r
Din ve Vicdan Hürriyeti v
Prof.Dr.Nevzat YALÇINTAŞ Prof. Dr.Salih TUĞ Prof.Dr.Bekir TOPALOĞLU Doç.Dr.M.Âkif AYDIN Ab...
170 downloads
919 Views
4MB Size
Report
This content was uploaded by our users and we assume good faith they have the permission to share this book. If you own the copyright to this book and it is wrongfully on our website, we offer a simple DMCA procedure to remove your content from our site. Start by pressing the button below!
Report copyright / DMCA form
r
Din ve Vicdan Hürriyeti v
Prof.Dr.Nevzat YALÇINTAŞ Prof. Dr.Salih TUĞ Prof.Dr.Bekir TOPALOĞLU Doç.Dr.M.Âkif AYDIN Abdullah SEVİNÇ Kemal GÜRAN
nr 4>
\AYDINLAB OCAfil 1370/
Aydınlar Ocağı Yayını
İÇİNDEKİLER
Önsöz {Prof.Dr.Nevzat YALÇINTAŞ)
Ö7.AL MATBAASı ISTANBUL 1991
7
Adalet Bakanı Oltan Sungurlu'nun konuşması
17
Takdim {Prof.Dr.Salih TUĞ)
19
İslâm İnancı Açısından Din ve Vicdan .. Hürriyeti {Prof.Dr.Bekir TOPALOĞLU)
25
İslâm Dininde Gayrimüslimlere Tanınan Din ve Vicdan Hürriyeti {Doç. Dr.M.Akif AYDİN)
33
Din, Vicdan Hürriyeti ve Batı'daki Uygulamalar {Abdullah SEVİNÇ)
41
Türkiye'deki Uygulamalar Açısından Din ve Vicdan Hürriyeti ile Dini Hizmetlerin Görülmesin deki Sınırlar ve Görevler {Kemal GÜRAN)
53
Kapanış {Prof.Dr.Salih TUĞ)
83
"Türkiye'de Din ve Vicdan Hürriyeti Engellenmemelidir."
85
ÖNSÖZ
D
in ve vicdan hürriyeti temel insan hak ve hürriyetlerindendir.
Demokrasi idareleri ise rejimin insan hak ve hürriyetlerine dayandığı, ondan kaynaklandığı siyasî sistemlerdir. Dolayısıyla din ve vicdan hürriyeti demokrasinin zarurî bir gereği, ayrılmaz bir parçasıdır. Bu hürriyetin kâmil bir şekilde gerçekleşmediği ülkelerde demokrasinin tam anlamı ile varolduğundan bahsetmek imkânsızdır. Esasen demokrasileri, totaliter diktacı rejimlerden ayıran en önemli farkların başında diğer hürriyetler gibi din ve vicdan hürriyetinin varlığı gelir. Diğer taraftan din ve vicdan hürriyeti şüphesiz insan olmanın, insan kişilik ve haysiyetinin ayrılmaz bir parçasıdır. Köle haline düşmemiş hür insan inancını seçip onun gereklerini yerine getirmede, vicdanî kanaatlere istediği gibi sahip olmada serbest olan kişidir. Aksi halde gerçek bir insan kişiliğinden, onun gelişmişlik ve saygı değer olduğundan bahsetmek imkânsızdır. Din ve vicdan hürriyetinin bu niteliğinden dolayıdır ki, diğer hak ve hürriyetler gibi milletlerarası temel hukukî metinlerde müstakil olarak yer almıştır. 10 Aralık 1948'de kabul edilen Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nde bu hürriyet şu şekilde yer almıştır: "Madde 18-Her şahsın fikir, vicdan ve din hürriyetine hakkı vardır, bu hak din ve kanaat değiştirmek hürriyetini, dinini veya kanaatini tek başına veya topluca, açık olarak veya özel surette, öğretim, tatbikat, ibadet ve âyinlerle açıklama hürriyetini gerektirir." Bu önemli hukukî metnin dışında ve diğer çeşitli milletlerarası belgelerde de din ve vicdan hürriyeti ön sıralarda yer almıştır. Nitekim son olarak, ülkemizin de daha âdil bir uluslararası düzenin ger-
çekleşmesi için ümitle baktığı "Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı" (AGİK) çalışmaları içinde, 19-21 Kasım 1990'da 34 üye ülkenin iştirakiyle toplanan Paris Zirvesinde imzalanan "Yeni Bir Avrupa için Paris Yasası'nda da ve hemen baş taraflarda "düşünce, vicdan ve din hürriyetleri" yer almış ve ayırım göstermeden herkesin bunlara sahip olduğu çok açık bir şekilde belirtilmiştir. Kısaca Paris Andlaşması diye isimlendirilen bu metin 21 Kasım 1990'da Paris'te kabul edilmiş ve anlaşmaya Türkiye adına Cumhurbaşka m Sayın Turgut Ozal imza koymuştur. Tarihimiz incelendiği zaman, Türk toplumlarında din ve vicdan hürriyetinin mevcut olduğu, kişilerin inançlarına saygı duyularak serbest bırakıldıkları hâkim bir özellik olarak derhal görülmektedir. Atalarımız inançlara karışmamışlar, değişik dinlere ve vicdanî kanaatlere" sahip kişi ve topluluklar Türk devletlerinin koruyuculuğu altında varlıklarını huzurla devam ettirmişlerdir. Elbette ki bu büyük insanlık örneğine yol açan asıl faktör milletimizin inancı olan islâmiyetin yüce prensipleridir. Bu tarihî gerçeğe rağmen, milletimizin gelişmiş kültür ve inançlarına aykırı olarak ve bütün milletler tarafindan benimsenmiş uluslararası temel hukukî belgelere ters düşen bir tarzda ülkemizde din ve vicdan hürriyeti yeni dönemlerde ağır şekülerde ihlâl edilmiş ve tam ifadesini bulamamıştır. Böylece bu konuda Türkiye'de bir çekişme, tartışma ve hatta mücadele ortamı en azından son 50 senedir ortaya çıkmıştır. Şüphesiz bu durum ülkemin istikrarına zaman zaman tesir etmekte ve millî bütünlüğümüz üzerinde olumsuz sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Türkiye'deki bu menfî durumun, din ve vicdan hürriyetine müdahalelerin, millî bütünlüğümüzü bozucu uygulamaların sebeplerine doğru eğildiğimizde bunun asıl olarak yalnış bir lâiklik anlayışı ve tatbikatından doğduğunu müşahade etmekteyiz. Lâiklik Cumhuriyetin ilânından çok sonra ve o zamanki Cumhuriyet Halk Partisinin umdelerini belirten 6 ok'tan birisi olarak ve diğerleri ile birlikte Şubat 1937 tarihinde Anayasaya girmiştir, C.H.P.nin 6 prensibinden bir tanesi olan "lâiklik" sonradan bir kısım kişiler için bir ideoloji haline dönüşerek "laisizm" gibi ait olduğu yabancı dilde mevcut olmayan bir mücadele sloganı olmuştur. Bu slogan uygulamada her türlü dinî inanç ve vicdanî kanaatleri baskı altına almayı hedeflemiş eylemlerin dayanak noktası yapılmak istenmiştir. Böylece C.H.P.niıı lâiklik umdesinin bazı kişi ve kesimlerce dine
karşı bir ideoloji haline getirilmek istenmesi, sonuçta buna karşı büyük kitlelerin direnmesi, ülkemizde bir mücadele ortamını doğurmuş ve bu durum bölücü etkiler ortaya çıkarmıştır. Özellikle geçmişteki ve bugünkü bazı uygulama ve girişimlere bakıldığında milletimizin birlik ve beraberliğine bu yanlış lâiklik anlayışı kadar zarar veren, millî bünyeyi bölen başka bir faktör yoktur demek pek de mübalağa olmayacaktır. Milletimiz Türk-îslâm bütünlüğünde varlığını, dirilik ve kudretinin temelini bulmaktadır. Türk-îslâm bütünlüğü Türk milletinin kimliğinin ifadesidir. Bu tarihî sentezin unsurlarım, Türk kültürünü ve İslâm inancını savunmaya, yıpratmaya teşebbüs etmek, doğrudan doğruya milletimizin varlığına ve geleceğine yönelen yıkıcı eylemlerdir. Sağlıklı cemiyetlerde, millet varhğınm temellerine dönük olumsuz girişimler ülkemizde görülen ve din ve vicdan hürriyetine ağır müdahaleler şeklinde ortaya çıkan boyutlarda belirmemektedir. Türkiye'de, milletimizin müşterek inancı ve millî bütünlüğümüzün en sağlam bağlarından olan îslâmiyete karşı zaman zaman ortaya çıkarılan girişimlerden bir tanesi de şüphesiz irtica ithamı ve kampanyalarıdır. Dikkat edilirse bu irtica kampanyalarının asıl hedefi İslâm inancı, dinî müesseseler, dinî eğitim, millî kültür ve inançlı insanlardır. Bu kampanyalar Türkiye'de bir kısım basın organlarında görülmektedir. Bilinen bazı gazeteler devrevî olarak irtica senaryoları hazırlayarak irtica kampanyaları düzenlemektedirler. Bürokraside bulunan bazı kişiler de çeşitli şekillerde bu basın organlarının girişimlerine yardımcı olmaktadırlar. Ülkemiz üzerinde hedef ve emelleri olan dış odakların da irtica kampanyalarında rolü ve parmağı olduğu karinelerle biliniyordu. Fakat bunların son zamanlarda, özellikle yönlendirme ve işbirliği yapma şeklinde görülen rolleri, "gizli" denilen raporları el altından açıklayıp doğruluğu kontrol edilemeyen haberler ve yorumlar temin etmeleri ile açıklık kazanmıştır. Kısaca ortaya, a-Bazı basın organları, b-Bürokraside bulunanlar, c-Dış odaklar arasında teşekkül eden, bir işbirliği, adetâ bir ittifak çıkmaktadır. Ülkemizde irtica itham ve kampanyaları, tek parti döneminde de Türk toplumunun geleneksel değerlerine, demokrasiye geçişin ilk de-
10
DIN VE VICDAN HÜRRIYET!
virlerinde Demokrat Parti, daha sonra da Adalet Partisi iktidarı ve Koalisyon hükümetlerine karşı ısrarla yürütülmüştür. Bu parti ve diğer iktidarların inanç hürriyetleri ile din eğitimini benimsemeleri, millî ve dinî değerlere saygılı ve bağlı bulunmaları, irtica ithamları ile düşmanlık çekmelerine sebep olmuştur. Bugün de bu yayın organları ve diğerleri yönünden değişen pek fazla birşey yoktur. Yalnız dış destekler daha alenî hale gelmiştir ki bu da iletişim teknolojisi ile küçülen ve iç içe giren dünyamızda tabiîdir. İrtica kampanya, yayın ve ithamlarını incelediğimizde, bunların hedef aldığı başlıca unsurlar şunlardır: a- Din, vicdan ve düşünce hürriyeti: Bu temel hürriyetlerin kâmil bir şekilde ülkemizde, diğer demokratik ülkelerde olduğu gibi teessüsünü istememektedirler. Bundan dolayı 163. maddenin kaldırılmasına veya değiştirilmesine karşı olmaları örnek olarak zikredilebilir. b- Dinî eğitimin her şekli: Okullarımızdaki din dersleri, İmamHatip Liseleri, îlâhiyat Fakülteleri, çocuklara Kur'ân-ı Kerim öğretilen kurslar. Kısacası her türlü dinî eğitim müesseseleri, buralarda okuyan ve bunların mezunları kampanya ve ithamların değişmez unsurlarıdır. Bunları devamlı ve türlü şekillerde hedef alırlar. c- Din adamları-. Dinî hizmet veren imamlar, hatipler, vaizler, müftüler, Kur'ân-ı Kerîm hocaları, din dersi öğretmenleri gibi kutsal görev yapan ve çoğu da devlet memuru olan kişiler bir vesile bulunarak ele alınıyor, bunlar hakkında haberler düzenleniyor, yorumlar yapılıp resimleri basılıyor ve bunlar yetkili makamlara ihbar edilerek haklarında soruşturma açılması hedefleniyor. Bu yayın, ve ithamlardan asıl amaç bu zümreyi gerici gibi göstermek ve devamlı taciz etmektir. d- Dini ve millî gayeli kuruluşlar: Bunlar derneklerden ve vakıflardan tutun da cami ve Kur'an Kursu yaptırma, hayır işleme kuruluşlarına kadar açık ve kanunî her türlü teşekküllerdir. Bütün bunlar asılsız ithamların konusu yapılmaktadır. Maksat bu kuruluşların itibar ve etkilerini azaltmaktır. e- Dinî gruplar: Ülkemizde, aralarında İslâm'ı yaşamak, hayır yapmak ve dayanışmak gayesiyle teşekkül etmiş (bunlar bazı zaruriyetler sonucunda teşekkül etmiştir) topluluklar vardır. Bu dinî grupların millî birlik ve bütünlüğü bozdukları görülmediği gibi vatanlarına
DIN ve VICDAN HÜRRIYETI
11
bağlı, ülkenin çalışkan, aile yapısını koruyan, genellikle orta tabakayı teşkil eden zümrelerdir. İrtica kampanyaları yürütenler bu dinî grupları devamlı hedef alırlar. f- Dinî inançlarını her türlü şarta rağmen yaşamak isteyen kişiler: İnandığı için örtüsü olan bir genç kız öğrenci, dinî vecibelerini yerine getirip alnım secdeye koyan bir polis memuru, hacca giden bir başbakan, camide görülen bir vali bunların hedeflerine örnek olarak verilebilir. İnancının gereğini yerine getiren bu Türk vatandaşlarına hücum ederler. Enteresan buldukları fotoğraflarım ve çoğu gerçek olmayan haberleri basarlar. Mümkünse ihbar mekanizmasını çalıştırıp bu kişileri taciz ederek, mağduriyetlerine yol açarlar. Bu vatandaşların isimlerini neşrederek ortada bir suç varmış gibi savcılara ihbar ederler. g- Siyaset, fikir adamları, liderler, kabiliyetli gençler: İslâm inancına samimiyetle bağlı, millî değerlere sahip ve cemiyette yeri, rolü olan siyasetçilere, fikir adamı ve sanatkârlara, kabiliyetli gençlere, her türlü kuruluş ve grup liderlerine karşıdırlar, onları küçültmek, te'sirlerini azaltmak için iftiraya kadar varan itham yayın ve çalışma yaparlar. Amaçları kamuoyundaki lider şahsiyetleri yıpratıp te'sir güçlerini zayıflatmaktır. İrtica kampanya ve ithamlarım sistematik bir şekilde incelemeyi konu edinirsek bu listeyi daha da uzatabiliriz. Fakat bütün bu listeler bizi bir gerçeğe götürür; İrtica kampanya, senaryo ve ithamları ile asıl hedef alınan milletimizin temiz ve saf dinî inancı, İslâmiyet'in müesseseleri ve dinine içten bağlı kişi ve kadrolardır. Bu kampanya ve yayınlar Türkiye'de din ve vicdan hürriyeti üzerinde ağır bir baskı oluşturmaktadır. Bu sosyal bir baskıdır ve kanunlar dışında ortaya çıkmaktadır. Türkiye'de dinî inanç, vicdanî kanaat ve hürriyetlere karşı olmanın psikolojik, sosyal, fikrî, siyasî ve dinî, ekonomik sebepleri vardır. Ülkemizde İslâm dinine, müesseselerine ve inananlara karşı yöneltilmiş hücum ve davranışlar bu sebeplerden kaynaklanmaktadır. Bunlardan önemli gördüğüm bazılarına burada kısaca şöyle işaret edebilirim: 1. Ruhî Sebep: Bazı kişilerin iç dünyalarında çeşitli saikler sonucunda bir inanç boşluğu meydana gelmiştir. Bunlar manevî bir sisteme, görünmeyene inanamamaktadırlar, yani inançsızdırlar. Ateistler gibi. İnançsız olan bu kişiler kolayca dinlere karşı olabilmektedirler.
Türkiye'de yaygın olan din İslâmiyet olduğundan bu kişiler İslâmiyet'e karşı davranış ve teşebbüslere girişmektedirler. 2. Fikrî Sapma: Ülkemizde lâiklik günümüze kadar çeşitli anlayış ve uygulama safhalarından geçmiştir. Bugün daha demokratik ve hürriyetçi bir laiklik anlayışına doğru gelinmiştir. Bu gelişmeye rağmen, bunun çok gerisinde kalan baskıcı ve militan bir laiklik görüşünü ayakta tutmak isteyen küçük ve fakat aktivist gruplar mevcuttur. Bunlar inanç ve düşünce hürriyetlerinde en küçük bir gelişmeye ve dinî eğitime karşıdırlar. Bunlar en tabiî vatandaş hak ve hürriyetlerini laiklikten taviz verilmiş gibi addeder ve Türkiye'de clinî hayat ve gelişmelere karşı baskı metodlannın uygulanmasını talep ederler. İnananların dinî yaşayışlarına müdahale etmek isterler, ellerinde yetki varsa bunu vatandaşlarımıza baskı yapma yönünde kötüye kullanırlar ve her fırsatta müminleri ihbarla meşgul olurlar. Bu militan laikler insan hak ve hürriyetlerine saygıları olmayan, genelde fanatik kişilikleri olan insanlardır. Bu kişiler daha önce ifade ettiğimiz gibi bir hukukî müessese olan ve hürriyetler rejimi içinde ifadesini bulması gereken laikliği katı bir ideoloji gibi kavramaktadırlar. Çağım doldurmuş diğerleri gibi ideoloji haline getirilen böyle bir katı laiklik anlayışı, değişen ve gelişen Türk toplumunun ihtiyaç ve gereklerine uymamaktadır. O zaman bu küçük zümreler "laiklik elden gidiyor" sloganı ile hareket edip ülkede bir gerginlik ve bölücülük ortamı meydana getirmektedirler. İrtica kampanyaları hazırlayan, laikliği bir hücum, itham v<3 kavga kavramı gibi kullananlar genellikle böyle bir fikrî sapma içindedirler. Elbette ki bu durum demokrasi ve insan haklarım benimseyemeyen bu kişilerin totaliter zihnî yapılarından doğmaktadır. Esasen ülkemizde, batı standartlarında gerçek bir demokrasiye ulaşmada en önemli engellerden birisi, hâlâ totaliter, baskıcı, kendilerini halkın rehberi gibi telâkki eden bu kişi ve zümrelerin zihniyetleridir. 3. Dinî Faktör: Türkiye'de ve dışarda başka dinden olanlar İslâmiyet'i, bizim onları kabul ettiğimiz gibi kabul etmemekte ve bunların bazıları ile bir kısım dini kuruluşlar, İslâmiyet'i zayıflatmaya çalışmaktadır. Bu maksatla ve özellikle bazı Hristiyan kuruluşları, diğer İslâm ülkelerinde olduğu gibi, Türklere dönük çalışmalarında büyük harcamalar ve propaganda faaliyetleri yapmaktadırlar. İrtica hücum ve kampanyaları, İslâmiyet'i bir gericilik gibi göstererek bunlara arayıp bulamayacakları bir firsat sağlamakta, ekmeklerine yağ sürmektedir. Kendilerini açıkça beyan edenler ve gizleyenlerle birlikte, bu ir-
tica senaryolarının yardımcıları olmaktadır. 4. Siyasî Çıkar: Türkiye'de özellikle, bazı sol parti ve zümrelerle, şimdilerde bazı "liberal" siyasîler, muarızlarım "irticai getirmek" veya "irticai desteklemek" ile itham ederek siyasî çıkar elde etmeye çalışmışlardır ve bu durum halen devam etmektedir. Geçmişte bunu, daha önce işaret ettiğimiz gibi Cumhuriyet Halk Partisi, karşısında olduğu Demokrat Parti, Adalet Partisi ve diğer muhafazakâr partilere karşı kullanmıştır. Fakat neticede dinî hürriyetler, dinî eğitim ve dindar vatandaşlara yöneltilen bu tehlikeli "irtica" silâhımn geriye teptiği ve CHP'nin aleyhine olduğu da görülmüştür. Yalnız "irtica" kavramı siyasî bir araç olarak hâlâ Türk politika hayatmdadır. Türkiye dışındaki bazı odakların da irtica konusunun ortaya atılmasından siyasî çıkar sağladıkları da görülmektedir. 5. Ticarî Kazanç: Özellikle az sayıda da olsa bazı yayın organları için irtica konusu gazete ve dergilerini satmada ticarî ve sansasyonel geçerliliği olan bir maddedir. Bunların zaman zaman irtica kampanyalarına girişmeleri bu meseleyi ön plâna getirmeleri, böyle bir amaçtan da kaynaklanabilmektedir. Din ve vicdan hürriyetinin tabiî sonuçları olan dinî hayat eğitim ve faaliyetlere karşı başlatılan kampanyalar, hücum ve yayınlar, neticede İslâmiyet aleyhine bir faaliyet haline dönüşmekte ve bunun millî yapımızda ihmal edilemeyecek tahribatı olmaktadır. Bunları şöyle özetleyebiliriz: Yüce ve nûrlu İslâm dinini bir gericilik gibi gösterme çabaları çok uzun senelerdir, devamlı olarak Türkiye'de yürütüldüğünden, bazı kişi ve zümrelerin İslâm dinine olan inançlarında zayıflama ve hattâ kaybolma olabilir. İşte, inançlarda meydana getirilen bu boşlukta ve uygun zeminde İslâm dışı inanç ve dinler yerleşip yayılabilirler. Bugün mahdut sayıda olan Yahova Şahidliği gibi marjinal dinlerin yanında yarın organize katoliklik, protestanlık gibi eski kiliseler, devreye, uygun bir zeminde girdiğinde İslâm'dan uzaklaşıp çıkma hâdiseleri ciddi boyutlara ulaşabilir. Ayrıca hiçbir zaman aklımızdan çıkarmayalım ki İslâm inancı milletimizi birbirine bağlayan en sağlam bir bağdır. Millî birlik ve beraberliğimizin asla ihmal edilemeyecek bir unsurudur. İslâmiyet'i zayıflatmaya yönelik her hareket bu bütünlüğe çevrilmiş bir kötülüktür. İslâm aleyhine dönüşen irtica gündemlerinin ülke fertlerini kaynaştıran müşterek dinî ve sosyal değerleri yıpratmak gibi yıkıcı bir mahiye-
ti vardır.
aydınlatmak. Toplumu sürekli bilgilendirmek.
Son zamanlarda ise militan ve bölücü bir laiklik anlayışından hareket edenler bu kavramı bir kavga sloganı ve provakasyon olarak kullanmaya başladıklarından bazı inançlı zümreleri radikalize olmaya doğru itmektedirler. İnanç ve mukaddes tanıdığı varlıklar devamlı hücum ve itham altında olan bir toplumun bazı küçük de olsa grupları veya kişileri radikalleşebilir. Çözümü militanlık, kavga ve hatta tedhişte arayabilir. Aşırılık daima aşırılığı davet eder. Militan ve hürriyetleri hiçe sayan bir laiklik anlayışı kendi karşıtını doğurabilir. Yani toplumun bir kesimi "Müslümanlığa düşman" ve 'İslâmiyet'i savunanlar" diye ikiye ayrılıp birbirine hasım haline getirilebilir. Bu esasen birçok gaileler içinde bulunan ülkemize yapılabilecek en kötü bölücülük girişimidir. Belki de son zamanlarda sayısı birdenbire artan iç ve dış kaynaklı "irtica raporları" ile varılmak istenen işte bu bölünme ve çatışmadır. İnananlar ve ülke bütünlüğünü düşünenler bu tuzağa düşmemeli, irtica kampanyacılarını, militan laikleri en güzel, barışçı yollarla ikaz etmelidir. Laiklik Türkiye'de milletimizin inancına karşı bir provakasyon aracı olarak kullanılmamalıdır. Bu aynı zamanda insan hak ve hürriyetinin çiğnenmesi sonucunu doğurur.
4- İrtica kampanyalarım el altından ve kanunlara aykırı olarak destekleyen bürokrasi mensuplarının bu fiillerini engellemek. Memurların, görevleri gereği, muttali oldukları bilgileri sızdırmaları, basına vermeleri suçtur. Kimse devlet içinde başına buyruk olmamalı ve ülkede düzen kanunlara uygun şekilde yürütülmelidir.
Ayrıca şunu da belirtelim ki İslâmiyet milletimizin ahlâkî değer ve moral gücünün temelini teşkil etmektedir. Onu zayıflatmaya yönelik faaliyetler millî bünyemizi zaafa uğratmak mânâsına gelmektedir. Bu olursa, altından kalkamayacağımız ahlâkî, sosyal çözülmelerle karşı karşıya kalırız ve bu fırtınalı coğrafyada savunma gücümüz tehlikeli ölçüde azalır. Kutsal vatanı müdafaa inancı, askerlik düşmanlarının propagandaları ile zedelenir. İslâm bizim inancımız, millî birlik ve ahlâkımızın temeli ve aynı zamanda vatan müdafaasının kaynağıdır. Onu sarsacak hücumlar ülkemize çok ağıra mâl olur. Milletler camiasında kişiliksiz ve problemli bir topluluğa dönüşürüz. Gerçekten devamlı ve devrevî olarak yürütülen irtica kampanya ve ithamlarının bölücü ve yıkıcı tesirleri vardır. Bunlara karşı alınacak tedbirlerin bazılarının ana başlıklarını şöyle zikredebiliriz: 1- İslâm inancını, ahlâk ve yaşayışını ülkemizde sürekli bir şekilde takviye edip güçlendirmek, 2- Milletimizin inanç temelinde ve diğer konularda bölünmesine yol açacak ayrılıkların, gerginliklerin tehlikesini anlatmak, 3- Din düşmanlığının iç yüzü, asıl amaçları, içerde ve dışardaki odakların varmak istedikleri hedefler konusunda kamuoyunu devamlı
5- İrtica kampanyalarındaki itham, iftira ve karalamalara derhal hukuk dahilinde ve yayınla cevap verilmelidir. Türkiye'de vatandaşı iftira ve saldırılara karşı koruyan mevzuat vardır. Yayın yolu ile yapılan bu saldırılan cevapsız bırakıp "çamuru üzerime daha fazla sıçratmayım" deyip bir köşeye çekilenler İslâm inancına ve diğer Müslümanlara haksızlık etmekte ve vebal altına girmektedirler. Çünkü bu tutumları ile saldırgan ve müfterileri daha da cesaretlendirip onların zararlarım artırmaktadırlar. Kısacası irtica hücumları yıkıcılığına karşı ilgililer kanunî ve demokratik cevap haklarını her şekli ile kullanmalıdır. 6- Yukarıda yer yer işaret ettiğim gibi İslâm dinine karşı çatışma ortamı meydana getirme gayretlerinin dış kaynakları halen daha aktif bir duruma geçmişlerdir. Bu konuların geri plânının araştırılıp halkımıza aktarılması, aydınlatıcı ve maksatlıların yıkıcılığım önleyici bir rol oynayacaktır. 7- Nihayet, Türkiye'de de yayın serbestisi olduğu gibi piyasaya arz edilen bu yasanları satın almama hürriyeti de vardır. Vatandaş kendi dinine, mukaddesatına, değer hükümlerine "irtica" perdesi arkasında devamlı hücum eden basın organlarım isterse satın almayabilir. Hür bir rejimde kimse kimseyi zorlamıyor. Demokrasilerde beğenilmeyenlere verilecek en güzel meşru cevap onlara rağbet etmemektir. Hür olan bütün imanların doğuşta sahip oldukları diğer hürriyetler gibi din ve vicdan hürriyetinin de güzel ülkemizde kâmil bir şekilde gerçekleşip korunması her medenî insanımızın moral görevidir. İnsan hale ve hürriyetlerine sahip olarak millî bütünlüğünü sağlamış cemiyetler en sağlıklı temellere dayanıyor demektir. Dünyanın en eski ve köklü kültür ve tarih mirasına sahip olan milletimiz hak ve hürriyetler alanındaki eksikliklerini sür'atle ta-
marnlamak ve manevî temellerini teşkil eden dinî inançlarım koruyup yüceltmek durumundadır. Kültür değerlerimizi, dinî inançlarımızı, hak ve hürriyetleri demokrasi içinde ve onun tam ifadesinin bir zarureti olarak muhafaza ve sağlamlaştırmak durumundayız. Aydınlar Ocağı Türk toplumunun bütünlüğü, mutluluğu ve yücelmesi hedefine dönük olarak fikrî, ilmî ve kültürel çalışmalar yapmaktadır. Din ve vicdan hürriyetini konu alan bu kitap bu faaliyetlerin bir ürünüdür. Kitapta yer alan yazıların değerli müelliflerine en kalbî şükranlarımı sunarım. Bu yayının ülkemizin gündemindeki bir önemli meseleye ışık tutması bakımından faydalı olacağım ümid ederim.
ADALET BAKANI OLTAN SUNGURLU'NUN KONUŞMASI
Prof.Dr .Nevzat YALÇINTAŞ Aydınlar Ocağı Genel Başkanı Şubat 1991 İstanbul
ayın Başkan, Saygıdeğer Dinleyenlerim,
S
Bugün burada size bizzat hitap etmek isterdim. Maalesef elimde olmayan sebeple aranızda olamayacağım ve değerli konuşmacıları dinleme şansına da sahip bulunamayacağım. Din ve vicdan hürriyeti maalesef halen asrımızda üstünde durulan ve halle dilemeyen bir konudur. Din ve vicdan hürriyeti tartışılan bir meseledir. Konu benim ilgilendiğim özel branşım değildir. Ancak, inanan insanların inançlarına vicdanlaımdaki kanaatlere uygun olarak ibadetlerini yerine getirmeleri esası Anayasanın teminatı altındadır. Başkalarına zarar vermeden bunun yerine getirilmesi bizim de düşüncemizdir. Din ve vicdan hürriyeti ile düşünceyi yayma hürriyeti birbirinden ayrılmaz hürriyetlerdir. Biz Adalet Bakanlığı olarak bir senedir düşünceyi yayma hürriyeti üzerinde çalışmalar yapmaktayız. Din ve vicdan hürriyeti varsa düşünceyi yayma hürriyeti de vardır. Düşünceyi yayma hürriyeti varsa din ve vicdan hürriyeti de vardır. Çünkü bu hürriyetler müşterek unsurlar taşımaktadırlar. Bu unsurlar inanma, inandığının eğitimini yapma ve görme ve inancını yaymadır. Düşünceyi yayma hürriyeti zamana göre de değişebilmektedir. Birçok yerde müstehcenlik, hakaret, şahıs haklarına tecavüz, kışkırtıcılık karşısında düşünceyi yayma hürriyetinin hudutları dağılmaktadır. 141-42 ve 163. maddeler asrımızın suçlandır ve bu maddeler devleti korumaya matûf maddelerdir. Bunlar ne ölçüde değişecektir, tamamen mi kaldmlacaklardır yoksa yeniden ihtiyaçlara göre bir dü-
18
DIN VE VICDAN HÜRRIYETI
zenlemeye mi gidilecektir, zannediyorum mesele buradadır. Bunlar hangi ölçülerde aşılacaktır? Tamamen aynen kalmaları fikrine iştirak edemiyorum. Bunların hangi ölçülerde aşılacağına toplum karar verecektir. Toplumlar her zaman korku ile de yaşayamazlar. Korkulan ve tehlikeleri kanunlarla korumak da yeterli değildir. Biz, toplumumuzun bu maddeleri çok aştığı düşüncesindeyiz. Bazı müelliflere göre, ferdi ve topluluklan fiili duruma geçiren tehlike yakın tehlike olarak vasıflandınlmaktadır. Ancak, daha önce de belirttiğim gibi tehlikeleri sadece kanunlarla koruma yöntemi geçerli olsaydı, son derece sıkı kanunlarla korunan Sovyetler Birliği'nde son senelerdeki gelişmeler olamazdı. Önemli olan ve toplumu asıl koruyan onun eğitim seviyesi, ulaştığı seviye ile düşünce yapısıdır. Türk toplumunun ana unsuru olan inançlann ve vicdani kanaatlerin topluma zarar veremeyeceği düşüncesindeyiz. Toplantının başarılı geçmesini diliyor, saygılar sunuyorum.
TAKDİM Prof. Dr. Salih Tuğ uhterem dâvetliler, kıymetli meslekdaşlanm, aziz öğrenciler, basınımızın saygı değer mensuplan, Bugün ele alınacak açık oturumun konulan sizlere açıklanmış bulunuyor. Ben, oturum başkanı olarak başlangıçta bazı ana noktalara dikkati çektikten sonra sizlere gerekli açıklamalarda bulunacak olan kendi sahalannda uzman arkadaşlanma söz vereceğim. Özetle işaret edeceğim şu noktalann, din ve vicdan hürriyeti konusu Türkiyemizde tartışılırken, gözönünde tutulması gerektiği kanaatindeyim: Türkiyemiz, II. Dünya Savaşının sona ermesinden itibaren geniş çapta beynelmilel ilişkiler ve taahhütler içine girmiştir. Bunlardan ilki, harp sonrası yerleşim ve kuruluşlan içinde Birleşmiş Milletlere Türkiyemiz'in iştiraki şeklinde kendisini göstermiştir; bu teşkilâtın Anayasasını 1945 senesinde imzalamak suretiyle de insanlık tarihi boyunca ortaya çıkan çeşitli sosyal-hukukî değerleri paylaşacağına söz vermiştir. Bundan ayn, 5 Mayıs 1949'da kurulan "Avrupa Konseyi'ne Türkiyemiz üye olmuş, 1949'da "İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesini imzalamış ve bunun metni de TBMM tarafından kabul edilip mevzuatımız arasına girmiştir. Aynca "Avrupa İnsan Haklan Divanına şikâyet hakkı Türk vatandaşlarına da Hükümetimizce son zamanlarda tanınmıştır. Bugün Türkiyemiz "Avrupa Konseyi Hukuk ve İnsan Haklan Komisyonu"nda başkan yardımcısı seviyesinde
DIN VE VICDAN HÜRRIYETI
temsilci bulundurma durumuna da gelmiş bulunmaktadır. Daha sonra 1975 senesinde, Helsinki Nihaî Senedini imzalamak suretiyle yine bu duygu ve düşüncelerini ve kararlılığını Türkiyemiz ispat etmiştir. Nihayet bu ay, 1990 senesinin 20 Aralık tarihinde Paris Şartını imzalamak suretiyle aşağı yukarı bu saydığım milletlerarası anlaşmalarda yer alan temel hak ve hürriyetlere hassasiyetle riayet edeceğine dair Devlet sözü vererek tamamını kabullenmiştir. Bu sosyal ve hukukî temel değerlerin içinde din ve vicdan hürriyeti de vardır. Daha sonra sırasıyla düşünce ve ifade hürriyeti, eğitim ve öğrenim görme hürriyeti, korkusuz yaşama hürriyeti, müreffeh hayât sürme hak ve hürriyeti, teşebbüs hak ve hürriyeti v.d. gelir. 1945 Birleşmiş Milletler Anayasasından itibaren sözünü ettiğim Helsinki Nihaî Senedinde ve nihayet Paris Şartında kabul edilmiş hak ve hürriyetler böylece Türkiye tarafından kabul edilmiş ve imzaya bağlanmıştır. Ayrıca İnsan Haklan Evrensel Beyannamesinin Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilmesini müteakip Türkiyemiz aynca buna da imzasını koymuştur. Bildiğiniz gibi tarih boyu Türkler, İslâm öncesi ve sonrası, daima Batı'ya doğru yönelmiş bir millettir. 1839 Tanzimat Fermanı sonrasında ve 1856 Islahat Fermanının açtığı yolda Batı'ya yöneliş devam etmiştir. Bütün sosyal, siyasî ve hukukî alanlarda görülen Batılılaşma teşebbüs ve gayretleri böylece 19. asır boyunca sürüp gitmiştir. Nihayet Cumhuriyet döneminde bu hareket ve cereyanlar, müşahhaslaşma doruğuna ulaşmış, somutlaşmıştır. Ancak burada bir nokta vardır ki onun üzerinde hassasiyetle durmak gerekir. "Batılılaşma" ile "Milli bünyeye yabancılaşma"yı birbirinden ayırmak gerekmektedir. Bunlardan birincisi ile yani "Batılılaşma"yla banş halinde bulunsak bile, ikincisiyle yani milli bünyemize "yabancılaşmakla savaş halinde bulunmamız gerekecektir. Birleşmiş Milletlere üye olmanın sonucu olarak Türkiye'de yeni bir çığır açılmıştır. 1945 sonrasında Hürriyetçi, çoğulcu, liberal, demokratik bir siyasî hayat ve sosyal anlayış ve oluşma başlatılmıştır. Bu yönde sosyal-siyasî gelişme ve oluşma 501i, 60'lı, 70'li ve 801i yıllarda devam edip gitmiştir. Ülkemizde maalesef bu süreç içinde "Batılılaşma" ile milli bünyeye "yabancılaşma" daima birbirine kanştınlmış ve milli kültür yapımız sarsıntı sürecine sokulmuştur. Özellikle 1961 ve 1982 anayasalan sonrası devreye doğrudan işaret etmek istemiyorum. Bu merhalelerde Türkiyemiz, açıktan açığa bir kültür buh-
21
ram ve bunun getirdiği açmazlar içine düşmüş bulunmaktadır. Avrupa Topluluğuna girebilmek için millî bünyemizden taviz üstüne taviz verilme yoluna girilmiş bulunulmaktadır. Özellikle 80 senelerinden itibaren ve içinde yaşadığımız bu 1990 yılında dahi, bunun gitgide ağırlaşan sancılan içinde bulunmaktayız. Bu yönde basın, televizyon, parlementomuz, üniversiteler, ticari-iktisadî bazı kuruluşlar (TÜSİAD'ı kastediyorum), bir kısım dernek ve kültür (!) kulüpleri, bilerek veya bilmeyerek bu sürecin içine girmiş bulunmaktadırlar. Bunun müşahhas bir örneğini sizlere arzetmek isterim. "Türkiye Ekonomi Bankasıyla "International Herald Tribüne" gazetesinin İstanbul'da birlikte organize ettiği bir toplantıda "Türkiye-Doğu Akdeniz-Karadeniz işbirliği" konusu tartışılmış ve "Yeni Avrupa ve Türkiye" seksiyonunda Eberhard Rhein şu müşahedelerde bulunmuştur; kendisi "Yeni Avrupa Topluluğunu şöyle açıklamaktadır: "Bu yeni toplulukta millî siyasî sınırlar kaldmlacak, dil İngilizce olacak, başşehir Brüksel yapılacak ve tek parlemento tesis edilecektir. Tam entegrasyon yani bütün tam katılma ise şu alanlarda kendisini gösterecektir: Sanayi, ulaşım, haberleşme, eğitim". Eğitim ise bildiğiniz gibi genellikle her ülkede ayn ayn millî kültürü yeni nesillere vermeye çalışan bir yapıdır. Bunun içinde din de vardır, dil de vardır. Bu tam entegrasyonda özellikle eğitim entegrasyonunda Türkiye din, millî kültür, dil meselelerinde problemlerle karşılaşma durumundadır. Adı geçen Eberhard Rhein'ın bu toplantıda sunduğu tebliğde iki sonuç görülmektedir: Birincisi "temel hak ve hürriyetler içinde Avrupa topluluğuyla tam bir entegrasyon yani bütünleşme", ikincisi, "ulusaldan kurtularak global etkenliği yakalamak". Bunlar kendi sözleri. Tarihte hiç şüphesiz böyleydi, bugün de böyledir: Batılılar Rönesansın kapılanm açmaya önayak olmuş iseler de genelde Batıda İslâm'a ve özellikle İslâm dinine bitmek tükenmek bilmeyen bir muhalefet görülmüştür. Bu durum onlar için tabiidir, garipsemiyorum, ve tabii karşılanmalıdır. Çünkü Batı, her şeyden önce bütün tarih boyu Grekoromen medeniyet alanı içinde kalmıştır. Bu onlara bas yapının kendisidir. İkincisi, Batı, Judeokretien inanışlar zümresi içindedir. Bugünkü Avrupa Batısı ve daha uzaktaki Amerika, bu medeniyet ve inanışlar zümresi içindedir. Tarihi gelişleri böyledir. Gerçek durum budur ve aksini düşünmek mümkün değildir. Grekoromen medeniyet Batının maddî yapısını, Judeokretien yapı ise Batının manevî bünyesini teşkil eder.
Günümüz Türkiyesi'nde dahi bir kısım aydınlar İslâma ve İslâm dinme aşırı bir muhalefet içine girmişlerdir. Marxist ve Ateistleri bu yönde anlamak mümkünse de bunun dışındakileri anlamak çok zordur. Gerçekte ise bizim kendi millî bünyemiz, Türk-îslâm medeniyeti ve inanışları yapısı içindedir. Bizim millî bünyemiz İslâm inançları ve dininden gelen bir yapıdadır ve Batıdan tamamen ayrı manevî özellikler taşır. Fiilî ve gerçek olan bu iki ayrı yapıdır: Türk-îslâm medeniyeti ile İslâm inançları ve dmı. Bu gerçek inkâr olunamaz. Son zamanda basında Avrupa'da cereyan eden biraz karikatürize edilmiş bir sahne çizilmektedir: Tarzan'la Jane'in mücadelesi. İngiliz Başbakanı Teatcher (Jane) ile aynı partinin liderlerinden Micheal Heseltein (Tarzan) arasındaki siyasî mücadele. Bu siyasî mücadele Teatcher'in yahut Jane'in yenilmesi, Tarzan'ın başarısıyla sonuçlanmış ve Teatcher istifa etmeye mecbur kalmıştır. Bunlar batı edebiyatında son zamanda gazetelerde gördüğümüz terimlerdir. Ben kendim yakıştırarak söylemiyorum. Teatcher'in tezi şuydu: "İngiltere, Avrupa Topluluğunun siyasî entegrasyonu, kültürel entegrasyonu, monetary entegrasyonu içine sokulamaz". Hatta geçen sene hatırladığıma göre böyle düşünenleri yani ingiltere'yi mutlak entegrasyon içinde düşünenleri, "beyinsizler" olarak tasvir ediyordu. Micheal Heseltein ise, (kendisi İngiltere'nin müstakbel başbakanı olabilecek siyasî bir şahsiyettir) İngiltere'nin Avrupa topluluğuna her alanda entegre olması lâzım geldiği tezini savunmaktadır ve parti içinde bugün için galip geldiği gözlenmektedir. Türkiyemiz'in önde gelen bazı liderlerinin sanki bu Grekoromen medeniyete mensub olduğumuzu adeta ispatlamaya çalışırcasma bazı antik şehirlerin restore edilmiş binalarının açılışında (yani Afrodisyas antik şehrine ait bir Taçkapımn ziyâretçilere açılışında) "Grek medeniyetinin gerçek sahipleri biziz, Anadolu insanıdır" demesini son derece garip karşılıyoruz. Keza bu liderler bu görüşlerini savundukları "La Turquie en Europe" yani "Avrupadaki Türkiye" kitabına ad ve imzalarını yazar sıfatı ile koyabilmektedirler. Adı geçen Eberhard Rhein'm Batılılaşma yolunda tam entegrasyon", "ulusaldan kurtularak global etkenliği yakalamak" sloganlarıyla millî bünyemize bizi "yabancılaştırmak" bugün için azınlıktaki aydınımızı kendine âdeta çekmektedir maalesef. Ancak din ve vicdan hürriyetimiz ile millî kültürümüzü yaralayıp hırpalayan ve son günlerde yaygınlaştırılmaya çalışılan propagandalar ve sokak eylemlerindeki gerçek durumu anlayıp yakından takıp edebilirsek, modern Jane ile Tarzan arasındaki mücadelede ki-
min tarafım Türkiye'nin tutması lazım geldiğine rahatlıkla karar verebileceğiz. Efendim, bu giriş ve değerlendirmeleri yapmak suretiyle ve konu ile ilgili bazı tesbitlerde bulunduktan sonra ilk sözü programa göre sayın Prof.Dr.Bekir Topaloğlu meslekdaşıma vereceğim. Kendisi sizlere, "İslâm inancı açısmdan din ve vicdan hürriyeti" konusunu takdim edecekler.
İSLÂM İNANCI AÇISINDAN DİN ve VİCDAN HÜRRİYETİ Prof.Dr.Bekir Topaloğlu I. DİN SEÇME HÜRRİYETİ İslâm bilginleri genellikle dini şöyle tarif etmişlerdir: "Din ilâhi bir kanun olup akıl sahiplerini kendi irade ve tercihleriyle bizzat hayır olan ve peygamber tarafından tebliğ edilen şeylere sevkeder". Bu tarifin çerçevelediği anlayışa göre dinin benimsenip yaşanması kişinin irade ve tercihine bağlıdır ve bu konuda zor kullanmak söz konusu değildir. Şüphe yok ki din inanç temeline dayanmaktadır. İnanç bir gönül işi olduğu ve gönül dünyası da bir sır bulunduğuna göre herhangi bir inancı zor kullanmak suretiyle kişinin gönlüne yerleştirmek fiilen mümkün görünmemektedir. İslâm dininde çok meşhur olan bir prensip vardır: "Bütün ameller niyetlere bağlıdır"1 diye. Yani kişinin bütün davranış ve fiilleri, bunlar için amaçladığı hedeflere göre değer kazanır. İradenin tercihine ve gönlün benimseyişine dayanmayan dindarlık görünümü din açısından inkârla eşit tutulan nifak anlamına gelir ve kişiye mânevi hayat bakımından hiç bir şey kazandırmaz. Samimiyetsiz ibadet ise hedefine yönelik olmayan fuzuli bir iş ve bir gösteriş (riyâ) niteliğinde olup din bakımından hiç bir değer taşımaz. Kur'ân-ı Kerîm iman ile inkârın, hak ile batılın tarih boyunca sü1. Buhârî, İman 41; Müslim, Imâre 155.
' DIN VE VICDAN HÜRRIYETI
26
mücadelesine dair birçok örneği insanların gözü önüne sermektedir. Gerek hak gerek batıl taraftarları kendi tercihlerini kullan a r a k mücadele etmişlerdir. "Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündeki ins a n l a r ı n hepsi hakkı benimseyip iman ederdi"2. Fakat O, mükerrem o l a r a k yarattığı insanın3 irade hürriyetine müdahele etmeyi dilememiş, "İsteyen imanı, isteyen küfrü tercih etsin"4 demiştir.
r e gelen
"Dinde zorlama yoktur, artık hak ile batıl tamamen birbirinden ayrılmıştır"0 mealindeki âyet-i kerîmenin vurgulamak istediği gerçek üzerinde bilginler çeşitli görüşler ortaya koymuşlardır. Her şeyden önce zor kullanmak suretiyle dini benimsetmeye çalışmanın İslâmî bir davranış olmadığını ifade etmek gerekir. Çünkü insan benlik şuuruna ve seçim hürriyetine sahip bulunan şerefli bir canlıdır, üzerinde yaşadığımız dünya da bir imtihan ve seçenek alanıdır. Yaratan veya yaranmışlar tarafından baskı kullanıldığı takdirde, seçim hürriyetinin yöneleceği alternatifler ortadan kalkacak ve dünya imtihan alanı olma özelliğim kaybedecektir. "Lâ ikrâhe fı'ddîn" âyet-i kerimesinin gelişine zemin hazırlayan olaylar (sebeb-i nüzül) hakkında büyük müfessir ve tarihçi Taberî'nin verdiği bilgiler ilginçtir ve günümüz uygulamalarına da ışık tutucu bir nitelik taşımaktadır. Taberi'nin kaydettiğine göre Medine'li Araplar, İslâmiyetten önce, çocuklarını çeşitli maksatlarla Yahudi ailelerine v e r i r l e r d i . Bunların bir kısmını geri alırlar, bir kısmı da Yahudilerle beraber kalır, dolayısıyla onların dinini benimserdi. Medine'li Araplar jglâmiyeti benimsedikten sonra Yahudiliği benimsemiş çocuklarını zor k u l l a n m a k suretiyle İslâm dinine sokmak istemişler, fakat söz konusu âyet-i kerime bunu yasaklamıştır. Konu ile ilgili rivayetlerin ısrarla jile getirdiği önemli bir ayrıntı da şöyledir: Medine civarında oturan Benî Nadîr adlı yahudi kabilesi sürgün edildiği sırada içlerinde onlan n dinine girmiş Ensar çocukları da bulunuyordu. Bazı müslümanlar, z 0 r kullanmak suretiyle evlatlarını geri alıp İslâmlaştırmak ve yahudilerle gitmelerine engel olmak istemiş, fakat söz konusu âyet-i kerimenin getirdiği din ve vicdan hürriyeti buna engel olmuştur. Âyetin sebeb-i nüzülü ile ilgili olarak nakledilen olaylar içinde, Hıristiyanlığı kabul eden Ensar çocuklarının az da olsa bulunduğu, ebeveynlerinin baskı kullanmak suretiyle bunları İslâmlaştırmak istediği, ancak Y u n u s (10), 99.
o' el-isrâ(17),70. V Pl-Kc-hr.(18>, 29. 5 el-Bakara (2), 2567.
DIN ve VICDAN HÜRRIYETI
27
Kur'an âyetinin içerdiği prensibin buna mani olduğu hususu da yer almaktadır6. Dinde zorlamanın yeri bulunmadığını, yani zor kullanmak suretiyle insanları İslâm dinine sokmanın meşrû olmadığını kabul eden bilginlerin bir kısmı bu serbestliği sadece semâvî din mensubu olan yahudi ve hristiyanlara tanımaktadır. Ehl-i kitap denilen bu zümre İslâmm varlığını ve müslümanlann hükümranlığını kabul ettiği müddetçe kendi din ve inançlarında serbest kalırlar. İslâm tarihi boyunca yürütülen uygulamalar da bu mahiyettedir. Bu âlimlere göre ilâhi bir temele dayanmayan diğer inançlar insanın şeref ve değeriyle mütenasip olmayacağı için din ve vicdan hürriyeti kapsamına girmez.7 Burada İslâmiyetin benimsediği inanç hürriyetiyle ilk bakışta çelişir gibi görünen başka bir konuya değinmek gerekir: cihad prensibi. Cihad gerek Kur'an'da gerek hadiste emredilmekte, fazileti ve dinî değeri için birçok yorumlar yapılmaktadır. Ayrıca başta Hz. Peygamber olmak üzere ashap, tâbiîn ve daha sonraki din büyükleri ile müslüman mücahitlerinin sayısız menkıbeleri özenilerek anlatılmaktadır. Buna göre cihad din ve vicdan hürriyetini kısıtlayan karşı bir prensip değil midir? Şunu hemen ifade etmek gerekir ki cihad savaş (kıtâl) demek değildir. Cihad Tanrının birliğim ifade eden kelime-i tevhidi yaymak (i'lâ-i kelimetullah) için çaba sarfetmektir. Normal şartlar içinde cihad irşad etmek, yol göstermek demektir. Konuya şöyle bir yaklaşımla açıklık getirmek mümkündür, sanırım: Demokrasi insanlığın en son tanıdığı bir yönetim şekli değilse bile en son benimsediği bir yöntemdir ve bunun korunması için hemen bütün dünyada ortak müeyyideler uygulanmaktadır. Dilediği dine girmek ve dinî hayatı kuvvetlendirmek için insanla Allah arasında, hiç bir vasıta bırakmamak suretiyle tam bir vicdan hürriyeti (tevhid) getiren İslâmiyet de bu hürriyeti korumak için cihadı gerekli görmüştür. Tekrar edelim, cihad kıtal değildir; İslâmiyetin din olarak tanınması -kabul edilmesi demiyorum- ve engel olunmamasıdır. Kur'ân-ı Kerîm, müslümana daima mutedil bir inanç ve din hayatının temsilcisi olma vazifesini yüklemiştir.8 Din hürriyeti ve cihad prensiplerine bu açıdan bakıldığı takdirde Kur'ân-ı Kerim'de yer yer savaşmayı emreden âyetlerin hedefini tesbit 6. Taberî, tefsir, Bulak 1324, III, 9-11. 7. Aynı e-vr, III, 11-12. 8. bk. el-Bakara (2), 143.
28
DIN VE VICDAN HÜRRIYETI
etmek de kolaylıkla mümkün olur. Meselâ bir âyetin meâli şöyledir: "Fitne kalmayıncaya ve din tamamıyla Allah'a ait oluncaya kadar onlarla savaşın"9. Bu âyette, istenmemekle birlikte mecburiyet altında başvurulacak savaş için iki hedef çizilmiştir: Fitnenin ortadan kalkması ve bir de dinin tamamıyla Allah'a ait olması. Bu hedefleri savaşın meşruiyeti için iki sebep olarak düşünmek de mümkündür. "Fitne" büyük sosyal sarsıntılara sebep olacak olaylar anlamına alınabileceği gibi insamn selim yaratılışı, hürriyeti, haysiyet ve şerefiyle mütenasip olmayan putatapıcıhk anlamında da düşünülebilecektir. "Dinin tamamen Allah'a ait olması", yahut "dinin tamamının Allah'a ait olması" hedefini, islâm âlimleri, dinin ilâhi olması tarzında anlamış olmalıdırlar ki semavî dinlere mensup olanlara zor kullanılmayacağını kabul etmişlerdir. Vurgulanması gereken bir noktadır ki İslâm bilginlerinin bu kanaatlerini izhar ettikleri dönemlerde semavi din mensupları mukaddesatlarına saygılı ve bağlı bulunuyordu. "Din Seçme Hürriyeti" konusuna son vermeden önce şunu da belirtmeliyiz: İslâmın ilk dönemlerinde cereyan eden savaşların bir kısmı -özellikle Hz. Peygamber asrında olanlar- karşı tarafin fiilen taarruzu veya taarruz teşebbüslerine mukabil savunma mahiyetindedir. Diğerlerinde ise hakkı temsil edecek bir zümrenin yani bir İslâm devletinin mevcudiyetini ve devamını sağlamak amacına hürriyet, hak ile batılın artık tamamen birbirinden ayırtedildiği ve benimsemek isteyenler için hakkın belirgin ve güçlü bir durumda ortada mevcut olduğu realitesine bağlı kılınmıştır. Hz. Peygamberin putperestlere din hürriyeti tammayışımn sebebi de bu olmalıdır. II. DİN İÇİNDE HÜRRİYET Din, serbest irade ve tercih ile benimsenen ve insan hayatını topyekün saran bir ideoloji, bir hayat, adeta insan için ikinci bir tabiattır. Dikkat çekici bir husustur ki "din", "iman" ve "İslâm" terimlerinin üçü de itaat ve boyun eğiş mânası taşır. İslâm inancına göre bu itaat sadece Allah'a ve bir de O'nun talimatını söz ve fiil ile bize tebliğ etmesi açısından Peygamber'edir. Dinî hayat ilk bakışta bir hürriyetsizlik gibi görünüyorsa da içine girildikten ve samimiyetle benimsendikten sonra, aksine onun insanı yücelttiği, ebedileştirdiği ve ruh dünyasındaki bütün hürriyetsizliklerini bertaraf ettiği görülür. Bir bakıma insanın fizyolojik hayatı da buna benzemektedir. Döl yatağı cenin için 9. el-Enfâl (8), 39.
DIN.ve VICDAN HÜRRIYETI
29
tabii bir hayat alanıdır ve bebek sanki ana karnındaki hürriyetinden yoksun bırakıldığı içindir ki dünyaya bir feryat ile gelir. Bu kez dünyanın hayat alanı ona sevimli görünmeye başlar, bu alanı terketmekten hoşlanmaz. Din ise insanın manevi güçlerini geliştirerek onu sonsuzluk âlemine hazırlamayı amaçlar. Bütün dinlerde vazgeçilmez prensipler bulunur. Onlar bu kutsi prensiplerinin çiğnenmesine, yahut da pazarhk konusu haline getirilmesine müsaade etmez. "Zarurât-i dîniyye" diye adlandırılan bu prensipler, İslâmiyette kesinlikle ilâhî menşelidir ve vahyin başlangıcından günümüze kadar tahrife uğratılmadan intikal etmiştir. Bu noktada islâm dininde bir kesinliğin ve bir bakama sertliğin mevcut olduğunu, diğer dinlerde ise esnekliğin bulunduğunu kabul etmeliyiz. Çünkü İslâmiyet, prensiplerini belgelemek için bir çok ilmî ve tarihî imkâna sahip olduğu halde diğer dinlerde bu imkânlar mevcut değildir; dolayısıyla onların prensipleri kesinlik ve sertlik özelliği taşımaz. Ancak şunu belirtmeliyiz ki bu noktada önemli olan zihnin ve gönlün işbirliğiyle inancın ve saygının oluşmasıdır. Davranışlara gelince, çevre, iradenin eğitimi, kişisel problemler gibi çeşitli faktörler etkili olduğundan davranışlar kusurlu olabilir. İnanç açısından bakıldığı takdirde davranışlar ikinci derecede kahr. A. Akaid Konularında: İslâm dininin temel prensipleri diyebileceğimiz akaid konulan Kur'ân âyetleri gibi kesin olan delillerle belgelenmiş bulunduğundan bir müslüman için bunlar arasından seçim yapma hürriyeti mevcut değildir. Binaenaleyh Kur'ân-ı Kerimin başından sonuna kadar içerdiği konuların bir vahiy ürünü olduğuna inanmak her müslümanın mümin olma şartıdır. Kur'ân dışında kesinlik arzeden ve inanç konularını belgeleyen deliller (mütevâtir), namaz kılmanın şekli gibi daha çok fiili sünnetler mahiyetindedir. Çizdiğimiz bu çerçeveye göre Kur'an'da yer alan bütün konular -ister akaid, ister insanlararası münasebetler, ister tarihî olaylar olsun- inanç alanı içinde müalâa edilir ve müslümanın iman muhtevası içinde yer alır. Meselâ meleklerin varlığı, mülkiyet hakkı, gıybetin günah oluşu, Hz. Musa-Firavun mücadelesi gibi. Peki, kesin belgelerle sabit olmuş inanç konularını hangi anlayışa bağlı olarak benimsemelidir? Çünkü İslâm tarihi boyunca inanç konularında farklı görüşler ve bunların oluşturduğu itikad mezhepleri olagelmiştir. Bilindiği gibi Hz. Peygamber döneminde inanç konuları tar-
tışılmamıştır. Bir bakıma onun, bu inanç konularını nasıl telâkki ettiğini bilmediğimizi söylemek mümkündür. Bu sebepledir ki sonradan ortaya çıkan bütün samimi inanç akımları kendi görüşlerini sünnete uygun olarak kabul etmişlerdir. İslâm mezhepleri tarihinde bu akımların hepsine "Ehl-i kıble" denilmiştir; selefiyye, Mâtüridiyye, Eş'ariyye, mutezile, Havâric, mutedil Şîa.. İmâm-ı Azâm Ebû Hanife'nin "Ehl-i kıbleden olan bir müslüman küfürle suçlanamaz" tarzında ifadelendirdiği prensip hemen bütün İslâm âlimlerince benimsendiğine göre inanç alanındaki düşünce hürriyeti oldukça geniş ufuklara doğru açılma imkânına sahiptir. Aslında ehl-i kıbleye mensup bilginler İslâma ait inanç konularını, ana sınırlar içinde, olabilecek alternatiflerle yorumlamaya çalışmışlardır. Ne var ki günümüz de dahil olmak üzere hemen her asırda müslümanlarm % 90'ları aşan bir çoğunluğunu kendisine bağlamayı başaran Ehl-i sünnet inancı daha çok işlenmiş, ilmî ve tarihî açıdan da daha tatminkâr kabul edilmiştir. Şunu da belirtmek gerekir ki özellikle sünni İslâm devletlerinde yarıresmi akideler olabilmişse de bu konuda katı bir tutum takip edilmemiştir. Hangi mezhebe bağlı olursa olsun, kişinin, İslâm inananın ana sınırlan içinde kalabilmesi, yani İslâmî olan bütün mezheplerin en toleranslı dolaşım alanının da dışına çıkmaması için şu kritik noktaları gözönünde bulundurması gerekecektir: a) Cenabı Hakkin yaratıl mı şhk özelliklerinden tenzihi. b) Son peygamber Muhammed aleyhisselâma saygı. c) Kur'ânin tamamının vahiy ürünü olup günümüze kadar orijinalitesini koruduğu. d) Ahiret hayatındaki sorumluluk. B. İbadet ve Dinî Yaşayışta: İslâm dinine göre hayra mâtuf olan bütün fiil ve hareketler ibadetin genel çerçevesi dahilinde kabul ediliyorsa da şekilleri ve zamanlan kesin dinî delillerle tesbit edilmiş ve Hz. Peygamber'den itibaren günümüze kadar bütün müslümanlarca aynı mahiyette benimsenmiş bulunan dört ibadet türü vardır: namaz, oruç, hac, zekât. Bu ibadetlerin İslâmî rengiyle benimsenmesi müslüman olmanın vazgeçilmez şartıdır. Şartlan gerçekleştiği halde bunların yerine getirilmeyişi ise İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğuna göre inanç açısından bir sakınca doğurmaz. Bunlardan başka Asn Saadetten itibaren müslüman milletlerin ayıncı belirtisi haline gelen kıyafet (özellikle kadınlar için), dua
şekilleri ve diğer bazı görünümler de serbest alanın dışında mütalâ edilmiştir. C. Davranışlarda: İradeye bağlı bütün fiil ve davranışlann, "iyi" veya "kötü" olması açısından dinî bir değer taşıdığını söylemek lâzımdır. İnsanlar arasındaki münasebetlerin dünyaya ait sonuçlan olanlar hukuk (fıkıh) çerçevesine girmektedir. Bir müslümanın bu tür hükümlere ait temel prensipleri benimsemesi gerekmektedir. Çünkü bunlar kesin delillerle belgelenmiş olup İslâmî simgelemektedir. Meselâ cinsî ilişkiler için evlenmenin yegâne meşrû yol olduğu, boşanmanın imkân dahilinde bulunduğu, mirasın hak olduğu gibi. Hemcinslerin karşılıklı davranışlanndan dünyevî değil de âhiretle ilgili müeyyidesi olanlar da vardır ki bunlar ahlâk alanına girer. Genellikle evrensel olan ahlâk prensiplerinin özü "yaratana saygı, yaratılmışa şefkat" olarak tesbit edilmiş ve bu manevî değer her müslümanın tabii kabulü olarak telakki edilmiştir. IH. KISITLAYICI DURUMLAR İman bir gönül ve vicdan işi olduğuna göre insan varlığının bu nüfuz edilmez bölgesine kısıtlama getirmek, baskılar uygulamak veya ona dayanarak kişiyi karalamak mümkün değildir. Ne var ki kalp veya gönül demlen bu sır küpünün, içindekilerini dışanya sızdırdığı da bilinen bir gerçektir; dille, kalemle, çeşitli davranışlarla... İşte bu sızıntılar benimsenen dinin ana prensiplerini apaçık bir şekilde tekzip eden bir nitelik taşıyorsa, sahibi o dini terketmiş kabul edilir. Bu durum Akaid literatüründe "zındıklık", Fıkıhta ise "irtidat" adını alır ve genellikle kişinin din ve vicdan hürriyetini yok edici bir suç olarak kabul edilir. İrtidatm eylem halindeki belirtileri yok denecek kadar azdır. Hz. Peygamber, Mekke'nin fetih hazırlıklarını düşmana haber veren sahâbiyi -Ömer'in ısrarlarına rağmen- din dışı kabul etmemiştir. Münafiklan da cezalandırmamıştır. Yine o, fertleri yani belli şahıslan değil, tipleri küfre nisbet (tekfir) etmiştir. Bu tutum İslâmiyetin olaya bakışının hareket noktasını oluşturmalıdır. Çünkü kişiyi din dışı (mürted, zındık) saymanın önünde çeşitli engeller mevcuttur. Meselâ: a) Dinin o konudaki hükmü (nas) kendisine ulaşmamış olabilir. b) Ulaşmış ama ona göre bu hükmün kesinliği belgelenmemiş sa-
yılabilir. c) Nassı anlayamamış olabilir. d) Mazur sayılabilecek fikrî tereddütleri bulunabilir10. İmam Şâfiî ve Dâvûd-i Zâhirî gibi bazı bilginlerin din ve vicdan hürriyetine genişlik getiren kanaatlerine göre "ümmetin ittifakı olmadan bir müslümanın din dışı ilân edilmesi mümkün değildir, ne bir fiil ne de muhalif bir inançla"11. İman-küfiir ilişkisi üzerinde müstakil eseri ve detaylı görüşleri bulunan Gazzâlî, kişiyi din dışı ilân etmek suretiyle hayatını tehlikeye sokmanın sakıncasını şu sözleriyle dile getirmiştir: "Ölümü hak ettiği halde bin kâfiri hayatta bırakmak suretiyle işlenecek hata, gereksiz yere bir müslümanın bir ünite kanını akıtmakla yapılacak hatadan hafiftir"12.
İSLÂM DİNİNDE GAYRİMÜSLİMLERE TANINAN DİN ve VİCDAN HÜRRİYETİ Doç.Dr.M. Âkif Aydın
S
on hak dinin tebliğcisi olarak gönderilen Hz. Peygamber bütün peygamberlik hayatı boyunca müşrik, yahudi, hristiyan her kesim ve dinden kimseye ilahi tebliği ulaştırmaya çalışmış., bu uğurda birçok eziyet ve sıkıntıya da katlanmıştır. İnsanları ve özellikle yakın çevresini İslâma davet ve onların hak dini kabul etmeleri arzusu kendisinde o derece vazgeçilmez bir tutku haline gelmişti ki Allah Tealâ sevgili peygamberine Yunus Sûresinde "Eğer rabbin dileseydi yeryüzündekilerin tamamı iman ederdi" (10/99); Kasas suresinde "Sen dilediğini hidayete erdiremezsin, Allah dilediğine hidayet verir." (28/56) ve Nahl suresinde de "eğer yüz çevirirlerse sana düşen sadece açık bir tebliğdir." (16/82); demiş ve peygamberini iman etmeyenler konusunda üzüntüye düşmemesi için teselli etmiştir. İnsanların Allah'ın dinini kabul etmeleri konusundaki bu İsrarlı arzusuna rağmen Hz. Peygamberin ne Mekke ve ne de Medine döneminde her hangi bir kimseyi veya kabileyi zorla İslâma soktuğu veya sokmaya gayret ettiği görülmemiştir.
10. 11. 12.
Ibrı Hazm, el-Usûl ve'-ftırû', Beyrut 1404/1984, s. 128-130. Ibn Teymiyye'den naklen Yusuf el-Kardâvî, el-Müslimu 1-muâsır, 1977, sy. 9, s.60-61. Gazzâlî, el-iktisad fı'l-i'tikad (nşr. l.A.Çubukçu, H.Alay), Ankara 1962, s. 251.
Bu konudaki temel prensip Medineli bazı Araplar tarafından cahiliye döneminde Yahudilere evlatlık verilen ve onların yanında yahudiiiği benimseyen kimselerin sonradan aileleri tarafından zorla İslâma sokulmak istenmesi üzerine inmiş bulunan Bakare süresindeki "Dinde zorlama yoktur. Doğru yol eğri yoldan ayrılmıştır." (2, 256) ayetiyle açık bir şekilde ortaya konmuştur. O halde başlangıç olarak
kişilere İslâmı kabul etmeleri konusunda bir baskı yapılmaz; sadece ilahi tebliğ ulaştırılır. Kendilerine tebliğ ulaşan kişiler İslâmı kabul ederlerse bundan sonraki hayatlarını bu dinin esasları ışığında sürdürürler. Kabul etmezlerse belirli şartlarla eski inançlarını sürdürmeleri konusunda serbest bırakılırlar. Nitekim bu prensibin ilk tatbikatı olarak Hz. Peygamber İslâmı kabul etmeyen Medine'deki Yahudileri kendi inançlarında serbest bırakmıştır. Medine'de hicretin hemen akabinde kurulmuş bulunan şehir devletinin bir anayasası mahiyetinde olan ve bu sebeple özellikle Batı literatüründe Medine Anayasası olarak bilinen siyasi belgede Yahudilerin din ve vicdan hürriyetleri 'Yahudilerin dinleri kendilerine, Müslümanların dinleri kendilerinedir." (md. 25) diyerek açıkça belirtilmiştir. Gayrimüslimlerin İslâm dininde sahip olduğu din ve vicdan hürriyetinin .boyutlarına ve uygulama biçimine geçmeden önce Müslümanların İslâm dini içerisinde sahip oldukları dini anlama ve yaşama hürriyetine bir nebzecik temas etmek gerekir. İslâm dininde bu din adına resmi yorumlar yapma yetkisine sahip Hristiyanlıktaki kilise benzeri bir kuruluş mevcut değildir. Bu sebeple ehliyetli ilim adamları esas itibariyle Kitap ve Sünnete dayanarak gerek inanç ve gerekse hukuk sahasında İslâmı yorumlama hakkına sahip olmuşlar ve böylece bu iki sahada birbirlerinden farklı ekoller, mezhepler ortaya çıkmıştır. Müslümanlar da mensubu bulundukları mezhebe göre İslâmı anlama, cami içinde ve dışında yaşama ve öğretme imkanına sahip olmuşlardır. Devlet çok az istisnaları olmakla birlikte bu mezheplerin serbest gelişmelerine müdahâle etmemiştir. Sadece mahkemelerde mecburi olarak uygulanacak bir kanun metninin bulunmadığı o dönemlerde hukuki birlik ve istikrar bakımından belirli bir mezhebin uygulanmasını mecbur etmiştir. Anadolu ve Rumeli'de Hanefi mezhebini resmi mezhep olarak uygulayan Osmanlılar buna misâldir. Bu durumda dahi devlet, başka mezhepleri ortadan kaldırma, meselâ en aykırı mezhep olarak kabul edilen şiîliği ve mensuplarını yok etme cihetine gitmemiş, bu mezhep mensuplarının kendi inançları doğrultusunda islâmı yaşamalarına müdahale etmemiştir. Diğer sünni mezhepler söz konusu olduğu zaman bu müsamahası daha da artmış, orta doğu gibi diğer mezhep mensuplarının bulunduğu bölgelere hanefi mezhebi mecburiyetini getirmeyerek dört sünni mezhepten kadılar tayin etmiş ve fertleri kendi mezheplerine göre Islamı yaşamak, medreselerde öğretmek ve yine kendi mezheplerinin hukukuna tabı olmak konusunda serbest bırakmıştır. Kesin olan bir
nokta var ki İslâm aleminde birbirinden az veya çok farklı ekoller, mezhepler bulunmak ve hayatiyetlerini asırlar boyu devam ettirmekle birlikte bu mezhep mensupları birbirlerine karşı Batıdaki karşıtlarıyla kıyas edilemeyecek derecede büyük bir hoşgörü ve müsamaha ile davranmışlar ve her hangi bir mezhep adına diğer mezhep mensupları için Batı'da olduğu gibi enkizisyon mahkemeleri kurup binlerce kişiyi yakmamışlar dır. Gayrimüslimlerin durumuna gelince: biraz yukarda gerek Kur'an-ı Kerim ve gerekse Hz. Peygamberin tatbikatı ışığında başka din mensuplarına tanındığını gördüğümüz din ve vicdan hürriyeti şu tarzda şekillenmektedir. İslâm devleti fethedilen ülkelerdeki gayrimüslimlere İslâmı teklif eder, kabul ederlerse Müslüman olurlar; etmezlerse ya İslâm ülkesini terk ederek kendi dinlerinin hakim olduğu yerlere göç ederler ya da cizye dediğimiz belirli bir vergiyi ödeyerek zimmi dediğimiz gayrimüslimlere has bir nevi vatandaşlık statüsü içerisinde İslâm ülkesinde yaşamalarını devam ettirirler. Burada yeri gelmişken bir konuya açıklık getirmek gerekir. İlk dönemlerdeki harplerin İslâmm yayılmasında müsbet bir rol oynadığı inkar edilmemekle birlikte İslâmm harp yoluyla vicdanlara baskı yaptığını ve bu yolla yayıldığını söylemek mümkün değildir. Harp İslâm tebliğinin uzak bölgelere ulaştırılmasında aracı rolü oynamıştır. Takdir edersiniz ki bugünkü gibi iletişim imkânlarının bulunmadığı ve özellikle Batıda büyük bir dini taassubun hakim olduğu o dönemlerde bu yeni dinin tebliğcilerinin İslâm ordularının koruyucu desteği olmadan bu dinin öğretilerini uzak ülkelere ulaştırmalarına imkan yoktu. İşte harp yoluyla İslâm ülkesinin genişlemesi onlara emniyetli tebliğ imkanını sağlamıştır. Fakat bu harplerin akabinde her hangi bir kişi veya kavimin zorla İslâma sokulduğu asla tesbit edilememiştir. İşte fethedilen ülkelerde zimmi statüsüyle yaşamayı kabul eden gayrimüslimlerin şahıs ve mal varlıkları artık İslâm devleti tarafından garanti altına alınmış olur. Hz. Peygamber hadis-i şeriflerinde "Eğer zimmet sözleşmesini kabul ederlerse bil ki müslümanlar için sabit olan haklar onlar için de sabit olur; Müslümanlar için doğan borçlar onlara da doğar" diyerek İslâm devletinde gayrimüslimlerin Müslümanlara benzer bir statülerinin olduğunu belirtmiştir. Bu anlayışın sonucu olarak halife olmak gibi sınırlı bir kaç kamu görevinin dışında Müslümanların tayin edildikleri birçok kamu görevine gayrimüslimler de atanabilirler. Bu sadece teoride kalan bir prensip değildir. Yakın tarihimizden de bildiğimiz gibi Osmanlılarda ve genel olarak diğer
İslâm devletlerinde önemli birçok kamu görevine gayrimüslimler de atanmışlardır. Yine bu zimmet andlaşmasıyla gayrimüslimlerin din ve vicdan hürriyetleri de İslâm devleti tarafından garanti altına alınmıştır. Bunun sonucu olarak da kendi dinlerine inanmakta, bu inancın gereği olan ibadet ve ayinleri yapmakta ve çocuklarına dinlerini öğretmekte serbest olurlar. Kendilerine İslâm zorla kabul ettirilmeye çalışılmadığı gibi, dinlerini bırakmaları için bunlara dolaylı bir baskı da yapılmaz. Hz. Ömer'in Kudüs halkına vermiş olduğu emanda şu satırları okumaktayız: "Bu Ömer b.Hattab'ın İlya (Kudüs) halkına verdiği emandır ki onların şahıslarını, kiliselerini ve haçlarını içine ahr; onların kiliseleri iskan edilmez, yıkılmaz, her hangi bir zarar verilmez. Dinleri dolayısıyla bir zorlamaya maruz kalmazlar ve zarar da görmezler". Keza Amr b. Asin Mısır halkına vermiş olduğu emanda da benzer satırları okumaktayız. Bu konuda İslâm tarihinde düzenli bir uygulamanın var olduğu söylenebilir. Hemen hiç bir İslâm devleti zimmi statüsü içerisinde kendi ülkelerinde yaşayan gayrimüslimleri asimile etmeye ve onları zorla İslâma sokmaya gayret etmemiştir. Bu sayededir ki İslâm ülkelerinde yedinci miladi asırdan yirminci aşıra gelinceye kadar ondört asırdan fazla bir süredir hiç de küçümsenemeyecek bir gayrimüslim azınlık varlıklarını ve dini inanışlarını sürdürebilmişlerdir. Bugün Türkiye'de sayıları ancak Cumhuriyet dönemindeki mübadele anlaşmalarıyla azalan gayrimüslim azınlıklar, Ortadoğu'da Lübnan, Suriye, Irak ve Mısır'da yaşayan gayrimüslim cemaatlar buna örnek gösterilebilir. İslâm devletlerinin gayrimüslim azınlıklara gösterdikleri bu hoşgörülü davranışa paralel olarak müslümanlarm da asırlar boyunca kendi içlerinde yaşayan gayrimüslim azınlıklara eşine az rastlanır bir müsamaha gösterdikleri inkar edilemez. Bu müsamaha bir dış baskı sonucu zoraki katlanılan bir durum değil, müslümanların kendi inançlarının gereği olarak yapageldikleri bir davranış olmuştur. Çünkü inanmış oldukları peygamberlerinin "Bir zimmiye eziyet eden kimsenin hasmı benim" tarzında gayrimüslimlere davranış şekli konusunda yol gösteren birçok hadisi vardır. Burada önemli bir noktaya dikkatinizi çekmek isterim. Müslümanlar kendi dinlerinden olmayan gayrimüslimlere dini duygularının zayıfladıkları, kişilerin hangi dinden olmasına önem vermedikleri bir dönemde değil, dinlerine son derece bağlı oldukları, onu yayma uğruna her yol ve vasıtayla cihadı göze aldıkları bir dönemde müsamaha
etmişler ve onlara din ve vicdan hürriyeti tanımışlardır. Alman tarihçisi Jobertson "Yalnız Müslümanlardır ki kendi dinlerini yaymaya son derece gayretli oldukları halde Müslüman olmayanları dinlerinde şerbet bırakmışlardır." diyor. Bu nokta son derece önemlidir. Daha sonra bugün Avrupa'nın diğer dinlere göstermeye başladığı din ve vicdan hürriyetinden bahsederken bu noktaya tekrar temas edeceğiz. Gayrimüslimlere tanınan din ve vicdan hürriyeti bu kimselerin sadece dilediği dine inanmaları ve onun ibadet ve ayinlerini yerine getirmeleri noktasına münhasır kalmamış, hukukun bazı alanlarında bu kimseleri hukuki ve kazai muhtariyet verilmek de bu çerçevede kabul edilmiştir. Böylece İslâm devletlerinde yaşayan gayrimüslimlere isterlerse kendi mabetlerinde kendi hukuklarına göre evlenme, boşanma ve özellikle aile ve miras hukuku gibi alanlarda dini hukuklarını uygulama imkanı verilmiştir. Şunu hemen belirtelim ki İslâm ülkesindeki gayrimüslimlere bunlar ister zimmi isterse müstemen statüsünde olsunlar esas itibariyle İslâm hukuku uygulanır. Bu konuda mülkilik prensibi esas olmakla birlikte evlenme, boşanma gibi dini yönü ağır basan konularda gayrimüslimleri kendi dini hukuklarını uygulama yönünde serbest bırakmak onlara tanınan din ve vicdan hürriyetinin bir gereği kabul edilmiştir. Böylece gayrimüslimler kendi kilise veya havralarında kendi hukuklarına göre evlenme ve hukukları imkan veriyorsa boşanma hakkını elde etmişlerdir. Bu uygulama sırasında İslâm hukukuna uymayan tatbikatlar ortaya çıksa bile bunlara müdahele edilmemiştir. Ömer b. Abdülaziz İslâm hukukuna göre evlenmeleri yasak iki yakın akraba gayrimüslim birbirleriyle evlenirse devletin buna müdahelesinin gerekip gerekmediğini sorunca Hasan el-Basri "Onlar kendi inançlarına uygun olarak yaşamak için bize cizye veriyorlar" diyerek devletin müdahele etmemesi gerektiğini belirtmiş ve bunun sebebi olarak da onlara tanınan din ve vicdan hürriyetini göstermiştir. Hatta gayrimüslimlere tanınan bu muhtariyetin sınırları zaman zaman daha da genişletilmiş, ahval-i şahsiyyenin dışına taşmıştır. Osmanlı Devletinde bu şekilde kazai ve hukuki muhtariyetin özellikle Fatihin İstanbul'u fethetmesiyle önem kazandığı ve fetihten sonra Rum, Ermeni ve diğer önemli gayrimüslim cemaatlara bu muhtariyet konusunda ayrı ayrı beratlar verildiği bilinmektedir. Verilen bu hukuki ve kazai muhtariyetin bu gayrimüslim cemaatların dini varlıklarını korumada önemli bir role sahip olduğu inkar edilemez. Gayrimüslimlere verilen bu kazai muhtariyete rağmen bunların islâm
mahkemelerine başvurma hakkı daima var olmuştur. Bir başvuru durumunda tabiatıyla bunlara kendi hukukları değil, İslâm hukuku uygulanmaktadır. Şaşırtıcı olan nokta gerek diğer İslâm devletlerinde ve gerekse Osmanlı Devletinde gayrimüslim cemaat reislerinin bu tür başvuruların önünü almaya büyük gayret sarfetmeleri, hatta bu konuda zaman zaman devletten de yardım istemeleridir. İslâmm ilk yayılma yıllarında Nasturi patriğinin İslâm mahkemesine başvuran Hristiy ani arı afaroz ettiği, Osmanlılarda da gayrimüslim cemaat reislerinin Osmanlı padişahından mahkemelerde gayrimüslim nikahının kıyılmaması, davalarının görülmemesi konusunda yardım istedikleri buna rağmen Osmanlı mahkemelerinde evlenen ve boşananları kilisenin bazı dini hizmetlerinden mahrum ettikleri bilinmektedir. Bu tür başvuruların bazen kilise hukukunda olmayan boşanma hakkından yararlanmak bazan da gayrimüslim cemaat reislerinin aşırı rüşvet taleplerinden kurtulmak için yapıldığı anlaşılmaktadır. Netice olarak İslâm Devletinde gayrimüslimlere tam bir din ve vicdan hürriyetinin tanındığı ve bu hürriyetin sadece kağıt üzerinde kalmayıp uygulamaya da yansıdığı, ondört asır sonrasında hala müslüman ülkelerde gayrimüslim azınlıkların bulunmasından da anlaşılmaktadır. Meseleye bir de Batı toplumunun Hıristiyanlığın dışındaki din mensuplarına, hatta Hıristiyanlıktaki farklı mezhep mensuplarına tanımış oldukları din ve vicdan hürriyeti ve dini müsamaha noktasından bakacak olursak Batı toplumunun bu konuda Müslümanlar'dan çok farklı bir yaklaşımı sergilediğini belirtmek gerekir. Ondokuzuncu asra gelinceye kadar uzun asırlar Batı toplumu Hristiyanlığm farklı mezheplerine en ufak bir müsamaha gösterilmemesinin ve bu mezhep mensuplarına en ağır işkencelerin yapılmasının, cezaların verilmesinin acı örneklerine sahiptir. Enkizisyon mahkemelerinde başka bir mezhebe sahip olduğu için sapık sayılan ve yakılarak öldürülmeye mahkum edilen kimselerin sayısı en iyimser tahminlere göre binlerin çok üzerindedir. Bir rakama göre sadece İspanya'da yakılarak öldürülenlerin sayısı 30 binin üzerindedir. Bu toplam sayının ne kadar büyük boyutlara ulaştığım göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Kendi din mensuplarına bu kadar acımasız davrananların başka din mensuplarına merhametli davranmalarım beklemek esasen hayal olurdu. Nitekim İspanya'da yaşayan Yahudiler Müslümanların İberik yarımadasına gelmelerinden önce Hristiyanlaşma konusunda yoğun bir baskıya maruz kalmışlar ve bunun sonucu bir kısım Yahudiler görü-
nüşte Hristiyanlığı kabul etmek zorunda kalmıştı. Encyclopedia Judaica İspanya'da Hristiyan taassubundan bunalmış Yahudilerin Tarık b. Ziyad ve ordusunu tam bir kurtarıcı olarak karşıladıklarını belirtmektedir. Müslümanlar in burada hüküm sürdüğü 700 yıl Yahudiler için de mutlu bir dönem olmuş, Müslüman hakimiyetinin bitmesinden sonra sadece Müslümanlar değil, Yahudiler de İberik yarımadasında barınma imkanı bulamamışlardır. Dikkate değer olan nokta şurası ki İspanya'dan tehcire maruz bırakılan Yahudiler kendilerine sığınacak yurdu yine bir Müslüman ülkesinde bulmuşlar, Osmanlı Devletinin lütufkar müsamahasına sığınmışlardır. Kendisi de bir Yahudi olan şarkiyatçı Hamilton Gibb diyor ki "Şurası bir gerçek ki zimmi statüsüne sokulmalarına rağmen hilafetin başlangıcından yani ilk İslâm devletinin kuruluşundan Avrupa'daki toplama kamplarının kapatılışına kadar Yahudi hayatının en gelişmiş merkezleri İslâm ülkelerinde bulunmuştur. Abbasiler döneminde Irak, Endülüs Müslümanları döneminde İspanya ve Osmanlı Devleti. 1492'den sonra İstanbul sadece İspanya'dan göçeden değil birçok yerlerden gelen Yahudilerin en büyük toplanma yeri olmuştur." Görülmektedir ki bizzat Yahudi araştırıcılar İslâm ülkelerinin Yahudiler için en emin bir sığmak yeri olduğunu kabul etmektedirler. Bu bakımdan Yahudilerin Müslümanlar'a asırların biriktirdiği bir şükran borçlarının olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kimbilir belki de şimdi Filistin'de yaptıklarıyla bu şükran borcunu ödüyorlar. Batımn Müslüman azınlıklara tammış olduğu din ve vicdan hürriyeti ve Müslüman bir millet olarak varlıklarını koruma hakkına gelince bu konuda elimizde iki canlı örnek vardır. Bunlardan birisi Endülüs diğeri de Sicilyadır. Müslümanların Endülüs'te 700 yıllık, Sicilya'da da yaklaşık 400 yıllık bir hakimiyetleri olmuştur. Özellikle Endülüs'te parlak bir medeniyet kurdukları ve Avrupa'dan gelen öğrencilere islâm medeniyetinin bütün inceliklerini hiç bir k ı s k a n ç l ı k hissi duymadan öğrettikleri bilinmektedir. İşte böyle bir ülkede islâm hakimiyeti sona erdikten sonra buranın eski Müslüman sakinlerine yarımadada asla yaşama imkanı tanınmamıştır. Önemli bir kısmı ölüm tehdidi altında zorla Hristiyanlaştırılmış, kabul etmeyenler ya kaçmayı başarmışlar ya da burada kendilerini bekleyen acı akıbete, ölüme razı olmuşlardır. Osmanlı gemicilerinin de buralardan kaçmak isteyen Müslümanları Afrika kıtasına taşımakta büyük gayret gösterdikleri bilinmektedir. 1492'de Gırnatanın düşürülmesinden sonra ülkedeki Müslümanların (Moriscos'ların) ya ülkeyi terketmeleri veya Hristiyan olmaları konusunda müteaddit fermanlar çıkarılmış ve Hristiyan ta-
rihçi Philip Hitti'niıı ifadesiyle bir asırdan biraz fazla bir süre zarfında Endülüs'te bulunan ve Hristiyan olmayı kabul etmeyen üç milyon İspanya'lı Müslüman ya sürgün edilmiş ya da kılıçtan geçirilmiştir. Bugün İspanya'da ve Sicilya'da o günlerden kalmış ne bir Müslüman ve ne de bir İslâmi mabet vardır. Batının bir asır dahi Müslüman azınlıklara tahammül edemeyen taassubu ile, İslâmın kendine olan güven duygusuyla diğer din mensuplarına gösterdiği müsamahayı ve ondört asır gayrimüslim azınlıkları sinesinde barındırmasını karşılaştınrsanız, iki medeniyetin din ve vicdan hürriyeti konusundaki yaklaşım farklılığını kolayca anlayabilirsiniz. Bugün Batının din ve vicdan hürriyeti konusunda eski taassubundan belirli derecede uzak olduğu söylenebilir. Ne var ki Batı'mn bu müsamahası ondokuzuncu asrın başından itibaren Batıya hakim olmaya başlayan ve dini toplum hayatının dışına iten felsefi cereyanların etkisiyledir. Batı artık kendi dinine de eski bağlılığını kaybetmiştir. Bu bakımdan şu andaki diğer din mensuplarına gösterdiği müsamaha gerçek anlamda bir müsamaha ve din ve vicdan hürriyetini benimsemeden çok, genel olarak dine karşı bir aldırış etmemenin sonucu olsa gerekir. Birgün yeniden dine bağlılığı artarsa diğer din mensuplarına hayat hakkı tanıyıp tanımayacağı şüphelidir. Kendi kültürleriyle yoğurup bize ihraç ettikleri Batı kafalı Türk aydınlarının bugün başörtülü kız öğrencilere gösterdikleri müsamahasızhk ve ne gariptir laiklik ve insan haklan adına ortaya koyduklan tepki Batı'mn dini taassubunun bir başka biçimde Türkiye'de hala devam ettiğinin göstergesidir.
DİN, VİCDAN HÜRRİYETİ VE BATTDAKİ UYGULAMALAR Abdullah Sevinç A) DİN EĞİTİMİNİN ÖNEMİ Din, psiko-sosyal yönü olan bir müessesedir. Öncelikle ferdin huzuru için bir zarurettir. Fert, dini olgunlukla psikolojik rahatlığa kavuşur. Böylece cüzden küle genişleyen huzur ortamı toplumsal huzuru gerçekleştirir. İnsanlık tarihi, dinin insan için bir ihtiyaç, bir zaruret olduğunu teyid eder. Tarihin derinliklerine ne kadar inilirse inilsin, meşhur ifadesiyle, mabetsiz ve mabutsuz bir topluma rastlamak mümkün değildir. Günümüze kadar yaşamış her toplumun hak ya da batıl, semavî ya da gayr-i semavî bir dini ve o dinin esaşlannın icra edildiği bir mabedi vardır. Din bir ihtiyaç olunca, onun eğitimi de bir zaruret olarak ortaya çıkar. Din, insan hayatımn bütün safhalannı kucaklar. Beşikten mezara kadar.. Bunun için din eğitimi ve öğretimi insan hayatının her devresinde yapılır. Ve bebeklik, çocukluk, gençlik, olgunluk, ihtiyarlık gibi her devresinde yapılmalıdır ki, insanın huzurlu hayatı, devamlılık ve bütünlük kazanabilsin. Konunun ihmale tahammülü yoktur. Zincir halkalanndan birinde meydana gelecek kopukluk, insan huzurunun bütünleşmesini zorlaştırır. İşte bu gerçeği ilmî araştırmalarla tesbit eden batı dünyası, insan
hayatının her devresinde, o devreye uygun metodlarla dini eğitimi gerçekleştirmektedir. Günümüz eğitimcileri, eğitimi Formal ve înformal diye genelde iki bölüme ayırırlar. Formal eğitim; bir plan ve program dahilinde yürütülen eğitimdir M, bunun uzun süreli olanına "Örgün Eğitim", seminer, kurs gibi kısa süreli olanına da "Yaygın Eğitim" denir. Formal eğitimi elinde tutan devlettir. Formal eğitime devletin insan yetiştirme anlayışı hakimdir. Eğitim görevini yüklenmiş Bakanlık, formal eğitimi, yani örgün ve yaygın eğitimi, toplumun istediği ve ihtiyaç duyduğu biçimde gerçekleştirmek üzere yönlendirir. înformal eğitim ise, plan ve program dahilinde olmaksızın bebeklikten başlayarak insan hayatının her devresinde insanı etkileyen bir eğitimdir. Eğitimin bu türünde inançlar, ahlâkî değerler, örf-adet, gelenek ve görenekler hakimdir. Bu değerler istikametinde informal eğitimi gerçekleştiren ise; aile, çevre, sokak, arkadaş, TV, basın, yayın, meşhur kişilerin yaşayışları, söz ve davranışları vb. Eğitimle ilgili bu kısa hatırlatmadan sonra uygulanışını, insan hayatını üç bölüme ayırarak belirtebiliriz: a) Bebeklik, okul öncesi (informal eğitim), b) Çocukluk, okul devresi (formal+informal eğitim), c) Olgunluk, yaşlılık dönemi (informal eğitim) B) BATIDA DİN EĞİTİMİ Batıda din eğitimi bebeklik ve okul öncesi döneminde informal eğitimle başlar. Çocukluk ve okul devresinde formal ve informal eğitimle güçlendirilir, olgunluk ve yaşlılık döneminde de informal eğitimle devam ettirilir. Bu süreç içerisinde, bebeklik devresindeki gelişim sırasında dini etkileşim ailede başlatılır. Dinî motifli oyuncaklarla ailede verilir. Dinî semboller, dinî değerler, din büyükleri oyun sırasında çocuğa sevdirilir. Bir şefkat meleği olarak çocuğun belleğine yerleştirilir. Birçok ailelerde ise ev içindeki etkinliklerle çocuklara manevî olgunluk kazandırılır. Hollanda'da bir ailede, bir metre boyunda, yetmiş santim eninde, otuz-kırk santim yüksekliğinde normal bir kapının yarısı bü-
yüklüğünde İncil gördüm. "Okumak için değil, herhalde" diye sorduğumda, "hayır, okuyabiliyoruz da, fakat bu kitap daha ziyade evimizde manevî havanın devamlılığını sağlamakta ve bebeklikten itibaren çocuklarımızın kutsal değerlerimize saygı duygularını güçlendirmektedir" diye cevap verdi. Çocuklar için her olay bir firsat olarak değerlendirilir ve onlar, dinî havanın etkisine sokulur. Bir Sinter Klaas kutlamaları vardır! Çocuklar bunun için günlerce uyumazlar. Büyük bir şenliktir onlar için. Yüzlerini boyarlar, sırtlarına ve başlarına taktıklarına kocaman haçlar yerleştirirler. İlkokulda bunu bütün çocuklar yapar. Hatta bir defasında Eğitim Ataşesi arkadaşımızın çocuğu da aynı kıyafete bürünmüştü, eve geldiğinde, arkadaş haç'ı çıkarmak istemiş, ancak çocuğun reaksiyonu öyle sert olmuş ki, kabul etmemiş. Yerlere yatıp yuvarlandı ve çıkarmayı kabul ettiremedim diyor arkadaş... İşte bu Sinter Klaas kutlamalarında çocuklar neredeyse sabaha kadar uyumazlar. Sinter Klaas in ayakkabılarına koyacağı hediyeyi beklerler. Bu beklentilerine cevap olarak anne baba, çocuk uyurken ayakkabılarının içine hediyelerini yerleştirir. Çocuk, uyanır uyanmaz koşar ayakkabılarına ve annesinin koyduğu hediyeyi, Sinter Klassin hediyesi olarak sevinçle alır. Bazı ilkokullar, Sinter Klaas kutlamasını daha değişik yaparlar. Okulun bütün öğrencilerini su kanalına götürürler. Sinter Klaas yanındaki Zwerte Piet dedikleri iki yardımcısıyla bir kayıkta uzaktan gelir. Öğrenciler büyük bir heyecan sevinç ve alkışla onları karşılarlar. Özel hazırlanmış otolarla, konvoy halinde okula getirirler. Okulda bütün gün program devam eder. İstisnasız bütün çocuklara hediye dağıtır, bir çoğu ile sohbet eder. Fakat, Sinter. Klaasin asıl olan kıyafetidir. Çocukları dini yönden çok etkiler, uzun sakalı, değişik haçlı cübbesi ve kocaman serpuşu üzerindeki haçı. Bu bir azizdir. Ve çocuklar bu duygu ile sevgi ve saygı duyarlar azizlerine. Okul öncesi boyama kitaplarındaki dini motifler çocuklara son derece etkilidir. Bir defasında ilkokul birinci sınıfta öğrencilerime Osmanlı-Selçuklu mimarisine uygun bir camiin fotokopisini dağıttım. Boyamalarını istedim. Çocukların arasında dolaşırken bir çocuğumuzun^ benim kendilerine verdiğim caminin kubbesine kocaman bir "haç" oturttuğunu gördüm. Hayretle karşıladım. Düzelttim. Konuyu incelediğimde gördüm ki, bu duygu çocuklara okul öncesi boyama kitaplarıyla verilmiş ve çocuğun mabet olarak kafasında beliren sembol, mutlaka haçlı olmasıdır. Daha sonra gittiğim her ülkeden çocuk re-
vonlarım gezdim. Bolca boyama kitapları aldım. Ve bizim aldırmadığır z noktafara onların ne kadar önem verdiklerini hayretle gordum... İnsan hayatının ikinci bölümü olan çocukluk ve gençlik döneminde dini eğitim, okullarda, seminer ve kurslarda örgün ve yaygın eğitim içinde formal olarak verilmektedir. Belçika'da devlet, belediye, kilise okulları ^ . m & m i e t e f a dprsi okutulur Okul ve sınıf durumuna göre değişik saatler vardır S S ^ Î S a 2 A 4 saat olarak okutulur. Her o ^ a özel dm dersi sınıfı vardır, öğretmen kabiliyetine göre s ı n ı f ı tanz m eden Dini soz ler azizlerin resimleri, Meryem ana, Hz. Isa bustu, buyuk kilise re simleri vb. dini motif ve sözlerle sınıfı donatırlar. Ayrıca benim dikkatimi çeken başka bir nokta da Avrupa'da dini k o n u l a n müstakil din dersi öğretmeni tarafından derste işlenmesi yanmdaj dini günler gerekçe edinilerek, tüm öğretmenlerin bu egıtım içinde yer almalarıdır. Mesela, Belçika'da bir öğretim yılında 41 a r a tatiHeri vardır Bu tatil günlerinin sadece 1 günü, ikinci Harbı mn sona ermesinin yıldtoümü sebebiyle yapılır. Geriye kalan 40 gunluk tatıllenS n sebebi tamamen dinidir. Sinter Klaas, Noel, D r ı e Konmgen Hemelvaarsdag, Faasfeest gibi dini olaylar ve bayramlar dolayısıyladır. i g ü n l ü k
D
u
n
y
a
Dini hava yalnız tatiller ile hissettirilmez O olaym kutlamşı önemlidir. îki hafta, bazen bir ay önceden hazırlıklar başlar.J ı ş i e r boyamalar, sınıfların süslenmesi, yumurtaların saklanması, çam agaçlarının rengarenk ışıklandırılıp dallar hediyelerin yerleştmlmesi Bütün bu hazırlıklar çocuklar direkt olarak degıl, dolaylı olarak oyun ve kutlama sırasında dini havayı içme sındırır. insan hayatının üçüncü bölümü olarak ayırdığımız okul sonrası olgunluk ve yaşlılık döneminde ise, dini eğitim informal eğitimle dev S ettirilir Basın yayın, özellikle TV bu konuda etkin rol oynamaktadır. Hollanda'da TV'da vericinin ve alıcının kapasitesine.göre takip edilebilen çok sayıda kanallar vardır. Yalnız Hollanda kanalları degıl, diğer birçok ü l k e L I V programları da seyre dilir.B» de dini muhtevalı olanlar vardır. Bu kanallardan bir kaçında, mutlaka dini program vardır. Buna ilaveten "Hollanda Yayın Kuruluşu (NOS)" içinde ona bağımlı ve bağımsız olarak dini program ureten ve dini yaym yapan "RKK", "KRO", "EO" 'IKON", "NCRV" gibi kuruluşa r a s ı n a
lar mevcuttur. Bunlar kilise teşkilatınca yönetilmektedir. RKK (Roms Katholieke Kerk): Yayınlarını % 40 sosyal, % 60'mı da dini olarak yapmaktadır. 1946 yılında Radyo'da başlamış olduğu bu yayınlarına 1951'den itibaren TV yayınlarını da ilave etmiştir. % 60'lık dini program tamamen kilise tarafından yapılmaktadır. KRO (Katholieke Radio Ompoep): Bu kanal da 1925 yılında Radyo'da, 1951 yılından itibaren de TV da diııi yayınlarını sürdürmektedir. Haftada 14 saat TV yayını, haftamn (Çarşamba hariç) her günü radyo'da 70 saatlik yayım vardır. Sosyal-kültürel-dini muhtevalı yayın yapar. Kiliseye bağlıdır. NOS içinde bağımsızdır. EO (Evengeliesche Omroep): İncil'in sesi olarak 16 Mayıs 1972 yılında kurulmuştur. Haftada 9 saat TV'da, 40 saatde Radyo'da programı vardır. Tüm dünya kiliseleri için yayın yapmakta olup, İncil'in kurallarına uymak zorunluluğu kuruluş şartlan arasındadır. IKON: Kilise teşkilatına aittir. Senede 390 saat radyo'da, 135 saat de TV'da yayın yapmaktadır. Yaymlannda sosyal-kültürel-dini konular yer almaktadır. 1976 yılında tamamen kiliseye devredilmiştir. 13 kilise temsilcisinden oluşan yönetim kurulunca idare edilmektedir. NCRV (Hollanda Hristiyan Radyo Derneği): 1924'de kurulmuştur. Haftada 17 saat TV'da 65 saat de radyo'da yayın yapmaktadır. Bana göre insan hayatımn bu döneminde, ilgi duyduğu devlet büyüklerinin, daire amirlerinin, mesai arkadaşlanmn ve günlük işittiği sözlerin, okuduğu makalelerin, kitaplann, karşılaştığı olayların da dini eğitim ve yaşayışına informal olarak etki yapmaktadır. Mesela, birçok Avrupa ülkesinde liderler, meclis üyeleri göreve İncil'e el basarak başlarlar.. Bilindiği gibi Amerika'da mahkemelerde yeminler İncil üzerine yapılır. Cumhurbaşkanlan, mukaddes kitaba el basarak and içmektedir. Senato ve meclislerinde günün ilk toplantılan, Châplin diye anılan papazlan tarafından yapılan dualarla'açılır. Cumhurbaşkanı George Bush da yemin merasimini meşhur papaz Billy Graham'ın konuşması ile açmıştır. Başkanın, Allah'a hamd ederek nutkuna başlaması ve "Mavi kubbenin altındaki dünyanın en büyük devletini ve milletini Allah korusun..." diye sözlerini tamamlaması, müteakip günü, Amerikan milleti için dua günü olarak ilan etmesi, (Diyanet Gazetesi Mayıs 1990, sayı: 371) informal olarak dini eğitimi sağlayan önemli etkenler-
dendir. Bu ülkelerde devletin en üst düzeyindeki kişiler dini ayinlere katılmaktan kaçınmadığı gibi bundan manevi bir zevk de alırlar. Bu, din ve vicdan özgürlüğünün bir gereğidir. 1984 yılında Belçika'nın Eısden kömür işletmelerinde maden kazası olmuştu. Bu kazada 1 Belçikalı, 2 İtalyan, 4 de Türk hayatını kaybetmişti. Kazazedeler için şehrin en büyük kilisesinde müşterek bir dini merasim tertip edildi. Bu merasimde, Belçika Başbakanı Bay Martens'in papaza gösterdiği saygıyı unutamam. Başbakan Martens, kilisenin sade cemaati gibi sıraya girdi, papazın önünde saygı ile eğildi, papazdan aldığı peksimeti dilinin üzerine koydu, yine inanana göre kutsal saydığı şarabı papazın elinden alarak bir yudum içti ve aynı saygı ile yerine oturdu. Bu davranış devletin en üst düzeyindeki yönetici tarafından sergileniyordu. Bu davranıştan, hazır bulunan binlerce kişi şahit olup etkilenirken televizyonda seyreden milyonlarca kişi de şüphesiz ki etkilenecektir. Ve bana göre bu bir Avrupa ülkesinde dine ve din adamına gösterilen saygının anlamlı bir tezahürü olduğu gibi, herkesin inancını serbestçe yaşayabilmesine mesajdır. Toplum içindeki bazı uygulamalar da dini eğitimin informal olarak gerçekleşmesinde etkilidir. Bilindiği gibi, Amerikan paralarının üzerinde "Biz ancak Allah'a güveniriz" ifadesi yazılıdır. Bu cümlenin 11 Nisan 1864'te yapılan bir kanunla madenî, 11 Temmuz 1955'de çıkarılan başka bir kanunla da bütün paralar üzerinde bulundurma zorunluluğu getirilmiş ve 1957'den itibaren de basılan tüm kağıt paraların üzerine yazılmıştır. (Diyanet Gazetesi, Mayıs 1990, sayı: 375). Hollanda'da günlük alış-verişte ençok kullanılan ve hemen herkesin üzerinde taşıdığı para 1 guldendir. Bu paranın kenarındaki yazı dikkat çekicidir. "God zij met ons=Allah bizimle beraber olsun." Bütün bu dini motifli davranışlar, informal olarak dini eğitimin gerçekleşmesini sağlayan önemli etkenlerdir. Bu eğitim sonucu olarak son istatistiklere göre BAlmanya'da halkın % 21'i, Hollanda'da % 27'si, Belçika'da % 30'u, İtalya'da % 36'sı, Amerika'da % 42'si kiliseye gitmektedir. (Diyanet Gazetesi, Mayıs 1990, Sayı: 375).
C) BATI DA DİNİ CEMAATLERİN FAALİYETLERİ Batı'da birçok ülke, ekonomik kalkınma planı çerçevesinde kendi dışında ülke insanımn iş gücünden istifade etmek üzere, yüzbinlerce yabancıyı ülkelerine davet etti. Şüphesiz ki, Batı'mn bu yeni misafirleri, ülkelerinden gelirken, inançlarını, örf ve adetlerini, ahlaki kurallarım da birlikte getirdiler. Avrupa ülkelerinde öyle bir manzara oluştu ki, aynı sokakta, renkleri, dilleri ayn olduğu gibi inançlan, adetleri gelenek ve görenekleri de ayn olan insanlar yürümeye başladılar Böylece aym ülke topraklan üzerinde çok çeşit davranış biçimleri sergilendi. Bu kaçınılmaz yaşayış biçimiyle üç kelime ile ifade edinilen Karma Kultur Ortamı" meydana geldi. Çok çeşitli ülkelerin kültürlenmn konuşulduğu, tartışıldığı ve yaşandığı kanşık bir kültür ortamı. KARMA KÜLTÜR ORTAMINI MEYDANA GETİREN ÜLKE İNSANLARININ ÇALIŞMALARI: Karma kültür ortamında yerli halk (ki ben daha çok örnekleri Hollanda'dan vereceğim) Hollandalılar dahil, tüm yabancılar kendi kulturlenm nasıl koruyabileceği endişesine kapılmışlardır. Bunun ıçm çareler aramaya başlamış ve çeşitli aktivitelere girmişlerdir. dir.
Söz konusu çalışmalann iki ana hedefi olduğu dikkati çekmekteI. Kendi inanç ve kültürünü korumak,
II. Kendi inancım başkalanna aşılamak ve başkalarım kendi kültüründe asimile etmek. Ben burada sadece kendi inanç ve kültürünü korumak için yapılan çalışmalardan ve Devletin bu tür faaliyetlere olan desteğinden örnekler vermek istiyorum. (Daha geniş bilgi için, Din Öğretim Dergisi 19 Haziran 1989. Abdullah Sevinç, Türkiye Avrupa Ekonomik Topluluğuna Girerse) Ancak örneklerde de dikkatimizi çekeceği gibi bu alanda çalışma gösteren devlet değil, cemaatlerdir, devlet sadece onların bu faaliyetlerine, din ve vicdan hürriyetlerine duyduğu saygı ve demokratik bir yaklaşımla maddi yardımda bulunmakta ve çalışmalanna sınırlı bir serbestlik vermektedir. I. Hollandahlar'ın Çalışmaları: Hollandalılar kendi kültürünü korumak üzere nasıl bir çalışma yapmaktadır? Sorunun cevabım aşağıdaki örneklerde bulmak müm-
kündür. a) Kendi aralarına yabancıları sokmamak. Bilhassa ilkokullarda kendi çocukları arasına fazla yabancı çocukların girmemesini sağlamak. Şayet yabancı çocuklar fazlalaşırsa, o okuldan kendi çocuğunu uzaklaştırmak. Bu anlayış, Hollanda'nın Leerdam şehrinde cami açılışı ile ilgili olarak katıldığım, Belediye yetkilileri, çevre sakinleri ve Türklerle yapılan müşterek toplantıdaki itiraflarından anladım. Vatandaşlarımızın kendi paralarıyla satın aldıkları binanın cami olarak açılmasına çevre halkı itiraz ediyor. Belediye, binanın satışına, cami yapılacak diye müsaade ettiği için Türklere karşı hayır diyemiyor, fakat kendi vatandaşını da korumak istiyor. Bu toplantıda Türk- leri ve Hollandalıları karşı karşıya getirmiş, kendiniz tartışın, anlaşın, halledin diyor. Hollandalılar in görünüşteki itirazları; Ramazanda gürültü olacağı, gece geç saatlere kadar rahatsız edilecekleri ve park problemi üzerinde toplanıyordu. Biz kendilerine bunların problem olmayacağını, rahatsız edilmeyeceklerini söylüyor, iknaya çalışıyorduk. Toplantı; rahatsız edersiniz,edemezsiniz iddia ve iknalarıyla uzayıp giderken mahallenin muhtarı durumundaki temsilcileri: "Buraya cami açılırsa Türkler camiye yakın olabilmek için çevredeki evlere taşınacaklar (ve cami karşısındaki ilkokulu işaret ederek) çocuklarımız da bu okula gelecek. Gördüğünüz bu okul Müslüman öğrencilerle dolacak ve açık söylüyorum, biz bunun sonucu olarak kendi kültürümüzün kaybolacağından korkuyoruz" diyerek çocukları ve kendi kültürleri açısından duydukları endişeyi açıklıkla itiraf etti. Daha sonra Belediye bu binayı cami olarak Türklere verdi ve kısa bir süre sonra da yapılan açılış merasimine temsilcileriyle katıldılar. 2. İtalyanlar'ın Çalışmaları: İtalyanların kendi inanç ve kültürünü kaybetmemeleri için gösterdikleri çabalar da dikkate değer biçimdedir. Belçika'da çeşitli ülkelere mensub 28 papazın bulunduğu, İtalyanlarca organize edilen bir toplantıya katıldım. Toplantı yeri İtalyanlar'a aitti. Burada gördüklerim beni şaşırttı. İçinde yaşadıkları Belçika toplumu ve diğer birçok toplumlarla aym dine mensup oldukları halde, kendilerine ait özel bir kilise yapmışlar. Durumu sorduğumda, oranın idaresiyle bizzat ilgilenen bir öğretmen ile bir papaz bana kilise ile iç içe yapılmış olan diğer bölümleri gezdirdiler. Gördüklerimden,
özellikle dikkatimi çeken, çocuklarla ilgili bölümler, mutfak ve kütüphanesi idi. Bunlar tamamen milli ve dini değerleri korumak maksadıyla yapılmış tesislerdi. Beni gezdiren öğretmenin anlayışı dikkatimi çekti. Öğretmen aynen şöyle demişti. "Biz, bu ülkelere ilk gelenleriz. Şimdiye kadar, halen İtalyan olarak kalabildiysek, aldığımız bu tedbirlerin sonucudur. Bizim çocuklarımız burada inançlarını, milli örf ve adetlerini tamamen yaşayarak öğrenirler. Birbirlerine bağlanır kenetleşirler. Duvarlarda çizgiler halinde gördüğünüz bu figürler çocukları eğlendiren basit resimler değildir. Bizim kültürümüzdür. Dışarda gördüğünüz futbol sahası bile bu amaçla yapılmıştır..." İtalyanlar bu çalışmalarının sonucunu almış, dış ülkelerde kültürlerini muhafaza edebilen bir millet olarak ayakta kalabilmişlerdir. Hatta Belçika'da bir lobi de oluşturabilmişlerdir. Belçika devleti din ve vicdan hürriyetine duyduğu saygı ile onlara bu imkanı vermiş hatta bazı çalışmaları için az da olsa maddi yardımda da bulunmuştur. 3. Yahudilerin Çalışmaları: Yahudilerin Hollanda'da dikkat çekici etkinlikleri vardır. Çocuklarının dindar yetiştirmek ve yabancı kültürden etkilenmelerini engellemek için müstakil 'Yahudi Okulu" açmışlardır. Sırf Yahudi çocuklarım almaktadırlar. Hatta Yahudi bir baba, Yahudi olmayan bir anneden doğan çocuğunu bu okula vermek istediğinde okul idaresi, Yahudilikte çocuk anneye tabidir. Dolayısıyla bu Yahudi değildir, diye okula almamış, konu mahkemeye intikal etmişti. Mahkeme de inançlarına göre bu çocuk Yahudi değildir, okul mevzuatına göre okula almayabilirler, şeklinde karar vermiştir. Burada konumuzla ilgili olarak dikkatimizi çeken taraf, mahkemenin dini ölçülere saygı duyması ve kararında dikkate almasıdır. 4. Müslümanlar'm Çalışmaları: Bu ülkeler, Müslümanların inanç ve kültürünü kaybetmemesi yolunda yapmış oldukları çalışmalara demokratik bir yaklaşımla, din ve vicdan hürriyetine duyulan saygı çerçevesinde müsaade etmekte ve hatta maddi destek bile sağlamaktadır. Faslı Müslümanlar ve Türk Müslümanları, Müslüman Süryaniler, Pakistanlılar, Endenozya Müslümanları, ayn ayn, dikkate değer çalışmalar yapmaktadır. Ben bunlardan Faslılarla Türklerin çalışmalanna kısa temasla, örnekler vermekle yetineceğim.
Faslı Müslümanlar, çocuklarının Müslüman kalabilmelerini sağlamak için büyük gayret göstermektedir. Küçük de olsa, grup olabildikleri hemen her yerde mescitler açmışlardır. Çocuk okutmaya, kitap dağıtımına önem verirler. Çocuklarının din, dil ve yazılarım kaybetmemelerine çaba gösterirler. Cami eğitimi dışında, Yahudileri örnek göstererek Hollanda'nın Eindhoven şehrinde bir "İslâm Okulu" açmışlardır. Evden kaçan çocukları yeniden ailelerine kazandırmak için Amsterdam'da bir yurt açmışlar, problemin halli için kendi çaplarında bir çalışma göstermektedirler. Belçika okullarında İslâm din dersleri okutan 300'e yakın Faslı, Tunuslu din dersi öğretmeni vardır. Maaşlarım devlet öder. Bu ve benzeri faaliyetleri devlet din ve vicdan özgürlüğü açısından değerlendirerek imkan vermekte ve cüzi de olsa destek olmaktadır. dir.
Türk Müslümanları'nm çalışmaları ise daha yaygın ve organize-
Türkler bulundukları en küçük yerleşim yerlerinde bile, ibadet edecek, çocuklarımıza Kur'ân ve dini bilgiler öğretebilecek yer veya cami açmışlardır. Hollanda'da mülkiyeti Hollanda Diyanet Vakfı'na ait olan 70'in üzerinde cami vardır. 50'nin üzerinde kira ile kullanılan küçük ibadet yerleri vardır. Belçika'da 100'e yakın din bilgisi Türk öğretmeni çeşitli okullarda islâm din dersleri okutmaktadır. Maaşları da Belçika tarafından ödenmektedir. Hollanda'da Müslümanlara tanınan diğer enteresan bir imkan da "islâm Radyo-Televizyonu" "IOS" dur. Müstakil bir Genel Müdürlük olarak kurulmuştur. Böylece Müslümanlar, haftada 30 dakika TV'da 2 saat de radyoda İslâm dinini anlatmaktadırlar. Basm yayın konusunda serbest çalışabilmektedirler. Bütün bu çalışmaları devlet, din ve vicdan hürriyeti açısından değerlendirerek imkan vermekte ve destek olmaktadır. Bu açıklamalardan, Hristiyanlarin geniş bir hoşgörü içine girdikleri, ispanya'da, Sicilya'da Müslümanlar'a yaptıkları eziyet ve baskıları ve islâm'ı rakip din olarak görmelerim unuttukları kanaati doğma-
malıdır. Konuya sıcak bakan devletlerdir. Ve konuyu din ve vicdan hürriyeti açısından değerlendirmektedir. Yoksa Hristiyanlığm bakış açısında, eskiye nazaran bir gevşeme olsa da, fanatik anlayışında çok uzun boylu bir değişiklik olmamıştır. Bu kanaatim şahidi olduğum bir kaç olayla daha da kuvvetlendi. Belçika'nın Maasmechelen şehrinde bulunan yüzde çoğunluğu Müslüman olan kiliseye bağlı Kız Sanat Okuluna bir İslâm din dersi öğretmeni alabilmek için bir kaç yıl sürdürdüğüm mücadelede, okul müdürünün verdiği cevap bende bu kanaatin oluşmasına yeterli idi. Okul müdürü "Bay Sevinç" dedi. "Şunu iyi bil benim okulumda bir tane din dersi öğretmem olur, o da Katolik dersi öğretmenidir." Ve okul müdürü bu fanatik anlayışım değiştirmedi. Biz de o okula İslâm dersi öğretmeni alamadık. Gelinlik çağına gelen kızlarımız, katolik dersine girmeye, sınıf geçmek için verilenleri öğrenmeye ve geçerli not almaya mecbur tutuldu... Hollanda'nın Den Boch şehrinde bir veli yanıma yaklaştı. "Hocam katolik dersi öğretmeni benim çocuğuma incil almaşım söylemiş. Okula gittim. Müdüre söyledim. O da almak zorundasm. Öğretmeni istediyse, alacaksın dedi. Ama ben almayacağım, istemiyorum, benim çocuğum, mühendis olmasın, o okuldan kaydını sildireceğim..." diye acı acı feryat etmişti. Bir başka örnek: Amsterdam'da katolik dersi öğretmeni papaz Hans de Bruin'ün (School en Godsdienst, Jaargaug 36/1982 no:4) dergisinde yayınlanan uzun raporunun özeti şöyle: "...Katoliklikle ilgili konular konuşulduğu zaman kulaklarını tıkayan, çığlık atan Türk ve Faslı çocuklar görmüşümdür. Duvardan haçı alıp sınıfta gezdirdiğimde de sıra altına gizlenen çocuklara rastladım. Bir defa da kiliseye gideceğimizi haber verdiğimde çoğu Türk ve Faslı çocuklar, birden bire hasta olarak okula gelmediler. Yabancı çocukları yakından tanımak, onlara bu öğretimi iyi uygulayabilmek amacıyla bir çok kitap ve dergi okudum. Hatta bir konferansa bile katıldım... Kurban Bayramında birden bire onların İbrahim'i ile bizim Abrahamin aynı kişi olduğunu farkettim. Böylece çocuklara eski peygamberlerle ilgili dini hikayeler anlatmaya başladım. Türk ve Faslı çocuklar birden bire değiştiler. Gittikçe hikayelerime daha fazla ilgi duyuyorlardı...
Yusuf un Mısır'daki hayatım bir misafir işçi olarak tanımladım. Çocuklar gasterbijder'in (misafir işçinin) ne olduğunu biliyorlardı. Hikayelerimde Yusuf un temizlik işçisi olduğunu her misafir işçi gibi terbiyeli, mütevazi olduğunu vurguladım. Çocukları durdurmak artık mümkün değildi. Babalarının da temizlik işinde misafir işçi olarak çalıştığını, terbiyeli, mütevazi olduğunu bağınyorlardı. Yusuf un Firavunun sarayına çağınlıp mükafatlandırıldığmı mutluluk içinde dinlediler. Gözlerinden okuduğum "Yusuf bizden biri" düşüncesiydi... Bu hikayelerle başlayan ilişkimiz, dersler Hristiyanlık devresine gelince de devam etti. Çocukların bana olan güveni sonsuzdu. Onlara Paulus adlı havarinin gezilerinden anlattım. Birçok Türk ve Faslı çocuk, artık "Çocuk İncili" denen "Kinderbijbel'ı okuyor ve beğeniyordu. Hatta Müslüman bir çocuk bu incili yaş günü hediyesi olarak istediğini söyledi... Doğru olan yolun, Hristiyanlık olduğu onlara başka türlü de anlatılabilir. Bu çocukların mevcudiyetini katolik din dersleri için bir mucize, Tanrı'mn bize gönderdiği bir nimet olarak görmekteyim... Bu mevcudiyet çocuklara kurtuluş yolunu açan mesaj olarak din derslerinde yer almalıdır..." Katolik din dersi öğretmeni papaz Hans de Bruin'in özetlenen raporunda Hristiyanlığm diğer dinlere karşı bakış açısında büyük ölçüde bir değişiklik olduğunu anlamak pek mümkün değildir.
TÜRKİYE'DEKİ UYGULAMALAR AÇISINDAN DİN ve VİCDAN HÜRRİYETİ İLE DİNİ HİZMETLERİN GÖRÜLMESİNDEKİ SINIRLAR VE GÖREVLER Kemal Güran KONUNUN ÖNEMİ: İnsanlar için din, ferdi ve içtimai bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç, insan için son derece hayatidir. Bu türlü ihtiyaçlar, insanın gönlünden sökülüp atılamaz. Bunlar, ancak uygun şekilde mecrasına konularak tatmin edilirler. Ferdin ruhundan din duygusunu ve maneviyat sevgisini çıkarıp atarsanız, bunun altından ancak behimiyet, yani hayvanlık çıkar. İnsan denilen zalim mahlukun egoist tıynetini terbiye edip onu insanlığın yüce mertebelerine ulaştıran amillerin başında din gelir.1 Din, toplumu birleştiren ve bütünleştiren bir müessesedir, geniş kitlelerin ortak değer hükmüdür. Çağlar boyunca dinler insan topluluklarının hem ahlâk, hem de hukuk anlayışlarını oluşturmuş, onların düzenli bir şekilde, bir arada yaşamalarını sağlamıştır. Din motifi, insanda tabii, temel bir psikolojik güdüdür. Bu motif, insan hayatında zaman zaman açlık, susuzluk, uyku ve istirahat gibi temel fizyolojik güdülerin dahi önüne geçer. Manevi gerilim içinde, ruhi bunalım altında günlerce aç-susuz1. Başgil Prof. Dr. Ali Fuat, Din ve Laiklik, İst. 1962 S. 134.
uykusuz yaşayan insanlar görülmüştür. Dini duygular, manevi gerilimi yatıştıran, insanı ruhi bunalımdan kurtaran en güvenilir etkenlerdir.2 Dinler, tarih boyunca kültür ve medeniyetlerin en önemli temelini teşkil etmişlerdir. Her ülke, toplum menfeatları bakımından din müessesesinden faydalanmak zorundadır. Fert ve cemiyetler için ortak kültür paydaları bulmak, toplumu bu ortak paydalar etrafinda buluşturmak gerekir. Din ise; içtimai bir terbiye ve bir disiplindir. Bu sebeple; insanlar her devirde din ve maneviyat kuvvetine muhtaç olmuşlardır. Bu ihtiyaç, özellikle günümüz insanının karmaşık hayatında bir zaruret halini almıştır. Din konusu her insan gibi Türk insanının da dün gündeminde idi, bugün de gündeminde olmaya devam etmektedir. DİN VE VİCDAN HÜRRİYETİNİN MUHTEVASI Ferd ve toplum hayati bakımından dinin önemim ifade ettikten sonra din ve vicdan hürriyetinin muhtevasından da kısaca bahsetmek istiyorum. Bilindiği üzere din, genelde iman ve amelden ibarettir. Din hürriyeti ise; iman ve amel hürriyetidir. Din hürriyeti; ferdin resmi veya gayrı resmi hiç bir baskıya maruz kalmadan, tehdit ve tedhişe uğramaksızm, dilediği ve beğendiği bir dinin iman esaslarına serbestçe inanabilmesini, inandığı dini benimseyerek vicdanına maledebilmesıni, inandığı ve benimsediği dinin emrettiği ibadetleri, dinin kendi naslan, kendi dili, kendi usul ve kaidelerine uygun olarak yerine getirebilmesidir.3 Din hürriyeti, aynı zamanda dindarların dini konularda haiz oldukları haklardan serbestçe, korkusuz ve endişesiz bir şekilde faydalanmalarını gerektirir. Hukuka bağh bir devlette din ve vicdan hürriyeti, o devletin tebasmı teşkil eden insanların hükümet veya diğer ferdler tarafından, kanun yolu üe veya bir başka vasıtayla baskıya uğramaksızm, korku ve tehdit altında kalmaksızın: 1- Dilediği ve beğendiği bir dinin akidelerine inanabilmeleri ve bunları serbestçe benimsemeleri, 2- İnandıkları dinin ibadetlerini o dinde yerleşmiş usul ve adaba 2. Çam Ömer, Milli Eğitim ve Din Eğitimi İlmi Semineri, Mayıs-1981 Ankara, S.185. 3. Başgil, Prof. Dr. Ali Fuat, Din ve Laiklik, lst-1962 S.97.
uygun olarak serbestçe yerine getirebilmeleri, 3- İnandığı ve kabul ettiği dinin bilgilerini öğrenebilmeleri ve öğretebilmeleri, 4- inandığı ve kabul ettiği dinin bilgilerini, her türlü teknik araç ve gereçlerden de faydalanarak yayımlayabilmeleri, 5- Ülkede mevcut devletin çıkardığı kanunlarla çalışmamak şartıyla inandığı dinin emirlerini serbestçe yerine getirebilmeleridir.4 Bugün herhangi bir memlekette din ve vicdan hürriyeti olup olmadığım anlamak için gözönünde bulundurulacak ölçü budur. Eğer bir ülkede; bu haklar, serbestçe ve dinin temel kurallarına uygun olarak kullanılabiliyorsa o memlekette din ve vicdan hürriyeti vardır. Bu haklar, resmi veya gayri resmi, kanuni veya idari bir baskı veya tehdit altmda kahyorsa ve kullanılamıyorsa din hürriyeti yoktur. Din hürriyeti, yalnız mabed kapılarının arkasına kadar açık olmasından, hatta ibadet ve ayinlerin serbestçe ifa edilmesinden ibaret değildir. Bunlar, din ve vicdan hürriyetinin ilk basamağı ve en basit şeklidir. TÜRK ANAYASALARINDA DİN VE VİCDAN HÜRRİYETİ 70 yıllık ömrü bulunan Türkiye Cumhuriyeti devleti 3 Anayasaya şahit olmuştur. İlk Anayasamız 1924 Anayasa'sıdır. 1924 Anayasa'sımn 2. maddesinde "Türkiye Devletinin dini îslâmdır." hükmü bulunmaktadır. 1924 Anayasasının 75. maddesinde ise; Din ve vicdan hürriyeti şu şekilde ifade edilmiştir. "Madde: 75-Hiçbir kimse mensup olduğu felsefi ictihad, din ve mezhebden dolayı muahaze edilemez. Asayiş ve umumi muaşeret adabına ve kanunlar hükümlerine aykırı bulunmamak üzere her türlü dini ayinler yapılması serbesttir." 1961 Anayasasında din ve vicdan hürriyeti bu Anayasanın 19. maddesini teşkil etmiştir. Maddenin konuyla ilgili fıkraları şöyledir: "Madde: 19-Herkes, vicdan ve dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. Kamu düzenine veya genel ahlaka veya bu amaçlarla çıkarılan kanunlara aykırı olmayan ibâdetler, dini ayin ve törenler serbesttir. 4. Aynı e.ser, S.143.
Kimse ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlarını açıklamaya zorlanamaz. Kimse dini inanç ve kanaatlarmdan dolayı kınanamaz. Din eğitimi ve öğrenimi, ancak kişilerin kendi isteğine ve küçüklerin de kanuni temsilcilerinin isteğine bağlıdır." Halen yürürlükte bulunan 1982 Anayasasının 24. maddesi, din ve vicdan hürriyeti üe ilgilidir. Bu maddenin konumuzla ilgili kısımlarında şöyle denmektedir: "Madde: 24-Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 14. madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla-ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir. Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlarım açıklamaya zorlanamaz, dini inanç ve kanaatlanndan dolayı kınanamaz ve suçlanamaz. Din ve ahlâk eğitim ve öğretimi devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi, ancak kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcilerinin talebine bağlıdır." DÎN VE VİCDAN HÜRRÎYETÎ İLE ÎLGÎLÎ UYGULAMALAR Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nde din ve vicdan hürriyetleri uygulamalarını, bu hürriyetler kendilerine tanınmış olan Türk vatandaşlarının bu hakları kullanırken nasıl uygulamalarla karşılaştıklarım, Demokratik Parlamenter Rejime geçmeden önceki ve sonraki uygulamalar olmak üzere iki ayn bölümde incelemek gerekmektedir. A-DEMOKRATİK PARLAMENTER REJİME GEÇMEDEN ÖNCEKİ UYGULAMALAR Bilindiği üzere T.C. Devleti'nde ilk çok partili seçimler 1946 yılında yapılmıştır. İlk serbest seçimler ise 1950 yılında olmuştur.. 1946 yılından itibaren Türkiye çok partili demokratik parlamanter rejime geçmiştir. 1946 yılından önce Türkiye'de tek partili, tek şefli bir siyasi rejim mevcuttur. Bu döneme damgasını vuran kişi ise T.C. Devletinin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk'tür. Atatürk, her konuda olduğu gibi din ve vicdan hürriyeti ile ilgili görüşlerini de zaman zaman, ve çeşitli vesilelerle açıklamaktadır. O, diyor ki:
"Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz, dine saygı gösteririz, düşünce ve tefekküre muhalif değiliz."0 "Din ve mezheb, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiç bir kimse, hiç bir kimseyi, ne bir din, ne de mezheb kabülüne icbar edebilir. Din ve mezheb, hiç bir zaman politika aleti olarak kullanılamaz."6 "Her fert, istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasi bir fikre sahib olmak, intihab ettiği bir dinin icaplanm yerine getirmek veya getirmemek hak ve hürriyetine maliktir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hakim olunamaz. Vicdan hürriyeti mutlak ve taarruz edilemez, ferdin tabîi haklarının en mühimlerinden tanınmalıdır. Türkiye Cumhuriyetinde her reşid, dinini intihabda hür olduğu gibi, bu dinin merasimi de serbesttir. Yani ayin hürriyeti masundur. Tabiatıyla ayinler, asayiş ve umumi adaba muğayir olamaz, siyasi nümayiş şeklinde yapılamaz."7 9 Nisan 1928'de Anayasanın 2. maddesindeki "Türkiye Devleti'nin Dini, Dini İslâmdır." hükmü kaldınlmıştır. Bu hükmün kaldınlmasma dair teklifin gerekçesinde şu sözler yeralmaktadır: "Din ile Devletin ayrılma prensibi, devlet ve hükümetin dinsizliği tervici manasını tazammun etmemelidir. Din ve devlet işlerinin birbirinden aynlması, dinlerin devleti idare edenlerle edecekler elinde bir alet olmaktan kurtuluş teminatıdır. Bu sebepledir ki; beşeriyyetin manevi seadetlerini deruhte eden din, ağyar eli değmeyen vicdanlarda bolend mevkiini ihraz ederek, Allah ile fert arasında mukaddes bir temas vasıtası haline girmiş bulunacaktır."8 1937 yılında Anayasaya laiklik prensibi yerleştirildikten sonra Atatürk, "Laik hükümet tabirinden dinsizlik manasını çıkarmaya çalışan fesatçılara fırsat vermemek lazımdır."9 demektedir. 1928 yılında İstanbul Darülfünunu İlahiyat Fakültesinde bazı Müderrislerin toplanıp dinde ıslahat proğramı hazırladıktan 20 Haziran 1928 tarihli Vakit gazetesinde yayınlanmıştır. Bu programa göre: 1. İçtimai bir müessese olan din millileştirilecek, 5. 6. 7. 8. 9.
Borak Sadi, Atatürk ve din, ist. 1962 S.82. Kılıç Ali, Atatürk'ün hususiyetleri, Ankara: 19H0 S.57. İnan Afet, M.Kemal Atatürk'ten yazdıklarım. S.H5.H6. Zabıt ceridesi, Devre: II S.3 den, Çetin Ö/.<-k Türkiye'de Laiklik, İst: 1962, S.40. Pazarlı Osman, Sosyoloji, Lise III- İst. 1979, S.63.
2. İbadet şekillerinde inkılâp yapılacak, Camilere kiliselerde olduğu gibi sıralar konulacak ve ayakkabılarla Camilere girilmesi, Camilere musikî aletlerinin konulması sağlanacak, 3. İbadet dilinde inkılâp yapılacak, namazda bulunan ayetler türkçe olacak, 4. Kur'ân hükümlerinin ve İslâm dininin beşeri ve mutlak mahiyeti felsefi bir görüşle açıklanacak, 5. Bu işler İlahiyat Fakülteleri tarafindan gerçekleştirilecek. Sebilürreşad mecmuası sahip ve naşiri Eşref Edip merhumun yaptığı bir araştırmanın sonucuna göre, bu program, Fakülte genel kurulunda ele alınmamış, bazı profesörlerce tasarlandığı anlaşılmıştır. Bu haberden Atatürk son derece hiddetlenmiş ve fakülte reis vekili Fuat Köprülüyü "Siz kime sordunuz da böyle boyunuzdan büyük işlere karıştınız" diyerek azarlamıştır. 1926 yılında İstanbul'da Göztepe Camii İmamı Cemal Efendi Türkçe Kur'ân ile namaz kıldırmak istemiş, fakat cemaat Camii terketmiş, olayı Diyanet İşleri Başkam Rıfat Börekçiye şikayet etmişler, Rıfat Efendi müsamaha göstermeksizin, bu fitnenin önüne geçmiş, dini oyun şekline getirmek isteyen bu adam görevinden alınmıştır.10 Cumhuriyetin kurucusunun düşünce ve tavrı yukarıda belirtilen şekilde olmasına rağmen bu dönemde devleti idare eden hükümet erkanı veya başkaları din ve vicdan hürriyeti ile ilgili konularda çeşitli sapmaları sağlamışlardır. Türk vatandaşına tanınan din ve vicdan hürriyetinden doğan haklar manzumesine bu dönem uygulamaları bakımından bir göz atalım: a- İnanç Hürriyeti: Bilindiği üzere ferdin inanma hakkı sınırlanamaz, bir kanun mevzuu da olamaz. İnsan, inandığı dine, fikir veya doktrine inanmağa veya inanmamağa mecbur edilemez. Çünkü iman, ferdin iç âleminde yaşar. Devlet veya kanun, insanın iç âlemine hükmedemez. Ancak, devlet isterse çeşitli basm-yaym ve kütle haberleşme araçları ile, reklam ve propaganda yolu ile ve geniş bir şekilde inançlar üzerinde müessir olmaya çalı-
şır ve inanan insanları baskı altında tutar. Sadece yetişen insanları değil yetişkin insanları dahi dilediği yönde enforme eder. Her sınıf halka göre hazırlanmış propaganda teknikleri ile ve bir çoğu gerçek olmayan fikir ve inançları, hertürlü eğitim-öğretim imkanları ile teknik araç ve gereçlerden faydalanarak halka vitamin hapları gibi yutturabilir. Demirperde gerisi ülkelerde yıllarca uygulanan ve sonu iflasla biten uygulamalar böyledir. 1946 öncesi dönemde de benzer olaylarla karşılaşmak mümkündür. Ancak bu konu, tebliğimizin sınırlarını çok aşar. Tarihi ve sosyolojik bir olay olarak incelemeye değer niteliktedir b- İbadet Hürriyeti: "Dinin emrettiğini yapmak, yasakladığından kaçınmak" şeklinde tanınabilecek olan bu hak, din ve vicdan hürriyetinin kopmaz bir parçasıdır. Din sırf bir inançtan ibaret değildir. Din aynı zamanda ameli bir hayat tarzı, emirleri ve yasakları bulunan bir kanundur. Dindar olan bir kimsenin, inandığı dinin esasları doğrultusunda yürümesi ve dinin emirlerini yerine getirmesi, yasaklarından kaçınması, onun için bir vicdan borcudur. Dinin emirlerine ve yasaklarına göre hareket etmeyen dindar, din nazarında günahkârdır. Dindar insan, aynı zamanda bir cemiyet içinde yaşamaktadır, bir vatandaştır. Bu sıfatı ile de bir devletin koyduğu nizamlara tabidir. Bu nizamlara da uymak vatandaşlık görevidir. Şu halde dindar olan bir kimse, iki türlü vazife ve mecburiyetle karşı karşıyadır. Bunlardan biri, dinî ve vicdanî, diğeri ise maddî ve medenidir.11 İbadet, mahlûkun hâlikını hatırlayıp zikretmesi, O'nu ve nimetlerini düşünerek içini minnet hisleri ile temizlemesidir. İbadet, fertler arasında değil, fert ile Allah arasında bir münasebettir. Tamamiyle ferdi bir fiildir. Bu sebeplerle ibadetler kanun mevzuu olamaz. Teb'asma din ve vicdan hürriyeti tanıyan bir devlet, dinin ibadet ve dualarına, bunların uygulama şekillerine, usul ve adabına ve diline karışamaz. İbadet mevzuunda devlet adamları değil, ancak din alim ve müctehidleri yetkilidir. Fakat ibadet ve ayinler, ferdi fiil olmaktan çıkıp içtimai bir fiil haline gelirse devleti ilgilendirir. Devlet, asayişin 11. Başgil Prof. Dr. Ali Fuat, Din ve Laiklik, ist. 1962, S.86.
10. Diııçer Nahit, Milli Eğitim ve Din Eğitimi ilmi semineri, Nisan 1981, Ankara. S.189.
koruyucusu sıfatıyla içtimai bir nitelik kazanan ve toplumun huzurunu bozan ibadetlere müdahale eder ve bunları yasaklar. İbadet ve ayinler, asayişi bozmamak ve umumi muâşeret adabına aykırı olmamak şartıyla serbesttir. İbadet ve ayin hakkının hudutlanması hususunda bir kanunun veya hükümetçe alınacak bir tedbirin veya yapılacak müdahalenin ölçüsü budur.12 Dinlerin kendilerine mahsus ibadet ve duâ dilleri de vardır. Bu dil, o dine mahsus olarak ve o dinin nasları ile ve asırlar içindeki teamüllerle yerleşip kökleşmiştir. Mesela: Hristiyanlık'ta katolik kilisesinin ibadet dili latincedir. Müslümanlığın ibadet dili de arapçadır. İbadet diline müdahale etmek, onları şu veya bu sebeple değiştirmek, din ve vicdan hürriyeti ile bağdaşmaz.13 Belirtilen bu prensiplerin ışığında 1946 öncesi din ve vicdan hürriyeti uygulamalarına baktığımız zaman bazı sapmalar olduğunu görmekteyiz. -Ezan kendi dilinden uzaklaştırılmıştır. Ezanın asırlardan beri dünyanın dört köşesinde günde beş defa okunduğu dilden başka bir dille okutulması, ibadet ve dua özgürlüğü ile bağdaştırılması mümkün değildir. -Çalışma yerlerinde memur, asker ve işçi gibi çalışanların ibadet yapma imkanı yoktur. Çalışma saatleri ile ibadet saatleri birbiri ile çatışır halde olduğu gibi iş yerlerinde ibadet yerleri de açılmamıştır. -Hastahane, hapishane, öğrenci yurtları ve benzeri yerlerde ibadet yerlerine izin verilmemiştir. -Müslümanların haftada bir gün ve camide cemaat halinde eda edecekleri Cuma namazlarına çalışanların katılmasına firsat verecek bir düzenleme yapılmamıştır. -Şehir imar planlarında cami yeri ayrılması ısrarlı taleplere rağmen mümkün olamamıştır. Bu örneklerin çoğaltılması mümkündür. Biz bu örneklerle yetiniyoruz. c- Eğitim ve Öğretim Hürriyeti: Bilindiği üzere islâm dinine göre dinde zorlama yoktur. Ancak zorlama olmaması, kişinin dinsizliğe özendirilmesi anlamım da taşı12. Aynı Eser, S.129-130. 13. Aynı Eser, S.106.
mamaktadır. Kişi ileride kendisine dinsizliği de bir inanç olarak seçebilir. Ancak böyle bir inana edinebilmesi, yine sağlıklı bir din eğitim ve öğretimi görmesine bağlıdır. İnsan aym zamanda inançlarıyla yaşayan bir varlıktır. Kişinin gerçekten dinsizliğe inanarak ve tutarlı bir yaşayışı sürdürebilmesi için dahi dini çok iyi bilmesi lazımdır. Bir insana dini öğretmeden toplumda dinsizliğe itmek, en azından devlet ve toplum için bir kusurdur. Dini reddedecek insan, bunu kendi özgür iradesi ile şuurlu olarak yapmalıdır. İnsamn dinsizliğe inanarak yaşaması dahi dini önceden öğrenmesine bağlıdır.14 Bir millet, tarihiyle ve tarihi değerleri ile iftihar eder. Öğünülecek mazileri bulunmayan milletler, kendilerine efsanelerden bir tarih yapma ihtiyacı duyarlar. Maziden aldığı güçle istikbale yönelmeyen milletler, er-geç milli benliklerini kaybetmeye ve tarih sahnesinden silinmeye mahkumdurlar. Din eğitim ve öğretimine bu açıdan bakıldığında, kişiye tercih ettiği dinin eğitim ve öğretimini vermek gerekir. Her Türk vatandaşının bu vatandaşlığın bir gereği olarak islami konularda bilgi sahibi olması temin edilmelidir. Bu, ayni zamanda toplumun vatandaşından istediği bir haktır.15 Din eğitimi ve öğretimi, insanlara birbirlerini sevmeyi, birbirlerine güvenmeyi, en yüce güç olan Allah'a sevgi ile bağlanmayı öğretir. Onu sevgisiz, güvensiz ve düşmanlık dolu duygulardan uzaklaştırır.16 İnsanlar ergenlik çağının sonlarında aile büyüklerine olan büyük sevgi ve bağlılıklarını koparmak ve kendi kişiliklerine ve bağımsızlıklarına ulaşmak zorundadırlar. Ancak bu duygusal kopma ve dayanıksız kalma dönemindeki bocalamalarda daha önceden kazanılmış dini inançlar ve yüce Allah sevgisi ona yol gösterici ve huzur verici olacaktır. Bu açıdan da din eğitim ve öğretimi son derece önemlidir. Dini öğretme ve okutma faaliyeti, her dindar için dini bir görevdir. Her dindar, kendi inanana göre doğruyu bulmuş insandır. Doğruyu bulan ve onun zevkini tadan insan, doğru olduğuna inandığı şeyleri 14. Aşkın Prof. Dr. İnal Cem, Laiklik ve Din Eğitimi, Türkiye'de l.Din Eğitimi Semineri Nisan 19K1-Ankara, S.3K8. 15. Gürtaş Ahmet, Din Eğitiminin hukuki dayanakları, Milli Eğitim ve Din Eğitimi ilmi Semineri, Mayıs 1981-S.222. 16. Günce, Prof. Dr. Gülseren, Yurtdışındaki işçilerimizin ve çocuklarının Din Eğilimi, Milli Eğitim ve Din Eğitimi ilmi semineri, Mayıs 1981-S.341.
başkasına da öğretmek ister. Din eğitimi ve öğretiminin lüzum ve önemini belirttikten sonra din ve vicdan hürriyetinin bir gereği olarak 1946 öncesi dönemde din eğitim ve öğretiminin Türkiye'de ne durumda olduğuna bakalım. Bu konuya cumhuriyetin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün bir sözü ile devam edelim. Atatürk diyor ki; "Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz müsaviyiz ve dinimizin ahkamını müteseviyen öğrenmeye mecburuz. Her ferd, dinini, diyanetini, imanım öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir."17 Hal bu iken: -Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılmış, din eğitim ve öğretimi verecek okullar da dahil olmak üzere tüm mektepler maarif vekaletine bağlanmıştır. -Tevhid-i Tedrisat Kanununun 4. maddesi gereğince 1924 yılında 22 İmam-Hatip Okulu açılmış ise de 1930 yılma kadar bu okullar tedricen kapatılmıştır. -İstanbul Darülfünununda bir İlahiyat Fakültesi açılmış ise de 1933 yılında Üniversiteye dönüştürülürken bu fakülte de kapanmıştır. -İlkokullardaM din bilgisi dersleri, 1931 yılında şehir, 1939 yılında da köy ilkokullarından kaldırılmıştır. -Kur'ân Kursları maarif vekili Vasıf Çınar tarafindan Tevhid-i Tedrisat kanunu gereğince Diyanet Riyasetinden devralınmak istenmiş ise de; Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi bu kursları birer ihtisas okulu olarak Diyanet işleri Riyaseti bünyesinde bırakmayı ve hatta sayılarım artırmayı başarmıştır.18 Böylece; Ülkede Kur'ân Kursları dışında din eğitimi verilmez hale gelmiştir. Bu durum, halkın kaçak din eğitim ve öğretimi yapmasım zorunlu hale getirmiştir. Halkın özellikle kırsal kesimlerde gizli gizli yürüttüğü bu eğitim öğretim faaliyetleri, Jandarmanın, özellikle ilköğretim müfettişlerinin sıkı takibine uğramış, devlet-millet zıtlaşmasının menfi tohumları ülke sathına serpilmiştir. 17. Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri II S.90. 18. Gürtaş Ahmet, Din Eğitiminin Hukuki Dayanakları, Milli Eğitim ve Din Eğitimi ilmi Semineri, Mayıs 1981-S.231.
Toplumun ihtiyaç duyduğu din adamlarının devlet eliyle yetiştirilmesi, hem inkılâplara inanmış dindarlar tarafindan yadırganmış ve hem de nizamsız, mesuliyetsiz ve kanunsuz bir din eğitimi furyası başlatılmıştır. Bunun zararları ise hem dinin kendisine ve hem de millete olmuştur. 1946 öncesinde, din eğitiminin Milli Eğitimin dışına itilmesi laikliğin bir icabı gibi gösterilmiştir. Bu mümkün değildir. Çünkü laiklik prensibi 1937 yılında Teşkilât-ı Esasiye kanununa girmiştir. Bu tarihle din eğitiminin Milli Eğitimin bünyesinden çıkarılması arasında bir zaman irtibatı yoktur. Ayrıca 1949 sonrasında din eğitimine gösterilen müsamaha döneminde de Teşkilât-ı Esasiye kanunu ve laiklik umdesi yürürlüktedir.19 Din eğitim ve öğretiminin bu türlü bir kesintiye doğru götürülmesinin sebebi olarak; "Devletin siyasi şartlan, halkı idareye karşı kışkırtıcı faaliyetlerde bulunan softalar, Şeyh Sait isyam, Menemen hadisesi, Terakkiperver fırka faaliyetleri, tekke ve zaviyelerin kapatılması üzerine gayn memnunlar safına eklenen tarikat mensuplannm kıpırdanmalan.." gösterilmektedir. Bu gibi olumsuzluklar olmasaydı din eğitim ve öğretimi kesintisiz olarak devam edebilecekti.20 d- Yaym Hürriyeti: Bir fikir ve inanan neşri, söz ve yazı ile olur. Dinin neşri deyince; dini inancın müdafaası, tanıtılması ve yazılması için gazete, kitap, mecmua, video, televizyon vs. her türlü basın, yayın ve kitle haberleşme araçlarından yararlanarak söz ve yazı ile dinin topluma iletilmesi akla gelir. Yayın hakkı, din hürriyetinin vazgeçilmez bir parçasıdır. Hatta bu hak, din hürriyeti prensibinden doğan haklann en önemlisi ve neticeleri itibariyle en değerlisidir. Dini yayıncılık, dindarların ağzı ve dilidir. Bu neşriyattan mahrum bırakılan dini cemaatlar, dili kopanlmış kötürüm insana dönerler. Dini yayıncılığın hür bir saha bulduğu ülkelerde dini inançlar fikirleri fetheder, geniş kitleleri peşinde sürükler. Bu sebeple din ve vicdan hürriyetine karşı olanlar, öncelikle dini yayınlan engellerler.21 19. Gürtaş Ahmet, Milli Eğitimde Din Eğitimi nasıl verilmelidir, Atatürk'ün yüzüncü doğum yılında Türkiye l.Din Eğitimi semineri, Nisan 19H1, Ankara-S.121. 20. Fığlalı Prof. Dr. E.Ruhi, Atatürk ve Din, Milli Eğitim ve Din Eğitimi Semineri, Mayıs 1981Ankara, S.217. 21. Başgil Prof. Dr. Ali Fuat, Din ve Laiklik, 1962 İst., S.112-113.
Bu konuda 1946 öncesi uygulamasını belgeleyen, T.C. Dahiliye vekâleti matbuat Umum Müdürlüğünün 17 Mayıs 1943 gün ve 653 sayılı, özü "Hz. Muhammed'e dair." olan bir yazısını sunuyorum: Bu yazıda; "Muhterem efendim, Mektubunuzu aldım. Biz, ne şekil ve ne suretle olursa olsun memleket dahilinde dini neşriyat yapılarak dini bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dini bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz. Zatıalilerinin herkesçe de müsellem olan ilim ve faziletinize hürmetkârız. Ancak günün bu kabil neşriyata tahammülü olmadığını siz de takdir edersiniz. Matbuat Umum Müdürü Vedat Nedim (TÖR)22 1927 yılında dünyada belli başh ülkeler arasında ilk radyo yayınlarına başlayan ülkelerden biri olduğumuz halde, dini yayın konusunda en geri kalan ülke de biz olmuşuz. Anayasa ve diğer kanunlarda yasaklayıcı hiç bir hüküm bulunmamasına rağmen 1927-1950 yıllan arasında radyolarımızda herhangi bir dini yayın yoktur. İçtimai fiillerden olması nedeniyle dini yayıncılığın da devlet tarafindan kontrol edilmesi tabiidir. Ancak dini yayıncılığa uygulanacak kontrol ve tahditlerin umumi yayıncılığa konulacak kontrol ve tahditlerden farklı olmaması gerekir. Hukuka bağlı bir devlette bütün fikir ve inançlar, devlet nazannda eşit ve aynı derecede muhterem tutulmak gerekir. Devlet adanılan, memlekette mevcut fikir ve inançlardan bazılanm destekler, bazılannı da amme gücü ile yoketmeye kalkışırsa haksızlık etmiş ve şerre alet olmuş olur. Millet ve insanlık için fayda, bütün fikir ve kanaatlann serbest bir tartışma ortamında ortaya dökülmesindedir. e- Amel Hürriyeti: Muamelâtı nâsa müteallik konularda T.M.M.M'ce çeşitli kanunlar çıkarılmıştır. Tabii olarak T.C. Devleti vatandaşı olan müslüman22. Başgil, Prof. Dr. Ali Fuat, Din ve Laiklik, 1962, istanbul, S.12. 23. Aynı Eser, S. 136.
lar da bu kanunlann hükümlerine göre amel etmek zorunda kalmışlardır. B- DEMOKRATİK PARLEMENTER REJİME GEÇİŞ SONRASINDA DİN VE VİCDAN HÜRRİYETİ UYGULAMALARI 1946 genel seçimleri, halka daha önceki yıllara ait din ve vicdan hürriyeti uygulamalan hakkında bir tepki fırsatı verdi. Devrin iktidar partisi halktan ciddi bir uyan aldı. Bunu Sn. Tahsin Banguoğlu şöyle anlatıyordu: "1946'da ben mecliste idim. Ankara'ya dönen Halk Partisi Milletvekilleri panik içinde idi. Neye? Her gittikleri yerde vatandaş "Hoca isterim" diyordu. Ürkmüşlerdi. Halk Partisi gurubu bir boğuntu içine girmişti. Herkeste yavaş yavaş aman bu Diyanet meselesini bir hâl etmeli fikri uyanmıştı."24 -Bu uyanış, halkın inançlanna devleti ve hükümet adamlannm daha saygılı davranmalarına sebep oldu. -Cami yapma ve yaşatma derneklerinin kurulmasına ve faaliyetlerine izin verilmesine başlandı. 1950 yılında Ezan kendi dilinde okunmaya başlandı. Devlet daireleri, Askeri garnizonlar, fabrikalar ve benzeri diğer işyerlerinde mescid ve camiler açılmaya başladı. Cezaevleri ve hastahanelere din görevlileri tayin edilmeye başlandı. -Bir taraftan dini hayatı bir kenara iten, hatta onu baskı altında tutan tatbikatın doğurduğu dini ve sosyal problemler, diğer taraftan demokratik hayatın giderek yerleşmesi, insan haklan evrensel beyannamesinin kabulü, vatandaş kitlelerinin isteklerini daha yüksek sesle söyler hale gelmesi, 1946 yılından sonra hükümetleri din eğitim ve öğretimini bir problem olarak görmeye ve çözüm yollan aramaya zorladı. -1949 yılında ilkokullara Din Bilgisi dersleri yeniden konuldu. -10 ay süreli İmam-Hatip Kurslan açıldı. -1949 yılında Ankara Üniversitesine bağlı bir İlahiyat Fakültesi açıldı. 24. Banguoğlu Prof. Dr. Tahsin, Milli Eğitim ve Din Eğitimi İlmi Semineri, Mayıs, 1981-Ankara, S.385.
-1951-1952 ders yılından itibaren 7 ilimizde Îmam-Hatip Okulları açıldı. -1959-1960 ders yılında İstanbul'da bir Yüksek İslâm Enstitüsü açıldı. -Din Bilgisi ve Ahlâk dersleri, proğram içinde ve seçmeli olarak orta öğretim kurumlarının bütün sınıflarına yaygınlaştırıldı. -Kur'ân Kursları, nicelik ve nitelik bakımından gelişerek eğitim ve öğretimlerine devam etti. -Halen, ilkokulların 4 ve 5'inci sınıflarında Din Bilgisi dersleri ile orta öğretim kurumlarının tüm sınıflarında Din Bilgisi ve Ahlâk kültürü dersleri okutulmakta, Diyanet İşleri Başkanlığı'nm vasıflı ÎmamHatip ihtiyacım karşılamak için Milli Eğitim Bakanlığına bağlı olarak eğitim ve öğretim yapan 384 Îmam-Hatip Lisesi Üniversitelere bağlı 9 İlahiyat Fakültesi bulunmaktadır. -Dini yayıncılık, diğer yayınların statüsüne kavuşturuldu. Radyo ve televizyonda dini yayınlar başlatıldı. Bu yayınların gelişimi şöyle oldu: -1950-1959 yılları arasında haftada bir veya iki "Dini-Ahlaki Sohbet." dini gün ve gecelerde mevlid yayınları, -1960-1978 yılları arasında haftada bir "Din ve Ahlak Sohbeti", yılda dört defa mevlid, radyo yayınları başlarken ilk proğram olarak Kur'an-ı Kerim ve Türkçe açıklaması, iftar programları. -1968-1974 yılları arasında, televizyonda Diyanet İşleri Başkanının dini gün ve gecelerde kısa konuşmaları. 1974 yılından itibaren yılda bir-iki mevlid yayını, 1976 yılından itibaren iftar programları, haftada bir dini sohbet. Halen radyolarda çeşitli konularda dini programlar, televizyonda çeşitli kanallarda haftada 15-20 dakikalık birer proğram mevcuttur. -Özel sesli ve görüntülü yayınlar başlatıldı. Gelinen bu noktaya rağmen laik batı ülkelerindeki radyo ve televizyon programlarında daha ağırlıklı şekilde dini yayınlar yapıldığı da bir gerçektir. Bütün bu gelişmelerden bir kısım çevrelerin rahatsız oldukları da gözlenmektedir. Bu kimseler, cumhuriyetin temel prensiplerini özel-
likle de laiklik ilkesini öne sürerek inanç ve vicdan özgürlükleri Anayasa ile teminat altına alınmış bulunan müslümanları baskı altında tutmaya çalışmaktadırlar. Din ve vicdan hürriyetim hazmedememiş bir kısım kişi veya kuruluşlar, çeşitli basın-yaym vasıtalarından da yararlanarak müslümanlarm inançlarına ve dini hayatlarına, din eğitim ve öğretimine, dini kuruluşlara ve dini yayıncılığa saldırmaktadırlar. Bu konuda da basından bazı örnekler verelim: -Her yıl hac mevsiminde toplu olarak hacca vali gönderilmesi geleneği terkedilmeli, laik Cumhuriyetin Valisine şeytan taşlattırılmamalıdır."25 -"Şanlıurfa'da neler oluyor*" başlıklı bir yazıda; Vali Alparslan KARACAin Urfa'da kendi adına bir cami yaptırması, Urfa bürokratlarının bu camide namaz kılmaları, irtica olayı olarak değerlendiriliyor.26 -Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin "Kur'ân Kursları yerine sanat okulu açılsın." dediği haber konusu yapılıyor.27 -İstanbul motor piston sanayiinde yeni göreve atanan Genel Müdür Yardımcısının işçilerin namaz kılmalarım bir iç bildiri yayınlayarak yasakladığı haber veriliyor.28 -Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesindeki talebelere mescit tahsis edilmiyor. Talebelerin namaz kıldığı oda kilitlendi 29 -Türbanlı Nevin smava alınmadı.30 -Ankara Eczacılıkta öğrenci kıyımı, başörtülü 7 kız öğrenci okuldan uzaklaştırıldı.31 -Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Ev Ekonomisi Bölümü birincisi, Başörtülü Hacer KARAÇÎL törene alınmadı. Başörtülü birinciye diploma verilmedi.32 -Ankara Üniversitesinde anlamsız uygulama. Türbanlı öğrenciler muayene edilmiyor.33 -Türban Limme'ye takıldı, Türbanlı öğrenciler, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından başlatılan "Lise Mezunlarına Meslek Edindirme 25. 26. 27. 28. 29.
29.rt.1990 Milliyet, 7.7.1990 Milliyet, 2.9.1990 Cumhuriyet, 17.8.1990 Türkiye, 2.2.1990 Yeni Nesil,
30. 31. 32. 33.
19.10.1990 Cünaydın, 9.10.1990 Zaman, 29.9.1990 Zaman, 17.8.1990 Türkiye,
Projesinde sorun oldu."34 -Türbanlı fotoğrafa bir kabul, bir red. İzmit'te oğluna arsa alımsatımı için vekaletname vermek isteyen 57 yaşındaki Mürvet Doğanayin türbanla çekilmiş renkli fotoğrafım Birinci Noter kabul etmezken İkinci Noter tereddüt etmeden işlemi yerine getirdi.35 Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Her gün günlük basım dikkatle tararsanız bir günde dahi bu örneklerin çeşitleri ile karşılaşırsınız. Bunlar, Din ve Vicdan hürriyetim, bu hürriyetin inanan insanlara tanıdığı hakları henüz hazmedememiş, kendi hissi inanç ve kanaatlarına göre karar veren, tavır koyan hükümet adamlarının veya basının toplumumuzu huzursuz eden, inananları baskı altında tutan uygulamalarıdır. Bu tavırlar ve uygulamalar, Anayasa'mn inananlara tanıdığı din ve vicdan hürriyeti, eğitim-öğretim hürriyeti gibi en masum hakları zedeleyen tutum ve davranışlardır, son yıllarda kamuoyunu ve hükümetleri ciddi şekilde meşgul eden şu türban meselesinde, türbanın muhalifi olanlar, neler yazmadılar, neler söylemediler, ne kararlar almadılar. Bu uygulamalarını da daima Anayasaya ve Cumhuriyetin İlke ve İnkılâplarına, laiklik ilkesine dayandırdılar. Halbuki, Cumhuriyetin kuruluş döneminde kıyafet konusu hiç ele alınmamış; Devlet okullarında öğretmenlik yapanlar belli ölçülerde bir kıyafet birliğine zorlanmış, hapsi o kadar. Kıyafet inkılâbı denmiş, Medeni kıyafet denmiş. Fakat bunu dini açıdan, yani "Dinin kadınlar için emrettiği örtünme yasaktır." Şeklinde değil, "Vazife icabı böyle giyinilmesi gerekir." Şeklinde bir karar almış; ayrıca dışarıda dini kıyafetini tatbik edene bir şey söylenmemiş. Mesela; Atatürk'ün annesi dini kıyafetini giymiştir. 1924 de evlendiği hanımının başı örtülüdür. O günler için cemiyette bunlar normal karşılanmış. Fakat sonraları daha çok Batanın da tesiri ile bu müsamahalı ortam değişmiş. Öyle bir zaman gf .iyor ki, bir avukat hanımın "Mahkemeye başörtülü girmekte direniyor." diye elinden avukatlığı almıyor.36 Türkiye'de laikliğin elden gittiğini, irticanm hortladığmı şeriatın ayak seslerinden rahatsız olduklarım her gün bir başka vesile ile yazan kalemşörlere laik bir Batı Ülkesi olan komşumuz Yunanistan'dan bir müsamaha örneği vermek ve bu bölümü de bitirmek istiyorum.
34. 16.10.1990 Güneş, 35. 23.10.1990 Hürriyet, 36. Özek, Yrd.Doç.Dr. Ali, Laiklik ilkesi ve Türkiye'deki uygulanışı, Banka ve Ekonomik yorumlar Dergisi, Ekim: 1986. Sayı: 10, S.24.
"Atina-8 Nisan 1990 seçimlerinde milletvekili seçilen 300 üyenin iştirakiyle dün ilk toplantısını yapan Yunan meclisinde, azınlık bağımsız Milletvekilleri Ahmet Faikoğlu ve Dr. Sadık Ahmet için özel yemin töreni düzenlendi. 298 Milletvekili İncil, Batı Trakya Türk azınlığının iki bağımsız milletvekili ise Kur'an-ı Kerim üzerine yemin ederek göreve başladılar." Acaba Türkiye'de Laikliği savunanlar, Müslümanlara değil ama bizde de azınlık Milletvekilleri olsa onlara dahi böyle bir yemin hakkını tanırlar mı? Türkiye'nin son ulaştığı nokta, Anayasa'daki yasaklayıcı hükümlere rağmen, "Dini inanç ve kanaatlarından dolayı kimsenin kmanamayacağı" bir bedahet iken bir kısım basın ve devlet adamları tarafından Anayasa'mn bu hükmü hiçe sayılmakta, inananlar ve inandıkları şekilde amel edenler açıkça veya dolaylı yollardan kınanmaktadır. Son günlerde bir kısım basmda öyle bir hava oluşturulmuştur ki, dini konulara yakınlık duyan herkes bir kötü kişi gibi tanıtılmaktadır. Bu, vicdanlara, inamşlara, düşünce ve kanaatlara baskı değil de nedir? Bunun çok çarpıcı örneklerini: 1- Din öğretimi Genel Müdürlüğünün isminin "Din Eğitimi Genel Müdürlüğü" olarak değiştirilmesini isteyenlerin "Okullarda mescit açmak istiyorlar" şekline dönüştürülmesinde, 2- Tarihi ve turustik eserlerin imar ve ihyası için bir fon oluşturulmasına dair kanun teklifinin "Camiye yardım" şeklinde lanse edilmesinde, Bir defa daha gördük. İv .
t
DİN VE VİCDAN HÜRRİYETLERİ AÇISINDAN TÜRKİYE'DE LAİKLİK TATBİKATI A- LAİKLİĞİN TANIMI VE TÜRKİYE'DEKİ UYGULAMALARI: Bugün ülkemizde henüz anlaşılamamış, uygulamada çeşitli farklılıklara konu olan kavramlardan biri ve belki de birincisi "Laiklik"tir. Bu kavramı, herkes kendi inanç ve düşüncesine göre yorumlamakta,
bir kısım kişiler, yada devlet bürokrasisinde önemli yerler işgal edenler tarafindan farklı şekillerde uygulan m aktadır. Son başörtüsü olayları karşısında çeşitli üniversitelerimizin farklı uygulamaları bunun çok hazin örneğidir. Gerçekte laiklik, ne münkirlik, ne de din düşmanlığıdır. Basit manası ile laiklik, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması, dinin ferdin hususi hayatında, devletin de madde ve cisim aleminde ve cemiyetin umumi hayatında hükümran olmasıdır.37 Laik rejimlerde devlet dine karışmaz demek, elinin iman, ibadet, eğitim ve öğretim, dini yayın işlerine müdahale etmez, resmen muayyen bir dinin ahkâmım kendi işlerine rehber edinmez demektir. Laik devlet, hiç bir dine bağlı olmayan, bütün dinler karşısında tarafsız devlettir. Laik devlet, kişilerin bir dine inanmak veya inanmamak hususlarındaki durum ve tutumlarını, onların özel ve şahsi vicdan meselesi sayar. Bunun neticesi olarak şahısların itikat ve ibadetlerine karışmaz, kendi adına dini törenler yaptırmaz. Laiklik, biçimsel bir kavram olmaktan ötede, felsefi bir kavramdır. Bir devlet sırf laik olmak için laik olmaz. Laiklik, laikliğin beşiği olan ülkelerde dahi çok farklı şekillerde uygulanmıştır. Amerika'da laiklik, devlet organlarının dini esaslardan esinlenmemesi anlamına gelmemiştir. Özellikle din ve mezheplerin üzerinde mutabık oldukları konular ve değer ölçüleri, kaynağının dini olduğu açıkça ilan edilerek Amerikan devlet organlarının dürtüleri arasında yer alabilmiştir. Çünkü laikliğin bu şekilde anlaşılması, çoğunluğu Protestan ve Hristiyan olan göçmenler arasında devletin taraf tutması anlamına gelmiyordu. Fransa'da ise laiklik, daha başka anlamda uygulanmıştır. Laik Fransız devleti, sadece din ve vicdan hürriyetini tanımakla yetinmez, devletin dürtüleri arasında sadece dünyevi olanların bulunabileceğini ve devletin dini kurallardan esinlenemeyeceğini kabul eder. Türkiye'deki laiklik de bu Fransız laiklik anlayışına dayanmaktadır. Fakat Türkiye Devleti'nin laikliği, aynı zamanda dini faaliyetleri kontrolü altında tutar.38 Türkiye'de laiklik, insanların din ve vicdan hürriyetini sağlayan 37. Başgil, Prof.Dr. Ali Fuat, Din ve Laiklik, 1962-Isl. S.161. 38. Kırca Coşkun, Türk Usulü laiklik, 7.3.1990 tarihli Milliyet, S.9, Sütün: 7-8.
bir ilke biçiminde değil de belli bir devlet politikası olarak uygulandığı için tepkiler çekmektedir. Bu tepkiler, zaman zaman tehlikeli olarak yorumlanan yoğunluğa da erişmektedir... Devlet dairelerinde namaza giden odacıya ya da başörtülü hanım hizmetlilere devlet memuru oldukları halde kimse bir şey dememektedir, ama Üniversiteye giden baş örtüsü takmış kızlar, namaza giden Genel Müdürler tepkiye neden olmaktadır.39 Bazı düşünürler, Türkiye'deki bu günkü laiklik tatbikatını değerlendirirken Türkiye'nin yarı laik bir ülke olduğunu, dini kontrol altında tutma bahanesi ile Diyanet İşleri Başkanlığına genel idare içinde yer veren, devlet okullarında din eğitim ve öğretimi yapan, Kur'ân Kurslarmdaki eğitim ve öğretimi bizzat destekleyen bir yönetimin tam laik olmayacağım iddia etmekte, devletin bu kontrol ve desteğine son vermesini, doğacak boşluğun ise sivil toplum tarafindan doldurulmasını istemektedirler. Bunun dışında tutarlı bir yol olmadığını, tutarlı ve gerçekçi bir laikliğin ancak böyle sağlanabileceğini savunmaktadırlar.40 Gerçek laiklikten yana olduğunu söyleyen Murat Belge şunları söylüyor: "Dini Cemaate vermeli, her türlü dinsel faaliyetleri cemaatler yürütmeli, dini okullar açılabilmeli, orada ne isterlerse okutabilmeli,... baskılar bitmeli, devlet artık kendi saptadığı bir takım tehlikelerden toplumu ve devleti korumaktan vazgeçmeli, şeriatı savunacak parti dahi kurulabilmeli, herkes toplumu ikna etme hak ve özgürlüğüne sahip olmalı, kendi hakkındaki kararı toplum vermeli, hakemliği elde tutmalı, toplumlar hiç yanılmaz, her zaman doğru karar verir." demiyorum. Toplumlar da yanılabilir, yanlışlık örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Ama yanılmanın pahasını öder. Bu bakımdan devlet dinsel faaliyetler dahil her hak ve özgürlük kısıtlayıcı faaliyetten elini çekmeli. Bunlar sivil topluma bırakılmalıdır. Biz şimdi kendimize özgü, laiklik diye bir şey yapıyoruz, ama bu gerçek laikliğe benzemiyor, ortaya tuhaf bir görünüm çıkıyor."41 Laiklik, bugün Türkiye'de en çok sözü edilen bir kavramdır. Bu kavramı herkes kendi düşüncelerine göre yorumlamakta, laiklikle ilgili kavram kargaşası devam etmektedir. Bizde din ve devlet münasebetleri, çeşitli yorum farklılıkları, siyasi kanaatlar, ön yargılar sebebiyle bir türlü yerine oturtulamamıştır. Dine ve dindarlığa karşı çık39. Koru Fehmi, Laiklik Nedir, Ne Değildir? 6.3.1990 Cumhuriyet, Sayfa: 6, Sütun: 1-8. 40. Boratav Korkut, Laiklik Nedir, Ne Değildir? Cumhuriyet 6.3.1990, Sayfa: 6, Sütun:l-8. 41. Belge Murat, Laiklik Nedir, Ne Değildir? Cumhuriyet, 7.3.1990, Sayfa:6, Sütun:l-8.
mak isteyenler, devleti ve laiklik prensibim şahsi tercihlerine, yorumlarına ve kendi anlayışlarına kalkan yapmaya yeltenmişler, "DevletDin" münasebetlerini düzenleyen, din ve vicdan hürriyetinin teminatı kabul edilen "Laiklik'ı "Dinsizlik" olarak anlamışlar, uygulama yetkisine sahib oldukları zaman bu prensibi aynı anlamda kullanmışlardır. Bu indi ve şahsi yorumlarına Atatürk ve devrimlerini de mesnet yapmak istemişlerdir. Halbuki; "Laik hükümet tabirinden dinsizlik manası çıkarmaya çalışan fesatçılara fırsat vermemek lazımdır." diyen bizzat Atatürk'tür. Laiklik adına din düşmanlığı yapmak, dinsizliği siyasete alet etmektir. Din siyasete alet edilemediği gibi dinsizlik de siyasete alet edilemez. Türkiye'de laiklik ilkesi etrafında meydana getirilen problemin kaynağı sunidir. Problem, Üniversite, basın ve bürokrasi başta olmak üzere münevver kesim arasında bir anlayış birliğine varılamamış olmasından, çeşitli meslek, meşreb ve farklı görüş sahipleri arasında etkin bir diyalog kurulamamasmdandır. Bu diyalog kurulabildiği veya yetkili merciler, bazı çevrelerin "Laikliğe aykırılık" ve "İrtica Hortluyor" gibi suni iddialarına rağmen kararlılık gösterebildiği, soğukkanlı davranabildiği takdirde problem zaman içinde çözülecektir. Laiklik, Batı demokrasilerindeki anlayış ve tatbikata uygun bir zemine yaklaştırıldığı takdirde, idare edenler ve idare edilenler arasında din ve vicdan hürriyetine de uygun şekilde bir ahenk ve milli birlik meydana gelecek, devlet-millet bütünlüğü de sağlanmış olacaktır. B- LAİKLİK AÇISINDAN DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI TEŞKİLATININ YERİ, ÖNEMİ VE GÖREVLERİ a- Kuruluş ve Görevler: Diyanet İşleri Başkanlığı, bir Cumhuriyet müessesesidir. Ne Osmanlı döneminde, ne daha önceki Müslüman Türk devletlerinde ve ne de bugünkü İslâm devletlerinde Diyanet İşleri Başkanlığına benzer bir müessese bulunmamaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı'mn Osmanlı İmparatorluğu'ndaki mukabili şeyhülislamlık müessesesidir. Şeyhülislamlık, Osmanlı idare sisteminin en önemli müesseselerindendi. Padişah nezdinde bazen birinci, çoğu zaman da Sadrazamdan sonra birinci itibarlı kişi idi. Şeyhülislamlık, siyasi makamı sert tasarruflarında frenleyebiliyor, aşırı siyasi asabiyetler karşısında soğukkanlı ve makul tekliflerle icraatı yumuşatabiliyordu.
Fakat Osmanlı Devleti müesseselerinin modernleştirilmesi sırasında şeyhülislamlığın devlet ve idare içindeki yeri ve fonksiyonu giderek azalmıştır. mış,
-1839 yılında "Şurayı Devlet" kurularak idari yargı yetkisi alın-
-1879 yılında "Adliye Nezareti" kurularak yeni mahkemeler teşkil olunmuş ve adli işlerin büyük bir bölümü bu nezarete bağlanmış, daha sonraki yıllarda şeyhülislamlığa bağlı "Şer'iye" ve "Nizamiye" mahkemelerinin yetkileri büyük ölçüde sınırlandırılmıştır. -1916 yılında kurulan hükümette bütün şer'i mahkemelerin idaresi Adliye Nezaretine, Medrese ve tedris işlerinin idaresi ise Maarif Nezareti'ne bağlanmıştır. Böylece; Cumhuriyet döneminin adliye teşkilatı ve Tevhid-i Tedrisat sistemi, hemen hemen Osmanlıların son dönemlerinde uygulamaya konulmuştu. Şeyhülislamlığın yetkileri, Ankara Hükümetlerinden önce İslâmiyetin itikat, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işlerle sınırlı hale getirilmişti.42 Cumhuriyet kurulduktan sonra çıkarılan 3 Mart 1340 tarih ve 429 sayılı kanunla; Şer'iye ve Evkaf vekâleti kaldırılmış, din ile dünya işleri tamamen birbirinden ayrılmış, dünya işlerine ait kanunları çıkarma yetkisi T.B.M.M.ne, kanunları icra ve infaz yetkisi hükümete verilmiştir. Din işlerinin itikat ve ibadete müteallik işlerini yürütmek üzere Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Riyaseti kurulmuş, Diyanet Reisinin başvekilin seçerek inhası üzerine Cumhurbaşkanı tarafından tayin edileceği, Diyanet Riyaseti bütçesinin Başvekalet bütçesine mülhak bir bütçe olacağı kararlaştırılmıştır. Diyanet İşleri Riyasetinde kuruluş ve görevler açısından daha sonraki gelişmeler şöyledir: -22 Haziran 1935 tarih ve 2800 sayılı kanunla Diyanet Riyasetinin kuruluş ve görevleri yemden düzenlenmiştir. Kanunun 4. maddesi ile; her il ve ilçede Diyanet Riyasetine bağlı bir müftü bulunacağı, müftülerin, vilayetlerde Vah, kazalarda kaymakamın başkanlığında mahallin dersiam, vaiz, İmam-Hatiplerle Belediye azası tarafından 42. Mert Hamdi, Osmanlı idaresinde Şeyhülislamlık müessesesi ve önemi, Diyanet Dergisi, Cilt: 25-Sayı: 1 Ocak-Şubat-Mart.
gizli rey ile seçilerek Diyanet Riyasetine teklif edileceği hükme bağlanmıştır.
dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yapar."
-2 Temmuz 1951 tarihinde 5806 sayılı kanunla, Diyanet Riyasetine bağlı 250.000.- Tl. sermayeli bir "Dini Yayınlar Döner Sermayesi" kurulmuştur.
Diyanet İşleri Başkanlığının mevcut statüsüne iki türlü itiraz gelmektedir:
-1961 Anayasasından sonra 22.6.1965 tarihinde çıkarılan 633 sayılı kanunla Diyanet İşleri Başkanlığının kuruluş ve görevleri yeniden düzenlenmiştir. Bu kanunla; 1. Diyanet İşleri Başkanlığının görevleri arasına itikat ve ibadet işlerine ilaveten İslam Dininin ahlak esasları ile ilgili işleri yürütme görevi de eklenmiştir. 2. Diyanet İşleri Başkanlığı merkezinde, Başkanlığın dini-ilmi konularda en yüksek karar ve danışma organı olmak üzere ve üyelerinin tayinleri seçime dayalı bir "Din İşleri Yüksek Kurulu" kurulmuştur. 3. Yayın, irşad ve eğitim işlerini yürütmek üzere bir "Dini Hizmetler ve Din Görevlilerini Olgunlaştırma Dairesi" kurulmuştur. Daha sonra, bu daire: Yayın, Eğitim ve Dini Hizmetler Dairelerine ayrılmıştır. Başkanlık, daha sonraki yıllarda devlet Personel Kanunu, Genel Kadro Kanunu, hükümetlerce çıkarılan çeşitli kanun ve kararnamelerle bu günkü kuruluş yapısına ulaşmış, mevcut görev ve yetkileri kullanır hale gelmiştir. {Ek: 1 Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilat Şeması.) Diyanet İşleri Başkanlığı, mevcut statüsü ile "İslam Dininin itikat, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmekle görevlidir. Başkanlık bu görevlerini; merkez, iller ve yurtdışı teşkilatı, devlet bütçesinden maaş alan yaklaşık 85.000 personeli ve devlet bütçesinden dini hizmetler için hükümetçe ayrılan bütçe imkanları ile yerine getirmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı 1924 Teşkilatı Esasiye Kanunundan itibaren Genel İdare içinde yer almıştır. Halen yürürlükte bulunan 1982 Anayasasının 136 ncı maddesi Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgilidir. Bu madde şöyledir: "Madde-136-Genel İdare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, Laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşüncelerin
1. Din işlerinin devletçe yürütülmesinin laiklik ilkesi ile bağdaşmadığı ileri sürülerek, Devlet Memurları Kanununun 36. maddesindeki "Din Hizmetleri Sınıfı" ile "Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun'un iptali için Anayasa Mahkemesinde dava açılmıştır. Bu dava: "Toplumun çoğunluğunun müslüman olduğu ülkemizde dini ihtiyaçların karşılanabilmesi için din işleri görecek kişilerin, Mabed ve başka ihtiyaçlarının devletçe sağlanması ve bunların bakımı, din işlerinin devletçe denetlenmesi, din işlerinde çalışacak kimselerin yetiştirilmesi, dinin toplum için bir disiplin olmasının sağlanması..." gerekçesi ile Anayasaya ve Anayasa'da yer alan laiklik ilkesine aykırı bulunmamış ve red edilmiştir.43 2. Mukabil görüş sahipleri de; Diyanet İşleri Başkanlığının genel idare içinde ve Başbakanlığa bağlı statüsüne karşı çıkmakta, bunun Batı tipi laikliğe ve laikliğin özüne aykırı olduğunu savunmakta, Başkanlığın Üniversiteler gibi muhtar olmasını, siyasi partiler hükümetleri ile bağlarının koparılmasını istemektedirler. Türk toplumu içinde bazı kesimler de, şuur altında mevcut Şeyhülislamlık müessesesi ve fonksiyonları ile Diyanet İşleri Başkanlığı'nın fonksiyonları arasında paralellikler kurmakta, Diyanet İşleri Başkanlığından mer'i mevzuatla verilen görev ve yetkiler dışında fonksiyonlar beklemektedir. (Televizyon yayınları, Üniversiteli Öğrencilerin başörtüleri, müstehcen neşriyatın engellenmesi, dine aykırı yayınların kontrol altına alınması vs.) Tabiî ki, mevcut Anayasa nizamı ve mer'i kanunlar müvacehesinde bu beklentilerin de tahakkukuna imkan bulunmamaktadır. b- Laiklik Açısından Diyanet İşleri Başkanlığı'mn Değerlendirilmesi: Cumhuriyetin başlangıç yıllarından itibaren, yeni devletin bünyesindeki Diyanet İşleri Başkanlığı, Laiklik, Din ve Vicdan Hürriyeti açısından değerlendirmelere tabi tutulmuştur. Bu konuda belli başlı 43. 15 Haziran 1972 gün ve 14216 sayılı Resmi Gazete.
görüşler şöyledir:
uygulanmaktadır.
1. Madem ki devletin dini olmaz. O halde devlet elini, ayağını din işinden (Laik Batı Ülkelerinde olduğu gibi) çeksin. Bırakın cemaat kendi din işlerini istediği şekilde yürütsün. Devlet din işine bütçesinden para ayırmasın.
Atatürk, İsmet İnönü ve Celal Bayarin Cumhurbaşkanlıkları dönemlerinde Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış olan Rıfat Börekçi, Şerafettin Yaltkaya, Ahmet Hamdi Akseki ve Eyüp Sabri Hayırlıoğlu hayatta oldukları sürece görevlerinden alınmamışlardır. Eyüp Sabri Hayırlıoğlu 27 Mayıs 1960 harekatından sonra görevinden alınmıştır. Atatürk, İnönü ve Bayarin izlediği gelenek böylece bozulmuştur. 1961 Anayasası'mn kabulünden sonra Diyanet İşleri Başkanlığı tamamen siyasetin emri altına girmiştir.47
Türkiye'de laiklik, devletin dini içine alarak kontrol etmesi biçiminde uygulanmaktadır. Gerçek laiklik, din ile devlet işlerinin bir birinden ayrılmasıdır. Bizde ise devletin din üzerinde baskısı vardır. îlk kez Radyoda mevlit okutulunca kıyamet kopmuş "İrtica geliyor" yorumları yapılmıştır. 1950'den beri "İrtica geliyor" tartışması var, ama irtica bir türlü gelmedi. Devletin din üzerindeki kontrol ve baskısı, dine inanan insanlarda tepki oluşturmaktadır.44 Bugün bizde uygulanan sistem, devlete bağlı din sistemidir. Bu sistemde; Laiklik taklit edilerek, dini kaide ve kanunlar devlet hayatından çıkarılır, devletle mabed birbirinden ayrılırsa da; fiiliyatla din tamamıyle devletin koltuğu altına girer, diyanet siyasete kurban edilir. Dinin devlete bağlanması sisteminde, diyanete siyâset ve hükümet adamları hakim olur, dini müessese ve teşkilatı onlar kurar, onlar kapar, onlar idare eder. Din görevlilerini onlar tayin eder, dini hayata onlar istedikleri gibi yön verirler.45
2. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra iktidar olanlar, "% 99'u müslüman olan bir ülkede devletin dini kendi kaderi ile başbaşa bırakması uygun değildir. Devlet, nüfusunun % 99'u müslüman. olan bir ülkede dine bu kadar ilgisiz kalamaz, halkın dini ihtiyaçlarım karşılamak için birşeyler yapmamız lazım, laik devlet demek, halkın dini ihtiyaçları doğrultusunda hiçbir hizmet vermez demek değildir. Halkın büyük çoğunluğu istiyorsa bu, tipik bir kamu hizmetidir. Bu hizmeti vermez, halkı tatmin etmezseniz toplumda huzursuzluk meydana gelir. Su ihtiyacı, elektrik ihtiyacı gibi dini ihtiyaçlar da sözkonusudur." diyorlar.48
Osmanlı Devleti'nde islâmm en büyük memuru olan Şeyhülislam, padişah tarafindan azledilebilirdi. Laikliğe geçilip te Diyanet İşleri Başkanlığı devlete bağh bir kurum haline getirilince işin özünde fazla bir değişiklik olmamıştır.46
Türkiye'deki laik düzen, aslında Batıdaki laik düzen değildir. Devlet, resmen din teşkilatım emrinde tutmaktadır. Din görevlilerinin maaşlarım ödemektedir. Din adamları yetiştirmektedir. Bu Türkiye'ye mahsus ve bir İslam Cumhuriyeti için düşünülmüş farklı bir laikliktir.49
1961 Anayasası'nm 154. maddesi ile "Genel İdare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir." hükmünü ihtiva etmesi, 1982 Anayasası'mn da bunu aynen benimsemesi, tenkit edilmektedir. Böylece; Batı ülkelerindeki laiklik ilkesine benzer bir uygulama başlatılmış, devlete din işlerinde müdahale hakkı tanınmış, dini otorite kendi iç düzenlemelerini hükümetlerin çıkaracağı kanunlarla yapma zorunda bırakılmış ve devlete tabi bir müessese haline getirilmiştir. Halbuki; laik bir devlette dini otorite, kendi iç düzenlemelerini kendi yapmakta serbesttir. Türkiye'deki azınlıklar bu haklara sahiptir. Laiklik tam anlamı ile ancak onlara
Batı'daki laik devletlerin halkı Hristiyan, Türkiye laik devletinin halkı ise Müslümandır. Türkiye'deki laikliğin Avrupa ülkelerinden farklı oluşunu, hatta mutlaka farklı olmasını gerektiren esas sebep, bu din farkıdır. Hristiyanlıkta bir Papalık, bir kilise teşkilatı ve bir Ruhban sınıfı vardır. Bu teşkilat, kuruluşundan beri idaresi ve bütçesiyle devletten ayrı ve muhtardır. Bunun için Hristiyan ülkelerdeki laik, devletlerde din ve devlet teşkilatı kolaylıkla ayrı ayrı kurulabilmiştir. Türkiye'de ise laiklik meselesi, 20. Asrın başlarında ortaya çıkmış, bu Müslüman ülkeye batılılaşma hareketleri sonunda gelmiştir. Müslümanlıkta din ve devlet teşkilatı ayrı ayrı olmadığı için, laikliğin
44. Belge Murat, Laiklik Nedir, Ne Değildir? Cumhuriyet 5.3.1990, Sayfa:6 Sütun: 1-8. 45. Başgil Prof.Dr. Ali Fuat, Din ve Laiklik, Ist.1962, S.165-166. 46. Belge Murat, Laiklik Nedir, Ne Değildir? Cumhuriyet, 4.3.1990 Sayfa:6 Sütun: 1-8.
47. Dinçer Nahit, Milli Eğitim ve Din Eğitimi Milli Semineri Mayıs 1981-Ankara, S.189-190. 48. Yayla Prof.Dr. Yıldızhan, Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Ekim 1986- S.10 Sayfa:1011. 49. Özek Ali, Laiklik ilkesi ve Türkiye'deki uygulanışı, Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Ekim 1986 S:10, S.26-27.
Müslüman bir devletin devlet anlayışına intibak ettirilmesi gerekmiştir. Böylece Hristiyan ülkelerdeki laik devlet anlayış ve tatbikatından farklı bir durum ortaya çıkmıştır. Bu farklılık, tabii, içtimai, hatta siyasi bir zarurettir. Tarihteki İslam devletlerinde hiçbir zaman din-devlet teşkilatı ayrı ayrı düşünülmemiş, birlik ve bütünlük içinde yürütülmüştür. Bu anlayış, Tevhîd anlayışının içtimai ve siyasi sahaya akseden bir tezahürüdür. Türkiye Cumhuriyeti de Müslüman bir milletin yaptığı istiklal mücadelesinden sonra, kurduğu bir devlettir. Bu devletin de zikri geçen tarihi ve içtimai anlayışa zıt veya ondan farklı bir anlayışa veya kuruluşa yönelmesi mümkün değildi. Onun için laik T.C. Devleti'nde dini fonksiyonları ifa edecek Diyanet işleri Teşkilatı, devlet içinde ve devletle birlik ve bütünlük içinde mütalaa edildi. Eğer Avrupa'daki gibi bir din ve cemaat teşkilatı ayrımına gidilseydi; iki ayrı otorite ortaya çıkardı, onun için cumhuriyetin kurucuları dini teşkilatı devlet içinde ve devlete bağlı olarak kurmuşlardır.50 Türk toplumu, batılı manada laik bir toplum değildir, olması da gerekmez. Batı toplumları Hristiyandır. Türk toplumu ise büyük çoğunluğu ile Müslümandır. Dünyada tek laik Müslüman ülke Türkiye'dir. Türk laikliği örnek olarak batı ülkelerindeki uygulamayı almamıştır. Alması da mantıki olmadığı gibi vakıaya da uygun düşmezdi.
ferdi ve toplumsal bir kurumdur. Bundan dolayı kendine özgü bir kamu hizmeti alanıdır. Dinin bu niteliği onun himayesini zorunlu kılmıştır. Bu maksatla da ceza kanunlarımızda çeşitli hükümlere yer verilmiştir.03 Bütün bu mülâhazaların ışığında Anayasa Mahkemesi açılan bir dava sonunda verdiği kararda; Diyanet İşleri Başkanlığı'm dini bir teşkilat olmaktan öte idari bir teşkilat olarak görmekte, bu teşkilatta görev alan kimseleri de devlet memuru saymaktadır. Devlete Bağlı din sistemi bazı kimselerin kafalarındaki çarpık laiklik anlayışı ile vicdanları sızlatan değerlendirmelere de konu olabilmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığının "Milli Piyango haramdır", "Yılbaşı kutlamaları dinimize göre uygun değildir." tarzındaki açıklamalarından çok rahatsız olduğu anlaşılan günlük gazetelerden birinin meşhur köşe yazarı aynen şöyle yazıyor: "Türkiye Cumhuriyeti'nde Diyanet İşleri Başkam bir devlet memurudur. Tayinim hükümet yapar. Resmen başına bir O sarık sarabilir, ama fetva verme yetkisi yoktur. Laiklik, kavramı itibariyle çok tartışma kaldıran, tarifi çeşitli şekilde yapılan bir ilkedir. Ancak, hiç kimse tarafindan reddedilemeyecek bir gerçek vardır. Laik devlet, fetvaya yer bulunmayan devlettir.
Bu açılardan değerlendirildiğinde; din işlerinin topluma bırakılması çözüm getirmez. Toplumumuzun buna hazırlıklı ve yapımızın bu tür bir uygulamaya hazır olduğu da söylenemez.01
Türkiye Cumhuriyeti, geçerli Anayasanın 2. maddesine göre laik devlettir. Aynı Anayasanın 4. maddesine göre cumhuriyetin bu niteliği değiştirilemez.
Türk devlet sisteminde Diyanet İşleri Başkanlığının veya din hizmeti gören şahısların genel idare içinde yer alması, amme intizamı esasından ortaya çıkmış bir düşüncedir. Bu düşünce; din hürriyetini korumak, suistimallere meydan vermemek için ortaya çıkmıştır.0'
O halde Diyanet İşleri Başkam Mustafa Yazıcıoğlu, fetva verme yetkisini nereden alıyor? Üstelik görülüyor ki, ilk denemesinde kulağı hiç olmazsa bükülmediğinden cesaretle fetvalarını sürdürmektedir."54
Din, Türk hukuk sisteminde ferdi ve toplumsal bir kurum olarak kabul edilmektedir. Bu düşüncenin bir sonucu olarak, Anayasalarımızda din tıpkı sağlık, ulaşım, eğitim, bayındırlık vs. gibi bir kamu hizmeti olarak gözönüne alınmış ve bu doğrultuda düzenlemeler yapılmıştır. Türk hukuk düzeninde din, varlığından vazgeçilmesi imkansız
3- Diyanet İşleri Başkanlığı için Türkiye'nin ve Türk toplumunun tarihi, kültürel ve toplumsal yapısından kaynaklanan sebepler dikkate alındığında; din ve vicdan hürriyetleri, laiklik ilkesi ile daha iyi bağdaşır şeklinde,.bir üçüncü hal tarzı da ileri sürülmektedir. Bu görüşü paylaşanlara göre: Laik sistemde din ile devlet birbirinden ayrılacak demek, bunlar birbirlerine lakayd, birbirine rakip, hatta birbirine yabancı olacak de-
50. Tahralı Dr.Mustafa, Milli Eğitim ve Din Eğitimi İlmi Semineri, Mayıs 1981, Arık. S.193194. 51. Yazıcıoğlu Prof.Dr. M.Sait, Laiklik Nedir, Ne Değildir? Cumhuriyet 9.3.1990, S.6 Sütun: 1-7 52. Armağan Prof.Dr. Servet, Milli Eğitim ve Din Eğitimi İlmi Semineri, S.197.
53. Hafızoğulları Doç.Dr.Zeki, Laiklik ve T.C.K.'nun 163. maddesi üzerine, Ank.Ün.SBF. Dergisi, Cilt: X Ll I-Ocak-Ara lık 19H7, S.212. 54. Toker Metin, Bu zatı şerif kendini nerede zannediyor? Milliyet 1.1.1990 Sayfa: 8, Sütun:l.
SONUÇ:
mek değildir. Dinin de devletin de en yüksek hedefi, fert ve toplumu huzura erdirmektir. Din, bu hedefe ferdin iç alemini, hükümet ise dış münasebetlerini tanzim etmek suretiyle yürürler.
1- Din toplumun vazgeçemeyeceği bir sosyal kurumdur. Bu sebeple devlet ve toplum, dine sahip çıkmalıdır.
Bu sebeple; bugün yapılacak işlerin en önemlilerinden biri, hiç olmazsa Diyanet İşleri Başkanlığım üniversiteler gibi muhtar hale getirmektir. Bunda hem siyasetin hem de devletin faydaları vardır. Bu sayede Diyanet, her an değişen siyasetin ve hükümetin baskısından kurtulacak ve kendine sahip, kendi mukadderatına kısmen de olsa hakim bir müessese halini alacaktır. Böylece devletin laiklik umdesi de rayına oturmuş olacak, bugünkü mantıksız ve kaypak konumundan kurtulmuş olacaktır.
2- Mevcut Anayasamızın 24. maddesiyle Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tebası olan kimselerin din ve vicdan hürriyetleri teminat altına alınmıştır. Buna rağmen Türk vatandaşlarının, özellikle Müslüman Türk vatandaşlarının din ve vicdan hürriyetlerini tanımak istemeyen bir takım kimseler; onları dini inanç ve kanaatlarmdan dolayı kınayan bir baskı ortamı yaratmaya çalışmaktadırlar. Ceza kanunlarımızda bu tür baskıları engelleyecek maddeler de bulunmamaktadır. Bu hukuki boşluk doldurulmalıdır.
Türkiye'de bugün Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilatı, doğrudan doğruya başvekâlete bağlıdır. Diyanet İşleri Başkam ve O'na bağlı teşkilat ve personel, Başbakanın, binnetice bir siyasi partinin emri altındadır İller teşkilatı personeli müftüler, vaizler, imam-hatipler, ıl ve ilçelerde hükümetlerin siyasi tercihlere dayalı politikalarım uygulamakla mükellef olan valilerin emri altında çalışmaktadırlar. Diyanet İşleri Başkanını ve tüm personelim doğrudan veya dolaylı olarak tayin eden, işten el çektiren, sicilini veren hükümet veya hükümetin emrindeki kimselerdir. Bütün bunlara rağmen Türk Devleti laiktir.
3- Din ve vicdan hürriyetinin tabii sonucu olan ibadet ve amel, eğitim-öğretim haklarından Müslüman Türk toplumunun yeteri kadar yararlandığı söylenemez. Bu haklarla ilgili olarak daha rahatlatıcı ortamlar hazırlan m alıdır.
Teklif edilen uygulama ile hiç olmazsa bu sakıncalar giderilebilir. Bu uygulama 1982 anayasasının 136. maddesine de uygun düşer. Bu maddede; "Diyanet İşleri Başkanlığı'nın laiklik ilkesi doğrultusunda bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak" görevlerini yerine getireceği vurgulanmıştır. Demokratik parlementer rejimlerde hükümetler bir siyasi partinin iktidarı olacaklarına, mensup oldukları siyasi partilerin felsefeleri, programları ve amaçları doğrultusunda icrayı hükümet edeceklerine göre; O hükümetlerin veya onun memurlarının emrinde olan bir Diyanet İşleri Başkanlığı ve bu Başkanlık teşkilatının personeli, "Görevlerini bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak" nasıl yerine getireceklerdir? Tabii ki buna imkan yoktur. Mevcut uygulama, Anayasanın 136. maddesi ile çelişki halindedir.
55. Başgil Prof.Dr. Ali Fuat, Din ve Laiklik, 1962 ist. S.168 ve 203.
4- % 99'u Müslüman olan Türk toplumunun yegane meşru dini teşkilatı olan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın, devletin yayın organı olan TRT'den yeterli şekilde yararlandığı söylenemez. Diyanet İşleri Başkanlığı ile TRT kurumu arasında gerekli koordinasyon sağlanarak bu noksanlık giderilmelidir. 5- Anayasanın laiklik, din ve vicdan hürriyeti ile ilgili maddeleri, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın konumunu tayin eden 136. maddesi muvacehesinde bugünkü Diyanet İşleri Başkanlığı'nm teşkilat yapışım, statüsünü ve konumunu bağdaştırmak mümkün değildir. Müslüman Türk toplumunun tarihi ve kültürel şartlan da dikkate alınarak Diyanet İşleri Başkanlığı, Üniversite muhtariyetine benzer bir muhtariyete kavuşturulmalı ve doğrudan Cumhurbaşkanlığına bağlanmalı, siyasi partilerin emrinde ve onlann politikalannı uygular bir müessese olmaktan kurtanlmalıdır.
TC. BAŞBAKANLIK DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI TEŞKİLAT ŞEMASI (1990) BAŞKAN
Protokol,Basın ve Halkla İlişkiler Md.
BAŞKAN YARDIMCISI (5)
Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı
Mushaflan inceleme Kurulu Başkanlığı
Teftiş Kurulu Başkanlığı
Hukuk Müşavirliği
Araştırma, Planlama ve Koordinasyon Dai. Bşk.
Istatistk
Yönetimi Geliştirme Şb. Md
Şb. Md.
Plan ve Bütçe Şb.Md.
KAPANIŞ KONUŞMASI Hac Dairesi Başkanlığı
Din Eğitimi Dairesi BşkJığı
Din Hizmetleri Dairesi Bşk.Uğı
Din Eğitimi Şb.Md.
İrşat Hizmetleri Şb.Md.
Dinî Yayınlar Dairesi BşkJığı
Hac İşleri Şb.Md.
Derleme ve Yayın Şb.Md.
Dış İlişkiler Şb.Md. Yurtdışı Din Hiz. Şb.Md. Yurtdışı Eğitim ve Rehberlk Şb.Md.
Din Hizmetleri Şb.Md.
Hizmetiçi Eğitim Şb.Md.
Umre İşleri Şb.Md.
Süreli Yayınlar Şb. Md.
Vakit Hesaplama Şb.Md.
Program Geliştirme Şb.Md.
Hac ve ymre Rehberli Şb.Md.
Kütüphane Şb. Md.
İdari ve Malî İşler Dai. BşkJığı
Personel Dairesi Başkanlığı
Personel Atama Şb.Md. Cami Personeli Atama Şb.Md. Kadro Şb. Md.
Genel Evrak ve Arşiv Şb.Md.
_Disiplin ve ilendirme Şb.Md.
Malî işler Şb.Md.
Daire Mühendisliği
Personel Evrak ive Tahsis Şb.Md.
Malzeme Şb.Md.
Daire Tabipliği
İlçe Müftülüğü (696)
Eğitim Merkezi Md.lüğü (1)
Prof.Dr. Salih Tuğ
Döner Sermaye İşletme Md.lûğü
İdarî ve Sosyal İşler Şb.Md.
Sicil Şb. Md.
TAŞRA TEŞKİLÂTI İl Müftülüğü (73)
Dış İlişkiler Dairesi Bşk.lığı
Bilgi İşlem Md.lüğü
Savunma Uzmanlığı
YURTDIŞI TEŞKİLÂTI Din Hizmetleri Müşavirliği (16)
Ataşelik (17)
Efendim, bir iki noktaya temas ederek, belki bir değerlendirme manasında olmak üzere, toplantımıza son vermek istiyorum; uzmanlarca verilen ayrıntılı bilgileri gayet tabii tekrar edecek değilim. Fakat, şurası kesin bir gerçektir ki Türkiyemiz bir "hukuk devleti" olma idealine bağlıdır. Bu arzu ve ideal, Cumhuriyet devrinde en tepe noktaya özellikle II.Dünya Savaşı'ndan sonra ulaşmış bulunmaktadır. Fakat Türkiyemiz, aynı zamanda Batılılaşma yolunda da adımlar atmak istemektedir. Ve bu adımlar ciddi olarak yakın geçmişimizde atılmış ve Cumhuriyetle de devam ettirilmiştir. Ülkemizde Batılılaşmanın ötesine geçilmiş ve bunun doruk noktası olan Avrupa Topluluğuna entegrasyon problemi ile karşı karşıya kalınmıştır. Ancak Avrupa topluluğuyla bir entegrasyon, birçok meseleleri de berâberinde getirmektedir. Başlangıçta toplantımızı açış konuşmamda da ifade ettiğim gibi, Avrupa topluluğu anayapısı itibariyle "Grekoromen medeniyet" yapısına sahip bir devletler ve milletler topluluğudur. Bunun yanıbaşmda Avrupa topluluğunda bugün "Judeokretien inanışlar" manzumesi hakimdir. Yani Yahudi-Hıristiyan inanışlar manzumesi içindedir. Türkiyemiz Batılılaşma yolunda bir yandan "hukuk devleti" olmak ve bu idealden asla taviz vermemek, diğer yandan "Avrupa Topluluğuna entegrasyon" peşinde koşmaktadır. Bu durumda karşısına bir duvar çıkmaktadır: Batının bugünkü Grekoromen medeniyet yapısı ve Judeokiretien inanışlar manzumesi. Bu muammanın altından Türkiye nasıl sıyrılıp çıkacaktır? İşte bu muamma bugün basınımızı, televizyonumuzu ve sokaktaki aydınımızı, sokağa yürümeye çıkan aydınımızı, bir
seçim yapma mecburiyetiyle karşı karşıya bırakmış bulunmaktadır. Özellikle Türkiye'nin Batılılaşma yolunda sahip olduğu azimliliğin beraberinde hukuk devleti olma ideali de yürütülmektedir. 1945 yılında imzalamış olduğu Birleşmiş Milletler Teşkilâtı Anayasası ve bunun derpiş ettiği çok sayıda hürriyetler ve haklar, arkadan gelen 1975 Helsinki nihaî senedinin imzalanması ve bunun getirdiği haklar ve hürriyetler, daha doğrusu tasdik ettiği haklar ve hürriyetler, nihayet bir hafta önce çok önce değil bir hafta önce Paris'de 20 Kasım 1990 tarihinde imzalanan Paris şartı ile teyîd edilmiş bütün bu hak ve hürriyetler, hep birlikte Türkiye'yi "hukuk devleti" olma idealine götüren yollardır ve teminatlardır. Ancak baştaki konuşmamda da ifade ettiğim gibi, bugün bir kısım aydınımız, ister basın yoluyla, ister televizyon, ister üniversite kürsüleri aracılığıyla bu tezatm içinden bu dilemmanın içinden çıkamamaktadır. Ve tezatlara düşmektedir. Azınlıkta da olsa bu bir kısım aydınımız bu tezatı kendi bünyesinde çözmek mecburiyetindedir. Bizim şerefle mensubu olduğumuz milliyetçi-muhafazakâr aydınımızın bir tezatı yok; biz anayasamıza bağlı ve Türkiye'nin hukuk devleti idealine sahip olmasını benimsemiş ve Batılılaşma yolunda en ileri değerlere sahip çıkmayı hedeflemiş bir aydınlar gurubu anlayışına sahibiz. Öyle zannediyorum ki azınlıkta da olsa "yabancılaşma" tehlikesi ile karşı karşıya kalan bu bir kısım aydınımız, kendi içlerindeki tezatları çözmek suretiyle Türkiye'yi bugün korkusuz yaşama hürriyetine de kavuşturabileceklerdir. Efendim, teşekkürlerimle... İyi akşamlar...
28 Kasım 1990 günü Ramada Oteli'nde yapılan Basın Toplantısı:
"TÜRKİYE'DE DİN VE VİCDAN HÜRRİYETİ ENGELLENMEMELİDİR" emokratik rejimlerde, din ve vicdan hürriyeti temel insan hak ve hürriyetlerinin en önemlilerinden birisi olarak kabul edilmiştir. Bu gerçek, milletlerarası insan hak ve hürriyetlerine ait bütün hukukî metinlerde açıkça belirtilmiş ve Türk Anayasalarında da daima yer almıştır. Son olarak demokrasiyi benimsemiş ve bu rejime doğru yönelmiş 34 devletin imzaladığı "Paris Şartı"nda da fertlerin hiçbir ayırım gözetmeksizin vicdan, din, inanç ve ifade hürriyetlerine sahip olduğu bir defa daha açıkça teyid edilmiştir. Ülkemiz diğer bütün anlaşmaları olduğu gibi "Paris Şartı'm da imzalayanlar arasındadır. Esasen diğer temel insan hak ve hürriyetleri gibi din ve vicdan hürriyetini inkâr eden siyasî rejimler, ancak totaliter baskılarla ayakta durabilmişler, ülkelerini karanlığa sürükleyerek kendi vatandaşlarına zulmetmişler ve sonuçta insanların şeref ve haysiyet duygulan ile hürriyet istekleri karşısında dayanamayarak çökmüşlerdir. Doğu Avrupa ülkeleri ve 70 yıllık şiddet ve baskı rejiminden sonra Sovyetler Birliği'nin vardığı nokta budur. Gerçeğin nihayet idrak edildiği bu ülke'de son olarak "Din Hürriyeti" kabul edilmiş ve bunu sağlayan Kanım Ekim 1990 tarihinden itibaren yürürlüğe girmiştir. Durum, bugünkü dünya'da ve tarih boyunca bu kadar açık iken, ülkemizde bazı kesim ve odaklann din ve vicdan hürriyetini engellemeye teşebbüs ettiklerim üzülerek görmekteyiz. Bunlar her yaş ve seviyedeki Türk vatandaşlannm ve özellikle Üniversiteye girmeyi başarmış genç kızlanmızm inandıklan gibi yaşama, giyinme ve fikirlerini açıklama hak ve hürriyetlerini önlemeye çalışmakta ve bu yönde
86
DIN VE VICDAN HÜRRIYET!
bazı eylemlere baş vurmaktadırlar. Bu eylemler arasında Ankara'da bazı öğretim üyelerinin öğretim yapılacak saatlerde sınıflara gir' meyerek dersleri boykot etmeleri de yer almıştır. Üniversite'deki genç kızlara, onların dinî inançlarından dolayı baskı yapanlar kadın haklan ve hukukun üstünlüğü prensiplerini de açıkça çiğnemektedirler. Bu olumsuz girişimlerde bulunanlar, bütün bu hareketlerini "lâikliği" korumak için yaptıklarını ifade etmektedirler. Lâikliğin, temel insan hak ve hürriyetlerine zıt düşen, onlan inkâr eden bir anlayış ve yoruma dayandınlması asla kabul edilemez. Din ve vicdan hürriyetinin teminatı olması gereken lâikliği inançlara bir baskı vasıtası olarak anlayıp, kullanmak kavram kargaşasından da öte insan hak ve hürriyetlerini çiğneme teşebbüsünden başka birşey değildir. Türkiye'nin geleceğini emanet edeceğimiz gençlerin yetiştiği dersanelere girmemek, ders okutmamak ise, her firsatta çağdaş, ilericilik ve batılılaşmak gibi kelimeleri kullananlar için içine düşülen sevimsiz ve zararlı bir tezattır. Ders okutma her seviyedeki öğretici için kutsal bir görevdir. Öğreticiler ders boykotu yaparlarsa öğrencilerimizin başvurabilecekleri yanlış davranışlan nasıl önleyebiliriz? Üniversitelerde ve bütün ülke'de huzurun devamı eğitim ve araştırmaların verimli olmasının ilk şartıdır. Bunu bozma hakkını kimse kendisinde bulmamalıdır. İnsanlann dinî ve vicdanî inançlanmn gereklerini yerine getirmelerini engellemeye teşebbüs etmek ilkelliktir, bugünün toplumunu geriye götürme isteğidir. Bu durum daima hür yaşamış olan Milletimiz tarafindan asla kabul edilemez. Lâiklik kavramının istismarını önlemek ve temel hak ve hürriyetlerin kâmil bir şekilde uygulanmasını sağlamak için hükümet ve T.B.M.M.'den din ve vicdan hürriyetinin önündeki bütün engellerin kaldırılmasını talep ediyoruz. Bu, ülkemize daha fazla huzur ve gelişme getirecektir.
AYDINLAR OCAĞI "AMAÇ" MADDESİ DERNEĞİN AMACI, nıillî kültür ve şuuru geliştirmek suretiyle Türk Milliyetçiliği fikrini yaymak, millî bünyemizi sarsan fikir buhranı ve mefhumlar anarşisi ile mücadele ederek millî varlığımızı meydana getiren unsurları yaşaüp kuvvetlendirmektir. Dernek, amacını gerçekleştirmek için: a) Millî ve manevî değerlerimizi yıkıcı ve bozucu akımlara karşı, Türk ahlâk ve geleneklerini, Türk dilini ve san'atım müdafaa eder. b) Memleket meselelerine ve millî davalara Türk Milliyetçiliği açısından bakarak millî menfaatlerimize en uygun çözüm yollarım araştırıp bulur ve yayar. c) Fikirde ve davranışta millî ideale bağlı nesiller yetişürmeye çalışır. ç) Üyeleri ile amacına uygun şahıslar ve kuruluşlar arasında sosyal dayanışma kurar. d) Konferanslar, seminerler, açık oturumlar ve benzeri faaliyetler yapar ve bunları temin için lokal açar. e) Konserler ve temsiller verdirir, sergiler açar ve bunlara benzer san'at ve kültür faaliyetlerinde bulunur. 0 İlmî çalışmalar ve araştırmalar yapar, yaptırır ve bu gibi çalışmalara yardım eder. g) Neşriyat ve dağıtım yapar. h) Kabiliyetli gençlerin yetişmesini temin için muhtelif fonlar, vakıflar ve tesisler kurar. (Aydınlar Ocağı Ana Tüzüğü, 2. Madde)
AYDINLAR OCAĞI GENEL MERKEZİ