TÜRKİYE'DE LAİKLİK
ı
a
KÜLTÜR DİZİSİ.
>
7;
• *tt'
» ^
4 «'»i» ^ I
.4
!
Prof. Dr. Özer OZANKAYA
9®
®
TÜRKİYE'DE LAİKLİK A t a t ü r k D e v r i m l e r i n i n Temeli
4. Basım
cem yayınevi NURUOSMANİYE CAD. KARDEŞLER HAN 1 /3 CAĞALOGLU - İSTANBUL
İnsanları mutlu edeceğim diye onları birbirine boğazlatmak insanlık dışı ve son derece üzüntü verici bir sistemidir. İnsanları mutlu edecek tek araç, onları birbirine yaklaştırarak, onlara birbirlerini sevdirerek karşılıklı maddi ve manevi gereksinimlerini karşılamaya yarıyan davranış ve güçtür. ' Dünya barışı, içinde insanlığın gerçek mutluluğu, ancak bu yüksek ülkü yolcularının çoğalması ve başarılı olmasıyla olacaktır. ATATÜRK Ulusal ahlâkımız uygar ilkeler ve özgür, düşüncelerle beslenmeli ve güçlendirilmelidir. Korkutmaya dayalı ahlâk bir erdem olmadıktan başka güvenilebilir de değildir. ATATÜRK
Baskı: Doğan Ofset Tel : 519 48 33 İstanbul-1990
İ Ç İ N D E K İ L E R
"
ÖNSÖZ
.
BÖLÜM :
I — TÜRK
Sayla
1
DEVRİMİNİN
T E M E L İ :.
LAİKLEŞME Y A DA AYDINLANMASI
TÜRK
...
•• .
13
A < - Giriş
13
B — Bilimsel D ü ş ü n ü ş ü n İlkeleri
17
C — G e r i k a l m ı ş l ı k O r t a m ı n ı n Bilimsel Açıklaması BÖLÜM:
...
II — TOPLUMDA DİN LAİKLEŞME
VE
SÜRECİ
55
A — T o p l u m d a İ n a n ç l a r ve D i n
56
Dinler
58
D i n Devletinin O l u ş u m u "B—
Batı
Avrupa
64
Toplumlarında
Laikleşme
74
Dinin Çağdaş
Toplumda
Sömürülmesi
\
30
...
82
« D i n s e l U y a n ı ş » Akışları
87
«Kozmik Din Anlayışı»
89
Laiklik N e d i r , N e
92
Özgür Düşünce Laiklik
Ne
C — Laikliğin
Değildir
ve D i n
Değildir
... ...
ı.
94 104
Yokluğunda
Batıya Ulaşma Düşü : Tanzimat
Yaklaşımının
Geçersizliği
117
Sayfs Tanzimatın
Geçersiz
Yaklaşımı
122
Tanzimatta
Hakların
Güvencesi
128
T a n z i m a t E ğ i t i m i ... ... BÖLÜM : III — T A M
...
130
B A Ğ L A M I N D A L A İ K L E Ş M E ... ...
139
BAĞIMSIZLIK
A — Mustafa
Kemal'in
Kişiliğinin
Gelişiminde L a i k A n l a y ı ş ı n
Yeri
168
Atatürk'ün
172
B — Türk
Din
Anlayışı
Devrimi:
Hukukun,
Devletin,
Kültürün
Laikleşmesi
Laikleşmesi
193
b — Hukukun
Laikleşmesi
223
ve
Öğretimin
Laikleşmesi ç — Kültürün
230
Laikleşmesi
IV — SONUÇ
251 ...
KAYNAKÇA DİZİN
189
a — Devletin c — Eğitim
BÖLÜM:
139
A t a t ü r k ' ü n Laiklik Anlayışı
289 297
...
...
310
ÖNSÖZ \ TÜRK DEVRİMİ
BİR "UYGARLIK
OMURGASI
DA
TASARIMI"DIR;
LAİKLİKTİR
Laiklik konusunun Türk toplumlunun gündeminde hep güncel bir yer tutmakta olmasını doğru anlamlandır malıyız. Bunun önemi büyüktür. Gerçekte güncelliğini sürdürmekte olan ve hep sürdürecek olan, cemaat ve ümmet koşullarından kurtulup işbölümü ilerlemiş, yapıları farklılaşmış çağdaş ulusal sanayi toplumu olma mücadelesidir. Atatürk'ün "Hanımlar, beyler,, itiraf' edelim ki (Cumhuriyet) öncesine değin cemaat halinde yaşıyorduk. Bizi istedikleri gibi yönetiyorlardı.' (Cumhuriyetle birlikte) tamamiyle ulus olarak yaşıyoruz." uyarısı bu bağlamda çok anlamlıdır. Sanayileşmiş toplumun her yerde laik toplum olması da raslantı değildir. Bu toplum, her insanın bir birey olarak kişilik sahibi olduğu, bu nedenle de insan haklarının tanınıp korunduğu toplumdur. Bu toplumda doğal yeteneklerini geliştirebilmek bireyin ilk hakkı sayılmaktadır. Bunun için bireyleri, başkasının eşit hakkına zarar vermemek koşuluyla, tehlikesi ve zararı da kendisine ait olmak üzere, kendi kendisini istediği gibi yöneltip yönetmekte özgür bırakmak, çağdaş toplumun deyim yerindeyse anayasasıdır. Türlü insan hak ve özgürlüklerinin tüm amacı bu bireysel gelişimi sağlamaktır. Temel toplumsal işlevleri yerine getiren aile, eğitim, devlet ya da hükümet, ekonomik kurumlar ve örgütlü kamuoyu bu birey haklarına saygı temeli üzerinde örgütlenirler; varlık nedenleri ve anlamları, yani meşruluk temelleri budur.
Türk Devrimi; uygar insanlık ailesinin bir üyesi olabilmek için, yani özgür ve bağımsız olabilmek için, ulusal sanayi toplumu olma zorunluluğunu kavramış bir harekettir. Bunun için-de her Türk'e cemaat ya da ümmet içinde silinip erime durumundan kurtulma, birey olma olanağını vermenin zorunluluğunu görmüştür. İşte laiklik bunu sağlayacak olan toplumsal düzenin adıdır. Laikliği göz ardı eden sanayileşme girişimlerinin, Almanya, Japonya, hatta ilginç görünecek ama Rusya'da -çünkü ilerde belirteceğimiz gibi laiklik yalnız dinsel baskıcılık yoluyla değil, her türlü baskıcılıkla bireyliği yoketme girişimlerini önlemekledir- insanlık için ne yıkımlı biçimler aldığını biliyoruz. Türk Devriminin tüm uygar insanlık içirt dikkatle üzerinde durulmaya değer yanı, işte her insana biriysel kişilik geliştirme hakkını tanıyan bu laik özelliğinden kaynaklanmakladır. Cemaat ya da ümmet nedir? Birey kişiliğinin gelişimi ile ulusal sanayi toplumu ve laik düzen arasındaki bağı açıkça sergileyebilmek için cemaat 've ümmet ko- • şutlarının ne anlama geldiğini bilmek gerekir. İşbölümünün pek geri olduğu, sanayileşmemiş cemaat ya da ümmet düzeyindeki topluluklarda üyeler arasında farklılaşma değil, benzeşme egemen toplumsal yapı özelliğidir. Burada üyeler birbirinden pek az farklı olup, hemen hep aynı duyguları duymakta, aynı değerlere katılmakta, aynı kutsallığa inanmaktadırlar. Bu üyeler sanki birbirlerinin yerine geçebilecek ölçüde benzeşirler. Her bir üye öbürleri ne ise odur. Bu ortamda bireylik yoktur; Andrâ Gide'nin bireyi varlıkların en yeri doldurulmazı sayan anlayışı burada söz konusu de-, o ğildir. Her üyenin bilincinde hem nicelik hem de yoğunluk olarak herkesin paylaştığı ortak duygular egemendir. Yaşamın çok büyük bir kesimi zorlamalar ve yasaklamalarla yönetilmektedir; bu zorlama ve yasaklamaların kaynağı da bireylik değil, tersine bireyin üs-, tün- bir güce uyarcasına boyun eğdiği cemaattır. Bu ortamda bireylik, küme içinde eriyip sanki yitmektedir. Topluluk yapısı ne denli farklılaşmamış, yani mekanik özellikte ise, bireysel farklılıklara karşı hoşgörüsüzlük ve öfke o ölçüde büyük olmaktadır. Oysa çağdaş ulusal toplumu oluşturan kent-sanayi koşullarının organik niteliği, bireyliğin oluşup, gelişmesiyle birlikte gerçekleşmiştir. Kent ve sanayinin ileri boyutlardaki işbölümü ortamı, aynı zamanda üyelerin de farklılaştığı ve farklılaşma eşliğinde organik bir
uyum ve dayanışma gerçekleştirdiği ortamdır. Bu ortamda her birey, pek çok durumda kendi özel seçimlerine göre inanmada, istemede ve davranmada özgürdür. Bu koşullarda ortak bilincin kapsamı daralmakta, yasakların çiğnenmesine karşı duyulan küme öfkesi yumuşamakta, özellikle de bu konularda kişisel yorumlamanın alanı genişlemektedir. Üyeler hem hak ve sorumluluklarının, yani birer birey olarak varlıklarının bilincine varmakta, hem de bunu anlatıma kavuşturma yeteneğini kazanmaktadırlar. Günümüze değin hemen hiçbir sanayi toplumu bireyliği kısıtlayıcı mekanik cemaat etkenlerinden tümden arınmış olmayıp, içlerinde böyle etkenlerin özellikle biriktiği kimi alt bölmeleri hâlâ barındırdıklarına tanık olunmaktadır. ABD'de Ku-Klux-Klanlar, bir çok Batı Avrupa toplumlarındaki Nazi ve benzeri örgütler, dünyaya henüz yeni açılan Sovyetler Birliğinde ancak bir bölümünü öğrenebildiğimiz türlü etnik kümelerin birbirlerine karşı önyargılı tutumları, genel olarak sanayi toplumlarının alt katmanlarında üçüncü dünya ülkelerine ve bu ülkelerden getirilen yabancı işçilere karşı beslenen aşağılayıcı, küçük görücü tutumlar... hep bireyliğin gelişimini güçleştirici mekanik cemaat koşullarının varlığına örneklerdir. Ancak bireyliğin gelişiminin, başka deyişle insan haklarının en büyük engellerle karşılaştığı ülkeler, köy ve kasaba denilen mekanik. toplum özelliklerine dayalı yerleşim yerlerinin büyük yer tuttuğu, kentlere göçenlerin önemli bölümünün de gerçek sanayi koşullarının yetersizliği nedeniyle köyü kente getirme durumunda kaldığı azgelişmiş ülkelerdir. Bu noktada, sanayi toplumlarının sömürgeci politikalarıyla, az gelişmiş ülkelerde insan haklarının gelişmesini engellemekte oldukları önemle belirtilmelidir. Dünya nüfusunun üçte ikisini hammadde üreticisi ve yapılmış mal alıcısı köylülük düzeyinde tutabilmek için sömürgeciler, bu ülkelerin cahil, ufuksuz, görgüsüz aracıtefecileriyle ve geniş yığınları cehalet karanlıklarında tutma işlevini üstlenen gerici güçlerle işbirliği yaparak, doğaları gereği birlikte giden sanayileşmeyle demokratikleşmeyi engellemektedirler. Dikkat edelim, düne değin dünyanın özgürlük sorunu, yalnızca sosyalist ülkelerdeki ve başarısız bile olsa ulusal sanayileşme hedefi güden kimi azgelişmiş ülkelerdeki diktatörlüklerle sınırlı tu-
tutmuştur. Bugün de Doğu Avrupa ülkelerindeki özgürleşme dalgaları yine yalnız bu ülkelerle sınırlı, olarak ele alınmaktadır. Lituanyalıların özgürlük savaşımı destekleniyor, peki Özbeklerin, ktrgızların, türkmenlerin, üzerilerin özgürlükleri ne olacak? On yıldan beri hergün tüm dünya ülkelerinin radyo ve televizyonlarında ve basınında demirbaş haber olan Afganistan özgürlük ve demokrasiye mi kavuştu ki bir çırpıda varlığı bile dünyaya unutturuldu? Batılı ülkeler Nasır'ı diktatör olduğu için mi düşman ilân etmiş, Enver Sedat'ı ise demokrasi ve insan hakları getirdi diye mi alkışlamıştı? Rıza Şah'ın, Marcos'un, Ziya-ül-Hakk'ın demokrasi ve insan haklarıyla bir ilgileri mi vardı da Kaddafı'ye gösterilen hışım onlara gösterilmedi? Halkınca seçilen Ailende insan haklarına karşıt, Pinochet insan hakları yandaşı, öyle mi! Suudi Arabistan'da, Körfez Emirliklerinde insan haklarına, uygun yönetim düzenleri mi var ki, bu konuda uluslararası gündemde onların hiç adı geçmiyor? Bu örnekleri verişimin bir nedeni var: Türk Devrimi tüm insanlık için, ama özellikle sömürülegeldiklerinden dolayı gerv kalmış bulunan üçüncü dünya ülkeleri için, hem özgürlük ve bağımsızlığın, hem de gelişmenin örneğini verip umudunu uyandırdığına göre, demokrasi ve insan hakları şampiyonluğu yapan Batılı ülkelerden destek görmesi gerekmez mi? Oysa tam tersini görüyoruz. Orta Doğu petrollerini sömürenler, kuşkusuz Türk Devriminin ulusal bağımsızlık ve Ulusal egemenlik ilkelerini desteklemeyi değil,, tam tersine kendi ülkesinde bile yokelmey'ı gerekli görmekteler. Açıkçası laik Türkiyenin, demokrasi ve bağımsızlık ülküleriyle genellikle az gelişmiş ülkelere, ama özellikle petrolleri ve tüm kaynakları en başta din sömürüsü perdesi arkasında talan edilen Orta Doğu ülkelerine örnek olmasından korkulmaktadır. LAİKLİK
NEDİR, NE
DEĞİLDİR?
Kavramların özleri ile ve herkesin benzer biçimde anlayacağı açıklıkla tanımlanması, bilimi geçerli kılan yöntem ilkelerinin başta gelenidir. Laik toplum düzeninin uygar, yani özgür, gelişkin ve bağımsız bir ulusal toplum olmanın zorunlu koşulu olduğunu da anlayabilmek, laiklik kavramının böyle açık bir biçimde tanımlanmasına bağlıdır. Bu bakımdan laiklik için sık sık verildiğini
gördüğümüz "dinle devlet işlerinin ayrılması" tanımı ne kadar yüzeysel, belirsiz ve dolayısıyla yetersiz ise, yalnızca "din ve inanç özgürlüğüdür" tanımı da o kadar yanıltıcı olmaya yatkın bir tanımdır. Çünkü laik düzenin gerçek anlamı, yalnız din ve tapınma özgürlüğü olmayıp, her din ve her mezhepten insanların, ayrıca herhangi bir dinsel inanca gerek görmeyenlerin de eşit ölçüde özgür olmaları demektir. Kavram bu açıklılığıyla tanımlanmaktan kaçınılınca, hemen baskıcılık eğilimleri dişlerini göstermekle ve "laiklik devletin dini koruması, desteklemesidir." yaygaraları ortalığı almakta, her 'inanç' tan yurttaşların çocuklarının devam ettiği kamu okullarına zorunlu din dersleri konulması demokrasinin gereği imiş gibi sunulabilmektedir. Oysa bunun düpedüz bir baskıcılık olduğu açıktır. Önce herhangi bir dinsel inancın ya da belli bir inanç yorumunun (örneğin belli bir mezhebin) çocuğuna öğretilmesini istemeyen yurttaş üzerinde uygulanan bir baskıcılıktır. İkincisi, henüz ergin olmayan çocukyaştaki nüfusu kamusal eğitim, kurumlarında yalnızca bilimsel düşünüş biçimiyle donatmak ve onlara ailelerinden gelen koşullandırıcı etkileri bile kendi sağduyuları ile barışçıl bir biçimde giderecek bağımsız irdeleme yetisi kazandırmak gerekirken, onların geleceklerini ipotek allına alıcı bir beyin-yıkaması olması dolayısıyla çocuklara uygulanan bir 1 baskıcılıktır. Laikliğin, herhangi bir dinsel inanca sahip olmak gereğini görmeyenlerin bir dine inananlarla eşit özgürlüğe ve haklara sahip olması yolunda tanımlanması, aynı zamanda bilimsel düşünüş yapısının ve demokratik düzenin de özünü oluşturur. Başka deyişle insan ve toplumun yaşamında bilimsel düşünüşü yerleştirmek de, demokratik bir düzen kurabilmek de ancak ve yalnız laik ortamda olanaklıdır. Burada altını çizerek belirtelim ki laik düzen yalnız dinsel kaynaklı dildacılığa karşı değil, her türlü diktacılığa karşı da hem bireyleri, hem toplumsal yapıyı koruyan bir gerçek güç kaynağıdır. Neden laiklik hem bilimin, hem de demokrasinin temeli oluyor? Çünkü bilimin geçerlilik ilkeleri ile demokratik düzenin meşruluk ölçüleri aynı nitelikledir ve hepsi laik özelliktedir. Şöyle ki, bilimi geçerli kılan nesnellik, somut gerçeği sürekli gözönünde bulundurma, "bildiklerim eksik ya da yanlış olmasın? Durum değişmiş olmasın?" sorularını her zaman sormaya çağıran ölçülü kuşkucu-
luk, birimlerle bütünlüğü, tarihsel ve eşzamanlı çözümlemeleri kaynaştırma ilkeleridir; bunlarla demokratik düzenin meşruluk ölçütleri olan değişmez yasa konulamaması, düzenli aralıklarla özgür seçim yapılması, kamu yararının hergün yeniden yeniye tartıŞilabildiği örgütlü kamuoyu ortamı bulunması, her bireyin cinsiyet, yaş, meslek, varlık, eğitim- düzeyleri ne olursa olsun eşit haklara sahip yurttaş konumunda bulunması ilkeleri birbirlerinin simetriğidirler. Her ikisi de laik bir ortamı gerekli kılar. SAKINILMASI
GEREKLİ
YANLIŞLAR
Türkiye'de uzun süredenberi laiklik ilkesinin uygulaması, "Türkiye'nin özellikleri" ya da "İslam dininin özellikleri" ile gerekçelendir'ılmek islenmektedir. Oysa bundan kesinlikle kaçınılmak gerekir. Çünkü tek geçerli dayanak ancak demokrasinin belirgin nitelikleri ve insan hakları olabilir. "Türkiye'nin özellikleri" gerekçesinin ne denli belirsiz ve her yana çekilebilir olduğunu, özellikle gericilik için bir sığınak olduğunu hiç gözden uzak tutmamak gerekir. Laik düzeni korumada en etkili yol, kanımca "cinsiyet, din, mezhep, dil, ırk, toplumsal statü. ..ayrımı gözetilmeksizin, her insanın eşit haklara sahip yurttaş olabilmesinin, belirli aralıklarla özgür seçim yapılabilmesinin, yani ulusal egemenlik ilkesinin..." ancak laik ortamda gerçekleşebileceğini gerekçeleriyle birlikte tüm yurttaşların bilgisine ulaştırmaya çalışmaktır. Ayrıca, bu içeriği ile kavranacak olan laiklik, yalnız dinsel baskıcılığa karşı değil, her türlü baskıcı düzene karşı sahip olunabilecek en sağlam dayanaktır. Böylece cumhuriyetin üzerine kurulu olduğu Atatürk ilke ve devrimlerinin sanki yalnız dinsel yönetime karşı olduğu yolundaki eleştirinin gerçeklere aykırılığı ortaya konulmuş olacağı gibi, bütüncül bir demokrasi kültürünün oluşumuna da etkin bir katkıda bulunulmuş olacaktır. "İslâm dininin özellikleri" gerekçesi de geçerli bir gerekçe değildir. Üstelik bu gerekçe laikliği reddedenler tarafından, "islâmlıkta laiklik olmaz!" görüşüne dayanak olmak üzere öne sürülmekte iken, laik düzenden yana olanlarca öne sürülmesi büyük bir kavram kargaşasına yol açmaktadır. Bilindiği gibi bu gerekçe, islâm dininin hıristiyanlık gibi olmadığı, insan yaşamının her yönünü düzenleyici özellikte olduğu görüşüne dayalıdır. Bir bölüm laik
düzen yanlıları bu görüşü, islâm toplumlarında dinsel nitelikli siyasal örgütlenme ve propaganda özgürlüğünün demokrasiyi yıkacağı kaygılarına gerekçe yapmaktadırlar. Oysa dine dayalı siyasal!toplumsal düzen yanlıları aynı görüşü, eğitimsiz bırakılan ve dinsel beyin-yıkamaya uğratılan, ekonomik bakımdan güçsüz, duygusallığa çok eğilimli yığınlar arasında "Görüyor musunuz, islâmın devlet dini olduğunu kendileri de kabul ettikleri halde, bunu uygulatmak istemiyorlar. Halka dinini bıraktırmak mı istiyorlar?" demagojisine malzeme yapmaktalar. Gerçek ise şudur ki, örneğin Hıristiyanlık da, dinsel düzeltim devinimleri (Reformasyon) başarılarına değin yaşamın her alanını düzenlemek ve özellikle siyasal erki elinde bulundurmak konumunda olmuştur. Kadının doğuştan günahkâr sayılmasından ve boşanmanın yasaklanışından, İncil'in yalnız Latince olmasında diretmeğe, Papaların kıratları aforoz etmesinden, dünyanın güneş çevresinde döndüğünü söyleyenleri ölümle cezalandırmaya... değin sayısız örnek bunların kanıtıdır. Ünlü İngiliz filozofu Bertrand Russell'ın "Niçin Hıristiyan Değilim?" adlı yapıtında bunlar gibi pek çok örnekler yer almaktadır. Kısacası Batı Avrupa laikliği, Hıristiyanlık buna elverişli olduğu için değil, lam tersine kiliseyle savaşarak başarmıştır. Bu gerçeğin hep anlatılması, halktan saklanmasına fırsat verilmemesi çok önemlidir. 141-142 İLE 163 'ÜN TAKAS EDİLMESİ YÜZEYSELLİK
VE
TARTIŞMASI:
TUTARSIZLIK
Türkiye'de laik toplum düzeninin, yani insan hakları ve özgürlüğe dayalı toplumsal ve siyasal düzenin kurumlaşmasını güçleştiren, dahası tehlikeye düşürecek boyutlara varan bir durum, komünist ve teokratik doktrinlerin propaganda ve örgütlenmesine getirilen yasakların demokrasiye aykırı olduğu yolunda, yaklaşık otuz yıldanberi, yoğun ve yaygın bir kampanya yürütülmüş olmasıdır. Her biri bir süper güçten hem örtülü hem açık destek alan bu iki başlı kampanya sonunda, pek çok iyi niyetli aydın, laikliğin yukarda vurgulanan 'her türlü baskıcılığı önleyici niteliği' konusunda bilgisiz ve bilinçsiz bırakılırken, "Madem ki Batı'da da komünist,
teokratik ve faşist partiler var, öyleyse bizde de olması demokrasinin gereğidir" yolunda kesinlikle geçersiz, tam bir sığ-görüşlü tutuma yönlendirilebilmişlerdir. Bu propaganda bombardımanı, parti kurmanın yasal olarak açık ve örtülü kaynaklarla desteklenebilmek, militan yetiştirebilmek, istendiği yer ve zamanda kışkırtmalar yapma olanaklarına kavuşmak .. .demek olduğunu ve kendileri demokrasi düşmanı olan baskıcı görüşlere bu olanakları tanımanın demokrasinin gereği olmak şöyle dursun, onu büyük güçlüklere uğratabileceğini dikkatlerden kaçırabilmiştir. Oysa bu konuda da bilinmesi gerekir ki Batı Avrupa'da komünist, teokratik ve faşist partiler, özgürlük ve demokrasi gereğidir diye değil, 19. yüzyılın kör kapitalizm koşulları içinde, bilimsel düşün-' çe ve özellikle toplum bilimleri ile demokrasi düzeni daha emekleme çabalarında iken, sömürü ve bunun yol açtığı kinlerle birbirlerinin gırtlağına saldıran karşıt güçler tarafından bir oldu-bitti (fait-accompli) olarak ortaya çıkmışlar ve o toplumların yapısında yer tutmuşlardır. Cumhuriyet Türkİyesi ise özellikle Eğitim Birliği ve Devletçi Ekonomi ilkeleriyle Türk toplumunu Batı'nın II. Dünya Savaşına değin yoğun biçimde yaşadığı eşitsizlik, baskıcılık ve çatışmalardan sakınmayı başarmıştır. Gerçi 1946'dan başlayarak adım adım bu ilkelerden sapılması, Türk toplumunu da kör kapitalist çelişkiler ve. çatışmalar ortamının eh kötüsü olan sömürgeliğe itme eğilimi göstermekte ise de, bugün hâlâ toplumumuzun gerçek ne gücü varsa, hemen tümü Cumhuriyetin eğitim birliği (yani laik eğitim) ve devletçi ekonomi uygulamaları sayesinde elde etmiş olduğumuz güçlerdir. "Batı'da var, bizde de olsun" görüşü nasıl geçersizse, "Madem kör kapitalizme düşüldü, öyleyse o ortamın tüm kör güçleri örgütlensin" demek de "yenilmeci" (defeatisl) bir tutum olur. Mustafa Kemal'e, bütün olanaksızlıklara. rağmSrr^Geldikleri gibi gideceklerdir!" dedirten, laik dünya görüşüydü. Bugün ise,, yine Atatürk döneminin başta eğitim, kültür, ve ekonomi politikalarının ürünü olan yetişmiş irisan gücümüz ve ekonomik varlığımız (bütün karaçalmalâra rağmen yine kamusal, ekonomi kesimimiz), Batı'ya çok pahalıya mal olan yanlışlıklara bizim de kaçınılmaz olarak düşeceğimiz yargısına hiç hak verdirmeyecek boyutlardadır. • .
8
i
Bir 'özgürlük' anlayışı daha var ki, komünist düşüncenin örgütlenmesine konan yasağın kaldırılmasını, ama dinsel yönetim düşüncesinin örgütlenmesini engelleyen yasağın sürdürülmesini savunmaktadır. Bunlara anımsatmak gerekir ki, kendi içinde tutarlı olmayan görüşlerin başarı şansı yoktur. Şaşmaz ölçüt, 'demokrasinin belirgin nitelikleri' olmalıdır. Özetle, ister şeriatçı, ister komünist, ister faşist olsun, her türlü diktacılığın propagandasına ve örgütlenmesine karşı çıkmak, kanımca demokrasinin işlemesini yalnızca kolaylaştırır. Bu sözde -özgürlük anlayışları, demokrasinin karşısındaki gerçek büyük tehlikelerin gözden kaçmasına yol açıyor: "Batı'da yok, bizde de ohnasın" tutumuyla "141,142,163 kalksın" diyenler, örneğin Eğitim Birliği ilkesinin demokrasinin vazgeçilmez gereği olduğunu kavramamış görünüyor, her yıl milyonlarca çocuğun Kur'an kurslarında otoriter bir siyasal kültüre koşullandırılmakta olması üzerinde gereken dikkati göstermiyorlar; yalnız erkek öğrenciler için olması ve bir meslek okulunun gerekleriyle sınırlı tutulması gereken İmam-Hatip liselerine hem kız öğrencilerin alınması, hem eğilim birliği ilkesini işlemez kılacak sayılarda -ortaokulları da eklenerek- öğrenci alınması ve hem de bu okulu bitirenlere., her türlü yönelim mevkilerine gelebilmek üzere tüm yüksek eğitim kurumlarına girme hakkının tanınması karşısında demokrasinin meşruluk ilkeleri açısından gerekli tepkiyi göstermiyorlar. Oysa "Tek doğru var, o da benipı bildiğimdir! Ulusal egemenlik değil, Allahın egemenliği! İnsan hakları değil, ilahi kökenli-haklar!" diyen bir dünya görüşü ile koşullanan kafalar, kamu yararını her gün yeniden yeniye tartışan örgütlü kamuoyu, belirli aralıklarla yapılacak ve kadın olsun erkek ölsün İter yurttaşın eşil oy hakkına sahip olarak katılacağı özgür genel seçimler, değişmez yasa konulmasının meşruluk dışına düşmek demek olacağı... ilkeleri üzerine dayalı demokrasi düzeni için ciddi engeller oluşturduğu üzerinde durmuyorlar. Çünkü çıkış noktaları, "Diktayı da önerse . komünizm de, şeriatçılık da özgürce propaganda yapip örgütlenebilmen." görüşü olduğu için, demokrasinin karşısına çıkan fiili tehlike ve saldırılara karşı gereken biçimde seslerini yükseltemiyorlar.
TÜRK DEVRİMİNİN TEMEL
VE CUMHURİYET
KURUMLARININ
NİTELİĞİ
Oysa Türk Devriminin ve cumhuriyet kurumlarının baş niteliği özgürlük ve insan hakları üzerine dayalı oluşudur. Bunun için laik dünya, toplum ve insan anlayışını temel almıştır. Laiklik ilkesi sayesindedir ki Türkiye Cumhuriyeti, bilimsel düşünüşün geçerlilik ilkelerini toplumsal yaşama egemen kılmayı amaç edinmiş, en doğru kılavuz olarak bilimi benimsemiştir. Yine bu sayededir ki sömürgeciliği de içeren anlamıyla geri kalmışlığın tüm temel sorunlarını bütünlüğü içinde kavramıştır; çağımızın ulusal ve uluslararası koşullarında ileri, gelişen bir toplumun temellerini oluşturma, ulus kurma (nation-building) programının neleri kapsayıp ne gibi güçlükleri bulunduğunu doğru olarak görmüştür. Ulusal birliğin sömürgeci taktikleriyle ırk, din, mezhep, tarikat, dil, sınıf... gibi öğeler kullanılarak bozulmasını yine laik toplum düzeni yoluyla en etkili biçimde önleyebilmiştir. Bağımsızlık, özgürlük, uİusal kimlik, ekonomik gelişme, bilim, dil ve sanal... bunların tümünün, düşüncenin ve kurumların boş inançlarla dinsel kalıpların baskısından kurtarılması yoluyla elde edilebileceğini ve geliştirilebileceğini kavramıştır. Bunun içindir ki laikliğin, Türk Devriminin genel niteliği, Cumhuriyetin kurum ve kavramlarını, meşruluk ölçülerini ve otorite simgelerini bir organik bütünlük olarak bir arada tutan bağ dokusu olduğu hep vurgulanmalıdır. Kısacası Türk Devrimine Türk Aydınlanması özelliğini veren, Atatürk'ün önderliğini, 20. yüzyılın tanık olduğu başka pek, çok önderinkinden farlı olarak hep işlevsel ye kalıcı kılan, bu devrimin özünün laik nitelikte oluşudur. Türk Devriminin laik niteliğini konu alan bu incelemede, yukardaki saptamaların ışığında şu plan izlenmiştir: Birinci Bölümde laik dünya, toplum ve insan anlayışının önemi, bilimsel düşünüşün ölçüleri ile gerikalmışlıktan kurtuluşun koşulları açısından incelenmektedir. İkinci Bölümde toplumda dinin yeri ve laikleşme süreci, tarihsel evrim içinde izlenmektedirBu bölümde ayrıca laik anlayışın yok-
luğunda "gerikalmışlıktan kurtuluş" anlayışının da geçerli bir biçimde oluşamadığı, Tanzimat örneği dolayısıyla gösterilmeğe çalışılmıştır. Üçüncü Bölümde ise Türk Devrimi'nin bütünüyle "çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma" girişimi olduğu, bunun zorunlu gereği olarak da laiklik ve tam bağımsızlık ilkelerine dayalı bulunduğu belirtilmektedir. Kurtuluş savaşının ilk belgesi olan Amasya Genelgesi'nin özü şu madde değil midir: "Ulusun yazgısını yine ulusun kendisi kurtaracaktır!" Laiklik bu bağımsızlık savaşının öylesine doğal bir parçasıdır ki, Amasya Genelgesi ilk andan başlayarak "Artık padişah olsun, halife olsun, hiç bir hikmeti kalmamıştır" uyanışını bütün yurt yüzeyine yaymıştır. İşte bu nedenlerle bu bölümde önce Türk Devriminin ölümsüz önderi Mustafa Kemal Atatürk'ün kişiliğinde laikliğin yeri üzerinde durulmakta, sonra da Türk Devrimini oluşturan belli başlı bütün atılımların laik niteliği ve laikleştirici sonuçları incelenmektedir. Bu inceleme ile Atatürk'ün Türk Devrimine temel olan ve yön veren dünya, toplum, ve insan.anlayışının, özgür, bağımsız ve çağdaş bir toplum gerçekleştirecek, bu yönde çevresinde demokratik dayanışma ve ortak eylem sağlayabilecek değerini -özellikle son kırk yıldır yetişen kuşaklara gittikçe daha az tanıtılan değerini- göstermeğe çalıştım. Bu yönde katkıda bulunabildiysem kendimi mutlu sayacağım. Hazırlanmasına 1978 yılında başladığım ve ilk baskısı Atatürk'ün 100. doğum yıldönümünde yayımlanan bu kitabın dördüncü basımını yapan Cem Yayınevi'ne ve baskıda emeği geçen tüm görevlilere teşekkürlerimi sunarım. Prof. Dr. Özer
OZANKAYA
Ataköy', 23 Şubat 1990
Türk Devrimi'nin Temeli Laikleşme ya da Türle Aydınlanması A.
GİRİŞ
Toplumların uygarlaşma tarihi boyunca geçirmek durumunda kaldıkları dönüşümleri, bilgili ve öngörülü denetimleri altına alarak mümkün , olan en az acı ve zahmetle gerçekleştirmelerini şağhyan. pek az sayıda dâhi önderler vardır. Bunların kendi toplumları ve insanlığın büyük bölümleri için açtıkları yol, .koydukları ilkeler, uyandırdıkları esinler öylesine uzun - sürede geçerli, öylesine evrensel değerde yol, ilke've esinlerdir ki, doğumlarının ya, da ölümlerinin üzerinden yüzlerce yıl geçtikten sonra bile anılmaları, insanın ve toplumun durmadan daha büyük ölçülerde özgürleşip demokratikleşmesine katkıda bulunmak işlevselliğini sürdürdüklerinin kanıtı olmaktadır. Türk toplumuyla birlikte bütün dünya toplumlarınca 100. doğum yıldönümü kutlanmakta olan Mustafa Kemal Atatürk de, Türk toplumu için olduğu kadar bütün insanlık için, özellikle de dünya nüfusunun üçte ikisini oluşturan geri kalmış toplumlar için ba-
ğımsızhk, özgürlük, demokrasi ve gelişme yollarını açan, ilkelerini koyan evrensel boyutlu değerlere sahip bir önder, bir yol gösterici olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk'ün önderlik ettiği Türk Devrimi'nin gerçek özüne ve uyumlu bütünlüğüne uygun, bunun için gerekli olduğu üzere bilimsel yöntemin-geçerlilik ilkelerine bağlı kalan bir açıklaması ve yorumu günümüze değin yeterince yapılmış değildir. Toplum yaşamında -özellikle günümüz dünyasının toplumsal koşullarında- önderliğin, özellikle düşünce önderliğinin çok büyük önemi ve yeri vardır. Gerçekten önderlik, tıpkı başka toplumsal yapı öğeleri gibi temel bir «sosyolojik kategori»dir. Türk Devrimi'nin büyük önderi, çağdaş Türk toplumunun kurucusu Mustafa Kemal Atatürk de, bilimsel yaklaşımın gerektirdiği biçimde incelenmeli, bugün de çevresinde demokratik toplumsal dayanışma sağlıyabilecek eksen, yön verici düşünce önderliği özelliği ile değerlendirilmelidir. Çünkü günümüz toplumu gittikçe daha özgür, daha adil, daha bilime-dayalı bir yapıya kavuşma zorunluluğunu, ancak bu yönde toplumsal dayanışma ve ortaklaşa eylem gerçekleştirerek yerine getirebilir. Dayanışma ve ortak eylem ise öndersiz, kılavuzsuz olmaz. Mustafa Kemal'in örneğini verdiği bu evrensel önderlik: a) Çağdaş, demokratik, özgür toplum gerçekleştirici dünya, toplum ve insan anlayışında; b) Böyle bir toplum gerçekleştirmek için zorunlu olan üstün nitelikli siyaset ve yönetim sanatına getirdiği eşsiz örneklerde; c)
Gerikalmışlık denilen evrensel olayın toplum-
bilimsel çözümlemesi ile, bu durumdan kurtuluş için açtığı yolda ve getirdiği ilkelerde anlatımını bulmuştur. ;
Laikliğin Önemi
"
Bu incelemenin konusu olan laiklik, Türk Aydınlanması diye adlandırılması yerinde olan Türk Devrimi'nin hem vazgeçilmez öğesidir -çünkü başarılı olmasının zorunlu gereğidir-; hem de çok yönlülüğü içinde bir bütünlük olan çağdaş, ulusal, demokratik bir toplum olma çabasının genel niteliğidir. Gerçekten Atatürk'ün hem Türk toplumuna, hem başka gerikalmış toplumlara, hatta hem de tüm insanlık kültürüne büyük değerdeki katkıları olan, — Önder kişiliğinin gelişmesinde ve demokratik bir devlet kurma ve yönetme gibi toplum mühendisliği sanatının eşsiz örneğini vermesinde, — Gerikalmışlıktan kurtuluşun 20. yüzyıl dünyası koşullarında toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel... programını ortaya koymasında, laik dünya, toplum ve insan anlayışı onsuz olmaz temel önem taşımaktadır. Çünkü ilerde belirtileceği üzere laik bir toplumsal düzen ve laik dünya görüşü, ulusal kimlik ve ulusal bağımsızlığın, siyasal demokrasi ve' özgürlüklerin, ekonomik gelişme ve ekonomik demokrasinin, bu uğurda gerekli olan toplumsal dayanışmanın doyurucu ve gelişkin ölçülerde gerçekleşmesi için vazgeçilmez temel gerekliliktir. Atatürk, «Devrimleriniz içinde en önemlisi hangisidir?» sorusunu «Benim yaptığım işlerin hepsi biri öbürüne gerekli olan işlerdir» derken
bu bütünlüğün tam bilinciyle davranmakta olduğunu ortaya koymuştur.1 Atatürk'ü bugün de, ilerde de ulusa] ve evrensel düzeylerde1 yaşatan ve yaşatacak olan özelliği, çevresinde toplumu demokratik dayanışma içinde tutan yol gösterici kişiliğidir. Öyleyse bu kişiliğin oluşumunda, onun çağdaşlaştırıcı düşünceleriyle eylem programında laik düşünüşün yerini ve önemini ortaya koymak yerinde oliacaktır. Türk Devri'minin bu bütünselliği karşısında laiklik ilkesi üzerine yapılacak bir inceleme amacım gerçekleştirebilmek" için: 1. Bilimsel geçerliliğin ölçülerini açıkça ortaya koymalıdır. Çünkü Türk Devrimi ve onun temeli olan laiklik toplum yapısına bilimsel düşünüşü egemen kılma devrimidir. Bu yüzden ona Türk Aydınlanması denilmektedir.2 2. Gerikalmışlık ortamının toplumbilimsel bir • çözümlemesini yapmalıdır. Çünkü Türk Devrimi'nin • önderi, sırası gelinceye değin «vicdanında bir ulusal sır olarak saklayıp» anlatıma dökmemiş olsa da, gerçekte gerikalmışlık ortamının oluşum ve işleyişinin toplumbilimsel bir çözümlemesini kafasında yapmış olarak harekete başlamış bulunuyordu. Bu çözümleme tümüyle laik nitelikteki kavramlar ve kategoriler üzerine kuruludur.- bağımsızlık, ulus, bilimsel eğitim? demokratik yönetim, v.b. 3. Gerikaİmışlıktan kurtulup gelişen bir çağdaş toplum oluşturmanın neleri gerektirdiğini, ne gibi çeı
Prof.
Dr.
Afet
înan,
Atatürk'e
Ait Hatıralar
Türkiye îş Bankası Kültür Yayınları, 2
ve
Belgeler,
1959, S. 301.
P r o f . D r . B e d i a A k a r s u , A t a t ü r k D e v r i m i ve Y o r u m l a n , Yayınları,
1978, S. 38.
TDK
tin sorunları, güçlükleri ve engelleri bulunduğunu ortaya koymalıdır. Çünkü Türk Devrimi'nin çağdaş bir Türkiye yaratmak üzere giriştiği her atılım, laik düşünceyi zorunlu kılmaktadır: saltanatın, halifeliğin, dinsel hukukun, dinsel eğitimin kaldırılması; kapitülasyonların kaldırılması, ulusal ekonomi oluşturulması, kaynakları, toplumun gelişme gerekliliklerine göre özgürce kullanma olanağı yaratıp yabancı sömürünün önlenmesi, dini gericiliğe araç olarak kullanmak isteyecek kesimlere ekonomik güç biriktirmek olanağı verilmemesi, v.b.
B.
BİLİMSEL DÜŞÜNÜŞÜN İLKELERİ
Her şeyin göreli olduğu bu evrende ve toplumda Atatürk'ün önderliğine ve eseri olan Türk Devrimi'ne geçerliliğini kazandıran şey, kanımca, bilimsel yöntemin geçerlilik ilkelerini şaşmaz ilke olarak benimsemiş olması, bilimsel yöntemi yüceltmiş olması, her yenilik girişiminin özünü ussallığı temel alan bu ilkelere dayandırmış olmasıdır. Çağdaş,, demokratik ve bağımsız'bir toplum gerçekleştirmenin bilimle yete. rince karşılanamayan sorunlarına da, bu amaçları hiçbir zaman unutturmadan, hiçbir zaman «amaç için her şey meşrudur» demeden, bilimsel yaklaşıma ters düşmeden, üstün bir siyaset ve yönetim sanatı örneği vererek çözümler geliştirebilmesidir. Bu nedenle, önce, gerek bir bütün olarak, gerekse laiklik ilkesi ve uygulamaları dolayısıyla Atatürk'ün önderliğinin ve Türk Devrimi'nin temelini ve özünü • oluşturan bilimsel yöntemin geçerlilik ilkelerini ve Mustafa Kemal Atatürk'ün bu ilkelere nasıl özenle uyduğunun kanıtlarını açıkça saptıyarak incelememize başlamak yerinde olacaktır. F.:
2
17
Bilimsel Düşünüşün Geçerlilik Ölçüleri Özellikle 19. yüzyılla birlikte oluşmaya başlayan ve 20. yüzyılda pek çok özelliği ile gelişmiş bulunan çağdaş toplumda «dünyayı ve toplumu yalnızca anlamak» artık yeterli sayılmamakta, «onları değiştirmek gerektiği» bilinçli olarak artan ölçüde kavranmaya başlamış bulunmaktadır. Günümüz toplumunda yaşamın bilinebilir her yanma ilişkin bilgileri uygulamaya koymak bir yükümlülük durumuna gelmiştir. Çağdaş toplumun bu koşulları, kendilerini geçerli biçimde tanımanın ve onlar üzerinde etkili olmanın gereklerini de önemli ölçüde anlatıma kavuşturmuş bulunuyorlar. Bu gereklilikleri bilimsel geçerliliğin yöntem ilkeleri olarak adlandırabiliriz. Gerçekten bilim, bilgiden daha çok yöntemdir. Herhangi bir konunun doğru olarak anlaşılabilmesi ve bilgili düzenlemelerle denetim altına alınabilmesi bilimsel geçerlilik ve güvenilirlik ilkelerine uyulmasına bağlıdır. Bütünüyle Türk Devrimi, özellikle de laiklik ilkesi «aklın üstünlüğü» diye özetleyebileceğimiz bu ilkeleri, getirmeyi amaçladığı demokratik dünya, toplum ve insan anlayışına temel yapmıştır. Aşağıda görüleceği gibi Atatürk'ün dünya,. toplum ve insan anlayışında bilim, felsefe ve sanatla kucaklaşan boyutlarıyla çok sağlam bir biçimde kavranmış bulunmaktadır. Bilimsel geçerliliğin ve akla saygının gereklerini ve Atatürk'ün düşüncesinde bunların bir bölüm örneklerini şöylece gösterebiliriz: a)
Nesnellik İlkesi ve Atatürk
Nşsnellik insanların beğenilerinden ve dileklerinden bağımsız olarak varolan gerçekliğin bu niteliği-
nin adıdır. Herhangi bir konuda geçerli bir açıklamaya varabilmek ve istenilen sonuçları güvenle verecek eylemlerde bulunabilmek, «olan»ı gözlemlemeğe bağlıdır; bizim özlem ya da çıkarlarımıza ters de düşse 1 «olan»ı doğrulukla görüp kavramaya, onu eksiksiz artıksız, çarpıtmadan gözönüne almaya bağlıdır. Kuşkusuz nesnel davranmak ilkesi herhangi bir ülküye sahip olmamayı gerektirmez. Tam tersine her insanın ulusal, sınıfsal, ailesel, bireysel... beğeni, özlem ye çıkarlarının yöneltmesiyle davrandığı bir ke' sin gerçektir. Nesnellik ilkesinin erdemi", bireyler ona uygun davranmayı bildikleri ölçüde toplumsal dayanışmayı, özgürlük ve barış için ortaklaşa eylemi kolaylaştırmasındadır. Çünkü, böylece insanlar kendi öz-> lem, çıkar ve beğenilerinin etkisi altında toplumsal gerçekliğin yalnız bir bölümünü görmek ya da o gerçeği çarpıtmak gibi bir yanlışlıktan kendilerini sakınabilecekler, toplumsal uyuşma için gerekli açıkgörüşlülüğü gerçekleştirebileceklerdir. Garsdhi'nin deyişiyle doğruya bağlılık, insana uzlaşmanın güzelliğini öğretir. Atatürk, özellikle toplumbilimlerinin temelini oluşturan ve kendisinin de çok geniş ölçüde incelemiş olduğu tarih alanıyla ilişkisini kurarak nesnellik ilkesine şu özlü tanımı getirmiştir: ,
«Tarih yazmak tarih yapmak kâdar önemlidir. Yazan yapana doğrulukla bağlı kalmazsa, değişmiyen gerçek insanlığı şaşırtıcı bir nitelik alır.» «Dpğayı ve gerçeği tanıyıp bilenler elinden geldiğince üyesi olduğu ulusu aydınlatmayı ... en büyük insanlık görevi bilmelidirler.»
b) Somutluk İlkesi ve Atatürk Bilim, özellikle toplum ve insan bilimleri somut gerçeklikten, başka deyişle yer ve zaman bakımından belirli olan, görgül olarak denenebilir olgulardan yola çıkar. Doğaötesi düşünce düzenlerindeki gibi «Tanrı», «İnsanlık Kuralı», «Dünya Ruhu», «Uygarlık Alemi»..; gibi önyargılardan bağımsızdır. Bunun gibi bilimsel geçerlilik, her somut olgunun (örneğin belli bir devrimin, belli bir kurumsal düzenlemenin...) kendi türündeki öbür olgulardan (öbür devrimlerden, öbür kurumsal düzenlemelerden) kimi , özgünlüklerle ayrıldığını gözönünde bulundurmayı gerektirir. • Olaylar ortaya çıktıkları yerin ve zamanın özellikleri içinde biçimlendikleri için, yalnızca onlara ilişkin kuramsal genellemelerle yetinilemez; onları aynı türe giren başka olaylardan benzersiz kılan bu özgünlüklerimle de kavramak gerekir. Bu, çok büyük Önem taşır. Çünkü örneğin hiçbir demokratikleşme hareketi.bir başkasının tıpkı benzeri değildir; hiçbir bağımsızlık hareketi bir başka bağımsızlık hareketinin özdeşi değildir. Hatta doğum, hastalık, hava koşullan... gibi doğa olaylarının da aynen yinelenmedikleri bilinmektedir. Öyleyse her olgu, kendi türüne giren başka olgulardan benzersiz olan yönleriyle de birlikte ele alınmalıdır. Gerçeklik her zaman somuttur. Somut gerçeğin bilgisi yerine bir' şeyi kendi kendisiyle kanıtlamak isteyen dogmatik, döngüsel 'açıklama'lardan kurtulmak, ancak somut gerçekliği sürekli olarak gözlemlemek ve kuramsal genellemelerle yetinmeyip, onları somut gerçekliğin sınamasından geçirmekle olanaklıdır. Atatürk bütün girişimlerinde karşılaştığı sorun lan hem genel nitelikleriyle, hem özgün yönleriyle
inceden inceye tanımaya büyük önem vermiştir. Kendisi de bu özelliğini birçok kez dile getirmiştir; Aydınların eksiği: «Aydın sınıfla halkın düşünüş ve hedefi arasında doğal bir uygunluk olmalıdır... Aydınların içinde çok iyi düşünenler vardır. Ama genellikle şu yanlışımız da vardır ki araştırma ve incelemelerimize dayanak olarak: çoğunlukla kendi ülkemizi, kendi tarihimizi, kendi geleneklerimizi, kendi özelliklerimizi ve gereksinimlerimizi almayız. Aydınlarımız belki bütün başka ulusları tanır, ama kendimizi bilmeyiz.» Atatürk hiçbir durumu «talih» ile açıklamayı kabul etmez. «Talih»i kabul etmeyişini, somut gerçeğin bilgisini yeterince elde etmek gereğine verdiği büyük önemle açıklamaktadır: «Talihin temeli, uygulama olanağı bulunan konularda düşünüp taşındıktan sonra işe başlamaktır... Aynı zamanda akla uygun şeyleri izlemek gerekir... Değişmelerin sabit ve durağan kuralları yoktur.» Kuramsal Bilginin Değeri Ancak, Atatürk somut gerçeği özgünlükleriyle tanımanın vazgeçilmezliğini vurgulamakla birlikte, kuramsal bilginin gereksizliği gibi bir anlayışta da değildir. Kuramsal bilgi, herhangi bir konuda belli bir zamanda geçerli sayılan genellemelerden oluşur. Bu genellemeler insanlara, tanımak istedikleri herhangi hır
olguyu bütünlük içinde, görünür-görünmez öğeleri ye etkenleriyle, karşılıklı düzenli bağlantılarıyla birlikte kavramak olanağını verir. Atatürk olguları bu düzenli bağlantılarıyla ele alma zorunluluğunun tam bilincindedir: . «Yolunda yürüyen bir yolcunun yalnız üfku görmesi yeterli değildir. Kesinlikle ufkun ötesini de görmesi ve bilmesi gereklidir.... Birinci Dünya Savaşı'nda bir ordunun başmdaydım. Türkiye'de başka ordular ve onların komutanları vardı. Ben yalnız kendi ordumla değil, öteki ordularla da ilgileniyordum. Birgün.. yaverim dedi ki: «Niçin size ait olmıyan sorunlarla uğraşıyorsunuz?» Cevap verdim-. Ben bütün orduların durumunu bilmezsem, kendi ordumu nasıl yö neltip yöneteceğimi belirliyem'em. Bir devlet ve ulusu yönetme durumunda bulunanların sürekli gözönünde tutmaları gereken sorun budur.» Atatürk bunün güç olduğunu, bu güçlüğü aşmak için dizgesel. ( = sistematik) bilginin gereğini bilmektedir. Askerlik alanından verdiği örnek çok canlıdır.«Bir tümene komuta ederken olanak - ölçüsünde bütün tümen birimlerini gözönünde birleştirmek ve yönlendirip yönetmek olanağına malik olan deneyimsiz bir komutan, iki üç tümenin görüşünden uzak mevzilerde savaşmasını yönetmeğe mecbur olduğunda, kendi kendine 'ben hangi tümenin yanında bulunayım? Onun mu, bunün mu? Orada mı, burada mı?' diye sorar. Ha-
yır, ne orada bulunacaksın, ne burada. Öyle bir yerde buluriacaksın ki, hepsini yöneteceksin. 'O zaman ben hiç birini gereğince göremem' der. Tabiî göremezsin, akıl ve kavrayışınla görmek gerekir.» Akıl ve kavrayışla görmek! Bunu kuramsal bilgi kolaylaştırır. Kuramsal Bilginin Sının £ Ama Atatürk kuramsal bilginin yenilenmeye, değişmeye açık olması gereğini de bilmekte, hele 'katı düşünceler topluluğu^ anlamında «doktrin» biçimini almasına, kesinlikle karşı çıkmaktadır. O'nun kuramsal bilgiyi değerlendirişi tıpkı Mazaryk'in, Wlıitehead'in,. Justus von Liebig'inkine" benzer. Mazaryk, «kuramlar bilim ağacının gövdesini bir süre besledikten sonra kuruyup düşen yapraklar gibidir» der.. Whitehead, «herhangi bir açıklama, uygulamada karşılaştığı sorunları çözmek doğrultusunda ilerlemiyorsa, ömrü bitiyor» "görüşündedir. Justus von Liebig de «bilimin gerçekten ilginç olmaya başladığı ilk nokta, açıklama gücünün bittiği yerdir» demektedir. Her üç düşünür de bilimin sürekli araştırmayı gerektirdiğini, bilimde «son noktanın konmasından söz edilemiyeceğini belirtmektedirler. Atatürk, kuramsal açıklamaların bıi tür sınırlılıklarını pek iyi biliyordu. SÖYLEV ue aynen şunları belirtiyor: «Programımız, karşı çıkanların gördükleri ve bildikleri biçimde bir kitap ( = kuram, anlamında Ö.O.) "değildi. Ama temelli ve iş
lemse! (ameli) idi. Biz de uygulanamayacak düşünceleri, kuramsal bir takım ayrıntıları yaldızlıyarak bir kitap yakabilirdik. Öyle yapmadık. Ulusun maddi ve manevi yenileşme ve gelişmesi yolunda yapılacak işlem ve eylemlerle, sözlerin ve kuramların önünde gitmeyi öngördük.» c) Bilmediğini Varsaymak İllcesi ve Atatürk Herhangi bir konuda geçerli açıklamalara varabilmek ve istediğimiz sonuçları verebilecek eylemlerde bulunabilmek için, o konuda önceden edinmiş olduğumuz bilgileri bir an için bilmiyormuşuz varsayıp yeniden doğrulamasını yapmak da gerekir. Çünkü yanılmak her zaman olasıdır. «Çok bilen çok yanılır» özdeyişinin de anlattığı gibi, her şeyin değişmede olduğu şu dünyada, hiçbir bilgimizi her zaman için kesinlikle doğru sayma yanılgısına düşmemek gerekir. Özetle, doğruyu elden geldiğince eksiksiz kavrama çabası demek olan bilimsel bakış, araştırıcının kendi algılama ve kavrama gücünün sınırlılığını gidermek üzere, hem konuyu yeniden inceleyip bilgilerini sınamasını, hem de başka uzmanların konuyu algılayış ve kavramlaştırışıni gözden geçirmesini gerektirir. Atatürk 1914-1919 yıllarına ilişkin anılarında Mondros silah bırakışmasından sonra belli bir karara varmış okluğu halde, neden 4-5 ay süreyle işgal altındaki İstanbul'da kaldığını, bu süreyi nasıl- değerlendirdiğini açıklarken, tam da bu yöntem ilkesinin gereğine göre düşünüp davrandığı görülüyor: «Bir kararım varken onu niçin uygulamıyorum?... Hemen söy!iyeyim ki, ağır ve . k e s i n bir karar uyguianmuya başlandıktan
sonra, keşke bu yanını da düşünseydim, beıı ki bir çıkar yol bulurduk, yeniden bunca kan dökmeğe... gerek kalmazdı, gibi duraksamalara yer kalmamalıdır. Böyle bir duraksama, karar sahibinin vicdanında kanayan bir nokta olur ve onu yaptığının doğruluğundan da kuşkuya düşürür. Bundan başka birlikte çalışafcak olanlar, yapılandan başka bir şey. yapılmak olasılığı kalmadığına inanmalı idiler. İşte benim mütareke sırasında dört-beş ay İstanbul'da kalışım yalnız bunun içindir. ...Düşünce hazırlıklarında alçak gönüllülükle çalışmak, kendini silmek, karşısmdakinde içtenİ'ikli bir inanma duygusu uyan-; dırmak gerekir.» Soru Sorma Yetisi «Bilmediğini varsaymak» ilkesi, insanı sürekli soru sormaya, araştırıcı olmaya yöneltir. Kendi bilgisini sürekli olarak sınamaya açık bir kafa yapısı, başkalarının söylediklerinin doğruluğunu araştırmaya da her an hazırdır. Atatürk'ün özgürce araştırıcı bir düşünce yapısına genç yaşmdanberi açıkça tanık oluyoruz: 1909 yılında von der Goltz Paşa Selânik'e geleceği zaman yapılacak manevralara temel olacak programı Mustafa Kemal hazırlar. Osmanlı Paşaları buna karşı «Goltz Paşa bize ders vermeğe geliyor, bizden ders almaya değil!» itirazını yükseltirler. Mustafa Kemal'in cevabı şudur: «Türk kurmay ve komuta heyetinin kendi yurtlarını nasıl savunmak gerektiğini gösterebilmeleri elbette önemlidir.»
I. Dünya Savaşı yıllarında Veliaht Vahdefctin'in Almanya'ya yaptığı ziyaret sırasında Mustafa Kemal, , Çanakkale muzafferi olarak Vahdettin'in yaverliğini yapmaktadır. Veliahte ısrarla şu tavsiyede bulunmuştur: «Yarın Alman imparatoru ile görüşeceksiniz. Kendisine çok ve ciddi sorular sorunuz. . Kuşkusuz sizden hoşlanmıyaeaktır. Ama hiç olmazsa Türkiye'de de gerçek durumu görenler bulunduğunu anlıyacaktır.» ç)
«Birim» ve «Bütün» Düzeylerini; «Tai"ihsel» ve «Eşzamanlı» Bakışları Bütünleştirme İlkesi
Toplumsal yaşam, göreli dö olsa uyum ve dengenin egemen.olduğu bir ortamdır. Bu ise parçaları ve öğeleri arasında yasalıhk gösteren durağan bağlardan ve karşılıklı ilişkilerden oluşan bir «toplumsal yapı» gerçeğini ortaya oymaktadır. Bu yapıyı kavrıyabilmek ve onu daha demokratik, bağımsız, gelişkin bir yapıya dönüştürebi'lmek için, toplum yaşamında da bir nedensellik bulunduğunu, bir durumu ortaya çıkaran' birçok etken arasında bir önem sırası bulunduğunu kavramak zorunludur. Bu kavrayışın bulunmadığı yerde toplumsal yaşam üzerinde bilgi biriktirilemez; eskimekte olan «tez»İere saplanıp kalınmaktan kurtulunamaz; bu tez lerin bilimsel ölçülerle tartışılmasına katlanılamaz; bu yüzden yeni koşullara uygun yeni uyum, dayanışma ve dengeNOİuşturulamaz; çağın gereklerine uygun bu yeni çözümlemeler ve ona göre örgütlenmeler başarılamayınca toplumun bağımsız varlığını sürdürmek giderek olanaksızlaşır, daha üstün güçlerin sığıntısı durumuna düşülür.
Bütün bunlar toplumsal yaşamın hem birimler, hem de bütünlük (yapılaşma) düzeyinde; hem t tarih* sel ( = değişim),, hem de eşzamanlı (işleyiş), boyutta tanınmasını ve her bir düzey ve boyutun verilerinin eylem programlarında bütünleştirilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Atatürk'ün dünya, toplum ve insan anlayışı bilimsel geçerliliğin bu yöntem ilkesine de özenle uyan bir anlayıştır.• Atatürk «toplum» ve «birey» gerçekliklerinin birlikteliğini temel önemde görmüştür. Bir yandan «Bireyler düşünür olmalıdır» der. «Bireyler düşünür olmadıkça bir toplumu iyi ya da kötü yöne herkes yöneltebilir.' Onun için biz örgütümüzde (Müdâfaa-i Milli'de, Ö.O.) işe köyden ve mahalleden, yani bireyden başlıyoruz. Çünkü asıl aşağıdan yukarıya, temelden 1 çatıya doğru yükseleh bir yapı sağlam olur. Kuşkusuz her işte önce yukardan aşağıya doğru başlamak zorunluluğu vardır. Ama aşağıdan yukarıya doğru yükselen bir yapıyı oluşturmaya çalışmak ulusal bir görev, insanlık görevidir.» Öte yandan Atatürk, «insanların zorunlu olarak birlikte yaşama yeteneğine sahip yaratıklar olduğunu» da hep gözönünde tutar: «Toplumun içinde birlikte yaşamak insani zorunluluğundan dolayı ortak bir toplumsal duygu ( vardır. Bir toplumun kesinlikle bir ortaklaşa düşüncesi vardır. Eğer her zaman anlatılıp açığa vurulmuyorsa bundan onun yokluğu sonucu çıkarılmamalıdır. .; varlığımızı, bağımsızlığımızı kurtaran bütün hareketler ulusun ortak hareketlerinin, isteğinin, kararlılığının açıkça or-
taya çıkan yüksek belirişlerinden başka bit şey değildir.» «...Devlet ve birey biribirinin karşıtı değil, biribirinin tamamlayıcısıdır. Yalnız başına birey ve bireylerden soyutlanmış devlet düşünmüyoruz.» d)
Kavramlaştırma İlkesi
Bilimsel geçerliliğin bir başka temel gerekliliği de kullanılan kavramların ve kategorilerin açık, karışıklığa yol açmıyacak tanımlamalarını yapmaktır. Nesnel çevrenin insan düşüncesindeki yansıma biçimi olan kavramlar, dildeki onbinlerce sözcüğe gerçek ( = belli bir düşünce sisteminde kastedilen) anlamlarını veren, böylece de olayların ve süreçlerin özünü kavrama, temel yanlarına ve Özelliklerine ilişkin genellemeler yapma olanağı sağlıyan kilit sözcüklerdir. Toplum ve insan yaşamına ilişkin geçerli bilgi üretmede böylesine önemli olan kavramların, neyi anlatıp neyi anlatmadığı herkesçe açık-seçik bilinecek bir biçimde tanımlaması yapılmalıdır. Atatürk'ün düşüncesine uyumlu bir dünya-görüşü bütünlüğü kazandıran bir özellik de kavramlarını böyle doyurucu tanımlamalara kavuşturabilmiş olmasıdır. İlerde görüleceği üzere bu kavramlar yaşamın anlamı, tarih, ulus, ulusçuluk, kültür, toplum, devlet, özgürlük, demokrasi, çağdaşlaşma, ekonomi, devletin ekonomik işlevleri, eğitim, bilim, sanat, barış, sevgi... gibi gerçek bir dünya görüşünün kapsamıyla orantılı genişlikte bir alanı kavramakta, yine onunla orantılı özde ve derinlikte açık tanımlamalara ulaşmış bulunmaktadır. Doğa olaylarının bilgili denetim altına ahnabil-
mesi ve yıkımlardan ( = sel, salgın, kuraklık...) sakınılabilmesi için bilimsel geçerlilik ilkelerine bağlı kalmak ne denli bir zorunluluk ise, toplumsal yaşamın bunalımlardan sakınılabilmesi için de toplumsal olaylara aynı ilkeler izlenerek yaklaşmak bir zorunluluktur. Atatürk'ün önderliğine ve Türk Devrimi'ııe Türk Aydınlanması denilmesinin nedeni, bu, bilimsel geçerlilik ilkelerini kamusal yaşamın yönetimine temel yapmayı amaçlamış olmasıdır. Georges Duhamel'in La Turquie, Nouvelle Puissance d'Occident'daki şu satırları aynı gözlemin bir yabancı uzmanca da yapıldığını kanıtlıyor: . ...Ne Cromwell, ne Robespierre, ne Lenin ve ardından gelenler, önderlik ettikleri ulusu bilim felsefesi, düşünce yöntemi, kısacası geleceğini değiştirme yoluna götürmeğe kalkışmamalardır... Tümevarımcı yöntemi, teknik girişimlerin temel yöntemi olarak benimsemiş -olmak basit bir düşünce değildir... Türkiye Mustafa Kemal'in itmesiyle kendisine yalnız becerikli işçilet- değil, aynı zamanda mühendis ve teknisyenlerin de gerekli olduğunu anladı; ama şunu da iyice kavradı ki, teknisyen ne denli becerikli olursa olsun, merdivenin ancak sondan bir önceki basamağında yer alır ve uygulayıcıları sağladıktan sonra, işler ancak bilim filo zoflarının, yöntem kurucularının sözlerine uyarlanarak yapılmak gerekir. Bütün insanlığın içinde çırpındığı uygarlık bunalımının karşımıza çikardığı en ciddi sorun, modern bilimin sağladığı güçlü araçların kullanılması sorunudur.
...Yalnız teknisyenler, ikinci derecede bilim adamları değil, benim yöntem kurucusu, bilim filozofları dediğim kimseleri de yetiştirmek gerekir anlamındadır bu. Duhamel'in şu satırları da Türk Devrimi'nin bilimsel devrim niteliğini olduğu kadar, Atatürk'ten sonra karşılaştığı durum konusunda ileriki bölüpılerde açıklayacağım etkenleri de sezmiş olduğunu gösterir: «...Bu insanın (M. Kemal'in)... geniş bir yal• nızlık ve ışık çemberiyle çevrilmiş olduğunu söylüyorsam, yâlnız siyasal ve toplumsal değil, aynı zamanda töresel ve düşünsel ve sonuçta felsefesel ve dirtsel olan şaşırtıcı devrimin programını kendisinin, evet adeta yalnız kendisinin yapmış olmasındandır.»"
C. GERİKALMIŞLIK ORTAMININ BİLİMSEL AÇIKLAMASI Türk Devrimi'nin ve Atatürk'çü dünya, toplum ve insan anlayışının bilimsel yönetim anlamında bir Renaissance niteliğinde olduğu, ancak yakın tarihte gerikalmışlık diye evrensel adlandırmaya ulaşmış ve tanınmış bulunan durumun, çok yönlü ilk açıklaması oluşuyla kanıtlanmıştır. Çağımız toplumunda, zorunluluğu tarihte başka her • zamankinden daha büyük ölçülere varan bilimsel düşünüş ve davranış ilkeleri, dünya nüfusunun yarıdan çoğunu barındıran gerikalmış toplumların durumlarını çözümlemede ve «gelişme» lerini sağlayacak yolları 3
Georges
Duhamel,
«Düşünce
T D K Y a y ı n ı , 1969, S. 246-248.
Devrimi,»
Atatürk'e
Saygı,
saptamada, ancak 1960'h yıllardan başlayarak artan ölçüde gözönünde tutulmaya başlamış bulunuyor. Özellikle II. Dünya Savaşı'ndan sonra açık sömürgeciliğin sona ermesiyle birlikte bu toplumlar «örtülü» ya da yaygın adıyla, «yeni sömürgecilik» e konu olurken, önce bilimsel geçerliliğin yukarda belirtilen temel ilkelerine aykırı olarak olgunun bütünlüğü içinde, yapısallığı ve işleyiş düzenliliği ile kavranmasını engelle yecek "biçimde «azgelişmiş» ya da «gelişen» gibi adlarla adlandırılmaya başlanmıştır. Bu yaklaşım" sömürgecilik olgusuna yer vermemek için «ilkel» diye nitelediği bu toplumları «geleneksel iç işleyiş»leri açısından ele almış, dış etkileri ise «uygarlık götürme» anlamını da içermek üzere bir kültür yayılması, başka deyişle bilgilerin, uygulayımların ve yaşam biçimlerinin bir toplumdan öbürüne geçmesi olgusu saymıştır. Bugün geniş ölçüde üçüncü dünya ülkeleri diye toptan bir adlandırmaya da konu olan bu toplumlar, ancak 1960'lardan başlayarak ve çoğu kendi içlerinden çıkıp yetişmiş bilim • adamlarınca bilimsel geçerliliğin saydığımız ilkelerine uygun araştırma ve incelemelere konu edilmiş, bunların sonücunda, daha yaygın bir kavramlaştırma olan «gerikalmış» ya da «geri bırakılmış» toplumlar terimleri kullanılmaya başlanmıştır. Bu ülkelerdeki gerikalmışlığın tarihsel kökenlerine inilmiş, durağan bir olgu olmayıp toplumsal, ekonomik, siyasal, kültürel, ruhbilirhsel... yönleriyle süregiden ve kendi kendini sürdürme yolunda yeni mekanizmalar geliştiren bir sistem niteliğinde olduğu ortaya konulmuştur. Türk Devrimi ve Atatürk'çü görüş ise bağımsız, çağdaş, .ulusal ve demokratik bir toplum oluşturmayı amaçlarken gerek daha Kurtuluş Savaşı yıllarında, gerekse Cumhuriyet düzeninin tüm yönleriyle kurul-
ması yani devrimci düzenlemelerin yapılması yıllarında: a) Sömürgeciliği de içeren anlamıyla Gerikalmışlık Toplumbiiimi'nin bütün temel sorunlarını kavramış bulunduğunu, • , b) Böyle bir ulusal ve uluslararası ortamda çağdaş toplum temelleri oluşturma programının neleri kapsadığı ve ne gibi temel güçlükleri bulunduğunu görmüş ve göstermiş olduğunu, c) Bunun için kendi içinde tutarlı, dizgesel sayı-' labilecek demokratik, isancıl bir dünya, toplum ve insan anlayışı özelliğinde olduğunu, toplumda bu yönde dayanışma ve ortaklaşa eylem oluşturup kılavuzluk edebilecek.güçte bulunduğunu ortaya koymuştur.4 *
Örneğin:
«Kemalizm, Türkiye tarihinin
bir
sayfası
olmak-
tan çıkıp siyasal bir sisteme örneklik etmeye b a ş ladı» bütün
diyen
Prof.
Maurice
kurtuluş hareketleri
görülüyordu»
diyen
Duverger;
Kemalizm
için bir örnek
Roma'daki
Doğu
b a ş k a n ı P r o f . G i a c o m a E. Carretto;
olarak
Enstitüsü
«Mustafa
Ke-
m a l m o d e r n Türkiye'yi y a r a t t ı k t a n b a ş k a evrensel bir
hareketin
de
esin
kaynağı
oldu.
Gelişmemiş
ülkelerin halkları... A t a t ü r k ' ü n eserinden, her za-, mankinden
çok
ondan
esinlenmektedirler»
diyen
Emil L a n g l a y ; Türkiye'de de özellikle « T a r i h t e e m peryalist ^
arasındaki
çelişki-
nin çözüm çağını T ü r k D e v r i m i açmıştır»
uluslarla
sömürgeler
düşün-
eesi üzerine oluşan K a d r o hareketi. Özellikle K a d ro Dergisi s a y ı l a r ı n d a malar
Türk
özetlenen anatomisini olduğunun
çıkan inceleme ve
Devrimi'nin
gerikaimışlığm
aşağıda
geçerli bir biçimde
göstergeleridir.
Bkz.:
Kadro
araştıryapmış
dergileri-
nin A n k a r a İktisadi ve T i c a r i İlimler A k a d e m i s i ' n ce y a y ı n l a n a n
tıpkı basımları, 2 Cilt,' 1978, • 19*79;
ayrıca örneğin, S a d r i E t e m ' i n T ü r k İ n k ı l â b ı n ı n K a raktcrleri
(İstanbul
Devlet
Matbaası,
1933)
adlı
Atatürk'ün incelememize aldığımız görüşlerinden anlaşılacağı üzere Türk Devrimi'nin büyük önderi bağımsız, çağdaş bir toplum olmamızı engelleyici yapıyı ve etkenlerini, düzenlilikleriyle vö yakm-uzak, dargehiş kapsamlı etkileriyle birlikte pek doğru kavranmış olduğunu tüm bildirimlerinde ortaya koymuştur. Gerikalmışlık Toplumbilimi'nin Genel Bulguları İlk örneği Osmanlı Türkiyesi'nin 19. yüzyıldan beri yaşıyageldiği acılı deneyimlerin geçerli bir değerlendirmesine dayalı olarak Mustafa Kemal Atatürk tarafından algılanan, anlatıma kavuşturulan ve uygulamaya geçirilen Gerikalmışlık ve Bundan Kurtuluş Toplumbilimi'in 1960'lı yıllarda tüm gerikalmış ülkelerde ve her ülkenin bilimsel çevrelerinde geniş kabul görmeye başlayan genel bulgularını özetlemek yerinde olacaktır. Türk Devrimi'ndeki laiklik özünün,, gerikalmışlıktan kurtulmada, dahası gerçekten çağdaş, bağımsız ve demokratik bir toplum, düzeni oluşturmada vazgeçilmez 'bir gereklilik olduğu böylece açıkça ortaya konulabilecektir. Mustafa Kemal Atatürk Aralık İ922'de Türk Devrimi'ni • başka devrimlerle karşılaştırırken bunun «yalnız Türkiye'de değil, bütün dünyada, önemle gözönüne alınmaya değer bir yenilik» öldüğünü vurgular. O'nun görüşleri ve Türk Devrimi'nin ilkeleri ve uygulamaları gerikalmışlık durumunun anatomisini kitabı, incelememizde ilerdeki bölümlerde
yapaca-
ğımız alıntıların d a k a n ı t l a y a c a ğ ı Üzere, T ü r k D e v rimi'nin d o ğ r u d a n d o ğ r u y a bir gerikalmışlık lumbilimi sayılacak görüşlere s a h i p a n l a t a n bir belgedir.
top-
bulunduğunu
oluşturan genellemeleri çıkarsamamızı sağlayacak niteliktedir. İncelememizde önce ancak laik anlayışla olanaklı olan bu genel teşhisleri, sonra da, laiklik bağlamımda olmak üzere bunların Türkiye somutuna uygulanış biçimlerini göreceğiz. «Toplumsal Değişme» ya da «toplumsal Gelişme» anlayışı - Gerikalmışlık toplumbilimi her şeyden önce kilit önem taşıyan «toplumsal değişme» kavramını «toplumsal gelişme ya da ilerleme» olarak anlamaktadır. Bu tanım gerikalmışlık olgusu karşısındaki yeni yaklaşımın ayırdedici özelliğidir. Gerçekten çağdaş dünya ve toplum koşulları artan bir ölçüde kabul ettirmektedir ki toplumsal değişme toplum düzeninin (toplumsal yapının ve kurumların) demokratikleşmesidiri insanın hem doğal, hem toplumsal çevresini gittikçe daha çok bilgili denetimi altına alarak özgürleşmesi, kendisinin toplum -dahası dünya- içindeki yerinin Tanrısal bir buyruk sonucu olmadığını kavraması; soyuna, uğraşma, inancına bakılmaksızın «insan» ın en yüce değer düzeyine yükselmesi sürecidir. Bu oluşumun toplum yapısındaki belirişi tarım dışı etkinliklerin gelişmesi ve türlüleşmesi, tarımın da gittikçe daha çok sayıda insanın tarım dışı alanlarda çalışmasına olanak verecek ölçüde verimli araç ve yöntemlerle yapılmasıdır. Bir çiftçi kendisinin dışında, çiftçilik yapmayan bir ya da daha çok sayıda insanın beslenmesine yetecek ölçüde verimli üretim yapamazsa sanayi, ulaşım, değişim, sağlık, eğitim, bilim, sanat... alanlarının gelişmesine olanak bulunamaz. İşte, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemen oluşu sürecinin çatısının bu olduğunu görmek, çağdaş dünya ve toplumum
nesnel koşullannca gittikçe daha çok hem olanaklı, hem de zorunlu olmaktadır. • Türk Devrimi, gerikalmışlık ortamının bu yaklaşımla kavramşmm ilk örneği olduğu gibi, dünya, görüşüyle, meşruluk ölçüleri ve otorite simgeleriyle, kurumlan ve kavramlarıyla çağdaş bir toplum gerçekleştirme atılımının da bütün elverişsiz koşullara, karşın kanımca en başarılı örneğidir. Mustafa Kemal'in sömürgeleştirilmekte olan bir toplumu bağımsız, özgür, çağdaş ve gelişkin bir topluma dönüştürmenin, temelinde laik anlayış yatan ve bütünselliği içinde uygulanacak bir programı zorunlu kıldığını daha Samsun'a hareket etmeden bilinçli olarak kavramış bulunduğu, dahası, çocukluğundan başlayarak üzerinde kafa yormuş olduğu' kanıtlanmış bir olgudur: 7/8 Temmuz 1919 gecesi sabaha karşı Erzurum'da Mazhar Müfid'in (Kansu), kimseye göstermemesi koşuluyla not defterine yazdırdığı program, bütünüyle Türk Devrimi'nin programıdır.0 Daha sonra halifeliğin'kaldırılışı.sırasında Ahmet Cevat Emre'ye bütün bu konuların üzerinde çocukluğundan beri düşünmüş olduğunu söylemiştir.6 Türk Devrimi'nin geri-bırakılmışlığm anatomisi ve aşılması konusundaki çözümlemesi, bilimin işlevsel olması zorunluluğunun, kavranışıyla biçimlenmiş olup, : bugün bir disiplin olarak gelişmiş bulunan «Gerikalmışlık Toplumbilimi» nin temelini oluşturan şu olgu. o
Mazhar
Müfid
Kansu,
Erzurum'dan
Ölümüne
türk'le B e r a b e r , T ü r k T a r i h K u r u m u Y a y ı n ı , .«
Anlatan
Şevket
Süreyya
Aydemir,
tabevi, 1969, Cilt İ I I „ S. 318.
Tek
Kadar
Ata-
1966, S. 131.
Adam,
Remzi
Ki-
lan gözönünde tutmaya özellikle özen göstermiştir 7 : Herşeyden önce sömürülen toplumun , geri kalmışlığı ile sömürgeci kapitalist Batı devletlerinin oluşum ve gelişiminin birlikte başlayıp, birlikte yürüyen bir, süreç olduğu açıklık kazanmaktadır. Batı Avrupa'da derebeyci ilişkiler yerlerini kapitalist ilişkilere bırakırken Batı-dışı dünyanın geri kalmışlığın ilk deneyimleri olarak yağmalara, yıkımlara, altın ve gümüş talanlarına uğradığı, Afrika'nın ise nüfusunun Önemli bölümlerinin köle yapılmak üzere Atlantik ötesine götürüldüğü, bu durumun şöz konusu ülkelerin- geri kalmışlığında çok önemli bir başlangıç noktası olduğu, ayni iki küme ülkeler arasındaki sömürü ilişkisinin günümüzde de nasıl sürebilmekte olduğunu açıklayabilmek bakımından çözümlemeye katılması zorunlu olgulardır. Bunun gibi, Batı toplumlarında yapım (imalât), üretimi hız kazandıkça Batı-dışı dünya ülkelerinin, hem hammadde kaynakları, hem de tüketim pazarı olma özellikleri ile sömürgeci zihniyetti sanayileşmiş Batı için artan ölçüde vazgeçilmez oldukları, böylece da7 ha 1800'lerden başlıyarak kapitalist Batı ülkelerinin Batı-dışı dünya ekonomilerini «hammadde çıkarımı ve dışsatım - için - tarımsal - üretim» doğrultusunda yöneltegeldiği gözönünde tutulmuştur. Batı karışması yokken bu toplumlarda gerek hammadde, gerekse tarımsal ürün üretiminin, ülke halkının gereksinimlerini karşılamaya yönelik olmasına karşın, Balı yayılması üzerine tersine bir yön aldığı, asıl olarak sömürgeci sanayileşmiş kapitalist Batı ülkelerinin değişim geı
Bu
olguları
düzenli
bir
bütünlük
içinde
sunan,
benim
b u r a d a çok y a r a r l a n d ı ğ ı m bir inceleme için bkz.: Ğ u y cher, Ohangement. Şoeial, Editions
HMH,
1968.
de Ro-
reksinmelerini karşılamaya yönelik bir niteliğe büründürüldüğü kavranmıştır. Ürünleri Batı mallarıyla yanşamayınca işlerinden olan zanaatkarların, uyarlanabilecekleri yeni tür sanayinin bulunmaması sonucu kentlerin işsiz nüfusunu oluşturdukları; buna karşılık köylülerin kendi ürünleri için bu geleneksel pazarı yitirmekle birlikte, sanayi ürünleri satıcısı- Batılıları alıcı olarak hazır bulmaları nedeniyle yerli sanayi dallarının "gelişmei olanağı bulamadığı, ülke ekonomisinin de böylece onların gereksinmelerini karşılamak üzere maden çıkarımı ve hammadde üretimi ile sınırlı kaldığı anlaşılmıştır. Kapitalist ve kapitalizm-öncesi ekonomilerin bu karşılaşmasının doğal sonucu, Batı-dışı dünyanın ürettiği değerlerin Batı'ya, akması olmuştur. Çünkü sömürülen ülke ekonomisi, bu ortamda, zenginlikler üretmeye yetenekli, ama bunu biriktirmeye yetenekli değildir. Biriktirmek, başta sanayi olmak üzere, tarım dışı üretim alanlarına yatırım yapmakla olur. Bunun için ise teknolojik, yetişmeden, büyük çaplı üretim örgüt-, lerini kurup yönetmeye, ulaştırmadan, eğitim, sağlık ve sanata ... varıncaya değin çağdaş uygarlığın ilke ve ürünlerini kavrayıp benimsemek ve uygulamak gerekli. İşte sömürgeci düzen aşağıda belirtileceği üzere bu ülkeleri söz konusu toplumsal ilerlemeyi gerçekleştirmekten alıkoyucu çok yönlü bağlar altına almakta ve bu bağlar yatırım yapılmasını engellemekte, yatırım eksikliği bu bağları daha da güçlendirmekte ve kısır döngü böylece sürüp gitmektedir. Bu sürecin gözlemlenmesi, Batı kapitalizminin gelişimi ile Batı-dışı dünyanın geri kalmışlığının nasıl daha da
çözülmez bir biçimde birbirleriyle bağlantılı duruma girdiğini kavramamıza olanak vermiştir.8 Böylece sömürülen ülkelerin, sömürgeci ülke ekonomisinin zenginleşmesi ve egemen durumunu sürdürebilmesi için yararlı, giderek de zorunlu olan kaynakların elde edildiği yer durumuna düştüğü, dünya kapitalist ülkeler pazarının bütünleşmiş birer parçası olduğu, ancak bu durumun onlara tümsel ve dengeli değil, tersine çok sınırlı alanlarda bir gelişme olanağı verdiği kavrânmıştır. Sonuç çok sınırlı etkinlik alanlarında ve çok sınırlı coğrafyasal kesimde (örneğin liman kentlerinde, sömürülen hammadde kaynağının ya da maddenin üretildiği, çıkarıldığı alanda) bir gelişmenin sağlanabilmesidir. Oysa bir ülkenin gelişmesi, yukarda da belirttiğimiz üzere tarımda ve özellikle de tarım dışı etkinlik alanlarında (sanayi dallarında, eğitimde, sağlıkta, ulaştırma-haberleşmede, bilim ve sanatta) üretkenliğin ve verimliliğin artması ve bütün bu etkinliklerin ülke yüzeyinde de, halk arasında da dengeli bir biçimde dağılması koşuluna bağlıdır. «Gelişme» nin birkaç kentte toplanması, gerçekte gelişmenin değil, gerikalmaşlığm göstergesidir. Gerçi sömürgeci ülkenin sömürülen ülke halkından da, zorunlu olduğu ölçüde işgücü kullandığı, bun' l a n eğitip ücret ödediği görülmektedir. Yeni teknoloji, para kullanımı ve kredi yollarım getirdiği, bunlarla birlikte yeni değerler ve örnekler oluşmasına, böylece de toplumsal değişmelere yol açtığı söylene-, bilir. Kendi az sayıdaki işletmeleri için zorunlu hiz8
Kemal ve
bizi
Atatürk'ün yutmak
açıklaması
bu
«Bizi' mahvetmek İsteyen
kavrayışın
isteyen
kapitalizme» bir
işaretidir.
emperyalizme
karşı Bkz.:
savaşıldığım Atatürk'ün
Söylev ve Demeçleri, C. I, S. .196, T ü r k İ n k ı l â p T a r i h i titüsü Y a y ı n ı ,
1961.
Ens-
metler kurduğu (demiryolları, karayolu ağları, uzaktan iletişim düzenleri), bütün bunlar için de yine yerli halktan yararlandığı görülmektedir. Ancak «gelişme» kavramı bütünlüğü içinde ele alınınca bütün bunların sömürülen toplumun ekonomik gelişmesini sağladığı değil, tersine bunu durdurduğu, yavaşlattığı ya da önlediği açıkça anlaşılır. Şu dört temel nedenden ötürü sömürgeci flüzen ekono-. mik gelişmeyi engeller: 1) «Gelişim» bilinçli, olarak be]li kaynaklar ve belli kesimler alanında sınırlı' tutulmaktadır. Başka deyişle bütüncül (global) bir gelişme söz konusu değildir. Tersine sömürgeci ülke hemen her sömürdüğü ülkede kendi geliştirdiği sınırlı alan dışında, tüketim için - üretim düzeyini korumak yolunda büyük, özen gösterir. Çünkü kendisi ile yarışacak ulusal sanayinin kurulmasını önlemek zorunluluğundadır. 2) Sömürge ülkede elde edilen maddeler genellikle yerinde işlenmemekte, sömürgeci ülkeye götürülerek orada işlenmektedir. Böylece sömürülen ülke çok yönlü bir gelişme etkeninden yoksun kalmaktadır. 3) Yerli işgücüne ödenen ücretler her zaman çok düşük olmuştur. Böylece yaşam düzeyi de, umma, (ya da özlem) düzeyi de çok düşük bir düzeyde tutulmaktadır. , * 4) Yerel işgücü ancak astlık mevkilerde çalıştırılmaktadır; yabancı teknisyenlerin ve yöneticilerin düzeyine hiç yükselememektedir. Siyasal Bağımlılık Sömürülen toplumdaki önemli tüm siyasal kararlar değişik ölçülerde olmakla birlikte sömürgeci ülke (1er). tarafından etkilenmektedir. Açık sömürgeci-
lik biçiminde yerel halkın siyasal erk sürecine katılması sömürgeci tarafından hiç hoş karşılanmaz, hiç özendirilmez. Halk hareketlerinin önderleri hep «kışkırtıcı», «bozguncu», «asi» sayılıp türlü baskılara uğratılır, dahası öldürülür. Dernek kurma gibi siyasal etkinlikler hiç hoş görülmez." Sömürgeci ülkenin buralara yerleşen yönetici, memur, teknik adam, din adamı, komiser, subay, asker... gibi görevlileri, iş adamları, ticaret adamları... ile yerli halk arasındaki ilişkiler iş r ve günlük yaşamın zorunlulukları ile sınırlı olup bunun dışında her iki kesim birbirine karşı kapalı bir yaşam sürdürürler. Sömürgeci, yerli halk arasında soy, din, dil, ekin, boy, mezhep... bölünmeleri bulur, derinleştirir ve kinler yaratır; eski kinlerin küllerini eşeler. Dinsel biçim alan sömürüyü, bağnaz, gerici akım ve grupları des. Iekiiyerek sürdürür. Yerli halkı böylece «atomlaştırma», bölüp parçalama, koyu cahilliğin karanlığı içinde tutma ve böylece daha «kolayca sömürme yollarına yoğun biçimde başvurur. Bu ufalanmanın ve bilgisizliğin halk arasında, bağımsızlık ve gelişme için zorunlu olan toplu, ortaklaşa eyleme olanak bırakmıyacağım bilir. Bölünmenin asıl mimarı olan aynı sömürgeci ve onun yerli işbirlikçileri bu parçalanmayı ülkedeki ulusal, demokratik gelişmeleri engellemeye gerekçe yapar: «Siz henüz demokrasiyi gerçekleştirecek düzeyde değilsiniz» der. Bu sömürgeci tutumu yerli halkta bir aşağılık duygusu, bir benzeme özlemi doğurur. Osmanlı Tanzimat aydını Ziya Paşa'nın «Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşaneler gördüm - Dolaştım mülk-ü İslâmı «
1906'da giüli olarak
kurulan
n i n b ü y ü k baskılar
a l t ı n d a kaldığı
Vatan
ve H ü r r i y e t bilinmektedir.
Cemiyeti'-
bütün viraneler gördüm» deyişinde, ya da «Asılacaksan İngiliz sicimiyle asıl» halk deyişinde olduğu gibi. Ancak sömürgeci gibi olmanın olanaksızlığı algılanmaya başlar başlamaz bu kez tepki gösterme, sömürgeciyi temsil eden her şeyin reddedilip yadsınması tutumu oluşur. (Rumlar yapıyor diye terziliği, dişçiliği, kuyumculuğu... yapmıyan, onlar yiyor diye lahos balığını bile yemiyen Türklerin örneğinde olduğu gibi; «asrilik» ( = çağdaşlık) sözcüğünün dinsizlik sayılışında olduğu gibi.) Yüzlerce, binlerce yıl gerilerde kalmış eski dönemlerin ölçülerine dönmek gibi yine çıkar yol olmayan tepkilerle güçlerini.tüketmelerine yol açar. Giderek sömürülen halkta bir kişiliksizleşme ve ruhsal dengesizlik ortaya çıkar. Ne özendikleri «Başkası»na benzemeyi, ne de kendi kendileri olup o «Başkasından ayrılmayı başaramayan,, açmaz içinde topluluklara dönüşürler. İlişki Noktaları
,
Sömürülen topİum, aralarında ilişki noktaları çok sınırlı olan iki kesime bölünür: bir yanda çoğu sömürgeciyle iş ve çıkar birliği içinde olan yönetici kadro ve çoğunlukla halktan, toplum gerçeklerinden kopmuş olan aydınlardan oluşan dar kesim; öte yanda sömürülen geniş halk yığınları.10 Sömürü düzenini sürdürüp pekiştirmek üzere başlıca dört mekanizma var: ' siyasal erk, okul, işyerleri ve dinsel kuruluşlar. Palıh Rıfkı Atay toplumunu
19. yüzyıl
anlatırken
sonu. 20. yüzyıl başı
şunları
, ye asker idare a d a m l a r ı gelerdeki koloni a d a m l a r ı
yazıyor:
ile halk
arasındaki
fark,
ile yerliler a r a s ı n d a k i
dırırdı.» Ç a n k a y a , B a t e ş Y a y ı n e v i ,
Osmanlı
«Taşralarda,
1980, S. 28.
sivil
sömür-
farkı
an-
Geleneksel siyasal erk az ya da çdk ölçüde sömürgeci siyasal erkin denetim etkisi altındadır. Bu niteliği ile halk ile sömürgeci arasında bağ kurar. Sömürgeci erk bunlar aracılığı ile amaçlarını yürütür; işyerlerinde çalıştıracağı işçi ve görevliyi bulur; «kamu» işlerini gördürür (güvenlik, adalet, ulaşım, sağlık, eğitim v.b. hizmetleri). Böylece yerel erk, halkı sömürge düzeninin ölçü ve kurallarına «toplumsallaştırıcı» bir işlev üstlenir. Bu ölçü ve kurallara ters düşen geleneksel davranışları da, yeni tutum ve değerleri de önleyecek olan, yerel erk sahibi kesimdir. Toplumda özerk gelişime ters düşen boş inançların, gelenek-göreneklerin ise sürdürülmesi, canlı tutulması yine bu kesimin üstlendiği bir iştir. Kendileri sömürgecinin ölçülerine göre davrandıkları halde (örneğin müslüman sömürgelerde içki içme, domuz eti yeme, Batılı gibi giyinme-davranma) halkın önünde bunların tersinin gösterişini yapar, dinden, inançtan söz ederler. Ama geleneksel değerler arasında sömürüye, baskıya, eşitsizliğe direnişi, bunlardan yakınmayı anlatan kültür değerlerinin (Örneğin halk şiirinin ve türkülerinin) dile getirilmesine, canlandırılmasına ise karşı koyar, türlü suçla. malarla bunu önlerler. Eğitim, özellikle orta ve yüksek eğitim, sömürge halkının çok küçük bir bölümüne, büyük çoğunluğu ile erk sahibi sınıfın üyelerine açıktır. Amaç «uygarlaşmış» denilen (aslında sömürgeciyle işbirliği yapabilecek) bir seçkinler katmanı yaratmaktır. Yerel yönetim, işyerleri ve kamıı hizmetlerindeki yukarı basamakları bunlar dolduracaktır. Halk ile yerel erk sahibi katman arasında aracılık yapacak olanlar buutlardır. A m a bir yandan da -daha doğrusu bu yüzden de-' toplumun en kıyı-kümesi yine bu aydınlardır. Her
iki yanca da hiçbir zaman «Biz kümesi» içine alınmazlar. Nitekim kurtuluş ve bağımsızlık devrimlerinin en ateşli yandaşları bunlar arasından çıkmaktadır. Sömürgeci" etkinlikler dolayışıyla açılan okullar gibi, ticarethaneler, yazıhaneler, sanayi kuruluşları da sömürü için gerekli ve yararlı sayılan tutum, davranış ve alışkanlıkların oluşturulup pekiştirildiği yerlerdir. Buralarda hep sömürgeci «eğitici »dir. Yerli halk kendilerine hep yabancı kalan, bir türlü yetişemedikleri bir düzene, sömürü için zorunlu olan ölçüde rözellilde de yerel erk sahibi katman aracılığı ile- alıştırılıp «toplumsallaştırılmak» istenmektedir. Sömürgeci toplumun ölçü ve uygulamaları hep «üstün» olarak sunulmaktadır, bu «eğitim» çalışmalarında. Böylece bir yandan yerli bireyler; bir yandan yerli sömürülen toplum «kişiliksizleşmekte»dirler. Topluluk artık kendisini eskisi gibi tanıyıp tanımlamamaktadır. (Abdullah Cevdet'in Türk ırkını ıslâh etmek için «üstün» ırklardan yararlanılması önerisinde olduğu gibi.) Sömürge düzeni ile ilgili etkinlikleri kendi istenci ve girişimi ile oluşturmuş olmayıp bu etkinliklere sürüklenerek kattınlmıştır. Bu duruma karşı sömürge toplumda oluşan, tepkiler -geleneksel geniş kesim varlığını üstelik sömürgecinin de yardımı ile koruyup sürdürdüğü için- geleneksel değerler biçiminde, bu yüzden de geçersiz ve etkisiz yollardan ortaya çıkmaktadır. Aşağılık duygusundan korunabilmek üzere geleneksel toplum tarihine, geçmişine, sömürgeleşme öncesi toplumsal örgütleniş biçimine dönerek lcendi-üzerine kapanmak gibi bir tutum takınmaktadır. Bü sık sık «mezar taşıyla övünme» biçimini almakadır. (Panislamizm, Pantürkizm, Osmanlıcüık... gibi) Öte yandan dinsel inanç ye değerler yöresinde toplu eylemlere başvurulmakta, tarikatlar, mezhepler, gizli dinsel der-
nek ya da örgütler gelişmektedir. Aslında her iki türlü tepkiyi de sömürgecinin özendirip desteklediği görülmektedir. Çünkü sömürü düzenini ortadan kaldırıp Önleme bakımından başarılı olabilecek tepki biçimleri değildir bunlar. Daha çok yerel erk katmanının halkla ilişkilerini rahatlatıcı olacağı, bölünme v e ufalanmayı arttıracağı söylenebilir. Sömürgelikten Kurtuluş Görüldüğü gibi sömürge toplum .özesk gelişim için zorunlu olan iç atılımlardan ve canlılıktan yoksun kılınmış toplumdur. Merkezi sömürgeci toplum olan b^r düzenin yöresinde, kıyısında, tek yanlı biçimde ye toptan merkeze bağlı ( = periferik) bir topluma dönüşmüştür. Girişimler, kararlar çoğunlukla hep merkezden gelir; Ekonomisi tümüyle sömürgeci toplumun gereksinmelerine,' çıkarlarına, gelişim durumuna göre, onun yararına olacak, biçimde kurulur ve yöneltilir. Sömürülen kesimleri ölçüsüz gelişme gösteren, gerisi ise ilkel, geleneksel, tüketim - için - üretim düzeninin egemen olduğu, doğal kaynakların işletilmesinde ileri yapım ve işleyim dalları (imalât ve sanayi) isa yok denecek ölçüde zayıf, çok dengesiz ekonomiye sa}ıip bir toplum. Geleneksel kesim çok yaygm olarak yürürlükte bulunduğundan yapay olarak gelen çağdaş toplum öğeleri kök salamamaktadır. Küçük bir. eğitilmiş seçkin tabakanın altında ve- «uzağında» (ondân soyutlanmış) çok geniş abecesiz yığınlar; ilkel ülke koşullarının ortasında yapay olarak türemiş kimi kentler ya da kentleşmiş semtler; yetişkin işgücü yokluğunun, yanıbaşmda yaygın işsizlik sömürge yapısındaki dengesizliklerin belirtileridirler. Derin bir aşağılık ve yetersizlik duygusu altında geçmişe sığınılmakta, masal
ya da düşülke (ütopya) niteliğindeki önermelerde kurtuluş aranmakta olan, gelişme için gerekli bireysel ye topluluksal güdülerden yoksun kalan bir toplumdur sömürge. Bütün bu ekonomik, toplumsal ve ruhsal çarpıklıklar sömürge toplumun gelişmesini son derece güç, neredeyse aşılmaz denilebilecek sorunlarla dolu kılan öğelerdir. Sömürgelikten kurtuluş, bağımsızlık ve gelişme süreci, bilimsel düşünüşe yönelme, ulusal kimlik kazanma, yurt, kavramı oluşturma ve bütünleşmiş (entegre olmuş) bir toplum olma sürecini anlatır. Sömürgeleştirme, olağan toplumsal gelişmeyi engelleyip saptırmasaydı doğal olarak görülecek olan bu oluşumu kısıtlamış, çarpıtıp dengesizleştirmiş, böylece gelişmeyi engellemiştir. Ancak, doğrudan doğruya kendisi de, geliştirici etkisi olan kimi öğeleri sömürgeleştirdiği topluma getirmeden edememiştir. Bu niteliği ile sömürgeleştirme sürecinin de diyalektik bir süreç olduğu söylenebilir. Bütün eksikliğine ve dengesiz dağılımına karşın, sömürgeci etkinliklerin getirmeden edemediği başlıca değişme etkenleri şunlardır: Çağdaş ulaştırma ve iletişim araçları; ileri uygu-' layımbilime dayalı kimi sınaî kuruluşlar; par'a, kredi kurumları, pazar ekonomisine özgü davranış biçimi; kimi kamu hizmetleri. Sömürgeci etkinlikleri için zorunlu olduğu ölçüde sınırlı, alanlarda gerçekleştirilen ekonomik gelişimin, toplumun geri kalan kesimleri üzerindeki etkileri. Toplum bir bütünlük olduğu için gelişkin kesimin geri kesimleri hiç etkilememesi beklenemez. Sömürgeci düzen toplumsal kümelerdeki ve kişilerdeki atılımcı güdüleri bir yandan sınırlayıp engel-
lemekle birlikte, öte yandan bir takım istekler, özlemler yaratır;, bunların karşılanamaması sonucu gerginlikler, düşmanlıklar doğurur; bunlar giderek yabancı sömürgeciye karşı toplumsal eylem programı oluşması sonucu verebilir. Bu etkenler sonucu oluşan kurtuluş akımını toplumun «aydın seçkinler» kesimi anlatıma kavuşturup, örgütlendirir ve yönetirler. Bu «aydın seçkinler» askersivil kamu yöneticilerinden, üniversite üyelerinden ve gençliğinden, serbest meslek üyelerinden oluşur, kimi geleneksel önderlerin desteğini de elde edebilirler. Bağımsızlık akımını başlatıp yönelten bu aydın seçkinler kesimi başlangıçta geniş halk kesiminin ilgisizliği, duyumsamazlığı, korkusu, dahası açık düşmanlığı ile karşılanmakta; tutucu, değişimden zarar görecek bip kısım erk sahibi önderlerle de çatışmaya girmektedirler. Başka deyişle sömürgelikten, kurtuluş mücadelesi, toplumun geleceğinin nasıl olması gerektiği konusunda değişik görüşteki iç güçler arasında bir mücadele ile. başlamaktadır. Örneğin Mustafa Kemal,' yanıbaşmdaki bir Kâzım Karabekir'in kendi önderliğinden kaygılandığım görmekte, ondan «Telgraflar ve genelgeler altında sizin imzanız olmamalıdır; siz (münferit) görünmemelisiniz» yolunda şifreli telgraflar almaktadır; Karabekir'in özel konuşmalarında ise «efendim herkes Mustafa Kemal'in padişahı indirip yerine kendisinin geçeceğini söylüyor» dediğini duymaktadır.
Kurtuluştan Sonra Siyasal bağımsızlığı kazanmanın ekonomik bağımsızlığı elde etmeye, sömürülmekten kurtulmaya yet-, mediği, ekonomik bağımsızlığın çok daha çetin bir iş
olduğu biliniyor. Başka deyişle siyasal bağımsızlık elde edildikten sonra da ekonomik bağımlılık devam ediyor. Ulusal gelirin arttırılması, yaşam düzeyinin yükseltilmesi için yeni ulus sermayeye, makineye, krediye, yetişkin işgücüne gereksinme duyar.' Bunlar ise sömürgeci gelişkin devlette vardır. Bu durum siyasal bağımsızlığı bile yeniden tehlikeye düşürebilecek ağırlıkta bir dengesizliktir.11 , Bir yandan da ulusal bağımsızlık hareketinin öncü güçleri kendi aralarındaki erk kavgalarından yıpranırlar. Eskiden var olan ve sömürgecinin özellikle derinleştirip ağırlaştırdığı iç bölünmeler bağımsızlıkla birlikte ortadan kalkmamaktadır. Bütün bunlar siyasal bağımsızlığa kavuştuktan sonra da sömürgeciliğin bu toplumları etkilediğini, ekonomik sömürünün süregidebileceğini göstermektedir. Dışardan alınan ideolojik modellere bağımlılık bilimsel yöntemin yerine geçebilmektedir. Kendi Sözleriyle Mustafa Kemal'in «Gerikalmışlık» ve «Kurtuluş» anlayışı İşte Türk Devrimi, sömürgeciliğin ve gerikalmışlığm böyle bilimsel yönteme dayalı, bütüncül bir çözümlemesi ışığında biçimlenen kurtuluş hareketlerinin adıdır. Mustafa Kemal'in 19 Mayıs 19i9'da, üstlendiği ulu görevi nasıl tanımlamakta olduğunu anlatan düşünceleri bunun kanıtı değerindedir: ı ı . İsmet • İnönü, Lausanne'da Lord Curzon'un
kendisine
k ı n d a b e n d e n kredi istemeğe geldiğinde b u g ü n b ü t ü n ' isteklerimi
kabul
etmek z o r u n d a
«ya-
reddettiğin
kalacaksın»
dedi-
ğini, h e m e n her L a u s a n n e a n d l a ş m a s ı yıl d ö n ü m ü n d e özellikle
anlatırdı.
Burada pek önemli olan bir noktayı da belirtmeli ve açıklamalıyım. Ulus ve ordu, padişah ve halifenin hainliğinden haberli olmadığı gibi, o makama ve o makamda bu-, lunana karşı yüzyılların kökleştirdiği dinsel ve geleneksel bağlarla itaatli ve bağlı. Ulus ve ordu kurtuluş yolu düşünürken bu kalıtsal alışkanlığın yöneltmesi ile kendisinden önce yüce halifelik ve saltanat- makamının kurtuluşunu ve dokunulmazlığını düşünüyor. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşün anlamını kavramak yeteneğinde değil... Bu tutuma aykırı oy ve görüş belirteceklerin vay haline! Hemen dinsiz, vatansız, hain, olur; toplum dışına kovulur... N U T U K , C. I; s. 10-11 ( T ü r k D e v r i m T a r i h i Enstitüsü Y a y ı n ı
1959)
Başka önemli bir noktayı da anlatmak gerekir. Kurtuluş yolu ararken İngiltere, Fransa, İtalya gibi ,büyük devletleri gücendirmemek temel sayılmaktaydı. Bü devletlerderj. yalnız biriyle bile başa çıkılamıyacağı kuruntusu hemen bütün beyinlerde yer etmişti. • Bu düşünüşte olan yalnız halk değildi; özellikle seçkinler denilen insanlar böyle düşünüyordu. Demek ki kurtuluş yolu ararken iki şey söz konusu olmayacaktı. Bir kez İtilâf devletlerine karşı düşmanca tutum alıhmıyacaktı ve padişah ve halifeye canla başla sadık kalmak temel koşul olacaktı. NUTUK,
a.g.e., s. 11
İstanbul'da bir bölüm devlet adamı da gerçek kurtuluşun Amerikan mandasını istemek ve sağlamakta olduğu kanısmdaydılar. Bu kanıda bulunanlar düşüncelerinde çok direttiler, kesin doğru tutumun kendi görüşlerinin geçerli sayılmasında olduğunu kanıtlamaya çok çalıştılar. Bu hususta da sırası gelince kimi açıklamalar yapacağım.1'-1 . NUTUK,
C. I,
s. 7
Efendiler, ben, bu kararlardan hiçbirini yerinde bulmadım. Çünkü bu kararların dayandığı bütün kanıtlar .ve mantıklar çürüktü, dayanaksızdı. Gerçekte içinde bulunduğumuz tarihte Osmanlı Devleti'nin temelleri çökmüş, ömrü tamam olmuştu. Osmanlı ülkeleri tümden parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk'ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son konu onun da bölüşülmesini sağlamakla uğraşılmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükümet, bunların hepsi dayanağı kalmamış birtakım anlamsız sözlerden ibaretti... Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da ulusal egemenliğe dayalı, i2
NUTUK'da
daha
sonra
bu
konuda
verilen
açıklamalara
göre, söz konusu devlet a d a m l a r ı ve a y d ı n l a r M u s t a f a
Ke-
m a l ' e çektikleri t e l g r a f l a r l a , adil bir hükümet kurması,
ge-
nel
eğitimi
yaygınlaştırması
mandaterliği . kabul
etmesini
gibi
koşullarla
istemeği
Amerika'dan
önerirler.
Mustafa
K e m a l ' i n cevabı şudur: « A d i l bir h ü k ü m e t k u r m a s ı n ı A m e rika'dan
isteyeceksek
bağdaşmayacağı
bunun
açıktır. G e n e l
hükümetin eğitimi
bağımsızlığı
ile
yaygınlaştırmak
ile
n e d e n m e k isteniyor? Ü l k e n i n her y a n ı n d a A m e r i k a n o k u l ları açılması mı istenmektedir.?» N U T U K , C. I, s. 93 vd.
F.:
4
40
kayıt ve koşulu olmadan bağımsız bir Türk devleti kurmak... Bu kararın dayandığı en güçlü düşünce ve mantık şu idi: Temel, Türk ulusunun haysiyetli ve onurlu bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu temel ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla elde edilebilir. Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktanyoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir işleme lâyık olamaz... Öyleyse ya bağımsızlık, ya ölüm. İşte gerçek kurtuluş istiyenlerin parolası bu olacaktı. N U T U K , a.g.fe., C. I, s. 12-13
Görülüyor ki verdiğimiz kararın uygulamasını sağlamak için henüz ulusun bilmediği sorunlara değinmek gerekiyordu. Kamuca söz konusu edilmesinde büyük sakıncalar olduğu düşünülen hususların söz konusu olması kesinlikle zorunlu bulunuyordu. Osmanlı hükümetine, Osmanlı padişahına ve müslümanl&rın halifesine başkaldırmak ve bütün ulusa ve orduya başkaldırtmak gerekiyordu. Türk ata yurduna ve Türk bağımsızlığına saldıranlar kimler olursa olsun, onlara bütün ulusça silâhla karşılık vermek ve onlarla savaşıma girmek gerekiyordu. ' N U T U K , C. I , s. 93 vd.
Bu önemli kararın bütün gereklerini ve zorunluluklarını ilk günden açıklayıp anlat-
mak elbette uygun olmazdı. Uygulamayı bir takım aşamalara ayırmak ve olay ve gelişmelerden yararlanarak ulusun duygu ve düşüncelerini hazırlamak, ve basamak basamak yürüyerek ereğe varmağa çalışmak gerekiyordu. NUTUK,
a.g.e., C. I, s. 14-15
Belirlenen ulusal savaşım, dış saldırıya karşı yurdun kurtarılmasını tek erek .saydığı halde, bu ulusal savaşımın başarıya ulaştıkça, aşama aşama, bugünkü döneme değin ulusal iradenin bütün temellerini ve biçimlerini gerçekleştirmesi doğal ve kaçınılmaz bir tarihsel akış idi. Bu kaçınılmaz tarih akışını geleneksel alışkanlığı ile hemen- hisseden hükümdar hanedanı ilk andan başlıyarak ulusal savaşımın amansız düşmanı oldu. Bu kaçınılmaz târih akışını ilk anda ben' de gözlemledim ve hissettim. Ama sonu da kapsayan bu hislerimizi ilk anda tam olarak açıklayıp anlatmadık. Gelecek olasılıklar üzerine çok konuşma, giriştiğimiz gerçek ve maddi savaşıma düş niteliği verebilirdi; dış tehlikenin yakın etkileri karşısında. üzüntü duyanlar arasında geleneklerine, düşünce eğilimlerine ve ruhsal durumlarına aykırı düşen olası değişikliklerden ürkeceklerin ilk anda direnmelerine yol açabilirdi. Başarı için işlemsel ve güvenli yol her aşamayı zamanı geldikçe uygulamaktı. Ancak bu işlemsel ve güvenli başarı yolu, yakın çalışma arkadaşlarım olarak ta-
nmmış kişilerden kimileri ile aramızda, zaman zaman görüşlerde, işlemlerde, uygulamalarda temelli ve ikincil önemde birtakım anlaşmazlıklar, kinler ve dahası ayrılmaların da nedeni ve açıklaması olmuştur.; Ulusal savaşıma birlikte başlayan yolculardan kimileri, ulusal yaşamın bugünkü Cumhuriyete ve Cumhuriyet yasalarına değin gelen gelişimlerinde, kendi düşünüş ve ruh yapılarının kapsam sınırları bittikçe, bana karşı direnmeye ve aykırı davranmaya geçmişlerdir. Bu son sözlerimi özetlemek gerekirse, diyebilirim ki ben ulusun vicdanında ve geleceğinde hissettiğim büyük gelişim yetisini, bir ulusal sır gibi vicdanımda taşıyarak, azar azar, bütün toplumumuza uygulatmak zorundaydım. '
N U T U K , a.g.e., C. I. s. 15-16
İstanbul'da önemli sayılacak girişimlerden biri İngilizseverler Derneği idi. Bu addan, İngilizlere sevgi duyanların kurdukları bir dernek anlaşılmasın! Bence bu derneği oluşturanlar kendi kişiliklerini ve kişisel çıkarlarını sevenler ve kişilikleri ile çıkarlarının korunması yolunu Lloyd George hükümeti aracılığıyla İngiliz koruyuculuğunu elde etmede arayanlardır.... Bu derneğe katılanların başında Osmanlı padişahı ve yeryüzü halifesi şanını taşıyan Vahdettin, Damat Ferit Eaşa, İçişleri Bakanlığında-bulunan Ali Kemal... ve Sait Molla bulunuyordu... ve işlemlerle gerçek
leştirilen işlerden anlaşıldığına göre derneğin başkanı Rahip Frew idi. Bu derneğin iki yönü ve niteliği vardı. Biri açık yönü ve uygar girişimlerle İngiliz korumasını istemeğe ve sağlamaya yönelik niteliği idi. Öbürü gizli yönü idi. Asıl etkinlikler bu yöndeydi. Yurt içinde örgütle-: nerek başkaldırı ve ayaklanma çıkarmak, ulusal bilinci kötü'rüm kılmak, yabancı karışmasını kolaylaştırmak gibi haince girişimler derneğin bu gizli kolunca yöneltilmekteydi. Sait Molla'nın' derneğin açık girişimlerinde olduğu gibi gizli yönünde de ondan da çok payı bulunduğu görülecektir. NUTUK,
a.g.e.,
C. I ,
s. 6-7
f
Tam bağımsızlık bizim bugün üstlendiğimiz görevin asıl ruhudur. Tam bağımsızlık denildiği zaman doğal olarak siyasal, mali, iktisadi, adli, askeri ve bunlar gibi lıer hususta tam bağımsızlık ve tam Serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi. birinde bağımsızlıktan yoksun olma ulus ve ülkenin gerçek anlamında bütün bağımsızlığından yoksun olması demektir. • '
'
NUTUK,
a.g.k., C. II, s. 624
Toplumda ü n t
• •
.Laikleşme
f e
Siirea
Birinci bölümde Türk Devrimi'nin bağımsız, demokratik, uygar bir ulusal toplum kurmayı amaçladığını, bu amaca yönelik atılımların hepsinin zorunlu olarak laik bir dünya, toplum ve insan anlayışına dayalı olduğunu belirtmiştim. 20. yüzyıl koşullarında bağımsız, çağdaş, demokratik bir toplum olabilmenin ancak laik bir anlayış temeli .üzerinde mümkün olacağını gösterebilmek; Türk Devrimi'nin laiklik temeli dolayısıyle böyle geniş kapsamlı, zengin içerikli, üzün süreli özde oluşunu gereğince açıklıyabilmek için: A ) toplumda din olayını, dinsel toplumun oluşum ve özelliklerini açıklamak, B) laikleşme sürecini önce onu ilk yaşıyan Batı Avrupa toplumlarındaki beliriş ve gelişimiyle göstermek, C) sonra da «gerikalmışlık bağlamında aldığı biçim» e örnek olmak üzere Osmanlı yapısındaki belirişiyle -ana çizgilerle de olsa- sunmak gerekir. Ç) Türk Devrimi'nin gerikalmışlık zincirlerini kökten kırıcı evrensel boyuttaki değeri ve bu değerin Özünün laikleşme olduğu ancak bu fon üzerinde ortaya konulabilir. Bugüne değin yeterince yapılmı-
yan. iş budur. Atatürk'ün düşünce yapısının ve devrimci, devlet adamı, önder kişiliğinin de, Türk Devrimi'ne yön veren dünya, toplum ve insan anlayışının da gereken ölçüde araştırılıp incelenmemiş olduğunu söyleyenler, kanımca bağımsız ve çağdaş bir toplum oluşturmanın tüm önemli boyutları açısından bir değerlendirmesinin yapılmamış olduğunu anlatmak istemektedirler." Bu bütünlüğü ortaya koymaya en elverişli inceleme kanımca Türk Devrimi'nin özünü, ruhunu oluşturan laiklik üzerine yapılacak bir inceleme olabilir.
A.
TOPLUMDA İNANÇLAR ve DİN
İnsanlann inançları, kanıları ve bilgileri içinde bulundukları türlü durumları algılama ve tanımlama biçimini, bu durumların kendileri için ne anlama geldiğini, onlar karşısındaki tutum ve davrânışlanna nasıl bir yön verdiğini gösterirler .Hangi amaçların izlenmeğe değer olduğu, nasıl koğuşturulması gerektiği konularında bir toplumda ya da bir toplumsal kümede ortaklaşa benimsenen inanç, kanı ve bilgiler, toplumsal dayanışma ve bütünleşmede de etkin olur. 13
B u düşünür ve bilim a d a m l a r ı n a örnek olarak şunları rebiliriz:
Prof.
Atatürk'e
Saygı,
Bedla
Akarsu,
Kurumu
Y.,
Enver
Ziya
TDK
Yayını,
Atatürk
1978, S.
«Atatürk'ü
1969-, S.
Devrimi
7;
Yakıtı T a t i h » , T o p l u m S. 132-145; F. Belen,
Karal,
Ertuğrul
ve
102-114;
Prof.
Dr.
Yorumları,
Türk
Dil
Tokdemir,
«Atatürk
ve Bilim, S. 9-10, B a h a r - Y a z «Atatürk
Devrimi
ve D i n » ,
2, S.
Varlık
61-98;
Yayınları,
lizıuin Dramı,
Sami
sn
Özerdim,
1976, S.
Çağdaş
•Tütengil, Atatürk'ü yınlan,
N.
19;
Anlamak
1975.
.
.
Vedat
Yayınlan;
.
Bilinmeyen Nedim
1980, S. 7;
ve
1980,
Atatürk,
D i n ve Laiklik, Belgelerle T ü r k T a r i h i Dergisi: Özel No.
ve-
Anlamak»,.
Yayın
Atatürk,'
Tör,
Kema-
Cavit
Orhan
vı> T a m a m l a m a k ,
Varlık
Ya-
İnanç- Bilgi Ayrımı İnsanların çevrelerine ve kendilerine ilişkin ı olarak oluşturdukları düşüncelerin bir bölümü inanç, bir bölümü de bilgi biçimindedir. İnanç, bir sanı ya da kanıya dayanarak oluşturulup benimsenen görüşlere denir. İnanç, bilginin sınırları dışında kalır, bilginin bittiği yerde başlar. Bilgi ise bilimsel yöntemle .doğrulanma olanağına kavuşan düşünce ve görüşlere denir. Bilgi oluşturma süreci içinde insan bilinci durmadan gelişmektedir. Bilme süreci yalnızca nesnel gerçeği yansıtma demek olmayıp, aynı zamanda nesnel gerçeği sürekli olarak yaratmayı, başka deyişle bilginin işlemsel olarak kullanılışını da anlatır. Öte yandan bilginin alanı genişledikçe inançların, başka deyişle doğruluğu bilimsel yötemle saptanmamış sanı, ya da kanı durumundaki görüşlerin alam da. daralır." Bir toplumda ya da toplumsal kümede herhangi bir dönemde yürürlükte olan inançlar ve bilgiler göreli de olsa uyumlu bir bütün oluştururlar. Toplumsal değişmenin hızlı olduğu dönemlerde bu göreli uyumun da sarsıldığı görülür. Ancak toplum yaşamını olanaklı kılan şey, kurumların arasında belli bir uyum ve eşgüdülenme bulunması olduğu gibi, bilgi ve inançları arasında da aynı şeyin bulunmasıdır. Bu nedenledir ki inançların ve bilgilerin de kendi aralarında bir düzen oluşturduğu söylenir ve bir toplumun ya da toplumsal kümenin «inançlar düzeninden', «bilgi düzeni»nden söz edilir. Karmaşık da olsa bir bütünlük karşısında olduğumuz anlatılır. Örneğin 11
B ü t ü n din sosyolojisi incelemeleri bu olguyu s a p t a m a k t a dır. Ö r n e ğ i n bkz.: G . G u r v i t c h , T r a i t e de Soeiologîe, C. II, s. 85, 93.
«halk oyuna dayalı yönetim» anlayışı ile «yağmur duasına inanma» ya da «yöneticilere uymanın Tanrı buyruğu olduğuna inanma» birlikte gitmez; hem insanların yeteneklerini doğuştan elde ettiklerine inanmak, hem de insanların eşitliğine inanmak aynı toplumsal-ekonomık ortamın inanç ve değer düzeni içinde birarada görülemez. Bir toplumda herhangi bir dönemde egemen ölçüde yaygınlıkla paylaşılan değerler sistemi böyle büyük tutarsızlıklar içeremez. Gerikalmışlık koşulları,-daha önce belirtildiği gibi bunun dışındadır.. Orada söz konusu olan, sömürülen toplumun ne düzeyde olursa olsun, iç tutarlılığı olan kendine özgü bir kültür sistemine sahip olmaya olanak bulamaması, olanı dahi koruyamamasıdır.. Düşünceler, değerler, güdüler gibi değişik biçimlerde beliren inançlar ve bilgiler bireyleri, kümeleri eyleme geçirdikleri ve onları yönelttikleri ölçüde toplum yaşamanı derinden etkiler. Nitekim toplum yaşamı bir bakıma bireylerin, kümelerin toplumsal eylemlerinin sonuç ürünüdür. Bu eylemler insanları kimi yönlere yönelten, başka kimi yönlerden ise alıkoyup uzaklaştıran inanç ve bilgilerle güdülenip yönlendirilmektedir. DİNLER İnsan eylemleri, dolayısıyla toplum yaşamı üzerinde -çağdan çağa ve toplumdan topluma değişmekle birlikte- önemli yeri ve etkileri olduğunu gördüğümüz inançlar içinde dinsel inançların ayrı bir özelliği vardır. Bu özelliğin kökenlerini şuralarda bulabiliriz: A ) Bütün dinlerin, kendi aralarında eşgüdülmüş, tutarlı ve uyumlu inançlardan (kurallar da diyebiliriz) oluşan birer toplumsal kurum durumunda olma-
lan; B) İnsanlann toplum yaşamı içinde birbirleriyle ilişkisini düzenlemeyi amaçlıyan kurallan içermeleri; C) Bilimin geriliği, ölçüsünde insanlara "doğal ve toplumsal olgunları -doğa-üstü nedenlere bağlıyarak da olsa- açıklamaya yönelik olmaları. Din olgusunu daha sağlıklı biçimde anlıyabilmemiz için, tarih içinde dinsel inanç ve kurumlann nasıl bir değişmeden geçtiğine bakmak yerinde olacaktır. Din Kavramı Din, toplumbilimsel olarak,, insanlann anlıyamadıklan, karşısında güçsüz kaldıkları doğa ve toplum olaylarını, tasarladıklan doğa-üstü, mistik nitelikli «güç»lerle açıklamaya yönelmeleri olgusunu anlatır. İnsanların toplumsal ve bireysel yaşam koşullan, eviren, ölüm sonrası ... üzerinde duydukları her türden özlemlerin, çabalann, meraklann, korkuların ve heyecanlann bir anlatıma kavuşma biçimidir.15 Bu tasarımlar toplum yapısında bir dizi kurallar, kurumlar, törenler ve simgeler biçiminde örgütlenmiş olarak belirirler. Başka, deyişle din bir bireyler topluluğunun varlığı ile belirlenen ve bu topluluk üyeleri arasında (düzenlenmiş âyin ya da tapmmalarıyla, saltık bir değerş inanma yoluyla, «insan-üstü manevi güç ya da güçlerle» bireyleri temasa getirerek) bağ kuran bir kurumdur. Din sözcüğünün sözbilimsel kökeni ve anlamı Arapçadâ da, Latincede de kesin değildir. İslâm Ansiklopedisi din maddesinde Arap sözlükçülerinin din 1°
F61icien S. 7.
Chsfllaye,
Dinler
Tarihi,
Varlık
Yayınları,
1972,
sözcüğüne birçok anlamlar verdiği, bunlar içinde şu üçünün belirginleştiği yazılıdır.a) Arâmi-İbrani dilinden Arapçaya geçip «hüküm» anlamına geldiği; b) Öz Arapça olup «örf ve adet» anlamına geldiği ve birincisiyle de yakınlığı bulunduğu-, c) «Din» anlamına gelmekle birlikte Farsça kökenli olduğu. «Kelâm» incelemelerinde ise «din», «Tanrı tarafından konulmuş olup ona uyanları bu dünyada v e öteki dünyada kurtuluşa götüren inanç ve uygulamalardan oluşan bir kurum», diye tanımlanıyor. Bir de «akıl bilgilerinden farklı olarak peygamberlerin «âçmlama» (vahiy), evliyaların da «esin» (ilhâm) yo-' luyla elde edip başkalarına öğrettikleri bütün dini bilgilere «din bilimleri» dendiğini belirtiyor İslâm Ansiklopedisi;1" ^ D i n sözcüğünün Latince karşılığı olan «Beligion» sözcüğünün de'sözcükbilim kökeni tartışmalıdır.17 Eski yazarlar «religio»nun religare'den çıktığını ve bir «bağlanma düşüncesini anlattığını söylemişlerdir: kimi uygulamalarda bulunma yükümlülüğü biçiminde bir bağ olsun; insanlar arasında ya da insanlarla tanrılar arasında bir birlik bağı olsun. Çiçero «religio»nun «relegere»den geldiğini düşünerek «yeniden özenle gözden geçirme» anlamına geldiğini yazar. «Religio» Latincede «Tanrılara karşı korku ve güçsüzlük, düşkünlük eşliğinde bir yükümlülük duygusunu» anlatır. Bu söztüğün her kullanılışında çoğul olarak «dinler» diye kullanıldığı belirtilir. İslâm Andrd
Ansiklopedisi, Lalande,
philösophie,
«Din»
maddesi,
Voeabulaire
P.U.P.-,
S. 590-591.
teclınique
1951, « R e l i g i o n »
et
criticıue
Maddesi.
de
la
Q Bruntiere de inananlar açısından bakıldığında -»din» kavramı ile «mucize» kavramının eş anlamlı, olduğunu belirtir. «Dini, onu meydana getiren mucizeden ayırmaya çalışabiliriz, ama o zaman ortaya çıkan şey «din» olmaz, başka bir şey olur ve başka adla adlandırmamız gerekir» der}1" İlk insanların uzun süre dinsel bir bakış açısı oluşturmadıkları insanbilim ve kazıbilim araştırmalarına dayanılarak belirtilmektedir."' İnsanların kavrıyamadıkları, denetliyemedikleri, tersine, karşısında düşkün kaldıkları doğa güçlerine ilkel topluluk yaşamanın bir aşamasından sonra mana adını vererek bunu yücelttikleri görülmüştür.-^Örneğin Bronislaw Malinowski, Trobriand Adalarında yaşıyan oymaklarda derin denizlerde balıkçılık yapma, kayık, yapma konularında tümden güvenilir ve geçerli görgül bilgilere dayanıldığını, bu insanlann davranışlanna böyle bilgilerin ussal olarak yol gösterdiğini gözlemlemiştir. Ama bünun yanında aynı insanların belirsizlik duıs
Bruntifere, L a m o r a l i t e de la doctrine cvolutive, a n a n
La-
lande, a.g.k. w
G o r d o n Childe, dinsel nitelikteki t u t u m l a r ı n rı sayılabilecek la dar
birlikte önce
«kurban adama»
bulunan Hamburg
cıları a r a s ı n d a
«ruhlar»
düşüncesinin
dolaylarında
görüldüğünü
ilk
yaşıyan
yazıyor.
yıl
ka-
geyiği
av-
Sapieus'in
ta-
ren
Homo
S. 49. T a r i h ç i kadarki
H. G. Wells
insanın
«çocuk
uzanmaktadır.
in Mistory, P e l i c a n , , 1976,
de . b u n d a n
gibi» .olduğunu
3.000 yıl «yani
t a k ı m düşsel tablolar getirerek d ü ş ü n d ü ğ ü n ü » çebelerin kinden
serbest y a ş a m ı n ı n
daha
göçebelerde
tam,
daha
«kabile
da
toprağı
bağımsız
başkanının
bunun-
10.000
rihi bilindiği gibi 25.000 yıl öncesine k a d a r Bkz. G . Childe, W l ı a t H a p p e n e d
tohumla-
u y g u l a m a s ı n ı n ve
bir
önemli
öncesine
aklına söyler.
işliyen
çiftçilerin-
yaşam»
olduğunu,
olduğunu,
cülerin ise pek önemli o l m a d ı ğ ı m » yazar. Bkz.: K ı s a ya Tarihi, Varlık
Yayınları,
bir «Gö-
1959, S. 39, 53.
'
büyüDün-
rumlannda* örneğin kötü hava koşullan , ya da üretimlerinde açıkla,masmı yapamadıklan bir verim düşüklüğü gibi ussal olarak nedenini kavrayıp denetimini yapamadıklan durumlar karşısında bir dizi büyüsel inanç ve uygulamalar oluşturmuş bulunduklarını saptamıştır.^ Duritheim da türlü toplumlarda kutşal sayıİmıyan hemen hiçbir nesne bulunmadığına, oysa bunlar arasında hiçbir ortak içsel özellik gösterilemiyeceğine işaret eder; böylece türlü şeylere kutsallık tanımanın, gerçekte, bu nesnelerin simgesel niteliğinden ileri geldiğini söyler. Bu nesnelerin simgelediği şeyin saygı duyulan birşey olduğunu, bu nedenle dinsel simgelerin arkasındaki gerçekliğin her zaman toplum olduğunu, bireyin toplumsal deneyimlerinin onda korkuve saygıyı uyandırdığını savunur.21 Durkheim topluluk yaşamında dinin ortaya çıkışını şöyle açıklıyor: Ortak yaşamın, belli bir yoğunluk düzeyine ulaştığında, dinsel düşünce uyandırması, insanların ruhsal etkilenişimlerinin koşullarını değiştiren bir kaynama durumu doğurmasından dolayıdır. Yaşam güçleri aşırı ölçüde uyarılmakta, tutkular daha etkili olmakta, duyular daha güçlü ,duruma gelr mektedir. Bunların kimileri de yalnızca bu durumda ortaya çıkmaktadırlar. İnsan kendisini tanıyamamakta, kendini değişmiş bulmakta, dolayısıyla kendisi de çevresindeki ortamı değiştirmektedir. aü
Bronislaw
Malinowski,
Magic,
othe* essays, D o u b l e d a y , 21
Emile Durkheim,
Science
and
Beligion,
and
1948.
Les f o r m e s elementaires
de la
gieuse;: librairie F e l i x A l c a n , 1937,. S. 296 vd.
vie
reli-
Demek ki ideal dünya tasarımı bilimsel olarak incelenemiyecek bir olgu değildir. Çünkü gözlemler yakalanabilecek koşullar üzerine dayalıdır; toplumsal yaşamın doğal bir ürünüdür. Öyleyse dinin temsil ettiği ortak ideal, bireyin belirlenmesi olanaksız doğuştan bir gücüfıden ileri gelmemektedir. Tersine birey idealleştirme tutumunu ortak yaşam okulunda öğrenmektedir. Ç İlkellerin manayı fiziksel güçten ayrı, her türlü iyilik ve kötülüğü yapabilecek ve bir insanın sahip olabildiği her . türlü yetkinlik (fiziksel gücü de . içermek üzere) içinde kendini gösteren bir biçimde tasarladıkları biliniyor.2-, Daha sonra mana'nın cisimleştirildiği, totem (eski Türklerde Ongun)! dendiği, klandan klana totemin de değiştiği görülüyor. . Bir bitki, bir hayvan olabiliyor. Mana'nın böylece kişileştirilmesi giderek ruha tapınmayı (animizm) getirmiş, doğada insan ruhuna benzer ruhların bulunduğuna inanılmıştır^Mana'nın kişileştirilmesi her yerde görülmüş, böylece tanrıların sayısı otuz bini aşmıştır. Bundan sonra tanrıların bir aşama sırasına, (hiyerarşiye) sokulduğu, daha sonraları da tek tanrı düşüncesine varıldığı görülüyor. Yani toplumsal evrimle birlikte tapınma biçimi de değişiyor: fiziksel güçlere tapmar yıldızlara (güneşe, aya...) tapma; ruha tapma; kahramana, ataya tapma; putlara tapma; evren'e, evren ruhuna tapma; «bütün evrenlerin yaratıcısı, öncesiz-sonrasız bir tanrı» tasarımı ve bu tanrıya tapr ma... gibi.^> 12
G o r d o n Childe, W h a t H a p p e n e d I n History. a.g.k., S. 49.
DİN DEVLETİ'NİN OLUŞUMU Toplumların yaşamında laik anlayışın ve laik kurumların nasıl oluştuğunu anlıyabilmek için, önce dinsel devleti doğuran koşulları tanımamız gerekir. Gerçekten din, hangi toplumsal gelişme aşamasının koşullarında devleti, yani,örgütlü siyasal erki de eline alarak dinsel ölçüleri toplum yaşamının her yanma egemen kılmıştır? Bu sorunun yanıtı «orta çağlar, ya da feodal dönem» koşullarıdır. Belirtmeliyiz ki, herbiri insanlığın büyük bölümlerini yüzlerce, binlerce yıl yönetip denetliyen «din» olgularını «aldatmacalar» ya da «safsatalar» diye bir yana atmak yanlış olur. Din, bugünkü anlamında «bilim» in . oluşmadığı dönemlerde ve yerlerde «bilim »in işlevini («açıklama» sağlamak, böylece toplum düzeninde gözetilecek dayanışma, birlik ve bunları gerçekleştirecek otorite kurallarını oluşturma işlevi) görüyor. Eski Yunan'da evrene, doğaya, topluma ve insana ilişkin tüm bilgiler bir tek ad altında toplanıyordu: «Bilgi sevgisi» demek olan Felsefe adı altında. İnsanın çevresine ve kendine ilişkin bilgilerinin kapsamı böylesine dardı. 17. yüzyılda bile bilgin kişilerin üç sanı birden taşıdıklarını görüyoruz: gökbilgini, fizikçi ve. filozof. Demek oluyor ki ilk çağlarda siyasetin de, dinin de, savaşın da, «mühendislik» in de bir tek alan oluşturacak biçimde hep birlikte işlendiği bir bilgi geriliği ve insanların çevrelerine aşın bir bağımlılık durumları söz konusudur. Zaten insanlığın yükselişi tarihi, insanlann doğal ve toplumsal çevreye, bu çevrenin «zorunluluklarına» bağımlı olmaktan sürekli olarak kurtulmalannın ve bu çevreyi adım adım
bilgili denetimleri altına alabilmelerinin (özgürleşmelerinin) anlatımıdır. Topluluk ya da toplumların tarih içindeki yaşamında belli dönemler ayırdedilebildiği, bu dönemlerden herbirinin tanıtıcı ve ayırdedici niteliklerinin belirli bir toplumsal - ekonomik - siyasal kültürel «biçimleniş» (formasyon) olarak ortaya çıktığı genel toplumbilimin yerleşmiş bir bulgusu ve kavramlaştırmasıdır. Toplulukların ya da daha sonra oluşan büyük çaplı toplumların hemen tüm kurumlarında ve kurallarında köklü nitelik değişimleri geçirmek biçiminde yaşadıkları her bir tarihsel dönem, bir önceğine göre «akıl» egemenliğini daha geniş bir alana yaymıştır. Bu nedenle «bilinmiyen»i açıklama ve denetleme merak ve çabasının ürünü olan .«Tanrı» kavramı durmadan soyutlaşmıştır. Bilimsel açıklamanın bir yandan zorunlulukların, •öte yandan olanakların denge noktasında oluştuğunu biliyoruz. Bir önceki döneme göte insanın çevresi üzerindeki bilgili müdahale olanaklarının artması sonucu oluşan yeni «bilim», âkla uygunluk, böylece de adalete uygunluk inanç ve heyecanını uyandırabilmektedir. Tüm büyük dinlerin çıkışı ve gelişimlerinde bunu gözlemliyebiliyoruz. Her şeyden önce sistemli düşünüşün insanın yaşamında bundan 3.000 yıl öncesine gelinceye değin büyük bir yer tutmadığını biliyoruz. Bugün bile düşüncelerini denetleyip düzene koyan, gruplandıran kimseler insanlığın çok küçük bir azınlığını oluşturuyorlar. Dünyadaki insanların çoğu hâlâ düş ve tutkulanyla yaşıyorlar.23. İlkel insanın işe tekinsiz (tabu) saydıği şeylerin pek çoğu, onun gereksinimlerinin gelişen toplum yaşamına uyarlanması olarak kasa
F.;
H . G . Wells, K ı s a D ü n y a T a r i h i , a.g.k., S. 39. 5
65
bul edilmektedir.24 Yaşlılarla büyücülerin ilkel insan üzerindeki etkileri, düşlerle güçlenip hayale dayalı akıl oyunlarıyla zenginleşerek ilkel dinin ortaya çıkmasında ve tanrılarla tanrıçalar icat edilmesinde büyük rol oynamışlardır. Bir tür «neden-sonuç bilimi» ne sahip olmıyaçak ölçüde ilkel vahşi yoktur. Ama ilkel insanın nedenlerle sonuçları ilişkilendirmedeki irdeleme ve usavurma yeteneği azdı. Bu ilkel insan aklına göre kurulan neden-sonuç düzenine «fetiş» diyoruz. Fetiş yalnızca bir ilkel bilimdir. Bugünkü bilimdel farkı da yalnızca sistemsiz, eleştirisiz ve çoğunlukla yanlış oluşudur. Bu . ilkel din, bizim bugün tapınma ve din kurallarına uyma olarak anladığımız şey değildi. İlk din adamlarının buyurdukları, ya da yasakladıkları şeyler keyfi ve ilkel bir «uygulamalı bilim» niteliğindeydi. Nitekim ilk rahipler din adamı olmaktan çok uygulamalı bilim adamları idiler. Bilimleri genellikle görgül ve çoğunlukla «kötü» olan .bu din adamları bilimlerinin sırlarını öbür insanlardan gizli tutarlardı. Ama ne olursa olsun, birinci görevleri yine de bilmek ve bildiklerini uygulamaktan ibaretti.20, Bu yüzdendir ki her yeni din, aşmaya yöneldiği dönemin kurum ve kurallarıyla savaşırken, insanların çoğunluğu için bir gereksinme olarak beliren ve gerçekleşme ' olanakları da gelişmekte olan yeni düzenleme gereklerine daha uygun olduğu savıyla ortaya çıkmıştır. Zaten yeni dinin kurumlaşmış bir dayanağı, maddi gücü bulunmadığı için öncelikle gönüllü katılmalara seslenmek zorunluğundadır. Nitekim tarihte görülmüş olan hemen her büyük din, akim ürünü parlak uygarlıklar eşliğinde var 2-*
J.J. Atkinson, P r i m a l Laıv'dan a l a n H . G . Wells, a.g.k., S. 39.
25
H . G . Wells,
a.g.k., S. 44.
oldukları gibi, sonradan kapkaranlık bilgisizlik, gerilik, baskı ve zulüm yöntemleri eşliğinde de varlıklannı sürdürmüşlerdir. «Tek Tanrı» Anlayışı ve Dinsel Devlet İnsanlığın din tarihinde totemizmin ulaştığı en yüksek görüş olan «öncesiz, sonrasız, hiç bir başka varlıktan gelmiş olmıyan bir tanrı» görüşü, totemizmin «din»lere ulaştığı, onları hazırladığı noktadır.20 Örneğin Victoria Devleti'nin hemen her yanında tapınılan Tanrı Bunjil'e bu niteliklerin verildiği, O'nuıı bir süre yeryüzünde yaşadıktan sonra göğe çıkmış olduğuna, yıldızları, güneşi, yağmuru, şimşeği ... yönettiğine, insanları yaratmış olduğuna inanıldığı saptanmıştır.27 ' , Tek tanrı düşüncesinin insanların yerleşik tarım yaşamına geçmeleri üzerine belirginleşen «herkesçe bilinip tanınan kuralların uygulandığı istikrarlı bir toplum yaşamı» gereksinimini karşıladığı düşünülmektedir. Nitekim tek tanrıcılık, değişmez bir dizi ya- .. salara bağımlı bir evren anlayışını -ya da böyle bir dünyada yaşama özlem ve gereksinimini-, tüm insan20
FĞlicien
Challaye,
Dinler
Tarihi,
a.g.k., S.
27, 173.
Tote-
m i z m üzerine geliştirilmiş k u r a m l a r d a n en t a m ve e n rini Emile D u r k h e i m ' m k i d i r . B i z i m da büyüsel-dinsel bi biçimler
cuya y a z a r ı n
27
ortaya bu
çıktığını
konudaki
ilkel
nasıl ve ne
incelemek
araştırmaları
için
okuyufor1937)
adlı yapıtını salık veririz. Hüseyin C a h i t t a r a f ı n d a n
Türk-
ve eski
religieuse
gi-
olmadığın-
,(Pellx Alcan,
çeye y a p ı l a n
de la vie
de-
yaşam-
1923'de Türkçeye çevrilmiş b u l u n a n Les
m e s elementaircs .
i n a n ç ve u y g u l a m a l a r ı n
altında
dan, Durkheiıiı'm
konumuz
abeceyle
basılmış
Hayatın., İbtidai Şekilleri b a ş l ı ğ ı m FĞlicien Challaye, a.g.k., S. 27.
olan
çevirisi
taşımaktadır.
Dini
lann kardeş oldukları görüşünü -başka deyişle değişik kabile ve topluluklardan insanlar arasında birlik ve dayanışma gereksinimini- anlatmaktadır.'-8 Örneğin Yahudiliğin kutsal inançları «On Buyruk», yerleşik bir tarım topluluğunun söz konusu olduğunu ve Musa'nın «ulusal» bir din kurarak İsrail kabilelerini bir tek «kavim»' halinde birleştirmeyi amaçladığını göstermektedir.-11 Böylece insanlık tarihinde hem yeni bir toplumsal biçimleniş, hem de yeni bir «insan», tipi ortaya çıkmıştır.30 Hıristiyanlığın yayılmasına yardımcı olan Roma'daki Jüpiter'e Tapınma, «büyük bir evrensel imparatorluk içinde bir tür evrensel din» di.31 Hıristiyanlık da yeni koşullarda çok daha geniş kapsamlı bir toplumsal dayanışma ve birlik sağlamaya yönelik bir hareketti. «İsa», yahudilikteki «kendisiyle pazarlık edilebilen», «Yahudi ırkını yeryüzüne hakim kılan» tanrı anlayışına karşı,çıkmış, «Tanrı gözünde her insanın, her milletin eşit olduğunu» savunmuş, dar milliyet ve dar aile bağlarına çatmıştır. Böylece yürürlükteki kurum ve kuralları aşan, yeni bir ekonomik düzenlenişi, yeni toplumsal kurum ve kuralları gerekli kılan bir oluşumu haber veriyordu". Hıristiyanlık yalnız Yahudilerin kabile ve aile bağlarını taştığı için, değil, zenginlerin, güç sahiplerinin, ayrıcalıklı sınıf ve katmanların, rahiplerin bencil çıkarlarına ters düştüğü için de baskı ve ezinçlerle önlen28
a.g.k., S. 27, 173.
20
a.g.k., S. ' tanlar
1978; H . G .
Yahudiler
Wells
olmaktan
de
«Kitab-ı
daha
çok
Mukaddes'i
Yahudileri
K i t a b - ı M u k a d d e s olmuştur» derken aynı gözlemde maktadır. bkz.:
K ı s a D ü n y a Tarihi, a.g.k., S. 76-78.
80
H . G . Wells, a.g.k., S. 77.
»i
Sönderblom'dan
a k t a r a n P. Challaye, a.g.k., S. 236.
yara-
yaratan bulun-
mek istenmiştir.32 Bu baskılardan kurtulmak içindir ki Saint Paul herkesten yerine getirmesini istediği ödevler listesinde sivil toplumun haklarından hiç bir şeyi değiştirmiyordu. Kölelere bile «her alanda kurallara göre efendilerinize itaat ediniz» diyordu.33 İslâmiyetin de, Arilerin hiç bir zaman denetimleri altına alamadıkları, putçuluğun karanlıklarına gömülü ve eski kinlerle parçalanmış değişik Arap kabilelerini, Hıristiyanları ve Yahudileri tek bir yönetim altında birleştirmek ve ulüsal kimlik kazandırmak üzere, yalnızca «suçu cezalandıran, erdemi ödüllen-: diren bir tek tanrı» ya inanmaya çağrı olduğunu biliyoruz. Kendinden önceki tek tanrılı dinlere göre a) «Tanrının babalığı» ve buna bağlı karışık bir diri felsefesi içermemesi, b) dinin kurbancı rahiplerle ve. tapmakla ilgisini tamamen kesmesi, c) tamamiyle «açmlama»ya (vahye) dayalı olduğu için kanlı «kurban verme» törenlerine geri dönüşü kesinlikle önlemesi, ç) Muhammed.'in, ölümünden sonra kendisinin tanrılaştırılmasını önliyecek tüm önlemleri almış olması, d) renk, ırk, toplumsal sınıf durumları ne olursa olsun, tüm insanların Tanrı önünde eşit ve kardeş olduklarında ısrar etmesi, bu dinin başlıca güç kaynakları olmuştur.34 Bu temel anlayışı dolayısıyla dinin doğasmdaki dogmatiklik ve Kur'an'dan başka kitap olamıyaçağı yolundaki katı görüş aşılabilmiş, Arapların fethettiği her ülkede bilim ve eğitim ğeliş»2
H.G.
s»'
J e a n T o u e h a r d , Histoire dcs idees politiqucs, P.U.P., C.
I,
Wells, S.
95-96;
P . U . P . C. I I , 3*
Kısa
Dünya Georges
Tarihi,
a.g.k.,
Gurvitch,
S.
Traite
139-141. de
1959,
Sociologie,
1964, S. 84.
S a v a r y , « A b r g g e de la vie de M a h o m e t , » L e C o r a n , G a r n i e r , 1958, S. 109; H . G . Wells, K ı s a D ü n y a T a r i h i , a.g.k., S. 158163.
iniştir. îlm-i simya uzmanları araştırmalarını gizli tutmaktan vazgeçip topluma mal etmeyi, düşüncelerini birbirlerine iletip karşılaştırmayı, başka deyişle bilimsel yöntemin temel ilkeleriyle davranmayı başlattılar. Gerçekten onlar «felsefe taşı»nı ve «ölümsüzlük < * • iksiri» ni ararlarken, insanlara doğaya egemen olma ve kendi kaderlerini değiştirme umutlarım veren bugünkü deneysel bilimlerin yöntemlerini buldular. Böylece bütün dinlerin, ortaya çıkıp geliştikleri dönemlerde1 laik bir yaşam alanının varlığını tanıdığını kesinlikle söyleyebiliyoruz: Önce göçebe Turan kabilelerinde özgürlük geleneklerinin ve dinsel hoşgörü alışkanlığının buluhduğunu belirtelim.85 Yunanlıların da Balkanlara ilk geldikleri yarı göçebelik dönemlerinde özgürlük geleneklerinin ışığında devlet-din çatışmasına ve dini başka yörelere yayma çabasına yer vermiyen, başka dinlere karşı hoşgörülü yeni bir uygarlık geliştirdiklerini biliyoruz. Türlü kavimlerin karşılaşma alanı olan Eski Roma'da da dinsel hoşgörünün egemen olduğu tarihsel bir olgudur.36 «Peygamber» kimliği ile kimsenin ortaya çıkmadığı Hindistan'da ongunculuğun ve canlıcılığın 6v85
Nys, D r o i t International, a n a n D r . M a h m u t E s a t Atatürk
İhtilâli,
431-432.
Dr.
1940, î s t a n b u l
Bozkurt
aynı
Üniversitesi
sayfalarda
Ebulferc'in
m u h t a s a r ü d d ü v e l adlı k i t a b ı n a d a y a n a r a k «Cengiz nına ları
mensup hıristiyan
kadın
ve erkeklerden
bulunuyorlardı;
bazıları
hatta
Bozkurt,
Yayınları,
haneda-
şaman,
Cengiz'in,
S.
Tarih-i bazı-
Hulagu'-
n u n boş z a m a n l a r ı n d a hıristiyan, budist, i s l â m bilginlerini bir
araya
tırdıkları 30
toplayarak, pek
hüzurlarında
meşhurdür»
dini
görüşmeler
H . G . W e l l s ' i n de göçebe kabileler ile yerleşik tarımcı lulukların d a h a önce
düşünüşleri
arasında
değinmiştim.
yap-
demektedir. aynı
farkı'
top-
gözlemlediğine
riminden kaynaklanan ve bilinen bütün öbür dinlerin de kökeninde bulunan, en eski kutsal kitaplar olarak kabul edilen Vedalar yüzyıllar boyunca değişip gelişmiş, geniş laik yaşam alanları bulunmasını kabul etmiştir. Bu sayede Hinduizme gelinceye değin tam, ondan, sonra da yarı-barış halinde yaşıyan Jainizm, ve Budizm adlı iki büyük kol ve çok sayıda dallar içinde evrimini sürdürmüştür. Jainizm ve Budizm'in akla değer verme ve laik yaşam alanları tanıma özellikleri çok belirgindi. Örneğin Jainizm «yaratma diye bir şey olmadığı gibi yaratan da yoktur; evren sonsuzdur ve yaratılmamıştır, çünkü her zaman vardı» demekteydi. Buda'nm da «Bir şeye duydunuz diye, atalarımız inanmış diye, ben söyledim •diye inanmayın. Kendi kehdinize denediğiniz ve doğru bulduğunuz şeylere inanın» dediğini biliyoruz.37 Çin'de de birçok dinlerin barış içinde yanyanâ yaşadıkları, devletle çatışmadıkları, bu ülkede de «peygamberlerin değil, «üstad» düşünürlerin çıktığı, bunların birer törebilimci. ya da toplumbilimci kimliğinde olup, ruh, âhiret, teoloji üzerinde durmadıkları görülüyor. Hıristiyanlık da ilk ortaya çıktığı ve yayıldığı dönemlerde ve güçlü kırallıklarm bulunduğu yerlerde uzun süre «Tanrının hakkı Tanrıya, Kıralmki Kirala» diyerek toplum yaşamında dinin denetimi dışında geniş bir alanın bulunmasını kabul etmiştir. Müslümanlığa gelince, bu din devletsiz Arap kabilelerinin birlik ve dayanışmasını sağlamak üzere çıkmış olmakla birlikte, peygamberinin kimliğinin «devlet başkanı» değil, «din adamlığı» olduğu, «din . koyucusu» olarak dini siyasetten. ayırdığı belirtilir. Bkz. evi,
Orhan
H a n ç e r l i o ğ l u , , Felsefe
1973, « H i n t
Felsefesi»
Sözlüğü,
Maddesi.
Remzi
Kitab-
Muhammed Bizans ve İran kırallanna gönderdiği mektuplarda, müslümanlığı .kabul etmeleri halinde onları devlet yönetiminde özgür bırakacağını bildirmiştir. İslâm hukukunun temelde laik kaynaklardan doğduğu, sonradan şer'ileştirildiği bilinmektedir.38 İslâm peygamberinin islâm kültürünün gelişim döne minde çok etkili olduğu anlaşılan «akl»a değer verici birçok uyarıları vardır: «Bilim Çin'de bile olsa isteyiniz»; «Bilim iki türlüdür: bedenlerin bilimi ve ondan sonra dinlerin bilimi» (Özellikle burada maddenin bilimini öne alması, din konusunda da tek bir dinin bilimini değil, çoğul olarak «dinlerin» bilimini anmış bulunması dikkate değer bir olgudur); «Müftüler fetva verirler ve fetvalarında diretirlerse, sen yine yüreğine ve vicdanına danış». Halife Ömer'in de sınava giren kadı adaylarından «İçtihad ederim!» diyeni kazandırıp kadı atamış olması aynı doğrultudadır. İngiliz tarihçisi Wells İslâmlığın doğuş ve gelişme dönemi üzerine şunları yazıyor: «M.S. IX. yüzyılda Avrupa savaş ve yağmalarla uğraşıyorken, oradan çok daha uygar bir Arap İmparatorluğu Mısır ve Mezopotamya'da göz kamaştırıcı bir biçimde parlamıştın Edebiyat, fen ve güzel sanatlar burada tam bir gelişme halinde bulunuyor, insan zekâsı hiçbir endişe duymaksızın ve hiçbir boş inanca , saplanmadan, özgürce işliyebiliyordu. İspanya ve Kuzey Afrika'da yoğun bir düşünce yaşamı vardı. Araplarla Yahudiler Aristo'yu okuyup tartışıyor, ihmale uğramış olan bilim ve felsefe geleneğini sürdürüyorlardı.30 38
J. Schacht, Esguisse d'uııe histoire d u droit m u s u l m a n , ris, 1925, S. 19.
a»
H . G . Welis, K ı s a
Dünya
Tarihi,
a.g.k., S.
171.
Pa-
Bu büyük dinlerin kurucularının toplumsal açıdan çok değişik kökenlerden geldikleri,, ancak hepsinin de yalnızca «adalet» ilkesine uydukları, siyaset duyguları güçlü kişiler oldukları, «toplumsal düzeltim» diyebileceğimiz programlar önerdikleri, örneğin zenginlerin yoksulları sömürdüğüne, debdebe içindeyaşıyanların yoksul çocuklarının ekmeğini yemekte olduklarına dikkati çektikleri, bir de bugünkü propaganda usullerini- andırırcasına «Allah'ın kelâmı bana o .şekilde geldi ki...» yolunda önyargıları, bunun yanında eskiye karşı duyulan kinleri pek çok tekrarlamalarla canlı tuttukları gözönünde tutulması gerekli özellikleridir.-10 İbrani peygamberleri, İsa ve tilmizleri, Mani ve Muhammet, hepsi de halkın bir düşünce arkasında heyecana kapılıp, gönüllü olarak ortaklaşa eylem gerçekleştirmesine öncülük etmiş, insanların ruhlarına, vicdanlarına seslenmişlerdir.41 Onlardan önce ise din vicdandan çok fetişizm ile ve bir tür sözde-bilimle uğraşmıştı. Eski dinlerin ağırlık merkezi tapmak, rahipler, gizemli kurban verme (sık sık bu bir insandı) törenleri idi; insan köleydi, korku gereği emirlere uyardı. Yeni dinler ise insanı «özgür» bir yaratık durumuna getiriyordu.4Ama bu özgürleşme de kuşkusuz göreli idi: önceki döneme göre bir özgürleşme. Yeni durumun sınırlarını ise feodal toplum yapısının nesnel koşulları belirliyordu. Müslüman Araplârca kapıları aralanan bilimsel yöntem, maddi .yaşam koşullan yine de küçük, sınırlı topluluklar içinde küçük çaplı üretimi zo40 ' a . g . k . , S. 78. 41 H . G . Wells, K ı s a D ü n y a T a r i h i , a.g.k., S. 172. 42
a.g.k., S. 172.
runlu kıldığı için çok gelişmemiştir; başka deyişle sayısı da kimliği de bilinmiyen anonim tüketicilerin alıpı olarak katılacağı bir pazara (ulusal, giderek de uluslararası boyutlarda bir pazara) sınırsız denecek ölçüde çok üretim yapmak gereği bulunmadığı için, böyle bir üretimin gerektirdiği «doğaya ve topluma egemen olma» yolları, eşdeyişie bilimsel bilgi ve uygulayım (teknik) üretme yollan da güçlü bir gereksinim olarak duyulup koğuşturulmamıştır. Tam tersine küçük feodal beyliklerin statükoyu koruma ve sürdürme gereksinimi böyle arayışları bastırıcı davranmaya, hiç hoş karşılamamaya itmiştir. İşte bu yol da kullandığı temel güç ve silâh, bilimin rekabetine karşı derin bir kin beslemeye başlıyan din olmuştur. Bunun yanında zamanla değişimin (mübadelenin) is. ter istemez artması feodallerin tanm-dışı tüketimlerini arttırdığı için köylülerin (serflerin) sömürülmesi de yoğunlaşmıştır. Böylece dinin sömürüye alet edilmesi de gündeme girmiştir. Laikleşme hareketi, Beaumanoire'nin deyişiyle «her türlü yeniliği yasaklayan» Ja feodal kalıplardan kurtulma hareketinin adıdır.
B.
BATI AVRUPA TOPLUMLARINDA LAİKLEŞME
Feodal toplum yapısının bilimsel gelişmeyi kısıtlıyan niteliği, önce dini değişmez kurallarıyla insan ve toplum yaşamını düzenleyici mevkide tutmuş, sonra ise yaratıcı insan emeği adım adım yeni teknikleri, yeni üretim biçimlerini biriktirip geliştirince bu İleten Jean T o u c h a r d , Histoire des idees politiques, G. I, S. 172.
;
a.g.k.,
dutumdan zarar gören ayrıcalıklı sınıflar, dinin oluşmakta bulunan bilime karşı duyduğu kini kullanarak yenilik ve gelişmeleri önlemek üzere ondan yararlanmışlardır. Feodal dönemin sonlarına yaklaşılıncaya değin kol gücüne dayalı, esas olarak «kendi tüketimi» için yapılan, yerel sınırların ötesinde değişimin (mübadelenin) çok kısıtlı olduğu sınırlı üretimle yaşam sürdürülmektedir. Bu ortamda, toplum halinde yaşamı sürdürebilmek için zorunlu olan dayanışmanın işbölümü yoluyla değil, dinsel bir bağ ile sağlanması kaçınılmazdı. Gerçekten ne sermaye birikimi, ne uzmanlaşma söz konusuydu. Tek bir. ilke yaşamın yürüyüşünü düzenliyordu:' geleneklere uymak. Geleneğin de en güçlü olduğu dönem, kuşkusuz yeni birikimlerin olmadığı dönemdir. Gerçekten feodal yapı her yerde dışa kapalılık ilkesine dayalıdır; «eski köye yeni adet gelmemelidir». Papaların soylu sınıflar dışındaki halka okuma yazma öğretilmesini yasaklamaları; Osmanlı'nın yabancı dil öğrenmek istememesi, uzun yüzyıllar boyunca Avrupa ülkelerinde elçi bulundurmamış olması; Japonya'da Tolcugava feodalitesinin yabancılarla her türlü teması yasakladığı gibi, ticareti sınırlaması ve açık denize çıkabilecek büyüklükte tekne yapımını ölüm cezasıyla önlemesi...44 o günkü dünyanın her yerinde birbirinden bağımsız olarak benzer düzenlemelere başvurulmuş olduğunu göstermektedir. Üretimin doğal üretim düzeyinde' olduğu, değişimin çok sınırlı kaldığı, ulaşımın yetersiz bulunduğu ve böylece birbirinden aşağı-yukarı bağımsız il4*
Bkz. Jean T o u c h a r d , Histoire des idees poIitiques, a.g.k.; Ö. Ozankaya,
«Japonya'nın
Modernleşme
Denemesi,»
Bilgiler Fakültesi Dergisi, C. X X , S a y ı I r . S. 297.
Siyasal
lerin, bölgelerin ortaya çıktığı,45 herkesin hemen aynı işi yaptığı bir ortamda, doğayı durmadan daha büyük ölçüde denetim altına almak, kaynaklarını değerlendirmek, üretimi çok sayıda anonim alıcılar için arttırmak... söz konusu olmadığından, bugünkü anlamında «bilim» de yoktur, bilimsel dünya ve toplum anlayışı da oluşamamıştır. Yaşamı bilimsel ölçülerle düzenlemek böylece konu dışı olunca, toplumun dayanışma gereksinimini değişmez ilâhi kurallarıyla dinin karşılaması gerekmiştir. Özündeki «bilinmiyeni açıklama ereği» dolayısıyla din, bilimin, felsefenin, ekonomik kurumların, hukuk kurum ve kurallarının, ahlâkın, hattâ tekniğin oluşamadığı ölçüde bunların yerini almaya yönelik olmuştur. İnsan emeğinin yaratıcılığı hem nüfusu arttırarak, hem özellikle üretim tekniklerini ilerleterek (örneğin demirden tarım araçları kullanarak, rüzgâr, su, hayvan ... gücünü üretime uygulayarak...) toplumda işbölümünü hem bir zorunluluk, hem de bir olanak olarak ortaya koyması, feodal toplumun her şeyi kalıplara koyan katı sınırlarının zorlanması, giderek de yıkılması sonucunu doğuruyordu. Anonim bir pazar için elden geldiğince çok üretim yapma ortamının doğması durumunda insan için zekâsını kullanarak doğal çevreyi elden geldiğince yoğun biçimde kullanıp değerlendirmek, doğanın sınırlarına (kuraklığa, sele, mesafeye, hastalığa...) meydan okumak gerekli olan bir iş, bir üretim konusu oldu. Böylece çevredeki olguların niteliğini kavramak, başka deyişle yasalılıklannı, düzenliliklerini bulup onlara egemen ol45
U l a ş ı m ve değişim geliştiği o r a n d a d a ğ ı n ı k f e o d a l l e r i n m u t lakiyetçi
imparatorluk
biçiminde
minde toplanmak zorunluluğu
tek
bir
çıkmıştır.
feodalin
yöneti-
mak yollarını ve araçlarını bulmak, geliştirmek gereği oluşmuştur. İşte bilimlerin gelişimi, Aydınlanma hareketi ve Akıl Çağı bu oluşumların ürünüdür. Bu süreç içinde iktisat, siyaset, hukuk, ahlâk, sanat, eğitim, ... alanlarının dinin ve dinsel kurumların yönetiminden çıkma mücadelesi vermeğe koyulduğu görülüyor. Bütün bu mücadele boyunca dinin, feodal düzenin egemen' güçlerinin hizmetine koşarak yeni etkinlikleri yürüten toplum kesimlerini, yeni bilgileri baskı altına almaya alet olduğunu da görüyoruz. Ama dinsel hukuk yalnızca yasaklardan oluşur; ilkel dönemlerde gereksinen ölçüdeki toplumsal dayanışmayı yasaklar sağlıyabiliyordu. Yeni koşullardaki ,yaşamı ise yalnızca yasakların düzenleyip yürütmeye yeterli olamıyacağı açıktı. Bu ortamda toplumun gereksindiği dayanışma artık ulusal bilinç etrafında gerçekleşecek bir dayanışma idi. Kendi doğal ve toplumsal kaynaklarına sahip çıkma, bunun için ulusal sınırlarını belirleme ve koruma, ulusal pazarına sahip olabilme, bütün bunlar için de siyasal kurumu ile, hukuku ile, eğitimi ile, dili ile, sanatı İle... ulusal kimlik sahibi olacak biçimde örgütlenme gerekliliğini din değil, laik bilim anlatıma kavuşturuyordu. Din iktidarın kaynağını, biçimini ve kullanılışını belirlediğinde ulusal toplûm oluşumuna ters düşen özelliğini hep korumuştur: «Halkın değil hakkın egemenliği» sloganı bu öze,lliğini anlatıma kavuşturmaktadır. Ancak özelliklerini belirttiğimiz toplumsal gelişim, toplumsal düienin meşruluk ölçülerini, otorite sembollerini, başka deyişle egemenliğin kaynağını giderek ilâhi nitelikken çıkarmış, dünyalılaştırmıştır. Laik devlet gelişiminin ana çizgisi budur.
Serbest iş sahibi olmak, sermaye biriktirmek, teknoloji geliştirmek, para. ticareti haram ve yasak olmaktan çıkınca, maddi yaşamın koşullarını tanımak, düzenliliklerini kavramak bir zorunluluk oldu. Değişmez, ilâhi kuralların egemenliğinden kurtulmak, ger^ çekliği nesnel bir biçimde incelemek gerekiyordu. Dindeki reform hareketi ve Descartes'la başlıyan insan kişiliği anlayışı, daha sonra da Kant'm insanı araç değil, amaç sayması ve hukuku özgür iradelerin bağdaşması olarak görmesi, insanı dinin egemenliğinden kurtarma atılımları olmuştur. Böylece bugünkü anlamıyla «bilim» ortaya çıkmıştır. Orta Çağ düşüncesinde doğanın zorunlu yasaları, bu yasaların kavranıp doğa güçlerinin denetim altına alınması... gibi anlayışlara yer yoktu. Bilim büyücülük ve şeytan işi sayılıyor, bilimle uğraşanlar türlü cezalara çarptırılıyorlardı. Ama zajnanla bir yandan birçok keşif ve icatların yapılması, örneğin dünyanın yuvarlaklığının kanıtlanması, başka ülkelerde, başka din ve uygarlıkların bulunduğunun görülmesi, dogmatik inançların temelden yıkılmaya başlaması, bir yandan da sermaye birikiminin büyük boyutlara ulaşması ve böylece feodal düzenin yıkılması sonunda inanç ye bilgi biribirinden ayrıldı. İnanç alanının denetim ve baskısından kurtulunca bilim oluşmaya başladı. Dünyanın döndüğünü söyliyen Galile'nin cezalandırıldığı, teleskop aracılığıyla Jüpiter'in uydularının gözlenmesi karşısında «Gezegenlerin sayışını arttınrsak bütün düze-: nimiz yerle bir olur» kolundaki gerekçelerle gerçeğin tanınmasının engellendiği dönem artık geride kalmıŞT tır.40 .
•10 L u n â b e r g , S c h r a g v e ; L a r s e n , Sosyoloji, T ü r k Siyasi İ l i m l e r Derneği
Yayını,
Cilt I, S. 26.
Reform hareketi, Luterci kiliselerin katılığına, böylece verimli bir siyasal düşünce oluşturamaması na karşın, Katolikliği tek inanç dizgesi olmaktan çıkarmakla, dinsel konularda değişik inançlara olanak tanımakla, İncil'i konuşulan dile çevirip herkesçe anr laşılmasını sağlamakla laikleşme sürecine önemli katkılarda bulunmuştur. Aydınlanma (rönesans) hareketiyle dinsel yobaz-, lığın düşünce, bilim, sanat üzerindeki baskıları kalktı. Siyaset felsefesi de laikleşti: Laplace, gökyüzü mekaniğinde «Tanrı'ya niçin yer vermediğini» soran Napoleon'a «Böyle bir varsayıma gerek duymadım» yanıtım veriyordu. Newton da güneş sisteminde Tanrı'ya yer vermemişti. İngiliz fizikçisi Tyndall doğanın gelişiminde doğa-üstü güçlerin etkisini reddediyordu. Biyolojinin ve ruhbilimiriin oluşumu da, birincisinin doğum ve ölümü birer fizyolojik olay sayması, ikincisinin ise ruhsal olayların da pozitif yasalara göre oluştuğunu kabul etmesi, dinsel çevrelerden büyük karşı koymalara yol açsa da artık yalnız doğal çevrenin değil, toplumsal çevrenin de biliminin yapılabileceği anlayışını önleyemiyordu. Machiavelli'nin Hükümdar ad-, lı yapıtı dinden bağımsız bir siyaset ve yönetim anlayışına dayalıydı. Artık devleti ve toplumu yönetmek işi herhangi bir fabrikayı kurmak, bir hastayı iyileştirmek... gibi müsbet bilimle yürütülebilecek uzmanlık işi sayılmaya başlamıştı. Laik toplum, laik dşvlet, laik yönetim oluşuyordu. Descartes, Voltaire ... akıl-, cı akımları. anlatıma kavuşturuyorken, toplumu yönetecek yasaların düzenlenmesinde yalnızca akla ve deneyime dayanma ilkesinin yolu da açılıyordu. Ekonomik etkinlikler dinsel çerçeveleri izlemiyordu. Daha 16. yüzyılda İngiltere kralları «Fransa'dan ülkeme bir karış kurçıaş sokturmam» diyor, her şeyden
pnce İngiliz halkının yöneticisi olduklarının bilincine varmış bulunuyorlardı.* 18. ve 19. yüzyıllarda bu toplumsal-ekonomik oluşumlar ulusal çerçeveyi tam olarak ön plana çıkarıyor, hukuksal ve siyasal kurumlar ulusal bağlamda düzenleniyor, otoritenin meşruluk kaynağı olarak ulusal irade ilkesi benimseniyordu. Ahlâk erdemli kişiyi, yalnızlığa ve tapınmaya kendisini adamış kişi olarak tanımlamaktan uzaklaşıyor, uzmanlaşan ve en temel ahlâk öğesi şeref olan kişi diye belirtiyordu. Felsefe de. ilâhiyattan bağımsızla- ! şıyor ve laik bir felsefe oluyordu. Bütün bu gelişme- 1er eşliğinde siyasetin de dinsel nitelikten armdığuıı, -dinin egemenliğinden kurtularak müsbetleşmeye başladığını .görüyoruz. Bunun en önemli belirişi ulusal toplumların oluşarak ulusal egemenlik ilkesi üzerine .dayalı devletlerin kurulmasıdır. Laik Devlet ve Siyaset Anlayışı Toplum yaşamının maddi temellerindeki bu gelişmeler, siyaset felsefesi ve devlet kavramı ile siyasal ilke veı kurumların laikleşmesi sonucunu doğurdu. Laikleşme akımının siyaset ve devlet kuramları ve uygulamlarındaki gelişim sürecini şöylece özetleyebili' riz: Önce «laik» sözcüğünün Yunanca «laikos» sözcüğünden gelmekte olduğunu, din adamı kimlik ve yetkisini taşımıyan kişileri anlattığını belirtelim. Genel •olarak halk anlamına gelen «laos» sözcüğünden tü.retilmiş bir terimdir. Hıristiyanlığın da başlangıçtanberi din adamları sınıfı (clerici) ile onların dışında kalan halk yığınlarını Çlaici) biribirinden âyırdığı biJ *
Mustafa
Akdağ,
D T C F Yay.
Türkiye'nin
İktisadi
ve
İçtimai
Tarihi,
linmektedir, Türkçede «ladini» (Ziya Gökalp), «lâruhbani» (Ahmet İzzet Paşa) , «iş hükümeti, ortamalı hükümet» (Ubeyduliah Efendi) terimleri ile anlatılmak istendiğini görüyoruz. Kavramın çağdaş toplum, yaşamı bakımından «dinden bağımsızlığı» anlattığı söylenebilir. «Dinin insan ve toplum yaşamından kaldırılması» gibi bir anlam taşımadığı, doğa-üstü, inanç niteliğinde önsayıltılardan arındırılmış özerk bir bilgi alanı oluşturma girişimi olduğu ve toplumsal yaşamın örneğin siyaset, hukuk, eğitim, ekonomik ilişkiler, giyim... gibi alanlarının dinsel kurallarla düzenlenmemesi tutumunu anlattığı belirtilmelidir. Başka deyişle laikleşme, devlet ile din kurumlarının toplumdaki yerlerinde, yetkilerinde ve güçlerinde birincisi lehine, ikincisi aleyhine değişiklik olması demektir. Yukarda ana çizgileriyle toplumbilimsel açıklaması yapılan laikleşme sürecinin siyaset ve devlet kuramları ve uygulamaları alanındaki başlıca ürünleri 18. yüzyıl sonlarında Amerikan ve Fransız Devrimleri ile tüm dünyaya duyurulan İnsan Haklan Bildirgeleri olmuştur. O tarihtenberi de bu laik siyaset ve devlet anlayışı ve uygulamaları yeryüzünde, artan bir etkinlikle yaygınlaşmaktadır. 1776 tarihli Amerikan İnsan Haklan Bildirgesinin konumuzla ilgili maddesi şöyledir: Din ya da Tann'ya, borçlu olunan ödev ve bunun yerine getirilme biçimi, güç ya da şiddet yoluyla değil, akıl ve kanı yoluyla yönetilebilir. Herkes eşit bir biçimde vicdanının emrettiği gibi dinin gereğini yapmak özgürlüğüne sahiptir. 1789 Fransız; İnsan ve Yurttaş Haklan Bildirgesinde ise aynı konuda şu ilkeler yer almıştır: F.:
6
81
,
İnsanlar özgür ve hakları açısından eşit doğarlar... Hiç kimseye düşüncelerinden dolayı -bunlar dine ilişkin bile olsalar- kanşılamaz; yeter ki bu düşüncelerin açıklamşı, yasayla kurulmuş biçimiyle kamu düzenini bozmasın.
Türk Devrimi de, ilerde açıklanacağı üzere Şer'iye Vekâletini kaldıran yasasında aynen şöyle söylüyordu: «Türkiye Cumhuriyeti'nde insan ilişkilerini ilgilendiren hükümlerin yasalaştırılması ve uygulanması Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun kurduğu hükümete aittir.» DİNİN ÇAĞDAŞ TOPLUMDA SÖMÜRÜLMESİ Dinin, yeni koşullar sonucu meşruluk temelleri sarsılan bir toplumsal düzenin ayrıcalıklı sınıfı tarafından bu düzeni kutsaİlaştırıp dokuııulmazlaştırmak amacıyla -sorgu sualsiz kabul sağlayıcı etkisi nede-: niyle- kullânılışını feodal dönemde olduğu gibi kapitalist dönemde de görüyoruz. Akıl çağına, bilimsel düşünüş çağma girildikten sonra din sömürüsünün yeniden canlanabilmiş olması şu bağlamda gerçekleşmiştir.- a) Liberal-kapitalist toplum düzeninin yol açtığı türlü eşitsizlikleri saklamak ya da haklı (meşru) göstermek, için-, b) Uluslararası ilişkilerde sömürgeciliği haklı kılmak ve kolaylaştırmak için. a)
Liberalizmin Hizmetinde Din Sömürüsü
Liberal -toplum .düzeninin «bırakınız yapsınlar»cı . uygulanışı, ticaret ve sanayi devrimini gerçekleştiren Batılı toplumlarda toplumsal eşitsizlikleri, güvensizlikleri, gelişen refah olanaklarıyla tam bir çelişki oluş-
tururcasına büyültmüş, toplumsal sınıflar arasındaki farklar, 1850'lerin İngiliz başbakanı d'İsraeli'nin deyişiyle aynı ulusun içindeki sınıfları «iki ayrı ulus sayüacak ölçüde» biribirinden ayrı ve eşitsiz yaşam ve kültür düzeylerine sokmuştur. Ulaşımın, haberleşmenin, büyük çaplı üretim birimlerinin (fabrikaların) gelişimi, bilimsel bulgularla ve yeni teknolojik gelişmelerle birlikte bilimsel düşünüş biçimini de yaygınlaştırmaya başlayınca, geniş işçi yığınları yoksulluklarının ve elverişsiz yaşama koşullarının Tanrısal nedenlerden değil, toplumsal düzenin «çalışma yaşamına ilişkin kurallarından» ileri geldiği kavrayışına ulaşmaya başlamışlardır. Sınıfsal eşitsizliklerin bilgili insan müdahaleleri ile, laik düşünüşlerle giderilmesi istekleri insanlık tarihinde ilk kez anlatıma kavuşu.yordu. Bu durum daha Shakespeare'in çağında iken yeni durumlara karşı duyulan derin korkulan uyandırmış ve büyük şaire şu dizeleri yazdırmıştı: Toplumdaki şu basamaklanmayı bir kaldmn, Şu çalgının uyumunu bir bozun, Görürsünüz o zaman kopacak gümbürtüyü. Geniş halk yığmlanna okuma yazma öğretmenin bile İngiliz aristokratlarına «bir insanın atının kendisi kadar bilgili olmasını istemek^ gibi bir saçmalık olarak göründüğü ortamdan henüz çıkılmakta olan bir dönemde, insanlann toplumsal durumlannı Tannsal nedenlere başvurmadan açıklayıp, onlara başvurmadan iyileştirebileceklerine inanmaya başlamaları, Aydınlanmayı yaşamış liberal kapitalist sınıf mensuplarını dine bir toplumsal işlev tanımaya itmiştir. Örneğin I. Napoleon gibi açık sözlü siyaset adamlan dinin yürürlükteki düzeni koruyup sürdürme iş-
İevi olduğunu açıkça söylemişlerdir. Napoleon'un bu konudaki sözleri şöyledir: ^Din olmazsa bir devlette düzen nasıl korunabilir?. Servet eşitsizlikleri varolmadan toplum varolamaz; din olmadan da servet eşitsizlikleri olanaksızdır. Karnı tıkabasa dolu bir adamın yanıbaşında bir başkası açlıktan ölmekte ise, berikinin bu durumu kabullenmesi için bir yetkili makamın çıkıp ona . «ne yapalım, Tanrı'nın dileği böyle» demesi gerekir. Bu dünyada zenginler ve yoksullar olması gereklidir, ama öteki dünyada, o sonsuzluk aleminde bölüşüm başka türlü olacaktır.» 4T ) Dinin yürürlükteki toplumsal'düzenle bağdaşmasının temel kural olduğuna, bu düzenin kurumlarına ve elverişli durumdaki sınıflarına dayanak olarak kullanılabildiğine bir kanıt olarak da Hıristiyanlıkta 1891 tarihli Revüm Novarum adıyla bilinen Papalık genelgesi gösterilebilir. 19. yüzyıl sonu kapitalist düşüncesinin bir özeti ve bu düzene güçlü bir dinsel destek niteliğinde olan bu belge, «bırakınız yapsınlar»cılığın savunması yönünde aşırılığa varan bir belge sayılıyor. Bu papalık genelgesine göre devletin baş görevlerinden biri «yasalar yaparak ve güvenlik sağlıyarak özel mülkiyeti korumak ödevidir. Açgözlülüğün güçlü olduğu yerde insanları kendi ödev sınırları içinde tutmak çok önemlidir; çünkü eğer herken durumunu iyileştirmeğe kalkışacak olursa ne adalet, ne kamu yararı herhangi bir bireyin başkasına ait şeylere el koymasına izin verir; ne de anlamsız eşitlik gerekçesi ile başkasının malına zor yoluyla el koymaya hak verdirir.» 48 A n a n : M a u r i e e D u v e r g e r , Sociologie Politiqüe, P.U.F., 1966,
S. 241. 48
Anan
Stephan
1967, S. 199.
Cotgrove, T h e
Science
of
Society,
Unwin,
Dinin bu yönde kullanıldığını çok eski tarihlerdenberi belirten pekçok düşünür olmuştur. Romalı Çiçero «dinin kölelerle kadınlara göre olduğunu» yazmıştır. Roma halkı «iki kâhinin gülmeden birbirlerinin yüzüne bakamıyacaklarma» inanırdı. Feodal düzen .Avrupa'da tıp araştırmalarını, cerrahlığı, aşı yapmayı din adına yasaklamıştı. Galile, Diderot, Völtaire gibi adlar bu yasaklamalara karşı direnişleri hatırlatan adlardır. Dinin her zaman, toplumsal yaşamda geçerliliğini yitirmiş ve yitirmekte olan otorite ölçülerini sürdürmek amacıyla kullanıldığı, bilim ve teknolojinin ilerlemeleri karşısında artık önlenebileceği görülen kimi eşitsizlikleri sürdürmek istiyen sınıf ve katmanların amaçlarına âlet edildiği noktasında, toplumun • niteliği : ve "nasıl- olması gerektiği konusunda biribirlerinden çok farklı düşünen toplumbilimciler ve filozoflar görüş birliği içindedirler. Örneğin Kari Marx «Din_bunalân insgnınjaJhatlaraasıdır; kalpsiz bir dünnûgüiy^derken, Napoleon'un yukarda andığım görüşleri türünden tutumları kastetmektedir; dini «sürekli olarak başkaları hesabına çalışmaktan bıkkınlık getiren halk yığınlarının yalnız başlarına kalışlarından ve koyu yoksulluklarından doğan ve onlar üzerinde her an ağırlığını duyuran manevi baskı biçimlerinden biri» olarak nitelendirmektedir. Bunun gibi Prof. Georges Gurvitch de şunları yazıyor-, «Din hemen daima toplumsal düzeni haklı göstermekte, kabul etmekte ya da desteklemektedir. Hintliler için «temiz 4»
K . Marx, Contıibution
a l a critique de l a plıiiosophie
du
dröit de H e g e l ' d e n a n a n : M a u r i c e Duvergei - , Sociologie p o tique, P.U.F., 1966, S. 241.
ve kirlinin hiyerarşik karşıtlığına dayalı kast sistemi»; özünde dinseldir. Hıristiyanlık uzun süre, herkesin doğuşu sırasındaki toplumsal konumunda kalmasını kabul ya da arzu etmiştir.»60 b)
Sömürgecilik Hizmetinde Din Sömürüsü
Hıristiyan misyonerlerin Afrika, Asya, Avusturaiya Ve Amerika kıtalarının Batı Avrupa sömürgeciliğine açılışındaki etkileri bilinmektedir.51. Buralarda hıristiyanlığm yayıldığı toplumlarda kilise, sömürge düzenine «toplumsallaştırıcı» rol oynayagelmiştir. Bu incelemede Osmanlı ümmet ideolojisinin ülkemizin sömürgeleştirilmesindeki yerini belirtmek, bu konuya yeter aydınlık getirecektir kanısındayım. Din sömürüsünün başka biçimleri yanında «ümmet» ilkesine dayalı Osmanlı toplum ve devlet yapısının sürdürülmesinin de sömürgeciliği kolaylaştırıcı ve dış karışmalara gerekçe verici bir işlevi v e etkisi olagelmiştir. Bu yapıdaki Osmanlı İmparatorluğunun ümmetçi siyaseti, kendisine pazar ve doğal kaynaklar sağlıyacak sömürge arayışındaki Batı emperyalizmiy!e uzlaşarak onun hizmetine girmeyi kabul etmiştir: Ülkeyi yabancı sermayeşine sınırsız biçimde açmış, ümmetçi siyasal yapının bütün öğeleri (halife-sultan, devlet ricali, hukuk, medrese...) bu durumu içine sindirmiştir. Bu öğeler ulusal kurtuluş savaşı sırasında sömürgeci işgal devletlerinin yanında; yer almış, dini sömürerek iç isyanlar da içinde olmak üzere her türlü güçlüğü çıkarmaktan sakınmamıştır. »o
G e o r g e s Gurvitch, T r a k e de sociologie, C. I I , P.U.P.,
61
S. 84. ' G u y Roclıer, C h a n g e m e n t
1964,
. . social, Ed. H M H , S. 219-254.
Mustafa Kemal bu olguyu derin kavrayışıyla şöyle dile getirmişti: «...Yabancılar halifeliğe saldırmıyorlardı. Ama Türk ulusu saldırıdan kurtulmuyordu. Türk ulusuna daha kolay saldırabilmek için halifeliğin devam etmesi tercih ediliyordu.» Böylece «ümmet» anlayışıyla mücadele etmenin, dini siyasetin aracı olmaktan kurtararak gerçek vicdan özgürlüğünü kurmak olduğu ortaya iyice çıkmaya başlamıştır. Din sömürüsünün «gerikalmışlık» bağlamında aldığı biçime örnek olarak Osmanlı .yapısındaki bu belirişi, bundan sonraki, bölümde incelenecek, Türk Devrimi'nin laik karakterinin gerikalmışlık ve sömürge konumundan gerçek kurtuluş sağlamadaki işlevsel niteliği böylece ortaya konulabilecektir. «DİNSEL UYANIŞ» AKIMLARI Bilim ve sânayi devrimiyle birlikte laik toplum ve laik devletin gerçekleşmesi ve dinin toplum ve insan yaşamındaki yeri, yetkisi ve gücünün azalması, toplumların yaşamında «dinsel uyanış» diye adlandırılan bir takım tepki hareketlerine yol açmıştır. Hepsi: de yığınların ya da kimi grupların heyecanlandırılarak coşturulması, yığın davranışına itilmesi uygulamalarını içeren bu hareketler başlıca üç biçim içinde ortaya çıkmışlardır.132 a) Toplu korku ya da «zevk» ten histeriye kadar varan âyinler, törenler; b) Daha geniş toplumsal hareketlerle bağlantı kurarak ortaya çıkması. Bunun açıklaması toplumBkz.: Encylopedia of the Social Sciences, «Religious vab
maddesi.
.
Revi-
sal dönüşümlerde ve süreçlerde bulunmak gerekir;. Genellikle sanayi ve kent yaşamının genişlemesine* buna koşut olarak feodal nitelikteki dinsel yapı ve uygulamaların çökmesine ya da bozulmasına tepki, dinsel inançların, varlıklarını toplumsal gösterilerle ortaya koyma biçimini de almaktadır, zaman zaman. Bunlar, toplumsal ve ekonomik altüst oluşlara, büyüyen yoksulluğa ve baskılara karşı direnme eğilimlerini dinsel anlatım yollarına kanalize eden hareketlerdir. , c) Bir de en doğrudan ve teknik anlamında dinsel kuruluşlar (dernekler, tapınma evleri, vakıflar* tarikatlar..;) kurma akımı, olayları ve yöntemleri vardır. Bu üçüncü tür dinsel uyanışın görece hızlı yayılmasında, en dar olanaklı ve en düşkün kişilerin bile «katılabileceği» dinsel t dirik ve coşturma biçimlerinin kullanılması ve bunların aşağı sınıf insanlarının büyüyen yalnızlıkları, biteviyelikleri ve yoksulluklarının sıkıntılarını «uygun» (sakıncasız, tehlikesiz) yollardan hafifletme kanalı olarak görülmesi temel rolü oynamıştır. Bu eğitimsiz, geri ve başka nedenlerle de duygusal bozukluklara açık insan yığınlarını ustaca sömüren politikacıların bulunması, çağımızda sık görülen bu üçüncü «dinsel uyanış» biçiminin bir başka temel etkeni olmaktadır... Günümüz toplumlarında «dinsel güdüleme» hareketlerinde toplu âyinlerin yerini artan ölçüde «eğitim» ve propaganda yöntem ve teknikleri almış bulunuyor. Ancak bu toplumlardaki bu akımlarda bir zayıflama da görülüyor. Bu durum, dinsel nitelik taşımayan toplu oyalanma ve eğlenme biçimleri ile yine.
dinsel nitelik taşımıyan toplu direnme ve başkaldırı biçimlerinin ortaya çıkmış olmasından dolayıdır. «Dinsel uyanış» diye adlandırılan bu akımların temel niteliği, «öbür dünyada kurtuluş arayışı» güdüsünün yine uyuşturucu, saldırgan, antidemokratik güçlerce sömürülmesidir, denilebilir.. ı
«KOZMİK DİN A N L A Y I Ş I » Çağdaş toplumun düşünce yaşamının temel özellikleri özgür düşünce, meşruluğu özgür tartışmaya dayalı hâk ve ödev anlayışı ve sevgidir. Laik düzen inşam özgürleştirmiş, ona her türlü sömürüden kurtulma kapılarım açmıştır. . Bu arada bilimin ve teknolojinin inşanı doğal ve toplumsal çevre koşullarına bağımlı olmaktan önemli ölçülerde kurtarıp özgürleştirmesi yanında, evrenin, doğanın ve insanın mahiyetine ilişkin ezeli soruların ele almışı ve âçıklanışı yeni bir nitelik almış bulunuyor. . , Bilimsel gelişmeler alanında ilerlendikçe evrenin büyük bir düzenlilik içinde evrimden geçtiği daha yakından anlaşılmakta ve bu düzenliliğin kendisi kimi düşünür ve bilim adamlarının derin saygısını kazanmaktadır. Örneğin ünlü atom bilgini Albert Einstein bu konuda şunları yazmıştı: «Bilimsel düşünce alanında başarılı ilerlemeler elde eden herkes, varlığın yapısındaki akla-uygunluk karşısında derin bir saygı duymaktadır. Anlama yoluyla, kişisel umut ve araulârın çalkantılarından çok geniş ölçüde kurtulmayı başarmakta ve varlıkta, cisimleşen aklın büyüklüğü önünde alçak gönüllü bir tutum kazanabilmektedir. Bu akıl, en derin yanlarıyla, insanın kavnyamıyacağı bir şeydir. Ancak böyle
bir tutum bana göre sözcüğün en yüksek anlamında bir dindir.»68 Einstein, bu sözleriyle bir ruh, bir tanrı, yâ da bir kişiye karşı değil, «varlıkta kendisini gösteren akla-uygunluk» önünde derin bir saygı duyduğunu, «geniş kapsamlı kurtuluş» ile de tanrısal bir varlık önünde değil, «derinliklerinde insani zihninin kavnyamıyacağı bu akla-uygunluk önünde» alçakgönüllü bir tutum takınılabildiğini anlatmak istiyor. Burada artık söz konusu olan bilime kin duyan, aklı doğmalarla kalıplayıp soru sormaktan, araştırma yapmaktan, kuşku belirtmekten alıkoyan karanlıkçı tutumlu bir din değildir. Aklın yol göstericiliğinde evrenin sırlarını araştırıp, bu yolda ilerledikçe olguların düzenliliğine hayran kalarak insanın evren içindeki yerinin bilincine varması ve bencilliklerin her türlüsünün anlamsızlığını kavramasıdır. Tüm'«din»lerin özünün ancak özgür aklın bulabileceği «adalet» değerini yüceltmekten ibaret olduğunu kavramak ve örneğin Yunus Emre gibi bir yandan «Gelir bir bir, gider bir bir, kalır bir / Gelen gider,, giden gelmez, bu; bir sır», ya da «Mal sahibi, mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi /, Mal da yalan, mülk de yalan / Var biraz da sen oyalan» derken, bir yandan da «Sen sana ne sanırsan / Kamuya dâ onu san / Dört kitabın manası / Budur, eğer var ise», ya da «Bir avuç toprak için bunca kil u kâl / Yakışır mı ey kerim ü zül-celâl?» diyebilmek! îşte «kişisel umut ve arzuların çalkantılarından kurtuluş»la anlatılmak istenen budur. Ünlü Alman düşünür-ozanı Goethe de şöyle ya68
A.
Einstein,
«Science
and
September
21, 1940, S.
ve L a r s e n ,
Sosyoloji, T ü r k
C. I, 1969, S. 149-150.
Religion,»
182'den
ileten:
Siyasî
Science
Newsletter,
Lundberg,
İlimler
Derneği
Schrag Yayını,
zıyor: «Bilim ve sanat sahibi olan kişinin dini de vardır. Bu ikisinden yoksun kişinin ise dini sözden ibarettir.» Atatürk'ün din anlayışı da ilerde açıklanacağı üzere (Yunus'unki, Goethe'ninki, Einstein'inki gibidir: «İnsanlıkta dine ilişkin duygular bilim ve fennin ışıklarıyla dupduru olup yücelmedikçe, din oyunu aktörlerine her yerde rastlanacaktır.» Bu tepe noktası, dinin toplum yaşamında baskıcı, kalıp koyucu etkisinin çok azaldığı, çağın olanakları ve gereksinimleri karşısında keşif, icat ve buluşların güvenceye kavuştuğu, buna ek olarak dinin, «eksik ve yanlış» görülen yanlarının da özgür tartış- , ma ortamında dile getirilmeye başladığı dönemi temsil etmektedir. İnsan aklının herşeyi çözebileceği inancının pekiştiği bir toplumsal düzende artik herhangi bir düşünçenin küfür, tekinsiz (tabu) diye yasaklanm a s ı ya da kutsal, dokunulmaz diye egemen kılınması olanak dışıydı|yEvrenin makro ve mikro yönlerdeki sonsuzluklarının tanınmasında dev adımlarla ilerleniyordu; dünya bir portakal boyutuna indirgenip, tarihi milyonlarca yıl öncesinden başlatılabiliyordu; insan rengi, ırkı, sınıfı, dili ne olursa olsun, insan olarak evrenin en üstün değeri mevkiine yükseliyordu... Bu oluşumlar karşısında din ve inanç özgürlüğü, «herhangi bir dinin ya da mezhebin toplumda egemen duruma gelmek üzere kurumlaşması ö z g ü r r lüğü» olarak değil, tersine her türlü inançta olanların (herhangi bir tanrısal varlığa inanmayanlar da dahil) inanç özgürlüklerinin güvenceye alınabilmesi, toplumsal yaşamın gerektirdiği dayanışma ve işbirliği içinde tutulabilmesi, bunun için de dinin kesinlikle birey vicdanlarına terk edilmesi olarak anlaşılmıştır} 1 Bu anlayışın uygulamadaki belirişi, toplum4 ya-
şammı örgütleyip yürüten kurum ve kuralların (siyasal iktidarın meşruluk ölçülerinin ve. genel olarak hukukun, ekonomik yaşamın, yeni kuşakların biçimlendiği eğitim kurumlarının...) dinsel ölçülerden tamamen bağımsız, onlara uygunluk koşulu aranmaksızın düzenlenmesi olmuştur. Bu ortamda dinlerin bilimsel incelemesi ve eleştirisi de özgürce yapılabilmiştir. Düşünce özgürlüğü ortamında herhangi bir inancın, «en iyi», «en doğru», «en adil», «en erdemli»... olduğu iddiasıyla toplumu koşullandırmasına olanak verilmemiştir. LAİKLİK NEDİR, NE DEĞİLDİR? Bu inceleme bakımından laikliğin ne olduğu gir bi„ ne olmadığının da aydınlığa kavuşması gereklidir. Laikliğin ne olmadığını gereğince açıklıyabilmek için, laikliğin ne olduğu konusundaki bu açıklamaları tamamlamak üzere laik bir ortamda «din» e özgürce, herhangi bir saldırı ya da yasaklamayla karşılaşılmadan yöneltilebilen eleştirilere örnek vermeliyim. Bu eleştirilerin bir bölümü tanrıtanımazlık, bir; bölümü bilinemezcilik, bir bölümü de «din»lerdekinden değişik tanrı anlayışı (doğa dini, kozmik din...) biçiminde belirmekle birlikte, hepsinde ortaklaşa olaıi temel görüşler vardır. Bunları ünlü İngiliz bilgin ve filozofu Bertrand Russel «Niçin Hıristiyan Değilim?» adıyla yayınladığı kitabında ve Anglikan Kilisesi'nin yüksek rütbeli bir rahibiyle BBC mikrofonlarında yaptığı bir tartışmada özetlemiştir.01 •m
B e r t r a n d Russell, N i ç i n H ı r i s t i y a n D e ğ i l i m ? "Varlık ları,
1972.' B u
eskiye
uzanan
düşüncelerin bir
tarihi
Eski
Yunan
bulunmakla
dönemine
Yayındeğirir
birlikte,''yalnız
bi-
limsel, teknik gelişmelerin insan ve t o p l u m y a ş a m ı n a .bil-
Russel'm belirttiği bu düşünceler laikliğin nasıl anlaşılması gerektiğini ortaya koymayı kolaylaştırmaktadır. Gerçekten «din» konusundaki eleştirici görüşlere bakıldığında devletin dini olamıyacağı (ancak insanlar inanç besliyebilirler), çünkü, devletin toplumsal yaşam için zorunlu olan barış, dayanışma ve işbirliğini sağlıyan bir kurumsal düzenleme olması gerektiği, bu düzenlemenin ise dinsel ölçülere göre yapılamayacağı, bilimin bunu çok daha kabul-edilebilir biçimde sağlıyabileceği kolayca görülebilecektir. Yine bu eleştirici görüşler karşısında Atatürk'ün «Devletinjiinijalmaz» diye öze tüyebileceğimiz laiklik anlayışının geçerliliğini göstermek de daha kolaylaşacaktır; lâikliği dinsizlik -özellikle İslâm dini bakımından dinsizlik- sayan görüşün yanlışlığını ve «laiklik dinsizlik değildir; devletin dini geliştirmesi, koruması, yüceltmesidir» yolundaki görüşün de demagojik niteliğini ortaya koymak kolaylaşacaktır. İncelememde Russel'in görüşlerine yer vermekten tek amacım, böyle düşünenler de bulunduğunu göstermektir. Yoksa bu düşüncelerin herhangi bir dinin ilâhiyatçıları gözünde dinsel değerini tartışmak değildir. Bu nedenle din adamlarının, din kurumlarının bu görüşlere verdikleri «dinsel» nitelikli yanıtlar üzerinde durmıyacağım. Yalnız laik devletin, dinsizlik değilse de «devletin dini geliştirmesi, yaymasıdır» diyenlerin görüşlerine değineceğim. Dine yöneltilen eleştiğili m ü d a h a l e d e b u l u n m a o l a n a ğ ı m
verdiği ve dinsel
l u m düzeniyle açık bir çelişki oluşturduğu Y e n i Çağlarda
birer
toplumsal
hareket
boyutlarına
ve
top-
Yakın
ulaşabilmiş
v e laik devlet düzeninin o l u ş m a s ı n a yol açmışlardır.
Bkz.:
O r h a n Hançerlioğlu, F e l s e f e Sözlüğü, R e m z i K i t a b e v i , 1973 ile a y n ı y a z a r ı n İ n a n ç z ü , geçen ve ilgili
Sözlüğü, R e m z i Kitabevi,
kavramlar.
1975, s ö -
rilerin neler olduğunu da, zaten laikliği ihlâl eden bu ikinci tür görüşlerin toplumda barış ve dayanışmayı engelleyici olduğunu gösterebilmek amacıyla belirtmeğe gerek görüyorum. ÖZGÜR DÜŞÜNCE VE DÎN Bertrand Ruşsell özgür düşüncenin Aydınlanma Çağından başlıyarak din konusunda yoğunlaşan görüşlerini özetle şu şekilde belirtmektedir: £ Aydınlanma Çağı ile birlikte Özgür Düşünürlerin, Tanrı'nm varlığının akıl ile kanıtlanamıyacağını, bunun ancak «inanç» ile benimsenebileceğiiıi söylemeleri üzerine, Ki• lise buna bir son vermek gereksinimini duymuş ve «akıl yoluyla Tanrı'nm varlığını kanıtlamak» üzere kimi uslamlamalar oluşturmuştun), a) Kilise'nin getirdiği akla dayalı kanıtlardan. biri «ilk neden» gerekçesine da-4 yalıdır. Bu dünyadaki herşeyin bir nedeni vardır, ancak bu nedenler zincirini geriye doğru izleyince «İlk Neden» e, yani Tanrı olgusuna varılır. Oysa daha 18. Yüzyılda John Stuart Mili «Babam bana «Beni kim yarattı?» sorusunun yanıtlanamayacağını öğretti, çünkü bu soru hemen bir başka soruya yol açıyordu: Tanrı'yı kim yarattı?», diye yazıyordu. Herşeyin bir nedeni varsa Tanrı'nm da bir nedeni olmak gerekirdi. b) Kilise'nin akla dayalı ikinci kanıtı «doğa yasası» kanıtıdır: Örneğin insanlar gezegenlerin güneş. çevresinde çekim yasasına göre döndüğünü gözlemleyince, «Tann
böyle dönmelerini buyurduğu için» gerekçesi hemen bu gözleme eklenmiştir. Ancak buna karşı, doğada da kesin bir yasalılılc değil, eğilim olasılığının (ortalamaların) ve göreliliğin (sürekli değişimin) söz konusu olduğu anlaşılmıştır. Nasıl zar atılışında örneğin düşeş gelmesi olasılığı 36 atışta 1 ise, ve bunun Tanrısal bir niyetin sonucu ölduı ğu öne sürülemezse, tersine ancak her atışta düşeş gelmesi halinde bir tanrısal müdahalenin varlığı öne sürülebilirse, doğ°a yasalarının da raslantısal, ama istatistik olarak belli bir eğilim belirten ortalamalar olduğu kanıtlanmıştır. Ayrıca Tanrı'nm «doğa yasası»' olarak gözlemlenen bir olguyu, böyle yapıp da neden başka türlü yapmamış olduğu, örneğin neden güneşi batıdan doğurtup doğudan batırtmadığı ' sorusuna «kendi nasıl isterse öyle yapar» diye yanıt verilecek olursa, o zaman da doğada bir yasalılık bulunduğu görüşü terkedilmiş olacaktır. Yok eğer «bunda bir hikmet vardır»i deniyorsa, başka deyişle «en iyi evreni yaratmak gerekçesi» öne sürülüyorsa, o takdirde de Tanrı'nm kendisinin bir yasaya (en iyi yapma yasasına) bağlı bulunduğu söylenmiş olur ki, o zaman da «en son yasa koyucu» niteliğine aykırı düşer bu. Çünkü Tann'dan önce yer alan bir «iyi» ve bir de «Içötü» olgusu vardı demektir. •^Russell, Tanrı'nın varlığını doğrulamak için öne sürülen kanıtların zaman içinde niteliklerinin değiştiğini, önceleri kesin bir takım yanlışlar taşıyan sert çizgili uslamlâ-
ma yolları denenirken, yakın çağlara gelindikçe bunların aydınlarca saygı görmemeğe. başlaması üzerine «ahlâkçılık» belirsizliğine büründüğünü söylüyor.^ . Tanrının Nitelikleri Konusu /Bir de «Tanrı herşeyi, beğendiğimiz ve beğenmediğimiz yanlarıyla, insanların iyiliği için yaratmıştır. Herşeye kesin egemen, herşeye kesinlikle gücü yetendir» deniyor. Bu varlığın milyonlarca yılın sonunda renklerinden dolayı zencileri linç eden Ku Klux Klan'ları nasıl yaratmış olduğunu düşünmek olanaksızdır^ Yok eğer «Tanrı dilerse kötülük, dilerse iyilik yaratır^~denirseT o takdirde Tanrı için iyilikle kötülük arasında bir fark yoktur denmiş oıur ki, o zaman da «Tanrı iyidir»; demenin anlamı kalmaz.~X)bürjjüny_adar-.o sonsuz yaşamda» adaletsizliklerm_ortadan kalkacağı inancına da insanların a,kla_dayaîl~biT~^üştir^ vastan öyle yetiştirildikleri için sajıip oldukları belirtilmelidir] Özgür düşünce gerçekleşme ortamını bulunca, «İsa'nın en iyi, en bilgili kişi olup olmadığını» da soru. konusu etmiştir. Tarihsel bakımdan İsa'nın gerçekten yaşamış olup olmadığının bile kesinlikle bilinmediği belirtildikten başka, getirdiği ahlâk kurallarının kendisinden birkaç yüzyıl gibi uzun zaman önce, örneğin Hint kültüründe anlatıma kavuşturulmuş olduğu ortaya çıkarılmıştır.
//Vaızlarına ilgi göstermeyenler için duyduğu kinli öfke, onlara «Ey yılanlar, cehennemin lanetinden nasıl kurtulacaksınız?» korkutmasında yatan «sonsuz ceza» düşüncesi, en üstün ahlâki ölçülere uygun bulunmamaktadır^ Örneğin Sokrates'te böyle kinli öfke değil, kendi görüşlerine katılmayanlara karşı tatlılık ve . uysallıkla davranış görülmektedir^ İsa'nın keçilere «Gidin benden—siz—ev ateşlfteg sonsui~âtese ^MruZdevişifli T --«Elidinmeyecek olan ateşe iki elle -girroektense, yaşamda sallat kalmak yeğdir» deyişini, mevsımi'ölrnâclîgriçin meyvesi buluninLvan irictr~ggacına ilenerek ağacı kurutuşunu ne bilgeliğe, ne de erdeme^ığcüramadıanî^övüstün düzeyde tuttuğunu söylemektedir <j<«Dini "kabul etmiyecek olursak, Allah korkusu vermezsek, kendimiz gibi çocuklarımız da iyi ahlâk sahibi kimseler olamazlar» savını da açıkça irdeleyen Russell, «...herhangi bir dönemde din ne ölçüde yoğun olmuşsa bağnaz inanç o ölçüde güçlü olmuş, ezieilik o ölçüde artmış, işler de o ölçüde bozulmuştur. Hıristiyan dinine gerçekten inanan kimselerin bulunduğu inanç çağı denen çağlarda, işkenceleriyle birlikte Engizisyon vardı; sürüler halinde zavallı insanlar büyücü diye yakılmıştı; din uğruna insanlara akla gelebilecek her türlü zalim davranışlarda bulunulmuştu» der.yj . Dünyaya şöyle bir bakıldığında insanın F. ; 7
97
duygularında her ileri gelişme, ceza hukukunda «suçlu»nun toplumsal çevre ve bireysel ruh koşullarım çözümlemeye katan her ilerleme, savaşın azalması için her girişim, beyaz ırktan olmıyan insanlara karşı davranışlarda her düzelme ve köleliği ortadan kaldırmak yolundaki her atılım... .yeryüzündeki örgütlenmiş kiliseler tarafından olumsuz karşılanmış ve engelleme görmüştür. Dinin herşeyden önce genel olarak korku üzerine kurulmuş olduğu, oysa bilimle bu korkuların denetim altına alınabildiği, böylece yüreğimizde artık düşsel destekler aramamayı, bunun özgür insanlara yalcışmıyan bir tutum olduğu, kendi çabamıza güvenmeği bilim sayesinde öğrenmekte olduğumuz... üzerinde durulmaktadır. İyi, erdemli bir dünya ve toplum düzeninin bilgiye, sevgi ve acıma duygusuna,, korkusuz görüşe ve. özgür zekâya, gelecek için umuda gereksinimi vardır. Geçmişe özlemle bakmanın, bugün için bilgisiz sayılması gereken kimselerce yüzlerce yıl önce söylenmiş sözlerin zekâya zincir vurmasına değil. Zekâmızın yaratabileceği gelecek o geçmişten çok daha yüksek düzeyde olacaktır, diye düşünülmektedir. Din « dünya dönüyor» diyen Galileo'ya, canlıların, bu arada insanın evrimden geçerek niteliksel değişime uğradığını ortaya koyan Darwin'e, insanlann «Tanrı»yı her zaman hep «insana özgü» özelliklerle tanımlamış olduklarını söyleyen Durkheim'a, Comte'a, Marx'a ... karşı çıkmıştır. Gücünün çok
büyük olduğu dönemlerde din kurumunu temsil edenler, geniş yığanların okuma yazmayı bile öğrenmesini, Tanrı'nm buyruğunu herkes anlarsa kendi mevkilerinin sarsılacağını düşünerek istememişlerdir. Ellerinden geldiğince köleliğin ve tutsaklığın sürmesinden yana olmuşlar, çağımızda da iktisadi adalete doğru girişilen her harekete karşı koymuşlardır. Hıristiyanlığın örneğin cinsellik konusunda çok hastalıklı ve doğaya aykırı bir tutumda olduğu belirtilmektedir. Bir kez kadını hep «baştan çıkarıcı», «temiz olmıyan isteklerin esinlendiricisi» saymıştır. Saint Paul evliliği ancak «yanmaktan biraz daha iyi»saymıştır. Evliliği bozulamaz kılarak ve cinsel konularda her türlü bilgiyi yasaklıyarak insanların dirliğine düşman kesilmiştir. Bu konuya önjmrgısız olarak eğilen herkes, dinsel tutuculuğun çocuk ve gençlere zorla ve yapay olarak yüklediği bilgisizliğin, akıl, ruh ve beden yağlığı için çok tehlikeli olduğunu, insanın doğavl yaşamının en önemli kesimlerinden biri olan cinsel yaşamı ayıp ve gülünç gösterici nitelikte olduğunu, bu konuda hastalıklı bir «günah ve suç» kompleksi yarattığını, bunun ise insanlarda zalimlik, korkaklık ya da aptallığa neden olduğunu görür. Sağlam kafalı bir nüfusun , yetiştirilmesi, eğitim politikasının dinin baskısından kurtarılmasına bağlıdır. «İnanmaya Zorlanma» Karşısında Akıl Özgür Düşünceciler, dine karşı akıl ve
a hlâk açısından iki gerekçe getirmişlerdir. A kıl açısından insana neye ol .ursa olsun, herhangi bir ştîye inanması ge srektiğini söyleyen her tutu.m, insanda kı ir ııta karşı, başka deyişle bilimsel geçerlilig ir ı yöntem ilkelerine karşı düşmanlık yar a tır ve Önyargılarına uymayan olgulara k a rşı zihnini kapalı tutmasına neden olur: Öz e tle bilim açık sözlülüğü gerektirir, kimi şen flere inanması gerektiğini sanan kişide -ise açık sözlülük olamaz. Bu açık sözlülük ol mayınca da, örneğin yer yuvarlağının her ; zaman için insan y a ş a m ı n a elverişli olmıya .cağı, insan türünün bir zaman gelip ortadan kalkacağı yolundaki bilimsel ölçülere uy/ jun yargılar ortaya konulamıyacaktır, çüni cü dinsel Önyargılar bu doğrularla çelişmek .tedir. Dinler için erdem dünyadan elini eteğini çekmektir. Dinin : yönetim mevkiinde olduğu Orta Çağlarda c Jrneğin bir maliye sistemi kurmak, bir cez a, hukuku kuramı yazmak... insanın erdemli sayılmasını sağlamıyordu. İnsan gönene i için yapılmış olmasına karşın bunlar önerr isiz görülüyordu. Rüşvet alan politikacı dins;el açıdan bakanların gözünde zina yapan kişi kadar kötü sayılmamaktadır; oysa rüşvetin topluma zararı zina yapanıkinden binlerce kez daha büyüktür. Din kadını aşağılamakla biyolojik aile bağlarını da zayıflatmış, ümmet ve uyruk kavramlarıyla da yurtseverlik bilincine elvermemiştir. Böylece din bireyciliği de aşırı ölçüde güçlendirip toplumsal dayanışma
veı ortaklaşa davranış yeteneldşrini gelişmekten alıkoymuştur. Hoşgörüsüzlük de dogmatik her düzende olduğu gibi dinsel düşüncenin başta gelen özelliğidir. Kişinin inandığı dışındaki her din kötüdür. Sonuç değişik dinler arasında olduğu gibi, hatta bundan da daha büyük ölçüde aynı dinin değişik mezhepleri arasında çok yıkımlı zulümler, kırımlar, aşağılamalar olmuştur. Örneğin Hıristiyanlığın yerleştiği Konstantin döneminden 17. yüzyıl sonuna değin Hıristiyan mezheplerinin biribirlerinden gördükleri zulüm, Roma İmparatorlarının din. değiştirerek Hıristiyanlığa geçenlere yaptıkları zulümden çok daha büyük olmuştur. : Çağdaş Hıristiyanlıkta bu dogmatik tutumun artık bu denli katı olmadığı görülmektedir ve bu, Rönesans'tan günümüze değin katı dincileri bu tutumlarından dolap hep utandıragelmiş olan Özgür Düşünceli kuşaklar sayesinde olmuştur. Örneğin bugün dünyanın, Hıristiyanların bir zamanlar inandıkları gibi İsa'dan önce 4004 yılında yaratılmadığım herkes biliyor. Oysa Russell'm büyük babası zamanında, yani 200 yıl önce bile bu konuda kuşku belirtmek korkunç bir suçtu. Evrim olgusuna ilişkin bilimsel bulgular da Hıristiyanlığın katı inanç tutumunu yumuşatıcı olmuştur. Yaşamın başka biçimleri için gözlemlenen evrim olgusunun insanın fiziksel yapısında bulunmadığını öne sürmenin- tutarsızlığı görülmüştür.
Dinlerin benimsediği «özgür irade » ya da «cüz'ı irade» görüşü de artık ağırlığını yitirmiştir. Bugün herkes birey kişilik yapısının eğitilebileceğini (başka deyişle istenmiyen özelliklerinden, örneğin suç sayılan eğilimlerden armdırılabileceğini) kabul etmiş bulunuyor. Herkes alkol ya da. afyonun davranış üzerinde belli bir etkisi olduğunu bilmektedir. Çocukları erdemli yapabilmede uygun bir toplumsal düzenin, vaizlerin en iyisinden daha etkili olacağım bilimsel düşünüşteki herkes biliyor artık. Ne var ki «özgür irade» anlayışı hâlâ geniş yığınların sağduyuyla elde edebildiği bilgileri mantıki sonuçlarına ulaştırmasını engelliyor: can sıkıcı bir davranışta bulunan kişiyi «kötü kişi» olarak görmek eğilimi güçlü oluyor. Bu, davranış sahibinin daha önce ve yetişme yıllan boyunca nasıl bir ortamda biçimlenegelmiş olduğunu düşünmek gereğini unutturuyor. İnsanlann, dahası çocuklann bile «kötü» diye nitelenen davranışlan karşısında bunun nedenlerine bakmayı ve hoşgörülü olmayı kutsal dine aykırı görüyor. Oysa çoğu çocuklann, üzerinde durulmayınca unutup gidecekleri kimi davranışları, cezalandırma yüzünden yineledikleri ve alışkanlık durumuna getirdikleri, başka deyişle zihin sağlıklarının bozulduğu bilinmektedir. Zihin bozukluğunun ise cezadan değil, kötü alışkanlıktan ileri geldiği düşüncesi hâlâ yaygındır. Kilise eskisi ölçüsünde bilimin kendi başına günah olduğunu artık söylememekle bir-
likte, «günah olmasa da tehlikelidir» diye düşünmektedir. Çünkü zekâ, dinin dogmalarından kuşku duymaya götürebilir. Dinin insandaki üç içtepiye, yani korku, kendini beğenme ve nefret etme içtepilerine bir saygınlık kazandırdığı, çünkü bunları kendisinin «adalet, iyilik» saydığı tutum ye kuralları «haksızlık, kötülük» görenlere karşı yönlendirdiği, böylece bu içtepileri özendirdiği söylenmektedir. Oysa psikoloji bilgi-' leri ve sanayi teknolojisinin ileri düzeyi, korku ve nefreti ihsan yaşamından silip atmanın olanaklı bulunduğunu gösteriyor. Bu yolda temeli Oluşturacak olan eğitim devrimidir: Nefret ve korku duyan insanlar bu duygulara aynı. zamanda hayran kalır ve bilinçli ya da bilinç dışı olarak bunları yi-1 nelemek isterler. Çocuklara iyilikle davranmak, çok kötü sonuçlar doğurmayacak gi. rişimlerine yasaklar koymamak, akıl dışı korkuları bulunan büyüklerle temasa getirmemek, karanlıktan, farelerden ve toplumsal devrimlerden korkmayan kimseler olarak yetiştirmek gerekir. Özellikle daha güç bir iş olan «nefret etmekten koruyabilmek», çocuklar arasında kıskançlık doğuran durumlar adil bir biçimde önlenerek sağlanabilir. Yine özellikle cinsiyet konusunda yasak konmamalı, «uygunsuz» gerekçesi ile merak ettiğj kimi konuları konuşması engel' lenmemelidir. O zaman çocuk dostluk içinde ve korkusuz bir biçimde büyür.
LAİKLİK NE DEĞİLDİR
-
Dünyanın başka uygar toplumlarında olduğu gibi Atatürk Türkiyesinde de laiklik, bireylerin birey olarak diledikleri dinsel inanca sahip olmalarına ya da hiçbir dinsel inanca sahip 'olmamalarına başta devlet, hiç kimsenin karışmaması olarak anlaşılır. Ancak yine başka toplumlarda olduğu gibi Türkiye'de de laik düzene karşı olanlar kendi dinsel'tutumlarının topluma, zorla benimsetilmesi amacında olduklarını açıkça ortaya koyamadıkları ve makullük dışma çıkmayı göze almadıkça laiklik ilkesine doğrudan doğruya karşı çıkamadıkları için genellikle laiklik kavramına ve laik devlet, laik toplum düzeni kavramlarına eksik ve/ya da yanlış tanımlamalar getirmeğe yönelmişlerdir. Böylece dini siyâsete ve başka tür bencilce çıkarlara araç yapabilme kapılarını zorlamaya çalışmışlardır. Bu eksik ve yanlış tanımlamalar karşısında şu noktaları vurgulamak gereklidir: 1 — .aiklik, en sık yinelenen «dinle devletin birbirinden ayrı olması» tanımının yüzeysel olarak anlaşılmasına dayalı «din alanında kim ne yaparsa yapsın, devlet karışamaz» anlamını taşımaz. 2 — Laiklik devlet gücünün, otoritesinin ve olanaklarının herhangi bir dinsel inancın ya da inançsızlığın eğitilmesinde, öğretilmesinde, yayılmasında! kullanılması demek de değildir., Çünkü böyle bir dur rumda başka dinden ya da mezhepten olanların, aynı dini ayrı biçimlerde yorumlayanların ve herhangi bir dinsel inanç beslemeye gerek görmeyenlerin inanç ve vicdan özgürlükleri ortadan kaldırılmış olur. Türkiye'de 1946'dan bâşliyarak dile getirilen ye Türk Devrimini önemli ölçüde yaralıyacak boyutlara
ulaşabilen bu yanlış tanımlamalar, bilim adına ert ayrıntılı bir anlatımını, kendisi bugün hayatta olmayan Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil'in bir incelemesinde bulmuştur.00 Laikliğin ne olmadığını gereğince ortaya koyabilmek bakımından Ord. Prof. Dr. Başgil'in bu konudaki, Bertrand RusselI'm özetlediğimiz görüşleriyle karşılaştırılması da ilginç olacak düşüncelerini ana çizgileri içinde özetle incelememize almak yerinde olacaktır. Yazar «Din Hürriyeti» başlıklı bu incelemesinde din özgürlüğü kavramı ile bu özgürlüğün nasıl düzenlenmesi gerektiği konularındaki görüşlerini ana çizgileriyle, şöyle ortaya koymaktadır: Din sırf bir inançtan ibaret değildir. Bu hakikati ne kadar tekrar etsek azdır. Din,, aynı zamanda' ameli bir hayat yolu; emirler ve yasaklar ihtiva eden bir kanundur. Dindar olan bir kimsenin bu yolda yürümesi ve bu kanunun emirlerini yerine getirmesi, yasak ettiği fiil ve hareketlerden kaçınması,, bir vicdan borcu olarak, lâzımdır. Dinin kanununa itaat etmiyen ve emirlerini yerine getirmiyen kimse, din nazarında mücrimdir.. Fakat dikkat edelim ki, bu kimse, bu-> lunduğu cemiyet içinde yalnız dindar değildir, hem de vatandaştır ve bu sıfatla, muayyen bir devlete tabidir. Ferdin tebaasından bulunduğu devletin gösterdiği yolda yürümesi ve koyduğu kanunlara bağlanması da vatandaşlık vazifesi olarak lâzımdır. m
Ord. Prof. Dr. Ali
F u a t Başgil,
«Din
Hürriyeti,»
Atatürk,
D i n ve Laiklik, Belgelerle T ü r k T a r i h i Dergisi Özel nı, N o . 2, S. 33-58. .
Yayı-
...Din ile devlet birleşik oldukları zaman bunlar birbirinin lâzımı olur. Ayrı oldukları zaman da bu iki türlü vazife ve mecburiyet birbiriyle muarazaya girer ve birbirini kovar. Filhakika, devletin kanunu, yasa : ve yasakları din kanununun ve dini emir ve nehiylerin aynı olduğu ve devlet resmen bir dine sahip bulunduğu takdirde ve bu şartla, dini ve sivil, iki vazife ve mecburiyet, birbirini nefyetme ve birbirine muarız olma şöyle dursun, birbirinin ayrılmaz lâzımı haline gelir. O suretle ki, dine itaat eden .aynı zamanda ve sırf bu sebeple devlete itaat etmiş olur; devlete itaat eden de dine itaat etmiş sayılır. Şu halde ve bu takdirde, dini ve sivil, maddi ve manevi vazife ve mecburiyet şeklen ikilik arzetmekte iseler de, hakikatte bunlar tektir ve Allah'a, Resulüne ve ululemre -yani bugünkü dilimizle devleteitaattan ibarettir. Yine dikkat olunursa, eskiden, gerek Avrupa'da ve gerek bizde, din ve devlet münasebetleri bu şekilde cereyan etmekte, mabet ile devlet elele verip birlikte yürümekte idi. Eski devirlerde devletin yasa ve yasakları kuvvetini din maneviyatından almakta, devlet dinin bekçiliğini yapmakta ve bu sebeple, biri manevi, diğeri maddi ve cismani, bu iki kuvvet merkezi birbiriyle barışık yaşamakta idi. ...Fakat din ile devlet birbirinden ayrılınca ve bunlardan herbiri kendine mahsus sistemi, kanunları, emir ve nehiyleri ile diğerinin karşısına dikilince, ortaya birçok
mesele ve müşkül çıkmakta, din ve devlet arasında, ister istemez çetin bir mücadele kopmaktadır. Çünkü, evvelâ, mümkündür ki, din ile devletten herbirinin kanunları, emir ve nehiyleri, tamamen veya kısmen, diğerininkilere aykırı olsun. Biri herhangi bir. harekete, meselâ faiz alıp vermeğe, müsaade ederken, diğeri bunun memnû olduğunu ilân etsin. ...Yine mümkündür ki, din ile devletten her biri, diğerini kendisine rakip görerek, elindeki kuvvet ve vasıtaları, açık veya kapalı bir surette, diğeri aleyhine tahrik edip kullansın ve ferdi bütünlüğü ile kendisine mal etmek istesin. Şu saydığımız imkânlar sırf nazari mütalâalar değildir; din ve devlet münasebetleri tarihi baştan aşağı bu türlü aykırılıklar, rekabet ye mücadelelerle doludur. Bugün bu aykırılık ve mücadele Türkiyemiz gibi bazı memleketlerde ... son haddine varmıştır. Fakat bu memleketlerde içtimai sulhü temin edip gönüllerde huzur yaratmak için bu vaziyeti bir an evvel düzeltmek lâzımdır. Herhangi bir din... iki esaslı unsurdan mürekkep (tir). Bunlardan biri iman, diğeri de. ameldir. İslâmiyet gibi vahdaniyet akidesi üzerinde oturan kemal bulmuş bir dinin ilk ve asli unsuru «iman» dır. Din yalnız imandan ibaret (olmayıp) hem iman, hem de ameldir. Dinin sırf temel akidelerine inanmak, şüphesiz ki hiç inanmamaktan daha iyi ve daha üstündür, fakat dindar olmak için bu kadarı kâfi değildir;
aynı zamanda, amel yani diyanetin emrettiği tarz ve şekilde hareket etmek şarttır. . Jİmanı herhangi bir inançtan ayırdeden noktalardan biri de, bunun ... muayyen bir hareket tarzı emreden ve bununla haricileşşn bir inanç olmasıdır. ...Nihayet dini vazifemiz arasında en şerefli bir vazife daha vardır ki, bu... «ilây-i kelimetullah» tabirleriyle ifade olunan cihad, yani' icabında hak yolunda harbetme hizmeti ile talim, tedris, neşir ve telkin hizmetlerini de ihtiva.eder. Bir dindar için, mensup olduğu dinin akide ve esaslarını etrafa yaymak, ... dini vazifelerin en mukaddeslerindendir.... Hakikati göstermek ve uçuruma kayan bir insanı tutup kurtarmak hem yüksek bir insanlık borcudur, hem de Allah'ı takdis ye ona ibadet vazifesinin en sevaplısıdır. ... İslâmda cihad farizesi (vardır), bundan baş• ka talim, tedris, neşir ve telkin vazifesinin de esası ve mantığı budur. Madem ki din, iman ve ameldir, ... o halde din hürriyeti dinin emrettiği şekilde hareket etme ... hakkıdır. ... îman vicdan evinden çıkıp da fiil ve hareket haline gelmedikçe var mıdır, yok mudur bilinemez. ... Bugün insanların içlerindeki iman ve akideyi ifsadedip kokutmak suretiyle ifna ediyorlar... insanların vicdan gözü gayet, ince, sessiz, şamatâsız bir usulle patlatılıp akıtılmaktadır. ... Bize gelince, son otuz senelik bir devre içinde bizde bu mevzuda tutulan yol ve
tatbik edilen usul hakkında kanaat beyan edemem. Okuyucumun beni bunda mazur görmesini ve olup bitenler üzerinde bizzat kendisinin düşünmesini rica ederim. ...Hakiki dindarlardan ne sefih ve serseri olanı görülmüş, he de kederinden hasta olup intihara kalkışanı işitilmiştir. Çünkü dindarın nazarında fâni bir dünyanın çok kısa ve geçici bir hayatı kederden kıvranmağa değmez. ... Bir memlekette maneviyat bağlan çözüldüğü zaman sefahet ve her çeşit cinayet alıp yürür. ... Allah şuurunun ulviyetine yükselebilen hiçbir duygu ve şuur yoktur. Neşr-i din Türk-İslâm dünyasının genişlemesinde ve hayret verici muvaffakiyetlerinde birinci derecede rol oynamıştır. ... Rahat yaşamanın birçok: şartları vardır. İktisadi varlık bunlardan yalnız bir tanesidir ve başta geleni değildir. Saadet sırf servetten doğsaydi birçok bahtı kara zenginlerin bedbahtlığının manası kalmazdı. Bugün hükümetlerin elinde ... müthiş bir propaganda tekniği vardır. Her sınıf halka göre hazırlanan bu tekniğin ilk hareket kademesi mekteptir. Daha ilk mektepten itibaren küçük vatandaşlara, bir çoğu hakikatten uzak bir takım fikir ve görüşler vitamin haplan gibi yutturulur. Din insan için ferdi ve içtimai bir ihtiyaçtır. V e bu ihtiyaç hayatidir. Bu ihtiyaç insan gönlündep kazınıp çıkanlamaz, kazınırsa altından behimiyyet (hayvanlık, Ö.OJ çıkar ;
Dinin murakabesinden kurtulan hiçbir insan,fiili yoktur.... Dinin gerek ferdi ve gerek içtimai kıymet ve kuvveti de bu noktada kendisini gösterir. İslâm dininde kız ve erkek evlâd arasında miras taksiminde kaide ikili birlidir (yani erkek çocuğa iki, kız çocuğa bir pay verilir, Ö.O.). Bugünkü Medeni Kanunda ise müsavi paydır. Bu iki hüküm birbirine zıddır. Bununla beraber alâkalılar kendi aralarında mutlaka dini miras kaidesini tatbik etmek isterlerse, buna da kimse mani olamaz. Çünkü muvazaa yoluna giderler. Dinde de tekâmül olur ve dinler de inkişaf eder. Ondört asırlık islâm tarihi, baştan aşağı islâmiyetin tekâmül tarihidir. Son çeyrek asırlık devirde bazı memleketlerde dini inançlara ve müesseselere karşı girişilen mücadeleleri, din adamlarına çektirilen ezayı ve reva görülen hakaretleri burada sayıp dökmeye lüzum görmem... İstikbalde hayır ve şer mücadelesi çok çetin olacağa benziyor. Din özgürlüğü bu mudur Kanımca laikliğin, düşünce ve inanç özgürlüğünün ne olmadığını göstermesi bakımından, özüne de, anlayışına da katılmadığım yukarıdaki görüşler yine de çok öğretici sayılmalıdır. Bu gömüşlere niçin katılmadığımı uzun boylu açıklamaya gerek görmüyorum. Bütünüyle Atatürk'ün dünya, toplum ve insan anlayışı ile Türk Devrimi'nin bütün girişimlerinin açıkça ortaya koyduğu gerekçelerinde laikliğin neden böy-
le anlaşılmaması gerektiği yeterince ortaya çıkmıştır. Yukarıdaki görüşlerin, bu gerekçelerin bir tekinin bile karşısında tutunamıyacağı bundan sonraki bölümlerde kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Yine de bu noktada birkaç madde içinde görüşlerimi özetlemek, konunun bütünlüğüyle izlenmesini kolaylaştıracaktır. a) Yukarıdaki anlayış, din özgürlüğünün nasıl düzenlenmesi gerektiği konusunu, bir toplumda değişik din ve mezhep sahipleri ile herhangi bir dine inanmıyan insanların bulunduğu gerçeğini gözönüne almaksızın tartışraaktadîr. b) Her insanın mutlaka dini inanca sahip bulunmak ihtiyacında olduğu gibi kesin bir önyargıdan yola çıkması, bu yargıyı paylaşmıyanların düşünce ve inanç özgürlüğünün güvencesi ile yazarın ilgilenmediği kanısını vermektedir. c) «Din iman ve amelden oluşur; amel bireyin yaradamna, gerek kendine, gerekse başkalarına karşı yerine getirmekle yükümlü olduğu görevlerdir/Öyleyse din özgürlüğü dinin emrettiği yolda hareket etmek hakkıdır» demekle ve «ilâ-yı kelimetullah» görevinin bir farz sayılan cihadı (gereğinde hak yolunda savaş yapmayı) da içferdiğini belirtmekle, aslında yalnız belli bir dinin, hatta yalnız belli bir mezhebin ibadet, yayma, öğretme, örgütlenme... özgürlük ve haklarından yana olduğunu dolaylı biçimde de olsa anlatmış olmaktadır. Böyle bir yaklaşımın toplumu parçalayıcı, mezhep kavgalarım kışkırtıcı,- özgür, düşünceyi baskı altına alıcı olduğu açıktır. Tek dine, tek mezhebe özgürlük tanıdığı takdirde de bölücü ve parçalayıcı, toplumsal-ulusal dayanışmayı engelleyicidir; her dine, her mezhebe okullarda, radyo-TV programlarında, dernekleşme konusunda, toplantı gösteri yür
rüyüşleri düzenlemede özgürlük tanıdığını söylese de. .Çünkü her din, her mezhep, adı üstünde, kutsallık iddiasındadır. Kendisi dışmdakileri «küfür» saymakta; .önlenmesi farz ve sevap bir sapkınlık olarak görmek.tedir. Bu dogmatik niteliğinden habersizmiş gibi davranıp, sureti haktan görünürcesine «biz her inancın, dine inanmayanlarınla de dahil, her inancın okullarda, radyo-TV'de, basında... özgürce talim, tedris, neşir ve telkin edilmesinden yanayız» dense bile, t>u .bilerek-bilmiyereic toplumun anarşi içinde paramparça olmasını istemek olur. ^ Çağımızda insan ve toplum yaşamının durmadan •daha geniş ölçüde bilimle düzenlenebilmesi karşısm
da tutulur, toplumun siyaset, hukuk, ekonomi, eğitim, sağlık, bilim, sanat... alanları dinden bağımsız ve yalnız özgür tartışma sonucu akıl yoluyla oluşturulacak ve kutsallık, değişmezlik izafe edilmiyecek demokratik kurallarla düzenlenirse, dinsel inançları ne olursa olsun tüm yurttaşlar, çağdaş ülusal toplumun. temel gereksinimi olan gelişme, toplumsal adalet, kadın ve çocuk hakları, yolsuzluklarla mücadele... yollarında işbirliği ve dayanışma gerçekleştirebilirler. llfl ç) Yukarıdaki din özgürlüğü anlayışı, örneğin «şapka giyen, kâfirlerin bayramında pnlarla bayram eden, kâfirlerin yemeklerini seve seve yiyen kişi kâf i r olur» 50 diyen din öğretiminden hiç söz etmemektedir;, ya da kimi Kür'an kurslarında körpe çocuklara içirilen aşağıdaki anda benzer durumlara hiç değinmemektedir: «Kur'an Kursları Andı: Ben Muhammed Müslüman ümmetindenim... Türkiye dinsiz, laik bir memleket haline gelmiştir. Hayatımı Mustafa Kemal dinsizliği ile savaşa adıyacağıma, Türkiye'yi bir din ve şeriat devleti haline getirmek için mücadele edeceğime, Kemal Paşa zamanında çıkarılan dinsiz kanunların tatbikini önliyeceğime, kısa zamanda ümmet esasına dayanan şeriat devletinin kurulması için devlet idaresinde söz sajıibi olacak mevkilere gelmek için çalışacağıma dinim, Allahım ve bütün mukaddesatım üzerine yemin ve kasem ederim.»57 Yazar böyle durumlarda inanç ve din Özgürlüğüme
Şehreştanl, M i l e ! v e N i h a l , a n a n F a h r i Belen, « A t a t ü r k D e v r i m i ve D i n , » A t a t ü r k , D i n ve Laiklik, a.g.k., S. 68.
ot
Dr. Niyazi Köymen, Dinsel B u n a l ı m d a n Gerçek H a k na,
F.;
8
S.
170.
Yolu-
*
113
nün nasıl korunup düzenlenebileceği konusunu hiç gözönünde bulundurmamaktadır. d) Yazar bilimin gelişimine ve aklın toplum yaşamını biçimlendirmesine temelden lcarşı çıkan, ilâhi yasalar dururken insan yapısı yasaların değeri olamayacağını öne süren «dinci» çevreler gibi düşünmekte, laikliği «dine karşı olmak» gibi tanımlamakta ve halkça da böyle anlaşılmasını sağlamaya çalışmaktadır e) Esasen görüş sahibi, dinin toplumda devleti, ekonomiyi, hukuku, eğitimi, aileyi... yönettiği yüzyıl-, lar boyunca, özellikle gelişen yaşamın gereklerini artık akıl yoluyla karşılama olanağı ortaya çıkıp yaygınlaştıkça yönetici grup ve sınıfların elinde karanlıkçılık, baskı, toplumu bölüp parçalıyarak zayıf düşürme... amaçları için alet edilişine hiç değinmemektedir. Mustafa Kemal ve arkadaşları hakkında halifenin şeyhülislâm eliyle idam fermanı çıkarttırmış olmasından, Yunan uçaklarıyla millî mücadele aleyhine halkı ayaklanmaya çağıran bildiriler dağıttırmasından, iç isyanlar çıkarttırmasından, mevkii uğruna yurdu düşmana teslim etmesinden de hiç söz etmemektedir. Türk ulusunun bağımsızlığını kurtaran ve çağdaş demokratik laik toplumun temellerini atıp geliştiren büyük Atatürk'ten konusu din özgürlüğü, olan uzun makalesi boyunca bir tek kez bile söz etmemektedir. f ) Aslında yazarın kendisi bir başka eserinde yukarıdaki görüşleriyle tümden çelişen bir görüş de belirtmiştir. Ne var ki bu görüşünün tarihi daha eski olup 1940'a aittir 58 : m
O r d . P r o f . Âli F u a d Başgil, E s a s Teşkilât H u k u k u ' İnkılâp
Kitabevi,
1940, S.
66-68.
Dersleri,
... Osmanlı devletinin, büyüklük ve yükseklik devrinin teşkilâtı, esasında ve ruhunda, tam islâmidir ve tâ 19. asra kadar böyle kalmıştır. Bu devletin sivil ve siyasi kanunlarının esası dini ve teşkilâtının ruhu mutlakiyettir. Yani evvelâ tek şahsın hükümeti; saniyen de müsbet ve beşeri fyir esasa göre sorumsuzluktur. Bu uzun dini-sultani devirde muasır teşkilât hareketlerini andıracak değişiklik görülmemektedir. Devlet esasları Fatih ve Kanunî zamanlarında ne idiyse, 18. asır sonlarında da aşağı yukarı öyledir. Bu dinilik ve mutlaklık sistemi Osmanlı devletinin büyüklüğünün olduğu gibi çöküşünün de sırrını teşkil etmiş ve devletin gerilemesi ye nihayet yıkılması sebeplerinin başında gelmiştir. Gerilemesi sebeplerinin başında gelmiştir, çünkü değişmemezlik ilâhi kanunların en ayırdedici vasfını teşkil eder. Halbuki hayat sonsuzluğa doğru akan bir ırmak; cemiyet durmak bilmiyen bir tekâmül halinde bir varlıktır. Bugünkü Türkiyemiz dünkü değil, bugünkü nesil dünkü nesil değildir. Bugünkü neslin hayatı alışı ve görüşü büyük babalarımızın görüşü değildir. Hukuk nihayet hayatı alış ve hayata mana verişimizin en müsbet ifadesidir. Hukuk kaidelerinin tanzim ettiği münasebetler muayyen bir cemiyetin, muayyen bir zamanda hayatı görüş ve anlayışının şekillenmesinden başka birşey değildir.... Hayat hukuku takip etmez. Hukuk ha-
yatı takip etmelidir. Dini hukuk ve kanunlar hayatı sabit ve değişmez bir mecrada tutmağa çalışırlar. Bundan hayat ile hukuk arasında izalesi kabil olmıyan tezatlar hasıl olur; Ve bu tezatlar önünde dini kanunlar zaman ile kuvvet ve müeyyidelerinden kaybetmeğe ve zayıflamağa başlar. Çünkü, bu kanunlar kuvvet ve müeyyidelerini c\ini iman .ve akidelerde bulur. Bunlar ise müsbet düşünüşlerin inkişafiyle, ilmi görüşlerin genişlemesiyle sarsılır ve zayıflar. Sosyolojinin ortaya koyduğu bir kanundur ki, dini akide ve kanunlar, insaniyette müsbet zihniyet ve ilmi kanaatlarm ilerleyişiyle mâkûsen mütenasip (ters orantılı) olarak gider. Berikiler ilerledikçe ötekiler zaruri olarak geriler. V e gittikçe dini kanunlar hakiki kuvvet ve müeyyidelerini kaybederek yosun gibi bir hal alır. Devlet hayatını kara bir taassup bürür. İlâhi kanunlar namına her türlü suistimal meydan alır. Çünkü bu halde bu kanunlar boş bir anbar gibi içine ne konulursa alır bir hale gelmiştir. ...başka memleketlerin hukuku ve teşkilâtı dinilik safhasından çoktan sıyrılmış, asrın ve hayatın icaplarına uymuş olduğiı halde; bizde cahilane bir taassupla devlet hayatında dinilik esaslarının muhafazasında ısrar edilip gidilmiştir, g ) Din ve inanç özgürlüğü, kavramın özüne eıı uygun düşen tanım ve uygulamasını Atatürk'ün laiklik anlayışında ve kendi dönemindeki uygulamasında bulmuştur. Bundan sonraki bölümlerde bunları göreceğiz.
C. LAİKLİĞİN YOKLUĞUNDA BATI'YA ULAŞMA DÜŞÜ: TANZİMAT YAKLAŞIMININ GEÇERSİZLİĞİ Osmanlı dönemi Türkiye'sinin gerikalmışlık durumunu geçerli olarak kavrıyabilmek, temelinde laik anlayış yatan bilimsel düşünüş biçimiyle olabilirdi. Bilim yöntemdir. Doğru, usa uygun düşünce yöntemidir. Bü niteliği ile bilim ancak laik ortamda olanaklıdır. Bunu, bilimsel yöntemin geçerlilik ilkelerine bakarak açıkça kanıtlayabiliriz. Somut gerçekliğe dayanmak, nesnel davranmak, bildiğini yeni olguların, sınavından geçirmek... ancak laik dünya anlayışıyla birlikte bulunabilir. Türk devriminin ilkeleri, bilimsel yöntemin geçerlilik ilkelerine uygun çözümlemelere ve düşünce temellerine dayalı olmasaydı, ğerçekleşemezdi. Çünkü: A ) Osmanlı yapısının geçersizliğini kavrıyabilmek, özellikle laik görüşlü olmaya bağlıydı. B) Çağdaş toplum oluşturabilmek, ulusal toplum, demokrat toplum, ekonomi toplumu yaratmak demek olduğuna göre bunun da yalnızca laik anlayışla mümkün olabileceği açıktır.. Nitekim Tanzimat düzeltimleri denilen siyasal^ yönetsel, hukuki, eğitsel kurumlardaki yenileşme çabaları laik anlayış eşliğinde olmadığı için, bağımsız Ve özgür bir toplum yaratmak şöyle dursun, sömür-ı geleşmeyi kolaylaştırıp hızlandıran, müslüman Türk . toplumunu ise ulusal, dolayısıyla sivil bir toplum han line gelmekten alıkoyan, kültürü, eğitimi, ekonomisi, halkı ile toplumu atomlaştıran ve yozlaştıran bir dönem oldu. <
Bu bölümde önce teokratik Osmanlı yapısının ana özellikleri belirtilecek, sonra da laiklik yokluğundaki Tanzimat düzeltimlerjnin değerlendirmesi yapılacaktır. Osmanlı Yapısı Osmanlı düzeninin artık dünyayı gittikçe egemenliği altına alan Batı Avrupâ'daki yeni düzene üstün gelmek şöyle dursun, onun etkilerinden sakınabilmek için bile ona benzemek gerektiğini kavramaya başlaması dönemi tarihte İslahat, Tanzimat ve Meşrutiyet dönemleri olarak bilinir. Osmanlı toplum düzeninin kurum ve özellikleri, kuruluş ve gelişme dönemlerinde, içinde yer aldığı dünya ve toplumun nesnel koşullarına uygunluğu nedeniyle onun gücünü ve erdemini oluşturduğu halde, Batı Avrupa'da yukarda belirtilen yeni teknik, ekonomik, kültürel... oluşumlar karşısında bu.kez birer güçsüzlük ve çözülme etkeni olmaya başlamışlardır. Aşağıdaki toplumsal yapı çözümlemesi bu yeni oluşumlar karşısında, bu yeni ölçülerin denek taşına vurulduğunda varılan çözümlemedir. Osmanlı yapısının, gelişen Batı Avrupa karşısındaki geriliği arttıkça, daha koyulaşıp belirgenleşen, özellikleri şunlardır50: fi"
B u k o n u d a S a d r i Etem, Tiirk İ n k ı l â b ı n ı n K a r a k t e r l e r i tanbul, Ancak
1933)
adlı
kitaptan
geniş
ölçüde
görüş ve değerlendirmelerde
bulunduğunu
da
belirtmeliyiz.
önemli
Daha
farklılıklarımız
yakın
bir
olarak Prof. Dr. M u s t a f a Akdağ'ın Türkiye'nin İçtimaî bu
Tarihi
çözümlemeyi
yarısında.. bir
(C. II., D T C F
doğrulayıcıdır:
Avrupa'da
ekonomi
Yayını,
siyaseti
uygulaması
1971)
kendi
gerektiği
inceleme
İktisadi
ve
incelemesi
de
«Daha. XIV.'
h e r . devletin
(İs-
yararlanılmıştır.
yüzyılın
ülkesinde ortaya
ilk milli
çıkmış,
Bütün teokratik devletler gibi İslâmî yani dinsel bir kuruluşu vardır. Bu özelliğin 16. yüzyıldan bağlıyarak gittikçe abartılarak vurgulandığını görüyoruz. Yani Batı Aydmlanma'ya geçerken, ekonomik öğeyi de içeren «ulusal devlet» örgütlenişini gerçekleştirirken, Osmanlı Orta Çağ'a gerilemiştir. Devlet kendini gittikçe daha çok dünyadaki yaşamı öbür dünya için düzenlemekle görevli saymaktadır. Din dışına taşarak yapmak zorunluğunda kaldığı faaliyetleri bile «şer'ileştirmek»te yani dinsel görüşe uyarlamaktadır, Demek ki gerileme öncesi dönemde imparatorluğun felsefesinin 'işkolastik niteliği daha da koyulaşmaktadır. «Neden?»i, «Niçin?»i sorarak düşünmek yerine «Bu böyledir; böyle olduğu söylenmiştir» (yani akılla değil, «nakil» ile düşünmek) yolundaki düşünüşün yobazlık ölçülerine vardığı görülüyor. Bilimde eleştiri ve araştırma ruhu yoktur. İmparatorluk düzeninin kültür kurumu olan medrese bu ortamı yakından izliyerek iskolastik kafalar yetiştirmekten başka bir şey yapmamaktadır. Hukuk, şeriat adına hareket eden devlet yapısının gereği olarak dinsel hukuktur. Hukuk kültürü fıkıh hükümlerinden oluşmaktadır. , İktisadi düzen de bu dinsellik giysisini giymiştir; fetih hakkı temeli üzerine dayalıdır. Ekonomik değer, leri kullanım hakkı fetih, istilâ etme, ele geçirme ilkelerine bağlıdır. Devletin dini temeli, insanları^ ancak Allah için ve Allah'ın gölgesi (padişah) için yaböylece
her
kıral
ve
onun
hükümeti
memleketin
ticaret
ve endüstrisini geliştirecek tedbirleri almayı baş görev yar olmuş» likken
(s. 137) iken, « X V . yüzyıldan başlıyarak
«padişahlığa»
(sonra
da halifeliğe)
geçen
Osman--
lı h ü k ü m d a r l a r ı ise, ... esasında ve her şeyden önce lerin padişahı olduklarını X I X . yüzyıla k a d a r hiç mamışlardır.»
(s.
17).
sa-
«beyTürk-
hatırla-
şadıklanm, bu yüzden kulların mülklerinin olamıyacağını, Allah'a ait olan mülkleri insanların ancak kullanabileceklerini anlatır. Bu Osmanlı düzeninde ahlâk korkuya dayalıdır. Erdemin temeli Allah korkusudur. Sanat artan ölçüde Arap ve Acem sanatının etkisine girmiştir. Bunun gerekçesi de vardır: Çünkü kullar «Sani-i ezel» (ezeli yaratan) kadar güzel yapıt ortaya koyamazlar. Onlar,. eksiklik ve düşkünlüklerle doludurlar.. İçlerinden kimileri herhiangi bir ilhamla olgunluğa yakın yapıtlar ortaya koymuşlardır. İnsanlar için yapılacak şey bu güzel şeyleri taklit etmektir. Düzenin tüm değer ölçüleri dinsel kılığa büründükçe dil de bundan kurtulamamıştır. Arap ve Acemcenin sözcükleri ve dil yapısı kuralları alınarak Osmanlıca denilen ancak küçük bir küme ayrıcalıklı insanın anladığı, yazılan ama konuşulmıyan bir acayip dil bileşimi ortaya çıkmıştır. . Toplumsal örgüt Padişah ve Saray, Medrese ve Yeniçeri üçlüsünce oluşturulup yönlendirilmektedir. İslâm hukuku çerçevesinde bir devlet ve siyaset hukuku gelişmemiştir. Özellikle Osmanlı hanedanının benimsemiş olduğu sünni hanefilik devlet yönetimini «maslahat» sayıyor ve «ulu! emr»e bırakıyordu. . TJlu'l emr'e itaat da farz idi. Kanunlar Sultan iradesinin ürünüdür. Gerçi bu kanunnameler genellikle zaten eskidenberi yürürlükte olan örf ve adetlerle eski kimi • kanunların yeniden doğrulanması niteliğindeydi. Şeyhülislâmlar da laik nitelikteki bu kanunnameleri şeriat (İslâmi özel hukuk) açısından yorumlayıp şeriata uygunluğunu saptardı. Batı Avrupa karşısında devletin güçsüzlüğü belirginleştikçe aşılması gereken bu kurumlaşmış özelliklerin, bir savunma refleksi göstericisine vurgulanıp pekiştiklerini görüyoruz.
Örneğin Sultan ve düzeni ulusal bir ülküye sahip olmamak yolunda sonuna değin diretmiştir. Tüm Ülkeyi kendi malikanesi sayar, dilediği gibi-kullanır. Tek dayanağı ordudur. Dışarıya doğru olduğu gibi içeride, de el-koyma, yani müsadere etme temel yöntemi olmuştur. Bu yüzdendir ki Anadolu halkı da Osmanlıyı özellikle düzenin bozulmasıyla birlikte: Şalvarı şaltak Osmanlı Eğeri kaltak Osmanlı Ekmede yok biçmede yok Yemede ortak Osmanlı diye nitelemiştir. Yeniçeri ve sipahiler böyle yağma ve yıkım ma kinesine dönüşmüştür. Sipahiler timar ve zeamet sahiplerine bağlı olarak aynı zamanda ekonomi ve mali örgütü yürütmede görevliydiler; tebaa ve reaya devlete bunlar aracılığıyla bağlıydılar. Bunlar toprak sahibi Avrupa feodallarından farklı olarak sultanın emriyle has, timar ya da zeametlerini yitirebilmekle birlikte, tebaa ve reaya bunların serfleri konumundadır-, lar. Bunlardan, düzen -işlemez oldukça artan usulsüzlükler baskılar eşliğinde öşür, haraç, evlenme resmi, türlü türlü harçlar alırlar. Bü yüzden askeriye ve ilmiye sınırları dışında kimse toprağa tasarruf sahibi olamamaktadır. Başlıca kültür kurumu olan medrese de Fâtih Mehmet zamanına gelinceye değin divanda söz sahibi olmakla birlikte (Fatih'ten bile Mehmet Bey diye söz eden o dönem tarihçileri vardır), Osmanlı Sultanının dinsel bir yetki ve güçle de kendini donattıktan sonra medrese Osmanlı Sultanının cihattaki bir yardımcısı durumunda kalmıştır. Böylece döneminin bilimini, mantığını ve felsefesini yapan bü kurum Sul-
tan'm otoritesi altına girmiştir. Oysa şeriatı temsil eden ulema, biribirinden kopuk olan devlet ile toplum arasında zamk işi görüyordu.00 Çalışma ve üretim gibi ekonomi bağlarına dayalı bir toplum yapısı oluşumu, Batı Avrupa'nın karşı saldırısıyla güçleştikçe, devlet yapısının savaşa dayalı özelliğinin göreli ağırlığı artmış, bunun için silâh gücü kadar gerekli olan «öteki dünya» duyguları durmadan daha çok vurgulanmıştır. İmparatorluk böylece,bu manevi destekçisine sonuna değin bağlı kalmıştır. Bir kez daha belirtelim ki bu yapı, bu bağlılık, Batı Avrupa'da feodal yapının ve feodal ekonominin yıkılıp yerine burjuvazi (kentsoylu) öncülüğünde ticaret ve imalâtın (feodal sınırlar ötesine taşacak biçimde) çok genişlemesine, düşüncenin ussallaşıp özgürleşme yolunda önemli aşamalar almasına karşın yoğunluğunu arttırarak süregitmiştir. İşte burada tüm insanlık tarihinin belli-başlı bir dönüm noktasını oluşturan yeni bir durumusa Osmanlı imparatorluğu özelindelci belirişiyle karşı karşıyayız: yepyeni bir yapıya ve düşünce sistemine doğru yol alan Batı Avrupa, bu yolda gelişmesini sürdürebilmek için, ulaşabildiği dünyanın geri yapılı kalmış öbür ülkelerini pazar, olarak sömürebilmek amacıyla bu geri yapıların sürmesini destekleyici bir güç niteliğine .bürünmektedir. TANZİMATIN GEÇERSİZ YAKLAŞIMI Osmanlı imparatorluğu bunun açık örneklerinden biri oldu. Batı, Osmanlı istilâcılığını durdurdu; ancak kendisi sömürgeci niteliği belirginleştikçe, ülke eko«o
N i y a z i Berkes, T ü r k i y e İktisat T a r i h i , C. I, S. 115.
nomisini pazarlaştırma, ülkedeki hıristiyan-musevi azınlıkların kendisine komisyonculuk yapıp ham maddeleri göndermesi sanayi ürünlerini ise ülkeye getirmesi için gerekli yasa, güvenlik, eğitim önlemlerini aldırma karşılığında bu çağdışı Osmanlı yapısının sürmesine destek oldu. Islahat, Tanzimat ve Meşrutiyet hareketleri ana nitelikleriyle bu sürecin belirişi olmuştur. Türk devriminin, bu sözde-yenileşme hareketlerinden temelden farklı bir hareket olduğunu gösterebilmek için, bu devrimin yalnız askeri savaş alanında değil, ekonomi, eğitim kurumları, hukuk, sanat, devlet yönetimi... gibi tüm toplum yaşamında sömürgeci düzenle ve onun içerdeki destekleriyle savaş niteliğinde olduğunu, bu niteliğe sahip olabilmek için de zorunlu olarak laik ! bir dünya, toplum ve insan anlayışını temel aldığını gözönünde bulundurmak gerektir. Cumhuriyetten önceki düzeltim girişimlerinin hiçbirisi laik özellikte olmadığı için bilim ve düşünce özgürlüğüne bağlı olan kurtuluşu gerçekleştirememiş' tir. Gerçekten Tanzimat'ın amacı Türk toplumunun ekonomik kaynaklarına kendi yararları açısından sahip çıkıp toplumsal-ekonomik gelişmesini sağlamak olmadığı açık bir gerçektir. Tam tersine ortaçağlı, dinsel, kimi yeri henüz kabile ya da aşiret düzenini yaşıyan ülkede saltanat düzeni; sermaye gücüne sahip, pazar ariyan Batı Avrupa devletleri ile anlaşarak, onlara sömürecek pazarlar sağlarken kendisine de borçlanma olanakları bulmak için koşuyordu. Tanzimatın getirmeyi yükümlendiği mal ve can güvenliği, vergilerin düzenli toplanırîası, kimsenin saldırıya uğramaması... gibi insan hakları, Türk toplumunda bu hakları koğuşturup onlar uğruna mücadele vere-
cek herhangi bir maddi dayanak oluşmasının ürünü değildi. Ucuz ham madde ve pazar peşindeki Batı Avrupa devletlerinin hoşuna gitmek üzere esas olarak onların komisyonculuğunu yapmakta olan, kendilerini Osmanlılıkla değil,, kendi ulusal kültürleriyle kimliklendiren gayri müslim azınlık üyelerinin yararlanacağı düşünülen haklardı bunlar. Nitekim Tanzimat'la birlikte bu gayri müslim toplulukların birer birer ulusal bağımsızlık mücadelesine atılıp Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrıldıkları görüldü. Türkler bakımından Tanzimat'ın gerekçesinde Türk Toplumunun sınıfsal yapısında bir değişime hiç bir işaret bulunmadığı görülür; tam tersine dinsel bir gerekçeye dayandırılmıştır: O tarihe değin savsaklanmış olan K u r an hükümleri ile şeriatın artık uygulanacağı gerekçesi Tanzimat Fermanında şöylece belirtilmiştir: «Herkesin bildiği üzere yüce devletimizin ilk doğuşundan beri yüce Kur'an hükümlerine ve şeriat yasalarına tam olarak uyulduğundan yüksek saltanatımızın güç ve iktidarı ve tüm uyruklarının gönenç ve bayındırlığı en yüksek ölçüye ulaşmış iken, yüzelli yıl vardır ki birbirini izliyen sıkıntılar ve türlü nedenler yüzünden ne şer'i şerife (kutsal hükümlere), ne yararlı yasalara uyulup onlardan örnek alınmadığından eski güç ve bayındırlık tersine zayıflık ve yoksulluğa dönüşmüş, oysa şer'i yasalarla yönetilmiyen ülkelerin yaşamını sürdüremiyeceğinin açık bir gerçek olduğu görülmüş olup...» 01 Fetva ile demokratik hakların tanındığı bir yerde, bu haklardan müslüman Türklerin değil, asıl gayri müslim azınlıkların yararlandıklarını görmek şa«ı
A n a n : S. Etem, T ü r k İ n k ı l â b ı n ı n K a r a k t e r l e r i , a.g.k., (Türkçeleştiren:
Ö.O.)
şırtıcı sayılmamalıdır. Çünkü zaten bu haklar esas olarak sömürgeci ülke görevlileri ve işadamları ile onların yerli yardımcılığını yapan gayri müslim azınlıkların yararlanması güdüsünün baskısıyla tanınmıştır; laik olmayan bir toplumsal düzenin demokrat olması, halk yığınlarına dayanması, onların hak ve özgürlüklerini korumak üzere örgütlenmesi beklenemez. Bütün sorun, çürüyen saltanat yönetimini biraz daha yaşatabilmek için muhtaç olduğu parayı, ancak haklan güvence altma alındığı ve bunun için de hükümeti denetimleri altında tutabildikleri takdirde verecek olan Batı Avrupa devletlerinin istekleri ile bir takım düzenlemeler yapılmasından ibarettir.02 Ama «2
Sömürgecilik k a r ş ı s ı n d a f e o d a l krallıkların hepsi benzer t e p kiler
göstermişlerdir:
gecinin m a l l a r ı n a bullenmek. rikan
Örneğin
savaş
Kapıları,
açmak; hemen
gemileri
ponya'nın Nagasaki mallarımıza!»
limanları,
ona h a m aynı
Commodore limanına
ülkeleri
madde
tarihlerde Perry
dayanıp
1855'de
yardım
demişti.
Japonya'nın
Ja-
limanlarınızı
dediğinde, T o k u g a w a f e o d a l l a r a l l ı ğ ı
edin»
ka-
Ame-
komutasında
«Açın
k a b u l etmiş, J a p o n h a l k ı n a d a « K a p ı l a r ı açın, ya
sömür-
üretmeyi
hemen
Tokugawa'-
sömürgeleşmekten
kurtulmuş olması, çok özel uluslararası bir k o n j o n k t ü r ile
İç
savaş'a
yönelmesi,
İngiltere'nin
Hint
sava-
ş ı n a k a p ı l m ı ş b u l u n m a s ı , F r a n s a ' n ı n güçlenmekte o l a n manya
116 u ğ r a ş m a k
paratorluğununkinden etnik,
... özelliklerde
durumunda apayrı
coğrafi,
olmasından
Devrimine pek benzer kurumsal ler o l a n M e i j i r e f o r m l a r ı n d a n
kalması), t
Al-
Osmanlı.İm-
toplumsal,
dolayıdır. Y i n e ve toplumsal
siyasal, de
Türk
düzenleme-
geçmek z o r u n l u ğ u n d a n
ç m a m a m ı ş t ı r . B u r e f o r m l a r ı n laik niteliğini, genç
ka-
impara-
t o r M e i j i ' n i n 1868 tarihli ş u beş m a d d e l i k a n d ı n d a n
çıka-
rabiliyoruz: 1 — Danışma oyunca
meclisleri
toplanacak
ve
her
konu
kamu
kararlaştırılacaktır.
2 — D e v l e t işlerinin görülmesinde b ü t ü n ulus birleşecektir. 3 — Her
kişi istediği mesleğe g i r m e k h a k k ı n a
sahip
kılı-
sonuç Batı Avrupa'nın ve onun yerli komisyoncularının ülkeyi adamakıllı sömürüp soymaları olmuştur. Bir yandan da burjuvalaştırılan bu komisyoncular aracılığı ile imparatorluk sınırları içinde Türk olmayan topluluklar ulusal devletlerini kurmaya yöneltilmiş oldular. Böylece Tanzimat ve Meşrutiyet hareketlerinin bütün etnik gruplardan bir Osmanlı ulusu yaratma gibi boş emellerinin gerçekleşmesine olanak bulunmadığı beliriyordu. Nitekim Mustafa Kemal daha 1907'de, yani Osmanlı ulusu tezinin büyük bir İsrarla savunulacağı İkinci Meşrutiyet hareketinden bile önce ve 26 j^aşında genç bir subayken, bilimsel yöntemle ve mantıki bir bakışla derinliğine nüfuz ettiği oluşumlar karşısında temeli Anadolu ve Rumeli Türklüğünden oluşacak bir ulusal devlet kurmak gerekliliğini görmüş ve çevresinde savunmuştur."" Harp Akademisinde öğrenci iken arkadaşlarına verdiği gizli konferanslarından birinde şunları söylüyor: «... Ali Fuat ile Beyoğlu'nda dolaştık; bütün dükkânlar Rum, Ermeni, Yahudi, Fransız, İngiliz ve İtalyanların levhalarıyla dolu. Bu memleket onların mı, bizim mi? Yüzyıllardır vatan çocuklarını savaş meydanlarında harcamışız, azınlık ise memlekette kalmış, ilerlemiş. Ekonomi bir milletin yaşamasının temelini teşkil eder. Yıllardır Yunan gemicileri Türk bayrağı altında dolaşarak Akdeniz ve dünya ticaretini eline almış...»"' nacaktır. 4 — Saçma
(Sınıfsal
ayrıcalıkların
adetlerle u y g u l a m a l a r
5 — Bilgi, d ü n y a n ı n
her
Bu
bilgi
konuda
ponya'nın
ayrıntılı
Modernleşme
yanında için
terk
edilecektir.
aranacaktır.
bkz.:
denemesi,»
kaldırılması).
Özer
Ozaııkaya,
S B F , C. X X ,
1965
«JaSa-
yı 1, S. 293-309. o»
Ali F u a t Atatürk
Cebesoy,
Sınıf
Ansiklopedisi,
Arkadaşım
May
Atatürk,
Yayınları,
S.
C. 1, S.
115-116. 89-90.
Böylece Tanzimat hareketi, Türkiye'de başta İngiltere ve Fransa olmak üzere yabancıların koruyuculuğunda ve yabancılardan oluşan (kendilerini ne Osmanlılıkla, ne Türklükle kimliklendirmeyen azınlıklardan) ve ülkeyi ham madde satıp sanayi ürünü alan bir pazara çeviren bir ticaret burjuvazisini ortaya çıkarmış, Türkiye'nin ekonomisi tümden yabancıların eline geçmiştir. Gerçekte Türk halkının değil, yabancıların yararlandığı Tanzimat hareketi somut olarak şunları getirmiştir: • Devletin belirli yasalarla yönetilmesi güvencesi (Yasa devleti); ® Bakanlıkların çağın örgütlenme teknikleriyle kurulması ve Devlet Şurası, Vilâyet Kanunu yoluyla yürütme gücünün düzen altına alınması; •
Yönetsel, siyasal, askeri ve yargısal görevlerin birbirinden ayrılması; • Müslüman-Hıristiyan ayrılığının kalkması; gayri müslimler için yüzyıllarca kullanılan «zimmî» nitelemesinin tarihe karışması, yeni kurulan mahkemelerde Hıristiyanlardan mahkeme üyesi bile seçilmesi; eğitim alanında dinsel yüksek öğretini kurumu olan medrese yamnda Sultanilerin kurulması"5; tebaa ile raiye (medrese ve orduya mensup olmıyanlar) ayrımının, dolayısıyla feodal düzenin toprak köleliği olan servajın kaldırılması ve toprak düzeninin de baştan başa değişmesi. Hepsi de gerikalmışlığm ve yabancı sömürüsüne 05
Örneğin
Galatasaray
Sultani'sinin
sinin etnik topluluklara 277 M ü s l ü m a n : - % 345 E r m e n i , R u m ,
1869'daki
göre dağılımı
622
öğrenci-
şöyledir:
44.5. Yahudi,
İtalyan, Bulgar:
%
55.5.
uğramışlığın yapısal bozukluğunu gösteren şeyler: geniş halk yığınlarım ilkel tekniklerle tarımsal hammadde üretimi koşullarında ve ortaçağ karanlığında tutarken sömürü için, pazarlaştırmak için gereken ölçü ve biçimde yeni yönetim güvenlik, eğitim, ulaşım, iletişim, çalışma, hammadde çıkarımı ... kurum, kural ve teknikleri getiren; toplumu ikili bir yapıya sokup aydm-halk, yönetim-halk, kent-kır kopulduğu, kültürel bozulma, aşağılık duyguları, kişilik bozulmaları doğuran değişimler. Tanzimatla hızlanan bu bozulmayı, Ziya Paşa şöyle yorumlamalarla dile getiriyor: «Avrupalıyı taklit etmek ve ilerlemek iddiasında bulunduğumuz halde, Avrupa'da yürürlükte olan yasalara'uygunluk, ödüllendirme ve cezalandırma hükümlerinin uygulanması, sanayiyi ilerletme ve ticareti geliştirme, hukuk üstünlüğünün ve ulusal görgü kurallarına' uygunluğun sağlanması gibi .ilerleme sağlayıc ı etkenlerden hiçbirini taklit etmeyip, tiyatro yapmak, baloya gitmek, karısını kıskanmamak, taharetsiz .gezmek gibi şeylerdş uygulamaya çalışıyoruz.» TANZİMAT'TA H A K L A R I N GÜVENCESİ Tanzimattan önce şeriat teb'anın haklarını koruyan bir kurum olmadığı gibi00 Tanzimat Fermanı ye onu izliyen yeni düzenlemelerden de en çok yararlananlar Hıristiyanlarla yabancılar olmuştur. Yani Tanzimat gerçekte toplumun bölünüp ufalanmasına, şö•«o
Şeriat t e b a a n ı n h a k l a r ı n ı k o r u y a n b i r k u r u m değildi: kü İmparatorluğun
yapısı içinde, özellikle
ulema
otoritesi altına girdikten sonra, şeçiatm geniş h a l k ları
için
böyle
genel
kefaleti
yerine
yoktu; b ı r a k ı n ı z i n s a n l a r ı n tasarruf
getirmesine
haklarının
çün-
sultanın yığınolanak
güvencesi-
ni, h a t t a s a d r a z a m l a r d a n e n alt düzeydeki bireylere
değin
kimsenin y a ş a m ı n ı n bile güvencesi o l a m ı y o r d u şeriat. N i c e sadrazam,
vezir,
onayı alınarak
tebaa
ve
reayanın
kestirilmiştir.
başları,
«şer'i
şerif»
mürülmeye daha elverişli duruma düşmesine yol açmıştır. Daha 1867'de yabancılar Türkiye'de emlâk sahibi olmaya başladılar; türlü zanaatlar alanında çalışma hakkı da edindiler. 1862'den başlayarak azııilık topluluklar kendi işlerini yürütecek cemaat meclisleri kurmaya başladılar: Sanayisi, sermayesi, bankası ve örgütleriyle Batı Avrupa toplumları karşısındaki bu pazar ve hammadde üreticiliği işlevi, Meşrutiyetler dönemi boyunca durmadan daha belirginleşerek I. Dünyâ Savaşı sonunda İmparatorluğun yıkılışına değin sürdü. Fuat Paşa Tanzimatm baştan başa büyük devletlerin suflörlük ettiği bir oyun olduğunu söylemiştir. Osmanlı işbölümü düzeninde esas olarak askerlik ve çiftçilikle sınırlı kalmış bulunan Türk topluluğu içinde Tanzimat ve onu izliyen ekonomik - kurumsal - yasal düzenlemeleri sevinçle karşılayacak yeterli bir burjuva sınıfı yer bulamamıştır. Kendisini Osmanlılıkla değil, etnik mensubiyetiyle kimliklendiren Hıristiyan azınlıkların Batı Avrupalı sömürücülerle işbirliğine girmeleri karşısında, olduğu kadarıyla Türk tüccar ve zanaatkârlar da iflâs etmiş, yok olmaya başlamıştır. Bu yapı dolayısıyladır ki Türk devriminden önceki hiç bir yenileşme hareketi, Batı Avrupa'da görüldüğü gibi bilimsel düşünüşe dayalı bir toplum yaşamını gerçekleştirme yönünde tutarlı bir nitelik kazanamamıştır. Tanzimat da, Meşrutiyetler de çelişkiden çelişkiye düşmüştür. Örneğin Tanzimat Avrupa'dakine benzer yasalarla bakanlıklar kuruyor, bakanların sorumluluğu ilkesini, mahkemeler önünde eşitlik ilkesini getiriyor, okulları dinsel nitelikten çıkarıyor; ama buna karşılık şeyhülislâm yine devletin siyasal organlarından biri olaF.: 9
129
rak korunuyor, yine onun fetvalarıyla işler yürütülüyor, bakanlara karşı şeriat adına şeyhülislâm deneticiliğini sürdürüyordu. Nizamiye mahkemeleri yanında şer'iye mahkemeleri-kuruluyor ve yönetimi Meşihat'a bırakılıyordu. TANZİMAT EĞİTİMİ Tanzimatm eğitim anlayışı Mekteb-i Sultani anlayışının ötesine geçmemiştir. Gerçi o zamana değin medreselerde nesne ve olaylar üzerine bilgi verilmez, yalnızca Kur'an şerhedilir, yorumlar okunur ve sonuç çıkarılırken, Aristo mantığına uyumdan ibaret olan bu bakışın gerçek yaşam karşısında bir yana itilmek zorunluluğu görüldü; gerçekliğin (realite) gözlemlenmesine, deneye dayalı yeni bilim ve felsefe anlayışına yönelindi. Eğitimi din işi olmaktan çıkarmak zorunluluğu duyuldu; 1869 Genel Eğitim Yasası (Maarifi Umumiye Kanunu) ile ilk öğretimde sibyari mektepleri ve rüştiyeler, orta öğretimde sultaniler, idadiler ve Mektebi Mülkiye ile Mahreç-i Aklam, yüksek öğretimde darülfünun, fen, edebiyat, hukuk, tıbbiye, darülmuallimin, bahriye, mühendishane, harbiye, sanayi, maadin mektepleri kuruldu. Medreseler ve cemaat mektepleri ise her üç basamak karşılığı olan birimleriyle yine varlıklarını sürdürüyorlardı. Çağdaş ve demokratik topluma özgü bilim anlayışını getiren bu yeni okullara genellikle gayri müs-. limlerle Türkler dışındaki topluluk mensubu kimseler devam ediyordu.1 Türlderin çoğunlukla devam ettiği medreselerin varlıklarını sürdürmesi ise hem öbür topluluklarla Türkler arasında, hem de bu yeni okul1
130
lara devam eden az sayıdaki Türk aydınlar ile geniş toplum üyeleri arasında büyük uçurumların açılmasına yol açıyordu. Bu ikili yapı içinde medrese Tanzimat düşmanlığı yaptı. Damat Sait Paşa, rüştiye okullarında harita gösterilmesine karar verdi diye Reşit Paşa'nın idamı-: nı istiyordu. Saray da, mutlakiyetçi yönetimini sınırlayıcı yeniliklerden Türk halkının yararlanması eğilimlerini yaratması oranında Tanzimata hınç duyuyordu. Çağın toplum yaşamı hakkında geçerli değerlendirmelerden yoksun-saray ve çevresi, imparatorluğu yıkımdan kurtarmak gerekçesiyle başvurulan Tanzimat ve Meşrutiyet hareketlerinin, gerçekte onun yıkılışını hızlandırıcı olduğunu kavrıyamıyordu. Saray ve çevresi İmparatorluğu Osmanlılık bilinci çevresinde birleştirip yıkımdan kurtarmak gibi düşler ardında koşarken hahamı, papazı, imamı birbiriyle öpüştürüyor, arabalarda, meclislerde dizdize oturtuyordu. Oysa burjuvazisini oluşturan her topluluğun kendi kaynaklarını özerkçe kullanıp pazarına egemen olabilmek üzere ulusal bağımsızlık savaşımına giriştiği ve imparatorluktan ayrıldığı görülüyordu. Bu hususu en son anlıyan Türk halkı oldu. Daha .1876 Anayasası ilân edildiğinde her şeyin tamamlandığını sananlara ülkenin ilk iktisatçılarından olan -ki o da bir gayri müslimdi- Ohannes Sakız Efendi'nin söylediği şu sözler çok şeyi anlatmıyor mu: «Daha bir şey olmadı. Ne zaman sarayın yanında bir kârhane (fabrika) açılırsa, o zaman her şey olmağa başladı denebilir.»67 07
D r . M a h m u t E s a t Bozkurt, A t a t ü r k versitesi Y a y ı n l a r ı ,
1940, S.
227.
İhtilali,
İstanbul
Üni-
Bu arada, çok sınırlı ölçülerde kalsa da, yeni oluşan basın olgusu, başka deyişle okunmak için ister istemez konuşulan dile yakın yazılması zorunlu olan yayınların başlaması, ulusal dillerin oluşmasına, bu arada Türkçe'nin arınmasına ve konuşulan Türkçe'nin yazı dili olmaya başlamasına yol açmıştır. Ne var ki Mustafa Kemal'e gelinceye değin hiç kimse Qsmanlılılığm ve teokratik düzenin artık bir imparatorluğu yaşatabilecek bir bağ olamıyacağmı görememiştir. Örneğin 19. yüzyıl sonrası önde gelen Osmanlı aydınlarından ünlü dilci Şemsettin Sami, Kamus-u Türki'nin «millet» maddesinde ulus olgusunu dine dayandırıyor, «İslâm milleti» demek gerektiğini, «Türk milleti» demenin yanlış olduğunu», «Türle ümmeti» demek doğru olacağını yazıyordu. Oysa Atatürk, 1930'da Medeni Bilgiler kitabında el yazısıyla yazdığı üzere, dinin Türk ulusunun kurucu ögelerindeen olmadığını, Türklerin islâmlığa girmeden önce de bir ulus olarak varolduğunu, islâmlığın arap, İran, Türk uluslarını bir tek ulus haline hiçbir zaman getirmediğini, ancak Türklerin ulusluk bilincini zayıflattığını yazar.* Sömürgecilik eşliğindeki gerikalmışlığm, birinci bölümde tasvir edildiği üzere, yol açtığı toplumsal kişiliksizleşme ve buna tepki olarak oluşan «geçmişe kapanma» tutumu, Osmanlı aydınlarında da böyle geçersiz yönlerde arayışlarla zaman ve güç yitirilmesin e yol açmıştır. Örneğin Namık Kemal ve dönemin ' öbür aydınlarının bir çoğu «Şeriat gibi mükemmel bir yasa varken Batı'dan yasa almanın büyük bir yanlışlık olduğunu» söyleyerek Batı Medeni Kanununu •
Bkz.: A f e t İ n a n , V a t a n d a ş İçin M e d e n i B i l g i l e r ve M . m a l A t a t ü r k ' t e n Y a z d ı k l a r ı m , fotokopi bölümü, T T K nı, 1969.
Ke-
Yayı-
almak istiyen Ali Paşa'ya karşı çıktılar. O Namık Kemal ki «Acaba bu dünyayı insanoğullarma gerçekten bir çile yeri etmeğe gelenek dediğimiz yanlış inançlar karışımından daha büyük hizmet etmiş bir şey var mıdır? Ölüm korkunçtur ama bir anda geçer. Gelenek ise ölümsüzdür. Gelenek insanın her şeyine karışır, ona her yönden işkence eder. Gelenek tutsaklıktır. Bir ulusun ilerlemesine doğru bir ölçü aranırsa bireylerinin geleneğe saygı gösterme ölçüsüne bakılsın. Biz eğer ilerlememizin alın yazısını bu ölçü ile belirlemek istersek kendimizi ağlanacak bir durumda buluruz»08 demişti. Bu arada Mustafa Kemal'in yetişme yıllarının bir bölümünün geçtiği Manastırlı Hocia Kadri Efendinin 1910'larda Şerayih adlı kitabında din ve halifelik konusundaki düşünceleri ilgiyle okunmaya değer: Türkiye'nin milletvekilleri Avrupa'nın meşveret usullerini, işlem ve siyasal düzenlerini incelemeli, ama hep Osmanlıca düşünmeli, zihinlerini ulusal çıkarlara, vermeli, düşüncelerinde bağımsızlık oluşturmaya çalışmalı, doğru sonuç çıkarımı yapmaya alışmalı.... 1ar ki görevlerini yapabilsin, ulusa iyi hizmet edebilsinler; Türkiye devletinin dikkatle ele alıp iyi bir biçimde çözmeğe mecbur olduğu' en önemli siyasal sorunlardan birisi yeni Meşrutiyet ilkelerinde, Meşihat-ı İslâmiye (din makamı) nm yerinin belirlenmesidir. Türkiye'de Anayasa hükümetin düsturu olunca din makamının görevleri neden ibaret ka«8
Enver Ziya Karal, a.g.k., S. 109-11.
«Atatürk'ü
anlamak»
Atatürk'e
Saygı,
lir? Şeyhülislâm efendinin bakanlar kuruluna katılması eski bir devlet geleneğine dayanır. Eğer Şeyhülislâm efendinin şer'i hükümleri korumak amacıyla bakanlar kurulunda bulunması uygun görülmüş ise, bu temiz görev ne zaman hakkıyla yapılmış, şeriata aykırı kararların devletçe alınmasına ne zaman engel olunabilmiştir? Birkaç yüzyıldan beri öbür islâm hükümetleri gibi Osmanlı devletinin irtikâb edegeldiği zalimce işler, eşkiyaca hareketler gösteriyor ki şeyhülislâm efendinin vekiller meclisinde bulunması şer'an faydasız olmamakla kalmamış, islâm ehlini din adına aldatmak emeil ile icad edilmiştir. Bunda maksat, «kanun-u esasi» hükümetin düsturu olarak ilân edildikten sonra, millet ve devlet işleri esasen Millet Meclisi'nde görüşülüp, gerekli yasalar mecliste okunarak uygulanması onaylanacağından, din işleri başkanının devlet işlerinde görevi kalmamaktadır ve bu onun yalnızca dinsel işlerle uğraşmasını zorunlu kılmaktadır. Baskıcı hükümetlerin en kötü adeti olarak İslâm Şeriatı adıyla islâm halkını al- , datmak ve böylece kutsal din ile oynamak yüzünden ülkenin ne ölçüde zarar ve kötülüklere uğradığını açıklamaya gerek yoktur. Din işleri başkanının görevi dini baskıcılara alet etmek değil, tersine onu korumak gerekmez mi? Şeyhülislâm efendinin Vekiller Meclisindeki görevinin kaldırılması ve kendisini yalnız şer'i görevlere vermesi,
güzel vaızlarla İslâm cemiyetlerini aydınlatması gereklidir. Hoca Kadri Efendi, devlete gereksiz yere girmiş olan ikinci bir zararlı kurum olarak Halifeliği görmüştür. ' ^ Hilâfetin ancak Osmanlı ülkesine ait olacağını ve bu hususta başka müslüman kavimlere şer'an görevli olmadığını resmen açıklayıp, hepsine duyurmalı, yabancı devletlere de bildirmelidir. ,
Bu, müslüman kavimleri gereksiz ve yararsız umutlara kapılmaktan, yabancı devletleri kuşkulandırmaktan kurtarmak gibi büyük yararlan içermektedir. Üçyüz milyonluk müslüman halkın varlığından sözetmek, islâm birliği, düşüncelerini ve yararlannı saymak, Avrupalılan çocukça korkutmaya özenmek pek kolaydır. Bunun Türkiye'ye zaran olmasa bile yaran olacağına inanmak çocukluk ya da ahmaklıktır.00
Aslında halifeliğin Türkiye'yle sınırlı kalmasını istemek, halifeliğin kalkmasını istemekle aynı şeydir. Görüldüğü gibi bu istisna durumundaki düşünürlerde bile «Osmanlılık» ve «İmparatorluk» çerçevesini parçâlıyarak «Ulusal sivil toplum» (gelişmenin zorunlu koşulu) anlayışına Mustafâ Kemal dışında ulaşan yoktur. ; Durkheim'ci toplumbilimci Ziya Gökalp Osmanlılık bağını güçlendirip imparatorluğu yaşatabilmek 80
Nakleden: Cahit Tanyol, «Hoca Kadri Efendinin Parlamentosu»,
Cumhuriyet,
1960.
hayaliyle hars" (kültür) ile medeniyetin ayrı şeyler olduğunu öne sürmüş ve «Türk Milletindeniz, islâm ümmetindeniz, garp medeniyetindeniz» gibi terimlerde bile çelişki olan bir formülü ortaya atmıştır. Kültür ve uygarlık (hars ve medeniyet) in asla birbirinden ayırdedilemiyeceğini toplumbilimsel bir kafa yapısıyla göreni ulus (Millet) olgusunun da laik bir toplum yaşamına özgü olduğunu, çünkü ancak çağdaş bilimle gerçekleştirilebilecek ulusal ekonomiye sahip olmaya bağlı olduğunu bilinçli olarak, tüm sonuçlarını da kapsıyan bir kavrayışla gören ve gerçekleştirmeğe koyulan ilk Türk düşünür ve devİet adamı Mustafa Kemal olmuştur. Mustafa Kemal, Osmanlı yapısının ve Tanzimat yenileştirme yaklaşımının geçersizliğine ilişkin düşüncelerini 1 Aralık 1921 tarihinde şöyle anlatmıştır: . Son yüzyıllık devlet yaşamını, ulus yaşamını ve siyasal yaşamı gözönüne getiriniz... Sultan II. Mahmut ülke yönetimini dü zeltmek, ilerlemek için girişimde bulunmak istedi. Ama ortaya çıkan girişimler Avrupa'yı taklit etmek oldu. Avrupa yasaları almak, Avrupa düzenlemelerini almak, Avrupa giysilerini giymek gibi bir takım düzeltme girişimlerinde bulundu. Ama bu gerçek, olumlu bir sonuç vermedi, veremezdi. Çünkü düzeltim için taklitçiliğe gidilmişti... Sultan II. Mahmut döneminde ve ondan sonra Sultan Abdülmecid zamanında belki Reşit Paşaların özendirmesiyle, daha doğrusu ülke içinde isyan ocağını körüklemekte olan gayri müslim öğeleri memnun etmek zorunluğundan, bunla-
n n memnun olmasını gerekli sayan Avru pa'nm ve Batı'nın karşısında bir şey yapmak gerekti. Gülhane Hattı Hümayunu meydana çıktı. Bu Gülhane Hattı Hümayunu Osmanlı Devleti'ne uygulanması bakımından gerçek düzeltim denecek bir sonuç vermedi. İç isyan süregidiyordu. Dışarının baskıları vesaire süregidiyordu... Şultan Hamit tahta geçtiği zaman Avrupalılar Bosna ve Hersek ülkesini ellerine geçirmek, düzeltimin kesin-. >, likle iki ay içinde uygulanmasını sağlamak için baskılarda bulundular. Artık Avrupalılar bu Osmanlı Devleti'nin başlıbaşma kendisini yönetmeye gücü yetmez sayılması gerektiğini ve bundan dolayı koruma altına almak gerektiğini kesin biçimde bildirdiler! İşte o zaman, efendiler, bir paşanın başkanlığı altında üçü Hıristiyan olmak üzere onaltı memur, on ulema ve iki askerden kurulu bir kurul Babıali'de toplandı. (Elindeki Ahayasa'yı göstererek) ve bu kitabı yazdı. Bu kitap ulusu memnun etmek için ulusun arzu ve gerçek emelleri' için olumlu, maddi bir belirme yeri değildir. Efendiler, bu kitap düşmanlarımızı geçici olarak olsun memnun etmek amacını gözetmiş bir kitaptır.70 Niyazi Berkes de bunu çok önemli sayar: «davanın yalnızca bir uygarlık davası değil, aynı zamanda bir hars davası» olduğunu söylemeğe «Atatürk'e 70
A t a t ü r k ' ü n Söylev ve Demeçleri, T ü r k İ n k ı l â p T a r i h i titüsü Y a y ı n l a r ı , C. İ ,
1961, S. 203, 204, 205, 206.
Ens-
kadar hiçbir Türk'ün cesaret edemediğini» söylerken bu önemi vurgulamaktadır.71 Nitekim Türk halkı, Mustafa Kemal'in önderliğinde, tamamiyle laik ilkeler üzerinde (ulusal egemenlik, Cumhuriyet, yasa üstünlüğü, kadm-erkek eşitliği, çağdaş bilim...) Osmanlı'ya karşı da savaşarak ulusal toplumunu, bu kez, ulusal olmanın vazgeçilmez öğesi ekonomiyi de içerecek, geçersiz ve yapay ayrımlardan kaçınıp çağdaş uygarlığı tekniğiyle ve hars'ıyla bir bütün olarak alacak biçimde kurdu. Gerçekten Osmanlı împaratorluğu'nun devamı sayılmasına olanak bulunmayan, yepyeni bir ulusal toplum ve devlet yapısı ortaya çıkmıştır, Türk Devrimi ile. Bu yapıyı yeni kılan özü, ona ekonomiyle kendisini tamamlamak zorunluğunun bilincini kazandıran laik anlayışıdır. Niyazi Berkes'in «Atatürk'tür toplumsal değişmelerin yapılması için gerekli olan bu yeni yönü kavrayıp başlatan72» derken kastettiği yön, bilimsel düşünüşe dayalı laik dünya görüşüdür. Nitekim Türk Devrimi'nin ilk adımı ortaçağa özgü kurum ve kavramları ortadan kaldırmak olmuştur. Ancak bundan sonradır ki Avrupalılaşmak ile ulusçuluk arasında bir fark kalmamıştn*. Bu kez «Avrupalılaşma» Avrupa'ya rağmen girişilen bütüncül bir yenileşme hareketiydi. Çünkü uluslaşma eşliğinde olunca Avrupalılaşmak, gerçekte uygarlaşmaktan başka bir anlama gelemezdi.
'i
N i y a z i Berkes, Batıcılık,
Ulusçuluk
ve T o p l u m s a l
Devrim-
ler, S. 108-118. 72
N i y a z i Berkes, 200 Y ı l d ı r N e d e n Bocalıyoruz? Y ö n ları, S. 93.
Yayın-
lam Bağımsızlık Bağlamında Laikleşme A.
MUSTAFA KEMAL'İN KİŞİLİĞİNİN GELİŞİMİNDE LAİK ANLAYIŞIN YERİ
Mustafa Kemal ancak laik bir dünya görüşüyle kavranabilecek olan tam bağımsızlık ilkesiyle yola çıkmıştır. Düşüncesini dinsel olsun, dünyevi olsun, dogmaların zincirlerinden kurtaramayan bir toplumun ulusal bağımsızlık kavramını algılaması olanaksızdır. Mustafa Kemal gerikalmışlığm siyasal, askeri, ekonomik, kültürel, ruhsal yönleriyle toplumbilimsel bir çözümlemesini yapmış olarak tam bağımsızlıkulüsal egemenlik ilkesinde karar kılmıştır. Bu ilkeyi kavrayışı laik bir dünya görüşüne sahip oluşunun sonucu olduğu gibi, onu gerçekleştirebilmesi de laik kurum ve kavramlara dayalı bir yeni toplum örgütlemeye girişmiş olmasına bağlıdır. Görüldüğü gibi bağımsızlık savaşı ve Türk Devrimi, yalnız yurdu saldırgan düşmanlardan kurtarmak anlamına gelmez. Gerikalmışlığm yapısal çözülmüşlüklerine, kültürel dağınıklığına, toplumsal parçalanmışlığına yol açan tüm ekonomik, kültürel, düşün-
sel, eğitsel... bağımlılıklardan ve clış etkilerden de kurtulmayı anlatır. Bunun için eri geniş anlamında uygarlıkta bir sıçrama yapmak ve çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkmak zorunludur. Öyleyse Türk Devrimi'nin sorunu bir uygarlık sorunudur. Mustafa Kemal'in Türk Devrimi'nin düşünürü, progrâmlayıcısı, strateji ve uygulayıcısı olarak gösterdiği üstün başarının temelinde kanımca «Laik» dünya görüşü yatmaktadır. Dehanın üçte birinin doğuştan, üçte ikisinin ise durmaksızın ve büyük güç harcıyarak çalışriıaktan, sürekli çalışmaktan ileri geldiği bilinmektedir. Mustafa Kemal de Türk halkının yüzyıllardânberi içinde kıvrandığı bir kapandan nasıl kurtarılabileceğini do-, ğal olarak bilimsel düşünüşün ilkeleri doğrultusunda çok düşünmüş, çok incelemiş, ülkenin dört bir yanında en zor koşullar altında yurdunun, halkının gerçeklerini somut biçimde gözlemlemiş ve değerlendirmesini yapmıştır. Bu kapan içerde kendisini, Türk halkının hemen her 10-15 yılda bir en değerli varlıklarını uzak diyarlardaki savaşlarda tüketmek zorunda bırakan saltanatçı yönetimin; dışarda da kaynaklarını sömüren ve zanaatlar, ticaret gibi yaşam damarlarını kurutan sömürgeci ülkelerin kurduğu ve sürdürmek için işbirliği, yaptığı bir kapandı. Osmanlılık kapanıydı bu, ümmet kapanıydı. Hars ilâ uygarlık ayrı şeylermiş gibi aydını da, halkı da aldatıp birbirinden uzaklaştıran kapandı. Osmanlıca denen acaip bir dil yoluyla yönetim diliyle halk dilini, bilim dili ile halk dilini birbirinden koparan kapandı. Kadınları, toplumun bu en iyi yansını yaşamın, bilimin, aydınlığın dışında tutan, onlan ezen, aşağılayan kapandı, Gerçekliği gözlemleyip tanımak yerine lcıyas-ı fukahayı koyan medrese, tekke, tarikat kapanıydı.
Falih Rıfkı'nın yazdığı gibi «Türk ulusu, Atatürk' de iki yüzyıldır beklediği kurtarıcıyı bulmuştur. Atatürk'ün eseri, bir bütün olarak tek bir kelimede toplanabilirdi: «Kurtuluş.» Bu gerçek, aydının kafası kadar, halkın da şuuru içindeydi. Türk halkı için hatırası güzel ne varsa hepsi, özellikle Atatürk devrine aittir.» 73 Atatürk'ün önder kişiliğinin belirleyici özü, temeli, laik anlayışta oluşudur. Hemen tek başına mimarı olduğu Türk Devrimi ile yeni Türk toplumunun da temel dayanağı, laiklik ilkesi, laik kurumlar, laik kurallardır. Atatürk'e dünya ölçüsünde saygınlık,. Türk Devrimi'ne. de yine dünya ölçüsünde ilgi sağlıyan husus, bilimsel düşünüşü ve bilimsel verileri toplumda yönetim mevkiine getirmiş olmasıdır. Doğunun mistik ve skolastik düşünce sisteminin yerine Batının yapıcı, yaratıcı, tartışıcı ve araştırıcı olumlu düşünce sisteminin nasıl geçirilebileceği sorusunu soran ve karşılığını veren ilk insan Atatürk'tür.71 Eski Fransız Başbakanı Prof. Edouard Herriot'nun da dediği gibi «Onun bilime karşı duyduğu ilgi ve gelişme yolundaki azmiyle, genç Türkiye Avrupa'ya katılmıştır, O'nda bugünkü uygarlığın en coşkun merkezlerinden birini selâmlamaklığımız için artık hiçbir şey eksik değildir.» Bağımsız, özgür, demokratik ve ileri bir toplum kurma ülküsüne ulaşabilmek için hem izlenecek yollar; getirilecek örgütlendirici ilkeler toplumbilim yasalarına uygun olmalı, hem de yüksek bir yönetim « ı . F.R. Atay, • Ulus,
16 K a s ı m
1938.
O r h a n Hançerlloğlu, İleten: A t a t ü r k İçin D i y o r l a r ki, V a r lık
Yayınları,
1971.
sanatı gösterebilmelidir. İsmail Hakkı Baltacıoğlu'nun yazdığı gibi:
ı
Atatürk, olayları gerçek nitelikleriyle kavrıyan, insanın yaratıcılığına inanan, olayların oluşumunu denetimi altına alabilen, olamıyacağm sınırını kavrayıp onu zorlamamak gerektiğini bilen, gerektiğinde şimşek hızıyla davranırken, gerektiğinde zaman etkenine payını tanıyıp bekleyebilen üstün zekâsı ve bilimsel düşünce yapısı ile tarihte hiçbir önderin başaramadığı bir yüksek ölçüde halkını tanıyıp onunla kaynaşmış, onun kaderini değiştirmiş, yüzlerce yıllık göreneklerini sarsarken, ona-ulusal özgürlüğünü ve bağımsız yaşama temelini kazandıran tarihsel özelliklerine de sarılmasını bilmiştir.75
Atatürk'ü «çağdaş toplum yaratıcı önder» olarak evrensel ölçüde geçerli kılan özelliği, karar ve yön belirleyiciliğinde, tutkularında, eylemlerinde hep akıl ve mantık adamı oluşu; dünyayı, toplumu, insanı, uygarlığı, ulusal kategoriyi... bilimsel yöntemin geçerlilik ilkelerine tamamen uyan tanımlamalara kavuşturmasıdır. Bu konuda Ruşen Eşref Ünaydm'm değerlendirmesi de aynı yöndedir: Atatürk, milletinin varlığına" dayanan kök düşünceleri eleyip, inceleyip, derleyip, toplayıp, formülleştiren, sistemleştiren ve kariunlaştıran coşkun bir üstün zekâ idi... '0
i s m a i l H a k k ı Baltaeıoğlu, « A t a t ü r k , » A t a t ü r k ' e Saygı, T D K , Y a y ı n ı , 1969, S. 24-28.
O zekâ, bütün tasarladıklarında mantıkh idi... Sezişi keskin ve söyleyişi kesindi. İnançlarında çok samimi idi. O'nunla hayalden realiteye inilmez, realiteden ülküye çıkılırdı. Eflatun'un 2000 yıl önce dile getirdiği «Bilge devlet adamı» özlemini insanlık tarihinde en yetkin öl , çüde kişiliğinde ve eserinde gerçekleştiren ilk ve tek insan Atatürk oldu.76 Düşünceleriyle ve eserleriyle yalnız kendi toplumuna değil, tüm insanlığa, özellikle de gerikalmışlık kapanından kurtulma savaşımı içindeki azgelişmiş ülkeler halklarına değerli bir aydınlık kaynağı olan Mustafa Kemal Atatürk'ün kişiliği ve eserinin üzerine dayandığı mantık, yüzüncü doğum yıldönümünde asıl incelenmesi ve tanıtılması gereken yönleridir. Mustafa Kemal, «aynı şeye değişik koşullar altında değişik açılardan bakma» ilkesinin uygulanabilirliğini gösteren pek az sayıda üstün önderlerden biridir. Aslında bu kavrayış, bilimsel yöntemin gerçekliğin her zaman somut olduğunu söyliyen geçerlilik ilkesi üzerine dayalıdır. Bu bilimsel bakış eşliğinde bütün ömrünce doğruluktan şaşmayan tutumu, Mus»®
A y n ı gözlemi. P r o f . H e r b e r t Melzig de y a p m ı ş t ı r : ğ ı n büyük f i l o z o f u E f l a t u n ' u n 'ya h ü k ü m d a r l a r
«Eski
Ça-
filozof, y a
d a f i l o z o f l a r h ü k ü m d a r olsalardı!, yolundaki dileği 2000 y ı l lık bir tarihte gerçekleşemedi. O y s a X X .
yüzyılda
ilk
kez
o l a r a k A t a t ü r k ' ü n kişiliğinde E f l a t u n ' u n istediği gibi, c ü ğ ü n t a m a n l a m ı y l a b u n u görmekteyiz. A t a t ü r k b i r bir
düşünür
ele
almış,
başka
olarak
bu
ulusla
ulusların
görkemli
bir
bir
atıldığı
haklarını
örnek
1969, S. 114.
Türk
ulusunun
bağımsızlık
koruyan
vermiştir.»
«Atatürk'ün Anlamak,» Yayını,
ulusun,
bir
İleten:
Enver
ile
ile
ve
insanlığa
2;iya
A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k D i l
dahi,'
kaderini
savaşı...
barış
söz-
Karal,
Kurumu
tafa Kemal'e, bir sentez demek olan uzlaştırıcılığm güzelliğini de öğretmiştir. Üstün siyaset sanatı, toplum mühendisliği ve devlet kuruculuğu bu bilincinin kanıtlarıdır. Mustafa Kemal'in nasıl yetiştiği, neler okuyup öğ rendiği henüz yeterli ölçüde araştırılıp değerlendiril miş değildir. Yalnız kimi önemli bilgilere sahip bulunuyoruz. Bu bilgiler Mustafa Kemal'in laik kişiliğinin kaynaklarım aydınlatabilecektir kanısındayım. Önce doğuştan ,ve ilk çocukluk yıllarında gördü? ğü aile ve çevre eğitiminden" edindiği bir bağımsızlık tutkusu olduğunu biliyoruz. Laik anlayışın özü olan bilimsel düşünüş için bağımsız kişilik yapısı vazgeçilmez bir Özelliktir. Çünkü bağımsız davranış, sağlam bir mantık ve geçerli muhakeme için zorunludur. Atatürk, bağımsız davranış tutkusunun kendisinde pek erken yaşta belirdiğini anlatır. Bu sözleri aynı zamanda Atatürk'ün önderliğindeki, siyaset anlayışındaki ve eserindeki dengeli karakteri ortaya koyucu niteliktedir: Çocukluğumdan beri bir huyum vardır. Oturduğum evde ne ana, ne kız kardeş, ne de sevdiğim arkadaşlar ile birlikte bulunmaktan hoşlanmam. Yalnız ve bağımsız bulunmayı, çocukluğumdan çıktığım zamandanberi hep yeğiemiş ve sürekli olarak öy«
Ö r n e ğ i n F a l i h ' R ı f k ı Atay, M u s t a f a K e m a l ' i n rındayken ve
Selanik'te
şerefin
önemini
üvey
ağabeyinin
anlatarak
bir
10-12
kendisine
bıçak
yaşla-
haysiyet
verdiğini,
yalnızca o n u r u n a - y ö n e l e b i l e c e k h a k a r e t e karşı
bunu
duraksama-
d a n k u l l a n m a s ı n ı salık verdiğini, b u o l a y ı n ' k e n d i s i n i etkilemiş
olduğunu
1980, S. 20.
anlattığını
yazmıştır.
Çankaya,
çok
Bateş,
le yaşamışımdır. Tuhaf bir tutumum daha var, ne ana, babam çok erken ölmüş, ne kardeş, ne de yakın akrabamın kendi düşünüş ve önermelerine göre bana şunu ya da bunu salık vermesine ve öğütte bulunmasına katlanamam. Aile arasında yaşıyan-* lar çok iyi bilirler ki sağdan soldan pek temiz ve içten uyarılardan kendilerini sakınamazlar. Bu durum karşısında iki davra' hış yolundan birini seçmek zorunludur: Ya uymak ya da bütün bu uyarı ve öğütleri hiçe saymak. Bence ikisi de doğru değildir. Uy^ , , mak nasıl olur? En aşağı benimle yirmibeş yaş farkı olan anamın uyarılarına uymak geçmişe geri dönmek olmaz mı? Baş kaldırmak, erdemine, iyi niyetine, yüksek kadınlığına inandığım anamın gönlünü kırmak, düşüncelerini altüst etmektir. Bunu da doğru • bulmam. Mustafa Kemal askerlik sanatını - da, devrim ve siyaset sanatını da böyle, elden geldiğince en az acı, en az yitikle en büyük sonucu elde etmek sanatı olarak anlayıp öyle uygulamıştır. Bu noktanın önemi kanımca çok büyüktür. Mustafa Kemal'i tarihin bütün önemli önder kişilikleri içinde en seçkin bir yere getirici özelliği bu en gerçekçi, en dengeli kişilik tutur munda yatmaktadır. Bu kişilik tutucunda «mutlak doğru» anlayışına yer vermiyen bilimsel düşünüş yönteminin temel, belirleyici etkisi vardır. Doğruluğuna inandığı düşüncelerini anasının gönlünü kırmadan sürdürebilmenin yoluriu bulmaya nasıl özen gösterdiyse, gerçek ulusal kurtuluşun zorunlu olarak kapsadığı «Ulusal iradenin bütün gerekleri F.:
10
145
ve biçimleri» konusunda vakitsiz konuşmamaya da o ölçüde özen göstermiştir. Nutük'ta bu konuda şunları söylemektedir: «Gelecek olasılıklar üzerine çok konuşma... dış tehlikenin yakın etkileri karşısında üzüntü duyanlar arasında geleneklerine ve düşünce eğilimlerine, ruhsal durumlarına aykırı düşen olası değişikliklerden ürkeceklerin ilk anda direnmelerine yol açabilirdi. Başarı için işlemsel ve güvenli yol her aşamayı zamanı geldikçe uygulamaktı;., ben, ulusun vicdanında ve geleceğinde hissettiğim büyük gelişim yetisini bir ulusal sır gibi vicdanımda taşıyarak azar azar, bütün toplumumuza uygulatmak zorundaydım.»: Bütünüyle bir aydınlanma hareketi olan tüm devrimci atılımlarını hep böyle insan ve ulus sevgisinden kaynaklanan yüksek sanatçı özeniyle planlayıp uygulamıştır. Bu ııokta Atatürk'ü gereğince inceliyenlerin gözlerinden kaçmamıştır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, «Bütün inkılâpları bir damla kan dökmeden daima kanuni şekillere dayanarak başarmıştır. Bu kadar medeni bir inkılâp hadisesine cihan tarihinde ilk defa rastgeliyoruz. Mustafa Kemal, savaş tekniğinde olduğu gibi, ihtilâl tekniğinde de tek ve eşsiz bir tacticien'di.» diye yazar.78 İsmail Habip Sevük de aynı gözlemde bulunmaktadır: Fikir ki, gövdesi yok, önde ve acelecidir, fiil ki gövdeli, geriden ve ağır gider; fakat Atatürk'ün bütün inkılâplarında fiil fikirden, daha çevik çıktı. Atatürk inkılâplarda döğüşerek muzaffer olmadı, döğüşeceğe döğüşme fırsatı vermedi. 's
Y . K . K a r a o s m a n o ğ l u , Atatürk, R e m z i Kitabevi, İ961, S. 61.
146
Atatürk'e yaptığı inkılâplarda milletin aziz kanını esirgediği için de minnettarız.70 Somut Gerçekliğe Verdiği Değer Mustafa Kemal'in dengeli, uyumlu bir bütün oluşturan önderliğinde, her zaman somut gerçekliği araştırması, öğrenmesi ve düşüncelerini de, onları uygulamak üzere aldığı kararlan da bu somut gerçeklik ışığında biçimlendirmesi temel özellik olmuştur. .İncelemenin başında bilimsel yöntemin temel bir ilkesi olarak «somutluk ilkesi»ni belirtmiş, gerçekliğin her zaman somut olduğunu, hiç bir devrim hareketinin bir başkasının tıpkı benzeri olmadığını, hiç bir çağdaşlaşma atılımının bir başkasının tıpkı benzeri olmadığını anlatmıştım. Mustafa Kemal bu olgunun tam bilinciyledir ki, 1 Aralık 1921 günü Bakanar Kurulu Görev ve Yetkileri Kanunu görüşülürken «Efendiler, biz benzememekle ve beıızetmemekle öğünmeliyiz; çünkü biz bize benziyoruz» 80 demiştir. Bu düşüncenin gerçek "anlamı, kendi somut gerçeğimize dayanma gereğini belirtir. Yoksa bu anlayıştan yoksun kimilerinin sığ görüşlü yorumu olan «keyfi tutumu», «önünü, ardını düşünmeden davranmayı» savunma ya da «biz adam olmayız» gibi Atatürk'ün yanma bile yaklaşmamış olan bir aşağılık duygusu anlamında değildir. Somut gerçeği mutlaka ve sürekli olarak tanımalı gereğini Mustafa Kemal, savaştan hemen sonraki günlerde Konya'da Mart 1923'de gençlere yaptığı bir koİsmail H a b i b Sevük, A t a t ü r k İçin Ö l ü m ü n d e n
Sonra
Hatı-
r a l a r ve l l a y a t m d a y k e n Y a z ı l a n l a r , 1939, S. 74-7.8. A t a t ü r k ' ü n Söylev ve Demeçleri, Türk" İ n k ı l â p T a r i h i titüsü Y a y ı n l a r ı , 1961, C. I, S. 197.
Ens-
nuşmada aydınların sorumluluğundan söz ederken de çok güzel bir biçimde dile getirmiştir: ...aydın sınıfla halkın düşünüş ve hedefi arasında doğal bir uygunluk olmalıdır. Yani aydınlar sınıfının halka telkin edeceği ülküler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı. Oysa bizde böyle mi olmuştur? O aydınların telkinleri ulusumuzun ruhunun derinliklerinden alınmış ülküler midr? Kuşkusuz hayır; aydınların içindeı çok iyi düşünenler vardır. Ama genellikle şu yanlışımız da vardır ki araştırma ve incelemelerimize dayanak olarak çoğunlukla, kendi ülkemizi, kendi tarihimizi, kendi geleneklerimizi, kendi özelliklerimizi ve gereksinimlerimizi almayız. Aydınlarımız belki bütün başka ulusları tanır, ama kendimizi bilmeyiz.81 Bu kişilik özelliği Mustafa Kemal'in laiklik anlayışını da belirleyici olmuştur, denilebilir. Başka her konuda nasıl aşın tepkiler Mustafa Kemal'in uzağında kaldığı tutum ve davranışlar , olmuşsa, din konusunda da dinin gerici ve, sömürücülerin elinde toplumu karanlıklara ve yoksulluklara gömecek biçimde kullanılmış olması O'nu aşırı bir tepkiye götürememiş, günümüzde Einstein'larm yöneldiği ve kendisinin de içtenlikli kanısı olan, bireysel vicdanın si: nırlannı taşmıyan, bilimin ışıklarından geçip dupdu-, ru olmuş bir kozmik din anlayışına sahip olmaktan ve topluma da, sözleriyle olsun, tutum ve davranışlası
A t a t ü r k ' ü n Söylev ve Demeçleri, C. I I , T ü r k İ n k ı l â p Enstitüsü Y a y ı n l a r ı ,
1959, S. 140.
Tarihi
rıyla olsun, böyle bir din anlayışını önermekten alı-. koyamamıştır.82 Bu insancıl ve bilimsel dünya ve siyaset anlayışı hem yurdunda, hem yabancı ülkelerde kavranmış, derin saygıyla karşılanmıştır. Eski Fransız Başbakanı Prof. Herriot devrim sanatına hayranlığını, hem de laiklikle ilgili olarak, şu sözlerle ifade etmiştir: Paşa, size nasıl hayran olmıyayım. Ben Fransa'da laik bir hükümet kurmuştum. Bu hükümeti Papa'nm Paris'teki temsilcisiniıl yardımı ile papazlar devirdi... Siz ise bir ha-* lifeyi kovdunuz ve gerçek anlamıyla laik bir devlet kurdunuz. Siz bu • taassup içerisinde laikliği bu toplümâ nasıl kabul ettirdiniz? Falih Rıfkı'nm da belirttiği üzere «Atatürk'ün amacı yaratıcı «Batı» insanını yapmak, kafa yapısıyla, vicdanı ile böyle bir insanı yetiştirmeyi, önleyen ya da geciktiren engelleri ortadan kaldırmaktı. Düşüncesi, kültürü ve vicdanı özgür «atom çağı» Türkünü yetiştirmek idi.»83 ° Alman Prof. Melzig ise şöyle yazmıştır: Yeni Türkiye Atatürk'le yalnız islâm anlayış ve görüşlerini değil, aynı zamanda Avrupa'nın düşünme tarzını da aşmıştır, Türkiye bir dürüstlük, samimiyet ve realite s•
P r o f . E n v e r Z i y a K a r a l d a A t a t ü r k ' ü n korkuya dayalı leri
aşan,
kozmik
bir
din
b ü t ü n kudret o l a r a k d o ğ a
anlayışında
olduğunu,
( e v r e n ) yı tanıdığını yazar.
de bu k o n u y a ayrıntılı olarak yer vereceğiz. E n v e r Z. ral, « İ n s a n olarak A t a t ü r k » , A t a t ü r k ' e Saygı, T D K 1969, S. 132, « A t a t ü r k ve T a r i h » s»
F . R . Atay, D ü n y a
10 K a s ı m
a y n ı kitap, S. 95,
1963.
dln-
bir
ve
İlerKa-
Yayını,
politikası gütmekte ve bu sebeple tepkilere, başarısızlıklara uğramamaktadır. Bu politikanın kendinden öncekilere benzer tarafı olmadığı gibi, taklidi de yoktur.84 Lord Kinross, Atatürk'ün yurdu için yaşıyabilecek bir demokratik düzen yaratmaya çalıştığını ve başarıya da eriştiğini yazmıştır.85 Dünyanın sayılı gazeteleri Atatürk'ün hazırlayıp yönettiği Türk Devriminin, erkek, kadın tüm yurttaşlara Türkiye'nin önceki kuşaMarından hiçbirinin görmediği bir özgürlük ve güven dolu yaşam sağladığını, bu devrimle Türkiye'nin «Avrupalı» bir devlet olduğunu yazmışlardır.80 Mustafa Kemal'in kişilik yapısındaki bağımsızlık tutkusu, Türk Devrimi'nin ilkeleri içinde en çok laiklik ilkesiyle özdeşleşir. Gerçekten laiklik düşünce ve inançta özgürlük, bağımsızlık demek olduğu için en temel, en öz kaynak ilkeyi oluşturmaktadır. Tam bağımsızlık akıl alanında bağımsız olmakla başlar. Boş inançların, dinsel baskıların dogmatik zincirleriyle aklı bağladığı yerde, ulusal bağımsızlığın düşü bile görülemez. İnançların yönetiminde bilim yapılamaz.87 Atatürk'ün kendisi de 1921'de Ankara gazetesinde yayınlanan bir demecinde aynen şunları söyler: «Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben ulusumun ve en büyük atalarımın en değerli mirasından olan bağımsız84
«Özgürlük
85
a.g.k., S. 331. L o r d Kinross, A t a t ü r k : B i r Milletin Y e n i d e n Doğuşu,
Savaşı
der Y a y ı n e v i , 80 s?
ve
Mustafa
Kemal»,
Atatürk'e
Saygı, San-
1972, S. 756.
Ö r n e ğ i n T h e Times, ileten C u m h u r i y e t 13 K a s ı m 1938. » C e y h u n Atıf K a n s u , « A t a t ü r k ' ü n İlkeleri», A t a t ü r k ' e T ü r k Dil K u r u m u
Yayını,
1964,. S. 61.
Saygı,
lık aşkı ile fethedilmiş bir adamım. Çocukluğumdan bugüne değin ailevi, özel ve resmi yaşamımın her aşamasını yakından tanıyanlar bu aşkımı bilirler. Bence bir ulusta şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın varlığı ve sürekliliği kesinlikle o ulusun özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasıyla olanaklıdır. • Ben kişisel olarak bu saydığım niteliklere çok önem veririm. Ve bu niteliklerin kendimde varlığını ileri sürebilmek için ulusumun da aynı niteliklere sahip olmasını temel koşul sayarım. Ben yaşıyabilmek için kesinlikle bağımsız bir ulusun çocuğu kalmalıyım. Bu nedeple ulusal bağımsızlık bence bir yaşam sorunudur. Ulus ve ülke yararlarının gerektirdiği, insanlığı oluşturan uluslardan her biriyle uygarlık gereği olan dostluk ve siyaset ilişkilerine büyük bir duyarlıkla değer veririm. Ancak benim ulusumu tutsak etmek istiyen herhangi bir ulusun bu arzusundan vazgeçinceye değin amansız düşmanıyım.88 Atatürk'ün eserinin ruhu «ulusal bağımsızlık ve özgürlük» olduğu içindir ki bağımsızlık ve özgürlükten yoksun tüm ulusların saygı, imrenme ve hayranlığını kazandı. Türk kurtuluşunun böyle dünya çapında bir yeni dönemi başlatma etkisi olacağını Mustafa Kemal'in kendisi pek erkenden görmüştü: Mustafa Kemal, «Doğu sorunu»nun aslında sömürgeci Batı'nın sorunu olduğunu kavramış, Türk 88
Jleten E.Z. K a r a l , Atatürk'ten Düşünceler, Türkiye İş kası
Yayınları,
S.
165-166.
Ban-
kurtuluşunun böylece dünya ölçüsünde bir yeni dönemi başlatma etkisi olacağını pek erkenden görmüştü: Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan, bütün doğu uluslarının da uyanışını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve özgürlüğüne kavuşacak olan çok kardeş ulus vardır. Onların yeniden doğuşu, kuşkusuz ki ilerlemeye ve refaha yönelmiş olacaktır. Bu uluslar, bütün güçlüklere ve bütün engellere karşın muzaffer olacaklar ve kendilerini bekliyen geleceğe ulaşacaklardır.i Sömürgecilik ve emperyalizm, yeryüzünden ; yok olacak ve yerlerine uluslar arasında hiçbir, renk, din ve ırk ayrılığı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı egemen olacaktır.80 Daha II. Dünya Savaşı'ndan önce, 1939'da Hint Meclisi başkanı Sir Abdurrahim «O, uğraşlarıyla, yalnız Türkiye'ye değil, bütün doğu'dünyasına kurtuluş yolunu göstermiştir. O tarih büyüğünün, o Türk kahramanının, N3 doğunun kurtuluş ve uyğarlık önderinin eserlerini her zaman sevgi ve saygıyla anacağız.» Yine Hindistan'da Gandhi'nin kaynatası olan Madros valisi «Bir Doğu ulusunun Batı sömürgeciliğinin egemenliği altından tam bağımsızlıkla kurtulabileceğine Atatürk'ün zaferi üzerine inandık» demiştir.00 Çin'in 1936'daki Ankara elçisi Ho-Yao-Su da şunları yazmıştı: «Türk devriminin bütün Doğu dünyasının ilerleme ve gelişmesindeki rolü, Batı dünyasını kültür ve uygarlık yoluna yönelten Fransız devrimi m
İleten E.Z. K a r a l , A t a t ü r k ' t e n Düşünceler, a.g.k., S. 17.
»e
İleten Falilı R ı f k ı Atay, D ü n y a , 28 M a y ı s
1964.
kadar önemli ve etkilidir. Devriminizin kıvılcımlarından çıkacak olan ateş bütün Doğu uluslarını aydınlatacak, kamaştıracak ve gerçek nuru yaratacaktır.» 01 Türk devriminin gerikalmış ülkelerdeki etkilerinin özünü ve derinliğini, laiklikle temel ilgisi bakımından anlatan Falih Rıfkı'nın şu gözlemi bu konuyu gereğince aydınlatmaya yetecektir: Gençlere Atatürk'ü vatan kurtarıcısı asker olarak göstermek yetmez; O, asıl devrimleri ile kurtarıcı olmuştur. Şimdiki Cezayir lideri: ' — Ah bir Atatürkümüz olsaydı, diyor. Bunun manası «O'nun yıktıklarını yıkabilmektir asıl mesele, yapamadığımız budur bizim, eğer Cezayir'de o devrimler yapılmış olsa idi, işimizi ne kadar kolay başarırdık»; demeye getiriyor. Atatürk'e, henüz Mustafa Kemal iken, Padişahlığı ve Halifeliği teklif ettikleri günleri hatırlıyorum. Herhangi ileri bir adım atmak için Türkiye'nin şartları bugünkünden yüz defa daha elverişsizdi. «Hayır!» dedi ve bütün şanını, şerefini, canını tehlikeye atarak bin yıllık medreseleri köklerinden söktü, attı. Şimdi on yıllık hafız okullarına dokunamıyoruz.02 Yetişme Yılları Yetişme yıllarını Selanik, Manastır, İstanbul gibi hepsi de Avrupa ile yakın ilişki içinde olan ve başa01
Ho-Yao-su,
Kemalizm,
S. 335.
F a l i h R ı f k ı Atay, B a t ı şYılları,
1963.
rısız Osmanlı yenileşme çabalarının en çok etkinlik • kazanabildiği kent merkezlerinde,yaşadı. Doğum yılı olan 1881, Osmanlı Devleti'nin mali ve ekonomik bağımsızlığını tümden yitirişini simgeliyen, Mustafa Kemal'in ilerde söküp atacağı ünlü Düyun-u Umumiye'nin de kuruluş yılıdır! İlkokulu bitirdikten sonra, babasının da ölümü üzerine ailesi O'na öğrenim yolu ararken bir ara Rum okuluna göndermiş, orada gerikalmışlığm yolaçtığı ilk onur yarasını Rum çocuklarının aşağılayıcı tutumunda yaşamıştır."3 Selanik'te, Çollege des Freres'de Fransızca dersleri aldı. Harbiye öğrencisi iken bir bölümünü Fransa'dan getirttiği Fransızca kitaplarla ve dergilerle bilgilerini genişletiyor, uygar, dünyanın siyasal, toplumsal, ekonomik, ve kültürel durum ve gelişmelerini öğrenerek kişiliğini biçimlendiriyordu. Türkçe yayınların,-hele toplumsal siyasal sorunlarda- çok az olması karşısında bunun önemi çok büyüktür. Onbeş yaşında Askeri İdadi okuluna gittiği Manastır'da İmparatorluğun türlü etnik,, gruplarının ulusal bağımsızlıkları için Osmanlı'yla savaşa tutuşmasını ve bunun ordu içinde yol açtığı huzursuzlukları tanıyarak yetişti.04 Bu etnik gruplar içinde müslüman araplar da vardı. Örneğin Mustafa Kemal'in Harbiye'deki arkadaşlarından biri olan Mısırlı Aziz, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Arap Birliğini kurmaya çalışmış, sonra Nasır'm akıl hocalığını ve Mısır'ın Moskova Büyükelçiliğini yapmıştır.00 Bir de sayısı 2000'i aşan Harp Okulıi öğrencilerinin okulda 7-8 su musluğu bulunmasına karşın, Padişah buyruğu ile her gün »a
A l i F u a t Cebesoy, Sınıf A r k a d a ş ı m A t a t ü r k , 1967, S. 5.
«i
A l i F u a t Cebesoy, Sınıf A r k a d a ş ı m A t a t ü r k - O k u l ve G e n ç Subaylık Hatıraları, İstanbul,' 1967, Ş. 19.
os
a.g.k., S. 15-16.
beş vakit cemaatla namaz kılmaya mecbur edilişi karşısında ister istemez pek çoğunun abdestsiz namaz kılışına acı acı tanık oldu. «Abdestsiz namaza durdum, bağışla Tanrım» diyen çok Harbiyeli arkadaşlarını gördü, dinin gösterişinin, zorlamasının utanç verici, kişiliği yıkıcı sonuçlarını tamdı."0 Selanik, Manastır, İstanbul Mustafa Kemal'in, Türk toplumunun ekonomik açıdan sömürülüşünü ve bu sömürü için dinci, baskıcı, gelenekçi yönetimin nasıl işlevsel olduğunu da kavramasını sağlıyan yerler oldu. Ordudaki kimi subayların bile Arap erlerine «Necip Arap kavminden, Peygamberin soyundan» gibi bir kafa yapısıyla Türk üstlerine karşı ayrıcalıklı işlem yapıp onları şımarttıklarına tanık oldu.07 Herkesin İmparatorluğun «Osmanlılık» çerçevesinde dağılmaktan kurtarılabileceğini düşlediği bir ortamda, Mustafa Kemal daha 1906'da, yani yirmibeş yaşında bir genç subayken, Şam'a gitmek üzere Beyrut'ta bulunduğu sırada arkadaşlarına tek kurtuluş yolunun ulusal devlet kurmaktan geçtiğini ve temelini Anadolu ve Rumeli Türklüğünün oluşturacağı bir ulusal devlet kurmak gereğini dile getirdi.08 Gerçekten Mustafa Kemal Osmanlılığı reddedip Türklüğü benimsiyen, Türkçülüğün ise serüvencilikten arınmasını sağlıyan düşünür-önderdir. Özü laik düşünce olan Türk Devrimi'nin hemen tüm programını daha II. Meşrutiyetten önceki o genç subaylık yıllarında tasarlamış olduğu, Bulgar Turko«o ot
a.g.k., S. 8. 11-12. A.F. Cebesoy, a.g.k., S. 99-100. Cebesoy, 1930'larda
Atatürk
T ü r k T a r i h K u r u m u ' n u kurarken gerekçeleri arasında, genç subaylık
y ı l l a r ı n d a ' Cebesoy'la
tür o l a y l a r a «s
da
atıfda
birlikte
bulunmuş
A. F u a t Cebesoy, a.g.k., S. 108.
tanık
olduğûnu
oldukları anlatır,
bu
log'u Manolof'a 1908'den bir iki yıl önce söylediği şu sözlerden anlaşılıyor: Birgün gelecek ben hayal sandığınız bütün bu devrimleri başaracağım. Mensup ol-> düğüm ulus bana inanacaktır. Düşündüklerim hiç bir demagoji ürünü değildir. Bu ulus gerçeği görünce arkasından duraksamasız yürür, dava uğrunda ölmesini bilir. Saltanat yıkılmalıdır; devlet yapısı türdeş bir öğeye (mütecanis bir unsura) dayanmalıdır. Din ve devlet birbirinden ayrılmalı, Doğu uygarlığından benliğimizi sıyırarak Batı uygarlığına aktarılmalıyız. Kadın ve erkek arasındaki farklar silinerek yeni bir toplumsal düzen kurmalıyız. Batı uygarlığına gir-* memize engel olan yasağı atarak Latin kökünden bir alfabe seçmeli, kılık kıyafetimize değin her şeyimizde batılılara uymalıyız. İnanınız ki bunların hepsi birgün olacaktır!1* Özerdim'in de doğru olarak belirttiği gibi 28 yaşında g;enç bir subayın,' II. Meşrutiyetten de önce böylesine uzun süreli düşünceler oluşturması yalnız deha ile değil, ancak kişiliğini' ve düşüncelerini oluştururken yararlandığı düşünce kaynaklan ile birlikte açıklanabilir. Bunlara Mustafa Kemal'in, Paris'te yetişmiş olan kimselerle İttihat Terakki Fırkası'm kurması; 31 Mart gericilik ayaklanmasını bastıran, adını da «Hareket .Ordusu» olarak kendisinin koyduğu orduda en etkili kurmay subay olması; ordunun siyasete girmesineı »«
Cumhuriyet,
19.8.1948'den
Atatürk, a.g.k., S: 32-33.
alan .
S.N.
Ö z e r d i m J İtilinmiyen
kesinlikle karşı çıkarak İttihatçılardan uzaklaşması... eklenmelidir. Kısacası Mustafa Kemal, yetişme yıllarının düşünce akımları olan İslamcılık, Türkçülük, Batıcılık, Sosyal Bilimcilik ve Sosyalizm (zayıf) akımlarını dikkatle tartmış, değerlendirmiş, kendi özgün ve tutarlı, sentezci yaklaşımını bu ortam içinde oluşturmuştur. Atatürk'ün kişiliğinde, o kişiliğe evrensellik değeri kazandıran bilimsel düşünüşün ne denli temel bir yer tuttuğunu bizzat kendisinin düşünce ve açıklamalarından çıkarabildiğimizi görmüştük. Herşeyden önce kavramlara açık ve geçerli tanımlarım verme gereğine büyük özenle uyması bunun en başta gelen bir kanıtıdır. Nitekim «hars» (kültür) ve «medeniyet» (uygarlık) kavramlarının biribirinden ayrılabilir şeylermiş gibi tanımlanmasının (eş deyişle böyle bir kavram kargaşasının) ne denli sakıncalı sonuçlar verebildiğini görerek bu konuya geçerli tanımı getirmiştir. Daha önce de değindiğim üzere bu ayrımın geçersizliğini belirtme, yürekliliğini gösteren ilk düşünür devlet adamı Atatürk'tür: Uygarlık (medeniyet) in ne olduğunu başka başka tammlıyanlar vardır. Bence uygarlığı kültür (hars) den ayırmak güçtür ve gereksizdir. Bu görüşümü açıklamak için kültür ne demektir, tanımlıyayım: A — Bir insan toplumunun devlet yaşamında, B — düşünce yaşamında yani bilimde, toplumsal konularda ve güzel sanatlarda, C — ekonomik yaşamda yani tarımda, sanatta, ticarette, kara, deniz ve har va ulaştırmacılığında yapabildiği şeylerin toplam bileşimidir.
Bir ulusun uygarlığı dendiği zaman kültür adı altında saydığımız üç tür faaliyetin toplam bileşiminin dışında başka bir şey olamıyacağmı sanırım. Kültür kavramını da yalnız ulusların güç ve geç değişen kimi ırksal, doğuştan yeteneklerini, karakterlerini anlatmak üzere kullanırlar ve buna çok değer ve önem verirler. Örneğin İstanbul'un zaptı olayını dü. şünürken, diyenler vardır ki: Bizanslılar. Türklerden daha uygar idi; ama Türklerin kültür (hars)ü güçlü olduğu için yendiler ve başardılar. Bu anlayış ve açıklama doğru değildir. Gerçekte Türkler Bizanslılardan ' hem daha uygar idiler, hem de ırksal karakterleri onlardan yüksekti... İstanbul'u zapteden Türkler devlet yaşamında elbette Bizans İmparatorluğu'ııdan çok yüksekti. Türklerin İstanbul fethinde inşa ve icad ettikleri gemiler, toplar ve her türlü araçlar, gösterdikleri yüksek teknoloji gücü, özellikle koca bir donanmayı Dolmabahçe'den Haliç'e kadar karadan ulaştırmak dehası, daha önce Boğaziçi'nde inşa ettikleri kaleler, aldıkları önlemler,,., düşünce ve teknik alanında ne denli ileri olduklarının yüksek tanıklarıdır... Özetle uygarlık kültürden başka bir şey değildir. Kültür kavramı seciye (karakter) kavramına indirilmemelidir.300 ]««
İleten: P r o f . D r . A f e t İ n a n , ve Belgeler, S. 278,-279.
Türkiye
İş
Atatürk
Bankası
Hakkında
Kültür
Hatıralar
Yayınları,
1968,
Mazhar Müfit Kansu da Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber adlı kitabında, 7/8 Temmuz 1919 gecesi sabaha karşı ilerde yapılacak işleri kendine not ettirmiş olduğunu, bunların içinde latin harflerinin kabulünün de bulunduğunu yazmaktadır.101 Ahmet Cevat Emre de Atatürk'ün İzmit'te İstanbul gazetecileriyle yaptığı bir toplantı sırasında tasarılarını nasıl uygulamaya geçireceğine ilişkin olarak şunları söylediğini anlatır: ... Ben, düşündüklerimi önce ulusun arzusunda, ihtiyaç ve yeteneğinde görmeyi şart sayan ve bunu gördükten sonra ancak uygulamayla kendimi yükümlü bilen bir insanım. Her inşanın mensup olduğu toplum için düşündüğü bir fikir olabilir. Ama sağını solunu düşünmeden söylenmiş sözler, benim görüşüme göre, uzun uzun ve derin denemelerle incelenmedikçe fiil alanına çıkamazlar. Her toplumsal işte kişisel düşünüşün genel gereksinim ve istence uygun olduğunu hissetmemiş olanlar, kaçınılmaz biçimde başarısızlığa, mahkûmdurlar.... Eğer ben size bu sorunu ancak son yıllarda düşündüm dersem inanmayınız. Ben ta çocukluğumdan beri bu davayı düşünmüş bir adamım.10-
ü
Söylev de, Atatürk'ün bir devlet kurucusunun bilmesi gerekli bütün bilgileri, en azından onların ge1 01
M. Müfit Kansu, Erzurum'dan
102
le Beraber, T ü r k T a r i l i K u r u m u Y a y ı n ı , 1968, C. I, S. 131. i l e t e n : Şevket Süreyya Aydemir, T e k A d a m , Remzi K i t a b evİ, C. I I I , 1969, S. 317-318.
Ölümüne K a d a r
Atatürk'-
reğini bildiğini açıkça gösterir,103 Rousseau, Voltaire, Auguste Comte, Desmoulins, Montesquieu gibi özgürlük ve demokrasi çağının hazırlayıcısı düşünürlerin' eserlerini Fransızca olarak okumuş olduğunu biliyoruz.101 . 1916'da Diyarbakır (Silvan) 'daki çadır karargâhında Türkçe'ye çevrilmiş felsefe kitapları okuduğunu, cebinde taşıdığı anı defterine kendisi şöyle yazmıştır: 18 Kasım 1916: «Allah'ı İnkâr Mümkün müdür?» adlı eseri okuyorum. (Bu kitap Şeh-* bendei- Zade Filibeli Ahmed Hilmi'nin 1911'de basılmış eseridir.) 3 Aralık 1916: «Allah'ı İiıkâr Mümkün müdür?» eserini bitirdim. Bütün filozofların, türlü dinlere bağlı doğa bilginlerinin (Tabiiyyün),, maddecilerin, bilgelerin (hükema), düşünürlerin, tasavvufçularm hepsi ruhun var olup olmadığını, ruhun ve nesnenin bir mi, ayrı mı olduğunu, ruhun ölümlü mü, ölümsüz mü olduğunu inceliyor. Bu incelemelerde bilim ve tekniğe dayananlar kabul edilmeğe değer. İmam Gazali, İbni Sina, İbni Eüşd gibi müslüman imamlarının sözleri de bayağı anlayışlardan büsbütün bam' başkadır; yalnız anlatımlarında anlamı belirsiz çok simge (rümuz)ler var. Dindar düw>3 W
Bkz.:
Türk
Dergisi,
Söylev
Özel
Sayısı,
(1977İ'deki 1977.
Saffet Urfi
memurunun,
kendisine, |
Dili
incelemeler, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , E k i m Betin
de
gençliğinde
bir
Yugoslav
Mustafa
yüksek
Kemal'i
n u ve A u g u s t e C o m t e ' u o k u d u ğ u n u
tanımış
gözleriyle
olduğu-
gördüğünü
anlattığını yazmıştır. İleten: S a m i N. Özerdim, Bilinmiyen A t a t ü r k , 1974, S. 32.
şüııürler, kuralları, bilim ve teknikleri ve felsefeyi, şeriat sözlerini yorumlamak için evirip çevirmeye çabalamışlardır. ...Yemekten önce Mehmet Emin Bey'in Türkçe şiirleri ile Fikret'in Rubab-ı Şikeste'sinden aynı alandaki kikini parçalarını . okuyarak bir karşılaştırma yapmak istedim. İkisi de başka başka güzel. Ancak Türkçe olanda da, öbüründe de aynı ölçüde Arapça, Farsça sözcükler var. Fark, biri parmak hesabı, öbürü değil...105 /Bu anılar Atatürk'ün Avrupa'da oluşan çağdaş toplum ve insan bilimleri ve felsefe alanındaki gelişmeleri yakından izleyip değerlendirmiş olduğunu gösterdiği gibi, O'nun islâm, kültürünün başlıca düşünce ürünlerini, tasavvuf düşüncesini pek derinden kavrıyacak ölçüde tanımış olduğunu da biliyoruz/ Örneğin Nutuk'ta anlattığı, İstanbul Hükümetinin güdümüyle kendisiyle telgraflaşan Abdülkerim Paşa adlı bir askerle bu uzun telgraflaşma boyunca tasavvuf düşünüşü ve terimleriyle önu nasıl âltettiğini görüyoruz. Kurtuluş Savaşı boyunca Büyük Millet Meclisi'nin çok sayıdaki din adamı üyelerini İslâm dini ve tarihi konusundaki bilgilerinin deirinliği ile de etkilediğini, özellikle saltanatın kaldırlışı görüşmeleri sırasında halifeliğin niteliği konusunda bu din adamlarına öğreticilik ettiğini biliyoruz. Tarih Bilgisi Toplumbilimin temel bir özü demek olan tarih alanında da çok derin ve geniş incelemeler yapmış, "b
İ l e t e n : N a ş i t H a k k ı U l u ğ , H a l i f e l i ğ i n Sonu, T ü r k i y e î ş B a n kası K ü l t ü r Y a y ı n l a r ı , 1975, S. 13-14.
F.:
11
161
geçerli sonuçlar çıkarmıştır. Bilimsel tarih anlayışıdır ki Mustafa Kemal'e ulusal kurtuluşun felsefe alanına taşan temellerini de kavratmıştır; Ulusal And'm sınırlarının belirlenmesine de kılavuzluk eden ve «tarih bir milletin haklarını inkâr etmez» güvenini anlatan bu tarih anlayışını Mustafa Kemal daha Amasya toplantısından bağlıyarak ortaya koymuştur: Tarih, olgular, olaylâr ve gözlemler hep insanlar ve uluslar arasında, hep ulusallığın egemen olduğunu göstermiştir. Ve ulusçuluk ilkesi aleyhine büyük çapta edimsel deneyimlere karşın yine ulusluk duygusunun öldürülemediği ve yine güçlü olarak yaşadığı görülmektedir. Tarih bir ulusun kanını, hakkını, varlığını hiçbir zaman inkâr etmez. Bundan dolayı böyle bir geçersiz örtünün arkasından yurdumuz ve ulusurpuz aleyhinde verilen hükümler, kanılar kesinlikle iflâs etmeğe mahkûmdur.100 . Bir ulusun ne gibi manevi nitelik ve yeteneklere malik olduğunu değerlendirebilmak ve saptayabilmek için o ulusun yönetimiyle görevlendirilen kimselerin insanlık tarihini ve özellikle ulusal tarihini çok okumuş ve sindirmiş olmaları şarttır. Başarılı olmanın birinci sırrı burda yatar.107 Ayrıca çağdaş toplumu oluşturan ve ayakta tutan, gelişimine olanak veren toplumsal dayanışma geıou
M u s t a f a K e m a l Atatürk, N u t u k , C. I, S. 64 vd. ileten: lan,
S.'N. Özerdim, B i l i n m e y e n
1976, S. 14. .
Atatürk, Varlık
Yaym- '
rekliliğini de çağdaş toplumbilimin verileriyle kavradığı şu sözlerinden açıkça anlaşılıyor: «Bir toplumun kesinlikle bir ortaklaşa düşüncesi vardır. Eğer her zaman anlatılıp açığa vurulmuyorsa onun yokluğu sonucu-ı nu çıkarmamalıdır. O, gerçeklikte, kesinlikle vardır; varlığımızı, bağımsızlığımızı kurtaran bütün hareketler ulusun ortak hareketlerinin, isteğinin, kararlılığının açıkça ortaya çıkan yüksek belirişlerinden başka bir şey değildir.108 20 Eylül 1917'de Halep'ten Sadrazam Talât Paşa ile Başkumandan Vekili Enver Paşa'ya ülkenin genel durumu üzerine gönderdiği rapor gerçek bir toplumbilimsel çözümleme değerindedir: ...Halk ile yönetim arasındaki bağlar sarsılmıştır. Evlerinde kalan halk her açıdan hükümetten uzak kalmakta yarar bu-ı lacak bir duruma gelmiştir. Çünkü kalan halk ya kadınlardan, ya güçsüzlerden ya da kaçaklardan oluşup, emek ve işlerinin ürünleri kendi yaşamlarını sürdürmeğe yeterli değilken, mülki ve askeri hükümet, onlardan açlık ve ölüm karşılığında varlıklarını alıp istemekte daha çok dirençli ye inatçı olmak zorunluğundadır. Öte yandan mülki idarelerin tümden güçsüz durumda olmaları, genel bir kargaşaya sürüklenen ka-, mu yaşamını yönetmeye engel olup, onları halkın haklan adına ne- düşünülebilirse 108
İleten: S.N. Özerdim, ları, 1976, S. 14.
Bilinıniyen
Atatürk,
Varlık
Yayın-
hepsini Tanrı adaletine aykırı, dolayısıyla : halkın nefretinin çoğalmasına yol açıcı bir biçimde çözmek zorunlu alışkanlığını oluşturmuştur.109 Mustafa Kemal aynı raporda Almanlarla ilişkiler üzerine düşüncelerini de ayrıntılarıyla açıklıyor ve gerikalmışlık olayını, uluslararası sömürünün niteliklerini anlamış olarak tanıdığını ortaya koyuyor: Almanların... savaş yardımından yararlanarak bizi sömürge biçimine sokmak ve ülkemizin bütün kaynaklarını kendi elleri. ne almak siyasetine karşıyım ve devlet ileri gelenlerinden bu konuda biç olmazsa Bulgarlar kadar bağımsız ve kıskanç olmalarını gerekli görürüm. 14 Temmuz 1922 günü Ankara'da Fransız temsilcisi Albay Mongin'in çağrılısı olarak bulunduğu toplantıdaki konuşmasından aldığım şu düşünceler de Mustafa. Kemal'in ne denli derin bir toplumsal tarih anlayışına sahip bulunduğunu açıkça göstermektedir: Bilindiği gibi 1789 tarihine kadar Avrupa'nın her yerinde... toplum bütünlüğünün örgütlenişi Ortaçağlılıktan kurtulamamıştır. Hfalk sınıfları yasa ve adalet önünde başka başka konumlarda bulunduruluyordu., Kırallık erk ve yetkisinin sınırı yok idi. Halk yalnız çalışıyor, çalışmasının ürününü ise ' soylulara, hükümdarlara veriyordu. Hükümdarlar bütün faaliyetlerini yalnızca kendi mutlak erklerini güçlendirmeye yöneltiyorlar; halkı köle, ülkeyi malikân® olarak görüyorlardı. Sonuç olarak düşkün108
A t a t ü r k ' ü n Söylev ve Demeçleri, a.g.k., C. I V ,S. 7.
lük ve yoksulluk halk tabakasını yakıp kavuruyordu. Başkaldırmaya eğilimli ruhlar en sonunda taştı ve Fransız Büyük Devrimi ortaya çıktı. Efendiler, devrimin başlıca üç nedeni vardı: Halk herşeyden önce özgürlüklerini kar zanmalc zorunluluğu ile karşılaşıyordu. Bu, devrimin siyasal nedeniydi. Halk sınıflan arasındaki farkları, ayncalıkları ortadan kaldmnak gerekliydi. Bu da devrimin toplumsal nedeni; Emek ve işin ödülünü bizzat toplaması gerekliydi. Bu da devrimin iktisadi nedeni. Oysa bu ilkeler bütün dünyayı kapsıyan, genel ilkelerdir. Bundan dolayı devrim düşüncesi Avrupa'ya, dünyaya yayıldı... ne kutsal birlikler, ne askeri, siyasal düzenler bu akımı durduramadı. Gerçekten hiçbir güç r ihtiyaçtan ve ruhtan doğan devrim hareketlerine karşı -koyamaz. Efendiler, herhangi bir şahıs bir milleti devrim yapmaya yöneltebilir. Ama devrimi ulusun ereğine çevirip ulaştırmak, ancak bütün ulusun ilgisini sağlamakla olanaklıdır. . Bunun dünyada uygulanma yeteneği, ancak işi ulusal meclislerin üstlenmesiyle bulunmuştur. Fransızlar bunu kavradılar... 25 Haziranda mebusların dağılmalannı buyurup bildirmek için Kral tarafından gelen görevliye Meclis Başkanı «Toplantı durumunda olan Ulusal Meclis hiç bir emir dinliye-1 mez» dedi. Efendiler, Mütareke sırasında bizim de 165
toplantı durumunda bir Mebuslar Meclisimiz vardı. Bu, dağıtıldı. Millet yeniden bir meclisin .toplanmasını sağladı..., bu meclis de saldırıya uğradı. Ulusıin iç ve dış düşmanları onun şerefine, bağımsızlığına, toplumsal ve ekonomik yaşamına, doğal haklarına saldırmada artık birlik kurmuştu. Yüzotuz yıl önce Fransız ulusunun pek haklı ayaklanma ve boşalmasına neden olan zulüm ve şiddet, hak ve adalet çağı olduğu öne sürülen 20. yüzyılda Türkiye halkına reva görüldü. ...Dünyanın yönetici kişileri için her zaman gözönünde tutulması gerekli bir gerçek vardır: Düşünceler zor ve şiddetle, top ve tüfekle asla öldürülemez.... Bizim ayaklanma ve savaşmamızın nedenleri de Fransız ulusunu kahramanca harekete yönelten etkenlerden daha az güçlü ve daha az mantıklı değildir..,.110 Osmanlı tarihini, çağımızı hazırlıyan oluşumlar ışığında yörumlayışı da çok Öğreticidir: Osmanlı tacidarları içinde Almanya'yı, Batı Româ'yı zapt ve istilâ ederek çok büyük bir imparatorluk kurmak girişiminde bulunmuş olan vardı. Yine bu hükümdarlardan biri bütün İslâm alemini bir noktaya bağlıyarak yöneltip yönetmeyi düşündü. Bu emelin yöneltmesiyle Suriye'yi, Mısır'ı zaptetti. Halife sanını tekindi. Bir başka sultan da hem Avrupa'yı zaptetmek, hem İslâm alemini hüküm ve yönetimi altına almak "o
166
İleten:
S.N. Özerdim, B l i m m i y e n Atatürk, a.g.k., S. 74-80.
amacım izledi. Batı'nın sürekli karşı saldırısı, İslâm aleminin hoşnutsuzluğu ve başkaldırışı ve böyle cihangirane tasanlar ve emellerin aynı sınırlar içine aldığı türlü öğelerin bağdaşmazlıkları, sonuç olarak benzerleri gibi Osmanlı İmparatorluğu'nu da tarihin yapraklarına bıraktı.111 Kısaca Atatürk, sürekli biçimde, gününün en iyi bilgileriyle donanmış olarak tarihsel görevini yürütmüştür. Bilimin ölçülerine ve bulgularına gösterdiği sarsılmaz ilgi ve saygı O'nun ünlü sofrasında simgelenmiştir. Gerçekten Atatürk'ün sofrası sığ-görüşlü ya da önyargılılann anlamadıkları, bir bilim enstitüsü, sürekli bilimsel seminerler yeriydi. İsa'nın,. Eflatun'un, Büyük Frederik'in sofraları gibi. «Atatürk her akşam sofrasına arkadaşlarını, dostlannı ve görüşülecek konulann uzmanlannı çağırırdı. Sofra toplantısı kimi kez sabahlara değin sürerdi. Sofranın bulunduğu odada bir kara tahta ve kitaplar da vardı. Türlü sorunlar sofrada en demokratik bir hava içinde görüşülür ve tartışılırdı. Bu aynı zamanda Atatürk'ün devlet işlerinde görevlendireceği kişileri seçmesi için bir sınav yeridir. ... büyük devrimlerin kararlaman alındığı yer de bu sofra olmuştur.»112 Atatürk'ün Devrimi, başından sonuna halkıyla birlikte yaptığı bir demokrasi devrimidir. Sultan, düşmanın da isteği üzerine kendisini Anadolu'ya geçişinden kısa süre sonra görevlerinden alınca, «ulusuiı bir bireyi» olarak kurtuluş savaşını örgütlemeye koyulmuş, çevresine silâhlı askerlerden önce halkm tem"i
M u s t a f a K e m a l Atatürk, N u t u k , a.g.k., C. I I , S. 435.
ıi2
E n v e r Z. K a r a l , « İ n s a n O l a r a k A t a t ü r k , » A t a t ü r k ' e a.g.k., S. 135.
Saygı,
silcilerini toplamış, kongrelerde onlarla onları konuşturup tartıştırmıştır.
konuşmuş,
Meşruluğun, tek kaynağının ulusal egemenlik olduğu, ulusal iradenin ürünü hukuk ve yasalar olduğu anlayışını tüm ulusal kurtuluş hareketine kesin bir nitelik olarak kazandırmaya çok duyarlı bir özen göstermiş olması, yine laik zihniyetinin .ürünüdür. Örneğin 1921'de «Dünyada hükümet için meşru yalnız ve' tek bir ilke vardır. O da karşılıklı danışmadan ibarettir. Hükümet için temel koşul, en önde gelen koşul, yalnız ve yalnız karşılıklı'danışmadır.» Bu hukuk devleti, yasa üstünlüğü anlayışı ve uygulaması ile, Türk halkıyla yöneticiler (devletliler)' arasında yüzyıllardan beri çekili olan perde, ilk kez yırtılıp atılmış, düşman toplarının sesleri Ankara'dan duyulduğu zaman bile özgür tartışma veı eleştiri yolu işletilmiş, Başkomutanlığı da Mustafa Kemal yasa. ile ve kendisinin koyduğu süre koşulu ile kabul et-, mekle uygar toplum yaşamının temeli olan hukukun üstünlüğü, yasanın eğemenliği düşünce ve ilkelerini bizzat uygulıyarak toplum yaşamına sokmuştur. , ' Nitekim daha savaş sürerken 1921'de Anayasa yapılmış ve kabul edilmiştir. Toplumun geliştirilmesi için gerekli çalışmalar yasal dayanaklara kavuşturulmuştur. ATATÜRK'ÜN LAİKLİK ANLAYIŞI Bu bilimsel düşünüş ve demokratik toplum anla< yışı temeli üzerinde kişiliği biçimlenen Atatürk'ün din konusundaki anlayış ve tutumuna biraz daha yakından bakmak uygun olacaktır. Atatürk'te laiklik kavramı şü anlamı taşır: Din artık toplumsal, siyasal, ekonomik, eğitsel, sanatsal kurum ve kuralları belirleyi-
ci bir konumda olamaz; toplumlar bu alanları bilimsel verilerin yardımıyla demokratik süreç içinde varacakları, değişmeye de açık uzlaşmalar yoluyla çözümleme gereğine inanmaktadırlar. Herhangi bir dinin bu alanları düzenliyen değişmez, kutsallık niteliğini taşıyan hükümleri çevresinde ilerleme de, toplumsal uyuşma, toplumsal birlik ve dayanışmada, toplumsal barış da sağlanamaz. Dinlerin toplumu yönettikleri dönemde bile bir çok mezheplere bölünmüş olmaları boşuna değildir. Üstelik yeni ve yakın çağlarda yaşamın bilimsel olarak bilinebilir alanları durmadan genişlemiştir. Bu alanlarda özgür tartışmaya ve nesnel araştırma verilerine dayalı çözümler, öne-, riler çoğunluk kararına dönüştürülerek toplumsal dayanışma içinde uygulamaya geçirilebilir. Bu olanak ortaya çıktıktan sonra, kimde ne türlüsü olduğu kestirilemiyen («iman ile paranın kimde olduğu bilin* mez» sözü binlerce yıllıktır) dinsel inançların zorlamasıyla düzen kurmada direnmek, topluma uyum der ğil uyumsuzluk, dayanışma değil çözülme, barış değil kavga getirir. Yoksullukla, sömürüyle, baskı ve haksızlıkla, yolsuzlukla mücadelede işbirliği yapmak olanağı laik ortamda varken, dinci ortamda kalkar. Çocuklara söv-^. gi göstermede, bilimi geliştirmede, toplumsal adaleti gerçekleştirmede ... laik ortamda işbirliği yapılabilecek iken, dinci yaklaşım bu olanağı ortadan kaldırır. Çünkü halkın iktidara sahip olup toplumsal yaşama kendi çıkarlarına göre yön verebileceği, çağımızın temel kanısı olmuştur. Çünkü geniş halk yığınlarının artık toplum halinde yaşamanın anlamını, nasıl yürüdüğünü, nasıl düzeltilebileceğini, devlet yönetiminin de tıpkı bir köprü yapmak, fabrika kurmak, bir hastalığı iyi etmek gibi müsbet bilimle yürütülebile-
ceğini kavradığı ya da kavrıyabilecek düzeyde olduğu kabul edilmektedir. Böylece., yoksulluğun, hastalığın, haksızlığın, yolsuzluğun nedenlerini, bunları önlemenin yollarını kavrayabildiği, kader deyip boynunu bükmeyeceği anlaşılmıştır. Üretim, tüketim nedir, nasıldır, neden böyledir, biliniyor. Seçim, oy, meclis, güçler ayrımı, anayasa, anayasa mahkemesi, sendika, grev, lokavt, taban fiatları, kredi dağılımı... nedir, ne işe yarar, öğrenilmiştir. Yığın iletişimi yoluyla demokratik kamuoyu nasıl oluşturulur, tek yanlı yayınlarla yığınlar nasıl yanıltılabilir, anlaşılmıştır. Duyguları sömüren yaldızlı nutuklar artık insanlara «zehirin ancak altın kâsede sunulabileceği» gerçeğini hatırlatıyor; yurttaşlar yaldızlı sözlerden etkilenmiyecek bir bağışıklık kazanıyorlar. Yeni kuşakların her türlü korkutmadan uzak, dost ve güvenli bir ortamda yetiştirilmesi gerektiği kavranmıştır. Eğitimin onları «tek doğru var, o da benim bildiğimdir» diyen katı, bağnaz görüşlerden kesinlikle uzak tutması, tersine «acaba benim bilmediğim hususlar, beni doğrulamıyan kanıtlar var mıdır?» sorusunu sormayı öğretmesi beklenmektedir. Bilimsel düşünüşün geçerlilik ilkelerini kavratması ve bu ilkelere uygun muhakeme yapma alışkanlığını kazandırması isteniyor. Düşünce ve inançların zor yoluyla biçimlendirilmesi, engellenmesi ya da değiştirilmek istenmesi kesinlikle insan haklarına, insanlık onuruna aykırı sayılıyor. Demokratik toplum yaşamınm çoğunluğun özgürce belirecek kararma azınlık görüştekilerin uymayı bilmesiyle gerçekleşebileceği, ancak bunun için çoğunluk görüşünde olanların da azınlıkta kalan görüşleri zor yoluyla engellemeye, anlatım olanağından yoksun bırakmaya kalkışmaması gerektiği benimsenmektedir.
Yürürlükteki yasaları ve kurumları her zaman için geçerli, tam ve yetkin yasa ve kurumlar olarak değil, onları yapan kuşakların gereksinimlerinin ve deneyimlerinin ürünü olarak görmek, bugünkü ve yarınki kuşakların da kendi gereksinim ve deneyimlerinin ışığında bunların değişimlerden geçebileceğim doğal bir olgu saymak gerektiği kavranmaktadır. Dünün bugünden farklı olduğu görüldüğü için, yahnin da bugünden farklı olacağı doğal karşılanmakta ve ne dün, ne de bugün artık, kutsallaştırılıp dokunulmazlaştırılmamaktadır. Bu ortamda insanlığın binlerce yıllık uygarlık tarihinden süzülüp gelen evrensel değerleri anlatan, insanın özgürlüğünü, eşitliğini, en yüce değer olduğu anlayışını dile getiren düşünceler, temel ahlâki kılavuz durumuna gelmektedir. Çağdaş uygarlığın hem olanaklı, hem de zorunlu kıldığı bu laik dünya, toplum ve insan anlayışı dine nasıl bir yer bırakır ve Atatürk'ün din anlayışı nedir? Yukarda ayrıntılı olarak tasvir ettiğim laik anlayış, dinsel inancı artık yalnızca bireylerin kendi bireysel vicdanlarına, bireysel özel yaşam alanlarına terkeder. Çağdaş toplumda bireyin-başka insanlarla, geçmişte hiçbir dönemde görülmemiş bir ölçüde artan ilişkileri bulunduğuna ve bu ilişkileri gerçekleştirebilmek için toplumsal uyum ve dayanışma zorunlu olduğuna göre, bu ilişkileri de, bu dayamşmayı da herkesin üzerinde birleşebileceği ölçülerle, bilimsel yöntemin geçerlilik ilkelerine uygun düşünme alışkanlığıyla ve çoğunluğun özgür iradesiyle saptanan kural ve kurumlar çerçevesinde yürütmek çağdaş toplumun bir zorunluluğudur. Çağımızın toplum koşullarında insanlar, toplum içindeki yerlerinin, hak ye
görevlerinin belirlenmesinde Tanrısal nitelikli otorite kurumu da kabul etmiyorlar, Tanrısal kaynaklı kuralları da. Çünkü birinin kutsal bulduğunu, öbürü tanımıyabilmekte, ya da en azından kendi «Kutsallık» ölçülerine ters bulabilmektedir. Öyleyse toplumsal yaşamın yürüyüşünü belirleyen kurallar ve kurumlar dinsel inançların değil, bilimin ve demokratik siyasal sürecin çerçevesi içinde biçimleneceklerdir. Bunun dışında evrenin başı, sonu; maddenin yapısında, güneş sistemlerinin işleyişinde insanı derin bir şaşkınlık; hayranlık ve saygı duymaya iten düzenlilik; en yakın yıldıza bile ışık hızıyla olmadıkça ulaşmaya insan ömrünün yetmemesi olgusu karşısında evrenin insanın tasarım gücünü aşan büyüklükteki boyutları,... vb. sorunlar üzerinde dileyen dilediği inancı besliyebilir; ancak toplumu, kurumları, kuralları bu inancına uymaya zorlamamak koşuluyla. ATATÜRK'ÜN DİN A N L A Y I Ş I Mustafa Kemal Atatürk'ün bir birey olarak din tutumu neydi? <(* Atatürk'ün din anlayışı, antropomorfik temel üzerinde, korkuya dayalı, «toplumsal» nitelikli bir din olmayıp, «kozmik» bir din anlayışıdır: doğa ve düşünce evreninin derinliklerindeki gizli, insanı hayranlıklara boğan düzeni kavramayı amaçlıyan bir tür din anlayışı. Bu anlayış evrendeki canlı, cansız tüm varlıkları anlam dolu bütünlükleri içinde sezer; yoksa insan huylarına sahip bir Tanrı anlayışı değildir.113 ^ Bü, tıpkı ünlü atom bilgini Albert Einstein'da da 113
E n v e r Z i y a K a r a l , « İ n s a n O l a r a k A t a t ü r k , » A t a t ü r k ' e Saygı, a.g.k., S. 132.
bulunduğunu daha önce belirtmiş olduğum anlayıştır. Atatürk bu anlayışı, «insanlıkta dine ilişkin duygu ve kavrayışın her türlü boş inançlardan kurtularak, gerçek bilimlerin ve tekniklerin ışıklarıyla dupduru olup yetkinleşmesi» özlemiyle dile getirmektedir. 114 ^ Atatürk'ün bu kozmik din anlayışı, bütün güçlerin tek kaynağı olarak doğa'yı tanır. Doğanın insanları türetişi konusunda şu açıklamayı kabul eder: ff İnsanlar sürüngenler gibi sudan çıktıkları için önce ilk atamız balıktır. İşler daha ilerledikçe o insanlar primat zümresinden türediler. Biz maymunuz, düşüncelerimiz insandır. İnsanlar büyük, doğa olayları önünde göçler, akın yolları ile bu yeryüzü dediğimiz yıldızın her kıtasına dağılmışlardır. Bu kıtaların kimine yeni, kimine eski denmiş'. Bu deniş hem bilgiden, hem bilgisizliktendir. Amerika Kristof Kolomb buldu diye yeni dünya sayılmıştır. Ama jeoloji olayları, Asya'dan Alaska yoluyla ya da daha başka yollarla, karanlık zamanlarda, adı bilinmiyen geçişler oldu. Maya uygarlığını ve İnkalan öğrendikçe, stepler ve Alaska geçitleri düşünüldükçe, Eskimo yüzleri ve tipleri ile kızıldereli Hint insanları yüzleri ve tipleri incelenip araştırıldıkça, bu eski ve ye'ni-dünamları doğal olarak yavaş yavaş de-
" 4 i N U T U K , C. I I , T ü r k D e v r i m T a r i h i Enstitüsü Y a y ı m , 1960, ; S. 708. R u ş e n Eşref, A t a t ü r k Atatürk'ten
(1930) "den ileten E n v e r Z i y a
Düşünceler, a.g.k., S.
162..
Karal,
«Atatürk'e göre insan doğanın bir tutamı olduğu için onun yaşamı da bir çarpışma, bir savaştır; bu savaşın amacı başarı, desteği güç, yöneticisi ise akıldır. Tarih, bu düşüncenin ışığında insanın geçmişteki yaşamını araştırıp anlatan bilimdir. Bu yön verici düşüncenin, hiç bir direnmenin bozamıyacaği bir kesinlikle kendini kabul ettirme niteliği, onu başka hiçbir mantığın sarsamıyacağı bir duygu ve inanca dönüştürür.»11" Atatürk'ün yazılarında, konuşmalarında, demeçlerinde anlatıma kavuşturmuş olduğu bilimsel nitelikli tarih anlayışı ile, din de içinde olmak üzere yaşam felsefesi birbirine uygundur. Bu arada düşüncenin insan ve toplum yaşamındaki, devlet yönetimindeki önemini kavrayıp belirten, eylemlerine tutarlı biçimde temel yapan, Atatürk dışında devlet adamı yok gibidir.11' Atatürk'ün yaşam ve tarih anlayışı bilimsel geçerlilik ölçülerine ön planda yer veren doğacı bir anlayıştır: Doğa insanları türetti, onları kendine. taptırdı da. Ancak insanların dünyada yaşıyabilmeleri için onların doğaya egemenliklerini de gerekli kıldı. Doğaya egemen olmasını bilmiyen yaratıklar varlıklarını koruyamâmışlardır. Doğa onları, kendi öğeleri içinde ezmekten, boğmaktan, yok etmekten çekinmemiştir." 8 ' E.Z. 117
Karal,
S. 96. Enver Ziya
«Atatürk Karal,
Türk Dil K u r u m u «8
ve
Tarih,»
«Atatürk Yayınları,
Atatürk'e
ve T a r i h , »
Saygı,
a.g.k.,
Atatürk'e
Saygı,
1969, S. 104.
A t a t ü r k ' ü n Söylev ve Demeçleri, T ü r k İ n k ı l â p T a r i h i titüsü Y a y ı n l a r ı ,
1959, C. I I , S. 279.
Ens-
Bu anlayış Atatürk'ü genç yaşından başlayarak düşünce özgürlüğüne götürmüştür. Düşüncenin inanca dönüşmesi, yani- geçmişten gelen inanç ve duygu lann kalıbına girmek zorunda kalması, onu paslandırır, kısırlaştırır, yaratıcılık özelliğini ortadan kaldırır. Geçmişin kuralları, gelenekleri, önyargıları, yasakları toplumu karanlığa kapatır. Atatürk'te bu düşünce özgürlüğü anlayışına da' yalı tarih görüşü, 0 ; nun genel dünya tarihini de, Türk tarihini de bilimsel yöntemin geçerlilik ilkelerine dayalı açıklamalara kavuşturmasını sağlamıştır. Atatürk'ün doğa, toplum ve insan üzerine bu akılcı görüşü, «kader» ya da «talih» düşüncesine de yer vermez. Atatürk doğayı bir bütün olarak kavrayınca, doğa güçlerinin insana karşı özel bir amaçları olabileceği sanısını önlemiş olmaktadır: Yasalılıklanna göre işliyen bu doğa güçleri, kendi başlarına ne lyilikçi, ne kötülükçü olamazlar. Bundan dolayı yaşamda yalnız iki şey vardır: yenmek ve yenilmemek, Bu ortamda artık «kadercilik» anlayışına geçerli bir yer tanınamaz; «talih, yürütülmesi olanaklı konularda düşünüp tarttıktan sonra işe başlamaktır.»110 ...Aynı zamanda akla uygun şeyleri izlemek gerekir. Değişimlerin durgun ve belli kuralları yoktur. Falih Rıfkı Atay'ın bir gün «ya sizi Erzurum Kon-, gresi'ne başkan yapmasaydılar?» sorusuna, Atatürk* ün verdiği cevap şudur: «Bir yenisini toplardık!»120 Çok iyi düşünüp tartmak konusunda, 16 Kasın! 1918 günü Minber gazetesine verdiği demeçte Mustafa-Kemal bu yoldaki tutumunu çok güzel belirtiyor: İ l e t e n : E.Z. K a r a l , Atatürk'ten Düşünceler, a.g.k., S. 165. ıso
F a l i h R ı f k ı Atay, Ç a n k a y a , C. I, S. 112.
Bu ifademizle aziz yurdumuzun ve bahtsız ulusumuzun kurtuluşu ve yararıyla iliş-, kisi dolayısıyla devletimizin, benim de içinde yaşamakta bulunduğum dönemin türlü aşamalarında genel siyasal ahengine katılış rengini düşünmemiş olduğumu da söylemek istemiyorum. Bu konuda türlü zamanlara ilişkin derin düşüncelerimin özetini ve sonucunu söylemek gerekirse şunu diyebilirim: Ben en iyi siyasetin her türlü .anlamıyla en çok güçlü olmakta bulunduğunu kabul ederim. En çok güçlü olmak deyiminden anladığım, yalnız silâh gücü olduğunu sanmayınız;. Tersine olarak bu bence güç toplamını oluşturan etkinliklerin sonuncusudur. Bence en çolc güçlü olmak bilim bakımından, fen bakımından ve ahlâk bakımından güçlü olmaktır; çünkü bu saydığım değerlerden yoksun oları bir ulusun bütün bireylerinin en son silâhlarla donatıldığını tasarlasak bile, güçlü olduğunu kabul etmek doğru olmaz. Bugünkü insanlık toplumunda insan olarak yer alabilmek için eline silâh almış olmak yetmez. Benim anlayışıma göre güçlü bir ordu denildiği zaman anlaşılması gereken anlam, her eri, subayı ve komutanı uygarlık ve fen„gereklerini kavramış ve ona göre çalışmalarını ve hareketlerini yürüten yüksek ahlâkta bir topluluktur. Kuşkusuz tek amacı, ödevi, düşüncesi ve hazırlığı yurt savunmasında düğümlenen bu topluluk, ülkenin siyasetini yönetenlerin en sonunda, verecekleri kararla çalışmaya geçer. İşte ben, orduya ve ordulara komuta etmiş bir
asker olarak bu bakımdan, siyasete dokunmuş olabilirim. Ülkemi ve ulusumu, pek iyi tanıdığım ve yoksun bulunduğumuz ilerlemeye eriştirebilmek için huzur ve sükûn ile, ama her halde özgürlük ve bağımsızlığı kurarak çok sürekli çalışmak gerektiğine inanmış bulunuyorum.121 Atatürk'ün «yaşamın anlamı» üzerine olan görüşü de bu bağlamda önem kazanmaktadır. 17 Mart 1937'de Romanya Dışişleri Bakanıyla yaptığı konuşmada şunları söyler: Vaktiyle kitaplar karıştırdım. Yaşam konusunda filozofların ne dediklerini anlamak istedim^Bir bölümü her şeyi kara görüyordu. «Değil mi ki hiçiz, sıfıra varacağız, dünyadaki geçici yaşam süresince neş'e ve mutluluğa yer bulunamaz» diyorlardı.") Başka kitaplar okudum, bunları daha akıllı adamlar yazmışlardı.£ Diyorlardı ki: «Değil mi ki sonu nasıl olsa sıfırdır, hiç değilse yaşadığımız sürece şen ve neş'eli olalım.»^ | Ben kendi karakterime göre ikinci yaşam anlayışını yeğliyorum, ama şu sınırlar içinde: Bütün insanlığın varlığım kendi kişiliklerinde gören adamlar mutsuzdurlar« Besbelli ki o adam bir birey olarak yok olacaktır. Herhangi bir kişinin yaşadıkça memnun ve mutlu olması için gereken şey, kiendisi için değil, kendisinden sonra geleceksi
İleten:
E.Z.
Karal,
«Atatürk'ü
Hatırlamak,»
Atatürk'e
Saygı, a.g.k., S. 120-121.
F.:
12
177
ler için çalışmaktır. Akla uyan bir adam ancak böyle davranabilir. Yaşamda tam zevk ve mutluluk, ancak gelecek kuşakların şerefi, mutluluğu için çalışmakta bulunabilir) ...Bugün bütün dünya ulusları aşağı yukarı akraba olmuşlardır, ve olmakla meşguldürler. Bu bakımdan insan üyesi olduğu ulusun varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar, bütün dünya uluslarının huzur ve gönencini düşünmeli ve kendi ulusunun mutluluğuna ne ölçüde değer veriyorsa bütün dünya uluslarının mutluluğuna hizmet etmeye elinden geldiğince çalışmalıdır. Bütün akıllı adamlar bilirler .ki bu yolda çalışmakla hiçbir şey yitirilmez. Çünkü dünya uluslarının mutluluğuna çalışmak, başka bir yoldan kendi huzur ve mutluluğunu sağlamaya çalışmak demektir. Bunun için insanlığın hepsini bir vücut ve bir ulusu bunun bir öğesi saymak gerekir. Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan öbür bütün öğeler acı duyar.1-«însanları istediği gibi kullanan güç,, düşünceler ve bu düşünceleri görüp gösteren ve yayan kimselerdir.» «Şimdi bizim yöneteceğimiz insanların düşüncelerini, emellerini, ruhlarında saklı özellikleri aramalı-
122
A t a t ü r k ' ü n Söylev
"a
E.Z. K a r a l , S. 104-105.
ve Demeçleri, a.g.k., C. I I , S. 280-282,.
«Atatürk'ü
Anlamak»,
Atatürk'e
Saygı,
a.g.k..,
Atatürk'ün doğada olduğu gibi toplumsal yaşar mm evrim ve ilerlemesinde de diyalektik bir nitelik bulunduğu olgusunu tanıdığım da belirtmek gerekir. Askeri zaferden hemen sonra, Ocak 1923'de İzmit'te halkla yaptığı bir konuşmada aynen şunları söylediğini görüyoruz: «Yaşam felsefesinin tuhaf bir belirişidir, ki her yararlı ve yeni şeye karşı kesinlikle bir güç çıkar. Buna bizim dilimizde «gericilik» (irtica) derler. İşte gericiliğin yok edilmesi için gerekli önlemleri önceden ialmiş olmak gerekir.» 121 Bu evren, dünya ve tarih anlayışı • eşliğinde, Atatürk'ün büyük dinler kpnüsunda özellikle islâm dini üzerine çok temelli bilgilere ve olgunlaşmış görüşlere sahip bulunduğuna tanık oluyoruz. 1918'de yayınlanan Zabit ve Kumandan ile Hasbıhal adlı kitabında insanlığın ve dinlerin tarihi üzerine derin düşünmüşlüğünü anlatan şu görüşlerine bakalım: ' «Musa Mısırlıların kamçıları altında inliyen yahudilerin baskıdan ve tutsaklıktan kurtuluş isteklerinin gerçekleştiricisiydi.» «İsa, zamanının sınırsız yoksulluklarını kavrıyan ve çağında dünyada çekilen acılara karşı uyanan tepkinin sonucunda duyulan sevgi gereksinimini din halinde dile getirendir.» Mustafa Kemal din olgusunu hem insanlığın tarihsel gelişimi içindeki yeriyle, hem toplumbilimsel
yönden, hem de kozmik boyutlar içinde ele almış bir önderdir. Dinin toplum ve insan yaşamındaki göreli yeri ve etkisinin insanlığın uygarlık gelişimi ile birlikte dönemden döneme hem nicel, hem nitel olarak değiştiği olgusunu nesnel bir biçimde saptamış oldîığunu görüyoruz. 1 Kasım 1922 günü saltanatın kaldırılması kararı dolayısıyla yaptığı konuşmada şunları söylüyor: ...Tanrı birdir, büyüktür. İlâhi tutumların belirişlerine bakarak diyebiliriz ki insanlar iki sınıfta, iki dönemde düşünülebilirler. İlk dönem insanlığın çocukluk ye gençlik dönemidir. İkinci dönem insanlığın erginlik ve olgunluk dönemidir. İnsanlık birinci dönemde tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi yakından ve maddi araçlarla kendisiyle ilgilenilmesini gerektirir. Allah kullarının gerekli yetkinlik noktasına ulaşıncaya değin içlerinden aracılarla da kullarıyla ilgilenmeyi ilâhi gerekliliklerden saymıştır Onlara Hazret-i Adem Aleyhisselâm'dan başlıyarak adı bilinen ve bilinmiyen sayısız denecek kadar çok haberciler, Peygamberler Ve elçiler göndermiştir. Ama Peygamberimiz aracılığıyla en son din ve uygarlık gerçeklerini verdikten sonra artık insanlıkla aracı yoluyla temasta bulunmağa gerek görmemiştir. < İnsanlığın anlayış, aydınlanma ve yetkinlik ölçüsü, her kulun doğrudan doğruya ilâhi esinlerle temas yeteneğine ulaştığını kabul buyurmuştur ve bu nedenledir ki Ce-
nab-ı Peygamber habercilerin sonuncusu olmuştur ve kitabı en tam kitaptır.125 Atatürk'ün Müslümanlık konusundaki düşüncelerini, özellikle yine 1922'de Saltanatın kaldırılışı sırasında halifeliğin niteliği konusunda yaptığı konuşmada ve 20 Mart 1923'de Konya'da gençlerle yaptığı bir konuşmada ayrıntılı olarak anlatıma kavuşmuş buluyoruz. Bu konuşma Mustafa Kemal'in hem toplumsal gelişimi doğru olarak kavradığını, hem de İslâm tarihini çok iyi değerlendirdiğini göstermektedir:
!
(Peygambere) haiife olacak bir emir seçimi söz konusu oldu. (Peygamber) çok sevdiği Ebubekir'in ... kendisinin yerine gelmesinin uygun düşeceğini türlü biçimlerde işaret bile etmiş bulunuyorlardı. Buna göre toplanıp resmen bir seçim yapmaktan başka bir iş kalmamış olduğu düşünülebilirdi. Oysa bu seçim durumu öylesine basit olmadı. Tersine sorun çok görüşmelere, çok tartışmalara ve çok temelli anlaşmazlıklara uğradı... Önemli olarak üç görüş belirdi... Birisi halifelik makamına, topluluğun işlerini görebilmek için gerekli olan güç ve yeterliliği kural alıyordu... İkincisi o güne değin İslâm'ın başarısına hizmet eden kabilenin halifeliğe hakkı olduğunu düşünmekteydi:.. Üçüncü görüş ise akrabalık derecesini ölçü benimsedi. En sonunda parçalanma ve bölünmenin hemen önüne geçmek gereğine inanan Hz.
Ömer'in etkisi ile Hz. Ebubekir'e uyoıldu. Görülüyor ki ilk halifenin seçilişinde genel eğilimlerin doğal birleşmesinden çok kişisel etki seçim biçimini saptamıştır. Bu karışıklıklar ve tartışmaların yersiz olduğunu sanmıyalım. Gerçekten halifelik emri, islâm .uluslarına en büyük iş görme (maslahat) yoludur. Çünkü efendiler, Peygambere halifelik, müslümanlar - arasında bağ olan bir emirliktir. Ve müslümanların Tanrı'nın birliği üzere toplanmalarını sağlıyan bir emirliktir. Emirlik ise Tanrı'nın bir sır ve hikmetidir ki, kuruluşu her zaman atılganlık ve güce bağlıdır. Ve bundan asıl maksat bozgunculuğu önlemek ve kentlerin korunma ve güvenliğini, cihad işlerinin düzenlenmesi ile kamu işlerini iyi yürütmekten ibarettir. Bu bile ancak atılganlık ve güçlülüğe bağlıdır. îlâhi adet bu yolda yürüyegelmiştir. Peygamberin ölümüyle hemen ve her yanda dinden dönüşler, gericilik başladı. Hz: Ebubekir de son zamanlarına yaklaşınca kendi seçilişindeki güçlükleri hatırladı. V e Hz. Ömer'i vasiyetname ile bizzat seçerekhalka takdim etti. Çünkü îslâm ülkeleri genişlertıiş, iş çoğalmıştı. Bu emirlik biçimi ve bu yönetim yolu ile her yerde tam adaleti yerine getirmek güç olmuştu. Artık Halifelik adı altındaki emirlik yolunun devlet yönetimine yetersiz olduğunu, bir kişinin kendi (Hz. Öme-
rin) erdeminde, kendi gücünde ve hatta kendi ululuğunda olsa bile bir devletin yönetimine yetmediğini, anlamının bütün kapsamıyla kavramıştı. ...Görülüyor ki Tanrının Elçisinin Ölümünden 25 yıl gibi az bir zaman sonra İslâm alemi içinde, İslâmın en büyük kişilerinden ikisi karşı karşıya halifelik iddiasıyla arkalarından sürükledikleri aynı din ve ırktaki insanları kanlar içinde bırakmakta sakınca görmediler. En sonunda hilesinde başarılı olan an ve temiz olanını yenip çoluk çocuğunu dağıtıp yok etti. Ve böylece halifelik sanı altındaki İslâm emirliğini yine halifelik adı altında islâm saltanatına dönüştürdü. ... Bütün Türkiye halkı, bütün güçleriyle o halifelik makamının dayanağı olmayı doğrudan doğruya yalnız vicdani ve dinsel bir görev olarak üstlenip yükleniyor. Ulus, kişilerin saltanat hırsı, baskıcılık hırsı, istilâ hırsından başlayarak çıkar ve rahat sağlama ve bayağılığı, rezilliği genişletme, savurganlık etme gibi değersiz amaçlan için araç ve güç olmak yüzünden kendi benliğini unutacak ölçüde geçirdiği aymazlıkların acı sonuçlarını hemen özetliyebilecek erginlikte ve olgunlukta idi. Artık ulusun en akla uygun, en meşru ve en insani yetkisini kullanmak zamanı geldiğinde duraksaması kalmamıştı.120
20 Mart 1923'de Konya'lı gençlerle yaptığı konuşmada ise İslâmlık hakkındaki görüşlerini şöyle açıklamıştır: Hepiniz bilirsiniz ki Peygamber Tanrı sözlerinin hükümlerini iletmekle görevli ol-t duğu tarihte çevre ülkelerde türlü kavimler Vardı. İslâm dinini bütün insanlığa kabul et,, tirmek için Tanrı yolunda kılıç sallıyan arap savaşçıları, yüzyıllarca yüksek uygarlık yâşamış, ulusal geçmişlerine ve adet ve geleneklerine sahip birçok kavimleri, Türkler, İranlılar, Mısırlılar, Bizanslılar gibi kavimleri az zamanda İslâmiyet içine aldılar. Yine teknik açıdan, bilimsel olarak, maddi, olarak görüyorsunuz ki herhangi bir kavim yeni bir biçim alınca devleti bütün ilkeleriyle benimsemekte, sindirmekte güçlüklere uğruyor. Her zaman uzun bir geçmişin kendi varlığında yaşadığını görüyor. Her zaman yüzyıllık uygarlığının kendi toplumsal yapısında durağanlaştırdığı alışkanlıklara bağlı kalıyor ve böyle her yeni bir şey alan kavimlerde yeniyle eskinin birbirine karıştığını, yeni bir. şeyin ilkeleriyle kendinde var olan eski ilkelerin karıştırıldığını görüyoruz. Bu doğal kural İslâmiyeti kabul eden uluslarda da aynen ortaya çıktı. Yüce islâm dininin çok yüksek, çok değerli gerçeklerini bu uluslar olduğu gibi almamakta direndiler. İslâmlığın ilk parlak dönemlerinde geçmişin ürünü olan sakat adetler bir süre için kendini göstermeğe ve etkide bulunmağa gücü yetmemişse de, biraz sonra islâm gerçeklerine sarılmaktan, islâmiyet ilkelerine
uygun hareket etmekten çok, geçmişin kftlıtlarından olan adet ve inançları dine karıştırmağa başlamışlardır. Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak içih yapılma^ mıştır. Camiler uyma ve tapınmayla birlikı te din ve dünya için neler yapılmak gerektiğini düşülmek, yani görüşüp danışmak için yapılmıştır. Ulus işlerinde her bireyin kafası başlı başına işler durumda bulunması çolc gereklidir. İşte biz de burada din ve dünya için, geleceğimiz ve bağımsızlığımız için, özellikle egemenliğimiz , için neler düşündüğümüzü ortaya koyalım. Ben yalnız kendi düşünce- . mi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerinizi anlamak istiyorum. Ulusal eylem, ulusal irade yalnız bir kişinin düşünmesinden değil, tüm, ulus bireylerinin arzularının, emellerinin toplam bileşiminden oluşur. Öyleyse benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız, serbestçe sormanızı rica ederim. Hutbe demek ihsana seslenmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin anlamı budur. Hutbe denildiği zaman bundan bir takım kavram ve anlamlar çıkartılmamalıdır. ... Biliyoruz ki Hz. Peygamber'in mutLu . zamanında hutbeyi kendisi verirlerdi. Gerek Peygamber efendimizin ve gerek Halifenin hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki... söyledikleri şeyler o güriün sorunlarıdır, o günün askeri, yönetsel, mali ve siya-
sal. toplumsal konularıdır. İslâm ümmeti çoğalıp, islâm ülkeleri genişlemeye başlayınca, Cenab-ı Peygamberin ve Dört Halife'niri hutbeyi her yerde doğrudan doğruya kendileri okumalarına olanak kalmadığından halka söylemek istedikleri şeyleri bildirmeğe bir takım kişileri görevlendirmişlerdir. Bunlar her halde en büyük başkanlar idiler. Onlar camide ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı aydınlatıp uyarmak için ne söylemek gerekirse söylerlerdi. Bu yolun süregitmesi için bir koşul gereklidir. O da ulusun başkanı olan kişinin halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aydınlatması! Halkı genel durumlardan haberli kılmak son derece önemlidir. Çünkü her şey açık söylendiği zaman halkın kafası ça-, lışıyor durumda olacak, iyi şeyleri yapacak ve ulusunun zararına olacak şeyleri reddederek şunun ya da bunun arkasından gitmiyecektir. Ancak ulusa ait olan işleri ulustan gizli ettiler. Hutbelerin halkın anlıyamıyacağı bir dilde olması ve onların da bugünkü gereklüik ve gereksinimlerimize ilişkin olmaması, Halife Padişah adını taşıyan baskıcıların arkasından köle gibi gitmeye zorlamak içindi. Hutbeden maksat halkın aydınlatılması ve uyarılmasıdır, başka, bir şey değildir. Yüz, ikiyüz, lıatta bin yıl önceki hutbeleri okumak, insanları bilgisizlik ve aymazlık içinde bırakmak demektir. Hatiplerin her halde halkın kullandığı dille görüşmesi zorunludur. ... Minberlerden yan-
kılanacak sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve tekniğin ve bilimin gerçeklerine uygun olması gerekir. Değerli hatiplerin siyasal durumları, toplumsal ve uygarlığa ilişkin du! rumlan her gün izlemeleri zorunludur. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış uyarılarda bulunulmuş olur. Öyleyse hutbeler tümüyle Türkçe ve zamanın gereklerine uygun olmalıdır ve olacaktır.127 20 Mart 1923 günü Konya'lı gençlere yaptığı konuşmada Mustafa Kemal'in gerikalmışlık tpplumbilimine katkı değerinde şu gözlem ve değerlendirmeleri de yaptığını görüyoruz: ...Müslüman kavimler içinde bizim ulusumuz olan Türkler ulusal gelenek ve görenekleri bakımından sakat şeylere sahip değillerdi. Türk toplumsal geleneklerinden pek çoğu islâm gerçeğine uygun ve yakındı. Ama Türkler bulundukları alan, yaşadıkları bölgeler bakımından bir yandan İran ve öbür yandan Arap ve Bizans uluslanyla temas içindeydiler. Kuşku yok ki temasların uluslar üzerinde etkileri görülür. Türklerin temas ettiği ulusların o zamanki uygarlıkları ise bozulmaya başlamıştı. Türkler bu ulusların sakat adetlerinden, kötü yönlerini den etkilenmekten kendilerini alıkoyamamışlardır. Bu durum kendilerinde karmakarışık, bilinç dışı, insanlık dışı düşünüşler doğurmaktan uzak kalmamıştır. İşte düşüşümüzün belli başlı nedenlerinden birini bu nokta oluşturuyor.
Yine biliyorsunuz ki islâm alemi içindeki toplumlar ile hıristiyanlık alomi yığınları arasında birbirini bağışlanmaz gören bir karşıtlık vardır. İslâmlar Hıristiyanların, Hıristiyanlar İslâmlann sonuna değin düşmanları oldular. Birbirlerine kâfir, yobaz gözüyle baktılar. İki dünya birbiriyle yüzyıllardanberi bu yobazlık ve karşıtlıkla yaşadı. Bu karşıtlığın sonucudur ki, islâm alemi batının her yüzyıl yeni. bir biçim ve renk alan ilerlemelerinden uzak kalmıştı. Çünkü müslümanlar o ilerlemelere aşağılamayla, tiksinmeyle bakıyordu; aynı zamanda iki yığın arasında.uzun yüzyıllardır süregelen karşıtlığın zorlamasıyla islâm alemi silâhını bir an elinden bırakmamak zorunluğunda bulunuyordu. İşte silâhla bu sürekli uğraşı, karşıtlık duygusuyla batının yeniliklerine ilgi göstermeme, çöküşümüzün neden ve etkenlerinden bir başka önemlisini oluşturur. Bu saydığım nedenlerden başka, asıl bizim ulusun, özellikle aydınlarımızın çok dikkatle, çok önemle gözönüne alacağı bir neden vardır, ve bence bu neden şimdiye değin ilerliyemeyişimizin, en son basamakta kalışımızın -unutmıyalım-, ülkemizin baştan başa bir yıkıntı oluşunun asıl nedenidir. ...: İslâm alemi ilci sınıf ayrı topluluklardan bileşiktir. Biri çoğunluğu oluşturan halk, öbürü azınlığı oluşturan aydınlar. Bozuk düşünüşlü uluslarda büyük çoğun- ' luk başka hedefe, aydm denen sinıf başka düşünüşe sahiptir. Bu iki sınıf arasında tam bir aykırılık vardır. Aydınlar asıl yığını ken-
di hedefine yöneltmek ister; halk yığınları ise bu aydınlar sınıfına bağımlı olmak istemez. O da başka bir yön belirlemeğe çalışır. Aydın sınıf telkinle, uyarıyla çoğunluk yığını kendi amacına göre inandırmayı başaramayınca başka araçlara başvurur. Halka, baskı ve zorlamada bulunmaya başlar. ... artık burada asıl çözümleyici noktaya geldik: Halkı ne birinci yol ile, ne zorlama ye baskı ile kendi hedefimize sürüklemeyi başaramadığımızı görüyoruz; neden? Arkadaşlar bunda başarılı olmak için aydın sınıfla halkın düşünüş ve hedefi arasında doğal bir uyum olmak gerekir. Yani aydınlar sınıfının halka telkin edeceği ülküler, halkın, rıih ve vicdanından alınmış olmalı. Oysa bizde aydınların telkinleri ulusumuzun ruhunun derinliğinden alınmış ülküler midir? Kuşkusuz hayır; aydınların içinde çok iyi düşünenler vardır. Ama genellikle şu yanlışımız da vardır ki inceleme ve araştırmalarımıza alan olarak çoğunlukla kiendi ülkemizi, kendi özelliklerimizi ve gereksinimlerimizi almayız. Aydınlarımız belki bütün dünyayı, bütün başka ulusları tanır, ama . kendimizi bilmeyiz.128
B.
TÜRK DEVRİMİ: DEVLETİN, HUKUKUN, KÜLTÜRÜN LAİKLEŞMESİ
Mustafa Kemal Atatürk'ün eşsiz önderliğinde gerçekleşen Türk Devrimi bir ulusal bağımsızlık ve çağ-
daşlaşma hareketinin adıdır. Bir toplumsal - yeniden biçimleniştir. Ulusal bağımsızlığı ve özgür düşünceyi temel aldığı için bir Türk Aydınlanması (Rönesansıldır. Gerçekten laik bir dünya anlayışı temeli üzerinde yükselen Türk Devrimi, Türk toplumunda akıl çağını etkin biçimde açmış, Türk insanı ve özellikle büyük çoğunluğu oluşturan Türk köylüsü, o zamana değin yabancısı, kaldığı evren içindeki üstün yerini ve gücünü Türk Devrimiyle öğrenmiştir. Türk Devriminin temeli olan ulusal bağımsızlık * ilkesi, düşünce ve inanç bağımsızlığı ve özgürlüğü demek olan laiklikle özdeştir. Boş inançların, dinsel baskıların dogmatik zincirleriyle aklın bağlandığı yerde ulusal bağımsızlığın düşü bile görülemez. Bunun gibi inançların yönetiminde bilim de yapılamaz.120 Öyleyse laik düşünüş ve davranış olmadan demokratik bir-hukuk devleti de kurulamaz, toplumsal adalet de gerçekleştirilemez. Kısaca, laiklik Atatürkçü düşünü'şün ve Türk Devriminin genel bir niteliğidir.130 Öte yandan laiklik, «dil, kan, hatta din birliğine karşın Türk halkını yüzyıllar boyunca bin parçaya bölen acıklı didişmenin de sonu, en sağlam birlik demek olan eğitim ve kültür birliğinin de başlangıçladır.131 İşte Türk Devrimini böyle bir aydınlanma atılımı yapan laiklik ilkesinin uygulamaya geçirilmesi aşağı120
C e y h u n Atuf K a n s u , « A t a t ü r k ' ü n İlkeleri», A t a t ü r k ' e
Say-
gı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969, S. 61. ıso
Enver
Ziya Karal,
Laiklik,
Belgelerle
« D e v r i m ve L a i k l i k » , A t a t ü r k , D i n Türk
S. 25. ısı-
190
f.r.
A t a y , Ulus,
1938.
Tarihi
Dergisi
Özel
Sayı,
ve
1?6&,
da açıklayacağım yasal, kurumsal, eğitsel ve kültürel yenileştirmelerle olmuştur. Bunlar, tümüyle Türk Devrimi'nin laikliğin gerçekleşmesi için başvurulmuş, laikliğin gerçekleşmesi ile mümkün olmuş ya da laikliğin kılavuzluğunda yürütülmüş atılımlardan oluştuğunu gösterecek niteliktedir. Laik dünya ve toplum anlayışını uygulamaya ge-t çiren devrimci atılımları şöylece gruplandırabiliriz: a)
Devletin Laikleşmesi
Türk Devrimi ilk gününden başlayarak devlete karakterini kazandıran meşruluk ilkelerini ve otorite sembollerini laikleştiren bir hareket olmuştur. Doğunun geri bırakılmış toplumlarında ilk kez Atatürk, kurduğu yeni, Çağdaş Türk toplumunda yönetimin meşruluğunu herhangi bir kutsallık iddiası bulunmayan, yalnızca akla dayalı , olan bir düşünce sistemine dayandırmıştır.132 Böylece «Türk ulusluğu»' kimliği ve «Türk yurdu» ( = Misak-ı Milli) kavramı da laik devlet anlayışı ile birlikte oluştu. Bu yöndeki en Önemli adımlar şunlardır: 1. Amasya Kararları, Erzurum ve Sivas Kongreleri ile ulusun kendi kaderini kendisinin belirlemesi ilkesinin vurgulanması 2. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılması ve «Egemenlik Ulusundur!» ilkesinin kurtuluşun temeli yapılması 3. 1921 Anayasası 4. Saltanatın kaldırılması ve Cumhuriyetin ilânı 5. Halifeliğin kaldırılması 6. 1924 Anayasası ısa
e.Z. Karal, S.
104.
«Atatürk'ü
Anlamak»,
Atatürk'e
Saygı, r
a.g.k.,
7. 1927 Anayasa değişikliği 8. Laiklik ilkesinin Anayasaya girmesi. b) Hukukun Laikleşmesi 1. Şer'iye Vekâletinin kaldırılması 2. Mecellenin kaldırılması 3. Şer'iye mahkemelerinin kaldırılması . 4. İsviçre ve İtalya'nın ilgili yasaları temel alınarak Türk Medeni Kanunu'nun, Borçlar Kanunu'nun, Türk Ticaret ve Îcra-İflâs Kanun- larının, Türk Ceza Kanunu'nun kabul edilmesi. • 5. Kadın haklarına ilişkin yasal düzenlemeler. c ) Eğitimin Laikleşmesi 1. Medreselerin ve mahalle mekteplerinin kaldı? rılması 2. Eğitimin birleştirilmesi 3. Üniversitelerin kurulması. ç) Kültürün Laikleşmesi 1. Türbe, tekke, ocak...-lamı kapatılması; şeyh, mürit, seyyit, mansıp, dede sanlarının kaldırılması ve kullanılmalarının yasaklanması 2. Yazı devrimi . 3. Giysi devrimi ve örtünmenin kalkması, Soya? dı Yasası 4. Tarih devrimi 5. Takvim ve ölçüler, resmi tatil ve bayramlarla ilgili yeni düzenlemeler 6. Dil devrimi 7. Sanatın laikleşmesi 8. Uluslararası ilişkilerin laikleşmesi.
a)
Devletin. Laikleşmesi
Amasya Kararları - Erzurum ve Sivas Kongreleri Mustafa Kemal'in, önceki bölümde belirtilen görüş ve düşüncelerinin doğrultusunda ulusal kurtuluş hareketini örgütlemeye ilk koyuluşu olan Amasya Görüşmesi'ndeın başlıyarak düzenli biçimde izlediği ve gerçekleştirdiği amaç, meşruluğunu Tanrı'dan değil, doğrudan doğruya ulusal iradenin sonucu olmasından alan bir yönetim ve otorite ilkesini iktidar yapmaktı. Başka deyişle ulusal devleti kurmak, ulusal kimliği geliştirmek üzere devletin meşruluk dayanaklarını laikleştirmekteydi. 12 Haziran 1919 tarihli Amasya Kararları'nın özü bu amacı anlatıyordu: «Ulusun kaderini yine ulusun azim ve kararı kurtaracaktır.» «Anadolu'da her türlü etki ve bağlılıktan kurtarılmış bir ulusal kurul oluşturulmalıdır.» Bu kararların Cumhuriyet'e ve demokrasiye götürecek devrimci kararlar olduğu hemen sezinlenmeye başlanmıştır. Örneğin Amasya'lı ünlü din adar mı Abdurrahman Kâmil Efendi Amasya Kararları'nın açıklanmasından önce, Atatürk'le görüşmüş ve Sultan Bayezit Camii'nde şu konuşmayı yapmıştı: «...Artık padişah olsun, ünvam ne olur-1 sa olsun, O'nun bir hikmeti kalmamıştır. Tek kurtuluş çaresi halkın egemenliği doğrudan doğruya eline almasıdır.» Aynı ilke Erzurum ve Sivas Kongrelerinde daha da belirgin bir biçimde vurgulanarak kabul ve ilân edilmiştir: «Ulusal güçleri etken ve ulusal iradeyi egemen kılmak asıldır.» Erzurum Kûngresi günlerinde halk Erzurum. Mil F.:
13
193
let Bahçesinde gezinen Mustafa Kemal'i «Yaşasın Cumhuriyet!» diyerek alkışlamıştı.138 Kurtuluş Savaşı'mn ilkelerinin saptandığı bü kongreler, ulusal egemenlik kavramını ve sınırları belirli bir yurt anlayışını oluşturup pekiştirmiştir. İmparatorluğun ümmet temeli buna el vermiyordu. Yurt kavramı teokratik düşüncenin laik düşünceye yerini bırakmasıyla birlikte oluşmuştur. 23 Nisan 1920'de yürürlükte olan anayasada Osmanlı Devleti'nin nitelikleri şöylece belirtiliyordu: Md. 4. Hazreti Padişahın zâtı, İslâm Dini'nin koruyucusu ve bütün Osmanlı uyrukların hükümdar ve padişahıdır. Md. 5. Hazreti Padişahın zâtının ulu kişilikleri kutsal olup sorumluluk taşımaz. Md. 8. Osmanlı Devleti uyrukluğunda bulunan bireylerin hepsine hangi din ve mezhepten olursa olsun istisnasız Osmanlı denir. Md. 10. Osmanlı Devleti'nin dini İslâm Dinidir. T.B.M.M.'nin açılışının 2. günü Mustafa Kemal verdiği bir öneride hükümeti kurmânm zorunlu olduğu nu, geçici olarak bile bir hükümet başkanı seçmenin ya da bir padişah kaymakamlığı oluşturmanın doğru olmadığını belirttikten sonra «Mecliste yoğunlaşan ulusal iradeyi edimsel olarak yurdun geleceğine el koymuş tanımak temel ilkedir. T.B.M.M.'nin üstünde hiçbir güç yoktur» diyordu. Gerçi önerinin. sonunda «Padişah Ve Halife zorlama ve korkutulmadan kurtulduğu zaman Meclis'in düzenleyeceği yasal ilkeler içinde durumunu alır» gibi bir not koymuş ise de ı»s
D r . M a h m u t E s a t Bozkurt, A t a t ü r k İhtil&ii, İ s t a n b u l versitesi Y a y ı n l a r ı , 1940, S. 213.
Üni-
bundan Padişah ve Halifeliğin ulusal iradeye karşıtı varlığım sürdüreceği sonucu çıkarılamaz. Atatürk daha sonra Nutuk'da bu öneriyle asıl düşündüğü amacın «yeni temellere dayalı yeni bir devlet kurmak» olduğunu söyler ve şunu ekler: «Böyle bir hükümet ulusal egemenlik ilkelerine dayalı halk hükümetidir, cumhuriyettir».134 Mustafa Kemal'in 1 Aralık 1921 günü T.B.M.M.'nde Bakanlar Kurulu'nun görevleri üzerine yaptığı konuşma da çağdaş laik bir toplumun bütün kurumlarıyla niteliklerini açıklayıcıdır. Her yönüyle öğretici bir toplumsal ve siyasal tarih, özellikte de Türk toplumsal ve siyasal tarihi incelemesidir. Buraya bu konuşmanın bir-iki paragrafını almak yerinde olacaktır: Bu hükümet demokratik bir hükümei; midir, sosyalist bir hükümet midir, yani şimdiye değin okuduğumuz kitaplarda adı geçen hükümetlerden hangisidir? buyurdular! Efendiler, bizim hükümetimiz ... gerçekten kitaplarda var olan hükümetlerin bi limsel niteliği bakımından, hiç birine benzemeyen bir hükümettir. Ama ulusal egec menliği, ulusal iradeyi tek yansıtan bir hükümettir. Toplumbilim açısından bizim hü lcümetimizi anlatmak gerekirse «halk hükümeti» deriz. Anayasamızın birinciden dördüncüye değin maddeleri hükümetin ne olduğunu, kimin tarafından yönetildiğini, yöneten kurulun güç ve yetkisini açıklamıştır. Biçimi ve yolu saptanmıştır. Ama toplumsal öğreti açısından bile düşündüğümüz zaman, biz yaşamını, bağımsızlığını kurtarmak için
çalış'an emek sahipleriyiz, zavallı bir halkız! Öyleyse her birimizin hakkı vardır. Yetkisi vardır. Ama çalışmak sayesinde bir hakkı kazanırız. Yoksa arka üstü yatmak ve yaşamını çalışmadan geçirmek isteyen insanların bibini toplumumuz içerisinde yeri yoktur! Öyleyse belirtipiz efendiler! Halkçılık, toplumsal düzenini emeğiyle, haklarına dayandırmak istiyen bir toplumsal öğretidir, efendiler! Biz bu hakkımızı korunmuş bulundurmak, bağımsızlığımızı güvencede bulundurabilmek için bir bütün olarak ulusal bütünlük içinde, bizi yoketmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı bütün ulus olarak savaşmayı yerinde gören bir öğretiyi izleyen insanlarız. Görülüyor ki, bu ve bu gibi özendirmeler ve açıklamalarla hükümetimizin dayandığı temellerin toplubilime dayalı temeller olduğunu açıkça görürüz! Ama ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş! Efendiler, biz, benzememekle ve benzetmemekle öğünmeliyiz! Çünkü biz bize benziyoruz Efendiler! Efendiler, uzmanları bilir ki yasa koyucu olan insanlar bir takım seçkin niteliklere sahip olmak zorundadırlar. O nitelik-: lerden birincisi şudur Efendiler: yasa öneren, yasa yapan, yasa koyan bir insan, insanlığın bütün duygularını, bütün tutkularını herkesten daha çok tanır ve kavrar. Ama kendi kendisini herkesten çok ve tümüyle, bütün kapsamıyla bunlardan soyutlamak güç ve
yeteneğine sahip olmalıdır. Bu seçkin özelliklere sahip olamıyan insanların insan toplumu için yasa yapmak hak ve yetkileri ola-f maz. Efendiler, yasalar duygulara dayanılarak ve bağımlı olunarak yapılamaz!136 Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasından sonra 1921 yılında kabul edilen Anayasa ise «Egemenlik kısıtsız, koşulsuz ulusundur», «Temel haklar denilen şeylerin tümü T.B.M.M.'ne aittir» diyerek Fran-> sız ve Amerikan Devrimlerinde laik devlet niteliği oluşturan bir düşünceyi kabul etmiştir. Atatürk Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin her türlü dinsel düşünüşten uzak bir yönetim olduğunu belirtmiştir: «Türkiye Büyük Millet Meclisi Hüküme- • ti ulusaldır. Çalışmalarıyla da maddidir, gerçekseverdir. Asılsız ülküler arkasında, o ülkülere katılmak için değil, ama ulaştırmak düşüyle ulusu kayalara çarparak bataklıklara batırıp, en sonunda da kurban etmek gibi cinayetlerden kaçman bir hükümettir.»1 Türk Devrimi Türkiye Büyük Millet Meclisi ile, ümmet ülküsünün yerine ulusal ülküyü koyarak toplumun geleceğine ilişkin özlem ve umutlarını da laik' terimlerle tanımlamıştır. Atatürk'ün bu konudaki sözlerine bakalım: Efendiler, yurttaşlarımızdan, dindaşlarımızdan ve hemşehrilerimizden her biri kafasında yüce bir ülkü besliyebilir. Özgürdür, özerktir. Buna kimse karışmaz. Ama buna ilişkin olarak şunu derim ki: büyük hayaller arkasından koşan, yapamayacağımız
»
şeyleri yapar görünen yalancı insanlardan değiliz... Efendiler, büyük ve hayali şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün , dünyanın düşmanlığını, kızgınlığını ve kinini bu ülkenin, bu ulusun üzerine çektik. Biz panislamizm yapmadık. Belki «yapıyoruz, yapacağız» dedik, düşmanlar da «yaptırmamak için bir an önce öldürelim» dedilen Panturanizm yapmadık, «yaparız, yapıyoruz» dedik, «yapacağız» dedik ve yine «öldürelim» dediler. Bütün dava bundan ibarettir. Efendiler, bütün dünyaya korku ve telâş veren kavramlar üzerinde koşarak düşmanlarımızın sayısını ve üzerimize olan baskıları artırmaktan ise doğal sınıra, meşru sınıra çekilelim. Haddimizi bilelim. Demek ki efendiler, biz yaşamak ve bağımsızlık isteyen bir ulusuz. V e yalnız ve ancak bunun için yaşamımızı harcarız.1*18
Nitekim ne Erzurum ve Sivas Kongrelerine, ne de T.B.M.M.'ne Ulusal And'la belirlenen sınırlar dışındaki hiç bir Türk topluluğundan delege ve milletvekili çağrılmamıştır. Ulusal devletin sınırlan, ulusal kültür sınırlarından daha dar tutulmuştur. Devletin siyasası ulusal siyasadır. a) Daha 24 Ekim 1919'da Ulusal Hareket'in özelliğini Ruşen Eşrefe açıklarken Mustafa Kemal her iki akımın geçersizliği üzerine şunları söylüyordu: «Kendi toprağı bakım ve özene muhtaç iken ulusun gözlerini başka noktalara yöneltmeye çalışan siyaset, doğal bir siyaset değildi.»137 ise
A t a t ü r k ' ü n Söylev ve Demeçleri, a.g.k., C. I, S. 201.
137
Atatürk'ün
Söylev ve Demeçleri, a.g.k., C. I I I , S. 3.
b) Nisan 1920'de Türk Dış Politikasının temellerini şöyle açıklamaktadır: «Ulusal sınırlarımız içinde herşeyden önce kendi gücümüze dayanarak varlığımızı koruyup ulus ve ülkenin gerçek mutluluk ve bayındırlığına çalışmak. Gelişigüzel sınırsız istekler ardında ulusu uğraştırıp zarara sokmamak... Üygar dünyadan uygar ve insancıl işlem ve karşılıklı dostluk beklemektir.» Saltanatın Kaldırılması T.B.M.M. 24 Mayıs 1920 günü İstanbul Hükümeti'ni «yasa dışı» (gayrimeşru) ilân etmiş, yaptığı işleri geçersiz saymıştır. 7 Haziran 1920'de bir yasayla Sivas'ta bir Yargıtay kurulmuştur. Böylece yeni devlet kuruluşunu sürdürmüştür. 20 Ocak 1921 tarihli Anayasa'nın kabulünden sonra saltanatın kaldırılması için en önemli aşamaya geçilmiş oluyordu. Çünkü bu anayasa «Egemenliğin kısıtsız, koşulsuz ulusa ait olduğunu», «yönetimin, halkın geleceğini bizzat ve edimsel olarak kendisinin belirlemesi ilkeisine dayalı olduğunu» belirtiyordu. Böylece dinsel, buyurgan bir devlet düzeninin meşruluk dayanakları ortadan kaldırılmış oluyordu. 1921 Anayasası bu ilkeleriyle daha önce Erzurum ve Sivas Kongrelerinde olsun, T.B.M.M.'nin kabul ettiği kimi yasalarda olsun dile getirilmiş olan «Halifeliği ve Saltanatı kurtarma» amacını terketmiş, egemenlik anlayışını doğaötesi, dinsel niteliklerden uzak, laik bir temele dayandırmıştır. Nitekim ulusal kurtuluş savaşının zaferle sonuçlanmasından sonra toplşnacak uluslararası barış görüşmelerine İstanbul Hükümeti'nin de çağrılması üzerine T.B.M.M. Saltanatın kalkmış olduğunu bu Ana-
yasa hükmüne yollamada bulunarak belirtiyordu: Anayasa ile egemenlik hakları ulusun kendisine verildiğinden İstanbul'daki padişahlık yok olmuş ve tarihe karışmıştır.138 Saltanatın son bulduğunu belirten T.B.M.M. karan şöyledir.1. Anayasa ile Türkiye haİkı egemenlik ve bağımsızlık haklanm, gerçek temsilcisi olan T.B.M.M.'nin manevi kişiliğinde terkedilmez, bölünmez ve devredilmez olmak üzere tümüyle ve edimsel olarak kullanmaya ve ulusal iradeye dayanmayan hiçbir güç ve kurulu tanımamağa karar verdiğinden, ulusa! and sınırları içinde T.B.M.M. hükümetinden başka hükümet biçimi tanımaz. Bundan dolayı Türkiye ; halkı kişi egemenliğine dayalı olan İstanbul'daki hükümet biçimini 16 Mart 1920'den başlayarak ve geri gelmemek üzere . tia-rihe intikal etmiş saymıştır. 2. Halifelik Osmanoğulları hanedanına ait olup, Halifeliğe T.B.M.M. tarafından bu hanedanın bilimce ve ahlâkça en ergin ve en uygun olanı seçilir. Türkiye Devleti Halifelik makamının dayanağıdır. 3. . Peygamberin doğumuna ve ulusal egemenliğin ilânına rastlayan 1-2Kasım gecesinin ve izleyen günün bayram sayılmasına karar verildi. ileten,
Naşit
Hakkı
Uluğ,
Bankası Kültür Yayınları,
Halifeliğin
Sonu,
1975, S. 71'den.
Türkiye
İş
Bu aşamada yalnız saltanat kaldırılmıştır, halifeliğin ise babadan oğula geçmek suretiyle değil, T.B-M.M.'nce Osmanlı soyundan en olgun ve en uygun birinin seçilmesi yoİuyla da olsa sürdüğü kabul ediliyordu. Mustafa Kemal ise toplumsal gerçekliği , maddi belirişleri ve sonuçlarıyla kavramıştı: «Ben, kişisel saltanatın kaldırılmasından sonra, başka sanla aynı nitelikli bir makamdan ibaret olması gereken halifeliğin kalkmış olduğunu kabul ediyor ve bunun uygun zaman ve fırsatta dile gelmesini doğal buluyordum.»139 . Nitekim söz konusu kararın alındığı T.B.M.M. komisyon görüşmeleri sırasında «Şeriatta kudretsiz vehükümetsiz halife olmaz» diyen dinsel devlet yanlılarına karşı şunları söylemişti: Efendiler, egemenlik ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye bilim gereğidir diye, görüşme ile, tartışma ile verilmez. Egemenlik ve saltanat güçle, erkle, zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk ulusunun egemenlik ve saltanatına el koymuşlardı ve bu baskıcı egemenliklerini altıyüz yıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk ulusu bu saldırganların hadlerini bildirerek egemenlik ve saltanatım, başkaldırarak, kendi eline fiilen almış' bulunuyor. Sorun ulusa saltanatını, egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız? sorunu değildir... olmuşrbitmiş ' '. bir gerçeği anlatıma kavuşturmaktan ibarettir. Bu kesinlikle olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes sorunu doğal görürse, düşünceme göre. uygun olur. Tersi
olursa, yine gerçek yolu-yordammca anlatılacaktır. Ama belki kimi kafalar kesilecektir. Mustafa Kemal'in bu konuşması üzerine Ankara mebuslarından Hoca Mustafa Efendi, «bağışlayınız efendim; biz sorunu başka bir görüş açısından düşünüyorduk, açıklamalarınızdan aydınlandık» demiş, konu ortak yarkurulca çözüme bağlanmıştır. Halifeliğin Kaldırılması Ancak halifeliğin ümmet biçimindeki siyasal-dinsel topluluk yapısının egemenliğini anlattığı, ulusal egemenlik sisteminde yeri olamıyacağı gerçeği kendisini duyurmakta gecikmedi. 18 Ocak 1923 günü İzmit'te halkla yaptığı bir konuşmada Mustafa Kemal şunları söyledi: Yaşam felsefesinin tuhaf bir belirişidir ki her yararlı ve. yeni şeye karşı kesinlikle bir güç çıkar. Buna bizim dilimizde «gericilik» (irtica) derler. İşte bu gericiliğin yok edilmesi için gerekli önlemleri önceden almış olmak gerekir. Bütün ulus güven ve iç rahatlığı içinde olsun ki devrimi yapanlar bu gibi olumsuz güçleri çıktığı noktalarda, yok edecek güç ve yeteneğe ve önleme maliktirler. Ifesinliklş yinelerim ki ulusun egemenliği sonsuzluğa değindir. Dince, olguca, bilimce, teknikçe, yasaca sonsuz olan bu egemenliğe aykırı düşüp ona zarar verecek, ne bu ülkenin içinde, ne de dışında güç yoktur ve olamaz. Bütün islâm dünyasının gerçek kurtuluşuna değin iyi korunmasını üstlenmiş olduğumuz halifelik ma-
kamının varlığı, Türkiye devletinin ne bağımsızlığı, ne yönetimi, ne de egemenliğine aykırı düşmez. Bu makam ve bu makamda oturan yüksek kişinin varlığı, neden olunmadıkça sakınca doğurucu sayılamaz. Ama surası kesinlikle bilinmelidir ki, herhangi bir makam ve kişi tarafından bu sakmca doğurulduğu gün orada kuramsal düşünüş biter, işlem ve uygulama başlar.140 Atatürk'ün deyişiyle «din oyunu aktörler» inin har lifeyi bütün islâm dünyasına yaygın bir hükümdar yapmak isteyen davranışları karşısında, halkı aydınlatmak üzere, Nutuk'ta da belirttiği gibi, şunları söylemiştir: Ulusumuzun kurduğu yeni devletin geleceğine, işlemlerine, bağımsızlığına sam ne olursa olsun, hiç kimseyi karıştıramayız. Ulusun kendisi, kurduğu devleti ve onun bağımsızlığım koruyor ve sonuna değin koruyacaktır. I Tüm islâm dünyasını kapsayan bir devlet kurmak göreviyle yükümlü olarak düşlenen bir halifenin görevini yerine getirebilmesi için, Türkiye Devleti ve onun bir avuç nüfusu, halifenin buyruğuna bağımlı tutulamaz. Ulus buna razı olamaz. Türkiye halkı böylesine büyük bir sorumluluğu, böylesine mantık dışı bir görevi kabul edemez. Ulusumuz yüzyıllarca bu boş bakış açı-r şmdan hareket ettirildi. Ama ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Ye-. men çöllerinde kavrulup yokolan Anadolu
çocuklarının sayısını biliyor musunuz? Suriye'yi korumak için, Mısır'da barınabilmek için, Afrika'da tutunabilmek için ne kadar insan yokoldu, bunu biliyor musunuz? O sonuç ne oldu görüyor musunuz? Halifeye dünyaya meydan okutmak v e onu tüm islâm işlerinde söz sahibi kılmak düşüncesinde olanlar, bu görevi yalnız Anadolu halkından değil, onun sekiz on katı nüfustan oluşan büyük islâm yığınlarından istemelidirler. Yeni Türkiye halkının, artık kendi yaşam ve mutluluğundan başka düşünecek bir şeyi yoktur. Başkalarına verilecek bir zerresi kâlmamıştır. Görülüyor ki bir hava ve heves için, bir kuruntu ve düş için Türkiye halkını, yoketmek istiyorlardı. Halifelik ve halifeye görev ve yetki vermek düşüncesinin niteliği bundan ibaretti. Kerbelâ, peygamber soyu, imam, kutsal kılıç, şereflenmiş; bu gibi halk avcılığı sözle-*, riyle ulusu aldatma yolunda bulunanlar artık insaf etsinler!... Ulus da dikkat ve uzak . görüşlülüğünü arttırsın!... Efendiler, yabancılar halifeliğe saldırmıyorlardı. Ama Türk ulusu saldırıdan kurtulamıyordu... Halifeliğin sürdürülmesi Türk ulusuna kolaylıkla saldırmak için tercih ediliyordu...141 Mustafa Kemal 22 Ocak 1924 günü İsmet Paşadan gelen ve halifelik makamına ilişkin olarak bir bölüm gazetelerde çıkan yayınların halifece yersiz,
saygısız ve kırıcı bulunduğunu, ayrıca halifelik hazinesinin giderlerini karşılamaya yetmediğini bildiren bir yazıyı haber veren şifre telgrafa cevabında şunları söyler: ...Halife Türkiye Cumhuriyeti ye Türkiye halkı ile karşı karyıya durumunu düşündüğü zaman, înjgiltere Kırallığı, ile Hindistan Müslüman halkına ya ela A f g a n Devleti ile Afgan halkına karşı halifeliğin ve halifenin durumunu, karşılaştırma birimi olarak göz önünde tutmalıdır. Halife ve bütün cihan kesin olarak bilmelidir ki var olan ve korunmakta bulunan halife ve hilâfet makamının gerçekte ne din bakımından, ne de siyasal bakımdan hiçbir anlam ve varlık nedeni yoktur. Türkiye Cumhuriyeti safsatalarla varlığını, bağımsızlığını tehlikeye atamaz. Halifelik makamı bizce, en sonunda, tarihsel bir anı olmaktan daha büyük bir önem taşıyamaz. Türkiye Cumhuriyeti ileri gelenlerinin ya dâ resmi kurumlarının kendisiyle ilişki kurmasını istemesi bile Cumhuriyetin bağımsızlığına açık saldırıdır. Halifenin yaşaması ve geçimi için Türkiye Cumhurbaşkanının ödeneğinden kesinlikle daha az bir ödenek yeterlidir. Amaç tantana, ve büyük gösteriş değil, insanca yaşama ve geçim sağlamaktan ibarettir. Halifelik hazinesinden amaç ne olduğunu anlayamadım. Halifenin hazinesi yoktur ve olamaz... Halifelik kadrosu ciddi biçimde incelenip kısılmak gerekir ki başkarinler, başkâtipler varlığı halifeyi hâlâ saltanat düşleri içinde uyutmasın! Fransızların kral hanedan ve
mensuplarını Fransa'ya sokmakta, bağımsızlık ve egemenlikleri için yüzyıl sonra bugün bile sakınca görüp dururken, her gün ufuktan saltanat güneşinin yükselmesine duacı bir hanedan ve mensupları hakkındaki işlemimizde Türkiye Cumhuriyeti'ni nezaket ve safsata kurbanı edemeyiz. Halife kendinin ve makamının ne olduğunu açıkça bilmeli ve bununla yetinmelidir." 2 Bu haberleşmeden sonra Mustafa Kemal, Başbakan İsmet Paşa, Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa, Milli Savunma Bakanı Kâzım Paşa ve başka kimi yakınlarıyla143 görüşüp halifeliğin kaldırılması yolunda görüş birliğine varırlar. 1 Mart 1924 günü Mustafa Kemal T.B.M.M.'nde yaptığı konuşmada şu noktalan özellikle vurgular: 1. Ulus Cumhuriyetin bugün ve gelecekte her türlü saldırılardan kesinlikle ve sonsuzluğa değin korundurulmuş bulundurulmasını istemektedir. Ulusun isteği Cumhuriyetin denenmiş ve olumlu olan tüm temellere bir an önce ve tam olarak da' yandırılması yolunda dile getirilebilir. N u t u k , a.g.k., C. I I , S. 847-848. 113
A l i F u a t Cebesoy d a M u s t a f a K e m a l ' i n cağı gece kendisiyle
görüşüp
İzmir'den
tasarılarını
ayrıla-
kendisine
açtı-
ğ ı n ı ve k a n ı l a r ı n ı sorduğunu, kendisinin de şu yanıtı v e r diğini
anlatmıştır:
-Buyurduğunuz
İlkeler, lakilik ve demokratik
ilkeler
ge-
reğindedir. B u n l a r ı n h e m e n u y g u l a n m a s ı görüşündeyim. A n l a t a n , N a ş i t H . U l u ğ , H a l i f e l i ğ i n Sonu, a.g.k., S. 157.
2. Ulusun genel oylarında saptanan, eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ilkesinin an yitirilmeden uygulanması gereğini gözlemliyorum. 3. ...İslâm dinini yüzyıllardan beri yapılageldiği gibi bir siyaset aracısı mevkiinden arındırıp yüceltmenin zorunlu olduğu gerçeğini de gözlemliyorum. ' Bu konuşma doğrultusunda olmak üzere 3 Mart 1924 günü T.BJM.M.'ne üç yasa tasarısı sunularak 5 saatlik görüşmeler sonunda kabul edildi: 1. Halifeliğin kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanının Türkiye dışına çıkarılmasına ilişkin Şeyh Saffet Efendi ve elli arkadaşının yasa önerisi. (Yasa No: 431) 2.
Şer'iye ve Vakıflar, Genelkurmay Bakanlıklarının kaldırılmasına ilişkin yasaTonerisi. (429 No.lu Yasa.).
3. Öğretimin Birleştirilmesine ilişkin yasa önerisi. (Yasa No: 430) Sözü geçen yasaların metinleri şöyledir: a)
Şer'iye ve Vakıflar Bakanlığının Kaldırılmasına İlişkin Yasa
Yasa No: 429 Madde 1 —• Türkiye Cumhuriyetinde insan ilişkilerine ilişkin olan hükümlerin yasalaştırılması ve uygulanması Türkiye Büyük Millet
Meclisi ile onun kurduğu hükümete ait olup, iyiyle kötüyü ayırdedici islâm dininin bundan başka inançları ve tapınmaları için Cumhuriyetin başkentinde bir «Diyanet İşleri Başkanlığı» makamı kurulmuştur; Madde 2 — Şer'iye ve Vakıflar kaldırılmıştır.
Bakanlığı-
Madde 3 — Diyanet İşleri Başkanı, Başbakanın bildirmesi üzerine Cumhurbaşkanı tarafından atanır. Madde 4 — Diyanet İşleri Başkanlığı Başbakanlığa bağlıdır. Diyanet İşleri. Başkanlığının bütçesi / Başbakanlık bütçesine katılmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı örgütüne ilişkin olarak bir tüzük düzenlenecektir. Madde 5 —- Türkiye Cumhuriyeti ülkesi içinde bütün camiler ve mescitlerin ve tekke ve zaviyelerin yönetimine, imam, hatip, vaiz, şeyh, müezzin ve kayyumlann ve öbür çalışanların atama ve işten alınmalarına Diyanet İşleri Başkanı görevlidir. Madde 6 — Müftülerin bağlı bulundukları yer Diyanet İşleri Başkanlığıdır. Madde 7 — Vakıflar, ulus işlerinin gerçek yararlarına uygun bir biçimde
halledilmek üzere bir genel müdürlük halinde şimdilik Başbakanlığa verilmiştir. b)
Eğitimin Birleştirilmesi Yasası
Yasa No: 430 Madde 1 — Türkiye içindeki bütün bilim ve öğretim kurumlan Eğitim Ba^ kanlığına bağlıdır. Ma,dde 2 — Şer'iye ve Vakıflar Bakanlığı ya da özel. Vakıflar tarafından yönetilen tüm medrese ve okullar Eğitim Bakanlığına devredilip bağlanmıştır. Madde 3 — Şer'iye ve Vakıflar Bakanlığı bütçesinde okullar ve medreselere aynlan ödenek tutarlan Eğitim bütçesine nakledilecek.tir. Madde 4 — Eğitim Bakanlığı din konularında yüksek uzmanlar yetiştirilmek üzere Üniversite'de (Darülfünun'da) bir İlahiyat Faküİtesi, imamlık ve hatiplik gibi din hizmetlerinin yerine getirilmesi göreviyle yükümlü memûrlarm yetişmesi için de ayn okullar açacaktır. c)
F.:
14
Halifeliğin Kaldmlmasma ve Osmanlı Hanedanının Türkiye Cumhuriyeti Ülkesi Dışına. Çıkanlmasml İlişkin Yasa 209
Yasa No: 431 .Madde 1 — Halife yerinden indirilmiştir: halifelik, hükümet ve Cumhuriyet anlam ve kavramında aslında var olduğundan Halifelik makamı kaldırılmıştır. Madde 2 — İndirilen Halife ve yıkılmış Osmanlı hanedanının erkek, kadın tüm üyelerinin ve damadlarınıri Türkiye Cumhuriyeti içinde ikamet etmeleri sonsuzluğa değin yasaktır. Bu hanedana mensup, kadınlardan doğmuş kimseler de bu madde hükmüne bağımlıdır. '
'1ar.
Madde 3 — İkinci maddede anılan kimseler iş bu yasanın ilân tarihinden başlıyarak en çok on gün içinde Türkiye Cumhuriyeti topraklarından ayrılmağa mecburdur. Madde 4 — İkinci maddede anılan kimselerin Türk yurttaşlığı sıfatı ve hakları kaldırılmıştır. Madde 5 — Bundan böyle ikinci maddede anılan kimseler Türkiyb Cumhuriyeti içinde taşınmaz mallara tasarruf edemezler. İlişkilerinin kesilmesi için bir yıl süreyle vekâlet aracılığıyla devlet mahkemelerine başvurabilirler. Bu sürenin geçmesinden
„
sonra hiçbir mahkemeye başvurma hakları yoktur.* Halifeliğin kalkmasıyla devlete dinsel nitelik veren bir kurum daha ortadan kalkmış oluyordu. Diyanet İşleri Başkanlığının Konumu . Burada, laik devlet anlayışı ile devlet örgütü içinde bir Diyanet İşleri Başkanlığının kurulup korunmasının bir çelişki olduğu görüşüne de değinmek ye-, rinde olur. Çünkü bu örgütün varlığını «laiklik devletin dini koruyup yüceltmesidir» görüşüne plduğu gibi, «devletin dine karışarak onu bozması, devlet.elinin mabede girmesi, vicdan gözünün patlatılıp akıtılması» görüşüne de, ya da her iki görüşe birden («diyanet işleri örgütü iki amaç için de kullanılabilir; birinci amaç için kullanılmalıdır,» biçiminde) gerek- < çe yapanlar olmuştur, olmaktadır. Bu konuda Prof. Dr. Enver Ziya Karal'm şu düşünceleri dikkatle üzerinde durulmaya değer: Bir an için siyasi bir organizma olan devlete dini teşkilâtla uğraşması yetkisi tanınırsa, pratik bakımdan bu yetkinin sınırları ne olacaktır? Yani devlet nereye kadar müdahalesini teşmil edecektir? Bu suâlin cevabını vermek hiç bir vakit mümkün değildir ve olamaz. Hele demokratik ve parlamenter bir idarede devletin dini murakabe ve kontrol etmek istemesi, bizzat dev*
16.6.1952 tarihli yasayla h a n e d a n çocuklarından k a d ı n l a r
bu
y a s a k l a r dışında tutulmuş, 15.5.1974 tarihli bir yasa ise e r kek çocuklara kimi h a k l a r
tanımıştır.
lete vücut vermiş olan prensipleri tahrip edebilir. Böyle bir mahzurun mevcut olmasına rağmen, din ile devletin rabıtasının kuvvetlendirilmesini isteyenler, tezlerini müdafaa etmek için, madem İd halkın idaresi demokrasi demektir, o halde, halkın bu husustaki temayülünü dikkat-nazara almak ve istediğini yerine getirmek lâzımdır, di-, yorlar. Bu müdafaa ilk görünüşte bazı inkılâpçı münevverleri de şaşırtmış ve demokrasinin inkılâpla kabili telif olmadığı hususunda yazılar yazmalarına amil olmuştur. Halbuki gerçek demokrasi, her yerde ve her zaman mutlaka bir inkılâbın mahsulüdür. Böyle bir demokraside hürriyet esasdır ve böyle bir demokraside halkın bütün istekleri makul ve meşrudur. Ancak hürriyeti ortadan kaldıracak veya azaltacak istekler mesmu değildir. Çünkü böyle istekleri varid görmek, hürriyetin sonu, demokrasinin ve tabiatiyle inkılâbın da sonu demek olacaktır. İnkılâp ile demokrasi kabili telifdir. Zira inkılâp demokrasinin müsebbip ve âmili, demokrasi de inkılâbın neticesidir. Biri diğersiz ne izah edilebilir, ne de devam edebilir... Bu umumi mütalâadan sonra; memleketimizde din ile devletin rabıtasını kuvvetlendirmeye taraftar olanları anlamağa çalışalım... Niçin acaba böyle fikre sahip bulunuyorlar? Bu sualin cevabını, memleketimizde Devletin dini teşkilât karşısındaki davranışında aramak lâzımdır. Devlet; kendi tesir sahasında dini teşkilâtın müstakil olarak kurulmasına taraftar görünmemektedir. Bilindiği gibi batı demokrasilerinde
kendilerini laik olarak kabul eden devletlerde böyle bir hal yoktur. Hıristiyanlıkta bir ruhban sınıfı mevcut olduğu için bir teşkilât vardır. Devlet kendini laik saydığı andan itibaren din teşkilâtının nazımı olarak bu sınıf meydana çıkmış ve cemiyette devletin müdahalesi dışında din teşkilâtının idaresini ele almıştır. Halbuki bizim dinimizde böyle bir sınıf yoktur ve hiç bir zaman, hiç bir yerde olmamıştır. Olmayınca da dini vazifesi olan kimseler devlet memurundan başka bir şey değildir. Din ve devletin memleketimizde ayrılması neticesi olarak devletin dışında bir din teşkilâtı olmadığı için ortaya başka laik devletlerde görülmeyen bir mesele çıkmıştır. Ve bugün de bizi meşgul eden bu meseledir. Biz bu meselenin nasıl halledilmesi gerektiği,yolunda bir fikir serdedecek değiliz... fakat devlet tam manasiyle laik bünyeye sahip olmak istediği takdirde, buna bir İmi çaresi bulmak ve kendi dışında dini teşkilâtın kurulmasına elverişli şartlan yaratmak mecburiyetindedir." 4 Prof. Karal haklı olarak «müslümanlıkta ruhbanlık gibi bir din adamları sınıfı olmadığı için devlet laikleştirilince, ortaya başka laik devletlerde görülmiyeh bir durum çıkmıştır» diyor ve buna bir çözüm bulabilmek üzere dinsel örgütlenmenin devlet dışında ku-. rulmasma elverişli ortamı yaratma gereğini belirtiyor. Kanımca bu konuda gözönünde bulundurulması gerekli birkaç nokta daha vardır. ut
E.Z. K a r a l ,
«Devrim
iklik, a.g.k., S. 28-29.
ve L a i k l i k » , A t a t ü r k ve D i n ve /
La-
1) Nutuk'tan başlamalıyız koııuya. Aşağıda da değinileceği üzere Mustafa Kemal İzmit'te. kendisine yöneltilen «Hükümet bir dine bağlı olacak mı?» sorusunu yanıtlıyabilmek için iki hususu gözönünde tutmak gerektiğini belirtir. «Yeni Türkiye devletinde her ergin kişi dinini seçmekte özgür olmıyacak mıdır?» sorusu ile Hoca Şükrü Efendi'niri «İslâm Halifesinin göreyi, din buyruğunu savunup korumakta Peygamberin yerini tutmaktır; dinsel hükümler koymakta da yüce Peygamber Efendimizin vekilliğini yapmaktır.» sözleri. Mustafa Kemal şu çok anlamlı düşüncelere yer verir kafasında: «Oysa Hoca'nm dediklerini uygulamaya kalkışmak, ulusal egemenliği ve dinsel özgürlüğü kaldırmaya çalışmaktı.» 2) İşte kanımca konunun can alıcı yanı bu noktadır ve bu noktada içtenlikli olmaktır. Mustafa Kemal her konudaki tutarlılık ve içtenlikliliğini burada da gösteriyor, başka deyişle Hoca Şükrü Efendi'nin sözlerine ilişkin düşüncelerinin simetrik bir yansımasını, Diyanet İşleri Başkanlığını kurmak ve korumakla ortaya koymuş oluyordu. Şöyle ki: Atatürk'ün Türk Devrimi'ne temel olan düşünce düzeninde dinin yeri şudur: «İnsanlıkta dine ilişkin duyguların ve kavrayışın, her türlü boş inançlardan arınarak, gerçek bilimlerin ve tekniklerin ışıklarıyla dupduru ve mükemmel olması» «(Böyle oluncaya) değin din oyunu aktörle-rine her yerde rastlanacaktır.» Mustafa Kemal düşüncelerin topla, tüfekle, zorlama ve şiddetle öldürülemiyeceğini, gençlik yıllarından başlıyarak derinden kavramış bir düşünür-önder
olarak, istenmiyen inançları yani din oyunu aktörlerinin sömürmek üzere sürdürmek . istediği inançları sağlamlaştıracak en iyi aracın baskı ve kovuşturma olduğunu biliyordu. Öte yandan «Yeni Türkiye devletinde her ergin kişi dinini seçmekte özgür olmıyacak mıdır?»_ sorusuyla işaret, etmek istediği temel gerçek şuydu: hangi konuda olursa olsun yobazlık (taassup) kendi başına bir zorbalık biçimidir ve gerçek demokrasi ruhunun gelişimine engeldir. İçinde eşit hak bekliyen bir çok mezhep bulunan ve hiç bir mezhebe bağlı olmıyan yurttaşları olan bir devlet, kimi mezheplerin ve hiç bir dine inanmıyan yurttaşlarının haklarını çiğnemedikçe dinsel bir devlet olamazdı: başka deyişle toplumda bölünmeye, uyum ve dayanışma ortamının yıkılmasına ve vicdan sömürüsüne yol açılması kaçınıl-, mazdı. Ayrıca giriş bölümünde tanıtmaya çalıştığım «ge rikalmışlık» ortamında laik devlet denetiminin dışında kalacak bir din örgütünün, yabancı sömürücülerden ve yerli ortaklarından destek görüp ekonomik güç .de biriktirebileceği ve toplumu daha kolaylıkla bölüp parçalayıcı, atomlaştırıcı bir etkene dönüşebileceği de açıktır. , Özetle: imam, hatip, vaiz ve müftülerin laik devlet, laik toplum ölçüleri içinde görevlerini yapmalarını güvenceye almak ve onların özlük işleri ile din /ıizmetlerini görmek üzere, devlet örgütü içinde Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. İşte bu içtenlikli ve derin kavrayışın bir anlatımı olmak üzere Diyanet İşleri Başkanlığı laik devlet yapısı içinde korunmuştur. Ve dinsel duygular her türlü boş inançlardan arınıp, bilirçı ve teknoloji ışıklarıyla dupduru cjluncaya değin, dini sömürülmekten
kurtarmanın ve gerçekten ergin kişilerin dinsel inançlarını özgür kanılanyla oluşturacakları ve bireysel vicdanlarında tutacakları, hiçbir baskıya konu yapmayacakları bir düzeye ulaşılıncaya değin, dini birey vicdanlarında tutabilmenin en demokratik yolu, Diyanet İşleri Başkanlığının Atatürk'ün düşündüğü özellikleriyle devlet yapısı içinde sakli tutulması olacaktır. Cumhuriyetin İlânı Bundan önce devletin laik niteliğini kesinleştiren temelli değişiklik, kuşkusuz Cumhuriyet'in ilânı idi. Halifeliğin kalkmasıyla birlikte bir de Şer'iye'Bakanlığının kalkması, tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ilişkin yasa, öğretim birliği ve medreselerin ka~ patümasma ilişkin yasalar dinsel nitelikli kurumları ortadan kaldıran öbür önlemler idi. Türk Devriminin doğal sonucunun Cumhuriyet olduğu belirginleştikçe geleneksel tutum sahipleri, Cumhuriyet düşüncesine açıkça karşı çıkamamakla birlikte yine de doğrudan yanaymış gibi bir görüntü altında şu gerçeklerle Cumhuriyet'e gerçekte karşı çıkmışlardır. Asıl olan ulusal egemenliktir. Ulusal egemenlik Cumhuriyetin evrimidir. Türk ulusu ulusal egemenliği kavradı, Cumhuriyetin ilânına gerek yoktur; yanlıştır. Türkiye'de en sağlıklı biçim, ulusal egemenlik ilkesini geliştirmektir. Bu tutumdakilerin gerçek düşüncelerini ve, 29 Ekim 1923'de 364 Sayılı Anayasa'nm kimi maddelerinin açıklanmak üzere değiştirilmesine ilişkin yasay-
la ilân edilen Cumhuriyetin kararlaştırılmasında aşı> lan engelleri Mustafa Kemal NUTUK'da çok aydınlatıcı biçimde açıklamıştır-. Efendiler, saltanat yönetimine son vererek Cumhuriyet yönetimini kurmak (bizim düşüncemizdi)... Yeni yasalar yapıldıkça, özellikle Anayasa yapılırken saltanat yanlıları, Padişah ve Halifenin hakları ye yetkisinin açıklığa kavuşturulmasında diretirlerdi. Biz bunun zamanı gelmediğini ya da gerek olmadığını bildirerek o yönü sessiz bırakmakta yarar görüyorduk. Devlet yönetimini, Cumhuriyetten söz etmeksizin, ulusal egemenlik ilkeleri içinde, her ân Cumhuriyete doğru yürüyor biçimde toplamaya çalışıyorduk. Büyük Millet Meclisi'nden daha büyük makam olmadığını telkinde direnerek saltanat ve halifelik makamları olmaksızın devleti yönetmek olanaklı olduğunu kanıtlan mak gerekiyordu. Devlet başkanlığından sözetmeksizin, onun görevlerini fiilen Meclis başkanına gördürüyorduk. ...Kabine düzenine geçmekten kaçmıyorduk; çünkü hemen salnatçılar, padişahın yetkilerinin kullanılması gereğini ortaya atacaklardı.145 «Anayasada Üzüntü Konusu Noktalar» Devletin laikleştirilmesi yönündeki devrimci çabalarda,- Mustafa Kemal'in insan ve ulus sevgisiyle-
biçimlenen nasıl üstün bir siyaset sanatı örneği verdiğine Anayasa hazırlanışlarında tanık oluyoruz. Bunu da yine O'nun sözleriyle, NUTUK'tan izliyelim. Bu sözlerinde laiklik kavramının da en doğru tanımını buluyoruz. Efendiler, halifelik ve din sorunlarıyla uğraşıldığı sıralarda, kamu oyu ve özellikle aydın kamu oyu için, Anayasa'daki bir noktanın şaşkınlık konusu olduğunu öğrendik. Cumhuriyetin ilânından sonra da yasada aynı anlaşılmaz konu korunduktan başka anlaşılmıyan ikinci bir noktanın daha ka tıldığım görenler şaşkınlıklarını gizlememişlerdi... Bu noktalan açıklıyayım: 20 Ocak 1921 günlü Anayasa'nın ye • dinci maddesiyle 21 Nisan 1924 günlü Ana-. yasa'nın yirmialtmcı maddesi Büyük Millet Meclisi'nin görevlerinden söz eder. Maddenin başında, Meclis'in ilk görevi olarak, «şeriat hükümlerinin uygulanması» saptanmıştır. İşte, bunun nasıl bir görev olduğunu ve şeriat hükümlerinden ne amaçlandığını anlamakta duraksayanlar vardır. Çünkü sözü geçen maddede Büyük Millet Meclisi'nin: «Yasalan yapmak, değiştirmek, yorumlamak, kaldırmak vb. gibi» sayılan görevleri o denli geniş ve açıktır ki, ayrıca «şeriat hükümlerinin uygulanması», diye bir deyimin bulunması gereksiz görülmektedir. Çünkü «şer'» demek, yasa demektir, «şeriat. hükümleri» demek de, yasa buyrukları demektir; başka bir şey değildir ve olamaz, Başka türlüsü, çağdaş hukuk anlayışıyla
bağdaşamaz. Bu böyle olunca «şeriat hükümleri» terimiyle anlatılmak istenen kavramın büsbütün başka bir şey olması gerer kir. Efendiler, ilk Anayasayı hazırlayanlara ben başkanlık ediyordum. Yapmakta olduğumuz yasa ile «şeriat kuralları» teriminin bir ilişkisi olmadığını anlatmaya çok çalıştık; ama bu terimden, kendi sanılarıncia bambaşkâ. bir anlam çıkaranları inandıramadık. İkinci nokta, efendiler, yeni Anayasanın ikinçi maddesinin başındaki: «Türkiye Devletinin dini, İslâm dinidir» tümcesidir... Bu tümce daha Anayasaya geçmeden çok önce, İzmit'te, İstanbul ve İzmit gazetecileriyle yaptığımız uzun bir konuşma ve söyleşi sırasında bir gazetecinin şu sorusu İİ6' karşılaştım: «Yeni hükümetin dini olacak mı?» Açıkça söyleyelim ki, bu soruyla karşılaşmayı hiç de istemiyordum. Çünkü, pek kısa olması gereken yanıtın o günkü koşullara göre ağzımdan çıkmasını daha istemiyordum. Çünkü uyrukları arasında çeşitli dinlerden topluluklar bulunan ve her dinden olanlar için adaletli ve eşit işlemler yapmak ve mahkemelerinde adaleti, kendi uyruğuna ve yabancılara eşit olarak uygulamakla yükümlü olan bir hükümet, din ve düşünce özgürlüğüne saygı göstermek zorundadır. Hükümetin bu doğal niteliğini, ikircikli anlam çıkmasına yol açacak niteliklerle sınırlamak kuşkusuz doğru değildir.
«Türkiye devletinin resmi dili Türkçedir.» dediğimiz zaman bunu herkes anlar. Hükümetle yapılacak resmi yazışmalarda,. Türk dilinin kullanılması gereğini herkes doğal sayar. Ama, «Türkiye devletinin dini, İslâm dinidir» tümcesi, böyle mi anlaşılıp kabul edilecektir? Bunun doğallıkla açıklanması ve yorumlanması gerekir. Efendiler, gazetecinin sorusuna karşı; «Hükümetin dini olamaz!» diyemedim; tersini söyledim: «Vardır efendim, İslâm dinidir.» dedim. Ama hemen: «İslâm dininde düşünce özgürlüğü vardır» diye sözlerimi açık-: lamak ve yorumlamak gereğini duydum. Demek istedim ki hükümet, düşünce ve. inançlara saygı göstermekle bağımlı ve yükümlüdür. Gazeteci, verdiğim, karşılığı kuşkusuz akla yatkın bulmadı, sorusunu şöylece yineledi: «Yani hükümet, bir dine bağlı olacak mı?» «Olacak mı, olmayacak mı bilemem!» dedim. İşi kapatmak istedim; ama kapatamadım. «Öyleyse, dediler, herhangi bir sorun üzerinde inançlarıma ve düşüncelerime uygun bir görüş ortaya atmaktan hükümet beni engelleyecek ya da bunun için beni cezalandıracaktır. Oysa, herkes kendi içinden gelen sesi susturabilecek midir?» O zaman iki şey düşündüm; biri: «yeni Türkiye Devletinde her ergin kişi dinini seçmekte özgür olmayacak mıdır?» sorusu. Öbürü* Hoca Şükrü Efendi'nin «Kimi yüksek bilgin arkadaşlarımızla birlikte düşündükle-
rimizi, din kitaplarında yer alan belirli ve değişmez Müslümanlık kurallarını yayımlayarak... ne yazık ki yanılgıya sürüklendiği görülen Müslümanlık kamu oyunu aydınlatmayı kaçınılmaz bir ödev saydık.» diye başlayan, «îslâm Halifesinin görevi, din buyruğunu savunup korumakta Peygamberin yerini tutmaktır; dinsel hükümler koymakta da yüce Peygamber Efendimizin vekilliğini yapmaktır.» sözleri. Oysa, Hoca'mn dediklerini uygulamaya kalkışmak, ulusal egemenliği ve dinsel özgürlüğü kaldırmaya çaİışmaktı. Bundan başka, Hoca'mn bilgi dağarcığı «Yezitler» zamanında yazdırılmış zorbalık yönetimiyle ilgili kuralları kapsamıyor mu idi? Öyleyse, anlamı ve kavramı artık her, keşçe iyiden iyiye anlaşılmış olan devlet ve hükümet terimlerini ve millet meclislerinin görevlerini din ve şeriat kılığına sokarak, kimler ve niçin aldatılacaktır? Gerçek bu olmakla birlikte, o gün İzmit'te bu konuda gazetecilerle daha çok konuşmayı uygun bulmadım. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra da, yeni Anayasa yapılırken, «laik hükümet» teriminden dinsizlik anlamı çıkarmaya eğilimli olanlara ve bundan yararlanmak isteyenlere fırsat vermemek amacıyla, yasanın ikinci maddesini anlamsız kılan bir terimin konulmasına göz yumumluştur . Anayasanın ikinci ve yirmialtmcı maddelerinde gereksiz görünen ve yeni Türkiye Devleti ile cumhuriyet yönetiminin ilerici
niteliği ile bağdaşmayan terimler, devrim ve cumhuriyet yönetimi bakımından, o zaman için sakınca görülmeyen ödünlerdir. Ulus, Anayasamızdan bü gereksiz şeyleri ilk elverişli zamanda kaldırmalıdır.110 Mustafa Kemal'in gereksiz şeyler saydığı bu Anayasa hükümleri 9, Nisan 1928 günlü Anayasa değişikliği ile kaldırılmış ve Devlet biçimiyle, Meclisiyle, hükümetiyle, hukuku, eğitimi ile fiilen laik olan deflet düzeninin bu niteliği ile Anayasanın söz konusu hükümleri arasındaki çelişki giderilmiştir. 5 Şubat 1937 günlü Anayasa değişikliği ile de Türk Devriminin 6 ilkesi arasında laiklik ilkesi Anayasaya adıyla anılarak konulmuş oldu. O günkü İçişleri Bakanı olan Şükrü Kaya laiklik ilkesinin açıklamasını ve gereğini şu sözlerle dile getirmişti: , Bu ülke görülmiyen varlıkların ve sorumsuzlukların vicdanlara egemen olmasından, devlet ve millet işlerini görmesinden çok zarar görmüştü. Türk'ün kendi yaptığı yasalar devam etseydi bugünkü bulunduğumuzdan daha çok ileri olur ve uygarlığa daha çok hizmet ederdi.... Madem ki tarihte Deterministiz, madem ki uygulamada maddi olmayı severiz; öyleyse kendi yasalarımızı kendimiz yapmalıyız. Yasaları dünyanın ötesine ilişldn her türlü kaygılardan ve her türlü düşüncelerden arınmış olarak ve günün gereklerini, maddi zorunluluklarını gözönünde tutarak yapmalıyız. Ülkenin maddi yaşamı ancak bu yoldan kurtulur. Onun
içindir ki biz herşeyden önce laikliğimizi ilân ettik ve bunu Anayasamıza koymak is-* tiyoruz.147 b)
Hukukun Laikleşmesi
Devletin laikleşmesi artık hukuk yapıcı, yasa koyucu organı yani T.B.M.M.'ni dine uygunluk vizesinden özgürleştirmişti. , Halifeliğin kaldırılışıyla birlikte Şer'iye Vekâletinin de kaldırılmış olması, kamu hukuku yanında özel hukuk alanının ve adalet dağıtım görevinin de laikleşeceğinin bir belirtisi idi. Nitekim Şer'iye ve Vakıflar Bakanlığını kaldıran yasanın 1. maddesi «Türkiye Cumhuriyeti'nde insan işlemlerine ilişkin olan hükümlerin yasalaştırılıp uygulanması T.B.M.M. ile onun oluşturduğu hükümete aittir» diyerek bu kuralların herhangi bir dinsel kaynaktan çıkarılması yolunu kapatmıştır. Mustafa Kemal bu konudaki gereksinimleri öğ-retici biçimde anlatıma kavuşturmaya özen göstermiştir. Bütün öbür açıklamaları gibi bu konuda açıkladığı düşünceleri de Mustafa Kemal'in Türk devriminin yalnız düşünürü, örgütleyicisi ve programlayıcısı, yürütücüsü olmakla kalmayıp, «öğretmenliğini» de yaptığını açıkça ortaya koymaktadır. Atatürk'ün «Cumhurbaşkanı olmasaydım Milli Eğitim Bakanı olmak isterdim» deyişi de devrimin eğiticiliğine verdiği büyük önemi anlatır. Önce 8 Nisan 1923 günü ilân edilen Halk Fırkası'nm Dokuz ilkesi içinde «Tüm yasaların düzenlenişinde, her türlü örgütte, yönetimin genel ayrıntılarında, genel eği-. İleten: Dr. B. Daver, a.g.k., S. 96-97.
Türkiye
Cumhuriyetinde
Laiklik,
timde, ekonomide ulusal egemenlik ilkeleri uyarınca hareket olunacaktır» denilerek hukukun laik ruhta olacağı saptanmıştır. , 1 Mart 1924 günü T.B.M.M.'nin açış konuşmasında Atatürk hukukun laikleşmesi yönündeki düşüncelerini şöyle açıklamıştır: Adalet örgütüne ve düzeltilmesine yerdiğimiz önemi nasıl anlatsam azdır... Adalete ilişkin anlayışımızı, yasalarımızı, örgütümüzü, bizi şimdiye değin bilinçli, bilinçsiz, etki altında bulunduran, yüzyılın gereklerine , uygun düşmiyen bağlardan bir. an önce kurtarmak (gerekir). Ulus,... her uygar ülkede olan adalet ilerlemelerinin ülkenin gereklerine uyan ilkelerini istiyor. Ulus hızlı ve kesin adaleti sağlıyacak uygar usulleri istiyor. Medeni hukukta, aile hukukunda izliyeceğimiz yol, ancak uygarlık yolu olacaktır. Hukukta «durumu idare etmek» ve boş inançlara bağlılık, ulusları uyanmaktan alikoyan en ağır karabasandır. Türk ulusu üzerinde karabasan hulunduramaz.118 Daha 1 Mart 1922'de T.B.M.M.'ni açış konuşmasında hukuk ve adaletin laik ilkelere göre düzenlenmesi anlayışını yansıtan düşünceleri şöyleydi: Efendiler, çağdaş ilerlemeler ulusların uygar gereksinimlerini genişletmeyi, çoğaltmayı, aydınlatmayı ve uygar gereksinimlere uygun düşen yurttaşlık haklarının varlığını gerektirir. Her devletin, bağlı olduğu töplumsal kuruluşun uygarlaşma ölçüsüne
uygun düşen hukuk kuralları vardır. Dünyadaki tüm uygar devletlerin yurttaşlık yasaları (Medeni kanunları) hemen birbirine pek yakındır. Bizim ulusumuz ve hükümetimiz adalet düşüncesinde ve adalet dağıtımında hiç bir. uygar kavimden aşağı değildir. Belki tarih bu noktada yüksek olduğumuza tanıktır, Bundan dolayı bizim de hukuk kurallarımızın tüm uygar devletlerin yasal düzenlemelerinden eksik olması doğru değildir. Savaşımlarımızın yöneldiği tam bağımsızlık kavramında adalet bağımsızlığımızın da bulunduğu doğaldır. .
...Mecellenin tüm kurallarındaki «za-. manlarm değişmesiyle hükümlerin değişeceği inkâr olunamaz» fıkıh kuralı, adalet siyasetimizde hareket noktamızdır. Bu ilke içinde hareket eden Adalet Bakanlığımız Mecellenin içermediği ya da karşılamadığı çağın insan, gereksinimlerini ufak hükümlerle yeniletip güçlendirmek gereğini-takdir etmiştir.140
5 Kasım 1925'de de Ankara Hukuk Mektebi'ni açış konuşmasında laik hukukun çağdaş, demokratik bir, toplum olma yolundaki vazgeçilmezliğini şöyle açıklamaktadır: Türk devrimi nedir? Bu devrim, sözcüğün ilk bakışta anlattığı ihtilâl anlamından başka, ondan daha geniş bir değişimi anlatmaktadır. Bugünkü devletimizin biçimi,
F.;
15
225
yüzyıllardanberi gelen eski biçimleri bir yana atan en gelişkin biçim olmuştur. Ulusun varlığını sürdürmek için bireyleri arasında düşündüğü ortak bağ, yüzyıllardanberi gelen biçim ve niteliğini değiştirmiş, yeni ulus, dinsel ve mezhepsel bağlantı yerine Türk ulusluğu bağıyla bireylerini toplamıştır. - Ulus, uluslararası genel mücadele alanında yaşama nedeni ve güç nedeni olacak ortam ve araçların ancak çağdaş uygarlıkta bulunabileceğini, kanıtlanmış bir gerçek olarak ilke edinmiştir. Sözün sonucu, efendiler, ulus saydığım değişmeler ve yenilenmelerin doğal ve zorunlu gereği olarak genel yönetimini ve bütün yasalarını ancak dünyevi gereksinimlerden saymış ve gereksinimlerin değişim ve gelişimiyle durmadan değişmesi ve gelişme-r si asıl olan dünyevi bir anlayışı yaşama nedeni görmüştür. Şimdi ortaya çıkan bu büyük eserin anlayışım, gereksinimlerini doyuracak yeni hukuk ilkelerini ve yeni hukuk adamlarını ortaya çıkarmak için girişimlerde bulunmak zamanı' gelmiştir. Yeni hukuk ilkelerinden ... söz ederken ... Türk ulusunun çağdaş uygarlığın niteliklerinden ve verimlerinden yararlanmak için en az üçyüz yıldan beri harcadığı çabaların ne denli üzüntülü ve açık engeller karşısında boşa gittiğini... gözönüne alarak söylüyorum.
, ... T.B.M.M.'nin kuruluşu anlarında onun bugünkü nitelik ve durumunu hukuk ilkelerine ve bilim ilkelerine aykırı sayanların başında ünlü hukukçular bulunuyordu. ...Ulusun atöşli devrim atılımları sırasında sinmek zorunda kalan, eski yasa hükümleri, eski hukuk adamları; çaba göste-. renlerin etkinlik ve ateşi yavaşlamağa başlar başlamaz hemen canlanarak devrim ilkele-* rini ve onun içtenlikli izleyicilerini ve on-< ların değerli ülkülerini mahkûm etmek, için fırsat beklerler... Bu fırsatın (çıkması) eski yasaların varlığı, eski hukuk ilkelerinin yürürlükte kalması ve eski anlayışta... dire-, nen yargıç ve avukatların varlığıyla kesin olur.150 Laik Hukuk Düzeninin Yaşamın Demokratikleşmesine Katkıları Hukukun laikleşmesinde en önemli atılımlar kuş-, kuşuz İsviçre Medeni Kanunu, Alman Ticaret Kanunu ve İtalyan Ceza Kanunu temel alınarak hazırlanan Türk Medeni Kanunu, Türk Ticaret Kanunu ve Türk Ceza Kanunu'nun kabul edilip yürürlüğe gir.mesi olmuştur. Buna koşut olarak Şer'iye Mahkemeleri de kaldırılarak laik yargı düzeni gerçekleştirilmiştir; Bunlarla birlikte bir de «Laik yemin» ilkesinin getirildiğini görüyoruz. Türk Medeni Kanunu şu önemli konularda özgür-ı lüğü gerçekleştirmiştir: a)
Din seçme özgürlüğü: Şer'i hukuk islâni di- ,
ninden çıkmayı (irtidat) idam cezası yaptırımı ile yasaklanan bir suç sayıyordu. Türk Medeni Kanunu 266. maddesiyle «Ergin kişi dinini seçmede özgürdür» kuralını getirmiştir. Bunun gerçek inanç özgürlüğünün bir gereği olduğu â,çıktır. b) Aile kurumumuzun ve evlenmenin laik niteliği, tek karılılığı, eş seçme özgürlüğünü, evlenmeye elverişli biyolojik ve psikolojik gelişme çağı olgusunun gözönünde bulundurulmasını, kadının ve çocukların haklarını sağlamış ve güvence altına almıştır. Kadına erkekle eşit miras hakkı, çocuk üzerinde eşit velayet hakkı tanımıştır. Evlenmenin kesinlikle resini nikâhla yapılmasını yaptırıma bağlayıp (resmi nikâhsız evlilikler hukuken yok sayılır; bu evlilikten doğacak çocuklar ana-babası belirsiz çocuklar sayılırlar), dinsel iıikâhı isteğe bağlı kılmış ve resmi yerler dı< şmda yapılmasını öngörmüştür; eşlerin dinsel inancından kesinlikle bağımsız bir aile kurumu tanımıştır. Eski dinsel nitelikli hukukta gerçi evlenme evlenecek erkek ve kadının rızasına bağlı idiyse de, çok karılılık, nikâhta bir resmi görevlinin bulunmaması, yalnızca dinsel törenin yeterli görülmesi, duyuru, ası gibi gerekli işlemlerin öngörülmemesi, evlenme yaşının çok küçük oluşu, boşanmanın erkeğin ayrıcalığı oluşu ve erkeğe kadın üzerinde her türlü baskı ve zulüm yapabilme olanağı vermesi gibi çok yönlü birçok sakıncalı nitelikler .taşıyordu.' Yargının Laikleşmesi Hukukun laikleşmesinin temel bir gereği de yargı organlarının laiklik ilkesine göre oluşup işlemesidir. Çağdaş toplumda adalet dağıtımı işlevi din adamlarına bırakılamaz. Çağdaş demokratik toplumda bi-
reylerin dini, mezhebi, siyasal inancı, toplumsal sınıl'ı ne olursa olsun adalet dağıtımında eşit işlem görmeleri vazgeçilmez ilkedir. Dinsel kurallara daya-, lı bir yargı düzeninde her türlü özgürlük haklarının ortadan kalkacağı kesindir. Her inançtan insanlar için ayrı ayrı yargı organları. kurulamıyacağına göre mahkemelerin kuruluş ve işleyişini dinden ba^ ğımsız kılmak çağımız dünya koşullarında toplumsal barışın ve refahın vazgeçilmez gereğidir. Türk Devrimi 8 Nisan 1924 günlü ve 469 sayılı. Şer'iye Mahkemelerinin kaldırılması ve mahkeme örgütlerine ilişkin hükümleri değiştiren yasa ile heri düzeydeki dinsel yargı organlarını kaldırmış, böylece müslüman olmıyan . yurttaşların ve yabancıların da Türk yargı düzenine bağımlı olmaları gibi ulusal bağımsızlığın temel bir başka gereği yerine getirilmiş, yargı düzeninde de birlik sağlanmıştır. Laik aile hukuku, laik borçlar hukuku, laik tica-. . ret ve ceza hukukları, laik yargı düzeni, laik yemin kurumu demokratik: bir topluma özgü birlik ve dayanışmanın, yani özgürlük ilkesine dayalı toplumsal uyumun vazgeçilmez gerekleri olduğu gibi, insanın toplumsal yaşamının böylece tüm yönleriyle laik kurallarla düzenlenmesi de Türk insanına dünyayı, toplumu, insanı laik bir görüşle kavramanın hergün pratiğini yaptırmak ve laik anlayışı toplum yaşamımızın her alanında pekiştirmek etkisini doğuruyordu. . Türk Medeni Kanunu aynı zamanda kadın haklarım getirerek, bir toplumun en değerli kaynağı olan insan kaynağının daha iyi yansına (daha iyi, çünkü tüm yeni kuşakları, yeteneklerinin belirlendiği etkilenmeğe en elverişli çağında anneler yetiştiriyor) uygarlığın, özgürlüğün, gelişmenin yollannı açıyordu. Laik hukuk ayrıca Türk devletinin iç işlerine yaban-
cı karışmaları dönemine de hukuk yönünden bir son vermiş oluyordu.151 c)
Eğitim ve Öğretimin Laikleşmesi
Atatürk'ün Türk Devrimine eğitim ve öğretim alanında temel yaptığı görüşleri, eğitim ve öğretimin laikleşmesinin gerekçelerini vei yararlarını anlatacak özelliktedir. Sakarya Savaşı sırasında, 16 Temmuz 1921'de, Türkiye'nin eğitim işlerinin bir programını hazırlamak amacıyla Ankara'da toplanan «Eğitim Kongresi» ni açış konuşmasında özellikle şu noktaları vurgulamaktadır: Yüzyıllar süren derin bir yönetsel savsaklamanın devlet yapısında yol açtığı yaraları iyileştirmek için harcanacak emeklerin en büyüğünü hiç kuşkusuz eğitim ve ekin alanında göstermemiz gerekir... Ancak geniş ve yeterli koşul ve araçlara sahip oluncaya değin geçecek savaş • günlerinde bile yetkin bir dikkat ve özenle işlenip çizilmiş bir ulusal eğitim programı ortaya koymaya ve varolan eğitim örgütümüzü bugünden verimli bir etkinlikle çalıştıracak temelleri hazırlamaya bütün gücümüzle çalışmalıyız. Şimdiye değin izlenen öğretim vei eğitim yöntemlerinin ulusumuzun gerileme tarihinde en önemli bir etken olduğu kanısındayım. Onun için bir ulusal eğitim programından 151
Hukukun laikleşmesi konusunda, benim de yararlandığım daha ayrıntılı bir inceleme için bkz.: Dr. Bülent Da ver, Türkiye Cumhuriyetinde Laiklik, SBF Yayını, 1955.
söz ederken eski dönemin boş inançlarından ve doğal özelliklerimizle hiç de ilişkisi olmayan yabancı düşüncelerden, Doğudan ve Batıdan gelebilen her türlü etkilerden tümüyle uzak, ulusal ve tarihsel karakterimize uygun bir ekini anlatmak istiyorum. Çünkü ulusal dehamızın gelişimi ancak böyle bir ekinle sağlanabilir. Gelişigüzel bir yabancı ekini, şimdiye değin izlenen yabancı ekinlerin, yıkıcı sonuçlarım yineliyebilir. Ekin (düşünsel yol, töre) ortamla ilişkilidir. O ortam ulusun karakteridir. Çocuklarımız ve, gençlerimiz yetiştirilirken onlara özellikle varlığı ile, hakkı ile, bir-> liği ile çatışan tüm yabancı öğelerle mücadele gereği ve ulusal düşünceleri her şeyi bir yana bırakarak her karşı düşünce önünde şiddetle ve özveriyle savunma zorunluluğu telkin edilmelidir. Yeni kuşağın bütün rühsal güçlerine bu niteliklerin ve yeteneğin mal .edilmesi' önemlidir. Sürekli ve korkunç bir mücadele biçiminde beliren uluslararası yaşamın felsefesi, bağımsız ve mutlu kalmak istiyen her ulus için bu nitelikleri şiddetle istetmektedir. işte biz bu kongremizden, yalnız, çizilmiş eski yollarda basitçe yürümenin biçimi üzerinde düşünce alışverişinde bulunmayı değil, belki belirttiğim koşulları yerine getiren yeni bir sanat ve hüner yolu bulup ulusa göstermek ve o yolda yeni kuşağı yürütmek için kılavuz olmak gibi kutsal bir i hizmet bekliyoruz.152
Mustafa Kemal 27 Ekim 1922'de Bursa'da öğretmenlere seslenen konuşmasında laik öğretimin gerekçelerini açıklamayı şöylece sürdürmektedir: ...Bir toplumun hastalığı ne olabilir?' Ulusu ulus yapan, ilerletip aydınlatan güçler vardır: düşünce güçleri ve toplumsal güçler... Düşünceler anlamsız, mantıksız uydurmalarla dolu olursa, o düşünceler hastalıklıdır. Bunun gibi toplumsal yaşam akıl ve mantıktan yoksun, yararsız ve zararlı bir takım. inançlar ve geleneklerle dolu olursa kötürüm oliır. ' Önce düşünce ve toplum güçlerinin kay. naklarmı temizlemekle işe başlamak gereklidir. Ülkeyi, ulusu kurtarmak isteyenler için, yurt sevgisi, iyi niyet, özveri en zorunlu olan niteliklerdendir... Ama bir toplumu çağın gereklerine göre ilerletebilmek için, bu nitelikler yetmez; bu niteliklerin yanında bilim ve teknik gereklidir. Bilim ve teknik girişimleri . (için) okul gereklidir. Okul adını hep birlikte saygıyla, ağırlıyarak analım. Okul genç kafalara insanlığa saygıyı, ulus ve ülkeye sevgiyi, şerefi, bağımsızlığı öğretir... Bağımsızlık ;teh" likeye düştüğünde onu kurtarmak için izlenmesi uygün olan en iyi yolu belletir... Ülke ve ulusu kurtarmağa çalışanların aynı zamanda mesleklerinde birer namuslu uzman .. . ve birer bilgin olmaları gerekir. Bünu sağlıyan okuldur... ... Ulusu yetiştirmek için asıl olan okul-
lanmızınf, Üniversitelerimizin kurulmasında (bilim ve teknik ilkelerini kılavuz yapacağız)... Ulusumuzun siyasal, toplumsal yaşamında,... düşünce eğitiminde de kılavuzumuz bilim ve teknik olacaktır,.1. Okulun vereceği bilim ve teknik sayesindedir ki Türk ulusu, Türk sanatı, ekonomisi, Türk şiir ve edebiyatı, bütün güzel yaratımlanyla gelişir. ... Bir ulusun gerçek kurtuluşu ancak böylece olur... Bence (eğitim) programımızın temel noktaları ikidir. 1 — Toplumsal yaşamımızın gereksinim^ lerine uyması, 2 — Çâğm gereklerine uygun düşmesi. ...Hiçbir mantıksal kanıta dayanmıyan birtakım geleneklerin, inançların korunmasında direnen ulusların ilerlemesi çok güç olur, belki de hiç olmaz. İlerlemede kayıtları, koşulları aşamıyan uluslar yaşamı akla uygun ve işlemsel olarak gözlemliyemez. Yaşam felsefesini genişliğine gören ulusların egemenliği ve tutsaklığı altına girmeye mahkûmdur. Hanımlar, beyler! İtiraf edelim ki biz , üçbuçuk yıl öncesine değin cemaat halinde yaşıyorduk. Bizi istedikleri gibi yönetiyorlardı. Dünya bizi temsil edenlere göre tanıyordu. Üçbuçuk yıldır, tamamiyle ulus olarak yaşıyoruz...163 31 Ocak 1923 günü İzmirlilerle konuşurken medreselere ilişkin bir soruya şu yanıtı veriyordu:
Bizde en çok göze çarpan bir nokta vardır ki, o da herkesin bu gibi sorunlara değinmekten kaçınmasıdır. Medreseler ne olacak, vakıflar ne olacak, dediğinizde hemen , bir direnmeyle karşılaşırsınız. Bu direnmeyi yapanların ne hak ve yetkiyle yaptıklarını sormak, gerekir. Bizim dinimiz en akla uygun ve en doğal bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin doğal olması için akla, tekniğe, bilime ve mantığa uygun düşmesi gereklidir. Bizim dinimiz bunlara tamamiyle uygundur. İslâm toplumsal yaşamında hiç kimsenin bir özel sınıf durumunda varlığını sürdürmeğe hak, kı yoktur... Bizde ruhbanlık yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit biçimde öğrenmek zorundayız. Her birey dinini, diyanetini, inancını öğrenmek için bir yere gerek duyar. Orası da okuldur. Ulusumuzun, ülkemizin kültür evleri bir olmalıdır. Bütün ülke çocukları, kadın ve erkek, aynı biçimde oradan çıkmalıdır. Ama nasıl ki her hususta yüksek okul ve uzman kişiler yetiştirmek gerekliyse, dinimizin felsefi gerçeklerini inceleme, araştırma ve telkin bilimsel ve teknik gücüne sahip olacak seçkin ve gerçek, saygı değer bilginleri de yetiştirecek yüksek kurumlara sahip olmalıyız.184 Yine Üniversite konusunda 1 Mart • 1924'de T.B. M.M.'ni açış konuşmasında şu düşünceleri belirttiğini görüyoruz:
...Eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ilkesinin an yitirilmeden uygulanması gereğini gözlemliyoruz... Üniversitenin varlığı^ na, gelişimine ve yüksek bir üniversitenin ulusun genel eğitimindeki, uygarlık yolunda gelişimindeki kesin etkisine özellikle dikkati çekerim. Türkiye'nin eğitim ve öğretim siyasetini her derecesinde tam bir açıklık.., ile anlatıp uygulamak gerekir.155 Laik temellere dayalı çağdaş bir eğitimi gerçekleştirecek olan öğretmenlere tarihsel seslenişi ise şudur: Öğretmenler, * , Yeni kuşağı; Cumhuriyetin özverili öğretmen ve eğitmenleri, sizler yetiştireceksiniz; yeni kuşak sizin eseriniz olacaktır... Cumhuriyet; düşünce, bilim, teknik, beden bakımlarından güçlü ve yüksek karakterli koruyucular ister. Yeni kuşağı bu nitelik ve yeteneklerde yetiştirmek sizin elinizdedir. Öğretmenler! ' Erkek ve kız çocuklarımızın aynı yoldan bütün öğrenim derecelerindeki öğretim ve eğitimlerinin işlemsel olması önemlidir. Ülke çocukları, her öğrenim derecesinde ekonomik yaşamda etkin, verimli ve başarılı olacak biçimde donatılmalıdır. Ulusal ahlâkımız, uygar ilkelerle ve özgür düşüncelerle beslenip güçlendirilmelidir. Bu çok önemlidir, özellikle dikkatinizi çekerim: korkutma
temeline dayalı ahlâk, bir erdem olmadıktanbaşka güvenilebilir de değildir.150 Medreselerin Kapatılması Daha önce incelediğimiz nedenlerle büyük keşiflerin, icatların reform ve rönesans hareketlerinin dışında kalan Türk toplumunda yüksek öğretim kurumları konumundaki medreseler de büyük bilginler yetiştiremez olmuştu. Çünkü sıkı sıkıya geçmişe ve katı dinsel görüşlere saplanıp kalan, akla yer vermeyip yalnızca «nakle» dayanan, içtihat kapılarını kapatan, «Çin'den bilim almak» şöyle dursun, her türlü yeniliği kâfirlik sayan kurumlara dönüşmüştü. Bundan ayrı olarak Türkçeyi hiçe sayan, Arapça, Farsça dışında yabancı dillere yer vermiyen kurumlar olarak kalmışlardı... Yüksek kamu görevlerine ve bu arada dinsel mevkilere de babadan oğula geçme yoluyla atamalar yapılmış, medreselerde böylece «beşik uleması» türetilmişti. «Ulemayı rüsum» (Resmi bilginler) deyimiyle gerçek niteliği pek güzel özetlenen bu tür sözdebilim adamları, iki yüzlülüğü ve baskıcı yöneticilerin her isteğine göre, çıkar ve mevki karşılığında fetva vermeği bu sözde bilim kurumlarında yaygın uygulamaya dönüştürmüş bulunuyorlardı. Yerlerine «naip» yollıyarak oturduklân yerde maaş alan kadılar, duahanlar türemişti. Mısır'ın El-Ezher medresesinde bile pozitif bilimlere yer verilmeğe başlandığı bir sırada Abdülhamit böyle ulemaya dayandığı için onları gücendirmemeye özen göstermişti. Türkiye'de medreselere pozitif bilimlerle yabancı dil öğretiminin girmer si ancak 1909'dan sonra olabilmiştir. "0
236
a.g.k., C. II, S. 172-173.
Şer'iye ve Vakıflar Bakanlığının kaldırılması üzerine Eğitim Bakanlığına geçen bu medreseler daha sonra kapatıldı. Onların yerine daha sonra İlahiyat Fakültesi ve İmam-Hatip okulları açılması öngörülmüştü. Atatürk'ün sağlığında, O'nun yukarda açıkladığımız «bilim ve teknolojinin ışıklarıyla dupduru olmuş din anlayışı» özleminin gerçekleşememesi, bu öğrenim kurumlarının kurulmasına da elvermemişti. II. Dünya Savaşı sonrası dönemde, çok partili siyasal yaşama yeniden ve bu kez daha. uzun süreli olacak biçimde girilince aşağıda değinileceği üzere, Türkçe•leştirilmiş olan ezanın yeniden Arapça okutulması da içinde olmak üzere daha önce belirttiğimiz anlamda siyasal amaçlı bir «dinsel uyarılış» hareketi eşliğinde İlâhiyat Fakültesi, Yükşek İslâm Enstitüleri, İmamHatip Okulları, ekonominin eğitim kurulularından beklediği işgücü gereklerine uygunluk gözönüne alınmaksızın mantar gibi çoğaldı. Türk çocuklarına Kur'an'ı anlamadan ve Arap harfleriyle okumayı öğreten Kur'an Kursları ile yine Arapça Kur'an'ı Türk çocuklarına anlamadan ezberleten hafız kursları ülke yüzeyine yaygınlaştırıldı. /Bizim incelememiz, büyük Atatürk'ün 100. doğum yıldönümünde yalnızca O'nun özgürleştirici, insancıl, 'çağdaşlaştırıcı düşüncelerinin, ilkelerinin, yöntemlerinin kalıcığmı ve evrenselliğini göstermek, bugün de Türk ulusuna çevresinde toplumsal dayanışma ve demokratik ortak eylem gerçekleştirme olanağı verebilecek tek kılavuz - düşünce - sistemi değerinde öldu,ğunu ortaya koymaktır. Bu nedenle bu incelemede, büynük önderin ölümünden sonra, özellikle 1946'dan başlayıp adım adım genişliyen, bir Cumhuriyet, Başbakanının Said-i Nursi'nin elini öpmesine değin varan, seçim toplantılarında Kur'an'i öperek konuşma-
ya başlama adetlerine ulaşan «din oyunları» üzerinde durmayı uygun görmüyorum^ Yalnız Atatürk'ten sonra açılan dinsel öğretim ve eğitim kurumlarının niteliği konusunda General Fahri Belen'in belirttiği görüşü özetle anmakla yetiniyorum: ... Medresenin adını değiştirmek yeterli değildir. İlahiyat Fakültelerinden, İslâm Enstitülerinden yetişenlerin hezeyanları bu kanımızın doğruluğunu kanıtlıyor. Hafızlık kurumu da yazının türlü türlü okunduğu bir dönemde Kur'an'm yanlış okunmaması ve ayetlerin aynen korunması gibi yüksek bir amaçla kurulmuştu. Basımcılığın çok ilerlediği bir zamanda Türk çocuklarına bütün Kur'an'ı anlamadan ezberletmek, dinin amacına ve gerçeğine uygun değildir.157 Mustafa Kemal'in 22 Eylül 1924 günü Samsun öğretmenleriyle yaptığı konuşma da eğitimin laikleşmesi yolundaki sarsılmaz görüş ve iradesini, temel dünya v e toplum anlayışını anlatmaktadır: . Dünyada her şey için, uygarlık için, başarı için en doğru yol gösterici bilimdir, tekniktir. Bilimin ve tekniğin dışında yol gösterici aramak aymazlıktır, bilgisizliktir, sapkınlıktır. Yalnız bilimin ve tekniğin yaşadığımız her dakikadaki aşamalarının evrimini kavramak ve ilerlemelerini zamanla izlemek şarttır. Bin, ikibin, binlerce yıl önceki bilim ve teknik dilinin çizdiği ilkeleri, şu kadar bin yıl sonra bugün aynen uygulamaya kaliB7 Fahri Belen, «Atatürk Devrimi ve Din,» Atatürk, Din ve Laiklik, a.g.k., S, 81.
kışmak kuşkusuz bilim ve tekniğin içinde bulunmak değildir. ... Bütün dönemlerde Türk kendi ruhunu, benliğini, yaşamını unutmuş; nerden geldiği belirsiz bir takım başların bilinçsiz ara-, cı olmak durumuna düşmüştür... varlığıyla herhangi bir amaca, sonucu aşağılık olan. tutsaklık olan, boş yere köle olmaya varan aşağılatıcı .bir hedefe sürüklenmiştir... Bütün bu bağımlılıkların, aldığı ulusallığa - aykırı eğitimin gereği olduğunu kavramaksı-. zın, sağlam bir eğitimin eseri olduğu kamsıyla uyguluyordu... • ... Bununla birlikte, hatırlamak gerekir ki, o baskı altında bile bizi bugün için yetiştirmeğe çalışan gerçek ve özverili öğretmenler, eğiticiler eksik değildi... ...En önemli, en temel nokta eğitim sorunudur. Eğitimdir ki bir ulusu ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum durumunda yaşatır, ya da bir ulusu tutsaklık ve düşkünlüğe bırakır. Efendiler, eğitim sözcüğü yalnız olarak kullanıldığı zaman herkes kendince amaçlanan bir anlayışa gider. Ayrıntıya girişilirse eğitimin hedefleri türlülenir. Örneğin dinsel eğitim, ulusal eğitim, uluslararası eğitim,... Bütün bu eğitimlerin hedefleri başka başkadır. Ben, burada yalnız yeni Türk Cumhuriyeti'nin yeni kuşağa vereceği eğitimin ulusal eğitim olduğunu kesinlikle belirttikten sonra öbürleri üzerinde durmıyacağım. ... Ne yazık gerçek durum şudur ki yeryüzündeki üçyüz milyonu aşkın Müslüman
yığınları şunun ya da bunun tutsaklık ve düşkünlük zincirleri altındadır. Aldıkları manevi eğitim ve ahlâk onlara bu tutsaklık zincirlerini kırabilecek insanlık niteliğini vermemiştir, veremiyor. Çünkü eğitimlerinin hedefi ulusal değildir. Efendiler, ulusal eğitimin ne demek olduğunu bilmekte artık hiç bir türlü karışıklık kalmamalıdır. Bir de ulusal eğitim ilke olduktan sonra onun dilini, yöntemini, araçlarını da ulusal kılmak zorunluluğu tartışma götürmez. Ulusal eğitim ile geliştirilip yükseltilmek istenilen genç kafaları bir yandan da paslandırıcı, uyuşturucu, düşsel gereksizliklerle doldurmaktan dikkatle kaçınmak gerekir. ...Ömrünü medreselerde din bilimleri öğrenip öğretmekle geçiren bir kimse bir kitabın bir satınnı (Kur'an'dalci «vettini vezzeytuni...» cümlesini, Ö.O.). Türkçe anlatabilmek için böyle bir gereksinim (yarım saat düşünmek). belirtirse ulüs, ulusun üyeleri ne desin? Onun için efendiler, genç kuşağın kafasım yormadan, onun her şeyi alıp yutmaya açık levhaları (beyni, Ö.O.) gerçeğin izleriyle süslenmelidir.158 Mustafa Kemal'in 1 Mart 1922 günü T.B.M.M.'ni açış konuşmasında eğitim üzerine belirttiği düşünceler, bugün tüm ileri toplumların eğitim alanında bayrak yaptıklarını gördüğümüz «kuramsal öğretimin kesinlikle uygulama ve araştırmayla birlikte yürütülmesi gerektiğini» de içermekteydi: 168 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, a.g.k., C. II, S. 194-199.
240
... İnsanlar yâlnız maddi değil, özellikle bu maddi güçlerde yatan manevi güçlerin etkisi altında çalışırlar. Uluslar da böyledir. Manevi güç ise özellikle bilim ve inanç ile yüksek biçimde gelişir. Öyleyse hükümetin en verimli ve en önemli görevi eğitim işleridir. Bu işlerde başarılı olabilmek için. öyle bir program izlemek zorundayız ki o program ulusumuzun bugünkü durumuyla, toplumsal yaşamın gereksinimleriyle, çevrenin koşullarıyla ve çağın gerekleriyle tamamiyle orantılı ve uyumlu olsun. Bunun için çok büyük, ama düşsel ve karmaşık düşüncelerden tamamiyle arınarak gerçeğe delici bir bakışla bakmak ve el ile dokunmak gerekir. Girişilecek şeyin neden ibaret olduğu ancak bu yoldan kendiliğinden ortaya çıkar. Yüzyıllardan beri ulusumuzu yöneten hükümetler eğitimi yaygınlaştırmak arzusunu belirtegelmişlerdir. Ancak bu arzularına varmak için Doğuyu ve Batıyı yansılan maktan kurtulamadıklarından sonuç ulusun kara bilgisizlikten kurtulamaması olmuştur... Bu ülkenin asıl sahibi ve toplumumuzun temel öğesi köylüdür. İşte bu köylüdür ki bugüne değin eğitim ışığından yoksun bırakılmıştır. Öyleyse... genel olarak bütün köylüye okumak, yazmak ve yurdunu, ulusunu, dinini, dünyasmı tanıtacak kadar coğrafya, tarih, din ve ahlâk bilgileri vermek ve dört işlemi öğretmek eğitim programımızın ilk hedefidir. F'.:
16
241
Bir yandan kara bilgisizliği gidermeğe uğraşırken, bir yandan da ülke çocuklarını toplumsal v e ekonomik yaşamda edimsel olarak etkin ve verimli kılabilmek için zorunlu olan ilk bilgileri uygulamalı bir biçimde yermek, eğitim yöntemimizin temeli olmalıdır. Efendiler, uygar ve çağdaş bir toplumun bilim ve kültür yolunda bu kadarla yetinemiyeceği kuşkusuzdur. Ulusumuzun dehasının gelişimi ve bu sayede lâyık olduğu uygarlık mevkiine çık. ması doğaldır ki yüksek meslek adamlarını yetiştirmekle ve ulusal kültürümüzü yüceltmekle olanaklıdır. Bu ilk ve son iki öğretim basamağı arasında orta öğretimin d.e gerekliliği doğaldır. Orta öğretimin amacı ülkenin gereksindiği türlü hizmet ve sanat adamlarını yetiştirmek ve yüksek öğretime aday hazırlamaktır. Orta öğretimde de eğitim ve öğretim . yönteminin uygulamalı ve işlemsel olması ilkesine uymak şarttır. Kadınlarımızın da aynı öğrenim derecesinden geçerek yetişmelerine önem verilecektir.10" Laiklik İlkesi Karşısında Devlet Okullarında Din Öğretim ve Eğitimi .Eğitim birliği yasası uygulanmaya başladıktan bir, süre sonra, 1930 yılında kent ilkokulları programla-
nndan, 1939'da da köy ilkokulları programlarından din derslerinin kaldırılmış olduğunu görüyoruz. 10 Haziran 1933 gün ve 2287 sayılı «Eğitim Bakanlığı Merkez Örgütü ve Görevlerine İlişkin Yasa» eğitimde ulusallık-laiklik ilkesini temel almıştır. 1935 CHP programı da ulusal eğitimden söz ederken «laik yurttaş yetiştirmek, öğretimin her aşaması için zorunlu öz;en konusudur» dernektedir. «Eğitimin her türlü boş inançlardan, yad. ve yabancı düşüncelerden uzak, üstün, ulusal ve yurtçu» olması istenmektedir. Halifelikle birlikte Şer'iye Vekâleti, Sıbyan okulları, medrese ve tarikatlar... kaldırılırken, «... din konularında yüksek uzmanlar yetiştirilmek üzere üniversitede bir İlâhiyat Fakültesi, imam ve; hatiplik gi-^ bi din hizmetlerinin yerine getirilmesiyle yükümlü memurların yetişmesi için de ayrı okullar» açılması , öngörülmüştür. Başka deyişle zorunlu öğrenim çağı (6-15 yaşlar) boyunca çocukların gideceği okullarda din eğitimi yapılmıyacaktır. Her çocuk ailesinde, ana-babasmdan, başka aile büyüklerinden alacağı dinsel öğrenim ve eğitimi, bilim ve tekniğin gereklerine, demokratik bir ulusal kültürün isterlerine göre düzenlenen ilk ve ortaokullarda geçireceği zorunlu öğrenim çağım bitirdikten sonra bilinçli ve bilgili olarak kendisi oluşturup geliştirecektir. Atatürk «dine ilişkin duyguların bilim ve tekniğin ışıklarıyla arınıp dupduru olması ve yücelmesi» ile böyle bir sonucu amaçlıyordu. İslâm dini de böyle bir oluşuma elverişli özelliktedir. Örneğin Hıristiyanlıktaki gibi örgütlü kiliisenin, ruhban sınıfının vb. müslümanlıkta bulunmaması, bireyin dinsel görüş ve kamlarını «ruhban» dan olmıyan herhangi bir kimseyle (annesi, babası, kardeşi... ile) • konu-
şarak, ama asıl kendi bilinçli çabasıyla oluşturmasının ilke olması, mesleği dinsel eğitim olan bir zümreyi bu dinin tanımaması, laik toplumu gerçekleştirmeyi kolaylaştırıcı özelliklerinin başlıcalarıdır. Bu özelliklerden, demokratik, uyumlu, birlik içinde bir toplum gerçekleştirmede yararlanılmalıdır. Şeyh Sait ayaklanması, Serbest Fırka deneyiminin bozgunculuğa araç yapılmak istenmesi, Menemen olayı, vb. yukarda sözü geçen dinsel meslek okullarının açılmasını geciktirmiştir. Atatürk'ten sonra,, çok partili dönemde ise dinsel öğretimin ne denli siyasal sömürü aracı kılındığı, yurt çocuklarının laiklik ilkesine ve eğitim birliği yassısına aykırı biçimlerde çolc küçük yaşlardan da başlıyarak karanlıkçı emeller uğruna nasıl beyinlerinin yıkandığı bilinmektedir. Atatürk dönemi, «laik devlette zorunlu öğrenim çağı okullarında din dersi olmaz» gerçeğine önemli ve artan ölçüde tutarlı olarak uymuştur. Bu konuyla ilgili olarak 1946'dan başlıyan ve yoğunluğu giderek artan «okullarda din dersleri» uygulaması konusuna bu incelemede girilmiyecektir. Ancak laik devletin zorunlu öğrenim,çağı okullarında neden din derslerine yer olmaması gerektiğine değinmeği, hem Atatürk'ün bu konudaki düşüncelerini tanıtmak, hem de kendi görüşlerimi açıklamak bakımından gerekli görüyorum. Her şeyden önce şunu saptıyarak konuya virmek gereklidir: Laiklik, okullarda yetişen kuşaklara tanrıtanımazlık öğretmek demek değildir. Atatürk'ün düşüncelerinde de, Türk Devrimi uygulamalarında da bu gerçeğe kesinlikle uyulmuştur. ' Diyanet İşleri Başkanlığı örgütünün laik devletin bir kuruluşu olarak korunması tartışmasıyla ilgili
jj
olarak belirtildiği üzere, Türk Devriminin, toplumdan dini kaldırmak gibi bir amacı asla yoktur. Ama: Türk Devriminin ve onun düşünürü, mimarı, mühendisi olan Atatürk'ün ulu amacı,, çağdaş, uygar insanlığın onurlu, gelişen bir parçası olabilmek ve öyle kalabilmek için, bilimsel bir zorunluluk olarak, «ulusal, demokratik bir sivil toplum» çerçevesinde biçimlenip örgütlenmekti. ' . Laiklik ilkesi yüksek değerini bağımsız, demokratik, ulusal bir sivil toplum için vazgeçilmez oluşundan almaktadır. Öyleyse devlet okullarında din dersleri konusu «bağımsız, demokratik, ulusal bir sivil toplum» ilkesiyle bağdaşıp bağdaşmadığı açısından ele alınıp incelenmelidir. Demokratik bir düzen için temel işlerlik koşulu şudur: Kendisini zor- yoluyla kabul ettirmeye dayalı, kendisine aykırı düşünceleri küfür, insanlık-dışı, vatan-hainliği... vb. nitelemeleriyle niteleyen, şiddet kullanarak önlemeyi de ödev, sevap, yurtseverlik... sayan hiçbir düşünüşe (bu bir din de olsa) okullarda öğretilmek şöyle dursun, örgütlenme ve basın, radyo, TV, toplantı-gösteri gibi yollarla anlatım olanağı da tanımamak. Îşte din eğitimi konusunda da ölçü bu olmak gerekir. Atatürk'ün düşüncelerinde ve uygulamaya koyduğu Türk Devrimi'nin «bütünlüğü»nde ölçü, amaç budur. Bir kez her toplumda değişik dinden insanlar bulunduğu; her dinin bir çok mezheplere bölünmüş olduğu; her din ve mezhebin kendisini «hak», kendi dışındaki her düşünüş ve inancı ise «küfür», «batıl», ... saydığı ve «ilâ-yı kelîmetullah»ı, «cihat» da içinde olmak
üzere, farz ve en üstün sevap saydığı; Tanrı düşüncesine dinlerinkinden farklı aıılam veren insanların ve herhangi bir dinsel inanç beslemeğe gerek görmiyenlerin de bulunduğu gerçeklerini görmezlikten gelerek soruna bakmak, daha baştan geçersizdir. Çünkü bu gerçeklere göz kapamak, anti-demokratik olmayı bilerek ya da bilmiyerek benimsemek demektir. Böyle bir tutum, ancak «hotbehot» kendi görüşünü herkese kabul ettirmek isteği ile, bu isteği meşru, haklı... saymakla açıklanabilir ki, «topluma zor yoluyla herhangi bir biçim verme amacı» niteliğinde olduğu için yasaklanması demokrasi gereğidir. Türljc Devrimi'nin bu konudaki dayanak ilkesi işte bu demokrasi kuralıdır.' «Yeni Cumhuriyette her ergin kişinin dinini seçme özgürlüğü olmıyacak mıdır?» canalıcı sorusunu soran Atatürk'ün çok güzel belirttiği üzere, insanlıkta din duyguları bilim ve tekniğin ışıklarıyla dupduru ve mükemmel oluncaya değin din oyunu aktörlerine her zaman rastlanması da kaçınılmazdır. Yapılması gereken şey, dini birey vicdanlarına bırakıp din oyunu aktörlerine herhangi bir fırsat vermeden, tüm yurttaşların Atatürk'ün özlediği bir yüksek .din anlayışına ulaşabilmelerini sağlamak, yani ergin kişilerin kendi inançlarını, ana-kucağmda aldıklarını bilinçli çabayla geliştirerek bizzat oluşturmalarını ve başka her bireyin bu hakkına saygı gösterecek biçimde yetişmelerini sağlayacak bilim ve teknoloji eğitimini tüm yurt yüzeyine yaymaktır.100 100
Din
özgürlüğünün
ceza
yasalarıyla
korunan
bir
içeriğe
kavuşması, B a t ı A v r u p a ve özellikle k u z e y Amerika'da 1 da devletin dinin koruyucusu o l m a k d u r u m u n d a n çıkması ve
Türk Devrimi tüm ilkeleriyle tutarlı bir bütün olarak böyle, insanlık ölçüsünde geçerli, evrensel boyutta değerli bir yaklaşımdır. Okullarda din derslerine yer vermemek bu tutarlı bütünlüğün bir gereğiydi. Tıpkı din oyunu aktörlüğü yapmak isteyen, bu yolla ulusal, demokratik bir sivil toplum olmanın zorunlu gereği laik dayanışma ortamına olanak bırakmıyacak biçimde yurttaşlar arasındaki din, mezhep, inanç ayrılıklarını birbirine. karşı kin, nefret duyma nedeni . haline getiren kuruluş ve kişilerin bu etkinliklerini ön-r lemenin demokrasi gereği olması gibi.101 Bu açıklamalar, Atatürk'ün bu konudaki görüşleriyle de uyum içindedir: ...Cuma günlerini hava alma ve dinlenme günü yapmakla akla çok uygun bir iş yapmış oldunuz. Birer haftada bir günlük , dinlenme hem sağlığımız için, hem de din gereği olarak gereklidir. Biliyorsunuz ki şeriatte Cuma namazından amaç herkesin dükkânlarını kapatarak, işlerini bırakarak bir arada toplanmaları ve islâmlarm genel sorunları üzerine dertleşmeleri idi. Bu kadarcık bir gerçeği size herhangi bir kişinin, milletvekili olsun, ben olayım, hacı olsun, hoca olsun, «bu yapılan şey dine aykırıdır»; demesi gibi saygısızlık, dinsizlik, inançsız-. bireyi
kilisenin
baskılarından
özgürleştirmesi
biçiminde
olmuştur. Bkz.: D r . Çetin Özek, Türkiye'de Laiklik, I . Ü . H u k u k Fakültesi Yaiyırjı, 1962, S. 195. Laiklik
konusunu
Ceza. H u k u k u
Kamu
Hukuku
açılarından
ayrıntılı
ve Devlet Felsefesi olarak
ele a l a n
lemeler için bkz.: D r . B ü l e n t . D a v e r , T ü r k i y e tinde Laiklik, S B F Y a y ı n ı ,
1955; D r .
ile
ince-
Cumhuriye-
Çetin Özek,
ye'de Laiklik, İ Ü . H u k u k Fakültesi Y a y ı n ı , 1962.
Türki-
hk olamaz. Değerli sanatkârlar, sevgili ar-r kadaşlar, bizi yanlış yola yönelten kötü insanlar bilirsiniz ki çoğunlukla din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldatagelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz, görürsünüz ki ulusu yok eden, tutsak eden, yıkan kötülükler hep din kılığı altındaki küfür ve lânetli davranışlardan gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırırlar. Oysa, hepimiz, müslümanız, hepimiz dindarız, artık bizim dinin gereklerini öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına gereksinimimiz, yoktur. Analarımızın, babalarımızın kucaklarmda verdikleri dersler bile bize dinimizin temellerini anlatmağa yeterlidir... Özellikle bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile hangi şeyin dine uygun olup olmadığını , kolayca değerlendirebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa, kamu yararınâ uygundur, biliniz ki o bizim dinimizede uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, ulusun yararına, islâmın yararına uygunsa kimseye sormayın. O şey dine uygundur. Eğer' bizim dinimiz akla, mantığa uygun düşen bir din olmasaydı en olgun olmazdı, son diri. olmazdı.102 Türk ulusu daha dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek '
istiyorum. Dinime, gerçeğin kendisine nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum. Bilince karşı, ilerlemeye engel hiçbir şey İçer-
ik
248
A t a t ü r k ' ü n Söylev ve Demeçleri, a.g.k., C. II, S. 127.
miyor. Oysa Türk ulusu içinde daha karışık;, yapay, geçersiz inanışlardan oluşan bir din daha var. Ama bunları benimsemiş olan bilgisizler, düşkünler, sırası gelince aydınla^ nacaklardır. Onlar ışığa yaklaşmazlarsa kendilerini yok olmağa mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız.10.3 Büyük dinimiz çalişmıyanın insanlıkla ilgisi olmadığını bildiriyor. Kimileri çağdaşolmayı kötü sanıyorlar. Asıl kötü onların bu sanılarıdır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı İslamların kâfirlere tutsak olmasıni istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil kafayladır.104 Her şeyden önce... ruhbanlığı reddeden bu din tekel kabul etmez. Örneğin bilginler; aydınlatma görevi kesinlikle bilginlere ait olmadıktan başka dinimiz de bunu kesinlikle yasaldar. Öyleyse biz diyemeyiz ki bizde özel bir sınif vardır, başkaları dinsel aydınlatma hakkından yoksundur. ... Bizim yüce dinimiz her erkek ve kadın müslümana âmmeyi incelemeyi farz kılıyor ve her erkek ve kadın müslüman din üyelerini aydınlatmak ile yükümlüdür. ... Bilimsel kılık altında gerçek bilimden uzak, gereği, kadar öğrenim yapmamış, bilim yolunda gereği ölçüsünde ilerliyehıemiş. hoca kılıklı bilgisizler de vardır. 103
ileten S. 66.
Enver
Ziya
Karal,
Atatürk'ten
Düşünceler,
a.g.k.,
... İslâmlığın ruh ve gerçeğini kavramış ölân bilginlerimiz karşısında imansız, hain ulema da vardır, ama bunları onlara karıştırmak olmaz.10® Ama şurayı düşünmenize sunarım ki böyle bayağı ve alçak aldatmalarla hükümdarlık yapan halifeler ve onlara dini araç yapacak ölçüde alçalan yalandan ve imansız bilginler tarihte her zaman rezil olmuşlar, rezil edilmişler ve hep cezalarım görmüşlerdir... Dini kendi tutkularına araç yapan hükümdarlar ve onlara yol gösteren hoca sanlı hainler hep bu sona düşmüşlerdir... Artık bu ulusun ne öyle hükümdarlar, ne pyle bilginler görmeğe katlanma gücü ve olanağı yoktur... Eğer onlara karşı benim şahsımdan bir şey (kişisel tutumum) anlamak isterseniz, derim ki ben kişi olarak onların düşmanıyım,' onların olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim kişisel inancıma değil, yalnız benim amacıma değil, o adım benim ulusumun yaşamıyla ilgili, o adım ulusumun yaşamına karşı bir . kasıt, o adım ulusumun yüreğine gönderilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı düşüncedeki arkadaşlarımın yapacağı şey kesinlikle ve kesinlikle o adımı atanı tepelemektir. Kuşku yok ki arkadaşlar, ulus bir çok özveri, bir çok kan karşılığında en sonunda elde ettiği' yaşam ilkesine kimseyi saldırtmıyacaktır. Bugünkü hükümetin, Meclisin,
yasaların, Anayasanın nitelik ve varlık nedeni hep bundan ibarettir. Sizlere bunun da üstünde bir söz söyliyeyim: Bir varsayım olarak bunu sağlıyacak Meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar karşısında üerkes' çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm.10'1 Konya Sultanisi'ndeki öğretmen ve öğrencilere yaptığı konuşmada (21 Mart 1923) şunları belirtiyor: ... Bilginlerimizin çabasıyla, gerçek bilim adamlarının gerçek şer'i ilkelere başvurmasıyla, bugünkü yönetimimizin asıl şer'in ve dinin ruhundan alınmış olduğunu ve islâmiyet gerçeğinin bize asıl bugünkü biçimi buyurduğunu anlatmakla yapacakları görevler, gerçekten değerli ve önemlidir.107 ç)
Kültürün Laikleşmesi
Tarikat,< Tekke ve Türbelerin Kaldırılması 30 Kasım 1925 gün ve 677 sayılı tekke ve zaviyelerin kapatılması ve tarikatların yasaklanmasına ilişkin yasa şunları öngörüyordu: Türkiye Cumhuriyeti içinde gerek vakıf yoluyla, gerek mülk olarak şeyhinin tasarrufu altında, gerek başka biçimlerde kurulmuş bulunan tekkeler ve zaviyeler sahiplerinin başka türden mülkiyet ve tasarruf hakları salçlı kalmak üzere tümüyle kapatılmıştır. Bunlardan konulmuş usulleri içinde ca-', ı«o
Atatürk'ttn Söylev ve Demeçleri,
a.g.k., C. I I , S. 144-146.
A t a t ü r k ' ü n Söylev .ve Demeçleri, a.g.k., C. I I , !j
154-155.
251
mi ya da mescit olarak kullanılanlar kalır. Genellikle tarikatlarla, şeyhlik, dervişlik,, müritlik, dedelik, seyitlik,( çelelpilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik, falcılık, büyücülük,' üfürükçülük . ve bilinmezlikten haber vermek ve murada kavuşturmak amacıyla, nushacılık gibi san ve sıfatların kullanılması ile bu san ve sıfatlara ilişkin hizmet yapılması ve giysi giyme yasaktır. Türkiye Cumhuriyeti içinde sultanlara ait ya da bir tarikata yahut yarar elde etmeğe dayalf olanlarla tüm öbür türbeler kapatılmış ve türbecilikler kaldırılmıştır... Tarihsel olarak Hindistan ve Mısır'da doğup Hıristiyan dünyasına da, İslâm dünyasına da buralardan girmiş olan tarikatlar, Hint Yogilerinin tapınışlarına (zikr ve riyazet) benzer biçimde: inziva (yalnızlık) ve İ'tikâf'a (tek başına tapınma) çekilme, kendini tanrılaştırma (eııe'l Hak) , keşif ve keramet türünden ilk çağ kâhinlerinde görülen roller gibi etkinliklerin yer aldığı Orta Çağ toplumu kurumlarmdaiıdır. Feodal dönemin mesleki ve toplumsal dayanışma sağlayıcı kuruluşlârından idiler. .Yöntem, inanç, tapınma bakımlarından bir çok dal ve kollara ayrıldıkları görülmüştür. Dinsel baskının arttığı, toplumsal, siyasal, ekonomik güvensizliklerin yaygın olduğu dönemlerde umutsuzlukların tehdidindeki insanlara oyalanma yeri olmuşlar ve olmaktadırlar.108 Şeriatçılıktan farklı olarak tarikatçılık bir halk •hareketidir. Nitekim islâm dünyası tekke (dayanacak: " 8 . F a h r i Belen, « A t a t ü r k D e v r i m i ve D i n , » Laiklik,
a.g.k.'daki
makale.
Atatürk, D i n
ve
yer)lerle dolmuştur. Şeriatçıların tarikatları sapkınlık •olarak gördüğü olmuş ise de bunlar küral olarak barış ve dayanışma içinde bulunagelmişlerdir. yüzyıl ortalarında Ahmet Yesevi'nin kurduğu v e Şamanlık ile başka Türk. geleneklerini, Türk dilini dine ve tapınmaya sokan Yesevi Tarikatı Anadolu'ya gelen Babailerin, Bektaşilik ve Kalenderlik gibi tarikatların kaynağı olmuştur^ \Bunun yanında Fars diline önem verdiği için rhalk arasında yayılmayıp aydınlar arasında tutunan Mevlevilik tarikatı, Türk kültürüne karşı sünni îran kültürüyle çıkan Nakşibendi Tarikatı ve yeniliklere .karşı koyan Zeyni Tarikatları Osmanlı ülkelerine yayılmıştı. Osmanlı ulemasının da desteklediği bu tarikatlar yobazlığı da birlikte yaydılar.109J Bir yandan da Ali'ye bağlılıklarından dolayı Türk kökenli tarikatlar aşağılanarak tarikat mücadelelerime devlet-tarikat jnücadelesi ve bölünmesi de eklenmiş oldu. Arap-Acem kaynaklı tarikatler ulemayla birleşerek Arap kültürünü yaydılar. Medrese Arap kültürüne bağlıydı; "İdareye devşirmeler egemendi. Tarikatlar da çoğunlukla Arap-Acem kültürünün yayı•cısı olunca, Türk halkı kendi yurdunda aşağılanma içinde kaldı. «Kaba Türk», «Etrâk-i bi-idrâk» (anlayışsız Türkler), «etrâk-i riâpâk» (pis Türkler) ... türünden önyargılar bu ortaîrim ürünüydü." Mesihî adlı bir şair bu durumu şu acı dizelerle eleştiriyordu: «Mesihî, gökten iusen sana yer yok, Yürü var gel Araptan ya Acemden.» İşte tarikatların ve bunlara bağlı zikir, ibadet, aoû
p . Belen, Mustafa
« A t a t ü r k D e v r i m i ve D i n , » Akdağ,
Türkiye'nin
D T C F Y a y ı n ı , C. I I .
İktisadi
a.grjn.; ayrıca ve
İçtimai
1
bkz.:
Tarihi,
öğretim, dayanışma yerleri olan tekkelerin, zaviyelerin kapatılması yalnız çağdışı gerilik : yuvalarından toplumun kurtarılması anlamına gelmemekte, Türk haikmm ulusal bilinç, ulusal birlik ve dayanışma bilinci oluşturmasının bir bölüm engellerinin temizlenmesi önemini de taşımaktaydı: Türk Devrimi ve Atatürk düşmanlığında Türk ulusal bilinçlenmesine karşı olan, Türklüğü aşağılayıp küçük gören öğeler bugün bile üstü örtülü de olsa bulunmaktadır.110 (/ Tarikatların kaldırıldığı tarihte. yalnız İstanbul'da 16 tarikat ve 438 tekke bulunmaktaydı. Bunlar ve daha nicelerinin pirleri, şeyhleri «keramet, keşif sahibi evliyalar» sayılıyor, «gaipten haber verdiklerine», «şeytana, cinlere hükmettiklerine», «hayvanın kemik artıklarını okuyarak onu canlı duruma getirdiklerine», «ramazan ayında, süt çocuğu iken bile -oruç gereğianne memesi emmediklerine», «kızdığı adamı bin yıllık yere fırlatıp geri getirebildiklerine», «uçarak beş vakit namazı değişik yerlerde kılabildiklerine » «Tanrı ve peygamberlerle görüştüklerine»... inanılırdı.171 jj! Tarikatçılıkta kesin! itaat vardır. Dünyadan el„ etek çekip şeyhe bağlanmak zorunludur. Doğu Anadolu'da Şeyh Sait ayaklanması (13 Şubat 1925) şeyhlerin, müritlerin, din ve tarikat ticareti ile geçinenlerin dış kışkırtmalarla da desteklenen olumsuz etkilerini ortaya koymuştu. İşte bu niteliklere sahip tarikatların yaygınlığı karşısında 13 Aralık 1925'de tarikatlar, tekkeler, zavn yelerin kapatılması, çağdaş demokratik, özgür, gelişkin, ulusal kimlik sahibi bir toplum gerçekleştirebilmenin doğal ve zorunlu gereği idi. , ip iti
f . Belen, a.g.m.
«Atatürk Devrimi
ve D i n , »
a.g.m.
Bunlar gibi türbelerin de kapatılması bir zorunluluk olmuştu. Bilindiği gibi islâm dininfe göre mezar ziyareti bir dua ve anmadan ibaret kalmak gerekirken, zamanla ilkçağ geleneklerine benzer bir nitelik alıp tapınma, dileme, adak adama, mum yakma yerlerine dönüşmüştür. Sadakalarla, adaklarla geçinen, tembel, sömürgen insanlara çıkar kaynağı, boş inançj ve safsataların yuvası durumuna gelmiştir. Ulusal kişilikleri, büyük düşünürleri tanımak, ulusun, toplumun sanat ve felsefe değerlerini tanıtıp yaşatmak yerine, Arap ve Acemden gelmiş şeyhlerin, seyitlerin türbelerinin tapınmak, günahtan, belâdan, hastalıktan arınıp korunmak için' adak ve dilek yerlerine dönüştüğü, ruhsal ve maddi temizlikten, düzenden, hoşgörüden, sevgiden yoksun; karanlıkçı etkiler yayan kurumlar durumuna girmişlerdi.112 Mustafa Kemal 30 Ağustos 1925 günü Kastamonu'da yaptığı konuşmada şunları söylüyordu: Efendiler, yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tümden çağdaş ve bütün anlam ve biçimleriyle uygar bir toplum' durumuna ulaştırmak... Şimdiye değin ulusun kafasını paslandıran, uyuşturan... düşünüşte bulunanlar olmuştur. Herhalde düşünüşlerdeki boş inançlar tümden kovulacaktır. Onlar çıkarılmadıkça kafaya gerçek ışıklarını ulaştırmak olanaksızdır. . Ölülerden yardım dilemek uygar bir toplum için utanç vericidir. Mevcut tarikatların amacı kendilerine bağlı olan kimseleri dünyevi ve manevi olan a.g.m.
yaşamda mutluluğa ulaştırmaktan başka ne olabilir? Bugün bilimin, tekniğin, bütün kapsamıyla uygarlığın saçtığı ışıldar karşısında filân ya da falan şeyhin uyarılarıyla maddi ve manevi mutluluğu arıyacak ölçüde ilkel insanların Türkiye uygar topluluğunda varlığını asla kabul etmiyorum. "^Efehdiler ve ey ulus, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar ülkesi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır. Uygarlığın buyurduğunu ve istediğini yapmak, inşân olmak için yeterlidir. Tarikat başkanları hemen bu dediğim gerçeği bütün açıklığıyla kavrıyacak ve kendiliklerinden hemen tekkelerini kapatacak, müritlerinin artık erginliğe ulaşmış olduldarını elbette kabul edeceklerdir.178^ Atatürk yalnızca çağ dışı düşünüşü ortadan kalrdıimak, vicdanları baskıdan, sömürülmekten kurtarmak, toplumu özgürleştirmek istiyordu. Tapmak ve adak yeri, boş inançların uygulanma ve pekişme yer i olan türbeler, bir süre kapalı kalıp, büyülerini yitirdikten sonra çağdaş bir ulusal toplumun kültürel gelişimindeki yerlerini alabileceklerdi. Nitekim türbelerin tapmak ve adak yeri olarak kullanılmalarını yasaklıyan yasa görüşülürken karşı görüş belirtenler arasında bulunan Hamdullah Suphi (Tannöver)'e Atatürk özel olarak «Karara karşı gelme. On yıl sonra hepsini yeniden açarsın» demiştir.174rv ! Atatürk'ün 174
Söylev ve Demeçleri, a.g.k., C. I I , S. 214.215.
L o r d Kinross, A t a t ü r k : B i r M i l l e t i n Y e n i d e n D o ğ u ş u , S a n der Y a y ı n l a r ı ,
1972, S. 625:
Tarikatçılık, İstanbul'da Nakşibendi Tarikatı şeyhinin kışkırttığı Menemen olayı ile de bir kalkışmada bulunmayı denemiş, ama Kemalist düzence hemen ezilmiştir. Bu demokrasi, bilim ve özgür düşünce düşmanı çağdışı kuruluşlar, siyasal erk tarafından desteklenmedikleri sürece yok olup gitmeğe koyulmuşlardır. 1950'den sonra, yasal biçimde olmasa da yeniden ortaya çıkışlarının etkenleri bu incelemenin çözümleme çerçevesi dışında tutulmuştur. Genel bir açıklamasını ise incelememizin başındaki «gerika1mışlığm toplumbilimsel çözümlemesi» içinde bulmak olanaklıdır. Şapka: ve Giysi Devrimi Türk Devriminin özgür, bilime açık ve çağdaş bir toplumun oluşumunu engelleyen, düşünceleri bilim dışı, dogmatik koşullandırmaların tutsağı kılan dünya görüşünü ortadan kaldırma atılımlarından biri de giysi alanında olmuştur. Orta çağa özgü bir tutum olmak üzere giysilere derin bir simgesel ianlam verme alışkanlığı süregidiyordu. Bunlar içinde başa giyilen fes, gerikalmışlık ve sömürge durumuna düşmenin toplum psikolojisinde doğurduğu aşağılık duygusunun sonucu olarak, şapkayla simgelenen sömürgeci Batıya ve onun yerli işbirlikçisi gayri müslim azınlıklara, «tatlı su frenklerine» karşı bir kimlik kazandırıcı simgeye dönmüştü. Ama bu aynı zamanda Batı'yı uygar yapan her kurumsal ve düşünsel , kültür öğesine toplumu uzak tutan, her yeniliği küfür sayan, özgür ve araştırıcı düşünceyi yasaklıyan, çağın gelişimlerini kavrayıp benimsemekten alıkoyan f bir kafa kapalılığının da simgesi olarak duruyordu. Kadınların çarşaf ve peçie alF.: 17
ı 257
tında saklanmaya, toplum yaşamının dışında kalmaya mahkûm edilmeleri de böyleydi. Mustafa Kemal bu konuda en önemli gerçekleri en doğal açık yürekliliği ile halka söyliyebiliyordu. Çünkü artık karanlıkçı güçler iktidar mevkiinde değillerdi; demokratik gelişmeyi tehdit edebilecek tepkilere girişemezlerdi; girişecek olsalar başaramazlardı. 30 Temmuz 1925 günü Dadaylıİara seslenirken söylediği şu sözler Mustafa Kemal'in bu toplumbilimsel çözümlemeyi bilinçli olarak yapmış olduğupü kanıtlamaktadır: ... Sizi bize başka türlü anlattılar; burası adeta, karabilgisizlik ve koyu tutuculuk . içindedir dediler. Bugün işte görüyorum ki, parlak yüzlerinizde ve gözlerinizde görüyor ve anlıyorum ki, sizi bana anlatanlar çok bilinçsiz ve yalancı imiş! Ben sizden aldığım, esinle onlara yürekten' nefret ediyorum. Benim bütün Kastamonu ilinde olduğu gibi, burada gördüğüm gerçek budur. Büyük düşünceniz ve kafanız ışıkla doludur. Yoksa bugünkü gördüğüm biçimin bir ğünde ortaya çıkarılmasına olanak yoktur. Arkadaşlar, sizi bize böyle tanıttıran, sizi temsil edenlerden kimileridir. Öyle ki onlar sizin gerçek yaşamınıza yabancıdırlar." 6 28 Ağustos 1925 günü İnebolu'da yurttaşlarına, seslenirken, bağımsız bir ulusal, demokratik toplum olabilmek. için bağımlılık dönemine özgü toplumsal, kültürel çelişkiler, tutarsızlıklar ve bölünmelere dei'S
Ayrıntılı bilgi için bkz.: M u s t a f a İmece, A t a t ü r k ' ü n ka
Devriminde
> İş B a n k a s ı
Kastamonu
Kültür
ve1 İnebolu
Yayınları,
1975.
Gezileri,
Şap-
Türkiye
ğiniyor, bunlara ulusun artık müsaade etmiyeceğini belirtip, düşüncede uygar olmanın bir gereği olarak dış görünüşte de uygar bir topluma özgü tutarlı bir ' giyim biçimi benimsemek, fes, sarık, çarşaf, peçe gibi fetişlerin. tutsaklığından kurtulmak gerekliliğini vurguluyordu." 0 . Sevgili kardeşlerim, düşünce ve anlayış sahibi olduğunu büyük olaylarla kanıtlamış olan bu ulus, Allah'ın gölgesi, Peygamberin vekili olduğunu ileri sürmek küstahlığında bulunan halife sanmdaki aymazlara, lcarabilgisizlere, ikiyüzlülere yurdunda, vicdanında yer verebilir miydi? Bunu sizden soruyorum.. Büyük ulus, dünya uygarlık ailesinde saygı değer yere sahip olmağa lâyık Türk ulusu, çocuklarına' vereceği eğitimi okul ve medrese adında birbirinden büsbütün başka iki türlü kuruma bölmeğe daha katlanabilir miydi? Eğitim ve öğretimi birleştirmedikçe aynı düşüncede, aynı kafada bireylerden oluşan bir ulus yapmaya olanak aramak saçmalıkla uğraşmak olmaz mıydı? Efendiler, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkı uygardır. Tarihte uygardır, gerçekte uygardır. Ama ben sizin öz kardeşiniz, babanız gibi söylüyorum, uygarım diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, düşüncesiyle, kafa yapısıyla uygar olduğunu kanıtlayıp göstermek zorunluluğundadır. Uygarım diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı aile yaşamıyla, yaşayış biçimiyle uygar olduğunu göstermek zorunluğundadır. Sözün'sonucu, uygarım diyen, Türkiye'nin gerçekten uygar olan
halkı başından aşağı dış görünüşüyle de uygar ve gelişmiş insanlar olduğunu /fiilen göstermek zorunluğundadırlar. Bu son: sözlerimi açıkça belirtmeliyim ki, bütün ülke ve dünya ne demek istediğimi kolaylıkla anlasın. Bu açıklamalarımı yüksek topluluğunuza bir soruyla yöneltmek istiyorum, soruyorum: Bizini giyimimiz ulusal mıdır? («Hayır» sesleri) Bizim giyimimiz uygar ve uluslararası mıdır? («Hayır» sesleri) Size katılıyorum. Deyimimi bağışlayın. Altı kaval, üstü şişhane diye anlatılabilecek bir giyim, ne ulusaldır ve ne de uluslararasıdır. Öyİeyse giyimsiz bir ulus olur mu arkadaşlar? Böyle nitelenmeğe razı mısınız arkadaşlar? («Hayır, hayır, kesinlikle hayır» sesleri). Çok değerli bir cevheri çamurla sıvayarak başkalarının bakışlarına göstermekte anlam var mıdır? V e bu çamurun içinde cevher gizlidir, ama anlayamıyorlar demek doğru mudur? Cevheri göstermek için çamuru atmak zorunludur; doğaldır. Cevherin korunması için bir koruyacak yapmak gerekirse onu altından ya da platinden yapmak gerekmez mi? Böylesine açık gerçek karşısında duraksamaya yer var mıdır? Bizi duraksamaya yöneltenler varsa onların ahmaklık ve bönlüğünü anlamakta daha mı duraksıyacağız? Arkadaşlar, Turan giyimini araştırıp yeniden canlandırmağa yer yoktur. Uygar ve. uluslararası giyim bizim için çok cevherli,
ulusumuza lâyık bir giyimdir. Onu giyineceğiz. Ayakta iskarpin, ya da potin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kıravat, yakalık, ceket ve doğal olarak bunların tamamlayıcısı olmak üzere başta güneşlikli başlık; bunu açık söylemek isterim: bu başlığın adına şapka denir. Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi, frak gibi... «îşte Şapkamız» diyenler vardır. Onlara diyeyim ki çok aymazsın mz ve çok. karabilgisizsiniz ve onlara sormak isterim: Yunan başlığı olan fesi giymek uygun olur da şapkayı giymek neden olmaz ve yine onlara, bütün ulusa hatırlatmak isterim ki, Bizans papazlarının ve Yahudi hahamlarının özel giysisi olan cüppejd ne vakit, niçin ve nasıl giydiler?... ... Uygarlığm_ coşkun seli karşısında direnme boşunadır. Ve o, aymazlar ve uymayanlar için çok amansızdır. Dağlan delen, . göklerde uçan, göze görünmiyen zerrelerden yıldızlara değin her şeyi gören, aydınlatan, inceliyen uygarlığın gücü ve yüceliği karşısında ortaçağa özgü düşünüşlerle, ilkel boş inançlarla yürümeğe çalışan uluslar yok olmağa ya da hiç olmazsa tutsak olup alçak maya mahkûmdurlar." 7 30 Ağustos 1925 günü de Kastamonululara seslenirken önce «Ulusumuz sağlam bilince sahiptir'. Bilinç hep ileriye ve yeniliğe götürür ve' gerileme kabul etmez bir niteliktir» der ve konuşmasını şöyle sürdürür: • • • >
Cumhuriyet hükümetimizin bir Diyanet İşleri Başkanlığı makamı vardır. Bu makama bağlı müftü, hatip, imam gibi görevli birçok memurlar bulunmaktadır. Bu görevli kişilerin . bilgi, erdem ölçüleri bilinmektedir. Ancak burada görevli olmıyan birçok insanlar da görüyorum ki aynı giysileri giymeyi sürdürmedeler. Bu gibiler içinde çok bilgi. siz, dahası okur-yazar olmıyanlarma rast-' ladım. Özellikle bu gibi bilgisizler kimi yerlerde halkın temşilcileriymiş gibi onların önüne düşüyorlar. Halkla. doğrudan doğruya ilişkide nşrdeyse bir engel oluşturmak sevdasında bulunuyorlar. Bu gibilere sormak istiyorum: Bu görev ve yetkiyi kimden, nereden almışlar? Bilindiği gibi ulusun temsilcileri seçtikleri milletvekilleri ve onlardan kurulu T.B.M.M. ve Meclisin güvenine kavuşmuş Cumhuriyet hükümetidir. Ulusa hatırlatmak isterim ki bu gelişigüzelliğe izin vermek hiç doğru değildir. Herhalde yetkili olmayan bu gibi kimselerin görevli olan kişilerle aynı kılığı taşıma.larmdaki sakıncayı hükümetin dikkatine götüreceğim. Kadın Hakları Feodal toplumun ataerkil aile yapısına özgü kadın anlayışı, dinsel yaptırımlara kavuşmuş olarak, kadını aşağı, zayıf, erkeğin korumasına bağımlı, bu nedenle toplum yaşamının dışında tutmaya dayalı, bir anlayıştı. İçgüdülerine egemen olamıyan zayıf yara-
dılışta bir varlık olarak görülen kadının onurunu ve ahlâkını erkeğin koruması kişisel ve toplumsal bir ödev sayılırdı. İran ve Bizans ile temasa gelene değin, yani müslüman olduktan sonra da bir süre, kadına yüksek bir değer veren ve erkek-kadm arasına duvar çekmeyi düşünmemiş oİan Türkler, İran ve Bizans etkileriyle örtünmeyi, haremliği, çarşafı almaya koyuldular. İslâm dini gelmeden önceki duruma göre kadınların toplumsal yerini daha az elverişsiz kılmış ise de örtünmeyi kabul etmiş, kadına boşanma isteme hakkı tanımamış, erkekleri kadına, üstün, kimi durumlarda erkeğin kadını dövmesini geçerli saymıştır. Bu hükümler uygulamaya daha da sertleşerek geçmiştir. Bizans ve İran'ın Abbasiler üzerindeki etkisiyle başlayıp artan saray sefahatlan, cariyeler, odalıklar, gözdeler, kanlar aynı çatı altında toplanmıştı. Fatımiler Mısır'da kadmlannı din adına 7 yıl süreyle sokağa çıkarmıyorlardı. Bu tür doğaya aykırı uygulamalar türlü sapıklıklara! kaynağını oluşturmuştur.178 Kadının evde kapalı tutulması, harem, selâm aynlığı, çok karılılık, cariye tutma, usulü, erkeğin dilediği anda bir sözü ile kadını aile ocağının dışına atabilmesi, kadınların onurunu, düşünme özgürlüğünü ve dolayısıyla yeteneğini köreltmiş, ikiyüzlülüğü tüm i'S
f.
Belen,
Sami
«Atatürk
1881'de
Devrimi
yayınladığı
a y n ı değerlendirmeyi Öncesi
Aile Y a p ı s ı n ı n ri, 1983.
Türk
Din,»
yapar. Bkz.:
D ö n e m d e -Şemseddin
Düşünceleri,»
ve
Kadınlar
Sosyal
Değişimi
a.g.m.;
Şemseddin
küçük
kitapta
Ö. Ozankaya,
«Laiklik
Sami'nin Bilimler
sempozyomu
adlı
Kadın
Konusunda
Derneği,
Türhftye'de
için
sunulan
bildi-
topluma yaygmlaştırmış, böyle annelerin yetiştirdiği kuşaklar geriliği koyulaştırarak sürdürmüşlerdir. Türkiye'de de kent ve kasabalarda yalnız koca, kardeş, ya da oğul değil, tüm yakınlar, tüm mahalle bir kadının örtünmesini, kol ve bacakları da; dahil tüm vücudunu iyice örtmesini sağlamakla görevli sayarlardı kendilerini. Kadınların pek büyük çoğunluğu' aile dışında çalışma yaşamında yer almış değillerdi.. Pek küçük bir. azınlığın devam ettiği İstanbul'daki kız okullarında erkek.hocalar harem ağalarından seçilirdi. Tiyatrolarda kadın rollerini ya erkek oyuncular, ya da müslüman olmıyan nüfustan kadınlar oynarlardı. Tramvaylarda kadınlarla erkekler ayrı bölümlerde otururlardı; tiyatrolarda (uzun süre kadın• ların tiyatroya gitmeleri yasaktı) kadınlar için özel günlerde gösteri yapılırdı. Ancak toplumun % 80'inden çoğunu oluşturan köylü nüfus içinde durum farklıydı. Bir kez Türk köylü kadını 'evin dışında da üretim faaliyetinde yer alıyordu. Evlenmelerin sık sık' yâkin akrabaların çocukları arasında oluşu da kadının konumunu biraz daha iyileştiriyordu. Bu yüzden,, kimi yörelerde de Türk kökenli tarikatların etkisiyle, kadınların erkeklerden kaçması, haremlik-selâmlık uygulaması, peçe, çarşaf altında saklanma köylerde görülmemiştir. Ancak toplumun etkin ideolojisi kent ve kasabalarda oluşuyor, kurum ve yasalar buralarda biçimleniyordu. I. Dünyâ Savaşı'na gelindiğinde kızlar için orta ve yüksek öğrenim kurumları açılmış, meslek sahibi olmalarına yol hazırlanmaya başlanmıştı. Ama fabrikalarda çalışan kadınlar için bile peçe örtmek, işin gerektirdiğinde başörtüsü olarak kullanılabilmesi kabul edilmekle birlikte yine bir zorunluluk idi. Savaşın sonlarına doğru kabul edilen Aile Kanu-
nu kadına, erkeğin tek eşi olma hakkını tanıyordu. Tevfik Fikret, ancak 20. yüzyıl başında «Elbet' sefil olursa kadın, alçalır beşer» diyebilmiştir. Ama bu konuda da bilimsel gerçeği tüm kapsam ve bütünsel bağlamı içinde ortaya koyup önlemleri de ona uygun biçimde getiren Atatürk oldu. Cumhuriyetin ilk yıllarında Şer'iye mahkemelerinin, Mecelle'nin kaldırılması, İsviçre Medeni Kanunu'nün kabulü ile erkek-kadm eşitliğini en ileri ölçülerde gerçekleştirecek yasal düzenleme yapılmış oldu,. Ama asıl gerekli olan bu yasal yenilikleri yaşamda gerçekleştirmekti. Mustafa Kemal bu yeni anlayışın tohumlarını ekmiş, ona işlerlik kazandıran kurumları yaygmlaştırmıştır. Bir yandan, kendisinin öncülüğü ile düzenlenen toplantılarda kadınların hakları gerçekleştiriliyor, buyandan öğretim kurumlarında karma öğretim yaygınlaştırılmaya geçiliyordu. Bir başka yandan da yurt çapında düzenlediği, gezilerde yurttaşlara bu konuda g,çık yürekli bir başöğretmen gibi aydınlatıcı konuşmalar yapıyordu. • Kastamonu gezisinde bu konuda şunları söylüyordu: ... (daha) önce de ulusumuz yenilik yolları üzerinde yürümeğe, toplumsal devrime girişmemiş değildir. Ama gerçek ürünler görülemedi. Bunun nedenini araştırdınız mı? Bence neden, işe esasından, temelinden başlanrîıamış olmasıdır. Bu hususta açık >söyHyeyim. Bir toplum, bir ulus erkek ve kadın denilen iki cirıs insandan kuruludur. Mümkün müdür ki bir kitlenin bir parçasını iler-, letelim, öbürünü bırakalım da kitlenin tümü ilerliyebilsin? Mümkün müdür ki, bir toplu-
#
luğun yansı topraklara zincirle bağlı kaldıkça öbür bölümü göklere yükselebilsin? Kuşkusuz ilerleme adımları, dediğim gibi, ilci cins tarafından birlikte, .arkadaşça atılmalı, ilerleme ve yenilik alanında aşamalara birlikte ulaşılmalıdır. ... Kimi yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez ya da bir peştemal ya da benzer bir şeyler atarak yüzünü, gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir ya da yere oturarak yumulur. Bu durumun anlamı, gösterdiği nedir? Efendiler uygar bir ulus anası, ulus kızı bu şaşırtıcı biçime, bu vahşi duruma girer mi? Bu durum ulusu çok gülünç gösteren bir görünüştür. Hemen düzeltilmesi gerekir.1'0
Eğitim kurumlarının karma öğretimlerinin eşliğiıi-, de kadın toplumdaki yerini aldı. Pek çok mesleklerde çalışan Türk kadını politikada da yerini aldı. Gerçekten Atatürk Türkiye'si kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıyarak (1934) sayılı ileri toplumlar arasına katıldı. 1935'de T.B.M.M.'ne aralarında köy kadını Satı Kadın da olmak üzere 17 kadın milletvekili seçilmiş bulunuyordu. Laik düzen Türk kadınına insanlığını gerçekleştirmek olanaklarını sağlamıştır. Bunu en iyi, Cumhuriyet döneminde yetişen bir Türk kadiri sosyologu anlatabilir. Prof. Dr. Hamide Topçuoğlu, Cumhuriyetin 50. yıldönümü dolayısıyla- Sümerbank dergisinin özel sayısında yayınladığı çok değerli bir yazısında Cumhuriyetin getirdiği laik eğitim ve öğretim yapısı içinde kız öğrencilere nasıl bir güçlü kişilik, ken-
dine güven duygusu, bilimsel bir dünya görüşü kazandırılabildiğini özetle şöyle açıklıyor-. «... Biz gerçekten ayrıcalıklı idik, y a n i ' o küçük dünyamızda «kız Öğrenci» olmak gibi bir itibar fazlalığımız vardı. Bütün büyükler, erkeklere göstermedikleri bir takdir fazlasını bize ayırıyorlardı. Kadınların kamu hayatına, sosyal ilişkilere tam bir yetki ve kişilik özgürlüğü içinde katılmasını amaç edinen Cumhuriyetin öncüleriydik biz.» «En başta gelen özelliğimiz kendimizden, insanlık değerimizden hiç şüphe etmeyişimizdi. Kız çocuğu olmanın bir eksiklik olduğunu aklımızdan, bile geçilmiyorduk.» , «.. Her mesleğin sadece müntesibi değil, meşhuru olacaktık.» «.. İçimizde, nasıl bir 'güven duygusu' vardı! Hâlâ şaşarım, ve çocukluğumun en fazla hasretini çektiğim yanı bu duygu olmuştur.» «.. Ne ümitsizdik, ne de gayretsiz. -Aşağılığın kendisine de, kompleksine de yabancıydık.» «O zamanın kız çocukları olarak ne rahat bir atmosfer içindeydik! Nasıl bir mucize olmuştu, da kendimizi bir «ikinci cins» olarak görmek hiç aklımıza gelmemişti? Büyükler, kendi aralarında hakkımızda ne konuşuyorlardı bilemeyiz ama, yüzümüze karşı en ufak bir ayırt yapmazlardı.» «...Meslek sahibi olmayı da bir başka türlü yorumluyorduk: bu «hayatını kazanmak» için değildi sanki! Bu bir işe yarama, bir hizmet görme, bir başarı gösterme içindi... Çalışma, meslek, sahibi olma, miğde için değil, ruh içindir. V e biz, karnımızı doyuran olsa da çalışacağız! Zira kişiliğiprıizi ancak görebildiğimiz «iş»le ispatlıyaeağız! «Şimdi düşünüyorum da, bir kız çocuğu için, bu
kendini güven içinde hissetniek, gelecekte kendi toplumu için birşeyler yapabileceğine inanmak, kamu hayatında, erkek dünyasında bir azınlık muamelesi görmemek, ..kendini «vatandaş» kavramının eşit seviyer sinde, hissetmek, başka ülkelerde ne uzun mücadele-* 1er sonunda kazanılmış, hatta tamamı hâlâ kazanılamamış başarılardı.» «Atatürk'ün kadın meselesini ele alış tarzını, ka- • dm kişiliğine, kadın haysiyetine sağladığı o sınırsız olanakları bilmek» gerektiğini vurgulayan Sayın Prof. Dr. Hamide Topçuoğlu, haklı olarak şu uyarıda da bulunuyor: «Alcsi halde peçeli bir cahil ile peçesiz. bir cahil-arasında pek büyük bir fark yoktur!» «Atatürk kadını görevli kılmak yoluyla kurtarmıştı. Kadın meslekdaşm karşısında, ... geleneksel saplantılarından kurtulmamış bir yarı-aydm zümre ile, cehaletinden sorumlu tutulamiyacak olan halk kitleleri bulunsa da, arkasında koskoca bir modern devlet kudreti vardır.» Laiklik ve Dil, Tarih Devrimleri Türk Devriminin bütünlüğe sahip bir yapı olduğunu ve bu bütünlüğü sağlıyari ana harcın laik anlayış olduğunu Atatürk'ün abece, dil ve tarih alanlarında yaptığı ve yapmayı amaçladığı atılımlarla da. kanıtlanmış buluyoruz. , Gerçekten ulusal kimlik sahibi, ulusal hedefleri ülkü edinip güçlerini o yönde harcıyan bir toplum durumuna gelebilmek için, ulusal dil sahibi olmak, Osmanlıca denilen saray ve bir avuç aydın azınlığın ve sözde, ulemanın kullandığı Arapça-Farsça karışımı dilden kurtulmak zorunluydu; bunun için yazının ; da bu bağımlılıktan kurtulması gerekliydi; böylece Türkçe hem yönetimin dili, hem bilim ve sanatın dili
olacak,' yönetim-halk, aydm-halk kopukluğu ortadan kalkacaktı. Tarihimizin de ne islâmiyete katılma ile başlatılmasıridaki ümmetçi, ne de onu Orta-Asya'yla sınırlı tutan ırkçı bir bakış açısıyla alınmaması gerekliydi. Laik bir yurt anlayışı, tarihimizi yurdumuz olan Anadolu'nun ilk sakinlerine kadar geriye doğru izlemeyi olanaklı kılıyordu. Böylece Hıristiyan Batı-Müslüman Türkiye karşıtlığı aşılmış olacağı gibi, komşularımızla da ulusal akrabalık bağları oluşturabilecek ve barış içinde işbirliğinin temellerini atmayı kolaylaştırabilecektik. Bu atılımların yapılabilmesi, açıktır ki, laik toplum anlayışının temel ilke yapılmasına bağlıydı. Ancak bir. kez bu atılım yapıldıktan ve başarılar elde edilmeye başlandıktan sonra yazının, dilin ve tarihin ulusallaşması, halk dili - bilim ve yönetim dili ayrılığının ortadan kalkması, ulusal kimlik bilincinin oluşması, bu kez laik anlayışın pekişmesini kolaylaştırıcı bir etkide bulunacaktı. Nitekim böyle de olmuştur. Yazı ve Dil Devrimleri Mustafa. Kemal'in daha 1916'da Diyarbakır (Silvan) da çadırında tuttuğu .günlüğüne Mehmet Emin ile Tevfik Fikret'in şiirleri hakkında «İkisinde de aynı ölçüde Arapça-Farsça kelime var. Tek fark, birisi aruz, öbürü parmak hesabı» diye yazdığını daha önce anniıştım. Laiklik ve Yeni Türk Abecesi Hukuku ve Anayasasıylıa, eğitim kurumlarıyla laik bir devlet olan yeni Türkiye'yi diâe ve Doğu anlayışına bağlamaya süregiden köklü bir bağ durüyordu: Arap harfleri. Türkçeye uymıyan ve bu yüzden öğre-
nilmesi çok güç olan bu abeceyi değme Osmanlı aydını bile yanlışsız okuyup yâzamıyordu. Arap harfleri aydm-halk kopmasına da, Devlethalk kopmasına da etken olmuştu. Gerçekterf bir yanda Osmanlıca denilen ve yüksek devlet memurları ile ulema tarafından yazılan ve konuşulmıyan bir garip, dil, öte yanda ise konuşulan ama yazılmıyan Türkçe! Yunus Emre,. Pir Sultan, Karacaoğlan, Hacı Bektaşi Veli gibi Halk ozanlarının uyaklı ve besteli şiirleri olmasaydı, yazı dili olamıyan Türkçe 600 yıllık Osmanlı döneminin sonuna değin varlığını ve canlılığını sürdüremezdi. Laik devletin temeli olan halk egemenliği, herkesin okuyup yazabileceği bir abece olmadan oluşturulamazdı. , Gerçi Arap harflerinin okunup yazılmasındaki güçlük ve Türkçenin seslerini tam karşılıyamadığl konuları daha 1862 yılında Antepli Münif Efendi tarafından dile getirilerek abecenin düzeltilmesi önerilmiştir.180 Ç Konu bundan sonra az da olsa hep dile getirilmiş, Enver Paşa gibi en. yüksek devlet makamlarına gelenlerce olduğu kadar, Ziya Gökalp, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu gibi düşünür ve toplumbilimcüerce de tartışılmıştır. Bu arada Arnavutların ve Azerbaycan Türlcleri'nin de Arap harflerini bırakıp Latin harflerini kabul ettikleri görülmüştür. Türkiye'de konu, Kılıçzade Hakkı'nm belirttiği gibi «Arapça harflerle Kur'an yazmalım günah olup olmadığı» gibi bir noktada topla, nagelmişti.} Kurtuluş Savaşı'ndan hemen sonra İzmir İktisat. •'ıs»
M . Şakir Ü l k ü taşır, A t a t ü r k ve H a r f Devrimi, T D K lan,
1973.
Yayın-.
Kongresi'ne, işçi delegelerinden İzmirli Nazmi ile iki arkadaşı tarafından «Latin harflerinin kabulü» önergesi verilince, kongre başkam Kâzım Karabekir Paşa «Latin harfleri islâm birliğini bozar» gerekçesiyle önergeyi okutmamıştı. Daha sonra verdiği demeçte de aynı yolda düşünceler söylemişti: «İslâm âlemi ne der?» Bunun üzerine Kılıçzade Hakkı Bey «İzmir Kon• gresinde Latin Harfleri? başlıklı üç yazısında Kâzım Karabekir'e cevap vermiş ve özellikle şu soruları yöneltmiştir: «w. Biz yalnız müslüman mıyız? Yoksa hem Türk, hem müslüman mıyız? Eğer biz yalnız Müslüman isek bize Arap harfleri yetişir ve Arap dili gerekir. Ve bilim olarak Kur'an yetişir. Bunun yanında ulusçuluk savları yoktur ve olamaz. Eğer Türk isek bir Türk kültürüne muhtacız. Bu kültür ise her şeyden önce dilimizden başlıyacaktır. Herkesi korkutan ve softaların (elinde) halka karşı büyük bir silâh oluş" turan soruna geliyorum: Kur'an Latin harfleriyle ya-> zılır. mı? «Şurasını kafaya yerleştirmek yürekliliğini edinebilmek gerekir: Arap harflerinden başka harflerle Kur'an yazmak küfür değildir... İşte sorunun özü buradadır.»181 Görüldüğü gibi Arap abecesinin Türlcçeyi tam karşılayamadığı, öğrenilmesinin çok güç olduğu, bu yüzden bir türlü oktir-yazarlık oranı arttırılamadığı, cehaletin hafifletilemediği, en yüksek öğrenim yapan r larca bile yanlışsız okunup yazılmadığı, Türkçenin yazı dili olamadığı, halk ile aydınlar ve yöneticilerin birbirlerini anlıyamadıkları anlaşılmış ve anlatılmış ısı
M . Ş a k i r Üllditaşır, A t a t ü r k yınları, 1973, S. 44-45
ve H a r f
Devrimi,
TDK
Ya-
olmasına karşın, «dinsel duygular» etkisiyle bir türlü çözüm yolu bulunamamaktaydı.182 İşte Mustafa Kemal bizzat başkanlık ettiği bir komisyona hazırlatmış olduğu yeni Türk âbecesiyle hem Türkçenin yazı dili olmasını, Osmanlıcanın ortadan kaldırılmasını,183 böylece halk egemenliği ilkesinin maddi dayanaklarının gerekli ölçüde gelişebilmesini amaçlıyordu; hem de dinsel yobazlığı, dini top-' lüm yaşamını biçimlendirici mevkide tutmak istiyen teokratik düşünüşü yenilgiye uğratmak istiyordu. Yeni Türk harfleri her iki amacın da gerçekleşmesine pek büyük katkılarda bulunmuştur. Ayrıca biraz sonra belirteceğim gibi -edebiyatın da Türkçeleşmesini, laik sanatın oluşup gelişmesini çok kolaylaştırmıştır. 20 Mayıs 1928 gün ve 1288 sayılı yasayla Arap rakamlarının kullanılmasına son verilerek uluslararası rakamlar kabul edilmişti. Bu yasanın görüşülmesi sırasında Mecliste bir çok konuşmacı abecenin de latin harflere dönüştürülmesini istediklerini belirttiler. 8 Ağustos 1928 akşamı İstanbul Gülhane Parkı'nda CHP'nin düzenlediği ve halkın da katıldığı bir eğlenc'e gecesinde Mustafa Kemal topluluğa şöyle seslendi: Arkadaşlar, güzel dilimizi anlatmaJk için Yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim güzel, uyumlu, zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Yüzyıllardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde 282
Ayrıntılı bilgi için S a m i N . Özerdim, Y a z ı D e v r i m i n i n küsü, T D K ' Y a y ı n l a r ı ,
asa
1978'e
Öy-
bakılabilir,
B u n u n için yeni abeceye T ü r k ç e d e o l m ı y a n a m a A r a p ve P a r s kökenli olup dilimize labilmesi
için
terilmiştir.
gerekli
girmiş
harfler .
olari sözcüklerin
konulmamasma
özen
yazıgös-
bulunduran, anlaşılmıyan ve anlamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak ve bu gerekliliği anlamak zorundayız. Dilimizi ke- ' sinlikle anlamak istiyoruz. Bu yeni. harflerle kesinlikle pek çabuk bir zamanda, mükemmel bir biçimde anlıyacağız. Daha sonra yeni harflerle yazmış olduğu aşağıdaki düşüncelerim, okuması için genç bir yurttaşa verdi. Genç okuyamaymca «genç arkadaş yeni Türk harflerini öğrenmemiş olduğu için okuyamadı» diyerek Falih Rıfkı Atay'dan okumasını istedi. ... Yeni Türk harflerini ^jabuk öğrenmelidir. Her yurttaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu yurtseverlik, ulusseverlik görevi biliniz. Bunu yaparken düşününüz ki bir ulusun, bir topluluğun yüzde onu, yirmisi okuma yazma bilir, yüzde seksen, doksanı bilmez; bu ayıptır. Bundan insan olanlar utanmalıdır... Ulusun yüzde doksanı okuma yazma bilmiyorsa yanlış bizlerde değildir. Yanlışlık onlardadır ki Türk'ün karakterini anlamıyarak bir takım zincirlerle kafamızı sarmıştır. Geçmişin yanlışlarını kökünden temizlemek zorundayız. Ulusumuz yazısıyla, kafasıyla bütün uygar dünyanın yanında olduğunu gösterecektir. Gazi bu sözlerinden sonra halka doğru kadehini kaldırır ve «Eskiden bunun bin katını çöplüklerinde gizli gizli içerek türlü bozuklukları yapan iki yüzlü sahtekârlar vardı. Ben sahtekâr değilim, ulusumun şerefine içiyorum» der. Böylece dindeki içki yasağına ilişkin kuralın katı uygulanışının toplumda yol açtığı F,.18
273
iki yüzlülüğü önleme ve suçluluk psikozunu Ortadan kaldırma yolunu da açan bir davranışta bulunuyordu,184 1 Kasım 1928 günlü, ve 1353 sayılı yasayla yürürlüğe giren Harf devrimi özellikle genç kuşaklarda coşkun bir yurtseverlik duygusu uyandıran ve ulusal bilinci geliştiren bir devrimci atılımdı. Bu atılım Türkleri Osmanlı geçmişinden gerçekten ayırıyor, Türkiye Cumhuriyeti'ne sahip çıkma bilincini veriyordu. Yasanın kabulünden hemen sonra tüm yurtta açılan Millet Mektepleri 7'den 70'e eski türkçe okur yazar olsun olmasın, tüm yurttaşlara okuma yazma öğretme seferberliğine başladı ve bir yılda 1 milyondan çok kişi yeni abeceyle okuma yazmayı öğrendi. Bu kez onlar bilmiyenlere öğretmeğe koyuldular. Harf devrimini, bugün de «Kitaplıkları susturma; tarihi yıkma yollarından biri» sayan gericiler var. Oysa yazının kabulünden sonra Üniversitelerde eski yazı öğretilmiş, tarih kürsüleri kurulmuş, eski yazma ve kitapların incelenmesi engellenmemiştir. 1939 tarihli ilk yayın kongresi yeni yazıya aktarılacak kitapların listelerini saptamıştır.185 Yine aypı toplantıda yukardaki konuşmanın hemen arkasından Mustafa Kemal laik düzenin güzel sanatlardaki verimli sonuçlarını müjdeliyen konuşmalarından birini yapıyor, o gece Mısırlı ses sanatçısı Münire-tül-Mehdiyye'nin okuduğu şarkıları dinledikten sonra, müzik alanında da bir devriıjain gereğini belirterek şunları söylüyordu: , Bu gece burada güzel bir rastlantı ile ısı
Atatürk'ün
185
Maarif
Söylev v e Demeçleri,
Vekâleti
yayını:
Birinci
C. I I , S. 251-253. Türk
Neşriyat
Kongresi,.
a n a n : S.N. Özerdim, B i l i n m i y e n A t a t ü r k , V a r l ı k Y a y ı n l a r ı . ,
Doğunun en seçkin iki müzik topluluğunu dinledim. Özellikle sahneyi birinci olarak süsleyen Münire-tül-Mehdiye hanım sanatında başarılı oldu. A m a benim Türk duygularım üzerinde bu müzik, bu basit müzik Türk'ün çok gelişkin ruh ve duygusunu doyurmaya yetmez. Şimdi karşıda uygar dünyanın müziği de işitildi. Bu ana değin Doğu müziği denen şarkılar karşısında cansız görünen halk şimdi harekete ve etkinliğe 'geçti. Hepsi oynuyor, şen ve neş'elidir; doğanın gereğini yapıyorlar. Bu pek doğaldır. Gerçekten Türk şen ve neş'elid i r
186
Dil Devrimi Yazı devrimiyle, yazılan ama konuşulmıyan Osmanlıca yerini, henüz yazılı olmıyan Türkçe'ye yazı dili olarak da bırakınca, Türkçe'nin bilim ve sanat dili olarak gelişmesinin de yolları açıldı. Zaten daha önceden başlamış bulunan «dilin Türkçeleşmesi» akımı hızlandı. Atatürk'ün harf devrimiyle bu konuya başlıyan yakın ilgisi ile bu gelişim, hem dilin Arapça, Farsça ve başka yabancı diller egemenliğinden kurtarılmasını, hem de Türk dilinin bilimsel ölçülerle araştırılıp gelişme düzenliliklerinin ortaya konulmasını, köklerinin bulunarak günün gereksinimlerini karşılayacak sözcüklerle zenginleştirilmesini amaçlıyordu. Atatürk bu konuyu da akılcı temellere dayalı ulusal bilinç, ulusal kimlik, ulusal ülküler etrafında laik anlayışa dayalı toplumsal dayanışmayı gerçekleştirmenin, böylece ulusal bağımsızlığı koruyup geliş; ; 180
l
;
.
A t a t ü r k ' ü n Söylev ve Demeçleri,
a.g.k., C. II, S. 252.
tirmenin vazgeçilmez gereği görüyordu. 2 Ocak 1931 günü verdiği bir demeçte şunları söylüyordu: Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin ulusal ve zengin olması ulusal duygunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili dillerin en zenginlerindendir. Yeter İd bu dil bilinçle işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk ulusu, dilmi de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.187 12 Temmuz 1932 günü ilk adı Türk Dili Tetkik Cemiyeti olan Türk Dil Kurumu kuruldu. İlk dil kurultayının toplandığı 26 Eylül günü her yıl dil bayramı olarak kutlanageldi. Bir yandan da din dilinin Türkçeleşmesine yöneliniyordu. Mustafa Kemal'in Kur'an'ın Türkçeye çevirilmesini, Muhammed'in yaşamını inceliyen bir kitabın dâ Türkçe çevirisinin yar pılmasını kararlaştırdığını biliyoruz. 3 Şubat 1928 gü : nü İstanbul'da ilk Türkçe hutbe okunmuştu. 22 Ocak , 1932 günü yine İstanbul'da Yerebatan Camii'nde ilk kez Türkçe Kur'an okundu. 18 Temmuz 1932 günü Diyanet İşleri Başkanlığı İstanbul Müftülüğüne ezan ve kamet'in birkaç ay içinde Türkçe okunacağını bildirmişti. 7 Şubat 1933 günü İstanbul Vakıflar Müdürlüğü bütün camilerde ezan ve kametin Türkçe okunmasını kararlaştırdı. 15 Nisan 1937 günü de Diyanet İşleri Başkanlığı Sala'yı kaldırıyordu.188 187
A t a t ü r k son cümleyi 2 Eylül 1930 g ü n ü S a d r i M a k s u d i
Ar-
sal'ın
adlı
aynı
yıl
yayınlanmış
olan
«Türk
Dili
îçin»
k i t a b ı n a kendi el yazısıyla yazmıştı. Bkz.: S a m i N . dim,
Atatürk
Enst. Y a y ı n l a r ı , 188. S a m i
N.
Devrimi
Kronolojisi,
Halkevleri
Özer-
Atatürk
1974, S. 88.
özerdim,
Atatürk
Devrimleri
Kronolojisi,
a.g.k.
1932 yılında açılan Halklevleri, Türk devriminin ilkelerini ve laik karakterini yaymak amacı eşliğinde, dil de içinde olmak üzere ulusal kültürün tüm yönleriyle gelişimine katkıda bulunmak ve bu gelişmeleri yurt yüzeyine yaymak amacını da taşıyordu. Aşağıda belirteceğim Türk Tarih devrimi gibi Türk Dil devrimi de bir yandan topluma ulusal bağımsızdık ve özgür düşünce ortamını sağlamak üzere konuşulan dilin Arapça, Farsça etkisinden kurtarılmasını, böylece laik anlayışın dildeki engellerini ortadan kaldırmayı amaçlamıştır. Bir yandan da Güneş Dil Kuramı, ile Türk dilinin dünya dilleriyle tarihin en eski dönemlerinden gelen bağları bulunduğunu göstermek, böylece Türk ulusunun uygarlık tarihinin baş lânndan beri insanlığın. seçkin bir bölümü olduğunu kanıtlamak, ulusal güveni, ulusal kimliği güçlendirmek istiyordu. Atatürk Dil Devriminin Tarih devrimi için zorunlu olduğunun bilincindeydi.189 Tarih Devrimi Atatürk'e gelinceye değin hiçbir Türk tarihçisi böyle bir ulusal ve evrensel tarih anlayışına ulaşamamıştı. Tam tersine Atatürk'e gelinceye değin islâmlık öncesi Türk tarihi incelendiği kadarıyla Türk tarihçilerce değil, Batılı tarihçilerce, bu yüzden çok yan-tutucu biçimde incelenmişti. İslâm tarihi içinde Türk tarihi, Osmanlı Tarihine giriş olarak kalmıştı; Batılı tarihçiler Türk tarihini önyargıları ve haksız "o
Şevket Süreyya A y d e m i r , T e k A d a m , C. I I I , R e m z i
Kitab-
evi, 1969, S. 432. G ü n e ş D i l K u r a m ı k o n u s u n d a bkz.: Afet
İnan,
Atatürk'e
Ait
Hatıralar
ve Belgeler,
Prof.
Türkiye
İş B a n k a s ı Y a y ı n l a r ı ; 1968. Ö m e r A s ı m Aksoy, A t a t ü r k D i l Devrimi, T D K
Yayını.
ve
suçlamalarıyla işliyorlar ve bunlar yanıtsız kalıyordu. Zaten «Osmanlı» tarihçi de Türklerden «anlayışsız Türkler» (etrâk-i bi-idrak) diye söz etmeğe alışıktı. Örneğin Naima Tarihi. Bu tarih anlayışı Balkanlardan «Rumeli», Anadolu'dan bile «Diyar-ı Rum» diye söz ederdi. Oysa «Rum» sözcüğü Roma'nın Arapça söylenişi olduğu halde, Osmanlı tarih anlayışı Yunanlıları da Rum saymakla onların ülkenin asıl sa- . hibi, Türkleri de . başka ulusların ülkelerini ellerinden alan bir-ulus gibi göstermiş oluyordu. Türklerin, Balkanların ve Anadolu'nun binlerce yıl önceki sakinleriyle yakınlığını, islâmlık öncesi uygarlık sahibi olduğunu,- işlâm uygarlığının oluşumunda da önemli payı bulunduğunu tarihsel gerçek olarak ortaya koymak Atatürk'ün tarih devrimiyle olanaklı oldu. Burada da, Türk Devrimi'nin tüm yönleriyle «sömürgeleşmeden Kurtulma» hareketi olduğunun çok önemli kanıtı karşısındayız. Tarih devrimi Türk halkını ulusal kimlik bilincine, kendine güvenme, öğünme kaynağına sahip kılan, bağımsızlık tutkusunun temelini oluşturan bir harekettir. Atatürk'ün tarih anlayışı evrenin, yeryuvarlağınm, canlının ve insanın oluşumu ve evrimi üzerine, bilinebilir tüm bilgileri çıkış noktası alıp, Türk tarihine buradan varan bir anlayıştı: Bu insanlık dünyâsında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan bir büyük Türk ulusu var. Ve bü ulusun yeryüzündeki genişliği oranında tarih alanında bir derinlik vardır. Efendiler, bu derinliği isterseniz iki ölçekle ölçelim: birinci karşılaştırina birimi tarihöncesi dönemlere ilişkin ölçektir. Bu ölçeğe ğöre Türk ulusunun en yüksek atası.
olan Türk adındaki iıisan; ikinci insanın atası Nuh'un oğlu Yasef'in oğlu olan kişidir. Tarih döneminin belge sağlamada pek hoşgörülü olan ilk aşamalarını biz de hoşgörelim; ama en belirgin, en kesin ve en maddi tarihsel belgelere dayanarak söyliyebiliriz ki Türkler onbeş yüzyıl önce Asya'nın göbeğinde pek büyük devletler kurmuş ve insanlığın her türlü yeteneklerine belirme yeri olmuş birer öğedir. Elçilerini Çin'e gönderen, Bizans'ın, elçilerini kabul eden bir Türk Devleti, atalarımız olan Türk ulusunun oluşturduğu bir devlet idi. Atatürk, doğa, toplum ve insana ilişkin bilimsel anlayışı tarih anlayışına da temel yaparak hem toplumda laik anlayışı (laik kimlik, laik düzen anlayışını) pekiştirmeyi; hem de Türk tarihinin Osmanlılarla ve islâmlığa geçişle başlamadığım, Anadolu'daki en eski (Eski Yunandan da eski) uygarlıkları kurup geliştiren toplumların Türklerin de kökenini oluşturan kaynaktan çıktığını kanıtlamayı apıaçlamıştır. Bu amaçla 28 Nisan 1930'da daha sonra Türk Tarih Kurumu'nu oluşturan «Türk Tarihi Merkez Heyeti» kuruldu. İngiliz tarihçisi H.G. wells'in Dünya Tarihini incelemiş ve çok beğenip Türkçeye de çevirtmiş olan Atatürk, bu eserden de esinlenerek kendisinin tarih tezine dayalı olan «Türk Tarihi'nin Ana Hatları» adlı kitabı hazırlatıp yayınlattı. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (TTK'nın ilk adı) 193ı yılında liseler için 4 ciltlik bir genel tarih hazırladı. Daha sonra Eğitim Bakanlığı bunu, ortaokullar için 3 cilt içinde hazırlayıp yayınladı. Böylece okullardan «Cihangirane bir devlet çıkardık bir aşiretten» diyen eski tarih anlayışını ya-
şatan kitaplar kalkmış oluyordu. Bundan' sonra ölümüne değin. Atatürk tarih ve özellikle Türk tarihi konusuna hiç azalmayan yoğun bir ilgi gösterdi. Kurultaylar toplandı. Anadolu uygarlıklarını incelemek üzere arkeoloji kazılan yaptırıldı. Gerek tarih, gerekse dil devrimlerinin bilimsel dayanaklannı işleyecek, geliştirecek, topluma, yeni kuşaklara ve dünyaya tanıtacak, bir kurum olmak üze.re de 1936 yılında Ankara'da Dil ve Tarilı-Coğrafya Fakültesi kuruldu. Fakültenin cephesine de Atatürk'ün Türk Devriminin dünya, toplum ve insan anlayışını çok güzel ve doğru olarak özetliyen şu sözleri yazıldı: «Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir.» Atatürk'ün bilimsel verilere saygıyı temel alan bu tarih anlayışı, aynı zamanda ırkçı bir ulusçuluğu da reddediyor, bütün insanlığın bir kökten çıkışını belirtip ulusların kardeşliğini vurguluyor, insanlan dünya yurttaşlığı bilinciyle yetiştirerek dünya barışına en sağlam bilinç temelini sağlayacak yolu gösteriyordu. Atatürk'ün evrensel değerinin, insanlığa ve uygarlığa yol gösterici katkısının bir yanı da kuşkusuz budur. Ve bu katkı, bilime içtenlikle verdiği temel değerden ileri gelmektedir. 500 yıl süreyle cami olarak kullanılan Ayasofya'nın müze yapılması ve halkın ziyaretine açılarak cami-kilise tartışmasından çıkartılıp laikleştirilmesi, böylesine geniş boyutlu soylu bir târih anlayışının ürünüydü. Atatürk, UNESCOnun da öncülüğünü yapacak biçimde «yurtta barış; dünyada banş!» ilkesinin uygulamadaki güvencesi olmak üzere eğitime dünya barışı için de temel görev tanımış, Cumhuriyetin eğitim kurumlarının ayırdedici, seçkin bir özelliği yapmıştır: Eğer sürekli barış isteniyorsa, insan yığınlarının' durumlarım iyileştirecek uluslar-
arası önlemler alınmalıdır; İnsanlığın tümünün gönenci açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya yurttaşları çekememezlik, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak biçimde eği, tümelidir. Laiklik ve Güzel Sanatların Gelişimi Türkiye'de Sanat etkinlikleri, çağdaş toplumda tutması gerekli yer ve öneme, Atatürk döneminde kavuşmaya başlamıştır. «Sanatsız kalan bir ulusun hayat damarlarından biri kopmuş demektir» sözünde sanatın ve sanat eğitiminin savsaklandığı toplumların gerikalmışlıktan kurtulamıyacağı gibi, çağdaş insanlık içinde onurlu bir yere de ulaşamayacaklarının uyarısı yatar. Atatürk Cumhüriyet'in Onuncu Yılı için yaptıği konuşmada Sanatın çağdaş, uygar, saygınlığı olan bir ulus olmadaki yerini ne güzel anlatır: Yüksek bir insan toplumu olan Türk ulusunun tarihsel bir niteliği de güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki ulusumuzun yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, doğuştan zekâsını," bilime bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini ve ulusal birlik duygusunu durmaksızın ve her türlü incelemelerle besliyerek geliştirmek ulusal ülkümüzdür. Türk ulusuna çok yakışan bu ülkü, onu' bütün insanlığa gerçek huzurun, sağlanması yolunda kendine düşen uygar görevi yapmakta başarılı kılacaktır.180
Bir başka konuşmasında da şunları söyler: Efendiler, siz hayatınızda milletvekili olabilirsiniz, bakan, dahası Cumhurbaşkanı olabilirsiniz, ama hiçbir zaman sanatçı olamazsınız; onun için bu çocukların değerini bilelim.1"1 1 Kasım 1934 günü T.B.M.M.'ni açış konuşmasında da güzel sanatlar alanına verdiği önemi şöyle anlatıyordu: Güzel sanatların hepsinde ulus gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istediğinizi bilirim; bu yapılmaktadır. Ancak bunda en çabuk, en önde. götürülmesi gerekli olan Türk musikisidir. Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü musiki değişikliği alabilmesi, kavrıyabilmesidir. Bugün dinletmeğe yeltenilen musiki yüz ' ağartacak değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusa ince duyguları, düşünceleri anlatan, yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir gün '' önce günün son musiki kurallarına göre işlemek gerektir. Ancak. bu güzeyde Türk ulusal musikisi yükselebilir, evrensel musikideki yerini alabilir. Bugünkü Türkler, musikiden, başka yüksek ve duyarlı toplumların beklediği hizmeti bekliyorlar. İşte bu bakımdan klasik Osmanlı musikisini canlandırmaya çalışanların çok dikkatli bulunmaları gerekir.102 ıoı
Enver
102
B a n k a s ı K ü l t ü r Y a y ı n l a r ı , 1969, S. 95. A t a t ü r k ' ü n Söylev ve Demeçleri, a.g.k., C. I , S. 378.
Ziya
Karal,
Atatürk'ten
Düşünceler,
Türkiye
İş.
Atatürk'ün edebiyatın tanımını ve amaçlarım anlatan düşünceleri, uygarlığa gerçek bir katkı değerindedir: Osmanlı döneminde ve bugüne değin geçen Cumhuriyet çağında ve bundan önceki Türk kültürel çağlarında ve hatta bütün kültürlü uygar toplumlarda edebiyat denildiği zaman şu anlaşılır: Söz ve anlamı, yani insan kafasında yer eden türlü bilgileri ve insan karakterinin en büyük duygularını, bunları dinliyenleri veya okuyanları çok ilgili kılacak biçimde söylemek ve yazmak sanatı. Bunun içindir ki, edebiyat, ister düzyazı halinde olsun, ister şiir biçiminde olsun, tıpkı resim gibi, heykeltriaşlık gibi, özellikle musiki gibi, güzel sanatlardan sayılagelmektedir. İnsanlıkta en müsbet bilim ve en ince teknik esaslarına dayanan, yaşamla ve kanla karşılaşmak kendileri için kaçınılmaz olan askerlik gibi yüksek bir idealist'meslek dahi, kendini içinde bulunduğu topluma arilatabilmek ve bu büyük insanlık ve kahramanlık yolculuğunu hazırlayabilmek için, uyandırıcı, hedeflendirici, yürütücü ve en sonunda özverili ve kahraman yapıcı aracı, edebiyatta bulur. Bu bakımdan edebiyatın her insan toplumu ve bu toplumun bugününü ve geleceğini koruyan ve koruyacak olan her kuruluş için en temelli eğitim1 araçlarından biri olduğu, kolaylıkla anlaşılır. Bunun içindir ki, Türkiye Cumhuriyeti
Kültür Bakanlığı edebiyat öğretiminden su noktalara, özellikle önem ve değer verme-, lidir: a) Türk çocuğunun kafasını doğal yaradılışmdaki dikkat ve özene göre oluşturmak. Bu Cumhuriyetin sağlik düzeni ile ilgili olan Bakanlığa da yönelen bir görevdir. b) Güzel korunan Türk kafa ve zekâlarını açmak, yaymak, genişletmek. Bu, özellikle Kültür Bakanlığının görevidir. Bununla birlikte olarak, yetenekli Türk çocuk kafalarına müsbet bilim ve maddi teknik kavramlarım, yalnız kuramsal olarak değil, aynı zamanda pratik araçlar ile de yerleştirmek. c) Bir yandan da Türk kafalarındaki yetenekleri, Türk karakterindeki sağlamlıkları, Türk duygularmdalci yükseklik ve genişlikleri, kendilerini hiç zorlamadan, doğal bir biçimde ve olduğu, gibi anlatmaya onları alıştırmak. Bunlar yapılınca sonuç şu olacaktır.Türk çocuğu konuşurken onun konuşma ve anlatış biçimi, Türk' çocuğu yazarken onun anlatım biçimi, kendisini dinliyenleri, onun yürüdüğü yola götürebilecek; bu yeteneği sayesinde, Türk çocuğu kendisini dinliyen veya yazısını okuyanları ardına katarak yüksek Türk ülküsüne iletebilecek, ulaştırabilecektir. Bu edebiyat anlayışı, böyle bir edebiyat öğretimi sayesindedir ki, edebiyat kavramın-
dan anlaşılan amaca varmak olanaklı olabilir'.103 Atatürk güzel sanatlardan müzik üzerinde özel bir önemle durmuştur: Montesqieu'nün «bir ulusun musikicilikteki eğitimine önem verilmezse, o ulusu ilerletmek olanak dışı olur» sözünü okudum, onaylarım. Bunun için musikiciliğe po k çok özen göstermekte olduğumu görüyorsunuz.104 Atatürk -13 Ekim 1925 günü İzmir Kız Öğretmen Okulu'nda «Hayatta musiki lâzım mıdır?» sorusu üze rine kendi görüşlerini şöyle anlatmıştır: Hayatta musiki gerekli değildir; çünkü hayat musikidir. Musiki ile ilgisi olmıyan yaratıklar insan değildir. Eğer söz konusu olan insaıı hayatı ise, müzik kesinlikle vardır. Müziksiz zaten var olamaz. Müzik hayatın neş'esi, ruhu, sevinci ve her şeyidir. Yalnız müziğin türü üzerinde düşünülmeğe değer.195 Atatürk, yetişmesi gereği kendisi alaturka denilen müzikten hoşlanırdı. Ama topluma kişisel zevklerini aşılamaktan kaçınmakla gerçek bir devrimci ol- < duğunu burada -da kanıtlamış oldu, halkını geriye baktırmadı; kendi zevk aldığı müziği halkına önerdiği müzikle (Batı türü müziği) karşılaştırırken bu ikincisini daha üstün nitelikte, daha gelişmiş buldu•103
prof. Dr. A f e t İ n a n , Atatürk B a k l a n d a Hatıralar ve
Bel-
geler, a.g.k., S. 285-286. i»*
İlteen: S. 97.
Enver
Z i y a K a r a l , A t a t ü r k ' t e n Düşünceler,
a.g.k.,
ğunu belirtmekten geri kalmadı.100 Daha Cumhuriyetin ilânından önce, Ocak 1923'te güzel sanatlar ve özellikle heykelcilik konusunda belirttiği görüşler laik düşünüşünü ve ancak bu düşünce ile toplumun özgürlük ve uygarlaşma yoluna girebileceği inancını yansıtmaktaydı: Anıtlardan sözceden arkadaşımızın sormak istediği heykel olsa gerektir. Dünyada uygarlaşmak, ilerlemek ve olgunlaşmak istiyen herhangi bir . ulus zorunlu olarak heykel yapacak ve heykeltraş yetiştirecektir. Anıtların şuraya buraya tarihsel anılar olarak dikilmesinin dine aykırı olduğunu ileri sürenler, şer'i hükümleri gereğince incele. yip araştırmamış olanlardır. Hazreti Peygamberin ilâhi emirleri bildirmesi sırasında seslendiği insanların yürek ve vicdanlarında putlar vardı. Bu insanları hak yoluna çağırmak için önce o taş parçalarını atmak ve bunları ceplerinden ve yüreklerinden çıkarmak zorundaydı. İslâmm gerçekleri tam olarak anlaşıldıktan ve oluşan vicdani kanılar güçlü olaylarla da doğrulandıktan spnra bir takım aydın insanların böyle taş parçalarına tapınacağını sanıp düşünmek lslâ0m dünyasını aşağılamak demektir. Aydın ve dindar olan ulusumuz ilerlemenin nedenlerinden biri olan heykeltraşlığı en büyük ölçüde ilerletecek ve ülkemizin her köşesi çocuklarımızın.,, anılarını güzel heykellerle dünyaya S a m i N . Özerdim, B i l i n m i y e n A t a t ü r k ,
286
a.g.k.
'
ilân edecektir..: İnsanlar olgunlaşmak için kimi şeylere gerek duyarlar. Bir ulus ki resim yapmaz, bir ulus ki heykel yapmaz, bir ulus ki tekniğin gerektirdiği şeyleri yapmaz^ itiraf etmeli ki o ulusun ilerleme yolunda yeri yoktur. Oysa bizim ulusumuz, gerçek nitelikleriyle uygarlaşmaya ve ilerlemeye lâyıktır ve olacaktır.107 Özetle Türkiye'de edebiyatın Türk edebiyatı olması, resim ve heykel üzerindeki dinsel baskıların kalkması, müzikte Bizans, kökenli alaturka müzikten kurtuluş için atılımlar yapılışı, Türk halk müziğinin derlenip yayınlanması, çok sesli ulusal müzik oluşturulması girişimleri, halk sanatları ve danslarının derlenip korunması ve yaşatılması güzel sanatlar okulları ve konservatuvarların, konser salonlarının, resim ve heykel galerilerinin kurulması, müzelerin geliştirilmesi, Anadolu'nun dört bir yanından görüntülerin usta ressamlarca ilk kez resme konu .edilmesi,.., hep Atatürk'le olmuştur.
mt
Atatürk'ün
Söylev ve Demeçleri, a.g.k., C. I I , S. 66. A t a -
t ü r k ' ü n ve T ü r k
D e v r l m i ' n i n resim ve heykel
alanındaki
anlayış ve etkinliklerini k o n u a l a n bir inceleme için bkz.: G ü l t e k i n Elibal, A t a t ü r k ve R e s i m - H e y k e l , T ü r k i y e î ş B a n kası K ü l t ü r Y a y ı n l a r ı , 1973.
«s
Türkiye Cumhuriyeti, 100. doğum yıldönümünü . kutladığımız büyük Atatürk'ün eşsiz önderliğinde gerçekleşen ulusal bağımsızlık ve çağdaşlaşma yönünde bir toplumsal yeniden-biçimleniş sürecini yaşamaya başlamıştır ve yaşıyagelmektedir. Bu yeni toplumsal biçimleniş bağımsızlık ve özgürlük ilkelerini kendisine temel almıştır. Bağımsızlık ve özgürlüğün vazgeçilmez gereği olarak da laik dünya, toplum ve insan anlayışını kendisine merkez yapmıştır. Ulusal bağımsızlık ve özgür düşünce bir rönesans hareketidir; bir toplumsal aydınlanma atılımıdır-, bilimsel düşünüşü insan ve toplum yaşamının bilinebilir her alanına uygulama çabasıdır. Atatürk'ü ve O'nun eserine temel olan düşünce ilkelerini evrensel ölçüde geçerli kılan ve O'na tüm insanlığın saygısını kazandıran işte böyle bir Aydınlanma çağım Türk toplumuna getirmesi; Türk toplumunda bu yönde demokratik toplumsal dayanışma sağlanmış olmasıdır. Başka uluslara - özellikle başka gerikaimış uluslara, da bu aydınlanmayı gerçekleştirmenin örneğini göstermesi ve umudunu vermesidir. F.;
19
289
BAĞIMSIZLIK İLKESİ Türkiye Cumhuriyeti'ne temel kimliğini kazandıran ruh, ulusal bağımsızlık ruhudur. Atatürk'ün kendi deyişiyle «Ne kadar varlık ve gönenç içinde olursa olsun, bağımsızlığından yoksun bir ulus, uygar insanlık önünde üşak olmak mevkiinden daha yüksek bir muameleye lâyık olamaz.» Bağımsızlıktan anlaşılan şey de hem siyasal bağımsızlıktır; hem de kendi kaynaklarımızı ulusal yararlarımızın gerektirdiği yönlerde özgürce kullanabilmeyi ve geliştirebilmeyi amaçlıyan ekonomik bağımsızlıktır. Ancak o takdirde kültürümüzü de, ulusal kimliğimizi de geliştirip pekiştirecek biçimde çağdaşlaştırabilirdik. Yine Atatürk'ün sözleriyle belirtelim: «...eski dönemin boş inançlarından ve doğal özelliklerimizle hiç de ilişkili olmıyan yabancı düşüncelerden, Doğudan ve Batıdan gelebilen her türlü etkilerden tümüyle uzak, ulusal ve tarihsel karakterimize uygun bir kültürü» ancak böyle bir bağımsızlık ortamında geliştirebilirdik. Bir aydınlanma çağı değerinde olan Cumhuriyet döneminin bu bağımsızlık ilkesi temeli üzerinde olanaklı kıldığı toplumsal ve kültürel gelişmeleri şöy-. lece özetliyebiliriz: ULUSAL EGEMENLİK - ULUSAL A N D Önce Cumhuriyeti de içeren ulusal egemenlik ilkesi bir yandan Türk halkına tarihinde ilk kezıplmak üzere kendi kaderini kendisi belirlemek yolunu açmıştır. Böylece toplumda kaynaştırıcı, birleştirici, insan-, cıl ulusal kimlik bilinci; sınırları Misak-ı Milli ile belirlenmiş bir yurt anlayışı oluşmuştur. Bunlarla başka ulusların yurtlarında gözümüz olmadığı konusunda onlara güvence verildiği gibi Türk halkına da bütün
maddi ve manevi gücünü kendi yurdunu geliştirip kalkındırmaya yöneltmek yolu da açılmıştır. Cumhuriyetin bu sağlam temeli sayesindedir ki yüzyıllardanberi ilk kez Türk halkının dışarda düşmanı kalmamıştır. Lozan Andlaşması da 60 yıla yakın bir süre boyunca sapasağlam ayakta kalabilen ve kalmaya devam edecek olan hemen tek uluslararası andlaşmadır. HUKUK DEVLETİ Hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti ilkesi ile keyfi yönetimin sona erdirilmesi Cumhuriyet dönemi1 nin, Bağımsızlık Savaşının daha ilk günlerinden başlıyarak özenle gözettiği bir başka toplumsal gelişme atılımıdır. Erzurum Kongresi günlerinde Kurtuluş Savaşının amansız düşmanı Sultan Vahdettin Erzurum'a yeni bir vali gönderir. Mustafa Kemal, yeni valinin Kurtuluş hareketine zarar verecek bir kimse olması durumunda Trabzon'dan İstanbul'a geri çevrilmesini isterken Kongre'nin Rize'li bir üyesinin «Paşam üzülmeyin, gerekirse Ziganalarda ya da Kop dağında temizlenir!» demesi üzerine, acı bir tepkiyle «Ne diyorsun? Eşkiya gibi dağda, komiteci gibi sokakta adam mı vurduracağız? Bizim devlet anlayışımızda bu yoktur. Bundan sonra bu ülkede yurttaş ancak mahkeme kararıyla cezalandırılır. Sizin de böyle düşünmeniz gerekir.» yanıtım vermiştir.198 V-'H
Anlatan
Cevat D u r s u n o ğ l u ,
«Erzurum
Kongresi
Sırasında
A t a t ü r k ' ü n Düşünceleri,» A t a t ü r k K o n f e r a n s l a r ı , T T K yım, 1964, S. 249.
Ya-
TOPLUMSAL D A Y A N I Ş M A N I N TEMELİ: ÖZGÜR, LAİK DÜŞÜNÜŞ Saltanat ve hilâfetin kaldırılmasından başka, mahalle mektepleriyle medreselerin, tekke ve zaviyelerin kapatılması, şeyh," seyyit, derviş, mürit, mansıp gibi sanların kullanılmasının ve bu sanları taşıyan kimselerin faaliyetlerinin yasaklanması, eğitimin ulusaİ nitelikte bir eğitim kılınması ye birleştirilmesi, toplumda düşünce, inanç ve bilim özgürlüğü yolunu açmıştır. Devletin dinden bağımsızlâştırilması ve dinin yalnızca bireylerin vicdanındaki yerine bırakılması hem kültürümüzün çağdaş uygarlık düzeyine yükseltilebilmesi için, hem de toplumda yeni koşullara uygun adaletli bir düzenin gerçekleştirilebilmesi için gerekli olan düşünce ve davranış ortamını sağlamıştır. İnançların insan vicdanlarına bırakılması sayesinde, değişik inanç ve düşünüşteki yurttaşların toplumsal barış ve dayanışma içinde yaşamaları ve işbirliği yapabilmeleri sağlanmıştır. Laik devlet, lâik eğitim Türk ulusunun siyasal, toplumsal, ekonomik yaşamında, düşünce eğitiminde bilim ve tekniği.tek kılavuz durumuna getirmiştir. Bu yolda Atatürk'ün düşünceleri şöyledir: «... hiç bir mantıksal kanıta dayanmıyan birtakım geleneklerin, inançların korunmasında direnen . ulusların ilerlemesi çok güç olur, belki de hiç olmaz.» «Ulusal ahlâkımız uygar ilkeler ve özgür düşüncelerle beslenmeli ve güçlendirilmelidir. Korkutmaya dayalı ahlâk bir erdem olmadıktan başka güvenilebilir de değildir.» «Cumhuriyet, düşüncesi, kültürü, vicdanı özgür kuşaklar ister.» «Uygarlığın buluşları, tekniğin harikaları dünyayı değişmeden değişmeye uğrattığı bir çağda, yüzyıllık çağı geçmiş düşüncelerle, eskiye bağlılıklâ varlığını korumak olanaksızdır.»
Eğitim ve öğretimin işlemsel ve uygulamalı olması ve araştırmaya dayandırılması Atatürk'ün Türk Milli Eğitimine kazandırmak istediği temel özellikler arasındaydı. 1930'lu ve 1940"lı yılların Eğitmen-yetiştirme programları.ile Köy Enstitüleri uygulamaları bu anlayışın ürünleriydi. KADIN HAKLARI Türkiye Cumhuriyeti'nin bir Aydınlanma Çağı. olduğunun en güzel ve temel kanıtlarından biri de Kadın Hakları konusunda Qdünyaya örnek olacak değerde atılımlar yapmış olmasıdır. Her insanın kişiliğinin ve zekâsının, yeteneklerinin temelleri ana kucağında atıldığına göre, bir toplumun nüfusunun yarısını oluşturan kadınlarını toplum yaşamının dışında, gerilik, bilgisizlik, zulüm içinde ezilmeğe bırakması kendi can damarını kesmiş olmasından farksızdı. Türk Kadınlarının özgürlüklerine ve insan haklarına kavuşması kuşkusuz Cumhuriyet Türkiye'sinin Türk ulusuna kazandırdığı bir hayat kaynağıdır. Atatürk'ün bu konudaki. düşünceleri de anılmaya değer «Bir toplumsal kuruluş, bir ulus erkek ve kadın denilen iki cins insanda,n kuruludur. Mümkün müdür ki bir kitlenin bir parçasını ilerletelim, öbürünü bırakalım da kitlenin tümü ilerliyebilsin? Mümkün müdür ki bir topluluğun yansı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça öbür bölümü göklere, yükselebilsin? Kuşkusuz ilerleme adımlan dediğim gibi iki cins tarafından birlikte, arkadaşça atılmalı ve ilerleme ve yenilik alanında aşamalara birlikte ulaşılmalıdır.» «Türk kadını dünyânın en aydın, en erdemli ve en ağır kadım olmalıdır.»
TÜRK DİLİNİN ÖZGÜR GELİŞİMİ Cumhuriyetin Türk toplumunda gerçekleştirdiği çok önemli bir gelişme de Türk dilinin yabancı diller boyunduruğundan kurtarılması, Türkçenin bir bilim ve sanat dili düzeyine yükseltilmesi, bir de yöneticilerle halkın aynı dili konuşması sayesinde devleti kendi devleti olarak özümleyip benimsemesidir. Arapça, Farsça egemenliğindeki yönetim ve yazı dilinin ortadan kalkışı ve Türkçenin onun yerine yönetim, bilim ve sanat dili olarak gelişmesinde hiç kuşkusuz latin kökenli yeni Türk a|fabesi en önemli, katkılı yapmıştır. GÜZEL SANATLAR Yukarda saydığım tüm toplumsal, ekonomik, kültürel gelişimlerin öncülüğünde ve eşliğinde Türkiye de güzel sanatlar alanında da Cumhuriyet dönemi, ulusal yaratıcılık güç ve yeteneklerinin baskı ve yasaklamalardan kurtarılarak özgür anlatım ve-gelişme olanaklarına kavuşturulduğu dönem olmuştur. Atatürk'ün önder düşüncelerinin ve eseri olan Türkiye Cumhuriyeti'nin gerçekten evrensel düzeyde değerli olan bir özelliği de güzel sanatlara verdiği bu değerde görülmelidir. Edebiyatta, resim ve heykelde, sinema ve tiyatroda, müzikte uluslararası düzeyde değerli eserler Atatürk Cumhuriyeti'nin sanata saygı ilkesi eşliğinde yetişen sanatçılarımızın ürünleridir. Gerçekten sanat faaliyetlerinin toplumumuzdaki yeri Atatürk'le birlikte gerekli boyutlara ulaşabilmiştir. Edebiyat Atatürk'le birlikte Türk dili edebiyatı olmuş; resim, heykel üzerindeki dinsel baskılar kalkmış, Türk müziği çok sesliliğin zengin anlatım olanaklarına kavuşturulmaya başlamış, Türk halk müziği derle-
nip yayınlanmış, orkestralar, konservatuvarlar kurulmuş, yetenekli öğrenciler yurt dışında özenle eğitilmişlerdir. Bunların hemen hepsi uluslararası düzeyde birer ünlü sanatçı, Türk sanat elçileri olarak toplumumuzu dünyada temsil etmektedirler. TÜRK A Y D I N L A N M A S I N I N ÖZÜ: LAİKLİK Bir kez daha belirtmek gerekir ki bütün bu çağ- , daşlaşma atılımlarının temelinde, ruhunda laik dünya, toplum ve insan anlayışı yatar. Bu atılımların hepsi bir yönüyle laikliğin gerçekleşmesi için başvurul muş, bir yönüyle de laikliğin gerçekleşmesinin sonucunda mümkün olmuş ya da.laiklik ilkesinin kılavuzluğunda yürütülmüştür. Sonuç olarak, 100. doğum yıldönümü dolayısıyla tüm insanlığın anmakta olduğu Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti bu özellikleriyle gerçekten çok üstün düzeyde bir sanat eseri niteliğindedir. Zaten kalıcı, sağlam bir, devlet kurmak ve yaşatmak bilime •dayalı olduğu kadar, .yüksek sanatçı yeteneği de gerektiren bir iştir. Bugün toplumumuzufı her kesimindeki yurttaşlara düşen görev, bu Türk Aydınlanmasının birikimlerini, bilim ve sanat alanlarında yaratıcılığa açtığı yqllan, demokratik bir toplumsal dayanışmaya temel olmak üzere oluşturduğu laik, ulusal toplum üyeliği bilincini, yurttaşlık bilincini, o büyük insanın, ölümsüz Atatürk'ün kendi kişiliğinde örneğini bizzat verdiğ düzeye çıkarmaya çalışmak olmalıdır.
KAYNAKÇA B e d i a . Akarsu,
«Atatürk
ve K ü l t ü r » ,
Türk
Dili,
Aylık
ve y a z m dergisi, Y ı l . 28. Cilt X L , S a y ı 336, T ü r k Dil Yayınları,
1979.
Ömer
dil
Kurumu •
A s ı m Aksoy, « D i l d e A t a t ü r k ç ü l ü k » , A t a t ü r k ' e
Türk Dil K u r u m u
Yayını,
Saygı,.
1969.
Ö m e r A s ı m Aksoy, « D i l c i A t a t ü r k » , A t a t ü r k ' e Saygı,
Türk.
D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. S i n a Akşin,
«Bugünkü
Türk Ulusçuluğu»,
Toplum
ve
Bi-
l i m Dergisi, S a y ı 5, 1978. . Sina
Akşin,
31 M a r t
Olayı,
Ankara
Üniversitesi
SiyasaL
B i l g i l e r Fakültesi Y a y ı n l a r ı , 1970. Çetin A l t a n , N a r Çetin A l t a n ,
Çekirdekleri, B i l g i Y a y ı n e v i ,
Onlar
Uyanırken, Bilgi Yayınevi,
1976. 1974.
F a h r e t t i n Altay, « D i n d a r A t a t ü r k » , Atatürk, D i n ve lik, Belgelerle T ü r k T a r i h D e r g i s i Özel Y a y ı n ı ,
\Sadrettin Celâl A n t e l , « T a n z i m a t M a a r i f i » , T a n z i m a t , arif V e k â l e t i Y a y ı n ı , Maksudi
Tanzimat, Maarif Kemal İlhan
Arsal,
1969. «Teokratik
Vekâleti Y a y ı n ı ,
Arıburun,
Kültür Yayınları,
Ma-
1940.
E m i n Arat, Kemalizm, Sadri
laik-
1968.
Atatürk'ten
Devlet
ve L a i k
Devlet»,
19.40, Anılar,
Türkiye
İş
Bankası
1976.
Arsel,
Teokratik
Devlet Anlayışına,
Ankara
Devlet
Anlayışından
Üniversitesi
Hukuk
Demokratik
Fakültesi
Ya-
Sorumluları,
Do-
yınladı, 1975. İlhan
Arsel,
ğ a n Yayınevi, Atatürk, Özel Y a y ı n ı ,
Toplumsal
Geriliklerimizin
1977. Din
ve
Laiklik,
Belgelerle
Türk
Tarihi
Dergisi
1968.
A t a t ü r k D i y o r ki, Millî E ğ i t i m B a k a n l ı ğ ı Y a y ı n ı ,
1980.
A t a t ü r k K o n f e r a n s l a r ı , T ü r k T a r i h K u r u m u Y a y ı n l a n , 1964.
A t a t ü r k ' ü n Milli Eğitimimizle İlgili D ü ş ü n c e ve Buyrukları, T ü r k Dil K u r u m u Yayınları,
170.
K e m a l A t a t ü r k , N u t u k , M a a r i f Vekâleti Yayını, 1962. 2 Cilt. Atatürk'ün
Söylev
ve
Demeçleri,
T a r i h i Enstitüsü Y a y ı n l a r ı ,
Atatürk'ün Tamim, Telgraf Rıfkı Atay,
Çankaya,
Bateş,
Aveıoğlu,
İnkılâp İnkı-
1980.
Hatıraları, T ü r k i y e
İş
Ban-
1965.
A l b e r t Autin, Laieite, L i b r a i r i e Felix Alcaıı, Doğan
Türk
1964.
F a l i h R ı f k ı Atay, A t a t ü r k ' ü n kası K ü l t ü r Y a y ı n l a r ı ,
Cilt),
ve B e y a n n a m e l e r i , T ü r k
l â p T a r i h i Enstitüsü Y a y ı n l a r ı , Falih
(5
196İ.
Milli
Kurtuluş
Tarihi,
1930.
Tekin
Yayınevi,
Kişiliği»,
Atatürk'e
1976. Şevket
Süreyya
Aydemir,
«Atatürk'ün
Saygı, T ü r k Dil K u r u m u Y a y ı n ı , Şevket Süreyya Cilt, R e m z i
1969.
Aydemir, T e k
Kitabevi,
Adam
(Mustafa Kemal),
3
1969.
İ s m a i l H a k k ı Baltaeıoğlu, « A t a t ü r k » , Atatürk'e Saygı, T ü r k Dil
Kurumu
Yayınları,
1969.
Ömer Lütfü Barkan, «Türk Toprak Hukuku Tarihinde T a n z i m a t ve 1274 (1858) Maarif
Tarihli Arazi Kanunnamesi»,
Vekâleti Yayını,
Tanzimat,
1940.
A l i F u a t Başgil, « D i n H ü r r i y e t i » , A t a t ü r k , D i n ve Belgelerle
Türk
Tarih
Dergisi
Özel
Yayını,
Laiklik,
1968.
A l i F u a t Başgil, D i n ve Laiklik, Y a ğ m u r Y a y ı n e v i , 1962. Ali
Fuat
İstanbul yınları,
Başgil,
Esas
Üniversitesi
Teşkilât
Hukuk
Hukuku
Fakültesi
Dersleri,
Talebe
2.
Cilt,
Cemiyeti
Ya-
1942.
Ali Fuat Kitabevi,
Başgil,
Esas
Teşkilâtı
Hukuku
Dersleri,
İnkılâp
1940.
İ l h a n Başgöz, H o w a r d
E. Wilson,
Türkiye
d e E ğ i t i m ve Atatürk, Dost Y a y ı n l a r ı ,
Cumhuıiyeti'n-
1968.
A u g u s t Bebel, K a d ı n ve Sosyalizm, T o p l u m Yayınevi, 1966. Fahri
Belen,
«Atatürk D e v r i m i
Laiklik, Belgelerle T ü r k Bergson,
Ahlâk
kanlığı Y a y m i a r ı ,
İle
Tarih Dinin
ve D i n » ,
Dergisi İki
Atatürk, Din
Özel Y a y ı n ı ,
Kaynağı,
Millî
ve
1968.
Eğitim
Ba-
1949.
Niyazi Berkes, T ü r k i y e ' d e Ç a ğ d a ş l a ş m a , Niyazi Berkes, İkiyiiz Y ı l d ı r yınları, 1969.
Neden
Bilgi Yİ,
Bocalıyoruz,
1973. Yön
Ya-
N i y a z i Berkes,- T ü r k i y e İktisat T a r i h i , I. Cilt, Gerçek yınevi,
Niyazi Berkes, T ü r k i y e İktisat T a r i h i , I I . Cilt, Gerçek yınevi,
Ya-
(100 S o r u d a K i t a p Dizisi), 1970.
Alfred
Bertholet,
Sciences, M c
«Religion»,
Millian
Co.,
A l f r e d Bertholet, Soeial
Ya-
(100 S o r u d a K i t a p Dizisi), 1969.
Sciences,
Mc
Encyciopedia
of
tlıe
«Religious O r d e r s » , Millan
Co.,
Encyciopedia
Sadi Sadi
Utkan
İnkılâp
Borak,
Sadi
Borak,
Korkut
Bankası
Atatürk'ün
Enstitüsü
Oturumlarda
Söylev
Yayınları,
Atatürk'ün
ve
De-
1972.
Konuşmaları,
1977.
Atatürk'ün
Yazışma
titüsü A r a ş t ı r m a
Kocatürlc, Tarihi
Gizli
Çağdaş Yayınları, lev, Demeç,
tlıe
1959.
Borak,
meçleri, T ü r k
of
1957.
T e v f i k Bıyıkoğlu, A t a t ü r k A n a d o l u ' d a , T ü r k i y e İş Kültür Yayınları,
Soeial
1957.
Yayınları,
Boratav,
Resini
Yayınlara
ve Söyleşileri, No:
Girmemiş
Halkevleri,
Söy-
Atatürk
Ens-
2, 1980.
Türkiye'de
Devletçilik,
Gerçek
Yayınevi,
(100 S o r u d a K i t a p Dizisi), 1974. Mahmut
Esat Bozkurt, A t a t ü r k
sitesi Y a y ı n l a r ı ,
İhtilâli,
İstanbul
L. B . B r o w n , Ideology, P e n g u i n
Education,
B ü y ü k D i n l e r ve M e z h e p l e r Ansiklopedisi, Burhan
Üniver-
1940. •
Cahid, A t a t ü r k ' ü n
İki
1973. 1964.
Cepliesi, k a n a a t
Kitabevi,
1939. A l i F u a t Cebesoy, Sınıf A r k a d a ş ı m A t a t ü r k , İ n k ı l â p ve A k a K i t a b e v l e r i Koli. Şti., 1967. K.S. C h a n t i t c h - C h a n d a n , Türk
Dil
Kurumu
Yayını,
« T ü r k Tansığı», Atatürk'e
Comte Charles D e Chambrun, T ü r k Dil K u r u m u Yayını, Comte
Charles
De
Saygı,
1969. « A t a t ü r k » , Atatürk'e
Saygı,
1969.
Chambrun,
A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k Dil k u r u m u
«Olağanüstü Yayını,
G o r d o n Childe, W h a t l l a p p e n e d I n yınevi, 1976.
Bir
İnsan»,
1969.
History, P e n g u i n
Ya-
Felicien Challaye, D i n l e r T a r i h i , V a r l ı k Y a y ı n l a r ı , 1972. M a r c e l Clerget, « B i r Ü l k e n i n D ü ş ü n c e d e U s ç u D ü z e n e . k u l m a s ı » , A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı ,
So-
1969.
N u r i Conker, Z a b i t ve K u m a n d a n , T ü r k i y e İş B a n k a s ı yınları, 1959.
Ya-
Neşet Çağatay, Atatürk Önderliğinde Saltanattan riyete G e ç e n Türkiye, 50. Y ı l K i t a b ı n d a n
Ayrı
Cumhu-
Basım.
N e ş e t Ç a ğ a t a y , L a i k l i k N e d i r , Şeriat N e d i r , T ü r k T a r i h K u rumu Yayını, Neşet
1978.
Çağatay,
«Türkiye'de
Din
Sömürüsü
ve
Laiklik»,
' Belleten, Cilt 42, S a y ı 163, T ü r k T a r i h K u r u m u Basımevi, 1977. Behçet K e m a l
Çağlar,
«Tutsak
Asya
Burcunda
İlk
Baş-
k a l d ı r m a B a y r a ğ ı » , A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u
Yayla-
nı, 1969. M. Kemal
Çığıman,
İnançlar,
1971.
S e l â h a t t i n Çiller, ( D e r . ) , A t a t ü r k İ ç i n D i y o r l a r K i , Yayınları,
Varlık
1971..
H . R ı d v a n Ç o n g u r , « A t a t ü r k ve D i l i m i z i n Özleşmesi», türk'e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , Bülent Üniversitesi
Daver, Siyasal
Türkiye Bilgiler
Cumhuriyetinde Fakültesi
Ata-
1969. Laiklik,
Yayınları,
Ankara
1955.
E r c ü m e n d Demlrer, D i n , T o p l u m ve K e m a l Atatürk, 1969. Selâhattin
Demirkan,
Bir
Milletin
Yarattığı
Lider,
Mus-
t a f a K e m a l A t a t ü r k , B e l g e Y a y ı n l a r ı , 1972. John Dewey, Türkiye M a a r i f i Hakkında Rapor, Milli tim Bakanlığı
Yayınları,
1952.
Eği-
. •
A. Dllâçar, «Atatürk'ün Ölümünden Sonraki Yengisi»,
Ata-
türk'e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n l a r ı , 1969. S a b i n e Dirks, L a F a m i i l e M u s u l m a n e T u r q u e , M o u t o n
and
Co., 1969.
ı
.t
Jean Duehe, Histolre D u M o n d e , F l a m m a r i o n , 1958.. Georges
Duhamel,
«Düşünce
Devrimi»,
Atatürk'e
Saygı,,
T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n l a r ı , 1969. E m i l e D u r k h e i m , Les F o r m e s E l e m e n t a i r e s D e L a V i e
Re-
ligieuse, L i b r a i r i e F61ix A l c a n , 1937. M . O r h a n Durusoy, M . M u z a f f e r G ö k m a n , A t a t ü r k ve D e v rimleri B i b l i y o g r a f y a s ı , T ü r k i y e
İş B a n k a s ı
Kültür
Yayınları,.
,1957. Maurice Duverger, K u r u m u Yayınları,
« K e m a l i z m » , A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k
Dil
1969.
Ali Dündar, « T ü r k Devreni Bir Bütündür», T ü r k Dili Aylık D i l ve Y a z ı n Dergisi, Y ı l 28, Cilt X L , S a y ı 336, 1979. A l i D ü n d a r , « Y e n i Yazı, Y e n i D ü n y a » , T ü r k Dili A y l ı k D i r v e Y a z ı n Dergisi, Cilt X L I , S a y ı 345, 1980.
Baha
Dürder,
« A t a ' n m T i y a t r o y a İlgisi», A t a t ü r k ' e
Saygı,
T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. Bülent
Ecevit,
Atatürk
ve
Devrimcilik,
Tekin
Yayınevi,
3.973. '
E f l a t u n , D e v l e t A d a m ı , M i l l î E ğ i t i m B a k a n l ı ğ ı Y a y m ı , 1960. G ü l t e k i n Elibal, A t a t ü r k ve R e s i m Heykel, T ü r k i y e İş B a n -
k a s ı K ü l t ü r Y a y ı n l a r ı , 1973. «Ellinci Y ı l ı n d a L a i k l i k S e m p o z y u m u n u n
Ardından...»
Bi-
. rikim, S a y ı 48, 1979, s. 84-98. C e l â l E r i k a n , K o m u t a n A t a t ü r k , T ü r k i y e İş B a n k a s ı Y a y ı n l a r ı , 1972. Ş ü k r ü G a l i p Erker, T ü r k K ü l t ü r D e v r i m i ve K a r ş ı D e v r i m , 1976. S a d r i Etem, T ü r k İ n k ı l â b ı n ı n K a r a k t e r l e r i , M a a r i f
Vekâleti
Y a y ı n ı , 1933. Claude
Farrere,
Dil Kurumu
«Dirilen
Yayını,
1969.
Türkiye», Atatürk'e
Saygı,
Türk
,
Z i y a e d d i n F a h r i Fındıklıoğlu, « T a n z i m a t t a İ ç t i m a i H a y a t » , T a n z i m a t , M a a r i f V e k â l e t i Y a y m ı , 1940. H a m i ş F r u ö n g e n , « K e m a l A t a t ü r k » , A t a t ü r k ' e Saygı, D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969.
Türk
•
M . K . G a n d h l , H a k i k a t Y o l u n d a k i T e c r ü b e l e r i m i n Hikâyesi, .Rafet Z a i m l e r Y a y ı n e v i , 1963. Şevket Gedikoğlu, K e m a l i s t
Eğitim
İlkeleri,
Uygulamalar,
.Çağdaş Y a y ı n l a r ı , 1978. Kemal
Zeki
Ansiklopedisi
Gencosman,
Niyazi A h m e t
(Türkiye Cumhuriyeti
Banoğlü,
Atatürk
Siyasal T a r i h i ) , M a y
Ya-
y ı n l a r ı , 1971. ,
Paul Gentzon, « M u s t a f a K e m a l ya d a Y ü r ü y e n D o ğ u » , A t a -
türk'e Saygı, Türk. D i l K u r u m u Y a y ı m , 1969. Berthe Georges - Gaulis, « M u s t a f a K e m a l Destanı»,
Ata-
türk'e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. F . D e G e r a n d o , « M o d e r n B i r D e v l e t » , A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k Dil Kurumu Yaymı,
1969, ..
İ s m e t Giritlioğlu, K e m a l i s t D e v r i m İdeolojisi, İ s t a n b u l Ü n i versitesi Y a y ı n l a r ı , Johannes
1980.
Glaşneck,
• Kemal
Atatürk
ve
Çağdaş
Türkiye,
O n u r Y a y ı n l a r ı , 1976. M a e i t G ö k b e r k , D e ğ i ş e n D ü n y a , D e ğ i ş e n Dİil, Ç a ğ d a ş Y a y ı n l a r ı , 1980. ,
E n v e r N a c i Gökşen, « A t a t ü r k , H a r f D e v r i m i ve Ötesi», A t a türk'e Saygı, " T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. G e o r g e s G u r v i t c h , Les C a d r e s Sociatıx D e L a Conııaissance, P.U.P., 1966. G e o r g e s G u r v i t c h , T ı a i t e de Sociologie, P.U.F., 1960. O r h a n Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, R e m z i Kitabevi, 1973. O r h a n Hançerlioğlu, İ n a n ç Sözlüğü, R e m z i Kitabevi,
1975.
E d o u a r d Herriot, « Y e n i T ü r k i y e Y ö n e t i m i n i n O r t a y a
Koy-
d u ğ u » , A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. A t i l l â İ l h a n , H a n g i A t a t ü r k , B i l g i Yayınevi, 1981. İhsan ilgan,
«Atatürk,
Laiklik, D i n
ve D e v r i m » ,
Atatürk,
D i n ve Laiklik, Belgelerle T ü r k T a r i h Dergisi Özel Y a y ı n ı , 1968. I s m a r l a m a D e r s K i t a p l a r ı Üzerine R a p o r , T ü r k Dil K u r u m u Y a y ı n l a r ı , 1976.
'
.
M u s t a f a Selim İmece, A t a t ü r k ' ü n
Şapka Devriminde
Kas-
t a m o n u ve İ n e b o l u Gezileri, T ü r k i y e İ ş B a n k a s ı K ü l t ü r
Yayın-
ları, 1975..
.
.
,
'
A f e t İ n a n , A t a t ü r k H a k k ı n d a H a t ı r a l a r ve Belgeler, T ü r k i y e İş B a n k a s ı K ü l t ü r Y a y ı n l a r ı , 1968. A f e t İnan, Atatürk'ten Hatıralar, Türk T a r i h K u r u m u
Ba-
sımevi 1950. A f e t İ n a n , « A t a t ü r k ve Dil B a y r a m ı » , Atatürk'e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. A f e t İ n a n , K e m a l A t a t ü r k ' ü A n a r k e n , T ü r k Dil K u r u m u Y a yınları, 1955. A f e t İ n a n , « M i l l i y e t i n T e m e l i O l a n Dil B i r l i ğ i » ,
Atatürk'e
Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı m , 1969. Afet
İnan, . Vatandaş
Atatürk'ten
Yazdıklarım,
İçin T.T.K.
Medeni Y.,
Bilgiler
ve
M.
Kemal
1969.
A f e t İ n a n , M . K e m a l A t a t ü r k ' ü n K a r l s b a d Hatıraları, T . T . K . Y.,
1983.
,
A b d i İpekçi, İ n ö n ü A t a t ü r k ' ü Anlatıyor, C e m Yayınevi, 1968. A t a t ü r k , K u r t u l u ş Savaşı, D e v r i m l e r ve C u m h u r i y e t
Türki-
yesi İle İlgili K i t a p l a r , İ s m a i l A r a r K ü t ü p h a n e s i K a t a l o g u , 1960. G o t t a r d Jaeseke, K u r t u l u ş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, T ü r k T a r i h K u r u m u Y a y ı n l a r ı , 1971. K a d r o , ( A y l ı k Fikir M e c m u a s ı ) T ı p k ı B a s ı m , 2 Cilt, r a İktisadi ve T i c a r i İlimler A k a d e m i s i Y a y ı n l a r ı , C e y h u n Atuf
Kansu,
«Devleti Yenileştiren
türk'e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Yayını,. 1969.
Anka-
1978-80.
Atatürk»,
Ata-
C e y h u n Atuf K a n s u , « A t a t ü r k ' ü n U l u s G e r ç e ğ i » ,
Atatürk'e
Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. Ceyhun
Atuf
Kansu,
«Halk
Savaşçısı»,
Atatürk'e
Saygı,
T ü r k Dil K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. C e y h u n Atuf K a n s u , « A t a t ü r k ' ü n İlkeleri», A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k Dil K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. C e y h u n Atuf K a n s u , « K u r t u l u ş S a v a ş l a r ı n ı n B a b a s ı » ,
Ata-
türk'e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. Mazhar M ü f i d Kansu, Erzurum'dan
Ölümüne K a d a r
Ata-
türk'le B e r a b e r , T ü r k T a r i h K u r u m u Y a y ı n ı , 1966. Enver
Ziya Karal,
«Atatürk'ü
Anlamak»,
Atatürk'e
Saygı,
T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. Enver Z i y a K a r a l , A t a t ü r k ' t e n Düşünceler, T ü r k i y e İş B a ı ı - . kası K ü l t ü r Y a y ı n l a r ı , 1969. Enver Z i y a K a r a l , « A t a t ü r k ' ü H a t ı r l a m a k » , A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k Dil K u r u m u Yayını," 1969. E n v e r Ziya K a r a l , « A t a t ü r k , Siyaset A h l â k ı ve Siyasi
Par-
tiler», A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. Enver
Ziya
Karal,
«Atatürk
ve
Tarih»,
Atatürk'e
Saygı,
T ü r k Dil K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. Enver
Ziya
Karal,
«Devrim
ve Laiklik»,
Atatürk,
Laiklik, Belgelerle T ü r k T a r i h Dergisi Özel Y a y ı n ı ,
Din
ve
1968.
E n v e r Ziya K a r a l , « İ n s a n O l a r a k A t a t ü r k » , A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y m ı , 1969. E n v e r Ziya K a r a l , « T a n z i m a t t a n Evvel G a r p l ı l a ş m a
Hare-
ketleri», T a n z i m a t , M a a r i f Vekâleti Y a y ı n ı , 1940. Yakup
Kadri
Karaosmanoğlu,
Atatürk,
Remzi
Kitabevi,
1961. M u s t a f a K e m a l , « T ü r k ve İ s l â m T a r i h i n e K ı s a B i r B a k ı ş » , A t a türk, D i n ve Laiklik, Belgelerle T ü r k T a r i h i Dergisi Özel
Ya-
yını, 1968. ' S u n a Kili, K e m a l i z m , M e n t e ş M a t b a a s ı , 1969. L o r d Kinross, Atatürk, B i r Milletin Y e n i d e n Doğuşu, S a n d e r Yayınevi, 1972. L o r d Kinross, «Atatürk, B i r Milletin Y e n i d e n D o ğ u ş u » , A t a türk'e Saygı, T ü r k E>11 K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. Uygur
Kocabaşoğlu,
Şirket Telsizinden Devlet
Radyosuna,
A n k a r a Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Y a y ı n l a r ı ,
1980.
Emre Kongar, Türkiye'nin Toplumsal Yapısı, İmparatorlukt a n G ü n ü m ü z e , C e m Y a y ı n l a r ı , 1978.
A g â h Sırrı L e v e n d , « A t a t ü r k ve D e v r i m l e r » , A t a t ü r k ' e
Say-
« ı , T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı m , 1969. B e r n a r d Lewis, T h e E m e r g e n c e of M o d e r n Turkey, Ö x f o r d U n l v e r s i t y Press, 1961. H e n d r i k W i l l i e m V a n Loön, İ n s a n l ı ğ ı n K u r t u l u ş u ,
Üniver-
s i t e K i t a b e v i , 1945. Sir P e r e y Loraine, « O l a ğ a n ü s t ü B i r İ n s a n » , A t a t ü r k ' e
Say-
gı, T ü r k Dİ1 K u r u m u Y a y ı n ı , 19691. R o b e r t H . Lowie, «Social O r g a n i z a t i o n » , Ençyclopedia of the •Soclal Sciences, M c M i l l a n Co., 1957. B r y a n M a ğ g e e , Y e n i D ü ş ü n A d a m l a r ı , M.E.B. Y a y ı n l a r ı , 1979. M a h o m e t , L e K o r a n , Classiques G a r n i e r , 1958. R e n e M a r c h a n d , « B i r S o y u n U y a n ı ş ı » , Atatürk'e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. Şerif Mardin,; J ö n T ü r k l e r i n Siyasi Fikirleri, T ü r k i y e İ ş B a n Jcası K ü l t ü r Y a y ı n l a r ı , 1964. K a r i M a r x , F. Engels, D i n Üzerine, G e r ç e k Y a y ı n e v i , 1974. B e n o i s t - Mechin,' « B i r İ m p a r a t o r u n Ö l ü m ü » , A t a t ü r k ' e S a y g ı , T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. Benoist - Mechin, «Halifeliğin Kaldırılması», Atatürk'e Say,gı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı m , 1969. B e n o i s t - Mechin, « M u s t a f a K e m a l ve Y e n i B a ş k e n t A n k a - ' l a » , A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. Benoist -
Mechin,
«Neden
Dil
Devrimi», Atatürk'e
Saygı,
T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. H e r b e r t Melzig,
«Bir
Kahraman
İnsan»,
Atatürk'e
Saygı,
T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. H e r b e r t Melzig, « H a l i f e l i ğ i n C a n Çekişmesi», A t a t ü r k ' e S a y gı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969.
•
H e r b e r t Melzig, « Ö z g ü r l ü k S a v a ş ı ve M u s t a f a K e m a l » , A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. S u p h i Menteş, « B i z i m D i n i m i z » , A t a t ü r k , D i n
ve
Laiklik,
B e l g e l e r l e T ü r k T a r i h i Dergisi Özel Y a y ı n ı , 1968. D a g ö b e r t V o n Mikusch, « D o ğ u n u n B ü y ü k R e f o r m c u s u » , A t a türk'e Saygı, Türk' D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. D a g ö b e r t V o n Mikusch, « M u s t a f a K e m a l A v r u p a İ l e
Asya
A r a s ı n d a » , A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. M o h a m m e d , G l o r l o u s K o r a n , M e n t o r Books, 1961. H e r b e r t J. M u l i e r , - « T a r i h i n Ö r g ü s ü » , A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969.
M . M . M o u s h r r a f a , « T ü r k R ö n e s a n s ı » , A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k Dil: K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. Ahmet Mumcu, T a r i h Açısından T ü r k Devriminin l e r i v e Gelişimi, İ n k ı l â p v e A k a
Temel-
Y.,1979.
F e t h i N a c i , A t a t ü r k ' ü n T e m e l Görüşleri, G e r ç e k
Yayınevi,
(100 S o r u d a K i t a p Dizisi),, >S68. O s m a n N e b i o ğ l u , Türkçer K u r ' a n - ı K e r i m , N e b i o ğ l u
Yayın-
evi. H . R i c h e d N i e b u h r , « R e f o r m a t i o n » , Encyciopedia of tlıe S o e i a l Sciences, M c M i l l a n Co., 1957. H . R i c h a r d N i e b u h r , « S e c t s » , E n c y l o p e d l a of t h e Soeial S c i ences, M c M i l l a n Co., 1957. Özer O z a n k a y a , T o p l u m b i l i m e G i r i ş ; A n k a r a Üniversitesi S i y a s a l B i l g i l e r Fakültesi Y a y ı n l a r ı ,
1982, d ö r d ü n c ü
basım.
Ö z e r O z a n k a y a , T ü r k D e v r i m i ve Y ü k s e k ö ğ r e t i m Gençliği, Siyasal Bilgiler Fakültesi Y a y ı n ı , 1978. Özer Ozankaya,
«Türk
Kültürünün
Çağdaşlaşma
Süreci»,
U l u s a l K ü l t ü r Dergisi, S a y ı 3, K ü l t ü r B a k a n l ı ğ ıYayıriları, 1979. Özer O z a n k a y a , « A t a t ü r k ' ü n D e m o k r a s i Dersleri,» S B F D e r gisi, C. X X X V I I , s a : Özer
Ozankaya,
3-4, s. 89-103. «Atatürk'ün • Temel
Kavramları,»
BYYO
Y ı l l ı ğ ı 1981,.sa: V I , s. 83-94. özer Ozankaya, naissance,»
«Atatürk:
The
Kevue Internationale
Archltect
of
Turkish.Re-
d'Histolre Militaire, N o :
1981.
50, '
Ö z e r O z a n k a y a , T ü r k i y e ' d e Kooperatifçilik, Milliyet Y a y ı n ları, 1976. Özer O z a n k a y a , « T h e Stages of E c o n o m i c Grovrth», Siyasal B i l g i l e r Fakültesi Dergisi, Cilt , X X , S a y ı 2., Sevinç
Matbaası,
1965. Özer O z a n k a y a , « J a p o n y a ' n ı n M o d e r n l e ş m e D e n e m e s i » Dergisi,
1965, S a . :
SBF
1, s. 293-309.
S e d a t Veyis Ö r n e k , İlkellerde D i n , B ü y ü , S a n a t , E f s a n e , G e r ç e k Y a s m e v i , 1971. R a g ı p Ö z d e m , « T a n z i m a t t a n B e r i Y a z ı Dilimiz», T a n z i m a t , M a a r i f Vekâleti Y a y ı n ı , 1940. Çetin Özek, T ü r k i y e ' d e G e r i c i A k ı m l a r v e N u r c u l u ğ u n İ ç y ü zü, V a r l ı k Y a y ı n l a r ı , 1964. S a m i N . Özerdim, A t a t ü r k D e v r i m K r o n o l o j i s i , -Atatürk Enstitüsü Y a y ı n l a r ı , 1974.
F.:
20
Halkevleri
305
S a m i N . Özerdim, Biliıımiyen A t a t ü r k , V a r l ı k Y a y ı n l a r ı , 1976. S a m i N . Özerdim, « D ü n d e n B u g ü n e A t a t ü r k » , A t a t ü r k ' e S a y gı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. S a m i N . Özerdim, H a r f D e v r i m i n i n Öyküsü, T ü r k D i l
Ku-
r u m u T a n ı t m a Y a y ı n l a r ı , 1962. S a m i N . Özerdim, Y a z ı D e v r i m i n i n Öyküsü, T ü r k D i l
Ku-
r u m u Y a y ı n l a r ı , 1978. Melâhat
Özgü,
Renaissance'dır»,
«Atatürk
Atatürk'e
Devrimleri Saygı,
Türk
Sanat Dil
Alanında
Kurumu
Bir
Yayını,
1979. M e l â h a t Özgü, « A t a t ü r k Sergi ve M ü z e d e » , A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. M . İskender Özturanlı, « B i l i m ve A k t ö r e » , T i l r k Dili Dil
ve Y a z ı n
Dergisi,
Cilt X L I ,
Sayı
345, T ü r k
Dil
Aylık
Kurumu
Y a y ı n ı , 1980. K â z ı m Öztürk, T ü r k i y e C u m h u r i y e t i Hükümetleri ve P r o g r a m l a r ı , A k Y a y ı n l a r ı , 1968. N e l i a P a v l o v a , « B a t ı I ş ı ğ ı n a D o ğ r u » , A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı m , 1969.
.
M . Oka, I. Perceval, J a p o n K a l k ı n m a s ı ve Türkiye, G e r ç e k Y a y ı n e v i , 1966. R e n 6 Pinon,
«Mustafa
K e m a l » , A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k
Dil
K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. Eugfene Pittard, « A t a t ü r k ' ü n A n ı s ı n a S a y g ı » , A t a t ü r k ' e S a y gı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969.. M . Philips Price, « Ü s t ü n B i r İ n s a n » , A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı m , 1969. E r n e s t R e n a n , B i l i m i n Geleceği, 2 Cilt, Millî E ğ i t i m B a k a n l ı ğ ı Y a y ı n l a r ı , 1965. R o l a n R o b e r t s o n ( E d . ) , Sociology of Religion, P e n g u i n E d u cation, 1976. Noelle R o g e r , « B a ş a r ı l a r ı n G i z i » , A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Yayını, Stephan
1969.
Ronart,
«Bugünün
T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969,
Türkiyesi»,
Atatürk'e
Saygı,
. -
H e r v â Rousseau, Dinler, T a r i h i ve Sosyal İncelemeler, R e m zi Kitabevi, 1970. H e r v e Rousseau, D i n l e r T a r i h i , G e l i ş i m Y a y ı n l a r ı , 1974. Jean P a u l R o u x , « K e n d i n e Ö z g ü » , A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k Dil K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. . • G u i d o D e Ruggiero,
«Religious P r e e d o m » , Encyclopedia
ot
the Soeial Seieııees, M c M i l l a n Co., 1957. B e r t r a n d Russel, B i l i m ve D i n , V a r l ı k Y a y ı n e v i , 1972. B e r t r a n d Russel, N e d e n Hıristiyan Değilim, V a r l ı k ları, 1972.
Yayın-
.
Nephan
Saran,
Üniversite
Gençliği,
İstanbul
Üniversitesi
E d e b i y a t Fakültesi Y a y ı n l a r ı , 1975. Albert
Sarraut,
«Bir
Ulusun
Yenileştirilmesi»,*
Atatürk'e
Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. B a h r i Savcı, « A t a t ü r k D e v r i m i » , A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k D i l • K u r u m u Y a y ı n ı , 1969B a h r i Savcı, « A t a t ü r k Laikliğinin
G e r ç e k A m a c ı ve
Anla-
m ı » , A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı m , 1969. B a h r i Savcı, « Ç a ğ d a ş l a ş m a d a M u s t a f a K e m a l Çizgisi», A t a türk'e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı m , 1969. H e r b e r t W . Schneider,
«Revivals, Religious»,
Encyciopedia
of the Soeial Sciences, M c M i l l a n Co., 1957. M u z a f f e r Sencer, D i n i n T ü r k T o p l u m u n a M i t h a t Sertoğlu,
Etkileri,
1968.
« A t a t ü r k ve İ s l â m i y e t » , A t a t ü r k , D i n
ve
Laiklik, Belgelerle T ü r k T a r i h i Dergisi Özel Y a y ı n ı , 1968. C h a r l e s H. Sherril, « B u Y ü c e T ü r k » , A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. C h a r l e s H. Sherril, B i r Elçiden G a z i M u s t a f a K e m a l , T e r c ü m a n Y a y ı n l a r ı , 1001 T e m e l Eser. S u a t Sinanoğlu, V i s a g e d e la Turquie, 1979. M ü m t a z Soysal, A n a y a s a ' n ı n A n l a m ı , G e r ç e k Yayınevi, 1974. W i l l y Sperco,' « S a v a ş ı K a z a n a n K o m u t a n
Sivil
Giyiniyor»,
A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. K j ı r t Steinhaus,
Atatürk Devrimi
Sosyolojisi, S a n d e r
Ya-
yınevi, 1973. F r a n k A. Stone, T h e R u b of Cultures in M o d e r n
Turkey,
I n d l a n a University Publications, 1973. . Hüseyin A v n i Ş a n d a , R e a y a ve Köylü, H a b o r a K i t a b e v i
Ya-
yınları, 1975. K e m a l T a h i r , Y o l Ayrımı, S a n d e r Y a y ı n l a r ı , 1973. T a n z i m a t , M a a r i f Vekâleti Y a y ı n ı , 1940. İsmail H a k k ı Tekçe, « B e n i m A t a m İ m a n ve İ n s a n l ı k
Abi-
desi İ d i » , Atatürk, D i n ve Laiklik, Belgelerle T ü r k T a r i h i
Der-
gisi Özel Y a y ı n ı , 1968. Yusuf
Kemal
Tengirşenk,
«İman
Dolu
Varlık
Atatürk»,
A t a t ü r k , D i n ve Laiklik, Belgelerle T ü r k T a r i h i Dergisi Özel Y a yını, 1968.
T a n e r T i m u r , T i i r k D e v r i m i ve Sonrası, D o ğ a n
Yayınevi,
1971. T a n e r T i m u r , K u r t u l u ş ve Y ü k s e l i ş D ö n e m i n d e O s m a n l ı T o p l u m s a l Düzeni, A n k a r a
Üniversitesi
Siyasal Bilgiler
Fakültesi
Y a y ı n l a r ı , 1979. G ö r a r d T o n g a s , « A t a t ü r k ç ü F e l s e f e » , A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k D Ü K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. t. H a k k ı T o n g u ç , M e k t u p l a r l a K ö y Enstitüsü Yılları,
Çağ-
d a ş Y a y ı n l a r ı , 1976. Jeaıı T o u c h a r d , Histoire d e s Idees PoIitiques, P U F . 2 Cilt, 1959. Arnold
i J. T o y n b e e ,
«Atatürk'ün
Ülkesi
Nasıl
Batılılaştı»,
A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. Vedat N e d i m Tör, Kemalizmin
Dramı,
Çağdaş
Yayınları,
1980. T a r ı k Z. T u n a y a , İ s l â m c d ı k Cereyanı, B a h a M a t b a a s ı , 1962. T a r ı k Z. T u n a y a , Siyasi Müesseseler ve A n a y a s a
Hukuku,
İ s t a n b u l Üniversitesi Y a y ı n l a r ı ; 1975. İlter T u r a n , C u m h u r i y e t Tarihimiz, Temeller, K u r t u l u ş , M i l lî Devrimler, Ç a ğ l a y a n K i t a b e v i , 1969. M ü m t a z T u r h a n , G a r b l d a ş m a n m Neresindeyiz, T ü r k i y e B a sımevi, 1959. Tarık
Z. Tünaya, ; Devrim
Hareketleri
İçinde Atatürk
ve
A t a t ü r k ç ü l ü k , B a h a M a t b a a s ı , 1964. B e k i r T ü m a y , A t a t ü r k ' ü n D e v r i m Destanı, T ü r k i y e İ ş B a n kası K ü l t ü r Y a y ı n l a r ı ,
1964.
Türk Devrim Tarihi, Genel K u r m a y H a r p Tarihi Başkanlığı Y a y ı n ı , 1971. C a v i t O r h a n T ü t e n g i l .Atatürk'ü A n l a m a k v e T a m a m l a m a k , V a r l ı k Y a y ı n l a r ı , 1975. C a v i t O r h a n Tütengil, « A t a t ü r k ' ü n Çilesi», A t a t ü r k ' e
Say-
g ı , T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. C a v l t O r h a n T ü t e n g i l , « A t a t ü r k ve M a z l u m Milletler», A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , . 1969. C a v i t O r h a n T ü t e n g i l , K ı r s a l T ü r k i y e ' n i n Y a p ı s ı ve S o r u n ları, G e r ç e k Y a y ı n e v i , 100 S o r u d a K i t a p Dizisi,
1979..
T ü r k i y e İktisat T a r i h i Üzerine A r a ş t ı r m a l a r , G e l i ş m e
Der-
gisi, 1978, Özel Sayısı, O D T Ü Y a y ı n ı , 1978. N a ş l t H a k k ı U l u ğ , H a l i f e l i ğ i n Sonu, T ü r k i y e İ ş B a n k a s ı K ü l t ü r Y a y ı n l a r ı , 1975.
F a i k R e ş i t U n a t , T ü r k i y e E ğ i t i m Sisteminin Gelişmesine T a rihi B i r B a k ı ş , M i l l i E ğ i t i m B a k a n l ı ğ ı Y a y ı n e v i , 1964. H i l m i Z i y a Ü l k e n , « T a n z i m a t t a n S o n r a Fikir
Hareketleri»,
T a n z i m a t , M a a r i f V e k â l e t i Y a y ı n ı , 1940. M . Ş a k i r Ülkütaşır, A t a t ü r k ve H a r f Devrimi, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n l a r ı , 1973. K e m a l Ü s t ü n , M e n e m e n O l a y ı ve K u b i l a y , Ç a ğ d a ş
Yayın-
ları, 1978. Hıfzı
Veldet,
Tanzimat, Maarif
«Kanunlaştırma
Hareketleri
ve
Tanzimat»^
V e k â l e t i Y a y ı n ı , 1940.
H ı f z ı V e l d e t Velidedeoğlü, « A t a t ü r k ' t e U l u s ç u l u k ve U l u s a l B a ğ ı m s ı z l ı k A n l a y ı ş ı » , A t a t ü r k ' e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u
Yayı-
nı, 1969. H ı f z ı V e l d e t Velidedeoğlü, T ü r k i y e ' d e Ü ç Hıfzı Veldet dınlığının
Velidedeoğlü,
Atatürk
Devir.
İlkeleri
Çilesi, î z m i r M e s l e k K a d ı n l a r ı
ve
Türk
K u l ü b ü Y.,
Ka-
1970.
H ı f z ı V e l d e t Velidedeoğlü, B i r L i s e Öğrencisinin M i l l i
Mü-
cadele A n ı l a r ı , V a r l ı k Y., 1971. J.B. Villalta,
Atatürk,
T.T.K.
Y.,
1979.
R o b e r t E. W a r d , D a n k w a r t A . R u s t o w
^
( E d . ) , Political
d e r n i z a t i o n i n J a p a n a n d Turkey, Princetori University
Mo-
Press,
1964. Donald
E.
Webster,
«İleri
Gelen
Uluslardan
Biri»,
Ata-
t ü r k ' e Saygı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. H . G . W e l l s , K ı s a D ü n y a T a r i h i , V a r l ı k Y a y ı n l a r ı , 1959. H . G . W e l l s , T h e O u t l i n e of History, D o u b l e d a y a n d
Com-
p a n y , 1971. H . G . W o o d , Bclief a n d U n b e l i e f , C a m b r i d g e University Press, 1955. M . Şer af ettin Y a l t k a y a , « T a n z i m a t t a n E v v e l ve S o n r a M e d reseler», T a n z i m a t , M a a r i f V e k â l e t i Y a y ı n ı , 1940. F e h m i Y a v u z , « B a ş k e n t A n k a r a ve A t a t ü r k » , A t a t ü r k ' e S a y gı, T ü r k D i l K u r u m u Y a y ı n ı , 1969. F e h m i Y a v u z , D i n Eğitimi ve T o p l u m u m u z , 1969. C e m a l Y ı l d ı r ı m , B i l i m T a r i h i , G e r ç e k Y a y ı n e v i , 1974. R e f i k Y u r t s e v e n , T ü r k D e v r i m i ve K u r t u l u ş Savaşı,
Genel
K u r m a y H a r p T a r i h i B a ş k a n l ı ğ ı Y a y ı n ı , 1976. A h m e t Yücekök, T ü r k i y e ' d e D i n ye Siyaset, G e r ç e k
Yayın-
evi, 100 S o r u d a i K i t a p Dizisi, 1971. K u r t Ziemke, « M u s t a f a * K e m a l ' i n V a r l ı ğ ı » , A t a t ü r k ' e gı, T ü r k D i l . K u r u m u Y a y m ı , 1969.
Say-
Ad Dizini
Dizisi
A
173-174;
A b d u r r a h i m , Sir 152 Abdurrahmaıı
Kâmil
Efendi
dünya
ve
insan-
lık anlayışı 177-180;
dün-
y a barışı anlayışı 280; e d e -
193 Ahmet
İzzet
b i y a t anlayışı 283-285;
81
Akarsu, Bedia
16, 56
Aksoy,
Asım
Ömer
Ali Kemal
zel 285;
277
A l i P a ş a 133 E f e n d i 270
anlayışı
halifeliğe
rüşleri
52
Antepli Münif
ilişkin
181-183;
gö-
202-206;
hukukun
üstünlüğü
yışı
hükümet
168;
gü283-
anlabiçim-
lerine ilişkin görüşleri 196-
Aristo 72 Atatürk,
sanatlar
Mustafa
Kemal
4,
197;,
kader ' konusundaki
5, 9-53, 56, 110, 113, 114,
anlayışı
116, 131, 132, 133, 135, 136,
n i n gelişiminde laik
137, 138; ve a y d ı n l a r
yış 139 vd.; laik devlet a n -
148;
bağımsızlık
147-
anlayışı
174-177;
layışı 201-207;
144-145; 147, 151, 154, 2-16-
anlayışı
223;'ve
kuk
kişiliği-
laik
eğitim
laik
hu-
anlayışı
223-227;
la-
18-30, 147, 238 v d „ 239-242;
iklik anlayışı
168-171;
la-
demokrasi
ik y a r g ı
171;
bilimsel
anlayışı
demokratik
anlayışı rimi
195-197;
üzerine
. 268 v d „ layışı
düşünüş 168-
172-189;
anlayışı
müzik
dil
282; öğretmenlerden b e k l e -
dev-
din
din
an-
sömü-
anlayışı
diği 235-236; üzerine
panislamizm
rine
düşünceleri
198;
siyasal
ğü
anlayışı
205 vd.,
249;
166,
197-198; p a n t u r a n i z m ü z e -
198, 217-223;
özgürlü-
274-275;
düşünceleri
r ü s ü anlayışı- 185-187, 197din
224-227;
hükümet
düşünceleri
275-277;
230-251;
anla-
anlayışı
201;
erk
166, 197(iktidar)
sömürgecilik
din adamlarından bekledi-
anlayışı 150, 152; tarih b i l -
ği
gisi
249-251;
doğa
anlayışı
161-162, 163-164,
165-
167, 168; tarikatçılık rine
düşünceleri
T ü r k devrimini şı
225-227;
üzerine
üze-
255-256; tanımlayı-
Türk
tarihi
düşünceleri
278
Childe, G .
61, 63
Comte, A. 98, 160 Cotgrove, St.,84 C r o m w e l l 29 Curzon, L o r d 47
vd.; ülusal bağımsızlık a n layışı
150-152,
162,
216-
217; ulusal egemenlik layışı
49-50,
an-
193, 200-202;
ulusal e ğ i t i m anlayışı 230242;
güç
anlayışı
176-197;. u y g a r l ı k
anlayışı
138,
ulusal 156,
157;
ümmetçilik
konusundaki .
düşünceleri
203-206; yasa y a p ı m ı k o n u sundaki 197;
düşünceleri
yazı
devrimi
düşünceleri
196-
üzerine
272 vd.
A t a y , F . R . 41, 144, 149, 152, 153, 175, 190, 273 Şevket
D Damat
Ferit P a ş a
D a m a t Sait Paşa
52 131
D â v e r , B . 223, 230, 247 Descartes 78, 79 Desmoulins Dlderot
160
85
d'Israeli 83 D u h a m e l , G . 29-30 D u r k h e i m , E. 62-63, 67, 98
Atkînson, J. J. 66 Aydemir,
Çiçero 60, 85
S. 35, 159,
277
D u r s u n o ğ l u , C. 291 D u v e r g e r , M . 32, 84, 85 E
B Baltacıoğlu, İ H .
142, 270
Başgil,
105-116
Ali F u a t
E f l a t u n 9, 143 Einstein, A. 89-90, 91, 148
Belen, F . 56, 238, 252, 253 Berkes, N . 122, 138
Emre, A. C. 159 E n v e r P a ş a 270
Betin, S . U . dn. 160 Bozkurt, M . E.
Elibal, G . 287
70, 131, 194 .
Bruntifere 61
Etem, S. 32, 124, 118
F
B u d a 71
€ Carrettö, G . E .
32
Cebesoy, A . F .
126, 154, 155,
121
Fikret, T e v f l k
161, ,265, 269
Fuat, P a ş a 129
206
G
C e n g i z h a n , d n . 70 Challaye, F. 59, 67, 68
Fatih Mehmet
.
George, L l o y d 52
L a n g l a y , E. 32
G u r v i t c h , G . 57, 69, 86
Laplace
79
. L a r s e n 78, 90
H
L e n t n 29 L u n d b e r g 78, 90
H a n ç e r î l o ğ l u , O . 93, 141
M
Herriot, E. 141, 149 H o Y a o S u 152 Hoca Kadri Efendi
133-135
H o c a Ş ü k r ü E f e n d i 214 H u l â g u , d n . 70
Machiavelli Mangin
(Albay)
Manolof
H ü s e y i n C a h i t 67
79
M a l i n o w s k i , B . 62 . 164
!
155-156
M a r x , K . 85, 98
*
Mehmet Emin
161, 269
Melzig, H . 143, 150 İnan, Afet
158, 277
•
İ n ö n ü , İ. 47
M ı s ı r l r Aziz 154" Montesquieu Muhammet
İ s a 68, 73, 96, 97
160 69, 72, 73
M u s a 68
İzmirli N a z m i 271
Mustafa
Kemal,
bkz.
Ata-
türk, M . K .
J Jüpiter
N
68.
N a m ı k K e m a l 132, 133
K
N a p o l e o n 79, 83-84, 85
Kansu,
C.A.
Newtori
150, 190
K a n s u , M . M . 35, 159 K a n t , E. 78 Karacaoğlan
O
270
K a r a l , E. Z. 56, 143, 149, 151, 152, 167, 172, 173, 174, 190, 191, 211-213, 249, 282 Karaosmanoğlu,
79
Nys, dn. 70
Y.K.
146
O z a n k a y a , Ö. 75
Ö
'
K i l ı ç z a d e H a k k ı Bey. 271 vd.
Özek, Ç. 246, 247
Kinross, L o r d 150, 256
Özerdim, S. N . . 56, 156, 160,
Köymen,
L
N.
113
162, 163, 166, 272, 274 P
.
R
T o u c h a r d , J. 69, 74, 75 Tör, V . N . 56
Rahip
Frew
53
T ü t e n g i l , C. O. 56
Reşit P a ş a 131, 136
T y n d a l l , 79
R o b e s p i e r r e 29
U
Roclıer, G . 36, 86 R o u s s e a u 160 Russell, B . 92, 94-103
U b e y d u l l a h E f e n d i 81 U l u ğ , N . H . 161, 200, 206
'•S
Ü • S a i d - i N u r s i 237 Saint Paul
69, 99
Ülkiltaşir, M . Ş. 270, 271
S a i t M o l l a 53.
Ü n a y d m , R . E . 142, 173
Sakız E f e n d i , O h a n n e s S a v a r y 69 Schrag
V
78, 90 .
S h a k e s p e a r e 83 Sevük,
131
İ.H.
147
Vahdettin ;
S u l t a n A b d ü l m e c i t 136
Voltaire Wells,
S u l t a n H a m i t 137, 236
52
79, 85, 160
H.G.
61,
65, 68,
70,72,73
S
X
Ş e y h S a i t 244, 254
Y u n u s E m r e 90, 270
H
Z
T a n y o l , C. d n . 135
Z i y a G Ö k a l p 81, 135, 270
T o k d e m i r , E. 56
Ziya
Paşa
128
69,
Konu Dizini A b b a s i l e r 263 Acem
etkisi,
B i l i m 20 vd., 64 vd., 74 vd., Türk
kültürü
üzerindeki 255 Âçmlama
(vahiy)
138 B i l i m felsefesi 17 vd., 30 vd.j'
60, 69
A d a l e t i n laikleşmesi
223-227
65, 74 Bilimsel
A f r i k a 36 Ailenin
düşünüş
kurtuluş
laikleşmesi
227-228
Akılcı düşünüş, bkz. Bilimsel düşünüş
ve
122 vd.,
Bilimsel yöntem 17t29 Birimsel Bizans
inceleme
26-27
158, 263
A m a s y a K a r a r l a r ı 191, 193
B o r ç l a r K a n u n u 192
Amerikan
B u r s a 232
Haklar
Bildirgesi
ulusal 128
81 Bütüncül
A n g l i k a n Kilisesi 92 Ankara Arap
150
etkisi,
Türk
kültürü
üzerine 255
yaklaşım
C C u m h u r i y e t 51, 52, 123, 138,
A r a p h a r f l e r i 269 vd.
191, 216 vd.
A r a p kabileleri 69, 70, 71
/
ç
Aristo m a n t ı ğ ı 130 Arnavutlar
26-28
270
A v r u p a 36, 55, 86
Ç i n 72, 152-153
Aydınlanma
Ç o k tanrılılık 63-64
(Renaissance)
79, 94, 119, 295 A y d ı n l a r 46, 148
D
A z e r b a y c a n Türkleri 270 Daday B
258
«Dede»
sanının
kaldırılması
192 Bağımsızlık 13-14; 17, 49-50; 289 vd., passim. Batı
Demokrasi
ülkeleri 34 vd., 55,. 74,
118 vd. 57-58
13 vd.
Derebeyci ilişkiler 36 Devletin
B i l g i 57 B i l g i düzeni
D e ğ i ş i m için üretim 74-76
vd.
laikleşmesi
78, 189
D i l ve T a r i h - C o ğ r a f y a F a k ü l tesi 280
Emperyalizm
35
vd.,
D i n 55, 56-116; sözcük a n l a -
Erzurum
35
• mı
Erzurum
Kongresi
59-61;
cezalandırma
anlayışı 102 vd.; cinsel y a ş a m 99 vd.; din devletinin oluşumu 67-74; e v r i m
dü-
şüncesi 101; hoşgörüsüzlük 97-99, ğü
.102
vd.;
105 vd.,
dinden vd.;
211, 242
anlayışı
59
eğitimi
vd.;
dinsel h u k u k 192;
74 vd.;
82 vd.;
din 191,
192,
209,
dinsel
230
Evliliğin laikleşmesi 227 vd., bkz. A i l e n i n laikleşmesi
F a t ı m i l e r 263 F e l s e f e 64, laikleşmesi 74 vd. F e o d a l beylikler 74, 75, 76 Feodal
toplum
Fetiş 66
inanç-
F r a n s a 48
reketleri 87 vd. laik
. Eski y u n a n 64, 70
17, 74,
l a r 22; «dinsel, uyanış» h a D i y a n e t İşleri
193
vd.;
bağımsızlaşma
suç
191,
vd,, 198
özgürlü-
din sömürücülüğü .
bkz.
Sömürgecilik
Fransız
75,
İnsan
118-119
ve
Yurttaş
H a k l a r ı Bildirgesi
81-82
Başkanlığının
devletteki
yeri
211-
€»'
'
'
'
215, 235 Diyarbakır
Galatasaray
160 ,
D o ğ a ö t e s i düşünce
17, 59
Dünya
olmayanım
Gelişme sınırı
siyasal
erk
42,
D ü ş ü n c e özgürlüğü bkz. Ö z düşünce
kavramı
14, 33, 34
vd; Genel
112 vd. gür
124
51
22
barışı 280
«Dünyevi
127
azınlıklar
vd., 131 vd. (Geleneksel
D o ğ a l üretim 75 Doğrulama
Sultanisi
Gayrı-müslim
D o g m a t i k düşünce 18 '
Eğitim
arif-1
Yasası
Umumiye
(Ma-
Kanunu)
130 Gericilik 17, 202
D ü y u n - u U m u m i y e 154
Gerikalmışlık
E
16, 17, 34, 35-
47, 122-138 G e r i k a l m ı ş uluslar 13, 14, 15,
E ğ i t i m 42-43, 49 Eğitimin
birleştirilmesi
192,
209, E ğ i t i m i n laikleşmesi 192, 209, 230-231 E k o n o m i k b a ğ ı m l ı l ı k 36 vd. E k o n o m i k gelişme 15
16-17 Giysi
devrimi
192, 249, 257
vd. Gülhane • Hatt-ı
Hümayunu
137, bkz. T a n z i m a t Güzel
sanatlar
bkz.
Sanat
H
İsrail kabileleri 68, 69 .
H a l i f e ' 48, 50, 82, 86, 181-187 Halifelik
133-135;
kaldırıl-
m a s ı 193-195, 201-211, 218, 243 Halk
Fırkası'nm
Dokuz
Harf
İ z m i r 233, 285 İzmir
İktisat
Kongresi
2701
vd. J
263
devrimi bkz. Y a z ı d e v -
J a i n i z m 71 J a p o n y a 75, 125-126
rimi H a r s bkz. K ü l t ü r ' lık
ve
''
Hıristiyanlık
uygar-
'
68, 69,
70, 71,
79, 94-103 Hukuk
192
İ t a l y a 48, 192
İl-
kesi 223 Harem
İsviçre
Jüpiter 68 K K a b i l e 68 vd.
Devleti
İlkesi
223-
K a d ı n h a k l a r ı 138, 192, 262-
192,
K a d r o .32
230, passim, 291 Hukukun
268, 293
laikleşmesi
194, 223-230
K a p i t a l i z m 33 vd. K a p i t ü l a s y o n l a r 32, 33
1
K a s t a m o n u 251, 258, 265.
İ b r a n i P e y g a m b e r l e r i 73
K a v r a m l a r 28
İ ç r a - İ f l â s K a n u n u 192
Kilise bkz.
İ d a d i l e r 130
K i t a b - ı M u k a d d e s 68
İkinci
Sultan
Mahmut
136
Konya
Hıristiyanlık
251
İ l â h i y a t Fakültesi 237
« K o z m i k din anlayışı»
İlkel i n s a n 61, 63
K u K l u x K l a n 96 Kuramsal
İ l m - i simya 70 İmam-Hatip
Okulları
89-91
Genellemeler
21
vd.
237 •
İ n a n ç 56-58, bkz. D i n
K u r ' a n 69
İ n a n ç düzeni 58
K u r ' a n K u r s l a r ı 113 vd., 23T
İ n e b o l u 258
K u z e y A f r i k a 72
İ n g i l t e r e 48
K ü l t ü r ve U y g a r l ı k 122, 123.
128
İngiliz koruyuculuğu 52-53 İngllizseverler D e r n e ğ i 52-53
K ü l t ü r e l değerler 42
İran
Kültürün
263
İslamcılık
İ s l â m h u k u k u 72 İslâmiyet manlık İ s p a n y a 72
69,
bkz.
Müslü-
laikleşmesi
192,
195, 251-287
bkz. P a n i s l a m i z m L
'.
L a i k devlet 80 L a i k düşünüş
15, p a s s i m
.
İLalk siyaset 80
M e n e m e n olayı 257
L a i k l e ş m e 14, 15, 55, 74 vd., ve T ü r k D e v r i m i
192 vd;;
Meşrutiyet
118, 123, 126
A m e r i k a Birleşik D e v l e t l e -
Mezhepler
ve laiklik 245
r i ' n d e 246 dn., B a t ı
Mezopotamya
.
Avru-
p a ' d a 246 d n . Laikliğin
72
M ı s ı r 72, 263
anayasaya
girmesi
193
Mucize 61 Mürit sanının
L a i k l i k n e değildir Laiklik
ve
dil
devrimi
268,
M ü s b e t b i l i m 18-29;
74-80
M ü s l ü m a n l ı k 71, 72, bkz. L a -
, L a i k l i k ve d i n
eğitimi-öğre-
timt 230-251 L a i k l i k ve r e s i m - h e y k e l 285287 L a i k l i k ve t a r i h d e v r i m i 27,7 vd. L a i k l i k ve yazı devrimi 268277
Naima
Tarihi
L a t i n h a r f l e r i bkz. Y a z ı d e v rimi - andlaşması
290-291
N e s n e l l i k ilkesi 18-19
O kapatılması
192
O h B u y r u k 68 O n g u n 63 Ortaçağı
düşünüş
74 vd.
O s m a n l ı devleti 117 vd. Osmanlı
L i b e r a l t o p l u m 83 vd.
278
N a k ş i b e n d i tarikatı 253, 257
Ocak'ların
L a i k l i k ve m e z h e p l e r 245
47;
iklik N
L a i k l i k ve m ü z i k 274-285
Lausanne
yasaklanması
192
104 vd.
275 vd.
,
M e ş r u l u k ölçüleri 35
Hanedanının
yurt
dışına çıkarılması 209-211
L u t e r e l h a r e k e t 79
Osmanlı
toplum
düzeni
117
vd.
M M a a r i f K o n g r e s i ( I . ) 230 vd. Mana
63
Ö
, M a n i 73 M a n s ı p sanının yasaklanması .192 Mecellenin
Otorite simgeleri 35
kaldırılması
Medeni K a n u n
192
132, 192
Önderlik
94-103 Özgürlük
M e d r e s e l e r 119, 130, k a l d ı r ı l -
P
Mekteb-1 Mülkiye
130
192
Ö z g ü r düşünce 92-94; ve din
M e d e n i y e t bkz. U y g a r l ı k m a s ı 192, 236 vd.
9-11,1 13 .
Örtünmenin kalkması
9-11
P a d i ş a h 48, 50, 52, 193 vd.
Panislamizm
43,
157,
197-
Siyaset
198, 249
sanatı
14,
15, .145,
150, 167
Panturanizm
43,
157,
197-
198, 249
S o m u t l u k ilkesi 20-24 Soyadı
P a p a l ı k 75, 84, 149, bkz. H ı -
yasası
Sömürgecilik
ristiyanlık
192 10, ,33-47;
din sömürüsü 86 vd.
Putpuluk 69
Ve .
S
R
Ş a p k a devrimi 257 vd. R e a y a 121
Şrayilı bkz. H o c a K a d r i E f e n -
R e s m i tatil ve b a y r a m lerinin
laikleşmesi
gün-
192
Revüm Novarım Papalık nelgesi)
di
:
,
Şer'iye m a h k e m e l e r i n i n ge-
84
Şer'iye
R o m a '68, 72, 85
Vekâletinin
ması Şeyh
S
kal-
dırılması 192 kaldırıl-
192, 207-208, 211 vd.-
Sait ayaklanması
244,
254
Sakarya
savaşı
Salanın
kaldırılması
Saltanat
17,
Şeyh
230
51;
52,
86-87,
118 vd. Saltanatın
kaldırılması
192,
199-202 Samsun
238
192, 274
vd., 281 vd.
244 yasaklanması
191, 193 vd.
S i l v a n 160 120-121 felsefesinin
mesi 79, 80-82
bağımsızlaşma,
Hıris-
Musa, sell,
Muhammet,
İsa, Einstein,
Rus-
vb,
T a n r ı B u n j i l 67
,
T a n z i m a t 10, 117-138; g e ç e r sizliği 119,
117 vd.;
122
vd.;
yenilikleri eğitimi
130-
vd.
Siyasal b a ğ ı m l ı l ı k 39 vd. Siyaset
10, 49-50,
53, 144-145, 150
sevilik, B u d a ,
S ı b y a n okullarının kaldırılışı 243
Sipahiler
« T a m bağımsızlık»
tiyanlık, M ü s l ü m a n l ı k , M u -
S e r f l i k 74-75
Sivas K o n g r e s i
.T
den
Seçkinler 48
Seyyıt s a n ı n ı n 192
Ş e y h ü l i s l â m 118 vd.; 133-135
T a n r ı anlayışı bkz. Din, D i n -
S a n a y i l e ş m e 34 Serbest F ı r k a
yasaklanması
T a k v i m değişikliği 192
,
S a n a t ı n laikleşmesi
sanının
192
laikleş-
Tarımsal Tarih
gelişme 36
devrimi
192, 268 vd.;,
277 vd. Tarikatlar
251
vd.;
255-256.
bağımsızlık
T a r i k a t l a r ı n kapatılması 251 Tekkelerin
kapatılması
192,
U l u s a l p a z a r 77; bkz. U l u s a l ekonomi
216, 251, 292
Ulusal
T e k T a n r ı anlayışı 67-74 The Times
T o p l u m s a l aşağılık - d u y g u s u
değişme
34
Uygarlık
laik-
ve
kültür
137-138,'
157-158
ilerleme '34 Adaları
ilişkilerin
leşmesi .197-198
vd.,
41 vd. Toplumsal
Ulusal
U l u s a l siyaset 193 vd. Uluslararası
Toplumsal dayanışma 9
Trobriand
bkz.
U l u s a l toplum 77, 129-130
43, 46 Toplumsal
savaşın
bağımsızlık
150
61
Ü
T u r a n kabileleri. 70 T u r a n c ı l ı k bkz. P a n t u r a n i z m
Ü m m e t ç i siyaset 86 vd., 132
Türbelerin
Üniversitelerin k u r u l m a s ı 192
kapatılması
192,
256 T ü r k a y d ı n l a n m a s ı 10, 14 vd., 29-30, 295; bkz. A y d ı n l a n ma
Vahiy
T ü r k ç e ezan 276 T ü r k ç e K u r ' a n 276 T ü r k Dil K u r u m u 276 vd. 192
T ü r k T a r i h K u r u m u 279 vd. Türk
ulusçuluğu
71
V i c t o r i a devleti 67 y Yabancı
192
117
Açınlama
bkz.
Veda'lar
T ü r k ç ü l ü k bkz. P a n t u r a n i z m
T ü r k Ticaret K a n u n u
V â k ı f l a r bkz. Şer'iye V e k â l e ti
T ü r k Ceza K a n u n u 192
Türk Medeni K a n u n u
V
sermaye
bkz.
Sö-
mürgecilik Yahudilik
68, 69, 72, 73
Y a r g ı n ı n laikleşmesi 228 vd.
U
Yazı
Ulusal
ahlâk
5
U l u s a l bağımsızlık 48-50, 5153 Ulusal egemenlik 52 vd., 132
Yöntem
bkz.
U l u s a l ekonomi 17 U l u s a l kimlik 45, 77, 268 vd.; ve tarih devrimi 277 vd. bkz.
Ulusal
31-32
Bilimsel
yön-
tem 1
Y ü k s e k İ s l â m Enstitüleri 211
Vd,,
vd., 193 vd., 195, 280 vd.
kurtuluş
192, 269 vd.
Y u r t k a v r a m ı 45
U l u s a l birlik 13
Ulusal
devrimi
Y e n i sömürgecilik
238
Z Zaviyelerin vd.
kapatılması
251