuku alanında, İslam Sistemi saltanata döndürüldüğü andan itibaren bir laiklik süreci İslâmın içinde uygulanmaya başlamıştır. Daha sonra Hilâfetin isim olmaktan öteye bir manası kalmamış ve Şeyhülislamı da bu halife tayin etmiştir. Şeyhülislam bir devlet memurudur." (a.g.e) Prof. Hatemî'nin sözlerinde hakikat payı vardır. Fakat dinden her uzaklaşma ve sapma olayına laiklik demek doğru değildir. Fransız İhtilalinden sonra mefhumlaşan bir kelimeyi, İslâm'ın ilk devirlerinde ki sapmaları tavsif için kullanmak, ilme uygun düşmez. Bizde laikleşmeye ilk yöneliş Tanzimat'tan sonra başlar. Ondan öncesi bu gidişi hazırlayan şartlar olarak mütalaa edilmelidir. (Tahlili, I. B. yapılmıştır) Mete Tuncay, "Osmanlı'da bir bakıma devlet din'e bağlıdır. Ama aynı zamanda din de devlete bağlıdır" diyor. Din'in devlete bağlı olmasmdan neyi kastettiğini sorsanız, Şeyhülislâmın durumunu anlatacaktır. Şeyhülislam, din demek değildir. Bir farkı unutmamak lâzım: Osmanlılar da, din hizmetlilerinin devlete bağlı olması, din'in devlet tarafından biçimlendiıilmesine vâsıta edilmemiştir. Prof. Hatemi, Frankfukter Allegemaine'nin bir tesbitine işarette bulunuyor:" Başka ülkelerde İslam Devleti var. Türkiye'de Devlet İslamı var." Bu söz Tanzimat öncesi Osmanlısı için kullanılamaz. Osmanlı'da din hizmetleri devlete bağlıdır ama, devlet de din'e bağlıdır. Tatbikatta yanlışlar olmuşsa; bu, sistematik yapının icabı değil, ihmali veya ihlâli olarak değerlendirilmelidir. Prof. Niyazi Berkes'in bu konudaki görüşü (Bk. İktibas bölümü) esas itibariyle fantezi kabilinden şeylerdir ve yanlıştır. Fakat dokunup geçtiği bazı dağınık ve terkipsiz çizgileri bakımından ibretle okunmaya değer niteliktedir.
Osmanlı Devleti'nin bir şeriat devleti olmadığı, "yarı laik" olduğu, "tam laik" olduğu, gibi görüşler; ilk bölümüne Yılmaz Öztuna'nm da Prof. Ömer Lütfü B a r k a n a atfen katılmasıyla âdeta moda derecesinde yaygınlık göstermeye başladığı için, bu konu üzerinde biraz durmak istiyoruz. Osmanlı Devletinin yapısı ile ilgili hukuki-içtimai tahlillerin çoğunda, bazı kavramları iyi bilememekten gelen yanlışlar görülmektedir. Bunlardan biri, Osmanlı Devletinin şer'ı bir sisteme dayanmadığı ve laik bir hüviyete sahip bulunduğu iddiasıdır. 2 - İslâmî Devlet Anlayışı: Önce, İslâmi Devlet anlayışını kısaca özetleyelim: İslâm'da "ruhbaniyet, din adamlarının siyâsi üstünlük ve etkinlik sahibi olması" gibi kavramlar yoktur. Halbuki Batı'da dine dayalı devlet anlayışı, klerikalizm veya "ruhâni temsil teokrasisi" şeklinde tezâhiir eder. İslâm'da ise, "Her Müslümanın ve Her Müessesenin İslâmî Kurall ara Bağlı Olması" esası vardır. Din Adamı İslâmî hükümlere ne kadar bağlı olmak zorundaysa, devlet adamı da o kadar bağlı olmak durumundadır. Dine bağlı olmak ve dinin üstünlüğünü tanımak, hiçbir zaman din adamlarının üstünlüğünü tanımak ile özteş mütalaa edilemez. İslâm'da din adamı, "din görevlisi ve din âlimi" demektir. Yani, imam-müftü-kadı-kazasker-fukaha-müderris-şeyhülislam, din adamları sınıfını teşkil eder. Osmanlı Devletinde din adamı, bir devlet memuru gibi devletten maaş veya tahsisat alma statüsü içindedir. Bu, dinin devlete tâbi olması demek değil' d ir. Çünkü İslâm'da, Devlet de dine tâbidir; ve dine tâbi olan bir devlette, din adamlarının "özel memur" durumunda bulunması, dinin devlete tâbi olması şeklinde yorumlanamaz. Düşünülsün ki; İslâm'a tâbi olan bir devlet yapısında, devlet ve siyaset adına dine müdâhale etmek söz konusu olamaz. İslâmî bir devlet, maaşını veya tahsisatını kendi verse de; bir din adamına, alelâde bir memur gibi davranmamak mecburiyetindedir. Nitekim Osmanlı Devletinde de öyle olmuş; Din Adamları Sınıfı, özel bir hiyerarşi dengesi içinde, çok farklı bir durumda bulunmuştur. İmam-müftü-kadı-kazasker zincirinin başında Şeyhülislam vardır. Beyler kadılara karışamaz, ümerâ sınıfı (ehl-i örf)
ulemâ sınıfına (ehl-i ilme) müdâhale edemez. Hepsinin üstünde padişah bulunur ve padişah da şeriata bağlıdır. Padişah, ihtiyaca göre örfî kanunname çıkarabilir; ama, örfün İslâm Hukukundaki sınırlarını aşamaz. Herhangi bir şer'î meselede padişah, ehli ilmin görüşünü fetvâsım almak durumundadır. Çünkü kendisi emaret siyaset varisidir, (zarureten) ilim vârisi değildir. 3- Padişah 'ıtı Statüsü: Padişahın statüsüne de bu vesileyle bir nebze temas edelim:
İslâm'da "yanılmazlık" makamı, vahye mazhar olanın (yani peygamberin) vasfıdır. Bunun dışında kimsenin "yanılmazlık, Allah tarafından seçilmişlik" gibi bir vasfı yoktur. Ne padişah, ne şeyhülislâm, ne de bir başkası "Beni Allah görevlendirdi, gücümü o'ndan alıyorum, ben yanılmam" iddiasında bulunamaz. "Zıllıllahi filalem" kavramının böyle bir telâkkiyle asla yakınlığı yoktur. Bu tâbir âdil sultan içindir manası şudur: "Allah sadece hayr'dan hoşnud olur. Şerre rızâsı yoktur. Hayır yolunda olan, Allah yolu nda olandır. Allah yolunda olmak; kemal sıfatlarının tecellisine, kulluk ölçüsünde mazhar ve tâbi olmaktır. Fıtratımızdaki mânâ budur. İnsan, bunun için Halife-i Rahman'dır. Âdil Sultan, Cenâb-ı Hakkın (adi) sıfatının tecelli gölgeleriyle şereflenir. Cenab-ı Hak, Âdil Sultan'ın icraatından hoşnud olur ve mükâfatını ihsan buyurur" Zıllıllahi filâlem'in mânâsı, kısaca bundan ibârettir. Burada Elmalılı Haindi Efendi'ninbir izahını hatırlamakta fayda vardır... "Ben mutlaka yeryüzünde bir halife yapacağım tâyin edeceğim buyurmuştur ki, meali: /Kendi irademden kudret ve sıfatımdan ona bazı selahiyetler vereceğim, o bana izafeten, bana niyâbeten mahlukatım üzerinde bir takım tasarruflara sahip olacak, benim namıma ahkâmımı icra ve tenfiz eyleyecek, o bu hususta asil olmayacak, kendi zâtı ve şahsı namına bilasâle ıcrâyı ahkam edecek değil, iradesiyle benim iradelerimi benim emirlerimi benim kanunlarımı tatbika memur bulunacak, sonra onun arkasından gelenler ve ona halef olarak aynı vazifeyi icrâ edecek olanlar bulunacak..." Lâyık olmak şartıyla, her müslüman, kendi fıtratmdaki özel nasibin halifesidir. Bu gibi kavramları anlamaya çalışır-
ken, maddeci mantık kurallarıyla hareket etmemek lâzımdır. Hilâfetin Kureyşiıı uhdesinde bulunacağı, otuz sene devam ettikten sonra melikliğe-saltanata dönüşeceği hakkındaki hadisi şerifler i, meşruiyet esasının zaman şartına ve dünyevi mensubiyet özelliklerine göre tahdid ve tekyid edilmesi manasına gelen emirler olarak değil, ikaz ve irşad lutfuna bağlı gaybi ihbarlar olarak düşünmek mevkiindeyiz. Hz. Ebubekir, "Hilâfet Kureyş uhdesinde bulunacaktır" İşâretivle ensârı teskin ve iknâ etmiş, bir büyük ihtilâf bu suretle hallolunmuştur. "Benden sonra hilafet ancak 30 senedir" hadisi ise, sonraki zamanların keyfiyetini bildirici bir dikkat ve gayret ihtârmı mutazammındır. İslam i İdari prensiplerini-unsurlarını-şartlarını, Hulefâyı Râşidin devrinin özellikleri içinde görmek en verimli yoldur: "İdareci iken halktan birisi imiş gibi hareket eden, halk içinde iken de idareci imiş gibi saygı gösterilen kimseleri tavzif edeceğim" (Hz. Ömer.) Bu pensip, bugüne kadar ifade edilmesi dahi akla gelmemiş bir yönetim şâheseridir. "Ey insanlar! En hayırlınız olmadığım halde size devlet başkanı seçildim. Eğer dürüst hareket edersem bana yardım edin. Şayet ha ta lanın olursa bunları düzeltin. Doğruluk, emânete riayet etmektir. Yalancılık ise, emânete riâyetsizliktir. Allah'a ve Rasuliine âsi olduğum zamanda bana itaat etmemelisiniz." (Hz. Ebubekir) "Eğer devlet başkanı zulüm yapmadan otorite sağlayamazsa, zaâfa düşmeden mülayim olamazsa, israfa kaçmadan cömertlik edemezse, cimrilik etmeksizin tutumlu olamazsa bu devlet yaşayamaz." (Hz. Ömer) "Nimetler içinde bulunuşun, önemli işlere dalışın, onları unutturmasın sana. Büyük işlere bakman, küçük sayılan işlere bakmayışının mâzereti olamaz. Böyle bir özür de kabul edilmez. Sana gelip hallerini anlatamayanları sen ara, bul, düşün. Haksız olarak kan dökmekten sakın. Çünkü azaba sebep olan, nimetin kaybına, devletin zevâline yol açan hiçbir şey yoktur ki; kan dökmekle kıyaslanabilsin. Kendini beğenmekte seni gurura sevkeden şeylere uyup güvenmekten, övülmeyi istemekten çekin." (Hz. Ali) "Sizi saltanat sürmek tahakküm ve tasallut etmek için vazifelendirmedim. Siz hidâyet rehberi olacaksınız ve herkes size Din-Medeniyet ve Lâiklik F. 18
273
uyacaktır. Müslümanların hukukunu temin ediniz. (Hz.Ömer) "Hani Rabbin meleklere [Muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım] demişti." (2/30) " O, sizi yeryüzünün halifeleri yapan size verdiği şeylerde sizi imtihana çekmek için kiminizi derecelerle kiminize üstün çıkarandır." (6/165) "Yine onlar kendisini tekzib ettiler. Biz de hem onu hem gemide beraberinde bulunan kimseleri selâmete erdirdik ve bunları yeryüzünün halifeleri yaptık.." (10/73) " O sizi yeryüzünde halifeler yapandır." (35/39) " Ey Davut. Biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak- ve adalet-le hükmet." (38-26) İfâ ettiği vazifenin özellikleri bakımından Peygamberimiz biri birini tamamlayan üç farklı sıfata sahiptir: a- Tebliğ: Peygamberimiz kendisine vahyolunanları ümmetine tebliğ etmiştir. Tebliğ ettiklerini ashâbma öğretmiş açıklamışt a . Tebliğ vazifesi, ilmîdir. Kaynağı vahiydir. Bütün âyetler ve hadisler, tebliğin şumuliine girer. Ayetler, "vahy-i metlüv" hadisler ise "vahy-i gayri metlüv" veya "vahy-i bâtın" şeklinde kendisine bildirilmiş, O da ashâbma bildirmiştir. Tebliğ edici olmak, aslen peygamberlik vasfıdır. Fakat, O'nun tebliğ ettiklerini, ilim sahipleri, naklen tedris ve izah etmek durumundadır. B u vazife âlimlerindir. Âlimler, peygamberimizin ilim vârisleridir. b- Tenvir - Terbiye: Peygamberimiz, tebliğ ettiklerini, peygamberlik n û r u ile aydınlatır ve etkili kılardı. O'nu görmek bunun için, başlıbaşına bir mazhariyetti. Tenvir Terbiye Vazifesi, kalbidir. Bu vazife, mutasavvıflar tarafından devam ettirilmiştir. Mutasavvıflar, peygamberimizin Nur Varisleridir. c- Tenfiz - İcrâ: . Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: "İslâm ile Devlet ikiz kardeş gibidirler. Bunlardan biri olmaksızın, öteki kâmil olmaz. İslâm bir binadır, devlet onun koruyucusu. Temeli olmayan bina çöker, koruyucusu bulunmayan yer dağılır gider." (Kenzülummal) İslâm'da din-devlet ayrılığı yoktur. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenlerin vasıfları âyetlerle beyan edilmiştir.
Peygamberimiz aynı zamanda devlet kurucusu ve devlet başkanı idi. İslâm'da "siyâsi hilâfet" müessesesi, peygamberimizin üçüncü sıfatı, ile alâkalıdır. . Siyasi verâset sahiplerinin, bir mutlak müçtehid derecesinde din ilmine vâkıf bulunması keyfiyeti, Hulefâyı Raşidin devrinden sonra tahakkuk edemez hale gelmiştir. Siyasi Veraset Sahipleri, bu eksiği, ilmî veraset sahiplerinin teminatlı bir statü içinde yapacakları yardımla, tamamlamak mükellefiyetindedir. 4-Îslâmî Devlet Ve Batı Teokrasisi Anlatılan müessesevî esaslara, Osmanlı Düzeni, ana hatlarıyla uymaktaydı. "Din Devleti" kavramını Batı Teokrasisine göre târif edip; sonra bu târife göre, Osmanlı'nın, "dinî olmayan bir sistem" getirdiği hükmüne varmak mantıksızlıktır. Devlet bir hükmî şahsiyettir, bir siyasi müessesedir. Devletin başı olmak demek, devleti oluşturan manevi kıymet ve kuvvetlerin hepsinin başı olmak demek değildir. Padişah devletin başıdır, "İlim verâsetinin", "nur verâsetinin" başı değildir. Fatih, ilmi meselelerde Molla Hüsrev'e Molla Giiranî'ye, tasavvufta Akşemseddin'e tâbi idi. Onları ayakta karşılardı, kendilerine hürmet ve tâzim gösterirdi. Şeyhülislam'ın durumu, aslen sadrazam'dan üstündür. Sadrazam, istenildiği zaman azledilirdi. Şeyhülislam, azledilemez cezalandırılamaz, ilmi sıfatından mahrum bırakılamazdı. Daha genişletirsek, ulemâ sınıfı ümerâ sınıfından farklıydı ve üstündü. Kaideten böyleydi. Osmanh Devleti nin iki temel direği vardı: Enderun (veya kalemiye) çıkışlı ehli örf (ümera), medrese çıkışlı ehli ilim (ulemâ). Bir idare ünitesindeki askeri yönetici, oranm kadısına emir veremezdi, onu görevden alamazdı. Askerî amirler, sadece askeri güvenlik konusunda yetkiliydiler. Mahalin zâbıta teşkilâtı dahi, doğrudan doğruya kadıya bağhydı. ' Kadmın din adamı değil, sadece devlet memuru olduğu şeklindeki iddiaya bağlanan itirazlar anlamsızdır. Din Adamı kavramını Batıdaki zemininde mütalaa edip o haliyle İslam'a uygulamak ters sonuçlar doğurur. İslâm'da din âlimi din hizmetleri sınıfının aslî unsurudur. Sadece namaz
kıldıran, ezan okuyan câmiye bakan kişilere mi diıı adamı denilecektir ? Aslında bumânâsıyla din adamı kavramı İslam'da izafidir. Namaz kıldırmak, ezan okumak, her müslümanm yapabilmesi gereken ve özel bir ünvan gerektirmeyen işler cümlesindendir. Bu işlerin "tahsisi bir görev" halinde ortaya çıkması, içtimai zaruretlerle alâkalıdır. Batı'da ise ibadet yapmak bir özel görevlinin bulunmasına bağlıdır. Papaz olmazsa ibadet yapamazlar, çocuklarını vaftiz edemezler, günah çıkaramazlar, evlenemezler, gömüleni ezler. İslam'da böyle şey yoktur, bu manada din adamlığı da yoktur. Ehil olan her müslüman, özel bir ünvan taşımasına ihtiyaç olmaksızın, namaz kıldırabilir, ezan okuyabilir, nikâh yapabilir, dua edebilir, Kur'an okuyabilir, defin ile ilgili dinî vecibeleri yerine getirebi lir. İslâm' d a bunlar için maaşlı veya resmî ünvanlı bir din adamının varlığı şart değildir. Fakat içtimai hayat daha yoğun ve muğlak bir hal alınca, bâzı dinî vecibelerin yerine getirilmesinde belli kişilerin görevlendirilmesi cihetine gidilmiştir. Her camiin bir imamı, müezzini olması gibi... Hattâ büyük camilerde bu mânâda geniş kadroların teşekkül ettiği dahi görülmüştür... Bununla beraber islâm'da, dinî vecibelerin yerine getirilmesi bakımından aslî ihtiyaç, din âlimlerinedir. Aslen, din adamı, onlardır. Din adamı kavramı için, şöyle bir târif getirmekte fayda olabilir: Gerçek din adamı, avamın (halkın) dinî icapları yerine getirmesinde, bazı bakımlardan kendisine muhtaç olduğu kimse demektir. Batı'da bu kavram çok geniştir; çünkü onlar papaz olmadan hiçbir ibâdetlerini yapamazlar, tevbe dahi edemezler. Ama İslâm'da aslî din hizmetini din âlimi temsil eder ve asıl din adanılan da din âlimleridir. (İrşada ehil tasavvuf büyükleri de önce. din âlimi olabilmek durumundadırlar.) Bunun içindir ki, İslâm'da dini teşkilâtlanmanın temelini ve kaynağını ilim müessesesi, daha sonraki adıyla medreseler teşkil etmiştir. İslâm'da batı'nın ruhbanı yok, din âlimleri (ulemâ) vardır. Din âliminin dışındaki, din görevlileri, sadece pratik zaruretlerle ilgili düzenleme Unsurlarından ibârettir. İlim, maluma; âlim, ilme; din adamı, dine tâbidir. İslâm'da âlimler (din adamları) din üzerinde şahsi takdirleriyle ve keyfi yorumlarıyla hiçbir tasarrufta bulunamazlar. Dinî ıstılahta yeri olmasa da, sosyal bir sınıf olarak din adamları sınıfı vardır. Bu sınıfın merkezî gücünü medrese ve
ulemâ teşkil etmektedir. Bu sınıfı oluşturanlar, ruhban değildir, siy asi otoritenin yetkilerini tahakküm altına almak zaafa uğratmak gibi bir konumları mevcut değildir. Bütünlük kesin bir aheng içindedir. Siyasi önder olmanın şartlarını bilfiil kesin bir müessiriyetle yerine getiren padişah, dinî önderlik vasfını teni si len, kendi iradesiyle, ilmiyye'vi imtiyazlı bir statü içinde bilvekâle yetkili ve etkili kılmıştır. Sistem böyle kurulmuştur. Asıl gaye, şeriatı hâkim kılmaktır. Kadı, İslâm Hukuku çerçevesinde hüküm veren bir kazâ adamıdır. Örfi hukuk unsurlarının varlığı, İslâm Hukuku çerçevesinin dışında ve İslam'a aykırı bir keyfiyet değildir. Örf'iin İslâm Hukukunda yeri vardır, örfe nasıl itibar olunacağının ölçüleri İslâm Hukukunda tâyiıı ve tesbit olunmuştur. Meseleyi "kadı, din adamı mıdır devlet adamı mıdır?" tartışmasına dökmenin anlamı yoktur. Kadı önce medrese'nin yüksek kısmından mezun bir din âlimidir, sonra, devletin kazâyargı gücü içinde görev üstlenmiş bir kişidir. Kadı/olmanın şartları da İslâm Hukukunca belirlenmiştir. Cahil vezir, cahil vali, çok görülmüştür. Ama, gerekli ilme sahip bulunduğu resmen sâbit olmayan bir kadı görülmemiştir. Hukuki yapının bir uzvunu teşkil ettiğinden kadirim din âlimi-din adamı olmak vasfında Batının klerikalizmine benzer bir durumun meydana geleceği sanıldığı için, "kadı şeriate göre değil devlet menfaatine göre karar verir, kadı din adamı değil devlet adamıdır" gibi saçmalıklara tevessül ediliyor. Kaç yanlış iç içe? Kadı, adalet dağıtır, hakkı kaybolana hakkını, suç işleyene cezasını verir. Bu görevin bilhassa taşrada daha şumüllü bir müessiriyet kazanması, görevin asli keyfiyetini değiştirmez. Fiili-maddi kuvvet, her hal ü kâr'da siyasi otoritenin elindedir. Ulemâ, hakikati ifade eder; uygulamayı siyasi otorite gerçekleştirir. İstisnai hallerde, siyasi otorite her türlü makam ve mansıp sahibini görevden alabilir. Ilmiyye sınıfının, mukabil bir maddi kuvveti yoktur. Her türlü müeyyidenin maddi kuvveti devlet elindedir ve siyaset otorite tarafından kullanılmaktadır. Şunu iyi bilelim: Batı'da dinî yönetim, din adamlarının yönetimidir. İslâmda dinî yönetim, dinî kurallara göre yönetimdir. Kadı'nın fetvâ ile mutlak surette bağlı olmamasını, şeriate bağlı olmaması şeklinde anlayanlar var. Yanlıştır.
Fetvâ, anlatılan olaya göre ve talep üzerine verilir; yani, bir bakıma mücerret bir mahiyet taşır. Acaba olay, fetvâyı talep edenin anlattığı gibi midir? Acaba; fetvâyı veren, olayın mahkemedeki bilgiler ile ancak aydınlanabilen hakikatini iyice bilmekte midir? İşte kadı'nın fetvâ ile mutlak suretle bağlı olmaması bundan dolayıdır. Ayrıca, kadı yeterli fıkıh bilgisine sahip bulunduğu için, kendisine fetvâ önünde istişari ve takdiri bir değerlendirme yfetkisi tanınması tabiidir. Fetva doğru mudur, değil midir? Eksik midir, değil midir? Bu hususları, gerekirse üst kaza makamlarıyla iştişare ederek kadı tayin edecektir. Yoksa bu takdir yetkisi "Şeriat ne derse desin, ben devlet menfaatinin bekçisiyim, kendi uygun gördüğümü yaparım" manasına değildir. O'nu padişah bile söyleyemez. Devlet yapısının mâhiyetini ortaya koyacak asıl ölçü şöyle vaz edilmek gerekir: Devletin dinî hükümlere göre ve dinî hükümlere aykırı tarafları olmayan bir biçimde yönetilmesi kabul ve taahhüd edilmiş midir edilmemiş midir? Bazı aksamaların zaman zaman görülmesi devletin temel vasfını değiştirmez. Hüküm, sistematik tercihlerin ana istikametine göre verilmek gerekir. Osmanlı Devletinin, mülkî kazai-mali-sosyal-askeri-kültürel bütün özelliklerinde ana kaynak dindir, İslam'dır, şeriattır. Osmanlı Devletinin bir şeriat devleti olmadığını lâik olduğunu veya şeriatın da laikliğin de dışmda bir başka yapıya sahip bulunduğunu söyleyen tarihçilerimizin zuhuru, tefekkür tarihçiliğinin hangi seviyede emekleyip durduğunu, gösteren hazin bir tecellidir. Akılları sıra, önce Osmanlı'nm hakikatini öldürüp sonra Osmanlıcılık yapacaklar! Acaba, bir kavramın önce hakikatini öldürmek sonra onun bayraktarlığını yapmak kime ne gibi bir kâr ve şeref getirir? 5- Örfün Yeri: Teyiden tekrar edelim: Batı'da dinî devlet, din adamlarının yönettiği devlet demektir. (Ruhban tahakkümü-klerikalizm) İslâmi Devlet ise, din adamlarının yönettiği devlet değil, İslâmi Kurallara göre "bakın Osmanlı Devletinde din adamları yönetici değil; öyleyse Osmanlı Devleti, dinî değil laik bir devlettir" yahut "örfî bir devlettir" hükmünü yapıştırmak çok garip bir davranıştır. Klerikal ol-
mayan devlete laik demek, İslam açısından gülünçtür. Osmanlı Devleti klerikal değildi; ama laik de değildi, sadece İslâmi bir devletti. Esasen Batı'daki manasıyla bir din adamları sınıfı, yani ruhban sınıfı, İslâm'da yoktur. "Osmanlı devleti laik değil örfî bir devletti." hükmü, islâmi da örf'ü de bilmemeyi ifade eder. Şu kısa bilgiyi, örfî devlet iddiacılarının dikkatine sunmakta fayda vardır: "Örf, aklen ve şer'an müstahsen olan, selim akıl sahipleri yanında münker olmayan şeydir. Adet ve teamül, nas arasında itiyad edilen herhangi bir işden ibarettir. Fukaha arasında, ikisi bir tarifte birleştirilmiştir: Nufusta takarrür eden ve selim tabiatlar indinde makbul bulunan herhangi miitekerrir şey. Şer'a -akla muhalif olmayan, faidesi zâhir bulunan bir âdet güzel ve iyi bir âdettir. Fıkıhta kabul edilen âdet budur. Şer-i şerife selim akla muhalif âdet ise merduttur, izâlesi lazımdır. Şer'i naslar ile örf ve âdet teâruz ettikte; naslar tercih olunur, örf ve âdete itibar olunmaz. Bir nas, örf ve âdete müstenid olmaksızın bir hükmü isbat için şârii mübin tarafından resen ve iptidaen vârid olmuş ise, örf ve âdete hiçbir surette itibar olunamaz. Muhalif örf ve âdetin ise izâlesi lazım gelir. Haramlara, münakehâta, vasiyete, verâsete, dâir olan naslar bu kabildendir." (Ömer Nasuhi Bilmen. Hukuku İslamiye Kamusu, Cilt 1, Syf. 197,199) Osmanlı Devleti'nde örf ile ilgili bu sınırlar ve ölçüler aşılmamış tır, çiğnenmemiştir. Örfî Devlet, başka şeylere denir. Aksini söylemek; ilimle, tarihi gerçeklerle bağdaşmaz. Osmanlı Devletinde inanç hürriyetinin hoşgörünün esnekliğin bulunuşunu, laiklik veya bir başka batıcı ünvanla karşılamak ve Osmanlı Devletinin bir İslami Devlet olmadığı hükmüne varmak cihetine gidenler, o esasların İslami bir mahiyet taşıdığını ya bilmiyorlar, ya unutuyorlar. Aytunç Altmdal Laiklik adlı eserinde şöyle çliyor: "Osmanlı Devletinde sekülarizm İslâm'ın izin verdiği ölçüde vardı. Osmanlı Sekülarizmini sezebilmek için şu hususları göz önünde bulundurmalıdır: a) Osmanlı da ruhban sınıfı yoktur. Dolayısıyla ruhbana kul olmak da yoktur. (56) b) Osmanlı'da diğer dinlere ve inançlara Avrupa'da olmadığı ölçüde bağımsızlık ve özerklik tanınmıştı. (58) c) Osmanlı da asalet sı-
mflaması yoktur. En alt tabakadan gelen insanlar en üstlere çıkabiliyordu. Lyber'in de dediği gibi Osmanlı Devletinde İslam temelde demokratikti. (60) d) Osmanlı Devletinde katolik devletlerde olmayan bir sivilizasyon vardı. Düşünce suçu diye bir şey yoktu. (62) e) Tam bir dil yazı özgürlüğü vardı...Fakat kanunnameler ve benzeri uygulamalar Şeriatın üstünde ve ona faik bir güç değildir. (53) İslâmiyetsiz bir Osmanlı Devleti düşünülemez ve de zaten olmamıştır. Türkiye'de bu sözlerin tersini düşünen bir çok laik bulunsa bile! (29)" 6- Gerilemenin Sebepleri: Bünyevi (strüktürel) ye müessesevi (instütiisyonel) açıdan Osmanlı Devletinin bir İslâm Devleti olmadığını söylemek gayri ciddi bir iddiadır. Fantezi kabilinden bir şeydir.. Aksamaların olması ayrı bir bahistir. Birinci Kısımda genişçe temas etmiştik... İslâm'da bazı ölçüler, tekâmül hedeflerini de vaz eden bir özellik taşır. Faiz yasağı böyledir. Faiz yasağı; önce faiz alınmaması, sonra faizsiz bir düzen üzerinde düşünülmesi emridir... Meşveret emrinin siyasi mânâsı da böyledir. Meşveret emrinin siyasi alandaki tekâmül hedefi, değişen toplum şartlarına göre meşveret esasının teçhiz edilmesi idi. Bu zaruret de anlaşılamamıştır. Eğer bu iki zaruret lâyıkı veçhile kavranılsaydı ve fikrî cihad bu şuurla yürütiilseydi, tarihin seyri değişirdi. İşaretlenen ihmallerin varlığına rağmen, belli bir denge kıvamına gelinmiştir. Bilhassa içtimai bakımdan, halkın yaşayışı bakımından, tarih boyunca hiçbir İslâm Devletinde benzeri görülmemiş bir İslâmî aheng teessüs etmişti. Osmanlı Devleti Kurulduğu sıralarda Batinin rönesansı ilk merhalesiyle (11-13. asırlar) başlamış durumdaydı. 14. 15. asırlarda bu gelişme devam etti. Daha sonra feodal diizen çöktü, ticari kapitalizm doğdu... 16. asra kadar keşifler icadlar başarıldı, yeni ticaret yolları önem kazandı, kıymetli madenler Amerika'dan Avrupa'ya aktı. Onlar hızlarını iyice arttırma yolunda bulunurlarken, 1550'lere gelindiğinde, Osmanlı düzeninde ilk denge aşınmaları ve zorlanmaları görülmeye başladı. Oluşan menfi sebepler şöyle özetlenmektedir: 1-Akdeniz ticaret yolları 15. asırdan itibaren önemini kaybetmeye başladı, 2- Amerika'dan akan altın-
gümüş, Avrupadaki fiyat seviyesini çok yükseltti ve Osmanlı ürünleri ucuzlamış bir duruma düştü. 3- Avrupa'da merkantilist politika gereken sermaye birikimlerinin verimli alanlarda teşekkülünü sağladı, 4- Bütün bu. gelişmeler kapitülasyonların tesirini arttırdı. 5- Savaş ganimetlerinin azalmaya başlaması da daha sonra önemli bir unsur olarak tabloya eklendi. Fakat bütün bunlara rağmen Osmanlı hâlâ öndeydi. Peki ne oldu da, nasıl oldu da kendi dengesini yeni şartlara hâkim kılamadı ve bir aşınmanın gitgide çoğalmasını önleyemedi? Bazılarına göre: Ulema bozuldu, din bir gerileme sebebi haline geldi. Yanlıştır. İzah edelim: Evvelce de belirtmiştik. Osmanlı Devleti iki ana siitun üzerinde şekillenmişti: Ümerâ-asker yöneticiler ve ulemâ. Toprak düzeni, Batı'daki anlamıyla özel mülkiyete dayanmıyordu. Devletin başarıları ve gelirleri arttıkça arttı; ama bu artış, ticari alanlardaki birikimler haline dönüşemedi ve yöııetici-asker tabaka tarafından massedildi. Sonra bu hal, çok daha sınırlı ve cüzi nisbette, ulemâya da sirayet etti. Sermaye kaynaklan, maddi zenginlikler, âtıl kapasite halinde israf ve gösteriş kanallarında dondu kaldı, âdeta tümörleşti. Halbuki, dayanılan esaslarda; "servetin dolaşması-belli odaklarda donup kalmaması" emredilmişti. Gösteriş de haramdı, israf da rüşvet de tefecilik de. (Birinci bölümde bunların hikâyesi anlatılmıştır.) Devlet memurları zenginleşirken, devlet fukaralaştı. Mali sıkıntılar doğdu. Toprak İltizâma verildi, yeni bir sınıf teşekkül etti. Batı derebeylikten kapitalizme doğru giderken; Osmanlı Devleti, İslâm'a dayalı dengelerden derebeyliğe doğru sürüklenmeye başladı. Bunun neticeleri kısaca şöyle ifade edilebilir: Toprak düzeninin bozulmasıyla işsiz ve teminatsız kalan köylü gençler, şehire akın edip medreselere doluştu. Medresenin esas bozulma sebebi budur. Aynı sebep Lonca sistemini de bozmuştur. Osmanlı Devleti, İslâmi bir temele dayanıyordu ve strüktürel kalıplar ona göre ayarlıydı. Temellerin sarsıldığı ölçüde duvarlar çatlamaya ve yer yer dökülmeye başladı. Medresenin bozulması o sarsıntının neticelerindedir. Yine de ulemânın gördüğü hasar, diğer unsurların gördüğü hasardan daha azdır. Osmanlı Devletinde 215 sadrazam, 131 şeyhülislam görev al-
iniştir. Biyografilerini tek tek inceleyerek bir mukayese yapınız, durum en açık şekilde ortaya çıkar. (Gerekli misaller 1 .bölümde işaretlenmiştir.) Aslında bizdeki değişme de kendi içimizden çıkarılacak üretilecek çözümlerle ileriye doğru yönlendirilebilirdi. Bunun için manevi-fikri bir hareketlenme yeterli olurdu. Fakat çözüm adına yapılan iş, temellerin sarsılmasından doğan neticeleri zorla yok etmeye çalışmak olmuştur. 17. asırda yapılanlara bakınız, hepsi yer yer patlayan borulardan boşalan suları kovalarla taşımaya çalışmaktan ibarettir. Zaman vardı, imkan vardı, kaynaklar çok zengindi; olmayan şey, tefekkür şuûruydu. Nihayeti: Batı'nın yaptığı, ticaret kapitalizmine geçmekti. Sanayi İnkılabının doğmasına daha 250 sene vardı. Aşılmaz dağlar söz konusu değildi. Ama biz sebeplere eğilmedik, neticelerle boğuştuk. Kuyucu Murat usulleriyle, ülkeyi güllük-gülistân yapacağımıza inandık ve şeklen o hayâle Lâle Devri ile kavuştuk! Tam 150 seneyi böyle harcadık. Lale Devri'nin yangın aydınlığından sonra da, Batılılaşmaya sımsıkı sarıldık. Fakat Tanzimat'a kadar, yine de sistematik kalıplar İslami idi. Yine de, strüktürel unsurlar İslâmi idi. Yine de halk, İslâmi tam olarak yaşıyordu. Yine de -ciiz'i istisnâlar bir tarafa bırakılırsa gerçek ulemâ vardı ve bunlar devam eden sürüklenişe muhalefet etmek şuurunu gösteriyorlardı... Vakta ki Tanzimat geldi, muhtevasını yenileyemediğimiz (daha doğrusu muhtevâsını aslî kaynaktan besleyemediğimiz ve onunla kendimizi yenileyemediğimiz) sistematik kalıplan kırmaya, strüktürel dengeİeri terk etmeye, halkın İslâmi tam olarak yaşaması imkânlarını tahrib etmeye başladık. "İkili Çelişik Yapı" devrine giriliyordu. İKİLİ ÇELİŞİK YAPI Birinci kısımda ayrıntılı olarak işlediğimiz gibi, 1838 Ticaret Anlaşması ve 1839 Tanzimat Fermanı ile bir mecburi değişme süreci başlatılmış, İkili Çelişik Yapı dönemi açılmıştı. Batıda demokrasi laiklik ve kapitalizm birlikte ve biribirlerini etkileyerek düzelterek gelişimini sürdürüyordu. Bizde ise o merhalede hiçbirinin şartı ve zemini yoktu; değişme, batının zorlamasıyla irademiz dışındaki bir sürüklenme halinde ve hiçbir gelişme karakteri göstermeksizin kendi kendine yürüyordu...
1- Sııyıın Akıntısı: Bu gidiş, sabit bir kararın istikrarlı uygulanışı halinde cereyan etmedi. Fikrî ve fiilî hadiselerin çalkantıları içinde böyle bir gidiş, bir sürüklenme hâlinde kendiliğinden tezahür etti. İhtilaflar hep vardı. Ahmed Cevdet Paşa ile Ali Paşa arasında vardı, Namık Kemal ve Ziya Paşa ile diğer arkadaşları arasında vardı. Namık Kemal "bu meşrutiyet dediğiniz şey zerretümâ şeriate aykırı ise ben yokum" diyordu. Mithat Paşa ise tam tersini düşünüyordu. Ama bunlar; belli bir akıntıya kapılmış, fikir ve irâde merkezleri çalışmaz hale gelmiş bir devlet gemisinin içindeki tartışmalardı. Bu tartışmalar rotaya müessir olmak vasfından mahrumdu. Müstakil bir karar alabilme ve onu uygulayabilme irâdemiz kalmamıştı. Suyun akıntısına gidiyorduk. Abdülhamid'in sözünü hatırlayınız: "Çare yok. Suyun akıntısına tâbi olacağım." Fikren ve fiilen, Batı'nın içtimai-iktisadi-kültürel-siyasi hakimiyeti altına girdikten sonra öz yapının muhafazası mümkün değildir. Hukuk münhasıran kanun madeleri demek değildin Bir hukuk sisteminin içtimai-kültürel-iktisadi-siyasi icapları vardır. O icapları yerine getiremez hale gelmişsen, onlara bağlı olan hukuk sistemini muhafaza edemezsin. Ancak bazı miiessesevî kalıpları içi boşalmış halde vitrinde tutmak söz konusu olabilir. 2-Laikliğe Doğru: Suyun akıntısı, bizi birdenbire Meşrutiyet Devri'ne getirdi. Bir şeyler olmuştu ama, kurtulmuş muyduk neydik, pek anlayanımız yoktu. Meşrutiyet Devrinde üç fikir cereyanı görüldü. Türkçülük, İslamcılık, Batıcılık... Çözülen Müslüman Türk Medeniyetinin yani Osmanlı Medeniyetinin üç vasfını üç ayrı cereyan haline getirme hadisesi... Şu farkla ki "medeniyet" mefhumunu "Batı" ile eşitlemiştik. Bu üç cereyanın temsilcileri acaba din'e nasıl bakıyorlar ve fikrî yapılarını bu bakışla nasıl şekillendiriyorlardı? Kısaca özetlemeye çalışalım: Önce bir hususun tesbiti lazım...Zamanm akışı, Batıcılık parelelindeydi. Batıcılık, o devrin has cereyanıydı. Diğerleri
kaygan bir zeminde ayakta durmaya çalışan ve tutunacak dal arayan bir manzara arz ediyordu. Bunun içindir ki, asli hüviyeti ve zemini içinde olan "batıcılık" sağlam basamayan İslamcılığa ve fikrî muhtevadan yoksun Türkçülüğe nüfuz ediyordu. Masonizm, üç cereyana, da sızan bir solüsyon durumundaydı. Batıcılığın temsiline Abdullah Cevdet kâfidir. Bir prototiptir. Diğerleri sayılmasa da olur. Batıcılar genellikle İslâm'ın külliyen reddinden yanaydılar. Abdullah Cevdet, Baha Tevfik, Beşir Fuat, Tevfik Fikret...İçtihad ı bir inkâr âleti olarak kullanmak istiyorlardı... Türkçüler, bir Turan İdeali benimsiyorlar, o idealin kalıbına kemmiyetçi bir, mantıkla malzeme toplamaya çalışıyorlardı. Yontarak, keserek, biçerek, ekleyerek... İslâmcılar üçe ayrılıyordu, a) Mason modernciler. b) Mason olmayan modernciler, ki bunlar içtihad'ı reform'a varmayan sınırlar içinde işletmek görüşündeydiler, c) İslâm'ı iyi anlamak kâfidir, diyenler. Zemin, İttihad Terakki zemini, ve fikir tablosu budur. Bu zeminde bu tablodan ne çıkar? Sonraki devre kalan Ziya Gökalp çıkar. İşte Ziya Gökalp: "İbadetle itikadda dâima, Kitab ile sünnet benim rehberim/'Bu işlerde şüphem varsa mutlaka, müftülerin fetvasını dinlerin/Lakin hukuk dinden ayrı bir iştir, bırakılmış üliilemre devlete/Hukuk örfe uymayınca değişir, örfe uydur demiş Tanrı millette." Hakikî İslâmcılık fıkhın terkini gerektirir. Ümmet hukuku millet devrine uygulanamaz." "İbadet Türkçe yapılmalıdır. Ezan Türkçe okunmalıdır." Osmanlı Devleti'nin Tanzimat sonrası fikrî vs. ahvâli, Batıcılık akımının ve akıntısının peşinde gide gide Ziya Gökalp'e müncer olmuştur. O aslında Osmanlıyı reddedip Ortaasya'ya atlar ama; bizâtihi kendisi, Osmanlının son asır mahsulüdür, mütercimidir. Yeni bir şey bulmuş ve düşünmüş de değildir. Bir toplama işlemi yapıp neticeyi tesbit etmiştir sadece. Aslında o netice, ilk tahlilde en az 150 yıllık; son tahlilde ise çok daha eski bir hâsılanın önümüze diktiği realitedir. Bu neticeyi Ziya Gökalp hazırlamış değil; oluşturulan bir realiteyi ifadelendirmeye çalışmıştır, o kadar... Tanzimat sonrasında Ticaret Kanunu, Ceza Kanunu alınmıştı...İttihatçılar son yıllarında bir Aile Hukuku Kararnamesi de çıkarmışlardır. Bütün mahkemeleri Adalet
Bakanlığına bağlamışlardır. İttihad Terakkinin 1917 Kongresi laikliğe dönük kararların alındığı bir toplantı niteliğindeydi.' Tebarüz ettirmek istediğimiz hüküm şudur: Cumhuriyet öncesinde laikliğin bir yönü esas itibariyle realitesiyle ve keyfiyetiyle teşekkül etmişti. Fakat bir mesele vardı: Laikliğin ikinci yönü nasıl halledilecekti? Çünkü Tanzimat'tan Meşrutiyet sonuna kadar batılılaşmanm 1,5 asırlık tarihi sonucunda gelen ve Ziya Gökalp tarafından topluca ifade edilen laikleşme temayülü, Batı'daki laikliğin ancak bir yönüne tekabül eder. Şu farkla ki: Onlarda devlet kilise-ruhban tahakkümünden kurtulmuş; bizde ise devlet, bizde olmayan ruhban tahakkümünden değil, onlarda olmayan dinî hukuktan ayrılmıştı. Bu farkı ihmal ederek her iki hali de "dinin devlete karışmaması olarak" vasıflandırırsak, geriye laikliğin diğer yönü kalıyordu: Din devlete karışmayacaktı ama, devlet dine karışmayacak mıydı? Karışmaması nasıl sağlanacaktı? Onlarınkine benzeyen bir denge bizde nasıl kurulacaktı? Cumhuriyetin gündemindeki mesele buydu. Tam laiklik açısından aslî icap, dengenin tesisi ile ilgiliydi. 3- "İkili Çelişik Yapı"ya Dair Bîr İktibas "Bazılarına göre:Medenileşmek, batılılaşmak demektir. Batı ise bir bütündür. Şu halde medenileşmek için batıyı bütün olarak kültürüyle tekniğiyle müesseseleriyle almak gerekir. Bunun için de doğu milletleri kendi geçmişleriyle olan kültüreldinî-toplumsal bağlarını kökünden koparmalıdır. Onlar için çıkış yolu ancak böyle bulunabilir. Kendi kiiltürüne-tarihine yabancılaşmayı kurtuluş yolu olarak tavsiye eden bu tez, batının ekonomik sömürüsünü pekiştirme, amacına yönelik bilinçli bir itelemedir. Batı modelleri kendi temel yapısının ürünüdür ve ancak kendi temelleriyle ayakta durabilir. Başka bir temel yapıya o modelin aktarılması, büyük bir boşluğun doğmasına yol açar. O boşluğa da batının sömürücü gücü gelir yerleşir. (Yabancılaşma-çelişik ikili yapı boşluğu-sömürgeleşme) süreci, yeni sömürgecilik sisteminin esasını teşkil eder. Meselâ: Tanzimat Fermanı ve ıslahat Fermam yabancı güçlerin etkinliği ve zorlamasıyla gerçekleştirilmiş ve Anadolu halkından çok batılılara onların yandaşı azınlıklara ve işbirlikçilere güven sağlayan bir ya-
pı oluşturmuştur. Yeni Sömürgecilik taktiğinin ürettiği biçimsel geri kalmışlık ve ileri gitmişlik kavramları, gelişme realitesiyle hiçbir ilgisi bulunmayan soyut ve aldatıcı motiflerdir." (Devlet ve Din, Prof. Çetin Özek 267-268-269) " Batı'da milliyetçilik bir burjuva hareketiydi. Millet haline gelebilmek için feodal yapının ve o yapıya destek olan dinî otoritenin kırılması gerekiyordu. Keza milliyetçilik hareketlerinin gelişmesi için, kilisenin müstakil siyasi iktidarlara karşı olan milletlerüstü iktidarını çökertmek zorunluydu... Doğuda ise milliyetçilik hareketlerinin doğuş sebebi ve gelişme şartları çok farklı olduğu için, orada birleştirici ve güçlendirici kaynak, dindir." (274)
KANUNİ 1KTİB ASL AR-DÜZENLEMELER
dan)
1- Önce geçmişin iktibaslarını (tekraren) özetleyelim: 1838 Ticaret Anlaşması 1839 Tanzimat Fermanı 1840 Ceza Kanunu (Fr) 1847 Karma Mahkemeler 1850 Bu Mahkemeler İçin Ticaret Kararnamesi 1851 Ceza Kanunu 1856 Islahat Fermanı 1858 (Fr.dan)Ceza Kanunu 1860 Ticaret Kanunu (Fr.) 1861 Ticaret Mahkemeleri Usul Kanunu (Fr.) 1863 Deniz Ticareti Kanunu (Fr.) 1876 Anayasası (1831 Belçika 1850 Prusya Anayasaların1880 Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu (Fr) 1881 Hukuk Mahkemeleri Usulu Kanunu 1917 Aile Kararnamesi 1 Kasım 1922, Hilafet ve Saltanatın Ayrılması...
2- Cumhuriyet Devrinde: 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet'in İlânı 3 Mart 1924 'te Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile dini eğitim devlete bağlandı. Ayrıca "Din-i Mübin-i İslam'ın itikad ibadet-
lere dair bütün ahkâm ve mesailini tedvir ve dini müesseseler idaresi için Cumhuriyet makarrında" bir Diyanet İşleri Reisliği makamı ihdas olundu. 3 Mart 1924'te hilafetin kaldırılması 25 Kasım 1925'te Şapka İktisası Hakkında Kanun 13 Aralık 1925'te Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması 26 Aralık 1925'te Miladi Takvim 17 Şubat 19t26'de İsviçre'den Medeni Kanun 1 Mart 1926'de İtalya'dan Ceza Kanunu 22 Nisan 1926'da İsviçre'den Borçlar Kanunu 1 Kasım 1928'de Latin Harflerinin Yeni Harfler Olarak Kabulü 28 Nisan 1926 İsviçre'den Borçlar Kanunu 5 Ekim 1927'de Neuchatel Kantonundan Medeni Usûl Kanunu 4 Nisan 1929'da Almanya'dan Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu 13 Mayıs 1929'da Almanya'dan Deniz Ticareti Kanunu 4 Eylül 1929'da İsviçre'den İcra İflas Kanunu 9 Nisan 1928'de Anayasanın ikinci maddesindeki "Türkiye Devletinin dini, Din-i İslam'dır" ifadesinin kaldırılması, milletvekili ve cumhurbaşkanı yeminindeki "vallahi" kelimesinin yerine" namusum üzerine söz veririm" kelimelerin konulması. 20 Mayıs 1928'de Beynelmilel Erkanın Kabulü Hakkında Kanun 3 Şubat 1932'de Ezanın Türkçe okunmaya başlaması 24 Kasım 1934'de Ayasofyanın Müze olması 21 Haziran 1934'de Soyadı Kanunu 26 Kasım 1934'de Lakap ve Unvanların Kaldırılması 3 Aralık 1934'de Bazı kisvelerin Giyilemeyeceği hakkında kanun. 5 Aralık 1934'te Kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkı veren Anayasa değişikliği. 27 Mayıs 1935'te hafta tatilinin Cumadan Pazara çevrilmesi 14 Haziran 1935'te Diyanet İşleri Reisliği Teşkilat ve Vazifeleri1937'de Hakkında kanun. yapılan bir değişiklikle anayasal bir ilke olarak
"Laiklik" kelimesinin girmesi. 25 Temmuz 1951'de Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun 1953'de 6187 Sayılı Kanun . 22.6.1965 Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş Görevleri Hakkında Kanun. Anayasalarda, (1924 ün 70., 1961 in 19,, 1982 nin 24. maddeleriyle) din hürriyetin düzenlenmesi, siyasi partiler kanunlarında 163 esaslarının yer alması. 3- Din Eğitimi Bakımından: Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile meydana gelen boşlukta İmam Hatip Okulları ile İlahiyat Fakültesi belirdi. Fakat adeta sembolik mahiyette kaldılar. 1924'de 29 İmam-Hatip okulu vardı, 1925'de 26 ya, 1928-29'da 2'yeindi. 1930'da tamamen silindi. Darül-fünun bünyesinde açılan İlahiyat Fakültesi 1933'e kadar öğrenci kaybederek devam etti; sonra yerini İslam İlimleri Enstitüsüne bıraktı ve 1936'da kapandı. 1 Şubat 1949'da İlkokullara program dışı din dersi konuldu. İlahiyat Fakültesi kuruldu. 4 Kasım 1950'de ilk okullardaki din dersi programı girdi. 1951'de İmam-Hatip okulları açıldı. 1956'da Ortaokullara din dersi konuldu. 1982 Anayasası ile ortaöğretim de din dersi mecburi hale getirildi. İmam Hatip Okulları: Öğretim Yılı: 1951-1952 1972-1973 1975-1976 1979-1980 1980-1981 1984-1985 1985-1986 1989-1990
Okul Sayısı: 7 143 243 588 707 716 716 749
Öğrenci Sayısı: 876 36.378 77.638 178.012 201.004 228.973 238.000 282.582
LAİKLİK TATBİKATI Şemsettin Günaltay, 1949 yılında, laiklik ve İslâm anlayışım şöyle ifâde ediyorOdu: "Biz müslüman olarak Hz. Muhammed'in din olarak telkin ettiği her şeye inanıyoruz... Müslümanlık, din'in ana hükümleridir, sonradan uydurma hurafeler değildir... Arabistan'ın Hicaz çöllerinde yetişmiş olan İmam Malik'in bin sene önce o zamanın icap ve ihtiyacına göre yaptığı ictihadlarma ittiba edecek değiliz." (T.B.M.M'nin 1949'da 169. madde ile ilgili müzakere zabıtlarından) Günaltay'm üç bölümlük izahından çıkan netice şudur: a) Kur'an-ı ve sünneti kabul ediyor, bunlara ait hükümlere "ana hükümler" diyor, b) Bunun dışındakileri, I- İçtihadi hükümler, II- Hurafeler olarak görüyor ve reddediyor. Fakat sözleri berrak değil. Çünkü içtihadi bir mahiyet taşımayan ve âyet-hadis ile doğrudan açıklanan hükümler arasında da laiklikle bağdaşmayan hükümlerin mevcudiyetine dair bir şey söylemiyor. Tefsir ve tevil yoluyla onların bilinenden farklı olduğu şeklinde bir görüş belirtmiyor. Günaltay'm Abduh ekolüne bağlı bulunduğunu dikkate alarak kendi sözlerine değil de, mensub olduğu ekolün eserlerine de baksak; çok şeyler bulunmasına rağmen, bu noktada aradığımız sarahati pek göremeyiz. Yalnız daha sonraları sadece _ içtihadi hükümlerin değil, bazı ayet hükümlerinin bile nâzil oldukları zaman ile sınırlı olduğunu ileri süren bir çok ilahiyat profesörleri ve doçentleri çıkmıştır. Her halde vaktiyle Giinaltay'da bunu demek istiyor olmalıydı. Prof. Enver Ziya Karal şöyle diyor: ''İslamiyet yalnız bir itikad sistemi değildir. Aynı zamanda bir hayat düzeni, bir cemiyet nizamı, bir eğitim sistemi, bir siyasî ideoloji ve bir devlet şeklidir. İnkılap'tan sonra meydana gelen durum şudur: Dinden farzedilen müesseseler çıktıktan sonra dinin özünü teşkil eden itikad ve amel (ibadet) kalmıştır. Bu neticeye başka memleketlerde reform yapılması suretiyle ulaşılmıştır. Memleketimizde ise böyle bir reforma teşebbüs edilmemiştir. Ancak modern bir devlet meydana getirilmesi için yapılan inkılaplar sonunda dindeki devlete ait müesseseler devlete mal edilerek ve dinin özünü teşkil eden müeseseler dine bırakılarak laiklik neticesine varılmıştır." (Kurucu Meclis Dirı-Medeniyet ve Lâiklik F. 19
289
Müzakereleri, Abdülhadi Toplu Sh. 433) Bu anlayışa göre: Laiklik, İslâm'ın muhteva alanını devletin tâyin etmesi biçiminde uygulanmalıdır. Gözden kaçan veya kaçırılan şudur: Hıristiyanlığın aslî kaynağı sadece İncil'den ibarettir ve İncil, tedvin edildiği zamandan bu yana aynı derecede geçerli ve muteber sayılmaktadır. Onların reformunda ve laikliğinde; dinin asli kaynağına değil, ruhban otoritesine müdahale vardır. Bizde ise yukarıda belirttiğimiz laiklik anlayışı asli hüviyetiyle din üzerinde reform tesis edici bir uygulamaya değişik bir vasıta kullanarak taraftar görünmektedir. Buradaki mesele şudur: Devlet, dinin emredici hükümleriyle kendini bağlı saymıyor; bu, laikliğe aykırı değil, laikliğin icabıdır. Fakat devlet, din'in muhtevâsım ve mâhiyetini tâyin etmek isterse; laikliğe aykırı hareket etmiş olur. Devlet, dinin hükümleriyle kendine bağlı saymaz, kendisiyle ilgili dinî hükümleri kendi hukukunda geçersiz kılar; laikliğe uygundur. Fakat din'e "senin aslın bundan ibarettir" mütalaasıyla şekil veremez; laikliğe aykırıdır. Laiklikte, nasıl ki din devlete şekil veremiyorsa; devlet de, dine şekil veremez. Laiklikte, siyasi bir müessese olan devletin dinle müsbet-menfi hiçbir müdahale alâkası mevcut olmamak lâzım gelir. Laik Devlet, din'den hiçbir şey almaya mecbur değildir; din'e bir şey katmak, din'den bir şey eksiltmek gibi tasarruflarda bulunmamaya ise mecburdur. Esasen İslâmiyet, lâik devleti, yâni "İslami olmayan devleti" bağlamaz.
X- UYGULAMA TAHLİLLERİNE ÇERÇEVE TEŞKİL EDİCİ İKTİBASLARVE
DEĞERLENDİRMELER
1- Prof. Ali Fuat Başgil: "Laiklik aleyhtarı olduğum, muârızlarımm bana isnad ve iftirasıdır. Ben laiklik aleyhtarı değil, Allahsızlık aleyhtarıyım." Köprü 25/40 "Esas Teşkilat Kanunu'ndan diyanete müdedâir cümle ve fıkralar kaldırılmakla ve bu kanunda (Türkiye Devleti laiktir) denilmekle, devlet hakikaten laik olmuş mudur? Kanaatimce hayır. (191)...Din'in devlete bağlı olduğu bir sistem getirilmiştir. Laikliğin icabı, Diyanet Teşkilâtına muhtariyet vermektir." (Mükerrer sayfalar), (Din ve Laiklik) "..Din tıpkı ilim gibi hayat içindir. Din'i ilim ve felsefeden, tefekkürden ayırmak onun yaşanılan hayat ile alakasını kesmek ve binnetice o'nu ölüme mahkum etmektir." (Din ve Laiklik 223) "Sovyetler'e sorarsanız; laiklik, insanları din vahimesinden ve Allah faraziyesinden kurtaran ve bu politikaya destek olan din ve maneviyat düşmanlığıdır. Garp ilmine sorarsanız; laiklik, din ve vicdan hürriyetinin teminatıdır ve laik olmayan bir devlette bu hürriyetin teminatı yoktur. Bize gelince; 30 senelik maziyi yaşayanlar bilirler ki, biz-
de laiklik, sağ ve sol temayüller arasında bocalamış, iktidar adamlarının içtihatlarına göre mana almıştır. Acı olan şudur ki; bu içtihad, memleket realitesinden ziyade, yanlış görüşlere saplanmaktan doğmuştur. Şuda acıdır ki: Üniversitelerimiz bu hususta efkârı aydınlatacak bir görüş vermemiş, aynı fakülte hocaları bile bir anlayış birliğine varamamıştır...Fakat b u bedbaht prensip uğruna bizde yanan canların ve küstürülen gönüllerin muhasebesini yarının tarihçisi yapacak ve o'nu okuyan nesiller bizi ayıplayacaktır." (27-6-1960 Yeni Sabah) "Din ve Devlet kuvvetlerinin bir elde toplanmasını men eden laiklik fikri, bu iki kuvvet arasında herhangi bir rekabet ve düşmanlığı men eder. V e bu kuvvetlerin hayat yolunda işbirliği yapmalarını ister." (9.7.1960 Yeni Sabah) "İnkılap hareketlerinden doğan zaruret hali çoktan geçmişken normale avdet edileceği normal hukuk rejimine girileceği umulurken bilakis daha şiddetli tedbirlere başvurulmuş ve diyanet bahsinde gittikçe dehşetini arttıran bir yıldırma politikası takib edilmiştir. O suretle ki 1926 tarihli Ceza Kanununun 163. maddesi 25 sene sonra 1949 da şiddeti kat kat arttırılmak üzere değiştirilmiştir. Maddenin yeni şekline göre Türkiye de din hürriyeti prensibinden doğan talim ve tedris neşir ve telkin hakkı diye hemen hemen hiç bir şey kalmamıştır... Hatta bununla da kalınmayarak 1953'te Vicdan ve Toplanma Hürriveti'nin Korunması başlığı altında yapılan bir kanunla b u şiddet bütün ölçüleri.aşacak bir hadde çıkarılmıştır. (Din ve Laiklik 197-198) 2- Peyami Safa: "Cumhuriyet maarifi dinsiz ve dilsiz bir nesil yetiştirmiştir." (objektif 4/170) 3- Prof. Hüseyin Nail Kübalı: "Hak fikrinin teşekkülünde dinin tesiri olmakla beraber, mütekâmil bir hukuki nizam mecburilik vasfını din'den almaz. O ne dinîdir ne de dine muhâliftir. Geniş manada laiklik bir kelime ile müsamaha (=tolerance) demektir ki klâsik demokrasi bu müsâmahanm devletin resmî akidesi olmasını icab ettiren rejimdir. Dar manada asıl laiklik, vicdan hürriyetinin ve onun iz-
har ve ifadesini teşkil eden diğer dinî hürriyetlerin neticesidir. Asıl ve klasik manadaki bu laikliğe göre devletin her türlü dini akidelere saygı göstermesi onlar karşısında tamamen tarafsız objektif bir vaziyet alması lâzımdır. Zamanımızda klasik demokrasinin yerleşmiş bulunduğu Hıristiyan memleketlerinin ekserisinde laikliğin ancak mutedil bir nisbette tatbik edilmesi Devletin dini hayat ile alâkalanmak zaruretini duymasındandır. Bu daha ziyade, modern devletin de, din'de içtimai bir kuvvet ve birlik âmili, milli bir tesanüt unsuru mahiyetini görerek dinî hisleri hukuk ve siyasetin gayri resmi bir yardımcısı yapmaktan vazgeçememenin bir neticesi telâkki edilebilir. Nitekim Latin Memleketleri için katoliklik, cermen ve anglosakson memleketleri için protestanlık ve islav memleketleri için ortodoksluk milli siyasetin bir unsuru telâkki edilmekten tam manâsıyla kurtulamamıştır. Hâlen muhtelif memleketlerin anayasalarından ve diğer mevzuâtından anlıyoruz ki; laiklik prensibi devletin bütün dinleri muhtaç oldukları hürriyetten eşit surette istifade ettirmesini onlara eşit surette saygı göstermesini zaruri ve kâfi kılmaktadır. Bu esas mahfuz olmak şartıyla zamanımızda devletlerin din ile alâka ve irtibatları muhtelif dereceler arz etmektedir. İngiltere, İsveç, Norveç, Danimarka, Yunanistan, gibi bazı demokratik devletler HIRİSTİYANLIĞI resmi bir din olarak kabul etmekte diğer bazı devletlerde ise devletin resmi bir dini olamamakla beraber, o memlekette hâkim olan din, Devlet tarafından geniş himâye görmekte ve din öğretim ve eğitimi velilerin muvafakati şartıyla laik öğretimle beraber resmi ders programlarına göre yapılmaktadır. Federal Almanya'da olduğu gibi: Hülasa laiklik prensibi demokratik memleketlerde aynı derecede tatbik edilmemektedir. Batıda laiklik meselesi, daha ziyade cismâni ve ruhânî iktidarlar Kilise ile Devlet arasındaki münasebetlerin düzenlenmesi şeklinde tecelli etmiştir. Halbuki İslan Dini, dinî ve laik hayat münasebetlerini biribirinden ayrılmaz bir bütün olarak kavrar. İslam Dini için cismânî iktidardan rahipleri hususi patrimuvanı ve ayrı hukuku ile farklı ve müstakil bir ruhânî iktidarın mevcudiyetine inıkân ve cevaz yoktur. Din ve Devlet işleri
birbiriyle kaynaşmış vaziyettedir... İslam Dini'nin din ile dünya arasında tesis ettiği bu kaynaşma bu dinin çok liberal realist ve demokratik olan esaslarına riayet edildiği müddetçe mahzurlu olmamış bilakis İslam medeniyetini Avrupa için örnek ileri bir medeniyet haline gelmesini temin etmiştir. Fakat bu esaslara riâyet edilmemeye başlandığı ve İslam geri bir formalizme ve taassuba saplandığı zamanlardan, X. asırdan itibaren din ve dünya arasındaki bu kaynaşma bir gerileme âmili olmuştur. Devletin dinî hayata mutlak surette lâkayt ve yabancı kalması imkânsızdır ve mahzurludur. Bugün gözlerimizin önünde cereyan eden hadiseler de; dini hayatın, sadece Allah ile kulları arasındaki münasebete taalluk eden bir saha olduğu kanaati ile kendi haline bırakılmasının memleketimiz için nelere mal olabileceğini açıkça göstermektedir." (Anayasa Hukuku 430-438) 4- Matbuat Umum Müdürlüğünün Talimatı "Gazetelerimizin son günlerdeki bazı neşriyatı arasında dinlerden bâhis bazı yazı ve mütalaa ima ve temennilere rastlanmaktadır. Bundan sonra dinler mevzuu üzerinde gerek tarihî gerek temsili ve gerek mütalaa kabilinden olan her türlü makale bend fıkra ve tefrikaların neşrinden tevakki edilmesi ve başlamış bu gibi tefrikaların en çok on gün zarfında nihayetlendirilmesi ehemmiyetle rica olunur." (Matbuat Umum Müdürü Namına: İzzettin Tuğrul Nişbay) 5- Prof. Tahsin Banguoğlu: "Avrupa'da 19. yüzyılda yaygınlaşan materyalizm, ay-' dınlarımıza kısa zamanda tesir etti. Batı terbiyesi almış ve Avrupa görmüş aydınlarımız bir aşağılık duygusuna kapıldılar. Oradan Hristiyan olarak değil, dinsiz olarak döndüler. Meşrutiyet devrinde bunların arasında (Din, mâni-i terakkidir) diye bir parola yayılmıştı. Âdetâ, münevver olmak için dinsiz olmak gerekiyordu. Bu sırada aydmların bir kısmı da farmason oldu. Böyİelikle kendilerini din taassubundan kurtardıklarını zannettiler. O devirde Fikret gibi şairlerimiz Abdullah Cevdet gibi yazarlarımız açıktan dinsizlik propogandası yapıyorlardı.
Sonradan devletin kaderini eline alan Meşrutiyet devri aydınları böyle bir hava içinde yetiştiler. Gerçi Akif gibi cemiyet içinde dinin ve mânevi değerlerin yerini bilen ve ona göre yol gösterenler oldu. Ama materyalizm galip geldi. Laiklik anlayışı da bu zihniyete göre tatbik edildi." (Köprü, 78/13) "Biz lâikliği yanlış anladık. Laik devlet olur, laik millet olmaz. Lâik insan olmaz. Ama bu yanlış anlayış neticesinde laiklik cemiyette maddecilik tesiri yaptı. Eğitim de ona göre kuruldu. Materyalist bir eğitim kuruldu Türkiye'de. Baş hatâ budur. Cumhuriyet döneminde maalesef milli değerler çok ihmal edilmiştir." (Köprü 1979 31/11)
lardır:
6-Ord. Prof. Sadri Maksudi Arsal: "Laik bir devletin istinad ettiği esasların başhcafarı şun-
1- Vicdan hürriyetini kabul eden devletlerde hâkim din memnu din olamaz. 2- Devlet hiçbir dini himayesi âltma almadığı gibi umumi nizam ve emniyet bakımından zararlı olduğu isbat edilmedikçe hiçbir dini men dahi edemez. 3- Devlet bütün din ve mezheplere aynı vaziyettedir. Hapsine karşı lâkayıt ve bitaraftır. 4- Her dinîzümre, dinî işlerini tanzim için cemiyetler teşkil edebilir. 5- Devlet dinî müesseselere maddi yardımda bulunamaz tahsisat ayıramaz. 6- Memuriyetlere tayin ve mekteplere kabul konusunda herhangi bir dine mensubiyet ne bir şart olabilir ne de bir mânia teşkil edebilir. 7- Din Hürriyeti esas kanunlarla tanınmış bir hak olduğu için hükümetler bu hakkı tahdid eder mahiyette hususi kanun nizamname ve emirler neşredemezler. 8- Dini teşkilatlar ve dini cemiyetler tamamiyle hususi cemiyetler mahiyetinde oldukları için devletler dini cemiyetlere din hizmetlilerine devlete ait vazifeleri yükleyemezler. 9- Devlet dinlerin hâricinde bir müessese olduğundan devlet içinde resmi-idari vazifeler ruhanilere yükletilemez. 10- Aynı esaslar neticesinde kaza tâlim ve terbiye işleri de ruhanilerin eline tevdi edilemez."
7- Cemal Kutay: "Laik bir devlet bünyesinde garabet olan Diyanet işleri Başkanlığı, yerini cemaat teşkilâtına bırakmalıdır." (Bilinmeyen Tarihimiz 1/168) 8- Prof. Melımed Kaplan: "Laiklik, bir din değildir. O'nda dinin birleştirici vasfı yoktur. Bilakis o daha ziyade ayırıcıdır. Cemiyetlerde bütünlük süreklilik ve dayanaklılık veren âmiller; tarih şuuru, din, anane, müşterek kültür, içtimai heyecan, gibi kuvvetlerdir... Yirminci asrın ilim ve tekniğine rağmen en ileri memleketlerde bile onun birleştirici bir rol oynadığını açıkça görüyoruz." (Nesillerin Ruhu 130-131) 9- Prof. Orhan Aldıkaçtı: "Tevlıid-i Tedrisat Kanununa göre devlet, dinî eğitimi üzerine almışken, bu alanda hiçbir şey yapmamıştır. Çocuklarına din eğitimi vermek isteyen ana ve babalar bu imkandan mahrum kalmışlar veyahut kendilerinin yetersiz olan bilgileri ile yetinmek zorunda kalmışlardır. Bu gelişme, yani Tevhid-i Tedrisat Kanununun uygulanması, laiklik adma yapılmıştır. Halbuki görüldüğü gibi bir halkın dini eğitimden dini bilgilerden mahrum edilmesiyle laiklik arasında ciddi bir münasebet kurmak zordur. Fakat uygulama laiklik adma yapıldığından çocuklarına dini bilgi vermek isteyen fakat muvaffak olamayanlara da, çocukları dini bilgiden yoksun olarak yetiştiği için biraz fazla kolaylıkla laikliğin dinsizlik olduğu inancı doğmuş ve yerleşmiştir. Bundan dolayıdır ki bizde de laiklikle din arasındaki çatışma cumhuriyetin ilanından hemen sonra şiddetlenmiş ve hâlen devam etmektedir." (Prof. Orhan Aldıkaçtı, Anayasa Hukuku, 72-73) 10- Prof. Toktamış Ateş: "İlk dönemde dine karşı alman tavır yüzünden bir noktada din adamı sıkıntısı başgösterdi. Sonra elbette toplum kendi din adammı kendisi yetiştirmeye başladı. Ama bir bakıma cumhuriyet bunu yapmaya mecburdu..." (Yeni Gündem Sayı, 33-Shf.l7)
11-Doç. Mete Tuncay: "Bizde yaşanan, Batılı anlamda laiklikten çok devletin diıı'i denetim altına almasıdır. Bunun için Diyanet İşleri devlet örgütünün bir parçasıdır. Ayrıca şunu söyleyelim: Bugün laiklik geniş ölçüde bir cici söz haline gelmiştir; onun için ideolojik değeri sorgulanmamakta tartışılmamaktadır. Son tartışmalarda taraflar kendi istediklerine laikliktir diyerek biribirlerini kandırmaya çalışıyorlar." (Yeni Gündem Sayı 33-Shf.l7) 12- Prof. Mümtaz Soysal: "Sağ, (Din işleri niçin devletin görevi oluyormuş? Cemaat teşkilatı kurulsun. Müslümanlar da kendi işlerini kendileri yürütsünler) der. Sol ise (Laik bir devlette din işlerinin devlet görevi sayılması nasıl olur? Dinle ilişkisi olmayan insanların verdiği vergiler ne diye imamlara müftülere maaş olarak dağıtılır? Onlar da kendi cemaat teşkilâtlarını kursunlar. Batı'nın laik devletlerinde olduğu gibi kendi kendilerini yönetsinler) der... Bu görüşte olanlar bilmez ki, devlet kasasından din görevlileri için harcanan paralar devlet işlerine din karışsın diye değil, tam tersine din devlet işlerine karışmasın diye harcanır. Daha doğrusu öyle harcanması gerekir.. Devlet din görevlerinin yürütülmesini üzerine alacaktır ama bu yürütüşünü laikliğe uygun olarak yapılmasını sağlamak üzere alacaktır. Dinin bir vicdan ve iç-inanç konusu olarak kalması laik devlet gücünün sağlayacağı böyle bir denetim yoluyla gerçekleşecektir. Laik devlet kendi elinde bulundurduğu din hizmetleri yoluyla bu hizmetlerin laikliğe aykırı yollara sapmasını ve toplum düzeninin din etkisi altına girmesini önleyecektir." (Milliyet, 31 Mayıs 1975) "İslâm, kapsamlı, bütünlükçü bir din. Yalnız uhrevî inançlarla değil, yeryüzü yaşamının her yönünü düzenleyen kurallarla dolu. Hem de Allah kelâmı olarak. Böyle bir dinin bütün çabalara karşılık kendi etki alanını genişletmek istemesinden daha tabiî bir şey olamaz.. Bu eğilimin yığınlarca daha çok benimsenebilir olması için, laik devletin kendisine bırakılan alanlarda pek başarılı olmaması gerekir. Laik Devlet, yığınlara, gereken mutluluğu verememişse; yığınlar, devri saadet özlemi çekmezler mi? Ahlâksızlığın vurgunun soygunun dolandırıcılığın neredeyse bir
kural durumuna gelip fuhuştan kumara kadar her türlü hastalığın yaygınlaştığı bir düzende ve faiz oyunlarına dayalı bir ekonomide,-dindeki geriye dönüşün yığınları da peşinden s ü rüklemesi çok mu şaşırtıcıdır?" (Milliyet, 9 Aralık 1986) 13- Prof. Kemal Karpat: "Din karşısmda tarafsız modern bir milli devlet kurmaya yardım etmek toplumu İslâm'ın baskısından kurtarmak ve yeni hür bir fert tipi yaratmak. Bu akli ilmi gelenekçi olmayan ve klerikalizme cephe alan bir laikliktir. Ne var ki, maksadı böyle gösterilen laiklik zamanla resmi bir dinsizlik doğması olarak değerlendirilecek ve pozitivist karakteri galip gelecektir." (Türk Demokrasi Tarihi, 232) 14- Prof. Hikmet Taııyıı: "Atatürk'ün 1935 yılında mason localarını zararlı görerek kapattığını ve müteakip yıllarda hasta zamanında (Bir şeyi eksik bıraktık; din, din.) diye tekrarladığını biliyoruz." (Tarih Boyunca Yahudiler ve Türkler, Shf 335) 15- Lord Kinross: "Aynı zamanda bütün türbeler kapatıldı, tapınak ve adak yeri olarak kullanılmaları yasaklandı. Bu yasak, mecliste itirazlar doğurdu. Dostlarından biri de, Hamdullah Suphi Tanrıöver de, aleyhte konuşunca Gazi onu bir kenara çekti (Karara karşı gelme) dedi. (On yıl sonra hepsini tekrar açarsın.) (Atatürk, Lord Kinross Shf. 625) 16- Prof. Emre Kongar: "...Laiklik, çağdaş devlet kurammı tamamlayan siyasi hukuki ve toplumsal bir ilkeydi. Bütün öteki Kemalist ilkeler gibi laiklik de Osmanlı düzenine bir tepki olarak biçimlenmişti. Devlet ile Din'in ayrılması bakımından siyasi bir ilke olmasının ötesinde de özellikleri vardı. Aynı zamanda dinin hukuki-eğitimsel-kültürel hayattan soyutlanmasını amaçlıyordu. (Jaeschle 97) Laiklik kendi başma Din'e karşı.bir ilke değildi. Tam tersine dinsel etkinlikleri siyasal, toplumsal hukuki hayattan ayırarak Türk Toplumunun yeniden düzenlenmesi sırasında İsl-
âıtı Dini'nin ezilip yok edilmesini engellemişti. Atatürk, dini ve dinsel önderleri Bağımsızlık savaşında kullanmış olmakla birlikte onlara karşı özel bir sevgisi de yoktu... Şu satırlar Atatürkçülerin din'e karşı tutumlarını oldukça iyi belirler: Atatürk ve* arkadaşları Rusya ve Almanya'daki diktatörlerin yaptıkları gibi din'e karşı duygusal ya da kurumsal tedbirler almadılar CVVebster 1938/170) Bir siyasi devrimci olarak din'i tümüyle gözden çıkarmak Atatürk için mümkün değildi. Aşağıdaki gözlem, din'e karşı Kemalist davranışı belirlemek bakımından oldukça değerlidir: İnsanın kesin olarak Cumhuriyet hükümetinin dine karşı ya da din'den yana olduğunu ileri sürmesi mümkün değildir. Meselenin temeline bakılırsa hükümet, İslam Dinine karşı fırsatçı bir tutum izliyordu. İslam Dini'nin cumhuriyetçi ilkelere uygun olduğu yerlerde dinden yanaydı. Kemalizmin başarısını tehlikeye düşürmesi ihtimali bulunan durumlardada İslam Dini'nin karşısına çıkıyordu. Geri kalan alanlarda ise az çok tarafsızdı. (Ailen 1968/175)" (Türkiye'nin Toplumsal Yapısı, Emre Kongar, Shf. 149-150) 17- Prof. Niyazi Berkes: "Anayasa'da (devletin dini İslamdır) gibi bir kaydın bulunmasının yahut bulunmamasının büyük bir pratik değeri yoktur. Biz' de din ve devlet ayrımı olduktan sonradır ki, anayasadan o kayıt kalkmıştır. Yoksa bu kayıt kalktı diye laiklik olmuş değil. Demek ki böyle bir kayıt, anayasa da bulunsa da yalan olabiliyor, bulunmasa da. Asıl olaylara bakmalı. Bugün Mısır Anayasasında o kayıt bulunduğu halde orada görülen din politikası Atatürkçü din politikasına daha yakındır. (67) (Devletin dini, İslâmdır) kaydının olması da bir anlam taşımıyordu. Çünkü İslamlık, kilisesiz bir din olduğundan yani dince de hukukça da birim, kişi olduğundan; devlet gibi bir tüzel kişiliğin zaten dini olmaz İslam'da. Tarihte hiçbir zaman da olmamıştır. (68) İslam Uygarlık Tarihini anlamaksızm modern Batı uygarlığını anlamanın olanağı yoktur. Biz İslamm uygarlık tarihindeki yerinin tüm cahili haline geldiğimiz için, Batı uygarlık ve düşüncesini anlamak yolundaki çabalarımız da boşuna gidi"yor. Bu önem, İslam'ın bir yandan grek uygarlığı ile modern Avrupa uygarlığı arasında diğer yandan eski uzakdoğu uygar-
lığı ile Avrupa arasında köprü kurmasından ileri gelir. Akdeniz çevresi uygarlığının erişebildiği en yüksek zirveyi temsil eden Roma uygarlığı, bu köprüyü kurmadan göçtü. Greko Romen Akdeniz uygarlığı, Filistin'den gelen Hıristiyanlık dininin kucağına düştü. Tarihte bu dinin ilk dönemi kadar, bir uygarlığın dünyadan kaçıp kendi içine kapanmış marazı bir insanı temsil eden bir dönem yoktur. O zamanki Hıris tiyanlık giderek Avrupa insanını Akdeniz uygarlık çevresinin kuzeybatısına hapsetti. Aşağı yukarı 10 asır, zamanımızın en totoliter rejimlerinin bile başaramadığı bir şeyi yaptı: Her insanın tepesine, onun aklına, kalbine, hatta yatak odasına hükmeden bir papaz dikti. İnsanlık tarihindeki görülmemiş bir kölelik sistemi yarattı. İslam, işte o zaman tarih sahnesine çıkmış bulunuyordu. Bu din o zamana kadar Hıristiyanlığın bir türlü sokulamadığı uluslar arasına, ona inat yayıldı. 7. asırdan 17. aşıra kadar dünya tarihinin en dinamik, en uygar insanları Müslümanlar oldu. (68-69) Modern şartlar karşısında iki görüş belirdi: a) Kemalizm, b) Selefiye. _ Birinci görüşe göre İslam, aslında bir toplum dini değil bir kişi dinidir. Fakat tarih içinde, din ile toplumun politik örgütlenmesi, beraber yürümüştür. Din ile Devlet; Hıristiyanlıkta olduğu gibi, birbirinden ayrı ve belirli din örgütlenmesi ve devlet örgütlenmesi biçiminde ayrılmamıştır. Fakat bu olay bizi yanıltmamak (İslâm'da din ile devlet bir ve aynıdır) yargısına vaıdırmamalıdır. Diıı devletle hiçbir zaman aynileşmemiştir. Devletin yerini alarak kendisi devlet olmamış, yani bir din devleti, bir teokrasi, olmamıştır. Devlet, daima üst mevkide bulunmuş; din ona kısmen hukuk yolunda yardımcı olmak, kısmen kişilerin ruhi ve moral bağlantılarım cami ve tarikat dindarlığı ile sağlamış olmak, kısmen de halkın ulusal, yani İslâmdan gelme olmayan, örf ve âdetlerine nüfuz ederek halkın kültürünün önemli bir parçası olmak gibi roller oynamıştır. Zamanımızda din-devlet ayırımı yapmak ihtiyacı, 19. yüzyıldan sonra devletin her zayıfladığı yerde kişilerin devletten mahrum kalma sonucu olarak din'e sarılmalarının yarattığı bir sonuç olmuştur. Demek ki bu görüşe göre laiklik şimdi tanımlayacağım ikinci görüşün ortaya attığı dâvâya-iddiâya karşı gelmekten ibarettir, (shf.210) Kemalist görüşe göre Mısır ve Tunus da laiktir. (211)
Atatürkçü laikliği anlamayanlar, "aydın din adamı" tedrisi ile bu laikliği karıştırıyorlar. (214) Cezayir'de de, Mısır'da olduğu gibi, (devletin dini İslamdır) kaydı var. Bir siyasî toplumun anayasasında böyle bir kaydın bulunmasını halkı müslüman olan ülkelerde önemli bulmuyorum. Mısır ve Cezayir bu kayda rağmen laik sayılırlar. (218) Şeriat hukuku, yani İslam Fıkhının İslam uygarlık çerçevesi içinde geliştirdiği bu hukukun bir sivil hukuk olduğuna hiç kuşku yok. O, Hıristiyanlıktaki (cannonicjue-hukuk) gibi bir din ve kilise hukuku değildir. Örneğin, evlenme, şeriat hukukunda bir secrament eylemi değil, düpedüz bir akit bir kontrattır. Bizim İslâm'ın cahi onuıî bir din hukuku olduğu zannını veren şey, kadı'mn din adamı s ayılması, da halkın ufak bir tören yapmasıdır. Halbuki kadı din ada mı değil kaza adamıdır. Osmanlıda kaza örgütünün sonradan bozulması bu zannı doğurmuştur. Eski Osmanlı sisteminde kadı; din adamı değil, devlet ve kaza adamıdır. Şeriatı, yani devletin sivil hukukunu uyguladığı gibi; Kanun'u, yani devletin yapması gereken hükümleri de uygulardı. (229) (İslamlık Ulusçuluk Sosyalizm; Niyazi Berkes) "İslâm'da kesin bir devlet kavramı, bir sosyal düzen kavramı ve kuralı yoktur. İslâm Hukukunda ve İslâm Tarihinde İslam Devleti diye bir şey uygulanmamıştır." (Teokrasi ve Laiklik 62,N.B.) "Bir İslâm Devleti kavramının bulunduğu görüşü Hıristiyan din ve devlet güçlerinin baskıları altında uydurulmuştur." (Teokrasi ve Laiklik 75,") "Şeriat Devleti ideolojisinin kaynağı Hıristiyan dünyasıdır. İslâm'ın birşeriat devleti emrettiği yolundaki iddiaların aslı yoktur. İslâm, (devletin yapısı biçimi şöyle olsun) dememiştir." (Teokrasi ve Laiklik 175) "İslâm Devleti ideolojisi ilk kez Kanunu Esasi ile 1876'da başlamıştır" (Teokrasi ve Laiklik 88) 18- Kadercan Kafir. ", ..Atatürk'ün Anadolu'ya saldıran haçlı ordusunu denize dökmesinden sonra o zamana kadar tamamen sömürge durumunda olan İslam memleketleri birer ikişer İstiklal mücadelesine atıldılar ve istiklallerini kazandılar. Atatürk yalnızca Türk kahramanı değil, İslam kahramanıdır. Arkadaşlar, şunu da
söyleyelim ki; en büyük bir meziyette, insanın kendi kusurunu bilmesidir. Kendimi bundan tebrie etmiyorum. Hep beraberiz, hepimiz biriz. Yapılan hata hepimize şamildir. Camilere giden dindarlara gerici damgasını vurduk. Uzun zamandan beri okullarımızdan din öğretimini kaldırdık. Din adamları yetiştiren okulları kapattık. Sonra da din adamlarının noksanlığını aleyhte delil olarak aldık. Acaba biz tıp fakültesini Teknik Üniversiteyi kapatsa idik ve ondan sonra da (ne yapalım memlekette teknik ilerleme için tıbbi ilerleme için doktorumuz yok mühendisimiz yok) demeye hakkımız olur mu idi? Evet câmileri imalathane yaptık. Depo yaptık, sattık yıktık. Ezam hem de yanlış bir tercümeyle senelerce okuttuk. Ama kilise'nin çanlarına karışmadık. İstedikleri gibi çaldılar. Komünizmin iki kalesi vardır. Bunlardan birisi devletçilik,, öbürü de dinsizliktir. Devletçilik ifrata vardırılırsa, laiklik ifrata vardırılırsa, komünizme o nisbette yaklaşılır." (1961 Anayasasının müzakerelerinden, Tutanak Dergisi, Cilt 3, Shf. 1402-1403-1404) 19- Aytıuıc Altıv.dal: "Bir yurttaş günün birinde TC. Devletinin, doğumu ile birlikte kendisine verdiği nüfus kağıdına bakıp da orada kendisinin bizzat TC. devleti tarafından "müslüman" olarak kabul ve tescil edildiğini görse ve bunu ciddiye alarak "madem ki benim TC. devletim beni müslüman olarak görüyor ve kabul ediyor öyleyse ben de tam bir müslüman gibi İslami hükümlere fiilen uyarak yaşayım" derse ne olur? O'na müslümansm diyen ve fakat kendisi laik olan TC. tarafından cumhuriyetin ceza yasalarını ihlâlden yargılanır, ve şahıs ısrar ettiği takdirde mahkumiyeti cihetine gidilir.(9) Türkiye'de insanlar TC. anayasasının başlangıç bölümünde yer alan "..laiklik ilkesinin gereği olarak" kutsal din duygularına sahip olabilmektedirler. Laiklik ilkesinin gereği olmayan kutsal din duygularına ise asla sahip olamazlar. Kısacası Türkiye'de insanlar laiklik ilkesinin gereği kadar müslümandırlar. (10) Türkiye de yaşayan insanlar, doğum ve ölüm safhalarında müslüman, yaşamları süresince ise, laik olmak zorundadırlar. (12) Çıkan sonuç şudur ki Kur'an'a ve şeriata göre, bireye o
çağların Hıristiyanlığında ve Yahudiliğinde olmayan bir serbesti alanı tanınmıştır. (44) ' Günümüzden yaklaşık 1400 yıl önce bireylere çağımızın anayasalarmdaki ve insan hakları beyannamesindeki sekuler hüküm ve kararlara benzer özel haklar sağlamış-getirmiş olan inanç sistemi de İslâmiyettir ve onun kutsal kitabı Kur'an'dır. Günümüzden 1400 yıl önce Kur'aıı'da, Allah, insanlardan düşünmelerini ve akletmelerini istemişti. 1986 yılında Türkiye'de düşünce suçu gerekçesiyle onyıllarca hapis cezasma çarptırılanlar bulunduğu ve bu insanların acı ve işkence çektikleri anımsanırsa ve kıyaslanırsa, TC Devletindeki bireysel ve laik özgürlüklerle İslâm'ın kendine özgü yani şeriatın gereği olan sekularizmi arasmdaki fark çok daha iyi anlaşılır, kanısındayım. (44-45) Türkiye'de Osmanlı'nın tersine Cumhuriyet yönetimi Din'i devletin yönetimine ve denetimine soktu. Osmanlı Devletinde özerk olan İslâmiyet, Cumhuriyet devrinde bu özelliğini yitirdi. Osmanlı sekularistleri, toplumda İslâmî normları gözönünde tuturak reformlar yapmışlardı. Cumhuriyetçi Kemalist Kadro ise Batı'dan empoze edilmiş olan laiklik ilkelerini, Batı'da olmadığı şekilde, Türkiye toplumuna dayattı. (87) Kemalist Devletçi Laisizm, Türkiye toplumunda, İslâmiyeti Vicdan Özgürlüğü başlığı altında tamamen kişiye özel bir inanca indirgedi. Oysa Yahudilik Hıristiyanlık ve İslâmiyet gerçekte-dikkat çok önemlidir- Cemaat Dinleriydiler. Yeryüzünde cemaatsız Yahudi, Hıristiyan, Müslüman yoktur. Bireyin Islâmiyeti seçip seçmeme keyfiyeti kişiseldir. Fakat kişi ancak cemaatı aracılığı ile müslüman olur. Yoksa bireyin cemaatinden soyutlanması (izole edilmesi) ya da tamamen kendisine özgü Dinsel İnanç edinebilmesi bu üç din için geçerli değildir. Kişinin İslamiyeti seçip seçmeme kararı tamamen kendisine aittir. Ama İslamiyeti öğrenebilmesi ancak ve ancak Müslüman Cemaatın arasmda bulunmasıyla mümkündür. Dolayısıyla Kişiye Özel Dinsel İnanç sözü ve önerisinin başka hiçbir yerde kıymeti harbiyesi yoktur, bu sadece Türkiye'de vardır. (68) "Osmanlı'da devlet, İslâmi empoze ediyordu" diyenler, günümüz de de devletin Cebren ve Hileyle laikliği empoze etmesini görmezlikten gelmektedirler. (91) Kemalist Devletçi Laisizm Türkiye Toplumunu deislami-
zationa tabi tutmuş ve bunu gerçekleştirebilmek ıçm de toplumu tarihsizleştirmiş ve dilsizleştirmiştir. (92) Diyanet Teşkilatının mucidi Ziya Gökalp'tır. ilk Defa o, böyle bir kurumun tesisi gerektiği fikrini aşılamıştır. (76) ^ Bugünün Türkiye'sinde Kemalist Devletçi Laisizmin çok önemlidir ki ne sınıfsal ne de kitlesel tabanı vardır. Bu durumda da çok yakın bir gelecekte, devlet baskısına dayalı otokratık tepeden inmeci ve otoriteryen bir milli şef laisizmini savunan hiç kimse kalmayacaktır. Türkiye'nin cumhuriyet, döneminde u l a ş t ı ğ ı bugünkü aşamada bu tip bir laisizmin nesnel gerçekliği yoktur. (94) . . . . Türkiye toplumunun nesnel yapısından Islâıuıyetm tecrid edilmesi mümkün değildir. Bu durumda İslâmiyetin Cebren ve Hile ile, batının kapitalist emperyalist mihrakları öyle istiyorlar diye baskı altında tutulmasına karşı çıkılmalıdır. Bu inanca bağlı kitleleri gerici olarak n i t e l e n d i r m e alafrangalığına da artık bir son verilmelidir. Sütyen takmayan kadın ilerici başını örten kadın gerici, ayrımının ne bilimsel ne de etikbir değerı vardır (99) Türkiye'de din adamlarını suçlamaya bir son verilmelidir. Çünkü İslâmiyette Ruhbanlık ve Sacer-dotalizm yoktur. (100) ' , Çare laikliğin toplumsallaştırılıp sivilleştırılmesı yanı sekularizme gidilmesidir, (99) u Sekülarizm, inanç ve düşünce özgürlüğünü daha ıyı sağlar. Aralarında şu farklar vardır: Laiklik dinin devlet yönetimine girmesi görüşünü savunur. Bu anlayış ilk defa Bizansta ortaya çıkmıştır. Sekülarizm de Din özerktir. 26. Laiklik antogonisttir, dediğim dedikçidir, sekülarizm cosensus uzlaşma yanlısıd ı r . ^ ) Laiklik Pozitivizm ve Darvinizm ile güçlenip yayılmıştır. Jakobence radikaldir (27) Osmanlı'da ve islam'da kendine özgü bir sekülarizm vardı. (45)" (Laiklik, Süreç Yaymları.1986) 20- Prof. Şerif Mardin: Atatürkçülüğün getirmediği şeylerden biri, hayatın şiirselliğini insanın şahsında yada gruplarda yansımasını sağlayacak olan bir semboller kümesidir. Dinin yaptığı şey de budur...
Cumhuriyetin getirdikleri içinde şiirsel olan azdı ve en önemlisi alt sınıfların günlük kültürüne girmemişti. Bana öyle geliyor ki gerek askeri gerek siyasi bazı yönetici çevreler, Türkiye'de İslami yatırım gerektirmeyen bir sosyal kontrol aracı olarak düşündü." (Nokta, Ekim 1986,Sayı 41, Syf.37) "Daha derin bir düzeyde laik cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Türkiye'de fertlerin kişilik ve kimlik krizlerini halletmekte zorluk çekmiş oldukları açıktır. Cumhuriyetin bu noktadaki başarısızlığının sebebi başka bir araştırmanın konusudur. Ancak Türkiye'nin değer boşluğu gözleri kamaştıracak kadar belirlidir." (Din ve İdeoloji Syf. 31) 21-Prof. Bedri Giirsoy: "Din'in mâni-i medeniyet olduğu, cumhuriyetten çok önce ortaya atılmış boş bir iddiadır. Zira Türk toplumuna kendi kişiliğini kendi özelliğim kendi benliğini kazandırmış olaıı İslam dini hiç de Uygarlığa karşı bir din değildir. Tersine; bugün Batı Medeniyeti diye adlandırılan uygarlığı, İslam âlemi başlatmıştır. Çünkü müsbet düşünceyi, araştırmayı, bilimsel metodu, Avrupa'dan önce İslam Âlemi geliştirmiştir... Müslümanlığı anlayamayan kişiler; kendi noksanlarını, dini itham ederek örtmeye çalışmışlardır. ...Oysaki inançsız-dinsiz bir toplum olamaz. Bir toplumda dmi vecibeler zorunlu sayılmaz, müeyyideye bağlanmaz, devlet gücüyle kovuşturulmazsa bu yeterlidir; laik devlet var demektir. O'nun ötesinde, hukukun içinde yaşadığı tabii muhiti oluşturan manevi değerleri ahlak kurallarını yaratmada eıı büyük etken olan dini her vesileyle vurulacak horlanacak bir müesese haline getirmek yanlıştır. Osmanlılar dünya işlerini düzene sokmak için din'den de örf ve âdetten de yararlanmışlardır. Biz aynı akıllılığı göstermeye kalksak, nizâm-ı âlem teessüs eder, işler iyi gider ama; batılı modellere ters düşer. Gericiliği temsil eden DİN ile ilericiliği temsil eden BATI arasında bir tercih yapmak gerektiğinde dinden yana olmak kimin haddine?" (Meydan dergisi, Ocak 1979 Sayı 565/47, Shf.9-'10) , "Laik düşünce ile şer-i şerif arasında sanıldığı gibi bir çelişki yoktur. Bizi millet olarak bugüne getirmiş kıymet hükümlerimizi muhafaza edelim, sahip çıkalım. Laik düşünce bunlaDin-Medeniyet ve Lâiklik F. 20
305
rın yok edilmesi anlamına gelmez." "...Dini nikah ile resmî nikah,tarafların kendi isteği üzere yapıldığı için-aralarında bir fark yoktur." (Milliyet, 29 Ekim 1985 Shf.8) , 22- Prof. Çetin Özek: "Kanun laikliği tarif etmemiştir. Laikliğin, üzerinde ittifak edilmiş bir tarifi yoktur." (163, Mehmed Cemal Shf.233) "Laikliği devlet ile din'in müstakil ayrılığı olarak kabul etmek yanlış dar ve tehlikelidir." (31 Temmuz 1960, Hürriyet) "163. Maddenin antidemokratik bir nitelik taşıdığını kabul etmek gerekir." (Basın Hukuku, 456) "Hıristiyanlığın değişen toplumsal yapı biçimlerine kendisini kolaylıkla uydurduğu ve böylece doğuştan 250 yıl sonra dünya dini durumuna geldiği özellikle ortaçağda feodal yapıya uygun düşen Felsefe'yi-Siyaseti-Hukuku tüm ideolojileri kapsayan kavramlar oluşturduğu görülmektedir. (Devlet ve Din Syf. 642)" . "Hıristiyanlığın lâik düzene geçişlere kolaylık ve imkan sağladığı çoklukla savunulan bir görüştür. Gerçekte, Hıristiyan Dünya Görüşünü oluşturan kilise düşünürleri, siyasal iktidar kuramını belki de İslam'a oranla daha geniş ve kapsayıcı boyutlara varacak biçimde oluşturmuşlardır. (646)" "Laik bir siyasal sistemde devletin yasal toplumsal ve siyasal yapısının dinsel kurallara uygun olması zorumluluğu yoktur. Yapının belirli kuralları dinsel inanç sistem ve teorisine uygun olabilir. Ama bu, uygunluk, dinsel kurallara uygun hareket etme gereksinmesinin bir sonucu olmayıp, iyi idarenin akılcı gereklerine uygun olduğu içindir." "Lâla devrinden bu güne kadar (batılılaşma) bütün meselelerin çözüm yolu olarak görülmüş bu yoldaki başarısızlıkların sebebi de İslâm'a yüklenmiştir. Batı, Doğu'ya kendi kültürünü yaymaya çalışmış, bu sebeple İslâmcı sentezleri bile suçlayarak kendi modellerinin ve' kültürünün yerleşmesini amaçlamıştır. . . .. İslâmcı-gelenekçi kitlenin varlığı yok sayılarak bir siyasal düzenleme yapılamaz. İslâmcı gelenekçi gücün kadrocu baskıcı seçkinler yönetimiyle kırılamayacağını tarihsel olgular kanıtlamıştır... Devletçilik düzenine geçişle tamamen egemen duruma gelen bürokrat seçkinler, laikliği soyut bir kavram du-
rumuna dönüştürmüşler, bunun sonucunda da otriter siyasal yapı içinde her türlü dinsel tutum ve davranış suçlanır duruma gelmiştir, iktidardaki bürokrat seçkinlerin dine karşı çıkışları islamcı muhalefeti sindirmiş gözükse dahi gerçekte güçlendirmiştir. Bürokrat seçkinlerin laiklik yorumlanırdaki sapmalar yığınların tepkisinin gerçek nedenini gölgelemiş ve halkın dinsel nitelikteki her davranışı gericilik, yobazlık, ilkellik olarak nitelendirilmiştir. Bütün bunlar, laiklik ilkesinin kabulü ile çaşdaşlaşmayı aynı kefeye koyan görüşlerin derin yanılgısını açıkça ortaya koymaktadır." (16,692,693,694,695,696 Devlet ve Din) 23- Prof. Muammer Aksoy: "Din ile devletin birbirinden ayrılması Batı'da laikliğin hedefine ulaşması için kafidir. Fakat bizde asla gayeye hizmet etmez. Biz, Avrupa'daki manada din ile devletin mutlak surette biribirinden müstakil olması yani dini devletin kontrol etmemesi manasında bir laikliği memleketimiz için asla kabul etmiyoruz." (Kurucu Meclis'in Perde Arkası 437-439) 24-Prof. Lütfii Duran: "Devletin laikliği prensibi sadece teşrii tasarrufların dini kaide ve emirlere uygun şekilde yapmak mecburiyetinde bulunmamasını değil aynı zamanda din müessesesine karşı tamamen tarafsız kalmasını yani leyh ve aleyhte müsbet veya menfi bu sahaya herhangi bir müdahale veya tesir icra edememesini tazammun eder. Bu itibarla Türk halkının müslüman cemaatının serbestçe teşkilatlanmasına müsaade edilmeli, ibadet ve dini merasimlerine lüzumlu cami mescit ve sair yerler vakıf mallarının gelirleri ile birlikte cemaate devir değil tahsis olunmalıdır. Ancak bu surette din ve vicdan hürriyeti tam manasıyla getirilmiş olur." (Kurucu Meclis'in Perde Arkası 382) 25- Prof. Aytekin Atay: "Laiklik dinin dünya devlet işlerine karıştırılmaması ve buna karşılık devletin de dine karşı lehte veya aleyhte bir tavır takınmamasıdır." (Cumhuriyet 16 Aralık 1968)
26- Prof. Tarık Zafer Tuııaya: "Devletin Din'le birbirinden ayrılması Batı'da laikliğin hedefine vâsıl olması için kâfidir. Fakat bizde asla gayeye hizmet etmez. Din, devletin kontrolunda olmalıdır." (Kurucu Meclis, 183) 2 7- Prof. Osman Turan: "Diyanet teşkilatının devlet kadrosu içinde ve onun baskısında tutulması laiklik prensibinin ihlâlidir." 28- Hamdullah Suphi Tanrıiiver: "Din kulla Allah arasındadır" diyen Prof. Banguoğlu'na Hamdullah Suphi Tanrıöver'in cevabı: "Bu mümkün mü? Ortada bir Türk Milleti ve onun dinî ihtiyaçları ve dinî müesseseleri vardır. Böyle olmasaydı, Diyanet işleri kurulmazdı vakıflar hükümet teşkilatı arasına sokulmazdı." 29- Attila İlhan: "Türk bilincini taşıyan bir bileşimin yapılması şart. Nasıl olur bu? Herhalde (geçmiş kültü r ve sanatımız ümmet sanat ve kültürüdür, işe yaramaz, onları bir kenara bırakacağız) diyerek değil? Hıristiyan Ortaçağı ayrı ayrı bü tün bileşimlerin içinde hissedilir mi hissedilmez mi? Batılı falandır ama, İtalya'da İtalyan katolik diye hâlâ karısından ayrılamaz. İspanya'da İspanyol kadını pantalonla dolaşamaz,- bikini ile denize giremez. Büyük Devrimin vatanı Fransa'da, Laik devletin televizyonu her pazar kiliselerden âyin yayınlar. Üstelik bu ülkelerin hepsinde de skolastik eğitim yapan din okulları en yüksek derecelerine kadar serbesttirler ve hatta devlet tarafından da korunurlar." (Hangi Batı, 114) "Fransız devrimi en acımasız laik devrimdi. Jeacobin'ler papazları kesti, kiliseleri ahıra çevirdi. Oysa Fransa hâlâ laik demokrasi, ama St. Joseph St. Benoit türünden tarikat liseleri sürüsüne bereket. Ayrıca Üniversite düzeyinde Katolik enstitüleri faaliyette. Bu kurumlarda dersleri papazlar rahibeler okutur. Karatahtanın üzerinde çarmıhta İsa kabartması vardır. Yine de
hiç kimse çıkıp Fransa'da laikliğin elden gittiğini söylemez." (Milliyet, 18 Mayıs 1986 Shf. 10) "İyi ama (Batı'da) diye başlamayın. Orası Batı. O yöntemleri kendi toplumsal verilerinden çıkarmışlar. Adaptasyon yapmıyorlar. Hiçbirinin on asırlık bir müslüman geçmişi yok. Hiçbiri uzak Asyadan çıkıp gelerek Bizans siteleri üzerine çöküp Müslüman bir fetih imparatorluğu kurmamış... Sen Van Gogh diye opera yaz. Villion'u, Dertli'den yeğ tut. Ozanların 72 tür frenk özentisi şiir üretsin. Şarkıcıların ya ingilizce ya Fransızca ötsün. Sonra (yoksulluğunun nedeni ve dökümü budur) de. İşlemez, işlemiyor işte. Her şeyden önce o aydının politikacının sanatçının ses tutum ve davranışlarında bilmem kaç asırlık geçmişinden esintiler arıyor. Haklıdır da aramasında... Türkiye'nin dâvâsı, batıhlaşmak değildir. Modern kişiliğini bulmak yoksulluktan kurtulmak endüstrileşmek sorunudur. Bunlar önerilirken o'nun onurunu çiğnemek en büyük yanlışımızdır. Siz bir kere o içtenlikle ondan yana olduğunuza onu inandırmaya bal<m...Laikliğiniz, bilimciliğiniz, onun asırlardır uğruna gık demeden öldüğü kılıç üşürüp at kopardığı kavramların üstüne üstüne bevletmesin." (Hangi Batı, 120) 30- Dr. Yalçın Özer: "Evvelki hafta İngiliz Başbakanı Margaret Thatcher'a hu- kuk doktorluğu payesi verildi. Tabiatıyla merasim kilisede icra olundu. Buckingham Üniversitesi Rektörü Lord Halisham, rahip cüppesi içinde merasimi bizzat idare etmekteydi. M. Thatcher rektörün elinden rahip cüppesini giydi ve şöyle dedi: (S t. Peter Kilisesinde aldığım bu payenin benim için başbakanlığın çok ötesinde bir mânâ taşıdığının bilinmesini isterim." (Türkiye Gazetesi Başyazı) 31-Prof. Bahri Savcı: "...Devlete din ihtiyaçlarını veya din eğitim ve öğrenimini sağlayacak kamu hizmetleri kurma ödevinin yüklenmesi laikliğe aykırıdır." (Kurucu Meclisin Perde Arkası Shf.382, Abdulhadi Toplu)
32-İsmet Özel: "Türkiye'de şeriat isteyenlerle istemeyenlerin tartışması yok. Böyle bir tartışma olsun isteniyor. İsteniyor ki bir taraf bu tartışmaya hazırlıksızca girsin ve kaybetsin. Türkiye'de miislümanlar yaşamıyormuş gibi bir hayat biçimi oluşturulmuştur. Müslümanlar Türkiye'de ikinci sınıf vatandaş olup olmadıklarını soruyor. Bu sorunun tepkisi ise (irtica hotluyor) şeklinde oluyor. Türkiye'de tabii ehlileştirilmiş bir miislümanlık isteniyor. 60 yaşına gelmişseniz emekli olmuşsanız namaz kılabilirsiniz. Böyle bir müslümanlığm kimseye zararı yok. Bu Sovyetler Birliğinde bile böyle. Türkiye'de bugün müslüman olmanın problemlerini yaşıyoruz, biz. Yoksa şer'i devlet kurulacak da...Bunlar çok uzak şeyler. Türkiye de bugünden yarına İslâmî bir yapı uygulamaya çalışılsa, bunun mutlaka İslâmiyet düşmanları tarafından yapıldığını sanırım. Kur'an-ı Kerim 23 senede indi. Müslümanlar günbegün kendi hayatlarını yaşadılar. Bir yaşama biçimi buldular. Bir bakıma müslümanlık nefes alır kanlı canlı bir organizma haline geldikten sonra Mekke fethedildi. Bunlar bir vak'a olarak dururken, (Türkiye'de İslami düzen kurulsa ne olur?) sorusu bir fantazi olur. Diyorlar ki; laiklik, din'le devlet işlerinin ayrılmasıdır. Ayrılırsa din kime kalır? Ferd'e. O zaman mesele biter. Ülkemizde modernizasyon arttı. Toplumun alt katmanlarından üst katmanlarına daha çok insan geldi. Bunlar fikirlerini ve inançlarını da taşıdılar yukarı doğru. Köyden kente gelen bir aile babası önünde iki alternatif gördü. Birincisi, yetişmiş kızı kendi anlayışına göre mazbut bir hayat yaşayacak. Ya da akşam eve sevgilisi ile gelecek. İki çözümden biri...Bulunan çözüm Türkiye'de islami bir hayat tarzı oluyor. Ayrıca Batı medeniyetine karşı bir varlık gösterecek geleneksel yapı bir tek İslam olarak görünüyor. Diğer bütün geleneksel yapılar Batı medeniyetinin yörüngesine girdiler, içinde yerlerini aldılar." (Yeni Asır, 22 Kasım 1985) 33- Eisenhover: "ABD, sağlam bir dinî itikada istinad etmelidir. Bu prensibi göz önünde tutacak olursak, başımızı dimdik tutmak imk-
ânım bulur ve korunacağımızdan emin olabiliriz. Anayasayı hazırlayanlar, bu memleketi kurarken dinî itikada dayanmışlardır. Ve kurulacak bu yeni memleketin bütün dünyaya örnek olması lâzım geldiğine ve ancak bu surette muvaffak olabileceğine inanmışlardır." (10.1.1956, Yeni Sabah) 34- Prof. İsmet Giritli: ' 'Gerçekte Diyanet İşleri Başkanlığı, bir dinin teşkilatı veya siyasi bir teşkilat içinde bir dinin teşkilatı mahiyetinde değildir...Tamamiyle zâbıta hizmeti gören idari bir teşkilâttır." (Amme İdaresi Teşkilat ve Personeli Syf. 55) 35- Kazım Karabekir: " 1 8 Temmuz 1923'te Ankara istasyonundaki binada Teşkilat-ı Esasiyenin tadili müzakeresinde vaziyet tamamiyle aydınlandı. Bu ikinci müzakere imiş. Bana haber verilmemişti. Bugün ben tesadüfen bulundum. Fethi Okyar, Mahmud Esat, Tevfik Rüştü, Nafia Vekili Fevzi, Maliye Vekili Hasan Fehmi, Ziraat Vekili Sabri, Matbuat Umum Müdürü Ağaoğlu Ahmed; Mebuslardan Ziya Gökalp, İhsan, Rasim beyler vardı. Erzincan mebusu Saffet Bey katiplik vazifesi görüyordu. Tevfik Bey:- Ben kana timi Millet kürsüsünden dahi haykırırım. Kimseden korkmam. Teşkilat-ı Esasiyemizde dinimiz apaçık yazılmalıdır. Ben söz aldım ve sordum: Teşkilat-ı Esasiyemizde dinimizin İslam olduğu yazılıdır. Tevfik Rüştü Bey! Hangi kanaati haykıracaksın? Hıristiyanlığı mı? Mahmud Esat Bey söz aldı ve sertçe cevap verdi: - Evet, Hıristiyanlığı. Çünkü İslamlık terakkiye manidir. Bu dinle yürünemez. Mahvoluruz. Ve bize kimse de ehemmiyet vermez. Ben söz alarak: - İslâmiyetin terakkiye mâni olduğu Avrupalıların uydurmasıdır. Bu meseleyi istediğiniz kadar münakaşa edebiliriz. Fakat münakaşaya tahammülü olmayan bir mesele varsa, "din değiştirmek gayreti"dir. İslâm kalırsak mahvolmayız. Fakat bu din değiştirme oyunuyla bizi kolayca mahvedebilirler.
Fethi Bey söz alarak gayet sert cevap verdi: - Evet Karabekir! Türkler İslamlığı böyle kabul ettiklerinden böyle kaldılar. Ve İslam kaldıkça da bu halde kalmaya mahkumdurlar. Bunun için İslam kalamayacağız. Aynı sertlikle şu cevabı verdim: - Fethi Bey, bu yabancı fikri şiddetle reddederim. Geri kalmaklığımıza âmil olan şey bir değildir.. .Bir zelzelenin hakiki se-, heplerini araştırmayıp onu gülünç bir sebebe bağlamak kadar bu "İslamlık terakkiye manidir" fikrini de garip bulurum. Bu yabancı ve tehlikeli fikrin aramızda da ilmi münakaşaya tahammül edemeyecek kadar taraftar bulmasından çok müteessir oldum. Fakat ben iddia ediyorum ki Türk Milleti ne dinsiz olur ne Hıristiyan olur. Hakikat budur. Bir milletin asırlardan beri en mukaddes duygularını bir hamlede atabileceğinize inanışınız hayaldir. Düşmanlarından kanı pahasına istiklalini kurtaran Türk Milleti, hürriyeti kendi evlatlarma boğdurmayacak, buna cüret edenlerin de hakkından gelecektir Fethi Bey." (Mustafa Müftüoğlu, Yalan Söyleyen Tarih Utansın) 36- Muhammed Heykel: "Atatürk halifeliği lağvettiği zaman, Mısır'da El Ezher üniversitesinde ve her yerde ağlayan insanlar olmuştu. Aynı insanlar Atatürk Kurtuluş Savaşmı-zı başlatmışken, sevinç ve hayranlık içindeydiler. Büyük şairimiz Şevki, o zaman bir şiirinde Atatürk'ü Halid b. Velid'le kıyaslamıştı. Anadolu medeniyetleri Sergisi diyorsunuz. Neden İslam medeniyeti sergisi değil? Siz o serginin İslam'dan önceki kısımlarına ait değilsiniz ki. O insanların nelere gittiğini bilmiyorum. Ama siz ortaasyadan geldiniz. İslâm oldunuz ve yeni bir medeniyet inşâ ettiniz. Sonra Osmanlı Devleti'nin yanlışları sebebiyle, İslâm'dan başka bir şey aramaya başladınız. İslâm'a sadece din olarak bakmak medeniyet olarak bakmamak yanlış olur. Bizde de Firavunlar medeniyeti var, ama müzede değildir. Dış politikanıza gelelim. Avrupa'ya yönelebileceğinizi sandınız. Ancak Avrupa kendisi için bir tehdid oluşturmuş olduğunuzu unutmadı. Onun için de sizi belli sınırlar içinde tutmak istemektedir. Sizi kabul edecekler, sizin durumunuzdan memnun oldukları sürece. Türkiye Batı'ya karşı bütün bir dünyanın kapısıydı. Fakat siz, güney'e bakan bir diğer dünyanın
kapısı olmayı tercih ettiniz. Başarılı mı oldu, ona siz karar . verin. Türkiye milli hedeflerinin yeni bir değerlendirmesini yeni bir tarifini yapmalıdır. Batı güçlü bir Türkiye istememektedir, güçlü bir Mısır istemediği gibi. Günümüzde hiçbir ülke yalnız yaşayamaz. Ama siz tam olarakneredesiniz? Türkiye'nin ne olmak istediğini anlayamıyorum. Siz, bize kim olduğunuzu söyleyin ki; biz de size karşı nasıl bir tutum takınmaya hazır olduğumuzu söyleyebilelim. Tezleriniz var antitezleriniz var, fakat sentezi yapamıyorsunuz. - Eğer Türkiye İslam Alemi içinde daha etkin bir rol oynama talebi sergilerse Arap dünyası kendisine üvey evlat muamelesi yapmayacak mı? - Belki üvey evlat muamelesi yapacaklar. Ancak Avrupa'nın neyi olacaksınız? Yasadışı çocuğu. Çünkü Avrupalılar sizi Avrupa medeniyetinin bir çocuğu olarak kabul etmeyeceklerdir. Hangisi daha iyi? Üvey evlat olmak mı, yasadışı çocuk olmak mı?" (Nokta Dergisi, Yıl 1983 Sayı 29. Syf. 38-39-40) 37- Prof. İlhan Arsel: Prof. İlhan Arsel 1961 yılında, laiklik adma din'e hakiki ve samimi bir hüviyet kazandırmaya taraftar olduğunu açıklıyor; laikliğin faydalarından birinin de, din'i kendi sahasında hedef edindiği gayeye ulaşma bahsinde en verimli faaliyet imkanını kazandırmak olduğunu söylüyordu. (Kurucu Meclis'in Perde Arkası, Abdülhadi Toplu/ shf. 97) Prof. Arsel o günlerde samimi bir laisizm taraftan gibi görünmektedir. Fakat bakınız 1977 yılında yayınladığı kitapta Prof. Arsel neler neler söylemektedir: "Türklerin egemenliği altmda asırlardır yaşayan fakat şeriata bağlı olmayan yabancı unsurlar, yâni Yugoslavlar, Romanyalılar, Arnavutlar, Osmanlı boyunduruğundan kurtulup da bağımsızlıklarına kavuştukları andan itibaren her bakımdan gelişme göstermişlerdir." (Arap Milliyetçiliği ve Türkler 6 shf. 212) Hani Prof. Aysel laikliği Din'e hakiki hüviyetini kazandırmak ve o nu hakiki gayesine ulaşma yolunda güçlü kılmak şeklinde anlıyordu! Bulgarlar, Yugoslavlar, Arnavutlar, Romenler, Osmanh boyunduruğundan kurtulur kurtulmaz her bakımdan gelişme göstermişler!
Devam edelim: "Batı'ya rehberlik ettiğini zannettiği İslam uygarlığı masallarıyla yaşamak istemişlerdir. Sanki o uygarlık şeriat kafasının eseriymiş gibi. Bir an için düşünmemiş ya da bilmemiştir ki, o İslâm Ugarlığı denilen şey, kadim Yunan düşünce tarzmm etkisiyle ve bu arada Acem ve Hint uygarlıklarının yardımıyla ortaya çıkmıştır." (shf 206) Arap gibi Türk'ü de akılsız davranış ve kayıtlara sürükleyen amil şeriat (Kuran) dır. (Kitabının 209. sayfasında şeriat kelimesi nin yanına parantez açarak Kuran demiştir.) İslam ülkelerinde uygarlık dönemleri olmuşsa, bunun kaynağı Şeriat değil, Kadim Yunan'dır." (206) "... İnancım odur ki bir devlet ya laiktir, ya değildir. Ortası olmaz... Devlet ve Din ancak biribirine karşı müstakil ve hür kaldıkları takdirde, aslî gayelerine ulaşma bahsinde en verimli faaliyet imkânına kavuşabilir... ... Din ile Devlet arasında kalın bir duvar inşa etmemiz gerekirdi. ... Din ihtiyaçlarını karşılamak için teşkilat kurma ödevini devlete yüklemenin ne demokrasi anlayışıyla ne de laiklik prensibi ile bağdaşmayacağı aşikardır." (Abdiilhadi Toplu, Kurucu Meclisin Perde Arkası, 380) 38- Prof. Talat Koçyiğit: "Açık ve kesin şekilde bilinmektedir ki hiçbir ahlâk sistemi İslam'ın getirdiği ahlak sistemi kadar mükemmel olmamış tatbik sahasında onun kadar başarı sağlamamıştır. Hal böyle iken bugün toplumların ahlaki çöküntü içinde bulunmalarmı dine bağlayan bazı kimselerin dine dayanmayan laik bir ahlak teklif etmelerini acayip karşılamamak mümkün değildir." (İman İbadet Ahlak, Diyanet Yayını shf. 73) 39- Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu: "...Türkiye tam değil, yarı-laik devletler kategorisine dâhildir... Osmanlı Döneminin... Tanzimat öncesi tam teokratik, sonrası yarı teokratiktir." (Devirden Devire, Cilt 2 SKf. 425427)
40- Ma.vinıe Rodiııson • " Bütün ideolojiler İslam'ın yerini almak için doğdu. Ama hiçbiri o'nun yerini alamadı." (Yankı dergisi s. 630, shf. 63) 41- Hasan Ali Yücel "Ne ilim ne de siyaset, Din'e karşı ilgisiz kalamaz." (Hürriyete Doğru, İnkilap Kitabevi 1955 s. 55) 42- Faik Gözübiiyük: "Garbın asıl tekâmülü, esas öz gelişimi, ağır ve köklü olmuştur. Husule getirilen yeniliklerin yeni müesseselerin çoğunun da, mebde ve başlahgıçları eskiye aittir... Mesela bütün hukukçularımız bilirler ki, Alman P. Hukuku (Germemen Recht), Modern Avrupa Hukuku, eski Roma Hukuku'na müteveccihtir. R o m a Hukuku uzun bir müddet 550 sene kadar ölü kaldığı halde, niyayet Avrupa da 11-12. asırlarda Glassabr'ler hukuk mektebi tarafından yeniden düzenlenmiştir. Eski ve ölü bir hukuk sistemine doğru olan bu avdet kültürel bir zaruretin ifadesidir. Böylece kadim Roma Hukuku yeni Milli ve Yerli müesseselere aşılanmakla modern hususi hukuk sistekleri vücut bulmuştur. En inkılapçı zihniyetle kaleme alınan İsviçre Medeni Hukukunun da hazırlanış safhaları ne kadar dikkat çekicidir: İsviçre'de tek bir medeni Kanun fikrine gidiş cereyanı 1798'de başlar. İki fikir ileri sürülür.. Birincisi muhafazakar zihniyet, kantonların örf adet hukuklarını incileyip birleştirmek fikri.. Diğeri, bütün eskikantonal hukuk kaidelerini kaldırmak ve yerine başka bir kanun koymak fikri... Muhafazakar zihniyet daha fazla rağbet görmüş, ve İsviçre hukukçular cemiyeti memleketinin örf ve adet hukukunu incelemek vazifesini 1884'de Prof. Eugen Huber'e vermiştir. Huber, (sistem und geshihte des schvverzerishen privatrecht-İsviçre Hususi Hukukunun Sistem ve Tarihi 1888-1893) adlı meşhur eserini vücuda getirmiştir. 1893 de hazırlanan bu meşhur kodifikasyon İsviçre Federal Heyetince, uzun zamanlar Milli Bünyeye uygun olup olmadığı incelendikten sonra 1912 de yürürlüğe girer. (Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu'ndan naklen) Bu tetkikat safhası 19 sene, yani çeyrek asır sürmüştür. Demek ki, Prof. Huber, senelerce eski kıymetleri kantonların örf adet hukukunu Dini İçtimai müesseselerini incelemiş
ve onları müsteniden yepyeni bir kanun vücuda getirmiştir." (Türk Yurdu, Mayıs 1960,2. cilt sayı 284, syf 24-25) 43- David Hotham: "Atatürk ve çevresindekilerin amacı Türkleri Batı uygarlığının ve Avrupa nm bir parçası durumuna getirmekti. Türkiye'yle Avrupa arasındaki en büyük engelin din olduğunu da iyi hissetmişti. Dolayısıyla Atatürkün 1920 ile 1930 arasındaki gerçekleştirdiği devrimlerin çoğu dolaylı yahut dolaysız hep din'le ilgiliydi. Türkiye'yi İslamiyetten ve İslâmiyet temellerinden ayırma konusunda Atatürk oldukça ileri gitmiştir. Halifelik kurumunu kaldırmıştır. Okullarda din eğitimine son vermiştir. Osmanlı zamanında Türklerin yaşantısında önemli bir yeri olan tekelleri kapattırmıştır. Fesi yasaklamış şapkayı kabul ettirmiştir. Bu aslında İslamiyete karşı bir ayaklanmaydı. Çünkü müslüman başındaki fesle namaz kılarken alnını secdeye değd irebiliyordu. Şapka ise gavur giyimiydi. Atatürk İslamiyetle olan bağları koparma işlemini tamamlamak için resim ve heykel sanatlarını da yürekten desteklemiştir. Ayrıca Türkçeye girmiş olan Arapça ve Acemce kelimelerin de ayıklanmasını başlatmış bunların yerine Türklerin İslamiyeti kabul etmelerinden önceki dönemde kullandıkları kelimeleri kullandırmıştır. Bu reform Türkçe de öyle bir değişiklik yaratmıştır ki 1920 lerde kullanılan Türkçe ile bugünkü Türkçe arasında bugünkü İngilizce ile 600 yıl önceki İngilizce arasından daha büyük fark vardır. Fakat Türkler bugün her zamandan daha çok müslümandır. Devlet olarak Türkiye ile Türk halkı arasında çok garip bir fark vardır. Türkler müslümandır ama Türkiye artık bir İslam Ülkesi değildir. 40 yıllık Atatürk laikliğinin ürünü olan pek çok türk aydmı hiç olmasa dış görünüşleriyle biraz dinsizdir. Kemalistler için Anıtkabir bir çeşit Mekke'dir. Laikliğin Mekkesi... Atatürk adeta tanrılaştırılmıştır... Atatürkçülük tek tanrılı bir din gibidir. Atatürk de tıpkı Allah gibi tekdir. Kemalizm kesinlikle belirtilmiş bir öğreti değildir. Bugün Türkiye de her renk ve kanattan partiler ve politikacılar Kemalizmin geniş şemsiyesi altına sığınmışlardır. Türkiye de kema-
sun dalkavukları ile adeta bir yarı dindir. Kemalizmin laikliği Marksçı dinsizlikle de karşılaştırılmıştır ama kemalizm hiçbir zaman böyle bir yola girmemiştir. Kemalizmde laikliğin asıl amacı Türk halkını softalardan ve gerici din adamlarından kurtarmaktı. Kemalistleri en çok huylandıran şeylerden biri de dini öğretimin yaygmlaşmasıdır... Geçenlerde tanınmış Atatürkçülerden biri (Her minare dibinde bir Türk köyünün yattığı bir mezar taşıdır.) demişti. Bir başkası da garip bir şaka yapmış Türkiye'nin en son kurtuluş umudunun bütün camileri fabrika minarelerini de fabrika bacası yapmak olduğunu söylemiştir." (Milliyet Yayınları, Haziran 1973, Türkçesi Mehmet Ali Kayabal Sayfa 3 4, 35, 36, 37 38,39, 45, 52, 54) 44- Prof Fahir Armaoğhı: "Milletlerarası Komünizm, laiklik ilkesini kendi yıkıcı faaliyetleri açısından kullanmaya çalışmaktadır. Komünizmin, Allahsızlığını Türkiyede de yaymak için laiklik ilkesini hararetle savunmakta ve dolaylı yollardan laikliği bir Allahsızlık kavramı haline getirmeye çalışmaktadır. 12 Eylül'den önce en ufak bir din duygusunu dahi bir laiklik meselesi haline getirerek gürültü koparanları herhalde daha unutmadık. Bunlar kafaları ve vicdanları Allah korkusundan yoksun bırakmak için herşeyi yapmışlardır. Bu haldeki; milletlerarası komünizmin maşaları, laikliği dinden uzaklaşma dinsizlik ve Allahsızlık haline getirmeye çalışmışlardır. Böylece laiklik komünizm tarafından Türkiye'yi içeriden yıkmak için müessir bir âlet olarak kullanılmış ve şüphesiz bundan sonra da her vesile ile kullanılacaktır. " Türkiye Cumhuriyetini yıkmaya Matuf Siyasi ve İdeolojik Oyunlar, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, (Cumhuriyet Dergi, 11 Mayıs 1986 Shf 9) 45- Yargıtay Karaıı ".... Bütün dinsel görüşler hakkında eşit bir şekilde uygulanması gereken TCK. nun 163. maddesinde laikliğe aykırı olarak devlet yapısı için de dinsel kuralların EMREDİCİ nitelik taşımasının istenmesi/başka bir deyimle örgütlenme propoganda veya telkin'in dini esas ve inançların kısmen de olsa devletin belirlenen temel nizamlarının yerine ve tüm kişiler için uyul-
ması zorunlu kurallar haline getirilmesi amacına yönelmesi gerekir. Bunun tabii sonucu olarak, dinsel bir inanç sisteminin açıklanması, devletin temel nizamlarının dinsel açıdan eleştirilmesi ve kişilerden bu dinsel inançlara uygun davranmalarının istenmesi; uygun davranışın ZORLAYICI ve EMREDİCİ nitelik taşıması öngörülmedikçe suç teşkil etmez. Dini bir görüşte, laik ilkelere ve düzene aykırı nitelik taşıyan iman edilmiş inançlar da bulunabilir. Kişiler bu inançları nedeni ile suçlanamazlar. Laik sisteme uygun düşünme ve iman sahibi olma zorunluluğu yoktur. Zorunlu olan, laik sisteme uygun davranıştır. Bu itibarla kişi laik düzene aykırı inancın Türkiye'de herkes için geçerli bağlayıcı ve uyulması zorunlu kurallar haline getirilmesini sağlamak amacı ile örgütlenmedi kçe veya bu hususta propogandada yahut telkinde bulunmadıkça hukuka aykırı bir eylemden söz edilemez. Bu kabul, tüm dinler veya dinsel görüşler için aynı şekilde geçerlidir. Her din veya dinsel görüş evrensellik ve dünyada uyulması zorunlu inanç sistemi ile kurallar bütünlüğünü taşıdığı iddiasındadır. Aksi düşünce, İslam Dinini dahi kutsal kitap Kur'an'da yer alan çok evlilik faiz yasağı vs. gibi esaslar nedeniyle suçlama sonucunu doğurur ki; böyle bir yorumun Ceza Hukuk ilkelerine aykırılığı açıktır." (Yargıtay 9. Ceza dairesi Tarih: 14. 6.1985 Esas No: 1985/2623 Karar No: 1985/3431) 46- Prof. Aydın Aybay "(Din konusu ile dünya işlerini biribirine karıştırmamak ya da dünya işlerini din işlerinden ayrı tutmak) Türünden yalın tarifler ancak soyut düzeyde bir şeyler anlatır. Böyle soyut yaklaşımlarla laiklik olgusunu tanı olarak kavramak ve bunun uygulamaya dönük yüzü hakkında.yargılara varmak imkânsızdır... Din toplumsal bir kurumdur ve toplumdaki bütün ilişkileri kucaklayan bu ilişkilerin oluşumunda biçimlenmesinde etkisi ve iddiası olan bir kurumdur. Politikanın konusu da toplumsal ilişkiler bu ilişkilerin oluşması oluşturulması ve biçimlenmesi olduğuna göre iki kurum arasında kaçınılmaz bir kesişme vardır. Kendi alanında birinin ötekini yok saymasına imkân yoktur. Laiklik ilkesi bir politik tercih ilkesidir. Dinin kurum ola-
rak böyle bir ilkeyi benimsemesi kesin olarak imkânsızdır. Çünkü bütün dinlerde özellikle semavi dinlerde dünyada olanlara karışmamak gibi bir tavır olamaz. Batı'da laiklik ilkesi asırlar süren bir gelişme sonunda gerçekleşti. Bu tercih toplumsal onaya (consensus) dayanır. Batı uygarlığının temelinde bu vardır. Batı, kendi medeniyetine Hıristiyan Medeniyeti adını vermektedir. Onlarda, kiliseye bağlı okullar bulunur, nikah dinsel törenle kıyılır devlet başkanları İncil üzerine yemin eder, ve bunlar gericilik sayılmaz... Fakat, bizde durum farklıdır. Bizde laiklik Batı'da olduğu gibi asırlar süren bir gelişimin ürünü değildir, toplumsal onaya dayanmamaktadır. Bunun içindir ki, tepeden devrim uğruna yapılması gerekmiştir...." (Cumhuriyet 29.12.1986) 47- Doç. Mukbil Özyöriik: "Bunca senedir, sosyal ilimlerle hatta hukuk ile uğraşan aydınlarımız, laiklik konusunda yeterince araştırma yapıp kafa yorup Türkiye Cumhuriyetinin laikliğini aydınlatmış değillerdir... Bizde laik olan ve olmayan ayırımı yapılamaz. Bu ayırım, Hıristiyan aleminde yapılır. Çünkü orada ruhban olanlar, ve bir de ruhban olmayanlar yani laikler vardır. İslamiyette ise ruhban olmadığından, batıdan aldığımız bir kavram ve kelime olarak ve bunların batılı anlamı içinde bütün müslümanlar laiktir. Çünkü hiçbiri rahip ve rahibe değildir. Türk hukukunda laiklik hukuk düzeni içinde münhasıran bir din emri olarak her hangi bir kurala ve müesseseye yer verilmemesi ile kaimdir. (Din emri olduğu için değil de doğru olduğu için hür tercihle İslâm Hukukundan faydalanılması laikliğe uygundur.) (6 Ocak 1987 Tercüman, ve Ağustos 1986 Türcüman) 48- Yılmaz Öztuna "... Genç nesiller manevi gıdadan geniş ölçüde mahrum yetişmiştir. Kültür yasakları ile çevrilmiştir. Babasının atalarının aldığı manevi hazların çoğundan yoksundur. Gerçek manada bir dini hayatı olan gencimiz azdır. Dinin şu veya bu tarafı kendine ÖCÜ gösterilmiş, hiç değilse çağ gerisi kaldığı ithamıyla alaya alınmıştır... Alçakça bir müstehçen yayın taarruzuna uğramıştır. Kültür olarak bu yayınları oku-
makta seyretmektedir. Gencimize manevi gıdasını alacak o kadar az şey bırakılmıştır ki... O kadar YASAK konulmuştur ki... Sevebileceği MANEVİ DEĞERLER O DERECE AĞIR BASKILARLA sınırlanmıştır ki..." (Türcüman 14.1.1987) 49- Ord. Prof. Sıddık Sami Onar ' 'Hak ve adaletin en büyük ve feyizli kaynaklarından olan İslâm Hukuku asırlarca en medeni milletlerin ihtiyaçlarına cevap verdiği halde mukayeseli Hukuk sahasında bugün lâyık olduğu yeri alamamış bulunmaktadır. Roma Hukuku kaidelerinin zaman ve devlet şekilleri içinde geçirdiği istihale ve hayatın zaruretlerine intibak bakımından büyük bir kıymet arz ettiği halde İslâm Hukukunun aynı istihaleleri geçirmiş hayat şartları biribirinden farklı ve ayrı ayrı medeniyetlere sahip olan Arap Türk İran Hint gibi müteaddid milletlerin içtimai bünyelerine uymuş ve ihtiyaçlarına cevap vermiş olmasına ve bugün de içinde adalet ve faziletin en esaslı hükümleri saklı bulunmasına rağmen, mukayeseli hukuk sahasında ve hukukun tekâmülünde bugün bir rolü bulunmaması hukuk ilmi namına esefle karşılanmak icab eder. Bugün İslâm Hukuku esaslarının meydana konması, bunların ehemmiyet ve kıymetlerinin dünya hukuk âlemi ve ilmi içinde belirtilmesi, bu ilmin inkişafı bakımından büyük bir hizmet olacaktır. Çünkü İslâm Hukuku üzerinde mukayeseli hukuk kaide ve usulleri dahilinde yapılacak tetkikler, bir taraftan bu hukukun ehemmiyetini ortaya koyacak, bir taraftan da bir çok meselelerde cemiyetin en âdil kaidelerini bulmaya yardım edecektir. (Ö. N. Bilmen Hukuku İslâmiye Kamusu 289) 50- Yurt Ansiklopedisi: Türkiye'de laiklik, din ve devlet işlerinin ayrılması noktasında kalmamış dinin devlet denetimi altına sokulması, anlamına bürünmüştür... Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bir devlet teşkilatı olarak düzenlenmesi, devleti dine hâkim kılmanın ifadesidir. (Yurt Ansikloped isi/7958) 51- Prof. A saf Savaş Akat: 'Tlirkiyedeki laiklik biçimini reddediyoruz. Bunun yanlış
olduğunu düşünüyoruz. Devlet türbana karışmamalı mecburi din dersi koymamalı. Laik bir devlette Diyanet İşleri Başkanlığı olmaz. Hani deveye senin nereni düzelteyim denmiş. Nereden başlamalı? Aydınlar halktan korktukları için dine baskı yapılmasına taraftar olmuşlar ikili standardı benimsemişlerdi. " (Tercüman 26 Nisan 987) 52- Hayrettin
Karaman:
"Halbuki milli kültürümüzün bir parçası olan bu branş İslam Hukuku üzerinde ciddi ve ilmi bir şekilde eğilmenin en az iki faydası vardır: 1- Bu tetkikler milli kültürümüzü tamamlar tarihimize ışık tutar. 2-Muasır Türk Hukuk İlminin ananeleşmesi ve inkişafı üzerinde önemli ve müsbet tesirler icra eder." (Mukayeseli İslam Hukuk 61) 53- Sebahattin Selek: "Uygarlık değiştirmenin çağ deşiştirmekten de güç olduğu bir gerçektir. Ancak şu da bir gerçektir ki, laik fikir topluma mal edilmedikçe ugarlık değiştirmek de mümkün değildir. Laik bir devlet kurulmuş fakat laik bir toplum yaratılamamıştır. " (Anadolu ihtilali s. 706) 54- Prof. Enver Ziya
Karal
"Laiklik, yalnız din ile devletin ayrılması değil, dinle ilmin dinle hukukun, dinle sanatın dinle iktisadın ayrılmasıdır. Hicretten sonra islam, bir devlet sistemi şeklini aldı. Fransız İhtilalinden sonra ise dinin ancak bir vicdan işi olduğu tesbit edilmiştir. Laiklik neticesine,batı ülkelerinde, reform yapılması suretiyle ulaşılmıştır. Bizde öyle bir reforma teşebbüs edilmemiş, dini bir vicdan işi haline getiren inkılaplarla aynı neticeye varılmıştır." (Kurucu Meclisin Pere Arkası 435-436) 55- Süleyman D emir el:
"Diyanet Teşkilatınm devlete bağlı olduğu bir ülkede, din devletin elinde demektir." (Tercüman 14 Şubat 1987) 56- Bülent
Ecevii:
Dinde olabileceği gibi, başka konularda da bağnazlık olabilir. Özellikle tek parti döneminde, bence, laikliği Atatürk'ün amacını aşar biçimde yorumlayan ve bu konuda neredeyse Din-Medeniyei ve Lâiklik F. 21
321
bağnazlığa varan kimseler görülmüştür. Bunlar genellikle ilerici aydın denen çevrelerden çıkmıştır. Cumhuriyetin ilk döneminde, din istismarına karşı duyulan tepkinin bazı çevrelerde gereğinden katı bir laiklik anlayışına yol açmış olması anlayışla karşılanabilir. Ama 1980'li yıllara gelindiğinde halâ aynı kah anlayışı ve davranışı sürdürmek ilericilik değil bir tür gericilik olur. Her dinde her toplumda tarikatçılıkyani mistikyol arayışları vardır. En çok tarikat da sanırım ABD'de görülür. Fakat o yüzden ABD gerici olmuyor. (7 Mart 1987 Tercüman) İKTİBASLAR'DAKİ GENEL GÖRÜŞLERİN ÖZETİ Din ile Devlet münasebetlerini anlayış biçimleri bakımından laiklik hakkmdaki görüşleri şöyle özetleyebiliriz: 1 - Din 'e Bağlı Devlet: a- "İslâm'da batıh manasıyla din devleti yoktur. Bu gerçek, çeşitli değerlendirme tezatlarma yol açmaktadır. Batıda Din Devleti din adamlarının, İslâm'da ise dinî hükümlerin hâkimiyetini ifade eder. Bu noktadan hareketle Osmanlı Devleti laik bir devletti" (Prof Ayhan Songar), hattâ "islâm laik bir dindir" (Prof. Lütfü Ülkümen), Osmanlı Devleti'ne laik demlemezse de şeriat devleti de denilemez, (Yılmaz Oztuna) iddialarını ileri sürenler bulunmuştur. Bu gibi iddialar kitabımızın ilgili bölümlerinde cevaplandırılmıştır. b- "İslâm'da din devleti kavramı yoktur. Bu kavram çöküş dönemlerinde uydurulmuştur." (Prof. Niyazi Berkes) (ilgili bölümde cevaplandırılmıştır). "Esasen, çağdaşlığın gereği olan kavram, sekülarizmdir. İslâmın gerçek mâhiyeti, sekülanzme fevkalâde elverişlidir" (Prof. Niyazi Berkes) ı c- "İslâm'da batıdaki mânâsıyla olmasa da, din devleti esası vardır ve tarih boyunca uygulanmıştır. Fakat islam'da ve Osmanlı'da, bununla beraber, sekülarizm vardır. Sekülarizm laiklikten üstündür. Din ve Fikir hürriyeti, sekülarizm ile sağlanır. Tarihimizde sekülarist birikimden faydalanarak, ne Şeriat Devleti özlemlerine ne de baskıcı ve tepeden inmeci laikliğe sapmadan gerçek din devlet ayrılığı geliştirilebilir. Batıdaki aslı uygulama da sekülarizm'dir" (Aytunç Alündan)
2-Bati Laikliği ve Mutedil Din-Devlet Ayrılığı: Din Devlet ayrılığı müdahalesizlik ve tahakkümsüzlük çerçevesinde, karşılıklıanlayış ve yardımlaşma istikametinde gerçekleşmelidir. (Prof Başgil, Peyami Safa, Prof Osman Turan,...) "Bizde uygulanan, laiklik değil, dinin devlet denetiminde ve vesâyetinde bulunması sistemidir. Bunun en bâriz delili, Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilatının mevcut durumudur." 3- Devlet Vesâyetinde Din Din devletin denetiminde yönetiminde vesâyetinde olmalıdır. Din bir vicdan hadisesi olarak kalmalı, dünya işlerine karışmamalıdır. Din devlet'e karışmamalı ama devlet din'e karışmalıdır. Bizde baü tipi laiklik yürümez. İslâm'm mehteva anlayışı Hıristiyanlıkla eşitlenmelidir. Ama, yine de Hıristiyanlığa verilen haklar o haliyle dahi İslâm'a verilemez. Biz, yarım-laik olmak zorundayız. Gerekirse çağdaşlık adma demokrasiden vazgeçebilmeliyiz! Demokrasiyi terk etmek çağdaşlığa aykırı değildir ama 5-10 üniversiteli kızın başlarmı örtmeleri çağdaşlığa aykırıdır! (Metin Toker) Diyanet Teşkilatı, din hizmeti için değil dini kontrol için kurulmuş idari bir zâbıta teşkilâtıdır ve öyle kalmalıdır. (Prof İsmet Giritli) Metin Toker, Prof. Enver Ziya Karal, Prof Hıfzı Veldet, Prof Tank Zafer, Prof Muammer Aksoy gibiler bu görüştedir. Bu görüşü paylaşanlar içinde öyleleri vardır ki; laiklik meselesinde hiçbir ilmi-fikri-hukuki hasbilik ve sâfiyet özelliğine s a h i P değildirler. Sosyalist de olabilirler, mason da, batıcı da. Ama laiklikleri her hal ü kar'da yandan çarklıdır; tepeden inmecidir, mütegallibe meşreplidir! Milletin doğruyu seçebileceğine güvenmezler. Diğer vasıfları, laikliklerini değil; laiklikleri diğer vasıflarını tayin eder. Halkçı iseler, halka rağmen halkçıdırlar; demokrat iseler, demokrasiye rağmen demokrattırlar; batıcı iseler, batıya rağmen batıcıdırlar; milliyetçi iseler, millete rağmen milliyetçidirler. Hatta İslamcı iseler, İslam'a rağmen öyledirler. İlme rağmen âlim, medeniyete rağmen ilerici, insana rağmen hümanist, aydınlığa rağmen aydm olma durumundadırlar. Her iyi şeyin yarısına taliptirler. Öylesine derlenmiş bir YARIM dan yanadırlar ki, o "yarım" ile bütün'ün özü ve ruhu yok edilebilsin.
4- Din-Devlet Ayrılığı Yetmez:
a- Pozitivist-Liberal-Maddeciler, Ateistler: "Dinin çağdaş hayatta basit kalabalıkları daha kolay yönetebilmekten başka bir yeri kalmamıştır. İnsan okudukça aydınlandıkça dinden uzaklaşır. Din çağı çoktan bitmiş ilim çağına geçilmiştir. Laiklik dinin dünyadan, ayrılması, sadece şeklen kolaylaştırıcı bir denge unsuru olarak kullanılmasıdır." b-Masonlar-Deistler-Penteistler: "Din tamamen vicdana inhisar etmelidir. Dinler arasında ortak olan iyilik ideali herşeye kafidir. Vahy, insanların uydurmasıdır. İlah, görünenlerin toplamıdır. Vahy, hilkat, cennet-cehennem yoktur. Bazı akıllı insanlar, kitleleri disipline etmek için bu gibi mefhumları ortaya atmışlardır. Asıl Mesele dinleri laikleştirmektir. (Panteizm yaradılışın, deizm ise vahy'in inkârıdır.)" (Bk. 1. Bölüm, B4), (Bk, 6. Bölüm, B) c-Sosyalistler: "Dinden sadece devlet değil, toplum da fert de ayrılmalıdır. Bir dine bağlı olanın vicdanı hür değil d emektir. Ekonomik sömürü kaldırılınca, kapitalizmin afyonu olan din de kendiliğinden yok olacak ve insanlar gerçek vicdan hürriyetine ve bağımsızlığına kavuşacaktır. Batı laikliği, aldatmacadır. Bilimsel Laikliğin asıl amacı ve gerçekleşme yolu, sömürüyü kaldırma sürecinin sonucunda dinin kendiliğinden yok olmasıdır. Devletin dinden kesinlikle ayrılması ilk merhaledir ve ancak sonrası getirilirs'e bir mana ifade eder. (Bk, 7. bölüm, Rusya'daki DinDevlet Ayrılığı) Devlet, manevi yapının, doğrudan veya dolaylı yoldan güçlenmesine yol açabilecek yardımlara ve ilgilere kesinlikle uzak kalmalıdır. Fertlerin, dinsizleşerek dini bağlardan ve baskılardan tamamen kurtarılması; vicdan hürriyetinin nihai ve asli şeklidir. Biliyoruz ki: Ateizm panteizm ve deizm akrabadırlar. (Bölüm I, B4 Bölüm 6, B) Bu gerçek, laiklik ile masonizm arasındaki münasebetin önemini düşündürür. Nitekim, bir ideolojik felsefi bütünlüğü olmayan sadece bir arada yaşama zaruretinin getirdiği bir consensus kaçınılmazlığı halinde vücut bulan laikliği yalnızca masonizm sanki bir fikirmiş, bir ideolojiymiş-felsefeymiş gibi takdim eder ve işler. Bunun dışında batı, temel düşünce ve felsefelerden tamamen ayrı bir biçimde laikliği bir tefekkür sistemi olarak değil din realitesinin ve dini esasların
önünde her türlü düşünceye serbestlik tanıyan bir hürriyetçilik ve müsamahakarlık prensibi, bir consensus zarureti olarak benimsemiş ve geliştirmiştir. (6. Bölüm) (Gelişmesi için Bk. 7. Bölüm) Şöyle basitleştirelim: Batıda dinsiz olan adam "laiklik dinsizliktir", panteist olan adam" laiklik panteistliktir", dememiş; hiçbir düşünür, laikliği kendi düşünceleriyle ve inançlarıyla özdeşleştirerek tarif etmeye kalkmamıştır. Ama bizde öyle olmuyor. Bizde kim hangi düşünceye sahipse laikliği o düşünceyle özdeş hale getiriyor. Dinsize göre laiklik dinsizliktir, panteiste göre laiklik pantestliktir, fetişiste göre laiklik kendi putuna bağlılıktır. Hatta bazı milliyetçilere göre laiklik milliyetçiliktir; bazı Osmanlıcılara göre Osmanlı laiktir; bazı islamcılara göre ise, İslâm dahi laiktir! Herkesin laikliği, bizde, kendine göredir. Kaosun, komedinin belirsizliğin, sebebi de budur. Laikliğin ne olduğunu tarihi siyasi hukuki gelişim şartları idinde izah ettik. Bundan sonraki bölümde, (11, Bölüme) laikliği ve laiklikle ilgili kavramları açık tarifleriyle ortaya koyacağız. ÖZEL TESBİTLER İktibaslardaki ifadelerin 'Temel Görüşler" başlığı altında tasnifinden sonra, aynı ifadelerin içerdiği bazı özel tesbitleri ve ilgi çekici özellikleri ayrıca dikkate almakta büyük faydalar vardır. 1- Tam Mutabakat a- Laikliğin ne olduğu Türkiye'de ilim adamları tarafından dahi bir ortak izaha ve tarife bağlanmamıştır. (Ord. Prof Ali Fuat Başgil, Doç. Mukbil Özyörük 47) (Prof. Çetin Özek 22) Esasen bu acı gerçek, tutarsızlıkların ihtilafların-tezatların varlığında da açıkça görülmektedir. Ne olduğu ilim adamlarınca dahi tasrih edilememiş bir kavramın ağır ceza konusu olabilmesi ayrıca üzerinde durulması gereken bir meseledir. b- "Bizde laiklik dinin devlete bağlı ve tâbi olduğu bir sistemdir." (Ord. Prof. Ali Fuat Başgil, 1 Doç Mete Tuncay 11) Bizdeki laiklik Yarım Laiklik'tir. (Prof Hıfzı Veldet Velidedeoğlu 3 9 > B Ö Y l e olması da gereklidir. (Prof Hıfzı Veldet 38, Prof Tarık
Zafer Tunaya 26, Prof. Enver Ziya Karal 51, Prof Muammer Aksoy 23...) . c- Bizdeki laiklik tatbikatı, maddeci bir eğitime, manevi değerlerin ihmaline, din aleyhtarlığına yol açmıştır. (Ord. Prof. Ali Fuat Başgil 1, Prof. Tahsin Banguoğlu 5, Prof Orhan Aldıkaçtı 9, Prof. Kemal Karpat 13, Prof Fahir Armaoğlu 44, Prof. Toktamış Ateş 10, Resmi Beyan 4, Lord Kinros 15, Prof Emre Kongar 16, Kadircan Kaflı 18, Aytunç Altmdal 19, Prof Çetm Özek 22, Yılmaz Öztuna 48, Attila ilhan 29, Yalçın Özer, 30) Prof. Hikmet Tanyu 14...) 2-Diyanet Teşkilatı . a- Diyanet Teşkilâtının devlete bağlı bulunması dınm aleyhine olarak laikliğe aykırıdır. (Ord. Prof. Ali Fuat Başgil 1, Prof. Osman Turan 27, Gemal Kutay 7, Prof. Lütfü Duran 24, Aytunç Altında! 19, Süleyman Demirel 52 Doç. Mete Tuncay 11) b- Diyanet teşkilâtının varlığı dinin lehine olarak laikliğe aykırıdır. (Prof İlhan Arsel 37, Prof Bahri Savcı 31 Prof Asaf Sac- Diyanet Teşkilatının devlete bağlı bulunması, bize mahsus olarak laikliğe aykırı değüdir. Yarım olmaya mecbur bulunan laikliğimiz için zaruri bir tedbir dir. (Prof. ismet Giritli P r o f Mümtaz Soysal 23, P r o f Tarık Zafer Tunaya 27, Prof. Enver Ziya Karal 51...) (Bk. 2. Cilt, 11. /12) 3- Din ve Fert a-Din, ferdidir. (Prof Bahri Savcı 31, Prof ilhan Arsel 37...) b- Din, ferdi bir olay değil; içtimai bir müessesedir. (Ord Prof. Ali FuafBaşgil 1, Peyami Safa 2, Prof Hüseyin Nail Kübalı 3, Prof Bedri Gürsoy 21, Prof. Tahsin Banguoğlu 5, Prof Osman T u r a n 27, Prof Talat Koçyiğit 38, Aytunç A l t ı n d a l 19...) c- Din ferdi değildir ama o hale getirilmelidir. (I rot. Mümtaz Soysal 12, Prof Muammer Aksoy 23, Prof Çetm Özek...) 4- Ahlak ve Laiklik Laik ahlak yoktur, İslâm Ahlakı vardır. (Prof. Talat Koçyı-
ğit 38) Laiklik, birleştirici olmak ve şahsiyet sahibi insanlar yetiştirmek bakımından gerekeni sağlayamamıştır. (Prof Mehmed Kaplan 8, Prof Şerif Mardin 20)
5- Din ve Düşünce İcbar olmaksızın, dinden fikri bir kaynak olarak da faydalanmak zaruridir. (Ord. Prof. Ali Fuat Başgil 1, Faik Gözübüyük 42, Doç. Mukbil Özyörük 47, Prof Bedri Gürsoy 21 Hasan Ali Yücel 41 Mukayeseli Hukuk alanında dinden faydalanılması da gereklidir. Tabiîdir. (Mukbil Özyörük 47, Hayrettin Karaman 55 Sıddık Sami Onar 56) 6- İslâm ve Hürriyet: İslam çok liberal ve demokratiktir. (Prof. Hüseyin Nail Kübalı 3, Aytunç Altındal 19, Prof. Bedri Gürsoy 21...) 7- Şeriat ve Şartlar: Şeriat Devleti kurulması ihtimalini tehlike olarak görenler de bunun gerçekleşmesine çalıştıklarını söyleyenler de ya samimiyetten ya basiretten mahrumdur. (İsmet Özel 32, Aytunç Altmdal 19) 8- Sekülarizm: Laiklik pozitivist ve Darvincidir. Jakobence radikaldir, antogonisttir tepeden inmecidir. Sekülarizm ise consenşsug'e uzlaşmaya dayanır. Batı âslen se^İarigffıV.lfpn^r7a~ri1,fT»i^o sekülarizm birikimi vardır. (Prof. Niyazi Berkes 17, Avtunç Altındal^) ' ' 9-Laiklik Almmasaydı: Laiklik Prensibi almmasaydı, Hıristiyanlaşmaya doğru gidileceği, değişik ilgilerle ifade ediliyor. (Prof. Emre Kongar 16, Attila ilhan 29,Kâzım Karabekir 35) 10-163. Madde: 163. Madde yeni şekliyle Din Hürriyet prensibinden doğan talim-terbiye-tedris-neşir-telkin haklarını yok etmiştir. Normal Hukuk Rejimine aykırıdır. (Prof. Ali Fuat Başgil,1) 163.
Madde Antidemokratiktir. (Prof. Çetin Özek, 22) 11-Laiklik ve Komünizm: Din aleyhtarlığı şekline dönüşen bir laiklik anlayışı ve tatbikatı komünizmin yayılmasına yol açar. (Kadircan Kaflı 18) Komünizm Türkiye'de laikliği istismar etmiş ve Türkiye'yi içten yıkmanın müessir bir âleti olarak kullanmıştır. (Prof. Fahir Armaoğlu 44) (Komünizm ve Laiklik münasebetleri için bu eserinVII/ B bölümü, Rusyadaki Devlet Din Ayrılığı faslına bakınız.)
X I - LAİKLİĞİN V E LAİKLİK L E İLGİLİ KAVRAMLARIN İLMİ TARİFLERİ Laikliğin Tarifi: Devlet üzerinde Din'in "emredici-mecbur kılıcı" bir etkisinin hukuken mevcut bulunmaması; devlet'in din'e karışmaması; devlet teşkilâtı ile dinî teşkilâtın birbirine müdahale ve tahakküm etmemesi; kapsamı ayrıca kesin târife bağlanan din hürriyetinin teminat altında olması; laikliğin târifidir. Din Hürriyeti'nin Tarifi: Din hürriyeti, bir din'e inanmamak veya inanmak ve inandığı dinin vecibelerini yerine getirmek hürriyetidir. Dinî vecibeleri yerine getirme hürriyeti; ibadet etmek ye dini eğitim, öğretim, telkin, teşkilâtlanma, neşir, haklarını içine alır. Diğer düşünceler için sağlanan hürriyet hakkının dinî-manevi fikirlere de aynen tanmması, din hürriyetini teminat altına almanın vazgeçilmez şartlarındandır. Laikliği İhlal: Din'den kaynaklanan veya mülhem bulunan bir fikre bir esasa bir görüşe bir teklife, dinin emrediciliği bulunduğu gerekçesiyle ve zoruyla devlet düzeninde yer verilmesi; dinî teşkilât ile devlet teşkilâtının biribirine miidâhele veya tahakküm etmesi; din ve vicdan hürriyetinin engellenmesi; laiklik ilkesi-
nin "bozulması=haleldâr olması= ihlâl edilmesi" demektir. Laikliği ihlâl fiili'nin Çeşitli dereceleri vardır. Laikliğin ihlâli; laiklik ilkesinin uygulanışında, icrâ edilmesinde, bir bozulmanın meydana getirilmesidir. Bu itibarla, laikliğin ihlâli; ferdî olarak vatandaşların değil, daha ziyade siyasi iktidarların yapabileceği bir fiildir. Din Hürriyetinin Sınırlandırılması Din hürriyetinin, laikliği ihlâl sonucunu doğuracak şekilde kullanılmasını önlemek için hazırlanan kanunlar ve bu kanunların uygulanışı; dinî hürriyetlerin kullanılmasında ürkeklik doğurucu ve dinî hürriyetlerin kapsamını bir belirsizlikler alanı (bir mayın tarlası) haline getirici, nitelik taşıyamaz. Fikir Hürriyeti ve Laiklik: Fikrî alanda laiklik prensibi; dinin lehinde aleyhinde içinde dışında bulunan her düşünceye ifade ve temsil hakkı verilmesi demektir. Laiklik, bir düşüncenin bir görüşün sırf "dinî olmak" vasfından dolayı kabul edilmesi mecburiyetine karşıdır; fakat aynı düşüncenin görüşün izah-ikna-tartışma yoluyla hür tercih ve kabul ortamında tanıtılmasına-savunulmasma ve herhangi bir düşünce gibi şu veya bu ölçüde istifade imkânlarına teminat getirmiştir. Dinî vasıf taşıyan bir fikrin, dinîlik vasfında "siyasi emredicilik" unsurunun bulunduğu gerekçesiyle ve iddiasıyla kabul edilmesini savunmak; laikliğe aykırıdır. O fikrin, aynı gerekçeyle uygulamaya konması ise laikliği ihlâldir. Fakat, dinî vasıf taşıyan bir fikrin, emredicilik gerekçesi ileri sürülmeksizin açıklanması- savunulması, hür kabul ortamında tartışmaya değerlendirmeye ve faydalanmaya sunulması; ve dahi sırf akla-ilme uygun bulunduğu için ve aslâ bir dinî icbar tesiri düşünülmeksizin demokratik usûlle uygulamaya konması lâikliğe uygundur. "İnsan olma" haysiyetine aykırı bir surette, adalet hakkaniyet ideallerine ve temel hukuk ilkelerine göre suç sayılan eylemleri emredici veya gerekli gösterici inançlar düşünceler gayri meşrûdur. "Bir söz eylemini, hukuk kurallarına aykırı olarak bir zor kullanma eylemini" öngören yazılı ve sözlü propogandalar; fikir hürriyeti çerçevesinde mütalaa edilemez.
maz.
Laik devlette din hürriyeti fikir hürriyetinden ayrıla-
"Zihnin her türlü ürününe fikir denilemez ye her düşünce, fikir olma" haysiyeti taşımaz.
Mııtedil-Gelişmiş Laiklik: Devletin laik bir hukuki yapıya sahip olması, milletin dinî manevî inançlara bağlı bulunduğu gerçeğine ve bu bağlılığın güçlendirilmesi idealine aykırı bir biçimde yorumlanamaz. Devletin bu idealle olan ilgisi Batı'da "Mutedil Laiklik" kavramı ile ifade edilmiştir. (Prof. Hüseyin Nail Kübalı, Anayasa Hukuku) Bu, laikliğin gelişmiş uygulanma biçimidir. Batı ölçülerine göre; hukukî ve siyasi planda laikliğin özel anlamı düzeni ile ilgili kuralları koyanın ve uygulayanın kilise olmamasıdır. İçtimai-hukuki-siyasi-iktisadi düşünce alanlarında Hristiyanlığın hiç bir şekilde dikkate alınmaması veya Hıristiyanlıktan mülhem fikirlere ve tekliflere hayat hakkı tanınmaması demek değildir. Laikliğin İki Veçhesi ve Unsurları Laikliğin iki veçhesi vardır. Bir veçhesiyle yasaklarını getirir, öbür veçhesiyle imkanlarını sunar. Bu durumu, DEVLET AÇISINDAN ve DİN AÇISINDAN olmak üzere, yine iki kısımda incelemek ve ifadelendirmek gerekir. A) Dinî Bakımdan: a) Dinî Teşkilatın maddi ve fiilî bir güce erişip devletin yönetimine ortak olması veya dinin devlet üzerinde emrediciİik tesirinin gerçekleşmesi...Laiklik, bu gibi durumları, yasaklar. b) Laikliğin dinî bakımdan tanıdığı imkanlar ise şunlardır: Herkesin inanma ve inançlarına uygun şekilde yaşama hakkına kavuşması, fikir hürriyeti, din eğitiminin dinî kaynaklara göre serbestçe yapılması, herkesin görev ve mevkii ne olursa olsun inançlarının gereklerini dilediğince yerine getirmesi, dinî kaynaklardan ilham ve feyz alan düşüncelere de genellikle dine karşı olan düşüncelere de hürriyet verilmesi...
B) Devlet Bakımından: a) Dinin muhtevasına, dinî hizmetlerin görülmesine, ibâdet ve fikir hürriyetine, din eğitimine, müdahale edilmemesi....Bunlar laikliğin devlete koyduğu sınırlardır. b) Dinin emredicilik vasfına kendini tâbi kılma eylemlerine engel olmak, din hürriyetinin korunması ve kötüye kullanılmaması için tedbir almak, milletin manevi yapısmı güçlendirme amacıyla yardımlarda bulunmak... Bunlar, laikliğin devlete tanıdığı imkânlardır. Buradaki imkânlar; ya HAK, ya GÖREV, ya da "HEM HAK HEM GÖREV" vasıflarını taşır. Laikliğin hem DİN hem DEVLET bakımından iki ayrı veçhesiyle ilgili bu negatif ve pozitif unsurların nasıl dengelendiğine bakarak, o laik uygulamanın mâhiyeti hakkında hüküm verilebilir. Laikliğin Din Karşısındaki Tavrı a) Reform Tavrı: Batı'da laikliğin reform tavrı, dinî teşkilat üzerinde, dolayısıyla o teşkilatın anlayış ve tutumu üzerinde cereyan etmiştir. Bizde ruhban sınıfı da, o'nun din'e saptırıcı ve kendi hesabına istismar edici yorumlar getirmesi hâdisesi de yoktur. Batılı anlamda bir reforma gitmemiz mümkün değildi. Bizde reform, ancak dinin aslî kaynaklarında tâdilat yapmak mâhiyeti taşıyabilirdi. (Bizdeki reformcuların tahlil ve tasnifi birin'ci bölümde yapılmıştır.) f — b ) Emrediciliğin Reddi Tavrı: Laiklik, din'in devlet üzerinde emredici bir tesir sahibi olmasını reddeder ama; hür kabul ve tercih zemininde dinden felsefî-fikrî-hukukî içtimaî faydalar teminini yasaklamaz. Bilakis, kanuni düzenlemelerle koruma altına alır. Devlet üzerinde din'in emrediciliğinin resmen reddi, demokrasi'nin varlığı ile bizâtihî gerçekleşmiş olur. c) İnanç ve Fikir Hürriyeti Tavrı: Laik devlet'e göre; din, herhangi bir inanç felsefe ve fikir sistemidir. İman ve ibadet yönüyle bütün dinleri eşit görür ve kısıtlayıcı hiçbir tavır göstermeksizin tam bir hürriyete mazhar kılar. Dinlerin fikrî yönlerini ise Fikir Hürriyeti çerçevesinde
mütalaa eder. Batı'da din hürriyeti fikir hürriyetinden ayrıl-. maz. Bunun böyle olduğu; Batı anayasalarında ayrı madde fiüT" liııde tasrih dahi edilmemiş maııtikî ve tabiî bir icap şeklinde hem statüer düzenmelerinde hem tatbikatlarında en küçük bir tartışmaya dahi lüzum hissettirmeyen kesin bir mutabakat manzarası arz etmiştir. Buradaki evrensel esas, 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannemesinin 10. maddesidir. Hasılı, laikliğin din karşısındaki tavrı demokratik tavırdır. Esasen laiklik, doğuşu itibariyle, milli iradenin "tayin edici" kuvvet kaynağı olması demektir ve fonksiyonel açıdan da "demokrasi'nin din'e bakan yüzü" olmak gereğini ifade eder. Atatürk, Din ve Demokrasi a) islâm ve Evren: "Dinimiz son dindir, ekmel dindir. Çünkü dinimiz akla, ! mantığa hakikate tamamen uyar. Çünkü Kur'an-ı Azimiışşan'ı I indiren ve Peygamber Efendimiz Hazretlerini tebliğe memur eden de, evrenin kanunlarını yapan da C'enâb-ı Hak'tır. Ey millet! Allah birdir, şanı büyüktür. Türk milleti daha dindar olmalıdır. Dinimiz; şuura muhâlif, terakkiye mâni hiçbir sev ihtivâ etmez7r~(M"Kemal Atatürk, Selahattin Demirkan Shf. 119) j, Atatürk, İslâm'ı özü itibariyle böyle vasıflandırıyor: AP*" lah tarafından Peygamberimize vahyolundu. Peygamberimiz tebliğ etti. Akla-şuura-mantığa elbetteki uygundur; çünkü, ilmin-aklın fennin konusu olan kanunları yapan da Cenâb-ı Hak'tır...Mâlum ve mükemmel bir izah tarzıdır. b) Resmi Mutabakat Konusu Olan Eserler: Deniyor ki: İslâmi yanlış anlayanlar ve O'nu akla ilme uymayan şekilde yorumlayanlar vardır. Bu mesele şöyle çözümlenebilir: Elmalılı Hamdi Yazır'ın Hak Dini Kur'an Dili adlı büyük tefsiri Atatürk zamanında resmi talep üzerine yazılmış ve yayınlanmıştır. Keza, Sahih-i Buhari Muhtasarının tercüme ve şerhi de yine Atatürk zamanında resmi talep üzerine yazılmış ve basılmıştır. Demek ki akla fenne uygun olan ve terakkiyi engellemeyen İslâm; Hak Dini Kur'an Dili ve Tecrid-i Sarih adlı eserlerde anlatılan din'dir. Ayrıca Ömer Nasuhi Bilmen'in 8 ciltlik Hukuk-u İslamiye Kamusu, Prof. Sıddık Sami Onar ve Hüseyin Nail Kübalı gibi
bir çok ünlü ve "ilerici" ilim adamı tarafmdan övülen ve dahi İstanbul Üniversitesi tarafından bastırılan bir eserdir. Ahmed Hamdi Akseki'nin İslâm Dini adlı eseri de Atatürk'ün sağlığında 1935'de Diyanet tarafmdan yayınlanmıştır. Şu halde "İslâm yanlış anlaşılıyor, aslı şöyledir böyledir; benim anladığım asıldır, seninki uydurmadır" gibi münakaşalara mahal yoktur. Üzerinde mutabakat sağlanan bu eserlerde İslâm ne ise, aslı da kendisi de o'dur. c) Reform'u Red: Atatürk din'in mahfuz kaynakları üzerinde değişiklik yapmak gibi bir tasarrufta bülanmamış; tasarrufları, resmî tatbik tercihleri ile alâkalı sahaya münhasır kalmıştır. Teşvik görmedi ve düşünmedi değil, gördü ve düşündü. Dil bahsindeki güneş dil teorisi gibi sonradan geri aldığı teşebbüsleri de oldu. Şu örnek bu hali en iyi şekilde anlatır: Bir gün Afet İnan'a "İslâm tarihlerini topla gel" der. Günler geceler boyu notlar çıkarılır yazılır çizilir. Şevket Süreyya'nın nakline göre "ahkam elde etmek tasavvur olunuyordu" ve "etrafındakilerin çoğunluğu o ne derse hemen evet diyeceklerdi." Bu çalışmalardan sonra uzun uzun düşünür ve kararını verir: "BEN LUTHER OLMAYACAĞIM." (Tek Adam, cilt 3, Shf. 514) d) Din ve Mânevi Değerler: "Hz. Muhammed, Allah'ın birinci ve en büyük kuludur. O'nun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim senin adımız silinir, fakat o ölümsüzdür." (1926, 5-94) "Milletimiz DİN ve DİL gibi iki fazilete mâliktir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet milletimizin kalb ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz." (1923,5-66) "Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur." (25-116,19206) . — — "Düşmanlarımız tevakkuf ve inhitatamızı din'e atfediyorlar. Bu, bir hatadır Alem-i İslam, hakikat-i diniye dairesinde Allah'ın emrini yapmış olsa idi, bu akıbetlere mâruz kalmaz idi." (köprü Sayı 12 Syf.4) "Asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz." (1923, S. D. II. Syf. 140)
"Türk milleti daha dindar olmalıdır. Bütün sâfiyetiyle dindar olmalıdır." (SelâhattmPemîrKan, Mustafa Kemal Atatürk 1İ95 "Dini kaidelerimiz, bizi bolşevikliği kabul etmekten alıkoymaktadır. Türk Milleti lüzumu halinde ona karşı savaşmaya hazırdır." (Türk Kültürü 37/69 Orient Nr. 26,1963 s. 31-34) 1929'da Ruşen Eşref Ünaydm'a anlattıkları: İMâddİBotansiyelimiz yerinde. Ama manevi potansiyelimizin bataryaları boş. Manevi boşlukları doldurulmamış milletler hanğTmiddrseviyede olurlarsa olsunlar bir gün çökerT Birdenbire düşündüm. İ M d z a e d S K ^ r ^ 5 K m İ 5 n M Î S ya düşürmemek için geçmişi kötüledik, kazanılmış büyük zaferleri bile bir kaç satırla geçiştirmeye başladık. Latin harflerini aldık, binlerce yıllık geçmişin hazinelerinden nesilleri mahrum bıraktık... Biliyorsun, bunları yapmak zorundaydık biz...Ama ya açılan manevi çukurlar. Bunlar Cumhuriyeti tehlikeye düşürür. Bugünün meseleleri değil bunlar elbet. Ama biz 100 sene sonrayı düşünmek zorundayız...Tarihimize ve Dilimize önem vermek zorundayız." (Milliyet 14 Kasım 1974, İsmet. Bozdağ) "Türkiye bir maymun değildir. Hiçbir milleti taklid etmeyecek, ne Amerikanlaşacak ne de Batılılaşacaktır. O sadece özleşecektir." (1930, Prof. Hikmet Tanyu 1 /322, Joseph C Grees Diares M.S.A. 1687, C. 49, S.1981-2) "Bir şeyi eksik bıraktık. Din, din, din." (Prof. Hikmet Tanyu, Tarih Boyunca Yahudiler ve Türkler 1-335) " Biz Ruslarla dost olabiliriz. Fakat komünizm Anadoluya yayılamaz. Dinimiz geleneklerimiz buna izin vermez." (Cemal Kutay, Tarih Konuşuyor 2203) e) Demokrasi: Atatürk'ün Rejim Bakımından Gösterdiği Hedef: "Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir diktatatörlük manzarasıdır. Hepimiz fâniyiz. Ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese bir istibdat müessesesidir." (393) "Ben millete miras olarak arkamda bir istibdat müessesesi bırakmak istemiyorum." (394) "Bunun için de muhalif bir parti tesisini istiyorum." (443)
(Fethi Okyar'm Hatıraları Üç Devrede Bir Adam, Cemal Kutay) "Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Cumhuriyet, demokrasi'nin bütün icaplarını sırası geldikçe tatbikata koymalıdır(35). Artık bugün Demokrasi daima yükselen bir denizi andırmaktadır(68), 20. asır, bir çok müstebit hükümetin bu denizde boğulduğunu görmüştür. (68)" (Afet İnan, Atatürk'ten Yazdıklarım.) "En büyük hakikatler ve terakkiler, fikirlerin serbestçe ortaya konması ve teati edilmesi ile meydana çıkar ve yükselir." (Aynı eser, 33) Bir Açıklama: Yukarıdaki sözler doğru nakillerdir. Bazı açılardan çok daha farklı hatta tam tezatlı nakiller yapanların bulunduğu da malumdur... Bir insanın hayatında çeşitli dönemlere ve tesirlere göre değişimler olabileceği gibi; bütünlük içinde, bir takım deneme ve arayışlardan sonra benimsenmiş görüşler de şahsî temayülü farklı olmakla beraber genel şartlara göre önde kalması uygun görülmüş kanaatler de, kademe-kademe ileri götürülmek istenen ama başlangıçta o mânâyı müstakil olarak vermeyen adımlar da bulunabilir. Hemen her temel meselede Atatürk'ün ne dediğini dikkate almak gerekli görülüyorsa bizim tercihimiz yukarıya aldığımız sözler olur. Başkaları daha farklı şeyler nakledip onların takibini savunabilirler. Ama bizim verdiğimiz ve ilme-hakikate uygun olan sözler karşısında onların bu çabası etkili ve inandırıcı olamaz. Esasen önemli olan hakikate ve ilme uygunluktur. Hakikate ve ilme uygunluk kişilerin sözleriyle değil; kişilerin sözleri, hakikat ve ilim ölçülerine göre değerlendirilir. Aksine bir anlayış, insanlık tarihinin şâhid olduğu bütün doğruluk güzellik iyilik mefhumlarına ve onların temsil ettiği prensiplere ve dokulara aykırıdır. Bu konuyla ilgili olarak Murat Belge'nin ve Prof. Cahit Tanyol'un aşağıdaki satırlarına dikkat çekmek isteriz: A) Büyüyemeyen Çocuk (Murat Belge, Güneş Gazetesi, Eki 24 Haziran 1990) Benim oğlanın dersine yardım etmek için Türkçe kitabını karıştırıyordum. (Orta II) Bir başlık gözüme ilişti, Atatürk'ün Milli Kültür ve Medeniyet Konusundaki direktifleri. Yazı şu
cümleyle başlıyor: "Atatürk'ün hemen hemen bütün konuşmalarında kültür medeniyet konusuna az da olsa değindiğini görüyoruz." "Bütün konuşmaları" ve "az da olsa" çelişen kavramlar gibi.... Sonra bir takım çok genel sözler sıralanmış. "Millet açıkça bilmelidir" "medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki ona ilgisiz kalanları yakar ve yok eder" gibi. Şimdi buradan bir direktif çıkarmak çok anlamlı değil. Bir başka cümlede de medeniyetle kültürün ayrılamıyacağını söylüyor. Böyle bir konu her zaman bilimsel tartışmaya açık olmuştur; bundan sonra da öyle olmak zorundadır. Kimine göre ayrılır, kimine göre ayrılmaz v.b. Bir devlet adamının direktifiyle çözümü düşünülemez. Çünkü zaten bilimde direktif olmaz. Bu yazıda sorun Atatürk'ün söylediklerinin doğruluğu eğriliği değil. Sorun Atatürk'ün bu toplumda yaşayan insanlara sunulma biçimi ve bunun sonuçları. Atatürk'ün kendisi, sözgelişi kültür-medeniyet konusunda söylediklerini topluma verilmiş bir direktif gibi görebilir veya görmeyebilir. A m a toplumların kendilerini olur olmaz her konuda "bir direktif altında" gibi kabul etmeleri sağlıklı bir tutum değildir ve böyle toplumlarda sağlıklı gelişmeler güçleşir. Değindiğim pedegojik, didaktik metinler sözlü veya yazılı metinler veya söylemler ve onları üretenler, bir toplumun üyelerine, "Biz potansiyelleri olan bir toplumuz kendinizi yetiştirin, geliştirin çalıştırın ki daha güçlü bir toplum olalım" telkininde bulunurlar. Jaimdi, bir yandan bu çağrıyı yapmak bir yandan da "Ne kadar uğraşırsanız uğraşın, aşamayacağınız biri vardır, O da Atatürk'tür, onu â ş m a O i r y a n a , o h a erişemezsiniz bile" demek, ciddi bir biçimde çelişen metinler ufetmek dernektir. Hani yüz metre koşusuna hazırlanan adama, "Koş, kazan rekor kır, ama sakın on saniyeden önce bitirmeyi düşünme" demek gibi bir şey. Elli küsiir yıl önce ölmüş bir devlet adamını her an topluma direktifler veren, sözündeîıçîEImizbTfi oTarâl^ttniîiâmiT" b&KÜkagaddfa zihni yetenekleri geliştirmeyi umduğumuz " eğitim süreci içinde yapıyorsunuz. Din-Medeniyet ve Lâ&'ik F. 22
337
Böyle toplumlardan insan .yetişmez, iki temel nedenle: Bir, düşünceyi dondurduğunuz her şeyi daha baştan bir kalıba soktuğunuz için; iki, insanları yıldırdığmız, pısırıklaştırdığınız, en genel anlamda erginleşmesini yasakladığınız için. Gene ^unutmayalım ki, bütün resmi iletişim kanallarında, eğitim sürecinde v.b. Gerekli her şeyin Atatürk tarafmdan söylendiği izlenimiyaratılırkenbaşka^irdüzeyde de birileri durmadan 'pnun yolundan ayrılanı ezeriz çiğneriz:'' yollu bir mesaj verici .Şair Can Yücel bu tuhaf toplumsal kaderi Turkey adını ver5iği şiirinde her zamanki vecizliği ile özetlemişti: "Kabaramazsın kel Fatma, Atan güzel sen çirkin." (Aynen iktibas edilmiştir) 1.989)
B) Laiklik ve İrtica ( Prof. Cahit Tanyol, Altın Kitaplar,
Her olayda her fikirde Atatürk'ten bir cümle bulup onu düşüncenin besmelesi gibi zikretmek bizi ortaçağın ve skolastik dünya görüşünün taşlaşmış ortamına iter. Her düşüncenin gerisinde otoritelere dayanmak en sağlam bir savunma aracı olarak geçerliyse bu bilim adamlarından tutun da politikacılara kadar aydın topluluğunun her kesiminde bir ön kurala dönüşmüşse, orada düşünce sahtekarlığından bir adım öteye gidilemez. Eskiler "Aristo der ki'' derlermiş. Bu sadece Allah'ın verdiği insan beyninin kemikleşmesini açığa vurur. (s. 74-75) Biz irticanm kaynağını hep yanlış yerlerdearadık.Şaygı ' j gösterilmesi gereken alanları suçladık ve çoğu zaman Türk Mil-^ leti'nin müslüman olduğunu unuttuk. ĞtmıKuîtyetin ilk yıllarmda o günlerin koşulları gereği ağır suçlamalara uğrayan bazı | kurumları ve kuralları o koşullar ortadan kalktığı halde bugün j de suçlamaya devam ediyoruz. Ve bunların bir bölümünün ko\. nuşulması bile aydın geçinen Kafalarda dehşet verici Kir irtica ^ olayı kabul ediliyor. Örneğin, Mecelle OaısıTve'Âtiturk Tabu- ^ J su. (S.117-118) Bacon'un idolleri arasında bir mağara idolü vardır. Bizde hiç gerek yokken bir Cumhuriyet ve Atatürk İdolü yaratıldı. (S.16) (Aynen iktibas edilmiştir) Yarım Laiklik Olmaz Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu'na göre; Türkiye tam de-
ğil, yarı laik devletler kategorisine dahildir. Çünkü tam laik olabilmesi için, resmi idaresinde dinî teşkilâta yer vermemesi ve din işini vatandaşın vicdanına ve cemâat teşkilâtına bırakması gerekirdi. Bu ise bizdeki şartların Batı'dan farkh olması sebebiyle mümkün değildir. Bize en uygunu yarım laikliktir. (Devirden Devir'e, cilt 2, syf. 425-427) Bir devlet için üç ihtimal vardır: Ya dinîdir, ya dine aleyhtardır, ya da laiktir. Bu gibi kavramlar yarım bardak su teşbihindeki mantıkla izah edilemez; çünkü öbür yarısı boştur denilemez. Orada mutlaka bir şey var olacaktır ve o şey ya dinî ya da dine muârız bir vasıf taşımaya mecburdur. Bu gibi kavramlarda "yarımlık", bir kemmiyet değil keyfiyet tezahürüdür ve bütüne şâmil bir değerlendirme hükmünü istilzam eder. Laikliği basit ve eksik târifiyle dinin devlete devletin dine karışmaması olarak ifade ettiğimizde, bunun yarısı "din devlete karışmayacak" anlamma gelir. Rusya'da da din devlete karışmıyor. Rusya yarım laik midir? Teyiden belirtelim: Bu gibi kavramlarda yarım'lık tâbiri öyle "elmamn yarısı", "şekerin yarısı" gibi kemmiyet mantığıyla kullanılamaz. Eğer bu mantık, uygulama tercihlerini tayin ederse; küllî keyfiyet hükümlerine varmak zaruri hale gelir. La-. ikliğin özüne yönelik sistematik ihlâl tercihleri, laiklik çerçevesinde vukû bulmuş bir farklılığı değil, o çerçevenin dışma çıkıldığını ifade eder. Yarım Ahlâk, Yarım Nâmus, Yarım Adalet, Yarım Demokrasi nasıl olmazsa; Yarım Laiklik de olamaz. Böyle bir laiklik türü yoktur. Sadece, Batı'da Fransız İhtilâlinin ilk uygulamalarıyla başlayan İlkel Laiklik'ten Hürriyetçi Demokrasi'nin olgunlaşmasıyla gerçekleşmiş Mutedil Tam Laiklik'e kadar uzanan tarihi safhalar vardır. Ve unutmayalım ki: İlkel Laiklik, tam bir din düşmanlığına dönüşen Jakoben reformculuğunun, dini imha etmek üzere bulundukları, son noktada durdurulmasından ve dinin varlığını lütfen kabul etmek zorunda bırakılmalarından ibârettir. Hiçbir muhtevası ve teminatı olmayan bir "son nokta" hadisesidir. "Hıristiyanlığı imhâ etmek" kararından vazgeçmek zorunda kalan siyaset muhterisleri, İlk Safha Laikliğinin ketlemesine boyun eğmekle beraber, melanetlerini sürdürmek için ellerinden geleni yapmaya devam etmişlerdir. (Bk. 7.Bölüm, A.)
"Laik Din" de bir uydurma kavramdır" (2. Kısım, XII. B. 12'de incelenecektir. Hukuku Bakımından "Aykırılık" ve "İhlal" Kavramları İhlâl, esas itibariyle, müessir fiildir müşahhas neticedir. "Aykırılık" kavramı, mücerret olarak bizatihi suç teşkil etmez. Ancak, bir hükme aykırılık içinde bir başka hükmün ihlâli meydana getirilmişse veya aykırılık hali kasıt unsuru ile beraber fiilî ihlâle dönüşmüşse, suç ve ceza söz konusu olabilecektir. Mesela: Meclis, anayasaya aykırı bir kanun çıkarırsa, Anayasa Mahkemesi iptal eder; ortada bir suç ve ceza yoktur; sadece "iptal" müeyyidesi vardır. Ama siyasi iktidar, iptale rağmen o kanunun uygulanmasını sürdürürse, anayasa ihlâl edilmiş olur. Mesela: Bir vatandaş bir başka vatandaşı döverse, anayasaya aykırı davranmış olur; fakat anayasayı ihlâl etmiş olmaz ve anayasa suçu işlemiş olmaz. Yaptığı fiil, Ceza Kanunu'nun ilgili maddesini ihlâldir ve o madde ile belirlenen bir suçtur. Laikliğin ihlâli, laiklik ilkesinin uygulanışında bir bozulma meydana getirilmesidir. Bu itibarla laikliğin ihlâli, ferdî olarak vatandaşların değil, siyasi iktidarın yapabileceği bir fiildir. Bir fert, laiklik dengesini devlet aleyhine nasıl bozabilir? Bir yazı ile laiklik ilkesi ve dengesi nasıl bozulabilir? Ama devlet, daha doğrusu siyasi iktidar, laiklik dengesini din aleyhine bozma gücüne sahiptir. Binaenaleyh, laikliğin korunması için asıl müeyyidenin fertlere değil, devlete ve siyasi iktidara yönelik olarak konulması gerekir. Fakat bizde, "laikliğin din aleyhine devlet lehine" bozulmasını engellemek için siyasî iktidara yönelik olarak konulmuş hiçbir müessir ceza müeyyidesi yoktur. a) Diyanet İşleri Teşkilâtının bir devlet organı olması batı ölçülerine göre laikliğin ihlâlidir. Devletin din adamı yetiştiren okullar açması ve yönetmesi de, batı ölçülerine göre laikliğin ihlâlidir. Madem ki laikliği Batı'dan aldık, ölçülerini de oradan almamız veya oraya göre geliştirmemiz gerekir. Meclis laikliğe aykın bir kanun çıkarırsa; bu aykırılık, uygulama başladığı anda, müşahhas ve fiilî neticeler doğurmaya başlayacağı için, hemen laikliğin ihlâline dönüşür. Bu noktada anayasa bakımından "aykırılık" laiklik bakımından "ihlâl" Anayasa
vardır; müeyyidesi ise sadece iptaldir. Anayasa mahkemesine müracaat edilmezse, aykırılık ve ihlâl sürer gider. İptale rağmen uygulama devam ettirilirse, anayasaya aykırılık anayasayı ihlale dönüşür ki, ciddi müeyyide ancak bu halde söz konusudur. Lâkin böyle bir halin doğması tasavvur dışıdır...Ne var ki: Laikliğin siyasi iktidar tarafından ihlali, sadece kanun yoluyla yapılmaz. Daha ziyade kanunların kasıtlı olarak yanlış uygulanması yolu ile yapılır. Bu durumda genellikle, sorumluluk siyasidir ve hukuki hiçbir müeyyide söz konusu değildir. Diyanet Teşkilatı: 1- "Gerçekte Diyanet İşleri Başkanlığı, bir dinin teşkilatı mâhiyetinde değildir. Tamamiyle zabıta hizmeti gören idari bir teşkilâttır." (Prof. İsmet Giritli, Amme İdaresi Teşkilat ve Personeli. Syf. 55) 2- "Dinin devlete bağlı olduğu bir sistem getirilmiştir. Laikliğin icabı Diyanet Teşkilatına muhtariyet vermektir." (Prof. Ali Fuat Başgil, Din ve Laiklik, 191 ve mükerrer syf.) - 3- "Laik bir devlet bünyesinde garâbet olan Diyanet İşleri Başkanlığı yerini cemaat teşkilatına bırakmalıdır." (Bilinmeyen Tarihimiz 1/168, Cemal Kutay) 4- "Bizde yaşanan, batılı anlamda laiklik değil, dinin devlete bağlanmasıdır. Bunun için Diyanet Teşkilatı devlet örgütünün bir parçasıdır." (Mete Tuncay, Yeni Gündem 33/17) 5- "Diyânet Teşkilâtının mucidi Ziya Gökalp'tır. İlk defa o, böyle bir kurumun tesisi gerektiği fikrini aşılamıştır." (Aytunç Altındal, Laiklik, 76) 6 - " Laiklik devletin dini sahaya müdahale etmemesini tazammun eder. Müslüman cemâatin serbestçe teşkilâtlanmasına müsaade edilirse, din ve vicdan hürriyeti tam manasıyla getirilmiş olur." (Prof. Lütfü Duran, Kurucu Meclisin Perde Arkası 382) 7- "Diyanet Teşkilâtının devlet kadrosu içinde ve onun baskısında tutulması laiklik prensibinin ihlâlidir." (Prof. Osman Turan, Türkiye'de Manevî Buhran, 106) 8- "Devlete din ihtiyaçlarını veya din eğitim ve öğrenimini sağlayacak kamu hizmetleri kurma ödevinin yüklenmesi laikliğe aykırıdır." (Prof. Bahri Savcı, Kurucu Meclisin Perde Arkası, S. 383) 9- "İnancım odur ki bir devlet ya laiktir, ya değildir. Orta-
sı olmaz. Din ihtiyaçlarını karşılamak için Teşkilat kurma ödevinin yüklemenin ne demokrasi anlayışıyla ne de laiklik prensibi ile bağdaşmayacağı aşikârdır. (Prof. İlhan Arsel Kurucu Meclisin Perde Arkası, Syf. 380) 10- "Diyanet Teşkilatının devlete bağlı olduğu bir ülkede din devletin emrinde demektir.'' Süleyman Demirel (Tercüman 14.2.1987) 11- "Laik Devlette Diyanet İşleri Başkanlığı olmaz." Prof. Asaf Savaş Akat (Tercüman 26.4.1987 Shf.9) 12- Türkiye'de laiklik, din ve devlet işlerinin ayrılması noktasında kalmamış, dinin devlet denetimi altına sokulması anlamına bürünmüştür. Diyanet İşleri Başkanlığı'nm bir devlet * teşkilatı olarak düzenlenmesi devleti dine hakim kılmanın ifadesidir. (Yurt Ansk. 7958) b- Dinî vasıf taşıyan bir fikrin dinîlik vasfında "devleti bağlayıcılık" veya "devlete emredicilik" unsuru bulunduğu gerekçesiyle -iddiasıyla uygulamaya konmasını savunmak, laikliğe aykırıdır. O fikrin aynı gerekçeyle uygulamaya konması ise laikliğin ihlâlidir. c- Fikir Hürriyeti çerçevesinde; ancak laikliğe aykırılık söz konusu olabilir, ihlâl söz konusu olamaz. O fikrin münhasıran söylenmesi ve yazılması ile ihlâl vukû bulamaz. d- Bir fikrin laikliğe aykırılığı, çeşitli dereceler arz edebilir. Laiklik esasının kaldırılmasını savunan bir fikirle, bir meselede veya bir noktada laikliğe aykırılık ifade eden bir fikir, elbetteki aynı şekilde değerlendirilemez. e- Dinden kaynaklanan veya mülhem bulunan bir fikre bir esasa bir görüşe, dinin devlet üzerinde emrediciliği bulunduğu gerekçesiyle, devlet düzeninde yer vermek; din ve vicdan hürriyetinin engellenmesi; dinî teşkilat ile de vlet teşkilatının biribirine müdahale veya tahakküm etmesi; laiklik ilkesinin bozulması (ihlâl edilmesi) demektir. f- Laikliği ihlâl fiilinin çeşitli dereceleri vardır. Laikliği bir meselede bir noktada ihlal eden fiil ile laiklik esasmı kaldıran bir ihlal fiili, elbetteki aynı şekilde değerlendirilemez. g- Laikliğe aykırı bir fikir etrafmda siyasi teşkilatlanma fiili yasalarla engellenmişse, yasaklanan bu fiile tevessül edilmesi halinde; o yasaların ilgili hükümleri ihlal edilmiş olur, laikliği ihlal neticesi meydana gelmiş olmaz. Esasen böyle bir ya-
saklamanın asıl amacı böyle bir partinin iktidar olup da laikliği ihlal etmesini önlemektir. Şayet bir parti laikliği ihlal kastım gizleyerek ve yasalara uygun hareket ederek demokratik, yoldan iktidara gelir de sonra demokrasiden ayrılarak laikliğe aykırı fikirlerini uygulamaya koyarsa, laiklik ihlâl edilmiş olur. h- Laikliğe aykırı bir fikri zor kullanarak hâkim kılma amacıyla eyleme tevessül etmek, laikliği ihlal suçu değil, TCK.'nun ilgili maddesiyle ilgili bir suçtur. i- Bir suç eylemini bir zor kullanma eylemini öngören yazılı ve sözlü propogandalar fikir hürriyeti çerçevesinde mütalaa edilemez. 163. Madde Hakkında Ceza Hukuku'nun temel ilkelerinden biri şudur: Korunan, koruyan, yasaklayan kavramların ilkelerin ifadelerin gayet açık olması zaruridir. Nitekim TCK.'nun 1. maddesi "Kanunun sarih olarak suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez" demektedir. Aslındabu ilke, bütün demokratik ceza hukuku sistemlerinde yer almıştır. Fakat TCK. 'nun 163. maddesi bu ilkeyeriâyet vasıflarından mahrumdur. 163. maddenin kısa bir tahlilini yaparsak, durum hemen aydınlanacaktır: Maddenin birinci paragrafmı okumaya başlayalım... 1- "Laikliğe aykırı olarak.." Bu ifadede iki kavram vardır: a- Laiklik, b- Laikliğe aykırılık. İkisi de tarif edilmemiştir, ikisinin de ölçüleri ve unsurları belirlenememiştir. 2- "Devletin içtimai veya iktisadi veya hukuki temel nizamlarını.", "Siyasi temel nizam" ileride geçiyor. Dört kavram var: Devletin İçtimai Temel Nizamı, Devletin İktisadi Temel Nizamı, Devletin Hukuki Temel Nizamı, Devletin Siyasi Temel Nizamı. Bunların yerine "Devletin Temel Düzenini" demek yeterli ve daha tatminkâr olurdu. Çünkü "devletin temel düzeni" kavramı sarihtir ve anayasanın değişmez maddelerinde ifadesini bulmuştur. Esasen Laiklik, devletin temel düzeni hakkında vaz edilmiş bir ilkedir. İçtimai Hayatın, İktisadi Hayatın, Kiiltü-
rel Hayatın laik olup olmaması diye bir kavram ilmen anlam taşımaz. Devletin siyasi-hukuki temel düzeni laiklik ilkesine göre kurulmuş ise, ferdi hayatın da içtimai hayatın da iktisadi hayatın da hatta kültürel ve manevi hayatın da laik hukuk kuralları ile ilgili yönleri ona göre biçimlenir. Ama tarif ortaya konulurken ilgi dereceleri çok çeşitli olan ve lafzan tayini tadadı yapılamayan tesirlerden değil, esaslardan yola çıkılır ve çerçeve, esaslara göre çizilir. Laiklik, devletin hukuki yaptırım (müeyyide), (emredicilik) gücünü dinden almaması demek olduğuna göre; laikliğin ihlâli, dinin emredicilik vasfını devlete şu veya bu ölçüde müessir kılmak anlamına gelir. Bu itibarla; laikliği ihlâl hakkında hüküm düzenleyen bir ceza maddesi, devletin hukuki ve siyasi temel yapısına dinin emrediciliğini şu veya bu ölçüde hâkim kılmak fiilinin tecziyesini hedef ittihaz etmelidir. Konuyu "iktisadi, içtimai, kısmi" sözleriyle dağıtmak maksada uygun düşmez. iktisadi Düzenler, iktidarlara göre değişir. "İktisadî düzen değişir de, iktisa dî temel düzen değişmez" denir ise, İktisadi Düzen ile İktisadi Temel Düzen kavramları arasındaki farkın tesbiti meselesi ortaya çıkar. Aynı durum İçtimai Düzen ile İçtimai Temel Düzen için de geçerlidir. Yüz ilim adamma bu kavramları sorsanız, yüz çeşit cevap alırsınız. Konuyu böylesine dağıtmak, soyutlaştırmak, müphemleştirmek, bir ceza maddesi tesis etmenin zaruri icaplarıyla bağdaşmaz. 3- "Kısmen de olsa dinî esas ve inançlara uydurmak amacıyla." "Kısmîlik" en cüzi ve en soyut alâkaları bile kapsayan fevkalâde esnek bir kelimedir. Sonra, nasıl uyduracak? Hangi güçle? Ne surette? Dinî bir esası, dinilik vasfının dışında, yani dinî olduğu için değil de doğru olduğu için laik müeyyideİere bağlı kaİarak benimsemek ve uygulamak laikliğe uygundur. 163. madde bu farkı hiç dikkate almamıştır. Mesela "Adalet mülkün temelidir" ilkesi, Atatürk'ün sözü olarak sistemimizde yer almıştır. Ama bu söz daha önce Hz. Ömer tarafmdan "El Adlü Esâsül Mülk" şeklinde söylenmiştir ve bu ilke aynı zamanda dinî bir esastır. Fakat Atatürk bu esası
dinî olduğu için değil, doğru olduğu için benimsemiş ve uyguv lamaya koymuştur. Devletin televizyonunda radyosunda okullarında İslam Ahlakının faziletleri ve üstünlükleri anlatılmaktadır. Cemiyete İslam Ahlâkını benimsetmeye-sevdirmeye çalışmak cemiyetin içtimai hayatını kısmen dahi olsa İslami Ahlak Esaslarına dayandırmak amacı taşır mı taşımaz mı? Cemiyetin Ahlakı, Constitüın Social=Sosyolojik ve Tarihî Ana Yapı (Prof. Kübalı) ile ilgili midir, değil midir? Bu soruların 163. madde açısından cevabı nasıl olacaktır? Bilinmektedir ki Anayasalar Sosyolojik ve Tarihi Ana Yapı'yı bir ölçüde yansıtır. Laik anayasalar da laik olmayan anayasalar da yansıtır. Hatta din ve tarih düşmanı olan devletlerin anayasaları bile, gayri samimi olarak, bir nisbette, yansıtmış ve dayanmış görünür. Rus Anayasası dahi "kişilik mülkiyet aile korunur" (m. 37) "Bakacak kimsesi olmayanların bakılma hakları vardır" (M.43) "Çocuklar anne ve babalarına saygı göstermek ve onlara yardım etmekle yükümlüdür" (m.67) "İsraf ve hırsızlık engellenmelidir." (m.61) "Vicdan özgürlüğü vardır." (m.52) "herkes eşittir." (m.34) demektedir. Bunlar bütün dinlerde var olan esaslar cümlesindendir. Bütün dinlerde yer alan öyle esaslar vardır ki, bütün devletler, az veya çok, samimi veya gayri samimi, şu veya bu gerekçeyle, onlara kısmen dayanırlar. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi, "beşeri münasebetler ve müesseseler değişmeye ne kadar mâruz bulunurlarsa bulunsunlar, meşrû olabilmek için insanın manevi varlığım korumak hedefini güden hak ve adalet ideallerine uygun olmak zorundadır. "(Anayasa Hukuku, Ord. Prof. Kübalı, 417) Bu mecburiyeti yerine getirmezlerse, meşru olamazlar. Temelinden meşru değillerse, meşru görünmek ihtiyacından vazgeçemeyecekleri için, şeklen bir uygunluk sağlama gayreti içinde bulunurlar. Alman Anayasası "Allah karşısında mesuliyetinin şuurunda olan Alman Halkı..." diye başlar. Alman Anayasasının 56. maddesinde yazılı olduğu üzere Alman Cumhurbaşkanı Federal Meclis ve Senato birleşik toplantısında içtiği andı "Allah yardımcım olsun" cümlesiyle bitirir. Amerikan Başkanı İncil'e el basarak yemin eder. vs. Laikliği kendilerinden aldığımız Batı devletlerindeki bu
uygulamalar 163. maddeye göre laikliği ihlâl mi sayılacaktır? Laiklik hakkındaki müeyyideyi çeşitli hükümlerde belirleyen ortak ifadenin ikinci bölümü ise "dini siyasete âlet etmek" ve "dini istismar etmek" kavramlarını esas almıştır. Önce "istismar" kelimesi üzerinde duralım. İstismar, istismar edilen şey bakımından samimiyetsizlik ve iki yüzlülük ifade eder. Milliyetçiliği istismar etmek: Milliyetçi olmadığı halde çeş'itli amaçlarla öyle görünmektir. Sosyal Adaleti istismar etmek: Sosyal adalete taraftar olmadığı halde çeşitli amaçlarla öyle görünmektir. Hürriyetçiliği istismar etmek: Hürriyetçi olmadığı halde, çeşitli amaçlarla öyle görünmektir. Atatürkçülüğü istismar etmek: Atatürk'çü olmadığı halde çeşitli amaçlarla öyle görünmektir. Din'i istismar etmek ise: Bir din'e samimiyetle bağlanıp inanmadığı halde; inanmış ve bağlanmış görünerek, şahsi veya siyasi objektif veya sübjektif faydalar sağlamaya çalışmaktır. Şu halde dinin siyasi amaçla istismar edilmesi, dinin siyasete âlet edilmesi, din'e karşı yapılan bir menfiliktir=olumsuzluktur. Meselâ, tarihteki bir kıral bir diktatör, siyasi otoritesini güçlendirmek niyetiyle, fakat güyâ dine asli hüviyetini kazandırmak gerekçesiyle dine müdahale etmiştir. Bunu, Napolyon da 8. Henry de Hitler de yaptı. Teferrüatını diğer bölümlerde anlattık. İşte bu örnek, dinin siyasi amaçla istismarıdır, dinin siyasete âlet edilmesidir. İkinci örnek şudur: Bir şahıs (yahut kadro grup), bir dine bağlı ve inanmış olmadığı halde, inanmış ve bağlı görünerek, din adma iktidarı ele geçirir, sonra da o dinin kurallarına tamamen aykırı bir uygulama getirir, hatta o dini zedeler tahrib eder.. Bu da dinin istismarıdır, siyasete âlet edilmesidir. Şöyle bir örnek daha verilebilir: Bir din adamı, siyasi ve iktisadi otorite sahiplerinin gönlünü hoş ederek şahsî durumunu devam ettirmek amacıyla, dinî hükümleri saptırır, bile-bile doğruyu değil de yanhşı söyler. Bu örnek de "din'i siyasete alet etmektir" ve tarih boyunca binlerce tezâhürüne şahid olunmuştur.
Atatürk'ün şu sözü, dinî siyasete alet etmek kavramının niteliğini açıkça ortaya koymaktadır: "Bütün zorba hükümdarlar hep dini âlet edindiler. Hakiki ulemâ, dini bütün âlimler, hiçbir vakit bu zorba hükümdarlara boyun eğmediler. Onların emirlerini dinlemediler, tehditlerinden korkmadılar. Bu gibi ulemâ, kamçılar altında döğüldü, memleketlerinden sürüldü, zindanlarda çürütüldü, darağaçlarında asıldı. Ama onlar, yine o hükümdarların keyfine dini âlet etmediler." (Atatürk Diyor ki, Mustafa Baydar, 57) ' Din'e bağlı devlet kurma ile ilgili suçlarda ise: "Din'i siyâsete ve devlet'e" değil, "siyaseti ve devleti, din'e âlet etmek" söz konusudur. Dinî kavramları siyasi zeminde kullanmak her zaman "istismar" teşkil etmez. Mesela bir aday, "din hürriyetini daha teminatlı bir uygulamaya kavuşturacağını" vaad ederek oy isterse, neticesine bakılır: Seçildikten sonra bu yönde gayret sarfederse vaadinde samimi olduğu ortaya çıkar ve istismar söz konusu edilemez. Ama aksini yaparsa, samimiyetsizliği ortaya çıkar, istismarda bulunduğu anlaşılır. İstismar kavramı her durumda olumsuzluk menfilik ifade eder. Fakat her durumda hukuken suç oluşturmaz...Şöyle düşünelim; Bir şahıs, samimi inanç sahibi değildir, ama din kitapları yayınlamakta veya satmaktadır. Dine hizmet gibi bir amacı yoktur, sadece para kazanmayı düşünmektedir. Bu şahsın yaptığı, dini istismardır ama hukuken suç değildir. Hatta dini açıdan: Niyeti halis olmadığı için günahkâr durumda bulunmasına rağmen, yaptığı işin sonucunda bir dinî hizmet de meydana gelmiş olabilir. Tahlil konusu olan ifadenin, Anayasanm 24. maddesindeki ve 163. maddedeki ortak dökümü şöyledir: 1- İstismar Amacı: "Siyasi menfaat veya şahsi nüfuz", "Siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz" 2- İstismar Konusu: "Din, Dinî Duygular, Dince Mukaddes sayılan şeyler" 3- İstismar Biçimi: "Her ne suretle olursa olsun" İstenirse, teşbih satan adam bile bu tablonun içine soku-
labilir. Amacı geçimini sağlamaktır, ki kişisel menfaata girer. Bir çoklarına göre teşbih kutsal şeylerden sayılabilir. "Her ne suretle olursa olsun" u d a eklediniz mi, tamamdır. "Teşbih, kutsal sayılmaz" denirse, mushaf satıyor olsun. Hiçbir şey değişmez ki. Bu kadar müphem ve mücerret bir müeyyide olamaz. Sırf, din'i siyasete alet etmek korkusundan, ibadetlerini yapamayan devlet adamları vardır. Allah kelimesini telaffuz etmekten çekinen devlet adamları görülmüştür. Yılmaz Öztuna 14 ciltlik Büyük Türkiye Tarihi'nin 10. cildinin 188. sayfasında İsmet İnönü için "İsmet İnönü bir tek defa Allah kelimesini telaffuz etmeden öldü" diye yazmaktadır. Tarihte sırf din'i siyasete âlet etmek tehlikesinin önlenmesi maksadıyla, Matbuat Umum Müdürlüğünün "dinlerden bâhis yazı, mütalaa, imâ ve temenniler'! yasakladığını biliyoruz. (Bak. İktibaslar 4) Din'i siyasete âlet etme kavramının, târifsiz, vuzûhsuz, fevkalâde elastik ve mücerret bir ifadeyle müeyyidelendirilmesi, demokratik laik hukuk ilkeleriyle bağdaşmaz. Ortaya şöyle bir manzara çıkmaktadır: Laikliğin batı ölçülerine göre ihlali niteliğinde özellikler taşıyan bir statü getiriliyor. Laikliği ihlal gücüne sahip bulunan siyasî iktidara karşı hiçbir cezai müeyyide (uygulanabilirlik vasfına sahip biçimde) öngörülmüyor; ama diğer taraftan, laikliğin ihlali ile batı ölçülerine göre hiçbir alâkası olmayan ancak laikliğe aykırılığı söz konusu olabilen bir fikir yazısı için senelerce hapis cezasını gerektiren müeyyideler getiriliyor...Mesele burada da kalmıyor: O cezâi müeyyide, tamamen müphem ve çok çeşitli-çelişkili yorumlara tamamen müsait ifedeler taşıyan bir madde halinde düzenlendiğinden, "aykırılık" dahi ifade etmeyen yazılar ve fiiller için bile aynı müeyyideyi üygulamak mümkün hale geliyor. Prof. Çetin Özek Şöyle Diyor: "163. maddenin bir benzerini batı demokrasilerinin ceza yasalarında bulabilmek imkânı yoktur. 163. maddenin antidemokratik bir nitelik taşıdığını kabul etmek gerekir..." "Laik siyasi biçimin kuruluşu, bir açıdan, eşitlik hukuk devleti ilkelerine uygun din özgürlüğü sisteminin kabulüne ve
doğan hakların geçerliliğinin sağlanmasına bağlıdır. Din özgürlüğü ve bundan doğan haklar laiklik ilkesinden soyutlanıp yorumlanarak uygulanamaz. Temelde, laik düzende, din özgürlüğünden doğan hakların sınırsızlığı da kabul edilmektedir. Belirli durumlarda bu hakların düzenlenebileceği kabul edilse bile, düzenleyici kuralların belirli yorum ölçülerine bağlanması bu ölçünün, (laiklik, eşitlik, hukuk devleti) ilkelerinde aranması zorunludur. Din özgürlüğü ile ilgili düzenlemelerde, gerçekte, demokratik siyasal düzenin genel kurallarına uygunluk araştırılmalıdır. 163. maddenin, dinsel düşünce açıklama ve örgütlenme hakkını sınırladığı ve demokratik temel ilkelerle bağdaşmadığı açıktır..." "TCK.'nun 163. maddesi gibi temelde düşünce açıklanma ve örgütlenme özgürlüğünü sınırlayan ceza kurallarının demokratik kuram ve anayasal yapıdan doğan ilkeler ölçü alınarak, belirli, bilimsel, ve siyasi iktidar yönelişlerine göre değişmeyen kurallara bağlanmasında zorunluluk vardır..." (Türk Basın Hukuku s. 454,455,456, Devlet ve Din s.497, 501-504,) Tedbir ve Ceza Tekrar edelim: Fikir, aslen, içtimai-ilmi-felsefî-edebî bir öz ile ideal ile ilgili bulunan düşünce demektir. Zihnin her türlü ürününe fikir denilemez. Böyle bir öz ile ilgisi bulunmayan ve yalnızca müşahhas-fiilî-pratik sınırlar içinde kalan düşünceler ve ifadeler, Fikir Hürriyeti kavramının özel meseleleri açısından bahsin dışında mütalaa edilmelidir. Fikir Hürriyetinin sınırlandırılıp sınırlandınlmayacağı konuşulurken "fikrî bir öz taşıma haysiyeti" ölçü alınmalıdır. Mesela hakaret düşüncesinin müstehcenlik motifinin ve benzerlerinin Fikir Hürriyeti ve "Fikrî Haysiyet Keyfiyeti" ile hiç bir münasebeti yoktur. Fikir Hürriyeti, bazı batı ülkelerinde de, çok istisnai ve özel hallerde sınırlandırılmaktadır. Fakat fikir hürriyetini sınırlandırmanın yolu, Batı'da, hapis cezası değildir. Mesela Alman Anayasası'nın 18. maddesi "her kim Hür Demokratik Temel Düzene karşı mücadele amacıyla Fikir Açıklama Hürriyeti'ni Eğitim Hürriyetini Toplanma Hürriyetini Mülkiyet Hakkını kötüye kullanırsa, bu haklarını kaybeder. Hakkın kaybına ve
bunuıi ölçüsüne Alman Anayasa Mahkemesi karar verir" demektedir. Önce Hür Demokratik Temel Nizamın ne olduğunu sarih anayasa maddeleriyle belirliyor, sonra belirlenen bu temel nizâmı yıkma kastım arıyor, daha sonra bu kasıtla bir hürriyet veya hak kötüye kullanılırsa o hürriyetin veya hakkın Anayasa Mahkemesi tarafmdan belli bir ölçüde ve belli bir zaman için kaldırılabilmesi müeyyidesini getiriyor. Müeyyide aslında ağırdır; ama açıktır, müphem yorumlara amaç dışı uygulamalara müsait değildir ve hapis cezası öngürmemektedir. Fikir Açıklama Hürriyeti, demokratik temel nizâmı yıkmak kastıyla kötüye kullanılırsa, o hürriyet belli ölçülerle ve Anayasa Mahkemesi kararıyla kısıtlanıyor. Bizde ise, demokratik temel nizâmı yıkmak kastının hiçbir açık unsuru bulunmadığı ve yalnızca anayasanın bir maddesine aykırı olan veya aykırı olduğu kanaati uyandırabilen bir fikrin açıklanması halinde dahi, cinayet suçuna eşit bir ceza verilebiliyor. Bu uygulama hukuktaki suç kavramınm evrensel mutabakat konusu haline gelmiş ana vasıflarına aykırıdır. Şöyle ki: 1- Suç'ta kastın ve zarar verme sonucunun mutlak bir kesinlik ifade etmesi şarttır. Kesinlik fevkalâde önemli bir unsurdur. Eski deyimle "şek ile had sakıt olur" denirdi. "Aksi sabit olmadıkça herkes suçsuzdur" kaidesi ise, bütün demokratik hukuk sistemlerinde yeri olan bir temel ilkedir. Bir suçun meydana gelmesi için önce bir varlığın maddi veya manevi yapısına zarar vermek kastı var olmalıdır. Sonra da o kasıt, şu Veya bu derecede müessir bir tezâhür derecesine ulaşmalıdır. Meydana gelen suçun ne ölçüde cezalandırılacağını ise, kastın niteliği ve gerçekleşme derecesi tâyin eder. Laikliğe aykırı bir fikrin kastı nedir, o kasıt bir yazı ile hangi derecede gerçekleşmiştir? 2- Zaman ve Mekân ile mahiyet değişikliğine uğramayan suç eylemleri vardır. Cinâyet, hırsızlık, hakaret, tecavüz gibi...Meşru devlete başkaldırma gibi....Bu eylemler her hukuk doktrininde her yerde her zaman suçtur. Farklı cezalarla karşılansalar da, suç teşkil etmeleri keyfiyeti değişmez. Bu cinsten olmayan suçlar için ağır hapis cezasının verildiği hiçbir demok-
ratik hukuk devletinde görülmemiştir. 3- Bir demokratik hukuk devletinde suç teşkil ettiği halde bir başka demokratik hukuk devletinde suç teşkil etmeyen, yahut bir demokratik ülkede muayyen şartlara rağmen bir zaman suç teşkil edip bir başka zaman suç teşkil etmeyen ağır hapislik bir eylem tasavvur olunamaz. Düşünülsün ki, demokratik bir ülkede suç sayılmayan bir eylem bir başka demokratik ülkede 5-10 sene ile cezalandırılıyor, yahut 5-10 sene cezayı gerektiren bir eylem kısa bir müddet sonra aynı ülkede suç olmaktan çıkıyor. İzafi ve müphem bir suç anlayışına dayanarak 6-7 sene ceza verilmesi temel hukuk ilkeleriyle bağdaştınlamaz. Hapis cezası olmaksızın gerçekleştirilebilecek; çeşitli sınırlama tedbirleri varken, hapis cezasının da ağırını ve de müphem ifadelesini benimseyen bir uygulama, temel hukuk ilkeleriyle ve demokratik hukuk devleti eseslarıyla bağdaşmadığı gibi, millî tekâmülün ilmî ve fikrî icaplarına da ters düşer. Gericilik-İlericilik
Gericilik (irtica) ne demektir? Yabancı dilden verilen karşıhk: "reactioner" Reaksiyoner, bir aksiyona bir eyleme verilen cevaptır, tepkidir. Mukabele, muhalefet, tepki... Hiç bir şey anlamak mümkün değildir. Hangi aksiyona, eyleme, harekete, tepki? Tepki, aslında, hayatiyet belirtisidir. Tepki vermeyen vücut; ya mefluçtur, ya ölmüştür. Mânâyı, zıddında arayaIım...Reaction'un zıddı nedir? Action, aksiyon...Reaction, gericilik demek olduğuna göre; aksiyonculuk, yahut aktivizm, ilericilik mi demektir? Değildir. Çünkü aktivizm ile karşıt olan kelime passivizm'dir. Nasıl oluyor da, gericiliğin eş anlamlısı olarak verilen kelimenin zıddı, dericiliğe tekabül etmiyor? Soru şudur: Gericilik ve ilericilik diye iki kavram var ise, batı dillerinde bu kavramlara tekabül eden ve yine birbirine zıd olan iki kavram gösterilebilir mi? Hayır, gösterilemiyor. Gericilikten hareketle bir kavram açıklığına ulaşamadığımız için, bu defa ilericilik'ten başlayalım:
Nedir İlericilik? İş buraya gelince karşılıklar zenginleşiyor! İlericilik, hem terakki'yi (progaression), hem inkişafı (development), hem tekâmülü (evolotion), hem medeniyeti (civilization), hem zihnî aydınlanmayı (intellectüel-illumination, enlıghtment) içine alır, TURNUSOL KAĞIDI! Hayvancı-Gerici Çizgi: - Ferbach: "Yaradan yoktur. İnsan yeyip içen bir varlıktan . başka-bgşeyHajldg.'' (Füozoüaf1 A n s : 2 / 1 2 2 - m ) . .-CTFöurıer: T î e r erkek b ü t ü n k a d n d g r a J ı s Ü £ a d » M « ^ erkeklere sahip olabilmelidir." (age. 2/168) •-•t»Wlte 'Tişaaft m a u n d a n türemiştir.? - Marx: "Din a^ön3ur7 r " " " . • - Freud: "Din kapristir." - Lenin: "Din iğrençliktir." Ruhçu-İlerici Çizgi: - Bacon: "Derin bilgi, dine dönmeyi sağlar." -Pascal: "Akıl ancak inançlarm a y d ı n l ı n d a yürüyebilir. Kâinat ilahi kudretin sıfatlarının tecellisidir." - Newtom3IzayH^ nazır bir yafâhcîrun varlığıdır. O'nun varlığını, kainatın ahengi gayeliliği isbata kafidir." -Pastör: "Eğer buğün bildiklerimden daha fazlasını bilseydim, imanım daha derin ve kuvvetli olacaktı. Gerçek ilmin materyalist olması mümkün değildir." -Rousseau: "Yaradan'a ve İncil'e inanıyorum." -.V. Hügo: "İlerlemek isteyen, Allah'a inanmalıdır. Faziletin dinsiz hizmetkarı olmaz." {Sefiller 1 /50,2/854) - Einstein: "flmi araştırmaların ve gelişmelerin en asil sonucu imandır. Hedefi din gösterir, vasıtalar hakkındaki bilgileri ilim verir. Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır." Bizim aydın olamayan okumuş yazmışlarımız. Batıyı hep b i m c l ç ı ^ d e n v ^ i r p ^ â r e l l e r i n d e n takib ettiler. AbdullihĞ^^ "ilim ışıktır, maneviyat karanlıktır" diyor.
Söz Yunus'undur artık: "Aşksızlara verme öğüt, Öğüdünden alır değil. Aşksız âdem hayvan olur, Öğüdünden bilir değil." Öyleyse gericlik de bunların zıddına göre târif edilmek gerekmez mi? Şayet ne idiğü belirsiz bir istismar ve itham vasıtası olarak kullanmak kastı söz konusu değilse, elbette öyle gerekir. Terakkinin zıddı tedenni'dir. Terakkinin karşılığı olan progression'un zıddı retrogression-retrogressive-retrograd'dır. O halde gerici, terakkiye muhalif bulunan Ve tedenniye taraftar olandır. İnkişâfın zıddı inhitat'tır. İkişâf'm karşılığı olan development'm yokluğu ifade eden kelime undevelopment'tır. O halde gerici, inkişâfa muhalif bulunan ve inhitâta taraftar Olandır. Tekâmülün zıddı tereddi'dir. Tekâmülün karşılığı olan evolotion'a zıt manada tekabül eden içtimai kavram, dejeneration'dur. O halde gerici, tekâmüle muhalif bulunan ve tereddiye taraftar olandır. Medeniyetin zıddı vahşettir. Civilisation'un zıddı, barbarizm'dir. O halde gerici, medeniyete muhalif bulunan ve vahşete taraftar olandır. Tenevvür, münevver, nur'dan gelir. Nur'un zıddı zulmettir. Aydınlanmış insana münevver karanlıkta kalmış olana muzlim denir. Nur, ilim irfandır; zulmet, cehâlettir. (Felsefeciler Eski Yunan devrine 18. asra aydınlanma çağı derler. Marksistlere göre 19. asrın ikinci yarısı aydınlanma çağıdır!) Şu halde gerici, ilme ve irfana muhalif bulunan, cehalete ve zulmete taraftar olandır. Toplarsak: İlerici, inkişâfa-terakkiye-tekâmüle-medeniyete aydınlanmaya taraftar olan kişidir. Gerici ise, inhitata tedenniye-tereddiye barbarlığa-cehalete taraftar olan bir mahluktur. Felsefe Ansiklopedisi, Osmanlı Türkçesindeki karşılığını "garibe-i hilkat" olarak veriyor. Peki bu özellikler kimlere uymaktadır? Ben şuyum demekle olmaz. Ölçülere arz ederiz, kimin ne Din-Medeniyet ve Lâiklik F. 23
353
olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Tekâmülün-terakkinin-inkişâfın-medeniyetin-aydııılanmanm ölçüleri nelerdir? Bu ölçüleri tesbit etmek ve sıralamak gayet de kolaydır. "Reactioner" diyerek kestirip atmakla hiçbir şey ifade edilmiş olmaz. ' 'İlerici ileri'ye gerici geriye gider" türünden keyfiyetsizluuhtevasız-târifsız-olçüsüz bir tekerlemeyle meseleyi hukme bağlamak; bizâtihî gericiliğin ta kendisidir. Hastalıkda ilerler, yangın da, düşman da... Hastalığı-yangmı-düşmanı ilerletenler ilerici, geriletenler gerici midir? Mücerret olarak içinde yaşanılan zamanı savunmak manasına gelen çağdaşlığm-çağdaşlaşmanm neresi ilericiliktir? Devletlerin, medeniyetlerin, kültürlerin, insanların, bazı durumlarda "zamanla" tedenniye-inhitata-tereddiye sürüklendiğini tarih kitapları yazmıyor mu? Zamanın her adımı tekâmül mü getirir? Her şeyin aksiyonu olur. Ahlâksızlığm-sorumsuzluğunzulmün-vahşetin-zulmetin deaksiyonu olur. Öyle bir aksiyona tepki göstermek elbette ki müsbet bir mana taşır. En basit bir mantık kaidesidir ki; iyiye tepki göstermek kötü, kötüye tepki göstermek iyidir. Uçuruma doğru ilerleyene ilerici, onu geriye çekmek isteyenegerici; bugün bozulmuş olanı savunana ilerici, onun ~Tsîîçîn^ ortaya doymuyoruz da, bir zaman-mekan mesafeciliği saplantısıyla gölge oyunu oynuyoruz? Unsurları yukarıda sıraladık. Ölçüleri onların özelliklerine göre tesbit edip, gericiliğin ilericiliğin ne olduğunu kimin gerici kimin ilerici olduğunu hiçbir istismara açık kapı bırakmayacak bir berraklıkla ortaya sermek, son derece kolaydır. Esasen, kavramları anlatırken dahi netice kendiliğinden tezâhür edebilmektedir! Çağdaşlık, daha doğrusu "çağdaşçılık" üzerinde de bir nebze duralım... Çağdaşçılık, kişinin yaşanılan zamanı idealleştirmesi demettir. ~~ '
Yaşadığı çağı gaye edinen bir tek gerçek düşünce adamı C yoktur. Ama yaşadıkları çağı kotuleyen, aşmak istedikleri için_ • — ~ T — — -J. •*'*> -*- - .... kötüleyen mütefekkirler düşünürler pek çoktur. Rouesseau, Spengler, Valery, Tdynby'gibı.... " "" Valery'ye göre, "çağdaşlaşma saplantısı" bir "yeni barbarizm" halini almıştır. Romantizm buna tepki olarak doğdu..."Yeni gerçekler ve sıkıntılar karşısında ne düşüneceğini bilemediğini" itiraf eden Valery "dünya hiçbir zaman bugünkü kadar nereye gittiğini bilemez bir duruma düşmemiştir." diyor. (Bugünkü Dünyaya Bakış, 54) Emerson'a göre, "Kaybedilenler kazanılanlardan çoktur. İnsanlık zaman içinde ilerlemiyor. Tarihin anlamı zaman içinde ilerleme olarak alınmamalı. Zamanın kendiliğinden bir şey getireceğini sanmak en büyük yanlıştır. Önemli olan hangi an içinde yaşıyorsak yaşayalım, oradan sonsuz hakikate uzanan yolu bulmaktır." (Büyük Öğretiler 228229) Yaşanılan zamanı ve şartları gaye edinmek, topal takipçi gibi kervanın hep gerisinden gelenlerin gündelik ve minicik kaygısıdır, iştihasıdır. Ufukları kendi nefisleriyle sınırlı olanlar, hiçbir şeye yön vermeyi düşünmezler; sa3ecFonIeîîâiT5^~" nulanİara uzanmaya çalışırlar. "Cagdascflık", geriliğe basitlifce j ı r a d a n h ğ a çaresizliğe mahkûmiyettir. Kîatayâlfznıin karşılığı olan "dehriyye" kavramında çağdaşçılığm hükmünü okumak gayet kolaydır. Bilindiği gibi dehriyye, zaman'a "yaratıcılık" dünyaya "ölümsüzlük" izafe etmektir. İnkilapçılık-Muhafazakârlık Gerçek inkılaplar üç fonksiyonun bir araya gelmesiyle oluşurlar: a) Yıkmak, b) Yapmak, c) Korumak. İhtilal, sadece yıkmaktır. Şayet yapmayı (inşâyı) başarırsa, inkılâp mahiyetini kazanır. Ve ancak, koruyucuİuk gayreti ile yaşayabilir. Muhafazakârlık, belli değerleri muhafaza etmek demektir. Muhafaza edilmek istenen değerler yıkılmışsa, bir muhâfazakar da inkılap fikrini benimseyebilir. İnkılapçılık, yapılmış bir inkılaba bağlılık anlamı ifade ettiğm3eJBîrçe^^ inkılapçılık, edinmek" ft'nun . , dışTndala J* ... inkılap yapmayıT* •meslek •• - • ' """ '
demektir. Oysa tabii-meşrû-gerçek inkılaplar, tekâmülün hızlı Bir'tahayyül halinde hamle yapması demektir ve bir zaruretin neticesidir. Asıl hüküm ve asıl farklılık, neyin muhafaza edilmek istendiğine ve neyin getirileceğine bakılarak belirlenir. Muhafazakâr, manevi-milli değerlerin muhafaza edil-_ rnesi j ü z ü i î ^ ^ runıak muhafazalârlık değildir. Batı'nın muhafazakarlığı ile bizim muhafazakarlığımız arasındaki farkları, İslâm ile Hıristiyanlık arasındaki temel fark tâyin eder. Muhafazakâr, önce maneviyatçıdır. Bizim maneviyatçı^ lığımız batı'nın spritüalizmi ile tam karşılanamaz. Spritüalizmde, ruh-ifratçılığı ile alâkalı sapmalar vardır. Muhafazakâr, maddeye-maddeyi inkar etmez. O'na değeri kadar önem verir. Muhafazakar, tekâmülden terakkiden inkişâftan yanadır. Muhafazakâr ilmin irfanın medeniyetin samimî savunucusudur. Batı literatüründe inkılap ve ihtilal kavramları aynı kelimeyle "revolotion" ile ifade edilir. Burada Türkçemizin bir üstünlüğü vardır ama; taklitçiler "devrim" kelimesini uydurarak bu üstünlüğü, planları gereği, ortadan kaldırmışlardır. Revolotionizm, Marks'tan sonra, bir meslek ve meşrep olarak sol'a inhisar etmiştir. "Sürekli Devrim" tezleri bunu belirtmek içindir. Marksizim'den başka, revolotionizmi bir metot halinde "asli unsur" olarak benimseyen hiçbir felsefe ve ideoloji yoktur. İnkılapçılar, kendilerine ilerici, muhafazakârlara gerici derler! Sağ-Sol: a) Sımrlar-Tuzaklar: Sol denilen geniş dairenin merkezinde Marx vardır; ve bu dairenin en uzak noktasıyla merkezi arasındaki mesafe ancak yarıçap kadardır. Değişim farkları, en uzak görünen çeşidiyle dahi, merkezi sâbit olan bu dairede cereyan eder. Prof. Muammer Aksoy (Prof. Tarık Zafer Tunaya)." Demokratik sosyalizmin amacı Marx'ı Leninizmin tekelinden kurtarmaktır" diyor. (Sosyalist Enternasyonel ve CHP). Mete Tuncay'a göre "Kavtsly, Marxsist inançtan asla ayrılmamıştır."
Demokratik sosyalizmin fikir babalarından Beinstein "Anti marxsist bir revizyonist yoktur." buyuruyor. Görülüyor ki solun her çeşidinde sabit merkez Marxtır. Solculara göre kendileri ilericidir ve kendilerine karşı olan herkes gericidir! İlmem bu yakıştırma kadar mantıksız tutarsız, basit, akla-vicdana-medeniyete aykırı bir telakki; insanlık tarihi boyunca görülmemiştir. Onlara göre "din afyondur" ve bir dine bağlanan herkes gericidir, mürtecidir. Halbuki, tarihin gördüğü en büyük pozitif ilim adamları Yaradan'm varlığına ve dinin hakikatine derinden İnanan kişileridir: BaconJ'ascal-Leibniz, Nevvton, Laplace, Cournot, Poincare, Böyle, Pastör, Einstein ve diğerleri... B a t ı ' d a SAĞ; Conservatizm, liberalizm, kapitalizm akımların! birlikte kapsar. Sol-sağ kavramları, felsefi-siyasi-iktisadi tezahürleri bakımından bazı karışıklıklara uğramıştır. Bunun sebebi, metaryalizmin, dolaylı yollardan sağ'ın içine'de girmiş olmasıdır. İktisatta sol, devletçilikten başlayıp kollektivizme uzanan bir çizgiyi; sağ, nizamcı kapitalizmden aşırı liberalizme uzanan bir başka çizgiyi ifade eder. Sosyolojide; sağ, ferdiyetçiliği, sol, toptancılığı gösterir. Siyasette; sol, otoriterizme; sağ, hürriyetçi demokrasiye gidişi hatırlatır. Felsefede; sol, materyalizmin, sağ spritüaİizmin-idealizmin adıdır. Fakat görüyoruz ki dinsiz liberaller vardır. Siyasi liberalizmden kaçan bir ekonomik liberalizm türü peydah olmuştur. Sağ, bir kültürsüz medeniyet kolaycılığına, hatta inkarcılığına doğru gitmektedir. İnsan, fitratına ters düşen bir soyutlamanın ıztırabı içindedir. Çünkü dengeyi kuran unsurlar, akim konusu dışına itilmiştir. Buhranlı hayatiyetle ruhsuz sükunetin biribirini takib etmesi, çatlayan terkibin büyük hicranıdır. Medeniyeti teknikten konfordan ibâret sanan her sağcı, meyveleriyle beslendiği ağaç sayesinde kazanılmış enerjisini, o ağacın kökünü kurutmak uğruna harcayan bir maneviyat hâinidir. Unutmayalım ki; kendi medeniyetinin kültürünü inkâr eden bir anlayışın sahipleri, marksizmle fikren mücadele edemezler.
b) Bizim Açımızdan: Bizim için böyle bir sıkıntı yoktur. Biz, maneviyatçıyızmilliy etçiy iz-hürriy etçiyiz. Maneviyatçılığımızm realitesi İslâm, milliyetçilğimizin realitesi vatan, hürriyetçiliğimizin realitesi demokrasidir. Tarih bu beraberlik hakikatini teyid eden sayısız örneklerle doludur: 1- Mânevivat zayıflayınca; a) Milliyletçilik, faşizme b) Hürriyetçilik, anarşiye sürüklenmiştir. 2- Milli Bütünlük zayıflayınca; Maneviyatçılığın ve hürriyetçiliğin müşahhas mücadele vasıtaları etkisiz hale gelmiştir. 3- Hürriyet olmayınca; a) Maneviyatçılık baskı altına girmiş, denge bâtiniyye lehine bozulmuş, ilmi ve fikrî cihad görevi tam olarak yapılamamıştır. b) Milliyetçilik, kültür susuzluğuna uğrayıp sathileşmiş, güdükleşmiştir. Bu beraberlik hakikati, bizim "muhafazakârlık" mefkûremizin özünü teşkil eder. Bunun içindir ki, kendimizi tanıtırken, batının kaypaklaşan kavramlarından birine hakikatimizi emanet etmiyor ve "maneviyatçıyız-milliyetçiyiz-hürriyetçiyiz" diyoruz. Köklerimiz derinlere doğru uzandıkça dallarımız gökyüzüne döğru yükselecekTîrTĞerçeFtekârr^ nin çoğalması hem de görüş ufkunun genişlemesi demektir. Dünyada en ilerici insan, "mâneviyetçi-milliyetçi-hürriyetçi" Türk aydınıdır. Tarih bu hakikati bir gün teslim ve tescil edecektir. c) Buluşma Noktası: "Din kapristir" (Freud) diyen veya "İnsanın atası maymundur" (Darwin) diyen, "yaratıcı sadece tabiattır" (panteist) diyen veya "gözlenemeyen ölçülemeyen bir hakikat var olamaz" diyen (pozitivist-ateist) liberalizm türleri, Batı Kültürünün gelişmesine müsbet bir katkıda bulunmamışlardır. Bunlar laikliği yalnızca dinsizlik hürriyeti olarak görürler ve bunlara göre: iman gericilik, inkâr ilericiliktir.
"Din afyondur" (Marx) "Din iğrençliktir" (Lenin) diyen solcular; laikliği, dinsizliğe uzanan Bir "aşama" cEıral< gorüflerT Onlara göre; laiklik, cemiyeti ve insanları^OuiîBâğından tâlüâ"- ' men koparırsa j g f ^ n i e î r v l c ^ ^ Onlara gore: Sölcülükllericilikle, sağcılık gericilikle eş anlamlıdır! N d) Bir Hatırlatma: Çok önemli bir noktayı daha işaretlemek istiyoruz. Marksizm doktrininde "ihtilâl, ve "proletarya diktası" temel unsurlardır. İslâm'da ise, anarşiye-ihtilale yol açmak "fitne çıkarmak" kavramı içine girer ve haramdır, islam'da diktatörlük de haramdır. "Halka cebredenlerle onlara yardımda bulunanlar cehennemdedir." (Hadisi Şerif, Câmiüssagir) Giran geliyor ama; İslâm'ı bir ihtilâl ve dikta doktrini gibi görenlere, bu hicranlı mukayeseyi sunmak mecburiyeti vardır. En modern demokratik anayasalarda bile, (mesela Alman Anayasası'nın 20/4 maddesi) "halkın direnme hakkı vardır" hükmü yer almışken, bu hususta böylesine dikkat-rikkatitidal-temkin-sabır tavsiye eden İslâmiyeti bir ihtilal ve dikta felsefesi olan komünizmle aynı ceza kefesine koymak dağların taşların bile gücüne gider.
X I I - BATI, L A İ K L İ K , DEMOKRASİ V E İSLÂM "Hristiyanlık olmadan yapamayız. Ama bu haliyle de onunla yaşayamayız." Metthew Arnold "Hristiyanlık zaaf içindedir. Kurtarıcı yardım beklemektedir. Dünyadaki yegane gerçek ahlâk sistemi: İslâm ahlakıdır." Defetsch WiHy "Batı bir din bekliyor. Yeni çağın içi ve sesi budur. Ve onun muhtaç olduğu din, sahipleri tarafından da mahzene atılmış veya tavanarasına kaldırılmış olarak bulunduğu yerde beklemektedir." Necip Fazıl Kısakürek A- Tarihi Münasebet: Tarih boyunca "manevî ve Fikrî Hayat" ile "İçtimaî iktisadî ve Siyasî hayat" arasında çok kuvvetli bir münâsebet var olmuştur. Mukayeseli bir tahlil özeti daha verirsek, bu münâsebet apaçık bir tablo halinde müşâhede edilebilir.
1- Konumuzla doğrudan ilgili bulunmadığı için, ortaçağ öncesindeki tarih çizgisini burada ihmal edebiliriz. Yalnız şu kadarını söyleyelim ki: Ortaçağdan önce cemiyetlerin Dini Hayatı "çok ilâhlı mahalli din'ler"; Siyasi Hayatı, "mutlakiyet"; İktisadi Hayatı, "kölece ekonomi", Fikri Hayatı ise, "zedelenmiş ve müphemleşmiş tevhid inancı ile uydurma dinler arasmdaki mücadeleler halinde devam eden bir karışıklık", karakteri göstermiştir. Biliyoruz ki, ilk sosyal müessese dindir; tarih kökün-_ de, d û ş ü n c i r v i r i â n ^ Eski Yunan Şark'tan (Mısır'dan) aldığı tesirleri de bağrında taşıyan felsefi bir düşünce çeşitliliğine dayanmış ve siteler halinde şekillenen özel bir yapı meydana getirmiştir. (Bk. 2. Kısım, III. B.A.) 2- Ortaçağ fikrî hayatı, İseviliğin Hıristiyanlık haline dönüşerek yayılmasından sonra, tamamen dinî bir hüviyete büründü. Siyasi Hayat, ona bağlı olarak, teokrasi idi. İktisadi Hayat, malikâne ekonomisi şeklindeydi. Düzen, feodal düzendi... 11-13. asırlarda, idealist hürriyetçilik ve ferdiyetçilik düşüncesi gelişmeye ve feodalite nisbeten gevşemeye başladı. Bunun nitecesi olarak, 14-15. asırlarda Şehir Ekonomisi düzeni doğdu. Bu safhanın oluşumunda, İslâmî tesirin alınmış bulunması realitesi vardır. Batı'nın fikrî hayatındaki Şark tesirine bağlı gelişme, aslmda 12. asırda başlamıştır. Bunun ilk ileticileri, feodalitenin gevşemesi şeklinde tezâhür etmiştir... 3-14-15. asırlarda fikrî gelişme, hızlanıp yayıldı. Ruhban tahakkümü aralandı. Siyasi hayatta parlamento esintileri başladı. İktisâdi hayat, şehir ekonomisinin güçlenmesine doğru yürüyüşünü devam ettirdi. Kilise Teşkilâtı üzerinde reform yapma arzuları, son birikim noktasına geldi. 4-16. asırda, deneycilik (ampirizm) ekolü sahneye çıktı. Reformlar yapılmaya başladı. Mezhepler ve milli kiliseler oluştu. İktisadi Hayat, şehir ekonomisinden millet ekonomisi'ne merkantilist vasıflarıyla terfi etti. Siyasi hayat, bağımsız monarşiler halini aldı. Erken olarak İngiltere'de, burjuva sınıfının etkinliği parlamento yoluyla monarşiye yeni bir mâhiyet kazandırdı. Meşrutî Monarşi şekillendi. Feodal Düzen çöktü...(Bu arada pusulanm matbaanın bulunması, bazı icadlar ve coğrafi keşifler gerçekleşti; yeni dünyadan kıymetli madenler akmaya başladı.)
5- 17. asırda...Fikrî hayat, Bacon'un deneyciliğine Descartes'in akılcılığını ekledi. Newton'un ilmî hamlesi, hayranlık ve şaşkınlık uyandırdı. Newton-Fascal-Descartes sentezi, Aristo Skolastiğini yıktı. Burada da Pascal aracılığıyla alman Gazali tesirini görüyoruz...iktisadi Hayat, Merkantilizmin (Ticaret Kapitilazmininjmılletlerarası bir genişlik kazanması şeklini aldı. Devletler-üstü tesiri kaldırılmış bulunan kilisenin, milli statü içindeki siyasi etkisi de daraltıldı. Siyasi Hayat, Meşruti Monarşinin inkişâfı yönünde değişimini sürdürdü. 6-18. asırda...Deneycilikle akılcılığın birleşmesi olayına, deneyin sübjektif bir farklılık kazanması gerektiği tezi eklendi. 17. asrın sonunda kurulmuş olan akıl-iman dengesi sarsmtı geçirdi. Almanya'da Leibnitz, İngiltere'de Berkeley, Fransa'da Descartes benimsendi. Ansiklopediciler Hattı ile Rousseau Hattı çarpıştı. Masonluk modası yayıldı. Felsefi Ahlâk, iflas etti. Dinsizlik., bir "entellektüel caka" haline geldi. Burjuva demokrasisi doğdu. Sanayileşme başladı. Kilise aleyhtarlığı, din düşmanlığına varan azgın reformculuk saldırısı; ilk laiklik tedbiri vasıtasıyla bir asgari denge noktasında durduruldu. 7-19. asırda.. .Pozitivizm, rasyonalizmi tam bir materyalizm batağına sapladı. Büyük sanayi hamleleri, "vahşi kapitalizm" görünümüyle eseflerini vermeye başladı. Siyasi Hayat, Mâlikler Demokrasisinin hürriyetçi yönde Genel Oy'a zorlanması gelişmelerine şâhid oldu...Asrın sonlarına doğru, geneloy hakkının kademe-kademe yayılmasına ve sosyalist partilerin kurulmasına paralel olarak, kapitalizm sosyal bir muhtevâ kazanmaya yöneldi. İç sömürüyü nisbeten azaltmanın kaybını, dış sömürüyü arttırarak telâfi etmeye yöneldi... Bu asır, tam bir buhranlar asrıdır. İlim, put haline getirilmiştir. Teknik ve servet, bir avuç insanın hizmetindedir. Sefil kitlelerin tamamen sosyalizme-komünizme kaymasını önleyen yegâne kuvvet, Hıristiyanlık ve Hıristiyan ahlâkıyla mücehhez milliyetçilik olmuştur.. Kitleler, felsefi sistemlere değil, Hıristiyan ahlâkına bağlı idi. Kapitalizmin doktriner özündeki dinî izleri hiç yansıtmayan iktisadî ve siyasî uygulayıcılar, gösterilen tepkiler karşısında, yeni tedbirler getirmek lüzumunu, yine doktriner özdeki dinî izleri ifadelendirmek suretiyle, gerçekleştirme havasına girdiler. Bu lüzumu, Hıristiyan partileri savunmuş; materyalizme dayanan tepkiler ise sol partiler halinde teşkilatlanmıştır. Şâyet vahşi kapitalizmi nisbeten tashih edilmeseydi, hürriyetçi
demokrasi gelişemez, sadece mal-mülk sahiplerine oy hakkı tanıyan bir zenginler oligarşisi halinde kalırdı... 8- Planc'm quanta nazariyesini tâkiben, 1905'te Einstein izafiyet teorisini açıkladı. İlim putu yıkılmış oluyordu. Sonra Eiıısenberg, mutlak determinizmin tam iflâsını tescil etti. Bergson yeni bir düşünce derinliği getirdi...Bu gelişmelerin ışığında, asırlardır ine-çıka yürüyen din düşmanlığı veya alâkasızlığı, gerilemeye başladı. Kilise, devlete karışmasındı ama; din, cemiyete ve o cemiyetin insanlarına rahatça hitap edebilsindi. Yoksa âile de cemiyet de medeniyet de çökecek, o yıkıntının üstünde başka bir karanlık dünya kurulacaktı. Kiliseye muhalefet, aynen dine muhalefet haline dönüşmüş; insanın ruhu ve cemiyetin manevi yapısı unutulmuştu. Fransız İhtilali'nin başlangıcında mâbetler kapatılmış reform hareketi tam bir din düşmanlığı mânâsını almıştı. Laikliğin ilk müşahhas merhalesi bu düşmanlık hareketinin bir noktada durdurulmasıydı. Ama bu yeterli olamazdı. Teminatlar getirilmeli, din ile cemiyetin sıhhatli münasebetini canlı tutan tedbirler alınmalıydı. Bu cümleden olarak, katolik partiler teşkilâtlandı, dinî öğretim müesseseleri en üst seviyeye kadar yaygınlaştırıldı.. .Hürriyetçi Demokrasi'nin ve Mutedil Tam Laikliğin gerçekleşmesi, 20. asrın hâdisesidir. Bir çok Batı ülkesi, oy hakkının harkese tanınması ilkesini ancak 20. asırda kabul edebilmiştir. Mutedil Laikliğin yardımı olmasaydı, buna hiç ceasaret edemezler demokrasiyi yayamazlardı. 9- Bu gelişmelere rağmen; 19. asrın menfi neticeleri ve o neticelerin derin sebepleri, yeterince bertaraf edilemiyordu... Komünist Partileri kurulmaya başladı. Birinci Dünya harbinin tahribâtı, bu oluşumu hızlandırdı. 1919 ile 1924 arasmda komünist partiler parlamentoya girmeyi' başardı. 1933'te Almanya'da komünistler 12 milyon oy aldı, neredeyse iktidar olacaklardı! ...2. Dünya Harbi, faşist sapıklıkların açtığı derin yaralarla ve rahnelerle sonuçlanmca; faşizmin zulmüne uğrayan Avrupa ülkelerinin hepsinde, komünist partiler güçlendi...Komünizmi yenmenin yolu faşizm değildi. Her faşist uygulama (Franko, Musolini, Hitler gibilerin uygulamaları), bazı komünistleri ezmiş, fakat sonra komünizmin güçlenmesine sebep olmuştur. Hele dinî tesir'ler susturulursa, bu oluşumu önlemek imkânı kesinlikle bulunamaz...İkinci Dünya Savaşı sonrasında
Hür Dünya bu gerçeği görmüş, hürriyetçi demokrasi içinde manevi ve fikrî teşkilâtlanma müesseselerini geliştirerek komünizmi kiiltürle-inançla-fikirle-sosyal tedbirlerle yenme mücadelesine ağırlık vermiştir. Fakat hem evvelce yapılmış hatâları tamamen telâfi etmek mümkün olmuyor, hem de yeni hatâlara düşülüyordu... Asyadaki-Afrikadaki sömürgeler kapitalizmin zulmüne karşı yürüttükleri bağımsızlık mücadelelerini sol'dan destek alarak sürdürmeye mecbur kaldıklarından, o tarafa meylettiler. İsrail hesabına Filistinlilere yapüan zulüm^^bejnaeri yanlışlar, Arap Alemini soldan destek arama, z hatâ en mühim sıkıntılardan birini doğurdu. 10- Batı, medeniyet tarihi boyunca, daima Şarktan aldığı manâve-fikrî tesirleri kendi kaynakları içinde yoğurmak ve yorumlamak suretiyle akıl-iman dengesini bulabilmiştir. Bu defa İsrail saplantısı gibi sebepler yüzünden İslâm'ı, bütün İslâm Alemini, âdeta karşısına alıyor; yanlış siyaset tercihleriyle, komünizmi nasıl yeneceğinin yegâne cevabını sunabilecek fikir kaynağına da çift katlı bir set çekiyordu. Pozitivist Determinizmin rülativsit inkılapla ve atomun keşfiyle yıkılmasının ardından, bir müddet Berson'ların sezgiciliğiyle fikrî bir toparlanma gösterilerek, harbin tahribâtmdan yeni bir uyarı da alındıktan sonra getirilen tedbirler; elbette yeterli olamayacaktı. Pragmatizmle Egzistansiyalizmle çözülemeyecek derecede büyük meseleler yaşanıyordu.. Batı, Amerika'nın önderliğinde gele gele; siyasette, otoriter demokrasiyi; fikirde, "kültürsüz medeniyet" anlayışını; iktisatta, "monoterist kapitalizmi"; ilimde ve teknikte uzay atomculuğunu ve kompiiterizmi benimseme noktasına geldi. Herşeyin ekonomiden ve teknikten ibaret olduğunu savunmak, bir nevi materyalizm idi; ve zaten materyalizmin açtığı meseleler bu kafayla çözülemezdi. B- Mutedil- Mütekâmil Laiklik: 11-Batı'da reformun ıönesans ile ifadesine kavuşan "fikrî haklılık" gerekçesi, fikir hayatı üzerindeki kilise tahakkümünün kaldırılması ve ferde değer verilmesidir. Bu gerekçe, laikliği hazırlayan fikirlerle de yakınen ilgilidir. Reformun fiilî veç-
hesi ise, çok çeşitli niyetlere âlet edilmişliğin her türlü tezahürünü sergilemiştir. a) Laikliği hazırlayan düşüncelerin idealist amacı; dindeki tahrif gerçeğinden doğan fikrî ıztıraplarm, felsefî arayışlarla çüzülmeye çalışılmasıdır. İlk müesesesevî teşahhus safhası ise, Fransız İhtilâlinin reform adma başlattığı taarruzdan din'i korumak şeklinde tecelli etmiştir. Fikrî amaçla, bu müşahhas neticenin direkt bir münasebeti yoktur. Sadece: Dindeki tahrifi gidermek amacının, dinin tahrip ve imhâsma muhalefet etmeyi de gerektirmesinden ibâret bir dolaylı ilgi söz konusu olabilir. b- İkinci Safha laikliği," tahrip ve imhâ, kastının önlenmesi durumunun karşılıklı müdâhalesizlik teminatını içeren kesin bir ayrılığa ve bağımsızlığa istihale etmesi ile müesseseleşti. c- Mutedil Tam Laiklik ise cemiyetin din ihtiyacını gözeterek, bu kesin ayrılığın karşılıklı saygı ve yardımlaşma yönünde yumuşatılıp tekemmül ettirilmesidir. Ve unutulmamalıdır ki, laikliğin bu gelişme safhaları demokrasinin gelişme safhalanyla birlikte yürümüştür. (Bk. 2. Kısım. V. B., VI. B., VII. B.) C- Laiklik ve Din: 12- Laik Din diye bir kavram icad ederek, İslâm'ın laik bir din olduğunu söylüyorlar. "Gayri Siyasî Devlet" nasıl olmazsa, "Laik Din" de öyle olmaz. Bu ifadeyi ilk defa Prof. Lütfü Ülkümen'den duymuş ve bir makaleyle cevaplandırmıştık. Yıllar sonra Prof. Ayhan Songar da TV programlarında aynı görüşü ileri sürdü. Bunu söyleyenler aslında şunu ifade etmek istiyorlar: "Batı'da reformu doğuran hastalıklar, İslâm'da yoktur. Ruhban-laik ayırımı ve daha sonra beliren ruhban tahakkümü, İslâm'da ve İslâm tarihinde mevcut değildir. Ruhban sınıfının varlığı da, ruhban tahakkümü de, din-ilim kavgası da, İslâmî açıdan katiyyen söz konusu olmamıştır. O halde (İslâm laik bir dindir) diyebiliriz." Tesbitler doğru, hüküm yanlış. Prof. Ülkiimen, Prof. Songar ve aynı görüşü paylaşanlar, bu sözleriyle, doğruyu yanlış ifade etmiş oluyorlar. Fakat iyi niyetle doğruyu amaçlamış olmak, düşülen yanlışın hoş görül-
meşini gerektirmez. Siz iyi niyetle, doğru'ya bir yanlışı binâ ettiğinizde bunu hoş görürsek; bir başkası çıkar, o hoş gördüğümüz yanlışa kendi kastının yanlışını bina ediverir. Maksadı ne olursa olsun, yanlış yanlıştır.' 'İyi niyet'' hatırına bir yanlışı hoş gördünüz mü, o'nun kötü niyetle istismar edilmesine de karşı çıkma hakkını kaybedersiniz. Nitekim; laikliğin kısıtlayıcı yönünün İslâm'a Hıristiyanlıktan daha ağır bir biçimde uygulanması görüşünde olanlar dahi, laikliğin tanıdığı imkânlara sıra gelince, "islâm zâten laiktir" diyorlar. Bunların maksadı, Hıristiyanlığa tanınan içtimai ve fikri tezâhür imkânlarından İslâm'ı mahrum bırakmaktır. Yani: Bir taraf, "İslâm laiktir" sözüyle İslâm'da "ruhbanLaik ayırımının, ruhbâniyetin, ruhban taassubunun, din-ilim kavgasının" bulunmadığını ifade etmek istiyor. Diğer taraf ise, aynı sözle, İslâm'ın Hıristiyanlık kadar dahî fikrî tezâhür vasfı taşımadığını, sadece ferdin vicdanı ile üstün kuvvet arasında bir sübjektif bağ tesis etmekten ibâret bulunduğunu anlatmak kastını güdüyor. Meselenin doğrusu şudur: Laik Din, mefhum olar ak, ancak uydurma dinler hakkında kullanılabilir. Ruhban Dini, İncil'i tahrif eden din adamlarının dinidir. Laik Din de, filozofların (A.Comte, Haecknel, Rousseau..) uydurduğu din olabilir. Kısacası; Ruhban sınıfının tahrifleriyle şekillenen dine "ruhban dini", o ruhban sınıfının dışındakiler (laikler) tarafından uydurulan dine de "laik din diyebiliriz. Hakiki dinler için, semâvi dinler için; "laik din" tâbiri kullanılamaz. Hıristiyanlık içinde kullanılamaz. Laik kelimesi, etimolojik açıdan, özel anlamıyla dinî sınıfın dışında kalanlar, (ruhban olmayanlar); genel anlamıyla, din'le ilgisi olmayan (ladini olan) demektir. "Ladini Din!" saçmalığının bir tek izahı vardır: Adı dindir, kendisi değil. Netice şudur ki: Laik din uydurması, sadece "uydurma din" için kullanılabilir! En önemlisi, "dinleri laikleştirmek" masonizmin laiklik tezidir. Bunu unutmâmiEylzrTBk. 10. B., Temel Görüşlerin Özeti 4/B) 13- Laiklik önünde dinlerin durumunu düşünürken, ak-
la gelebilecek olan husus, bir dinin laiklikten faydalandırılıp faydalandırılamayacağı keyfiyetidir. Öyle sapık dinler vardır ki, toplu intiharları teşvik eder, . işkenceyi fazilet sayar, vs...İşte böyleleri "din" olmak haysiyetine sahip bulunmadıkları için, laiklikten yararlandırılmaz. Laik Hukuk, bunlara hayat hakkı tanımayan hükümler getirir. Sorulacak olan soru: Bir dinin İaik bir din olup olmaması sorusu değil; o dinin, laiklikten yararlandırılacak bir din olup olmadığı, sorusudur. Şunu da unutmayalım: Reformu gerektiren hastalık sebeplerinin bir din'de bulunmaması, o dinin laiklikten yararlandırılmamasım intaç etmez. Esasen o sebepler, Hıristiyanlığın aslı olan İsevilikte de yoktu. O sebepler; İseviliğin, tahrif-istismar ve tahakküm olaylarıyla bir ruhban despotizmi haline dönüşmesinden sonra meydana gelmiştir. Asıl doğru olan hüküm: Reform gerektiren hastalıklardan münezzeh bir din'in hürriyete daha ziyade lâyık bulunduğudur.
D- Demokrasi ve İslâm: 14- Ruhban Hıristiyanlığı, feodal çıkarlar sebebiyle demokrasiye engel teşkil etmiş ve reformu gerektirmiştir. Ve gereken reform, Hıristiyanlığın muhteva alanı üzerinde değil, münhasıran ruhban teşkilatı üzerinde yapılmıştır. İslâm'ın böyle bir engeli-çengeli kanburu yoktur. Demokrasi ve Ruhban Teşkilatı başlangıçta biribirinden korkmuşlardır. Çünkü; demokrasi'nin gelişmesi ruhban çıkarlarım zedeleyecekti; Ruhban Tahakkümünün eskisi gibi devam etmesi halinde ise, demokrasi gelişemeyecekti. Aynı durum ilmin gelişmesi bakımından da söz konusu olmuştur. İslâm; meşverete, reye, rizâya, hür iradeye, akla, ilme, insan sevgısmeTtesânudeJT^^ ğe, itidale, büyük değer veren bir dindir. Bir demokratikTüIkuk devletinin islâm'dan rahatsız olmasına en küçük bir sebep yokjur. İhtilalci olan diktacı da olur. İşte marksizm! İslâm'a ihtilalcilik vasfı izâfe etmek ise; bühtandır, günahtır, ayıptır... Hür-
riyetçi demokrasilerde yönetimi halk seçer. Demokrasileri hedef olan "ihtilâl fikri", azınlığın çoğunluğa karşı zorla hâkim olmak istemesinden doğar. Marksist ihtilâl teorisinin çağımızdaki tatbikî mâhiyeti budur. Halkın, bir demokratik ülkede, kendi seçtiği iktidara karşı ihtilal tavrı alması tasavvurlara dahi sığmaz. ihtilâli bir azınlık yapar; geçer başa, kendi diktasını kurar. Batısıyla, doğusuyla, dünyanın bütün hürriyetçi ülkelerinde devleti ve demokrasiyi tehdid eden tehlikenin mâhiyeti ve cereyan tarzı budur. Bunun da, iki gerçekleşme alanı vardır: Komünizm ve faşizm. Komünizm de faşizm de, bir ihtilâl-dikta doktrinidir. Biri, halkın menfaatleri adma diğeri milli değerler adma bir avuç muhteris tarafmdan gerçekleştirilir ve onların şahsî ihtiras ve menfaatlerine hizmet eder. (Bk. 1. nolu paragraf) 15- Çağımızda İslâm adına sergilenen bazı zulüm ve tedhiş hareketlerinin hiçbiri İslâm'a mal edilebilme özelliğini asla taşımaz. Vambery şöyle diyor: "Hâlâ dünyanın en demokratik dini, İslâm Dinidir." (le Turquie dajourd hul et d'avant quaraute ans Paris 1898, İslâm'ın Çehresi s. 451) Lybyer'e göre: "İslâm temelde demokratiktir." (A. Howe Lybyer, Harward Ün. the goverment of the Ottoman Empire 1913, 26-27) Prof. Hüseyin Nail Kübalı şu tâbiri kullanıyor: "İslâm Dininin çok liberal ve demokratik olan esasları" (Anayasa Hukuku, 438) Ömer Nasuhi Bilmen Hukuku İslâmiye Kamusunda "İslâm'da milli hâkimiyet unsuru meşru bir surette mevcuttur" ifadesine yer veriyor, (cilt, 8, s.249) Bir müellifimiz, "Demokrasinin ta kendisidir İslâmiyet" diyerek İslâm'ın fikir hürriyetine-ilim terbiyesine-insan haysiyetine-sevgiye-saygıya-barışa verdiği önemi kendi uslûburica ifade ediyor. (Bu Ülke, 78) Ve Necip Fazıl'm sözleri: "Demokrasi, lafsıyla değil, hakikatiyle varılan bir yön-dâvâ olarak bütün hakikat İslamdadır... Cumhuriyet, hakikatiyle Allah'ın emridir." (Sahte Kahramanlar, 236-237) 16- İstismar, istismar edileni ilzam etmez. Demokrasi ve Cumhuriyet adlarını kullanarak bir sürü zulüm idareleri kurulDin-Medeniyet ve Lâiklik F. 24
369
muştur. En kolayı, Doğu Avrupa ülkelerini hatırlayınız....Hürriyet adma, demokrasi adma, sosyal adalet adma, cumhuriyet adma nice istismarlar yapılmış ne felaketler getirilmiştir. Hürriyet abidesini geçip darağacma doğru ilerlerken Madam Roland'm söylediği sözleri hatırlayalım: Ey hürriyet. Ey hürriyet. Senin adına ne cinayetler işleniyor!" Kabahat elbetteki "hürriyet", "adalet", "demokrasi", kavramlarında değildir. Çeşitli zaman ve mekânlarda İslâm'ı istismar eden zulüm ve zulmet eylemleri de yapılmış olabilir. Taksir elbetteki İslam'da değildir. İslâm, £tneye-fesada-anarşiye-zulme-z^üg^^zOTba^a_j^ sinlikle karşıdır, ilme-akla-medeniyete-huzura-hürriyete-sevgiye kesinlikle taraftardır. 17- Dünya Islâma Muhtaçtır: "Mukayese ve Netice" başlığı altında şöyle demiştik: 1. Kısmın 11. Bölümünde "Hiçbir büyük medeniyet gösterilemez ki, mânevi temellere sâmp bulunan bir kültürün eseri olmasın. Mânevi temeli olmayan fakat buna rağmen zorla müessiriyet kazanan yegâne kültür komünizm kültürüdür. O'nun da medeniyeti yoktuı Batı kültürünün posasından-pisliğinden terekküp eden komünist kültür, Batı Medeniyetinin maddi mahsûllerini-vasıtalarını kullanmaktadır. Bu durum, eşyânın tabiatına da, insanın yapısına da, tarihin tâbi olduğu kanunlara da aykırıdır ve ergeç yıkılmaya mahkûmdur. Yıkılmasını geciktiren sebep de, yine Batı Kültürünün içinde yaşayanların gafletidir. Mânevi temellerini muharref ve mensuh bir dinden alan bir Kültürün kuracağı Medeniyet ne kadar iyi inşâ edilirse edilsin bazı önemli zaaflarla mâlül bulunacaktır. Ama Batı'nın zaman zaman vahşete varan çirkinlikleri sadece bu zaaflardan doğuyor değil..." Doğrudan doğruya o zaaflarla ilgili bulunan husus ise; Batı Kültürünün, yine kendi eseri olan Medeniyeti, 20. yüzyılın sonunda iyice ağırlaşan şartlar karşısında artık taşıyamaz hale gelmesidir. Batmın dinî taassuptan kurtulması İslâmi Tesir sayesinde mümkün olmuştur. Akılcılık taassubunun sâyesinde gerçekleşmiştir. Aynı Tesir, Pascal-Newton-Descartes sentezinin tâkipçileri vasıtasıyla gittikçe zayıflayan ince bir tekâmül çizgisinin oluşmasına, onca yanlışa rağmen vücut vermiş ve rolünü inkıtalı da olsa devam ettirmiştir...
Ama bugün Batı, o tesirin fikrî yardımına kavuşma şansından tamamen mahrum kalan fâsit bir dairede, muharref Hıristiyanlığınmda hicrânını yaşayarak, tam bir çaresizlik bunalımına düşmüş durumdadır. 2 S (süslenme+silahlanma) için 600'erden 1,2 trilyon, dolar harcayabilen bir dünya, daha mutsuz olmaya mahkumdur. (1986 rakamları) Bu fâsit daire ancak İslâm'dan alınacak mânevi ve fikrî yardımlarla kırılabilir. Mütedil Tam Laikliğin bütün imkânlarını kullanmasına rağmen Hıristiyanlık, günümüzdeki büyük mücadelenin yükünü daha fazla taşıyamaz. Dünya, İslâm'dan alınacak manevifikrî tashih ve takviye tesirlerine işte bunun için fevkalâde muhtaçtır. 18-Tekrarlayalım: Onlar, tahrif yarasında odaklaşan tahakküm ve istismar mikroplarından bir ölçüde - temizlendiğine inandıkları Hıristiyanlığı sağlam raporuyla taburcu edip hayata döndürdüler; biz asliyet nûruyla parlayan İslâm'ı tahakküm ve istismar vehimle*'" ri yüzünden fikir karantinası altında tutmaya devam ediyoruz. Bu tezat çözülmedikçe, Mutedil-Mütekâmil laikliğin Hıristiyanlığa tanıdığı Fikir Hürriyeti İslâm'a da tanınmadıkça, insanlığın hiçbir temel meselesi çözülemez. Hürriyetçi Demokrasi, aslen İslâm'a muârız değil muhtaç olmak durumundadır. Hür Demokrasiler Medeniyeti, içine düştüğü kültür bunalımından ancak tarih boyunca bir kaç defa aldığı islâmi tesirlerden bir yenisini kendi hür irâdesiyle alarak kurtulabilir. Prof. A. Toynbee de aynı kanaattedir: "Çağdaş dünyanın problemlerini hoşgörü ve barışla çözebilmek için uygulanabilecek .enTütoFincpŞr" fsfâm'Hadır - (Civilization on Trial, İslâm Ek. Prof. Mannan 494) Prof. Sabri Ülgener şimdiki durumu tesbit ediyor: "Batı ile kader yolculuğunda tek ortak yanımızı şurada aramak yanlış olmayacaktır: Bütün farklar ve ayrılıklarla beraber, iki yanda da, KURU, öz varlığına ve değerlerine YABANCILAŞMIŞ bir dünyanın insanları olmakta birleşiyoruz. Çağımız medeniyetlerinin akıbetini noktalayan kader çizgisi iki taraf için de aynı yere düğümünü atıyor: Gündelik hayatın rutin akışı bir vakitler derinliğine sarmaşıp yoğurulduğu ruh ve mânâdan uzaklaştıkça; manevi ve dinî âmilin izleri, dış kalıplar
altında gözle seçilemez hale gelmiş, belki bütünü ile silinmiştir." (Zihniyet ve Din, 112) 19- "Tekrar eski Kuşku Ormanına döneceğimize, yeni bir dünya kuralım. Öyle bir dünya ki, güçlüleri âdil, güçsüzleri güvenli, ülkeleri barış içinde olsun." (21.1.1961 - The New York Times Kennedy) Yabancılaşma; yabanileşmeyi, zulmü ve korkuyu getirir. Dekorun değişmesi önem taşımaz. Batı'nın Ortaçağında eşkiyâ ormana saklanırdı, bugün Batı Medeniyeti gökdelenlerle süslü bir Kuşku Ormanı halini aldı. "Tarihi Yardım" bu defa gerçekleşemiyor. Çünkü tezâhür plânında tam bir Saksı Çiçekleri manzarası arz ediyoruz. Saksı Çiçekleri, Kuşku Ormaninm tesirlerinden nasıl kurtulsun ve sonra ona nasıl tesir ulaştırıp da dünyayı değiştirsin? Bir tek çıkar yol vardır: Laikliğin Hıristiyanlığa tanıdığı fikir hürriyetini İslâm'a da tanımak. O zaman, saksı çiçeklerinin yerini gerçek fikir bahçeleri alacak; aynalar ışıldamaya başlayacaktır. O zaman; kökler toprağın bereketli derinliğine, kalıplar ruhlarına, medeniyetler öz kültürlerine, kültürler ideal istikametlerinin gerçek tezâhürlerine kavuşacaktır.
BİBLİYOGRAFYA Faydalanılan veya Adıgeçen Eserler A- Genel a. Ansiklopediler Sözlükler b. Tarihler c. Incelemeler-Fikri Eserler B- İslâm a. Temel Konular (1, 2) b. Tarihler c. Încelemeler-Fikri Eserler €-Türkiye a. Tarihler b. İncelemeler - Fikir Eserleri (1,2) A. GENEL =a= Larousse Britannica Yurt Ansiklopedisi 11 Cilt Hayat Ansiklopedisi 6 Cilt Türkiye Ansiklopedisi 5 Cilt Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi 10 Cilt Liderler Ansiklopedisi 6 Cilt Gençlik Ansiklopedisi 10 Cilt Filozoflar Ansiklopedisi 4 Cilt Cemil Sena Felsefe Ansiklopedisi 7 Cilt Orhan Hançerlioğlu Çağdaş Dünya Ansiklopedisi Gelişim
Edebiyat Ansiklopedisi 4 Cilt Atilla Özkırımlı Milliyet Ansiklopedisi 3 Cilt
iktisat Ansiklopedisi 2 Cilt Feridun Ergin Genel Kültür Ansiklopedisi Tercüman 3 Cilt Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi Tercüman
islâm Meşhurları Ansiklopedisi 4 Cilt Abdullah Uyan Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi
Okyanus 3 Cilt Pars Tuğlacı Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat Ferit
Develioğlu
Büyük Osmanlı Lügati 4 Cilt Ali Rıza Alp-Sabahat Alp Büyük Osmanlı Lügati Mustafa Nihat Özon Büyük Türk Sözlüğü Hayat
Yabancı Kelimeler Sözlüğü Mustafa Nihat Özon Yeni Lügat Abdullah Yeğin İktisadi ve Hukuki Terimler Sözlüğü Pars Tuğlacı
Ekonomi Sözlüğü Orhan Hançerlioğlu Felsefe Sözlüğü Orhan Hançerlioğlu inanç Sözlüğü Orhan Hançerlioğlu Hukuk Lügati T. Azmi Uslu Politika Sözlüğü Dr. Faruk Sörunezoğlu Edebiyat Sözlüğü 'Fahir Olgun Dünya Edebiyatçıları Sözlüğü Varlık Büyük Yazarlar Varlık
Unutulmaz Sözler Ertuğrul Saraçbaşı özlü ve Güzel Sözler Milliyet
Büyük Sözlük Ülkü Tamer =b-c= Büyük Dünya Tarihi Pirenne 4 Cilt
Büyük Dünya Tarihi Prof. Şahabettin Tekindağ 3 Cilt Dünya Tarihi Gelişim 2 Cilt Avrupa Tarihi Charles Seignobos
ABD Tarihi Allan Nevis - H. Steal Commager Yakın Çağlar Tarihi AZ. Manfred - N.V. Yeiseyeva 3 Cilt 20. Asır Tarihi Arkın 2 Cilt 20. Asır Tarihi (Liderler); 6 Cilt
20. Yüzyıl Siyasi Tarihi Gerhard Köhnen Toplumsal Düşünce Tarihi Kurt Schilling Sosyalist Düşünce Tarihi Doç. Mete Tuncay 2 Cilt Dinler Darihi Felicien Challave Batı Felsefesi Tarihi Russel 3 Cilt Fransız Düşünce Tarihi Roger Daval Tarih Boyunca Büyük öğretiler Alban Widgery Büyük Felsefeler Pierre Ducasse Felsefenin Evrimi Prof. Macit Gökberg Çağdaş Felsefe Prof. Bedia Akarsu Ekonomik Doktrinler Joseph Lajuğie Ekonomik Sistemler Joseph Lajugie İktisadi Doktrinler Tarihi Doç. Mehmed Selik iktisadi Doktrinler Tarihi Burhan Ulutan iktisadi Düşünce Prof. Gülteh Kazgan iktisada Giriş Prof. Pirou Kapitalizm Sosyalizm ve Demokrasi Joseph Schumpeter Kapitalizmin içtimai Nizamı Prof. Tahir Çağatay Tarih Boyunca Din ve ilim Adnan Adıvar Din ve ilim Russel Milletlerin Karakterleri Andre Siegfried ilimler ve Sanatlar Hakkında Nutuk 6 Kitabıyla Rousseau Müsavatsızlık Hakkında Nutuk 6 Kitabıyla Rousseau Dalambert'e Mektup 6 Kitabıyla Rousseau içtimai Mukavele 6 Kitabıyla Rousseau Dağdan Yazılmış Mektuplar 6 Kitabıyla Rousseau Yalnız Adamın Hayalleri 6 Kitabıyla Rousseau Heredot'tan Hegele Doç. Mete Tuncay Bergson Doç. N. Topçu Sağcı Düşüncenin Kritik Tarihi Adam Şenel B atının Oluşumu Chiristopher Davson Kitlelerin Psikolojisi Gustave le Bon Kitlelerin isyanı Ortega Gosset Bugünkü Dünyaya Bakış Valery Medeniyet Clive Bell Düşünceler Epiktetos
Açık Toplum K. Jaspers 2 Cilt Sömürgelerin Uluslaşması Emerson Sosyal Bilimlere Giriş Duverger Batı'nın İki Yüzü Duverger Sefiller Victor Hugo Victor Hugo Server Tanilli însaıı Denen Meçhul A. Carrel Başarının Sırları A. Carrel Yarınlara Doğru A. Carrel Denemeler Montaigne Minerva Alain Avrupada Osmanlı Tesirleri Prof. Paul Coles Ak Zambaklar Ülkesinde Grigoriy Petrov B atı Düşüncesindeki Büyük Değişme Paul Hazard Avrupa Sola mı Kayıyor Raymond Aron Metâlip ve Mezâhip Hamdi Yazır B-İSLÂM = a = (l) Hak Dini Kur'an Dili 10 Cilt Elmahlı Hamdi Yazır Kur'an-ı Kerim'in Meali Âlisi ve Tefsiri 8 Cilt Ö. Nasuhi Bilmen Kur'an-ı Hakim ve Meali Kerim 3 Cilt Hasan Basri Çantay Tecrid-i Sarih, Riyâzüssâlihin, Câmiüssagir, Kunûzul Hakayık Râmüzül ehadis ve Çeşitli hadisi şerif derlemeleri... Hadisi Şerif Külliyâtı Prof. Talat Koçyiğit, Doç. Cemal Sofuoğlu Hadis ilimleri ve Istılahları Prof. Suphi Salih Fıkhül Ekber İmam-ı Azam Şerhül Akaid Taftazâni Muvazzah İlmi Kelam Ömer Nasuhi Bilmen ilmi Kelâm Ali Aydın ibni Abidin Multeka Halebi Muvatta İmam-ı Mâlik Mizanül Kübra İmam-ı Şarani Mecelle Ahmed Cevdet Paşa Hukuku Islâmiye Kamusu 8 Cilt. Ömer Nasuhi Bilmen
Tefsir Tarihi Ömer Nasuhi Bilmen Kur'an-ı Kerim Tarihi Prof. Hamidullah Kur'an-ı Kerim Mucizesi Malik Binnebi Nâsih-Mensuh Ayetler Ahmed Gürkan Kitabı Mukaddes, Kur'anı Kerim ve ilim Prof. Suat Yddırım Kur'an-ı Kerimin özellikleri İsmail Özcan islâm Hukuku Tarihi Prof. Hudari Mukayeseli islâm Hukuku Hayreddin Karaman Fıkhi Mezhepler Tarihi Prof. Ebu Zehra îmam-ı Azam Prof. Ebu Zehra Siyasi ve itikadi Mezhepler Tarihi Prof. Ebu Zehra itikadi Mezhepler Tarihi Prof. E. Fığlalı islâm Hukuku Osman Keskin ilimin Işığında Günün Meseleleri 2 Cilt Hayrettin Karaman Din Tahripçileri Ahmed Davutoğlu islâm'a Yönelen Yıkıcı Hareketler Dr, Muhsin Abdülhamid Mezhepsizler (2) M. Ali Demir 2 Cilt Müceddidler Mustafa Sabri İslâm Hukukunda Mezhep Hayrettin Karaman Mezhebler Arasındaki Farklar (El Fark, Beynel Firak) Ebu Mamur Bağdadî-Proj Fığlalı 73 Fırka Mustafa Uysal Doğru Yolun Sapık Kolları Necip Fazıl Kısakürek Uhudül Kübra İmam-ı Şarani Gafletten Kurtuluş Ebülleys Semarkandi Şiratül islâm Seyyid Alizade İslâm Prof. Tabbara islâm Atlası Necip Fazıl Kısakürek Hadisi Şerifler Işığında Iman-Ibadet-Ahlâk Prof. Talat Koçyiğit islâm Dini Ahmed Hamdi Akseki Kur'an'm Getirdiği Emin Işık Mektubat 3 c. İmam-ı Rabbani Ihyâı Ulumiddin 4 c. İmam-ı Gazali Tasavvufun Prensipleri İmam-ı Gazali Mesnevi 6 cilt Mevlana Celaleddin Yunus Divanı
Tasavvufun Mahiyeti İbni Haldun Tabakat İmam-ı Şarani Nefehâtlil Ons Molla Cami Menakıbül Arifin 2 c. Ahmed Eflaki Zübdetül Makamat M. Hafim Kışmî Hadikatül Evliya Hocazade Ahmed Hilmi Mekâsıdüt Tâlibın Mehmed Raif Mârifetnâme (4 cilt) İbrahim Hakkı Î1 Ibriz (2 cilt) Abdülazîz Debbağ Miftâhül Kulüb M. Nuri Şemşeddin İmamı Masum Faruk Meyan Sözler, Mektubat, Mesnevi,.. B. Z. Rabıta-ı Şerife A. Arvasi- N. Fazıl Tasavvuf Mahiz İz Tasavvuf Süleyman Ateş Tasavvuf M. Emin Erbilî Tarikatlar Abdülbâki Gölpınarlı Kenan Rıfai Sâmiha Ayverdi - Safiye Erol - Nezihe Araz Veliler Tarihi Mithat Sertoğlu Hak Yolunun Önderleri Kâzım Büyükaksoy islâm Felsefesi Prof. Hilmi Ziya Ülken ilk Mutasavvıflar Prof. Fuat Köprülü Mistisizm Peyami Safa = b,c = Tarihi Taberi Kısası Enbiya 2 c. Ahmed Cevdet Paşa Asr-ı Saadet 5 Cilt Mevlana Şibli SüleymanNedvi islâm Tarihi 13 Cilt M. Asım Koksal Tarihi Dini islâm 2 Cilt Mahmud Esat islâm Tarihi 2 Cilt Şehbenderzade Ahmed Hilmi islâm Tarihi 2 Cilt A. Zapsu Peygamberimizin Hayatı Hüseyin Heykel Peygamberimizin Hayatı 2 Cilt Prof. Hamidullah Siyeri Nebi A. AtıfTüzüner islâm Tarihi Hayati Ülkü
İslâm Tarihi Prof. Neşet Çağatay İslâm Tarihi Abdülbaki Gölpınarlı Ortaçağda Müslümanların Yaşayışı Ali Mazeheri İslâm Tarihi Varlık Ashâb-ı Kiram Ömer NasuhîBitmen Hayatüssahabe 4 Cilt Kandehlevi Meşhur Fukaha İbrahim Rıfat islâm Meşhurları 2 Cilt Celal Yıldırım Meşhur islâm Kadınları Mehmed Emre islâm Medeniyeti 5 Cilt Corci Ceydan islâm Medeniyeti Tarihi Prof. Fuat Köprülü islâm Medeniyeti İsmail Hami Danişmend islâm Kültürünün Garbı Medenileştirmesi Ahmed Gürkan Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti Ebu'l-Hasan Nedevî islâm Güneşi Dr. Sigrit Hunke Mukaddime İbn Haldun islâm'ın Çehresi HaydarBammad islâm'ın Dünü Bugünü Cemal Arzu İslâmî Etütler Seyyid Kutup islâm'da Sosyal Adalet Seyyid Kutup islâm Kapitalizm Uyuşmazlığı Seyyid Kutup islâm'da Hükümet Mevdudi Hilâfet ve S altanat Mevdudi islâm Ekonomisi Prof. Mannan İslâm Ekonomisi 2 Cilt M. Sadr islâm İktisadı Prof. Mahmud Ahmed islâm Devletinde Mali Yapı Prof. A. Sıddıki İslâm'da Sosyal Düzen Dr. Mustafa Rıfai Modern iktisat ve islâm Prof. Sabahattin Zaim Modem iktisat ve islâm Prof. Hamidullah islâm ve Kapitalizm Maxime Rodinson islâm Dâvası Malik Binnebî Din ve Cemiyet Mahir İz islâm ve Felsefe M. Sadr
C-TÜRKİYE =a= Türkiye Tarihi 14 Cilt Yılmaz Öztuna Osmanlı Tarihi Kronolojisi 6 Cilt İsmail Hâmi Danişment Tarihi Cevdet Ahmed Cevdet Paşa Osmanlı Tarihi Zuhuri Danışman Türk Cihan Hâkimiyeti Tarihi 2 Cilt Prof. Osman Turan Türk Tarihinde Osmanlı Asırları 3 Cilt Sâmiha Ayverdi Türklerin Tarihi 5 Cilt Doğan Avcıoğlu Yeniçeriler Reşat Ekrem Koçu Osmanlı îçtimai-îktisadi Tarihi 2 Cilt Prof. Mustafa Akdağ Osmanlı Toprak Düzeni ve Bozulması Doç. Halil Cin Osmanlı Toplum Yapısı Dr. Muzaffer Sencer Türkiyenin Mali Tutsaklığı Parvus Efendi Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye 3 Cilt S. Yerasimos 18. Asır Türkiyesinde örf ve Âdet D'ohsson Teşrifat ve Teşkilâtımız Ali Şeydi Bey Osmanlı Türkiyesinde Gündelik Hayat Raphalea Lewis Türk Yunan İlişkileri Tarihi Selahaddin Salışık İngiliz Belgelerinde Türkiye Erol Ulubelen Yeni Osmanlılar Tarihi 3 Cilt Ebuzziya Tevfik Jöntürklerin Siyasi Fikirleri Prof. Şerif Mardin Ittihad ve Terakki Ragıp Esatlı Ittihad ve Terakki Fronz Ahmed İki Devrin Perde Arkası Hüsamettin Ertürk Bitmeyen Savaş Halil Paşa Bilinmeyen Tarihimiz 4 Cilt Cemal Kutay Örtülü Tarihimiz 2 Cilt Cemal Kutay Milli Kurtuluş Tarihi 3 Cilt Doğan Avcıoğlu Enver Paşa 3 Cilt Şevket Süreyya Aydemir Talat Paşa Tevfik Çavdar Abdülhamid Han Necip Fazıl Abdülhamid Mustafa Müftüoğlu Babam Abdülhamid Ayşe Osmanoğlu Hatıratım Abdülhamid Hatıratım Kâmil Paşa
Hatıratım Sait Paşa Tek Adam 3 Cilt Şevket Süreyya Aydemir Atatürk 2 Cilt Lord Kinros Atatürk Diyor ki Mustafa Bay dar Atatürk Selahaddin Demirkan Atatürk Naşit Hakkı Uluğ Atatürk Nizamettin Nazif Atatürk'ten Yazdıklarım Afet İnan Osmanlı imparatorluğunda Sosyalist Hareketler G. Haupt Mondros'tan Mudanya'ya 4 Cilt Dr. Selahattin Tansel istiklâl Harbimiz Kâzım Karabekir Türk Kurtuluş Savaşı Fahri Belen Siyasî Yönleriyle Kurtuluş Savaşı Naşit Uluğ Kurtuluş Savaşı Celal Erçıkan Eğede Kurtuluş Savaşı Başlarken Nurdoğan Taçalan Anadolu ihtilâli 2 Cilt Sabahattin Selek S ayılarla Vaziyet Tevfik Çavdar Türkün Ateşle imtihanı Halide Edip Sarıklı Mücahitler Kadir Mısıroğlu Kurtuluşun Mânevi Mimarları Cemal Kutay Yunan Mezâlimi Kadir Mısıroğlu Osmanoğullarının Dramı Kadir Mısıroğlu Kutsal isyan 8 Cilt Hasan İzzettin Dinamo Kutsal Barış 7 Cilt Hasan İzzettin Dinamo Atatürk ve Devrimlerimiz Mustafa Baydar Üç Devirde Bir Adam (Fethi Okyar) Cemal Kutay Hâtıralar Rauf Orbay Yalan Söyleyen Tarih Utansın 7 Cilt Mustafa Müftüoğlu 100 Küçük Adam Mustafa Müftüoğlu Siyasi Dargınlıklar 5 Cilt Feridun Kandemir Siyasi Cinayetler Feridun Kandemir İkinci Adam Masalı Feridun Kandemir Türkiye'nin Paylaşılması Lavrance Evans Hatıralar Yakup Kadri Türk'ün Ateşle imtihanı Halide Edip Düzce-Bolu isyanları Rüknü Özkök
Çankaya Falih Rıfkı Atay Minelbab Ilelmihrap Refik Halit Rıza Tevfik Hilmi Yücel Kurt Kanunu, Yolayrımı, Yorgun Savaşçı Kemal Tahir Masonluk ve Masonlar /. Gün - Y. Çelikler Masonluk KemalettinApak Masonluk llhami Soysal Mason Diktatörlüğü A. Michel Tarih Boyunca Yahudiler - Türkler 2 Cilt Prof. Hikmet Tanyu Kurucu Meclis'in Perde Arkası Abdülhadi Toplu Anılar Orhan Erkanlı Askerî Demokrasi Orhan Erkanlı Din ve Lâiklik Ord. Prof. Ali Fuat Başgil Din-Inkılap-Irtica Peyami Safa Din ve ilim Adnan Adıvar Devlet ve Din Prof. Çetin Özek Laiklik ve irtica Prof. Cahit Tanyol Teokrasi ve Laiklik Prof. Niyazi Berkes Tasavvuf ve Laiklik Prof. Amiran Kurtkan Laiklik Aytunç Altındal Atatürk ve Laiklik Prof. Özer Ozankaya Şeriattan Laikliğe Sadık Albayrak Din Kavgası Sadık Albayrak Yüzaltmışüç Mehmed Cemal Laiklik Safa Mürsel Din, Siyaset, Laiklik M. Emin Gerger İmam-Hatip Okulları Meselesi Nahid Dinçer Din ve ideoloji Prof. Şerif Mardin Türkiye'de Sol Hareketler Aclan.Sayılgan israf Ekonomisi, Türkiyenin Kalkınması, Verim Ekonomisi Agâh Oktay Güner Yaşadığım Gibi, Makaleler Ahmel Hamdi Tanpınar Dialektiğimiz ve Estetiğimiz Ahmet Arvasi Anayasa Hukuku, Demokrasi Yolunda Günün Meseleleri Ali Fuat Başgil Yükseliş ve Düşüş Ali Gevgilili Hangi Batı, Hangi Sol Atilla İlhan Ümrandan Uygarlığa, Bu Ülke, Mağaradakiler Cemil Meriç
Basın Hukuku Çetin Özek Türkiyenin Düzeni (2) Doğan Avcıoğlu Türkiye'nin Toplumsal Yapısı, Toplumsal Değişme Kuramları Emre Kongar islâm'ın Bugünkü Meseleleri islâm Tasavvufunun Meseleleri Türk Kültürü ve Milliyetçilik Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik Erol Güngör Suçlamalar (2), Sosyalizm ve Milliyetçilik Galip Erdem Konuklar Geçiyor Hıfzı Topuz Devirden Devire, Anıların izinde Hıfzı Veldet Velidedeoğlu Türkiyede Çağdaş Düşünce Tarihi, islâm Felsefesi Hilmi Ziya Ülken Anayasa Hukuku Hüseyin Nail Kübalı Türkiye'de Komünist Hareketler, Milliyetçilik Hareketleri İlhan Darendelioğlu Amme idaresi Teşkilatı ismet Giritli Türkiye'nin Geri Kalmışlığının Tarihi, Sosyal Demokrasi İsmail Cem Demokrasi Tarihi Kemal Karpat Marksizmin Tenkidi Mehmed Eröz Safahat, Nesirler Mehmed Akif Nesillerin Ruhu Mehmed Kaplan Büyük Türkiye Rüyası Mehmed Kaplan Türkiye'nin Geleceği Mehmed Turgut Türkiye'de Sol Hareketler Siyasi Düşünce Tarihi Mete Tuncay Sosyalist Enternasyonal Muammer Aksoy Türkiyenin Meseleleri Muharrem Ergin Kültür Değişmeleri Mümtaz Turhan Garplılaşmanın Neresindeyiz Mümtaz Turhan Makaleler Necati Akder Ideolocya Örgüsü (Bütün Eserleri) Necip Fazıl Milliyetçilik-Ülkücülük-AydmlarAtecraîciiirt Hacıeminoğlu Bir Türk Vatana Döndü, Komünizm Nejat Muallimoğlu Türkiye'de Çağdaşlaşma Islâmcılık, Ulusçuluk, Sosyalizm Niyazi Berkes Psikoloji-Felsefe-Sosyoloji, Yarınki Türkiye Nurettin Topçu Türkiye'de Manevi Buhran Osman Turan Makaleler, Ders Notları Ömer Lütfü Barkan Bütün Eserleri, Objektif 8, Türk inkılabına Bakışlar, Doğu Batı Sentezi, Sosyalizm, Nasyonalizm Peyami Safa Kültür Meseleleri, Osmanlı Asırları Semiha Ayverdi Uygarlık Tarihi Server Tanilli
Islâm-Tasavvuf-İktisat (2 kitap) Sabri Dünya Nereye Gidiyor Sadi Irmak Denemeler Sabahattin Eyüboğlu
Ülgener
Milliyet Duygusunun Sosyal Esasları Sadri Maksudi Arsal Buhranlarımız Sait Halim Paşa Demokrasi'nin Kökeni Sami Selçuk inançtan Bilime Sırrı Akıncı Batılılaşma Hareketleri, Siyasî Partiler Tarık Zafer Tunaya Makaleler, Mektuplar, Musahabeler Yahya Kemal "Tez'ler" Serisi Yalçın Küçük Ikt. Sosyoloji Bakımından Sosyalizm Z. Fahri Fındıkoğlu Türkiye'de Ruhçu-Maddeci Mücadele Dr. Süleyman Hayri Bolayır Türkçülüğün Esasları Türkleşmek-Islâmlaşmak-Muasırlaşmak Ziya Gökalp Din-Dil-Tarih Şuuru Zeki Önal